5.8 C
Kocaeli
Pazartesi, Kasım 10, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 35

Düşün Damlaları  (2)

     -Her bitkiye, her mâşuka bir böcek, bir âşık yaratmış ve yaratıyor Yüce Yaratan. Mide için yeryüzü sofrasını seren Allah; cemale hayran, kemâle meftûn olan insan için; cemâli, kemâli karşısına yaymış bulunuyor. “Vermek istemeseydi, istemek vermezdi.” hükmü, her yerde kendini gösteriyor.

     -Emin olduğun zaman kork! Çünkü emin olmak gaflete sebep olur. Dikkatsizliğe yol açar. Geçici şüpheden sonra emin olmak ise, rahatlıkla sonuçlanır.

     -Çok şeyler var ki, varlığını biliyor ve kabul ediyor, fakat mâhiyet ve içyüzüne yol bulamıyoruz. Mâhiyetini bilmemek varlığını inkârı gerektirmez.

     -İlacın terkîbini bilmemek, kullanılmasına mâni’ değil.

     -İlmin hocası “Merak” olduğu gibi, terakki ve ilerlemenin hocası da, “İhtiyaç”tır.

     -Tamam olduğunu söyleyen insan, eksikliğinden habersizdir.

     -“Üzümün lezzeti, kuru çubuğunda aranmaz.”

     -Kitabın kapağında, yazarın ismi yazılıdır. Çünkü yazarı tanıyan kitabı daha iyi anlar. Tıpkı Allah’ı tanıyanın; kâinatı / evreni daha iyi anlayıp tanıyacağı gibi.

     -Canlı ve hayat sahibi her varlığın cephesinde; en büyük, en parlak sikke ve damga; onun canlı ve hayattar olma keyfiyetidir. Her canlıdaki hayatiyet unsuru, bedenin neresinde? İçinde mi, dışında mı? Hem öyle hem böyle! Bir meçhul ki, anlaşılması anlaşılamamasına bağlı!

     -Beyin hücresi; Samanyolu’nun büyüklüğü ile asla kıyaslanamayacak kadar küçük olarak, âdeta onun aynısıdır!

     -Güneş bir ama ışığının tecellîleri sayısız. Ağaç bir ama dal, budak, yaprak ve yemişleri sayısız. Hepsi bir olan ağacı gösteriyor. Tıpkı kâinattaki sayısız tecellîlerin, bir Yaratıcıyı göstermesi gibi.

     -Güneşin akis ve yansımaları güneşten ama hiçbiri güneşin bizzât kendisi değil. Hepimiz ve her şey Allah’tan olduğu hâlde, hiçbirimizin ve hiçbir şeyin Allah olmadığı gibi.

     -Rûh vücudun her yerinde varlığını tecellî ettiriyor. Güneşin yerde olmadığı hâlde, yerde kendisini var kılması gibi.

     -İnsanın dünya ve kâinat ile alâkası var. Hava, su ve gıdaları kâinatta. İnsan ile ihtiyaçları arasında münasebet var. İnsan ve ihtiyaçlarını yaratan eğer bir olmazsa; uyum da olmaz, hayat da.

     -“Vücûdunu, mûcidine feda et.”

     -İnsan, etrafındaki ölümleri görür de, kendisine hiç uğramayacakmış gibi, rahat hisseder kendini! İşte bu, kendini daimî görme ve sanma his ve duygusudur. Yoksa rahat olmayacak, hayattan hiç lezzet alamayacaktık.

     -Cennetin ham maddesini, dünyada biz hazırladığmız gibi, Cehennemin de ham maddesi bizim tarafımızdan hazırlanıyor!

     -Bir mânâyı çeşitli dillerde ifade edebiliriz. Demek ki, lisanlar mânâların giydiği veya giydirildiği libaslardır. Libas / elbise değişmekle mânâ değişmez. Fakat her libas; giyene yakışmadığı gibi, her mânâ da libası hükmündeki her kelimeye yakışmaz. Kimi tam uyar, kimi de ya kısa ya uzun, ya dar veya bol gelebilir. Bu bakımdan, her tercüme; mânâya tam libas olamıyor, mânâyı liyâkatle taşıyamıyor.

     -Âyet, “Deveye bakın.” diyor. Çünkü her şeyleri deve ile. Etini yemeleri, üstüne binmeleri, tüyleri, derisi ve hattâ kemiklerini kullanmaları bile. Keza, “Yıldızlara da bakmamız.” isteniyor. Çünkü “Bakıyorsunuz ama görmüyorsunuz! Basar / dış gözünüz çalışıyor. Peki ya basiret / iç gözünüz?” ne âlemde demek isteniyor. “Güneş doğuyor ama sanki çok basit bir olaymış gibi sanıyor; arkasında nasıl bir Kuvvet, Basiret ve İrade Sâhibi var? Hiç düşünmüyorsunuz!” diye dikkatimiz çekilmek isteniyor!

     -İnsan hadsen / uzun boylu düşünceye ihtiyaç duymaksızın ve vicdanen hakikati sezer. Yaratılışına konan müsbet potansiyel ile doğruyu bilir. Güzellikten anlar. Çirkinliği tanır.

     -“Öfke câhilin sopasıdır.”

     -“İman ki, o cevher İlahî ne büyüktür;

        İmansız olan paslı yürek, sînede yüktür.”

Türk Gençliği Farkında mı?

Bir 19 Mayıs daha geldi dayandı! Nedir bu 19 Mayıs? Neden bu kadar üzerinde fırtınalar kopartılıyor? Niçin gölgelenmeye, kaldırılmaya ve unutturulmaya çalışılıyor?

Bu soruların cevapları, Türkler ve kendini Türk olarak hissedenler açısından çok önemlidir.

Ancak hemen ortalıkta “Türk mü kaldı?” diyebilirsiniz! Eğer ortalıkta Türk yoksa dolayısıyla Türk gençliği de yok demektir. Zaten arzu edilen de Türkiye topraklarında, Türk bırakmamaktır.

Bunu yani Türk’ü toplu öldürmeyi veya savaşla yok etmeyi başaramayacaklarına göre başta eğitim, kültür ve diğer sosyolojik ve psikolojik unsurları devreye sokarak işi halletmeye çalışıyorlar.

Yaklaşık 100 yıl önce de bunu denediler. Yerli işbirlikçileri ile Osmanlı – Türk devletinin yıllarca bir kurt misali içini kemirdiler ve nihayetinde ihanet dolu anlaşmaları öne sürerek, gelip ülkemizi orduları ile işgal ettiler.

Ancak bunu içine sindiremeyen ve en büyük zenginliklerini, Türk olmak olarak gören başta Atatürk olmak üzere diğer insanlarda vardı.

Bunlar bir özgürlük ve bağımsızlık meşalesi yaktılar. Bu ışık sadece Türkiye’deki insanları değil dünyanın dört bir köşesinde, esaretten ve sömürüden inleyen mazlum ve mağdur tüm milletleri aydınlattı.

19 Mayıs, bu meşalenin tutuşturulduğu gündür. Küresel emperyalist sömürü, şimdi bunu yerli işbirlikçileri eli ile unutturmak istiyor. Unuttursunlar ki; yaratmaya çalıştıkları milliyetsiz topluluğu kolayca ezebilsinler!

Bende, halen bu topraklarda Türklerin ve kendini Türk hissedenlerin yaşadığını bildiğim için “Türk Gençliği Farkında mı?” diye soruyorum.

Nasıl Kut’ül Amare Zaferi, 1952 yılından sonra İngilizlerin isteği üzerine bayram olarak kutlanmaktan vazgeçilmiş ve unutturulmaya çalışılmış ise aynı metod 19 Mayıs, 23 Nisan, 30 Ağustos ve nihayetinde 29 Ekim için denenmeye çalışılıyor!

Buna muhalif siyasetin ve STK’ların gereği kadar tepki verdiği ve önlemeye çalıştıkları söylenemez. Öyle ise bu iş, kendini Türk olarak gören ve hissedenler ile bilhassa Türk Gençliğine bir vazife olarak düşmektedir. Yani halk ve gençlik, 19 Mayıs ve diğer milli bayramları, kimseden bir yardım ve izin beklemeden kendiliğinden sahip çıkarak kutlayacaktır.

“Ey Türk Gençliği,

Birinci vazifen, Türk İstikbalini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur.” sözü ile Atatürk, 19 Mayıs’ı ve ruhunu unutturmak isteyecek olanlara karşı, Türk Gençliğinin ne yapması gerektiğini belirtmektedir.

Türk Gençliği şüphesiz ki, bir kuşatma altındadır. Aklı ve ruhu dumura uğratılmak istenmektedir. Eğitim sistemi, medya, sanal ortam, kültür ve edebiyat ve de siyaset hep Türk Gençliğinin aleyhine çalışmaktadır.

Bunlar Türk Gençliğini yıldırmayacak ve her daim atalarından gelen ruhundaki asalet ile zorlukları aşmak için çalışacaktır.

Nasıl ki, büyük kumandan Mustafa Kemal Atatürk “Geldikleri gibi giderler” demiş ise bugünlerde gelip geçecek, bunlarda geldikleri gibi gideceklerdir.

Ancak Türk Gençliğinin yapması gereken en önemli şey; 19 Mayıs’ı ve onu tahakkuk ettiren sebepleri ve ruhu; öğrenmek ve kavramak, aynı zamanda da kimseden medet ummadan bunu nesilden nesile aktarmaktır.

Türk Gençliğinin 19 Mayıs Bayramını kutluyorum. İnsanca yaşamak demek olan özgürlük ve bağımsızlık meşalesini yakan, Atatürk ve mücadele arkadaşlarına Allah’tan rahmet diliyorum.

Onların emanetinin, gözü kara yılmaz bekçileri olduğumuz, cümle alem tarafından bilinsin ve unutulmasın diyorum!

Türk Gençliği bunların farkında ise, merak etmeyin kıyamete kadar buradayız!..

Yoksa Siz Terörsüz Türkiye’ye Karşı’mısınız?

Suç anlayışımız çarpıklaştı. Kimlik anlayışımız da.

İktidar sevmediklerine yıllarca terörist, terörle iş birlikçisi, en azından teröriste yakın diye saldırdı. Şu anda bile çok sayıda insanı bu gerekçelerle hapiste tutuyor.

Kimliğimiz de anayasamız da devletimiz de değersizleştirildi. Bu hâle gelince mesela Türk’e hakaret etmek, anayasayı ciddiye almamak; bunlar değil suç şöyle dursun, kabahat olmaktan çıktı. Anayasa değişmeden değişmiş gibi davranmak, devlet organlarını çalışmaz hâle getirmek her gün yapılan eğlencelikler muamelesi gördü.

Anayasayı neredeyse ihale kanunu kadar sık değiştirmekle kalmadık, öyle bir baskı altına aldık ki anayasa değişmeden onu ihlâl etmek öğünülerek yapılacak bir kabadayılık hâline geldi: Kırmızıda durmayız!

Sakarya’daki savaşsız Türkiye

Bu keşmekeş içinde suç kavramı da ortadan kalktı. Tek suç kaldı geriye: Terör! Terörist! Teröriste yardımcı! Teröriste yakın! Terörist sevici… Demlenenler! Hâlbuki yalnız terör değil, teröristin Türk devletini yok etme hedefi de suçtur. Hani devleti, millî egemenliği yıkmak serbesttir. Yeter ki terör kullanmasın. Yoksa bütün değerleri çiğneyebilir, çünkü bizim değerimiz yoktur.

Tek suça inmişti bütün bir devlet felsefesi: Terör. Ve şimdi terör de tatile çıkıyor. Ortada kalıverdik. Hapishanelerin kapılarını ardına kadar açıp ne kadar mahpus varsa serbest bırakmak zorundayız. Bırakmayalım mı?

Yoksa siz terörsüz Türkiye’ye karşı mısınız?

“Terörsüz Türkiye!” Acaba bu sloganı bulana kadar çok mu düşündüler? Acaba kendileri mi buldu yoksa ABD’de veya Avrupa’dan ithal mi edildi. Öyle ya. Hadi karşı çık çıkabilirsen.

Akıllarına Sakarya Savaşı sırasında gelseydi: “Savaşsız Türkiye.” “Analar ağlamasın.” Sonra saldırgan trol sloganları: “Yoksa siz savaşsız Türkiye’ye karşı mısınız?”, “Allah Allah! Ne kadar da savaş yanlısı varmış! Geçti sizin devriniz…“

Terör için örgüt kurmak

Ne olurdu o zaman? Çok kötü olmazdı canım. Atina’dan yönetilirdik o kadar. Ne yani? Irkçılık etmenin lüzumu yok. Eh İzmir’de Konak Meydanı’na Venezilos’un at üstünde heykelini dikerdik.

Kafalarda sebep-sonuç bağlantısı olmayınca böyle oluyor. Terör suç. Teröristin amacı suç değil. Teröre yeltenmeden Türkiye Cumhuriyeti’ni, Türkiye’nin Anayasası’nı tebdil ve tağyire teşebbüs serbest. Bunun için parti de kurarsınız, teşkilat da. Bunun eğitimini de verirsiniz. Yeter ki “terör” olmasın. Yanlış anlaşılmasın, terör bütün bütün yasak değil, yasak olan sadece “silahlı terör”. Allah rızası için mesela Batı’ya bir bakın. Mesela Almanya’nın “Anayasayı Koruma” mevzuatına.

Rahmetli Kadir Cangızbay Hoca, “Terörist örgüt olmaz!” demişti, Gazi Üniversitesi’ndeki bir konuşmasında. Ne demek istemişti? Bir misalle açıklayayım: Şöyle bir “terörist örgüt” toplantısı düşünebilir misiniz?

Arkadaşlar, hoş geldiniz. Haydi bir örgüt kuralım.

Ne yapacak bu örgüt?

Terör yapacak. Terörist örgüt olacağız.

He vallah. Hadi kuralım.

Terörist dediğiniz bu insanların terör dışında bir amacı yok mu? Asıl amacı terör mü? O amaçtan niçin hiç bahsetmiyorsunuz? Bu sorunun biri teorik, biri pratik iki cevabı var.

Senin teröristin onun paralı askeri

Teorik cevap: Asıl amaçları bize çok ters gelmiyor. Hatta biz o asıl amaca yakın fikirler besliyoruz. Onun için amaçlarına değil metotlarına karşıyız. Bize biat etsinler, amaçlarına eyvallah deriz. Yardımcı bile oluruz.

Pratik cevap: Batılı müttefiklerimize millî egemenlik, anayasamız falan gibi dertlerimizi anlatamayız. Ama onların hazır karşı oldukları bir şey var: Terör. Onun için terörist dersek, ne için terör falan gibi karmaşık sorulara kaçmadan… Onları da yanımıza alırız.

Bu pratik cevaptan bir takım mazarrat doğar ama zarar yok. Birkaç on yıl idare ederiz. Çünkü Batılıların çoğu terör örgütü dediğimiz kişilerin amaçlarını destekliyor zaten. Mazarrat şu: Bizim her “terörist” dediğimize onlar terörist demeyebilir. Mesela, “PKK teröristtir”, diye on yıllar boyu, SSCB’ye karşı müttefikliğimizi de kullanarak anlatıp kabul ettirdik. Ne oldu? Bir kısmı, terörist falan bakmadan teröristi, destekledi. Daha beteri, kendi elcağazlarıyla Suriye’de PKK kurdurup adını azıcık değiştirdiler. Hedef aynı, maksat aynı, terör de bâki ama senin teröristin bir başkasının hürriyet ve demokrasi savaşçısı gerillasıdır. Kabul et ve otur yerine.

Nedir bu saçmalıklar? Terörsüz Türkiye’ye karşı mıyım yoksa?

Çok mu zor terörsüzlük? Lozan’a biz de karşıydık zaten. Zafer mi hezimet mi diye sorduk, hezimete karar verdik. Anayasa da askerî. Sivilini yapacağız, “Türk”ü çıkarıp bir de başkanın ilelebet başkan kalmasını garantiye alacağız vesselam.

İyi Niyetliler ve Aptallar

“Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşelidir” diye bir söz vardır. Gerçekten yanlış, hatalı ve kötü eylemlerin çoğu iyi niyetlerle yapılır. Yöneticiler bazen meselelere iyi niyetle kolaycı veya sihirli çözümler bulmaya ve uygulamaya çalışırlar.
Oysaki, insanları ilgilendiren sorunlar genellikle çok faktörlü ve karmaşıktır. Böylesi karmaşık konularda bir parametreyi değiştirerek sorunu kökten çözeceğini sananlar aldanırlar.
Bu yüzden Karl Popper “Her karmaşık problemin basit bir çözümü vardır ve o çözüm yanlıştır” demiştir.
Tarih iyi niyetli fakat bilim ve akıl dışı “sihirli formüllerle” çözüm üretmeye çalışan devlet adamlarının fiyasko ile sonuçlanan ve büyük zararlara yol açan hatta toplumlarına felaketler yaşatan uygulamalarıyla doludur.
Birkaç örnek verelim:
• Çin’in kurucusu Mao çok iyi niyetle ‘İleriye Dönük Büyük Sıçrama’ programının bir parçası olarak ‘Dört Haşere’ projesini uygulamaya başlar. Projeye göre, tarımsal üretime zarar verdiği düşünülen sivrisinekler, karasinekler, fareler ve serçelerle mücadele başlatılır. Projenin uygulamaya konulması sonucu 23 milyon kuş öldürüldükten sonra beklenmedik bir şey oluyor. Birdenbire ortaya böcek sürüleri çıkıyor. Peşinden çekirge istilası ve onun peşinden sümüklüböcek salgını baş gösteriyor. Kuşların kökü kazınmamış olsa bunları yiyeceklerdi ama ortada kuş kalmamıştır. Bu ekolojik felaket 1958-1961 arası görülen ve yaklaşık 30 milyon Çinlinin açlıktan ölmesine yol açan kıtlık tarihe geçti. Fakat Çin Komünist Partisi bu rezaleti bile başarı olarak pazarlamayı bildi.
• R.T. Erdoğan “Nas politikasını” uygulamaya geçtiğinde çok iyi niyetli idi. O’na destek veren vatandaşlarımız da “Faiz sebep enflasyon sonuç” tezine inanıyorlardı. Faizler inecek, kurlar artmayacak, maliyetler ve enflasyon düşecek ve her şey ucuzlayacaktı. İthalat azalacak, ihracat artacaktı. Halkımızın alım gücü ve refahı iyileşecekti.
Her şey tam tersi oldu. Sonunda faizler, enflasyon, kurlar birlikte patladı. Yoksulluk yaygınlaştı, derin yoksulluk arttı. Dünyanın en yüksek enflasyonu olan, ekonomik istikrarsızlık içinde bir ülke haline geldik. İyi niyetin yeterli olmadığını, “rasyonel olmadığını” yaşanan felaketle gördük. Ama iktidar bunu bile başarı gibi anlatmayı sürdürüyor.
• AKP iktidarı boyunca alkollü içkilere olağanüstü vergiler uygulanmakta. Bunu yapan yöneticilerimizin çok “iyi niyetli” olduğundan, toplumumuzda alkollü içki tüketimini azaltmak ve insanlarımızı zararlarından korunmak olduğundan eminim. Ancak yapılan bütün zam ve konulan vergilere rağmen alkol tüketimi azalmıyor. Bunun yerine merdiven altında insan sağlığına çok zararlı metil alkolle yapılmış sahte içki oranı artıyor. Otellere dahi bunlar satılıyor. Sadece Ankara’da son 3 ayda sahte içki nedeniyle hayatını kaybedenlerin sayısı 109’u geçti.
• Cumhurbaşkanlığı Sistemine geçerken, “Türkiye parlamenter sistem içinde yaşadığı bütün sınırlamalardan kurtulacağı için hızlı ve etkin kararlar alabilecek” denildi. Böylece “daha etkin ve güçlü bir yönetimle, ekonomiden dış politikaya kadar her alanda müthiş bir başarı kazanacaktık.”
Bu “iyi niyetle” sistemi değiştirdik. Artık “Bir Cumhurbaşkanı seçiyoruz, geride kalan her şeyi Cumhurbaşkanı seçiyor.” Fakat “Dünya lideri” sıfatı yakıştırılan CB yönetiminde, Cumhurbaşkanlığı Sistemine geçildikten sonra bütün parametreler kötüleşti. Türkiye ekonomi, dış politika, eğitim, sağlık gibi her alanda küme düştü. Yoksulluk, mutsuzluk, devletin kurumlarına ve birbirimize güvensizlik arttı.
• YENİ SİHİRLİ FORMÜL: “TERÖRSÜZ TÜRKİYE”
Kolay çözüm ve sihirli formül peşindekiler şimdi de 40 yıllık “PKK terörü sorununu” bir kez daha sihirli formülle çözme peşinde.
Örgütün terör yoluyla varmak istediği hedef şuydu: “Doğu ve Güneydoğu bölgesinde kurulacak Kürt federe devletini yönetmek, Türkiye’nin geride kalan kısmını da ‘diğer halklarla’ birlikte yönetmek.”
Şimdi ülkeyi yönetenler PKK taleplerinin önemli bir kısmını kabul ederek “Terörsüz Türkiye” yaratma sihirli formülüne sığındılar.


Aptalların Verdiği Zarar
Carlo Cipolla’nın tezine göre, İnsanlar dörde ayrılır: Saflar, zekiler, haydutlar ve aptallar.
Yaptığı eylemden zarar eden, ama bir başkasına da yarar sağlayanlara SAFLAR, yaptığı bir eylemden yarar sağlayan, aynı zamanda bir başkasının da yarar sağlamasına neden olanlara ZEKİLER,
Yaptığı eylemle kendine yarar sağlayan, başkasına da zarar verenlere HAYDUTLAR, kendisine hiçbir yarar sağlamadan, hatta bazen zarara uğrayarak başka birine zarar veren kişilere de APTALLAR diyoruz.
**
Toplum sadece zekilerden oluşsa, yani tutum, davranış ve eylemleriyle hem kendisine ve hem de başkalarına ve topluma yarar sağlayan insanlardan teşekkül etse ne kadar harika olurdu?
Hatta ZEKİLERİN yanında SAFLAR da olsa toplum çok fazla bir şey kaybetmeyebilirdi. Çünkü saflar kendilerine zarar verirken başkalarına ve topluma fayda sağlayan bir zümredir.
Fakat HAYDUTLAR zararlıdır. Çünkü kendilerine yarar sağlamak için başkalarına ve topluma zarar vermekten çekinmezler.
Belki şaşıracaksınız ama APTALLAR toplum için HAYDUTLARDAN daha zararlıdır. Haydut toplumda bir zarara yol açacağını bilmesine rağmen bencil bir içgüdüyle hareket eder. Fakat aptal insan başkalarına ve topluma zarar verirken mantıksız bir şekilde kendisinin de zarar göreceği şekilde davranır. Üstelik APTALLAR öngörülemez oldukları için en zararlı insan tipi olmaktadır.
**
“Terörsüz Türkiye” projesi kapsamında teröristlerle pazarlık yapanların ve onları destekleyenlerin içinde dört kategoriden de insanların olduğuna inanıyorum. Fakat beni en çok korkutan kesim iyi niyetli APTALLAR.
Bunlar ya zeki olmadıkları veya aklını, iradesini ve vicdanını birilerine teslim etmiş olmaları sebebiyle haydutları desteklerler. Bazıları da projenin “görünmez, yanılmaz, yenilmez bir devlet aklının eseri olduğu” zannı içindedirler. Bu sebeplerle doğrudan desteklemeseler de haydutlara karşı sessiz ve eylemsiz kalırlar.
Sessiz ve eylemsiz kalmanın sonucu da desteklemekten farksızdır. Zira “Kötülüğün kazanması için gereken tek şey, iyi insanların hiçbir şey yapmamasıdır.” (Edmund Burke)

19 Mayıs 1919 Tarihinin Anlam ve Önemi

19 Mayıs 1919 tarihi, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihindeki dönüm noktalarından biridir. Atatürk’ün Samsun’a ayak bastığı tarih olan 19 Mayıs aynı zamanda “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak kutlanmaktadır. Atatürk Millî Mücadele sıralarında Türk milletini ileri götürecek olanların ve köhnemiş fikirlere karşı gelecek olanların genç fikirler olduğunu görmüştü. Bu nedenle de “gençlik” kavramı Atatürk için ayrı bir önem taşımaktadır. Atatürk gençlerden sık sık bahsederken, yaş sınırı dışında fikri olarak gençliği yani, fikirde yeniliği ifade etmiştir. O’nun şu sözü çok anlamlıdır:“Genç fikirli demek, doğruyu gören ve anlayan gerçek fikirli demektir.” (1)

Atatürk’ün gençliğe armağan ettiği ve “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak kutlanan 19 Mayıs tarihinin önemini daha iyi anlayabilmek için Atatürk’ün 16-19 Mayıs 1919 tarihleri arasında gerçekleştirdiği İstanbul-Samsun yolculuğunu bir kez daha hatırlamamız gerekir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihindeki önemli olaylardan biri Atatürk’ün Samsun’a ayak basışıdır. TürkMilleti Birinci Dünya Savaşı sonrasında kötüleşen koşullar içinde kurtuluş çareleri ararken büyük bir lider Mustafa Kemal Atatürk ortaya çıktı ve Samsun’a ayak basarak “Kurtuluş” yolunu açtı. Dolayısıyla Atatürk’ün 16-19 Mayıs 1919 İstanbul’dan başlayan yolculuğu bir kurtuluş dönemini simgeler. Samsun’a ayak basışının taşıdığı önem Atatürk’ün Büyük Nutku’nu 19 Mayıs 1919 Samsun’a çıkışı ile başlatmasından anlaşılmaktadır ki şimdi bu yolculuğu kısaca anlatmaya çalışalım.

Samsun işgal kuvvetleri için önemli noktalardan biriydi. Stratejik bakımdan büyük öneme sahipti ve Karadeniz’den Orta Anadolu’ya açılan en rahat ve güvenilir bir kapıydı. İngilizler 9 Mart 1919 tarihinde Samsun’a askerî birlik çıkarmışlardı. Buna tepki olarak Türk Makinalı Tüfek birliğinden Hamdi adındaki bir teğmenin askerlerini alarak dağa çıkması (2)dikkatleri bu bölgeye çekti ve İngiliz Yüksek Komiserliği’nin de Türk halkının silâhlandığı konusundaki şikayetleri üzerine bu bölgeye güvenilir bir kumandanın olağanüstü yetkilerle gönderilmesine karar verildi. Bu kumandan Mustafa Kemal Atatürk’tü ve Atatürk uzun zamandan beri ülkenin içinde bulunduğu bu umutsuz duruma üzülüyor ve birşeyler yapmak içinAnadolu’ya geçmek istiyordu. Bu O’nun için bulunmaz fırsattır. İstanbul-Samsun yolculuğu öncesinde Atatürk’le Padişah Vahdettin arasında geçen konuşmayı Atatürk şöyle anlatır:(3)

“-Paşa, Paşa!… Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin!Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir (bu bir tarih kitabıdır)! Bunları unutun, dedi, asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden daha önemli olabilir…Paşa, Paşa…Devleti kurtarabilirsin!…

Bu sözlerden hayrete düştüm. Acaba Vahdettin benimle içtenlikle mi konuşuyor?…O Vahdettin ki… bütün yaptıklarından pişman mı olmuştur?Aldatıldığını mı anlamıştı?Fakat, böyle bir yorum ile başka konulara girişmeyi ürkütücü saydım, kendine karşılık verdim:

-Kişiliğe güveninize ve bana bunca yüz verişinize teşekkür ederim…Elimden gelen hizmeti esirgemeyeceğime lütfen güveniniz…”

Atatürk bu konuşmada plânlarının sezilmiş olabileceği duygusuna kapılmıştı ama, O’nu bekleyen ve O’na güvenen bir“Türk Milleti” vardı.

Atatürk ile beraber 16 Mayıs 1919 Cuma günü başlayacak yolculuğa gemi kaptanı İsmail Hakkı Durusu dışında 18 kişi eşlik edecekti. Bu 18 kişinin adları şöyleydi:(4) III. Kolordu Komutanı Kurmay Albay Refet Bey (General Bele), Müfettişlik Kurmay Başkanı Kurmay Albay Manastırlı Kâzım Bey (General DIRIK), Müfettişlik Sağlık Bakanı Doktor Albay İbrahim Talî Bey (ÖNGÖREN), Kurmay Başkan Yardımcısı Kurbay Yarbay Mehmet Ârif Bey(AYICI), Karargâh Erkân-ı Harbiyesi İstihbarat ve Siyâsiyât Şubesi Müdürü Kurmay Binbaşı Hüsrev Bey(GEREDE), Müfettişlik Topçu Komutanı Topçu Binbaşı Refik Bey(SAYDAM), Müfettişlik Başyaveri Yüzbaşı Cevad Abbas(GÜRER), Kurmay Mülhakı Yüzbaşı Mümtaz (TÜNAY),Kurmay Mülhakı Yüzbaşı İsmail Hakkı (EDE), Müfettişlik Emir Subayı Yüzbaşı Ali Şevket (ÖNDERSEV), Karargâh Komutanı Yüzbaşı Mustafa Vasfi (SÜSOY), Kurmay Başkanı Emir Subayı ve Müfettişlik Kâlem Âmiri Üsteğmen Arif Hikmet (GERÇEKÇI), İaşe Subayı Üsteğmen Abdullah(KUNT), Müfettişlik İkinci Yaveri Teğmen Muzaffer (KILIÇ), Şifre Kâtibi, Birinci Sınıf Kâtip Fâik (AYBARS), Şifre Kâtibi Yardımcısı, Dördüncü Sınıf Kâtip Memduh (ATASEV).

Atatürk beraberindeki kişilerle beraber 16 Mayıs 1919 Cuma günü öğleden sonra “Bandırma” adındaki eski bir vapurla Galata rıhtımından ayrılır. 17Mayıs 1919 Cumartesi günü Bandırma Vapuru saat 21.40 sıralarında İnebolu’ya varır. 18Mayıs 1919 Pazartesi günü beklenen yolculuğun sonuna gelinir. Yolcular Kalyon Burnu denilen yerden sandallarla Merkez iskelesine çıkarılırlar. Bu sandallardan birinin sahibi olan İsmail Yurtsever, o zaman için Atatürk’ü tanımadığını söyler,Atatürk’ü sandalda ve Samsun’da iken geniş yakalı lejyon kaputu ve başında kalpakla gördüğünü anlatır. (5)

Atatürk, İstanbul’dan başlayan ve Samsun’da sona eren yolculuk esnasında görevli bir askerdi ve giyimi de buna uygundu ancak Samsun’a ayak bastığı günden birkaç gün sonra asker değil, sivil olarak hareket edecekti.

Atatürk’ün Samsun’a çıkışında gördüğü manzara pek parlak değildi. Şehirde İngiliz işgal kuvvetleri vardı. Pontusçular sokaklarda kol geziyordu. Halk kendisini koruyamayacak durumdaydı. Atatürk bugün müze haline getirilen Hıntıka Palas’ta kaldıkları süre içinde hep bu sorunları düşündü, yolculukta geçirdiği uykusuz geceler sona ermemişti; şimdi de burada uykusuz geceler başlıyordu. Ama, O’nda ve O’nun gibi düşünenlerde bu azim oldukça hiçbir engel aşılmaz değildi.

Kısaca vermeye çalıştığımız bu yolculuk Türk Milleti için bir dönüm noktası oldu ve kurtuluşun başlangıcıydı. Millî Mücadele’yi başlatmak üzere Samsun’da Anadolu topraklarına bastığı 19 Mayıs 1919 tarihinin önemi nedeniyle de 19 Mayıs’ı Türk gençliğine armağan etti. Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi gençlik kavramı genel anlamda fikirlerdeki yeniliği anlatmaktadır.

Atatürk“Gençler!Benim gelecekteki emellerimi gerçekleştirmeyi üstlenen gençler!Bir gün bu memleketi sizin gibi beni anlamış bir gençliğe bırakacağımdan dolayı çok memnun ve mesudum”(6)derken Türk gençliğine olan güvenini de anlatmıştır.

Atatürk’ün şu sözleri hepimiz için bir rehber olmalıdır:“Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız, bu kâfidir”(7)demiştir. Atatürk’ü anlamak, yaşadıklarını ve fikirlerini bilmekle mümkündür. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında yaşanan zorlukları her zaman göz önünde tutarak, 19 Mayısları Atatürk’ün emanetine daima sahip çıkarak kutlamalıyız.
 
 
 
 

(*)Atatürk Kültür,Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi uzmanı.

(1)Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Hazırlayan:Utkan Kocatürk, 3. Basım, Ankara 1984, s.76.

(2)Sabahattin Selek,Anadolu İhtilâli, İstanbul, 1981, s.206.

(3)Falih Rıfkı Atay ve Mahmut Soydan, Atatürk’ün Anıları, İstanbul, 1982, s.153.

(4)Fethi Tevetoğlu, Atatürk’le Samsun’a Çıkanlar, Ankara 1987, s.16; Sadi Borak, Atatürk, İstanbul 1973, s.242; Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam 1919-1922, 2.Cilt,İstanbul, 1983, s.19; Sabahattin Selek, Anadolu İhtilâli, İstanbul 1981, s.213.

(5)Hürriyet, 19 Mayıs 1973, s.4.

(6)Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Hazırlayan:Utkan Kocatürk, 3.Basım 1984, s.164-165.

(7)A.g.e., s.342.

https://dhgm.meb.gov.tr/yayimlar/dergiler/milli_egitim_dergisi/medergi/11.htm

İşgalden İstiklale Bandırma Vapuru

Filistin cephesinden Anadolu’ya gelmiş olan Mustafa Kemal Paşa altı ay boyunca arkadaşları ile İstanbul’da toplantılar yapmış vatanın kurtarılması için planlar hazırlamıştır. “Atatürk 13 Kasım 1918’den 16 Mayıs 1919’a kadar 6 ay işgal İstanbul’unda kaldı. Anadolu’daki millî direnişin ön hazırlığını İstanbul’da yaptı. Atatürk’ün Adana’dan bindiği tren 13 Kasım 1918 Çarşamba günü saat 12.45’te İstanbul Haydarpaşa’ya vardı. Atatürk Haydarpaşa’dan trenden inerken 61 parçalık İtilaf donanması İstanbul’u işgal ediyordu. Kaderin garip cilvesine bakın ki işgalciler ve o işgalcileri kovacak olan adam Atatürk aynı gün aynı saatlerde İstanbul’a gelmişti[1]”.

Atatürk, 13 Kasım 1918 Çarşamba günü öğleden sonra saat 3’e, doğru eski küçük Kartal İstimbotu’yla boğazdan karşıya geçti. İngiliz, Fransız bayraklarının dalgalandığı bir çelik ormanını andıran işgal donanmasının arasından geçerken Kartal’ın güvertesinden ufka doğru bakıp “Geldikleri gibi giderler” dedi. Atatürk’ün yaveri Cevat Abbas Gürer, o anı sonradan şöyle anlatacaktı: “Atatürk ile ben askeri ulaşımın bir köhne motoru ile deniz ortasına yaslanan bir çelik ormanının içinden geçiyorduk. Atatürk’ün zarif dudaklarından “Geldikleri gibi giderler” cümlesini işittiğim zaman, Mütarekenin doğurduğu derin ve elemli ümitsizliği derhal unutmuştum. Cevabımda aceleci davrandım: “Size nasip olacak, siz bunları kovacaksınız Paşam” dedim. Gülümsedi. Aziz başının içinde şekillenmeye başlayan vatanı kurtarma planlarını yeniden düşünüyor gibi daldı. Sonra “Bakalım!” dedi.” Şevket Süreyya Aydemir’in dediği gibi, “Bir gün geldi, bütün gemiler geldikleri gibi gittiler. Hem de onun gönderdiği askerleri selamlayarak …[2]

Bir taktik adamı olan Mustafa Kemal İstanbul’da zamanın ve koşulların olgunlaşmasını beklemiş, gerekli hazırlıklardan sonra arkadaşlarını Anadolu’ya geçirmişti. Nihayet kendisi de Anadolu içine girmek, bir müddet isimsiz çalıştıktan sonra, bütün Türk milletine felaketi haber vermek amacıyla, Anadolu’ya geçme yollarını aramaya başlamıştı[3].

Anadolu’ya Geçiş Kararının Matematiği

Atatürk, 6 ay işgal İstanbul’unda kalmasının nedenini 1926’da Falih Rıfkı Atay’a şöyle anlatıyor: “Ağır ve kesin karar uygulanmaya başlandıktan sonra, “keşke şu tarafını da bu tarafını da düşünseydim, belki bir çıkar yol bulurduk. Yeniden bunca kan dökmeye bunca can yakmaya ihtiyaç kalmazdı” gibi tereddütlere yer kalmamalıdır.  “Bundan başka, beraber çalışacak olanlar, yapılandan başka bir şey yapılmak ihtimali kalmadığına inanmalı idiler. İşte benim Mütareke sırasında dört-beş (altı) ay İstanbul’da kalışım sırf bunun içindir.” Atatürk sonra şöyle devam ediyor: “Bu sürenin bir kısmını hazırlıklara ayırdım. Düşünce hazırlığı seferberlikle, davul zurna çalınarak asker toplamak gibi olmaz. Alçakgönüllülükle çalışmak, kendini silmek, karşısındakilere içten bir kanı vermek şarttır.” İşte bu nedenle Atatürk 6 ay İstanbul’da kaldı. Her yolu denedi. Her kapıyı çaldı. Sonunda İstanbul’dan vatan kurtarmanın mümkün olmadığını görerek Anadolu’ya geçmeye karar verdi. Kim ne derse desin! Atatürk bir Kurtuluş Savaşı Ustasıydı[4].

22 Nisan 1921’de Hakimiyeti Milliye’ye verdiği röportajda o 6 ayda “padişahından en son neferine kadar” İstanbul’daki insanların, zümrelerin, partilerin, cemiyetlerin “esaret zincirlerine vurulmuş olduklarının farkına varmadan” şaşkınlık ve tevekkül içinde kaldıklarını, çözüm arayanların ise “İstanbul surlarının” dışına çıkamadıklarını söylüyor. Atatürk işte o ortamda “esaret zincirlerini” kırıp “İstanbul surlarının” dışına çıkmaya, Anadolu’ya geçmeye karar veriyor. Kurtuluş Savaşı bu önemli kararla başladı. Atatürk’ün “İstanbul surlarının dışına çıkmak” diye formüle ettiği şey, sadece İstanbul’un dışına çıkmak değildi; mevcut düzenin, mevcut siyasi yapının, mevcut düşünce kalıplarının da dışına çıkmaktı. Atatürk, Anadolu’ya geçerken yeni bir düzen, yeni bir siyasi yapı ve yeni bir düşünceyle hareket etti. “Tam Bağımsızlık”, “Müdafaa-i Hukuk” ve “Millî İrade” kavramları, bu yeni yaklaşımın temel kavramlarıydı. İstanbul’dan Anadolu’ya geçen Atatürk bu yeni yaklaşımla sadece 4 yılda, adeta ateşin içinden bağımsız bir vatan ve laik bir Cumhuriyet çıkarmayı başardı. Atatürk İstanbul’da temaslarına devam ettikçe, kendi deyişiyle, “saf vatanseverleri” ve “adi politikacıları” gördü[5].

Geniş yetkilerle Anadolu’ya geçme fırsatı 21 Nisan 1919 günü İngiliz işgal komiseri amiral Somerset Arthur Gough-Calthorpe’un hükümete verdiği nota ile çıktı. Karadeniz bölgesinde, Samsun, Vezirköprü, Merzifon ve dolaylarında Rum Pontus çetelerinin İslam ahaliye saldırıları daha da artmış, fakat itilaf Devletleri durumu tam tersinden almışlar ve bölgede meydana gelen olayların sebebi olarak Türklerin, Hıristiyanlara karşı saldırılarını göstermişlerdi. Oysa Rumlar Pontus Cumhuriyeti’ni kurmaya kararlıydılar. Bölgede nüfus çoğunluğunu sağlayabilmek için Rusya’dan ve başka bölgelerden göçmen getirmeye başlamışlar, bir yandan da yerli Rumları silahlandırarak Türk köylerine saldırtmışlardı. İngilizler, bölgedeki etnik çatışmaların durdurulmasını, Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas bölgelerinde bir dizi şuralar kurulduğunu ve bunların hemen önlenmesini istemiş, aksi halde kendilerinin bölgeye müdahale edeceklerini bildirmişlerdi. Bunun üzerine hükümet Samsun yöresinde durumu yerinde inceleyip gereken önlemleri almak ihtiyacını duymuş ve bölgeye güvenilir birisinin gönderilmesi için harekete geçmiştir. Damat Ferit Paşa kabinesi o bölgeye değerli fakat kendi isteklerine göre davranacak bir komutanın gönderilmesini düşünüyordu. O günkü bazı politika adamları da her ne surette olursa olsun Mustafa Kemal’in İstanbul’dan uzaklaştırılmasında kendi hesaplarına fayda umuyorlardı. Padişah ve hükümet dürüst, güvenilir ve ittihatçılarla arası açık olduğu bilinen Mustafa Kemal Paşayı 30 Nisan 1919’da 9. Ordu müfettişi olarak Anadolu’ya göndermeye karar verdi. Mustafa Kemal Paşa’ya bu görevi sırasında sivil ve askeri makamlara emretme yetkisi de verildi[6]. Tayinden bir kaç gün sonra da, geniş yetkileri ihtiva eden yönetmelik çıkarıldı. 6 Mayıs’ta imzalanmış olan bu yönetmeliğe göre, Mustafa Kemal Paşa’nın komutanlığına getirildiği ordunun bölgesi Trabzon, Erzurum, Sivas, Van vilayetleriyle, Erzincan ve Canik müstakil livalarını içine alıyordu. Bu bölgede hem askeri, hem de mülki işlerin idaresiyle görevli ve yetkili olacaktı. Ayrıca bölge etrafındaki vilâyetlerle bağımsız livalar ve buralardaki kolordu komutanlıkları da Mustafa Kemal Paşa’nın, görevle ilgili bildirilerine uyacaklardı. Bölgedeki asayişsizlik önlenecek, sebepleri meydana çıkarılacak, silahlar toplattırılıp uygun yerlerde muhafaza altına alınacak, bazı yerlerde mevcut olup da ordu ile ilişkiler kurduğu ve gizlice ordu tarafından himaye edildiği iddia edilen bölgesel kuruluşların kapatılması sağlanacaktı. Böylece, Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’nun her tarafına, İstanbul Hükümeti’nin dikkatini çekmeksizin, emir vermek imkânını kazanıyordu[7].

Sonrasını Atatürk’ten dinleyelim:

“Kendi kendime şu kararı verdim: Uygun bir zaman ve fırsatta İstanbul’dan kaybolmak, basit bir tertiple Anadolu içlerine gitmek, bir müddet isimsiz çalıştıktan sonra, bütün Türk milletine felaketi haber vermek.”  Atatürk bu kararını önce yaveri Cevat Abbas Bey’le görüştü, sonra da güvendiği silah arkadaşlarından Ali Fuat Cebesoy’a, İsmet İnönü’ye ve Rauf Orbay’a açıkladı. Yenibahçeli Şükrü Bey’le de konuştu. Sonunda Gebze-Kocaeli üzerinden Anadolu’ya gizli geçiş planı hazırlandı. Ancak daha sonra Atatürk’ün 9. Ordu Müfettişi olarak Anadolu’ya gönderilmesi gündeme gelince bu plandan vazgeçildi. Eğer saray hükümeti Atatürk’ü resmi bir görevle Anadolu’ya göndermemiş olsa, Atatürk kendi planıyla Anadolu’ya geçecekti[8]. 14 Mayıs’ta Sadrazam’la yaptığı görüşmede her zaman yolculuğa çıkabileceğini söylemiş olan Mustafa Kemal Paşa, kendisi için hazırlanmış bulunan Bandırma vapuru ile 16 Mayıs’ta yola çıkacaktı[9].

İzmir’in Yunanlılarca İşgali

O günlerde Yunanlılar İzmir’i işgale hazırlanıyordu. Çünkü I. Dünya Savaşı henüz devam ederken İzmir ve yöresi savaşa katılması karşılığında Yunanistan’a vaat edilmişti. Mondros Mütarekesi imzalanır imzalanmaz Yunan başbakanı Venizelos 2 Kasım 1918’de Anadolu’nun Batı kısmını Makri’den Erdek’e kadar Yunanistan’a terkini istedi. İtalyanlar da aynı bölgeye talip olduğu için İzmir’e müttefiklerin çıkacağı sanılıyordu. Oysa durum hiç de sanıldığı gibi olmadı. Yunanlılar bütün bu beklentilere rağmen askerlerini 15 Mayıs 1919 sabah 8.00’de İzmir’e çıkarmaya başlamışlardı. İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe Yunan işgal Kuvvetleri Komutanı Albay Zafirio ve Yunan deniz subayı Mavtoudis’i itidal ve ölçülü davranmaya davet ettiği halde Metropolit Hrisostomos’un askerleri takdis etmesi onların taşkınlıklarına neden oldu. Yol kenarlarına yığılmış bulunan Rum kalabalığı Türkleri tahrik eder davranışlara giriştiler. Sonuçta Hukuku Beşer gazetesinin yanı Yazı İşleri Müdürü Osman Nevres’in (takma adı Hasan Tahsin Recep) Yunan Efsun alayının önünde yürüyen bayraktarı vurması görülmemiş zalimane bir mücadelenin başlangıcı oldu. Sırf başlarından feslerini çıkarmadıkları için veya “Zito (yaşa) Venizelos” demedikleri için pek çok Türk öldürüldü. Yağma ve insan kırımı ertesi gün de devam etti. Kışlalarında öldürülen askerler hariç sadece 2 gün içinde 2000’den fazla sivil katledilmişti. Telgraf yasağına rağmen haber bütün Türkiye’ye bir şimşek hızıyla yayılmıştı. İstanbul’da halk sansür nedeniyle olaydan tam haberdar değildi o nedenle nispeten bir sükûnet vardı[10]. Damat Ferit ise tam bir şaşkınlık içindeydi ve 15 Mayıs 1919’da İngiliz kraliyet donanmasından Amiral Richard Webb’e şu notayı verdi:

Belge 13

“Yunan kıtaları İzmir istihkâmlarını işgal edecekleri yerde İzmir Valisi’nin ( … ) müteaddit telgraflarına göre İzmir şehrine girmiş bulunmaktadır. Osmanlı Hükümeti İtilaf ordularının bir işgali için Paris Konferansı’nın kararına muhalefette bulunmayacaktır, ama bir Helen işgaline asla razı olamayacaktır. ( … ) Osmanlı milleti, vaktiyle eski hemşerilerine göstermiş oldukları alicenapça hareketlere aynı duygularla mukabele görmemelerinden dolayı ümitsizliğe doğru itilmektedir. Binaenaleyh ne Osmanlı Hükümeti ne de Osmanlı milleti, İmparatorluğun bu önemli şehirlerinden birinin işgalinin kesin bir mahiyet almasını [kabullenebilir] ( … )[11]”.

Öte yandan hükümet, Dâhiliye Nazırı Mehmet Ali Bey vasıtasıyla bütün vilayetlere birer telgraf göndererek halkı sükûnete davet ediyordu. İşte, 15 Mayıs Perşembe günü hükümet, İzmir’in işgal haberini almış, bunun paniğini yaşarken Mustafa Kemal Paşa da Babıali’de veda ziyaretlerinde bulunmaktaydı. Şu anda İzmir’de yaşanan oyun, aynı planın diğer bir parçası olarak İtilaf Devletleri tarafından Samsun’da sahneye konulmak isteniyordu ve bunun er geç böyle olacağını Mustafa Kemal Paşa daha Mondros’un imzalandığı ilk gün söylemişti. Ve ertesi gün yani 16 Mayıs 1919 Cuma günü, yüreğinde İzmir’in acısını yoğunlaştırarak Samsun’a doğru yola çıkıyordu; oynanmak istenen oyunu bozmak için… Mustafa Kemal Paşa, İzmir’in Yunanlar tarafından işgal edildiği haberinin İstanbul’da duyulduğu gün, Babıali’de veda ziyaretlerinde bulunmaktadır. Nazırların çoğunu yerlerinde bulamaz, çünkü kabine toplantı halindedir. Hükümet, işgali protesto eden bir notayı Amiral Calthorpe’a vermiştir, toplantı sürmektedir. Herkes tam bir şaşkınlık içindedir[12]. Mustafa Kemal Paşa, içi hüzünle dolu olarak Babıali’den ayrılır ve Sultan Vahdettin’e vedaya gider. İzmir’e Yunan tümeninin çıkarılmış olduğu kuşkusuz Sarayda da bilinmektedir ve Vahdettin Mustafa Kemal Paşa’yı işte bu ruh hali içinde kabul eder ve görüşme sırasında Vahdettin, bir ara masanın üzerindeki kitabın üstüne elini koyarak, “( … ) Bugüne kadar yaptıkların bu kitaba girdi Paşa ( … ) Asıl bundan sonra yapacakların çok daha önemlidir. Devleti kurtarabilirsin Paşa, devleti kurtarabilirsin ( … )” sözünü işte bu ortamda söyler[13]. Atatürk, Vahdettin’in bu sözlerini doyunca neler düşünmektedir: “Vahdettin demek istiyordu ki, hiçbir kuvvetimiz yoktur. Tek dayanak noktamız İstanbul’a hâkim olanların siyasetine uymaktır. Benim memuriyetim, onların şikâyet ettikleri meseleleri halletmektir. Eğer, onları memnun edebilirsem, memleketi ve halkı bu siyasetin doğruluğuna inandırabilirsem ve bu siyasete karşı gelen Türkleri tutuklarsam Veliahttın arzularını, Vahdettin’in arzularını yerine getirmiş olacağım[14].”

O güne kadar, yani 15 Mayıs 1919 tarihine kadar Vahdettin İngilizlere yaklaşmak için her türlü çareye başvurmuş, her tavizi vermiş, en son 30 Mart’ta sömürge yönetimlerinde bile olmayan fedakârlıklarda bulunarak adeta İngilizlere yalvarmış ama her teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlanmış ve işte en son yanıt, üstelik en çok korkulan bir akıbetle yani Yunanların İzmir’e çıkartılması şeklinde kendisine verilmiş bulunmaktadır. İstanbul’dan sonra İzmir de işgal edilmiştir; sıra Samsun’a gelmiştir. Bu İngiliz oyununa gelinirse, en kısa sürede İngilizlerin Samsun’a, Yunan ordusunun da eski Rum Pontus Devleti’ni yeniden ihya etmek üzere Trabzon’a çıkması işten bile değildir. İşte buna engel olmak şarttır. Aksi halde devlet tümüyle elden çıkmış olacaktır. Vahdettin’in de Mustafa Kemal Paşa’ya söylediği budur. .. Ve de sadece budur… Vahdettin’in bir kurtuluş savaşı başlatmak gibi bir düşüncesi, hatta hayali bile yoktur[15].     

Rum Pontus Devleti Hazırlıkları

27 Nisan’da, Trabzon’a bir Yunan savaş gemisi gelmişti. Gemiden karaya çıkan bir heyet, Trabzon’a gelecek Rum göçmenlerini yerleştirmek için gerekli hazırlıklara başladı. Bir kısım Yunan askerleri de şehre çıkmışlardı. Bunlardan birkaçı, bir nöbet yerindeki Türk askerinin silahını elinden almak isteyince, silahını, namusunu ve nöbet yerini korumak zorunda kalan Türk nöbetçisi silahını ateşledi ve bir Yunan askerini öldürdü. Olay, Trabzon’daki yabancılar arasında büyük tepki yarattı. İngiliz ve Fransız temsilcileri derhal Kâzım Karabekir Paşa’ya giderek katil askerin cezalandırılmasını istediler. Kâzım Karabekir Paşa, olayın bir görevin yerine getirilmesinden ve korunma zorunluğundan ileri geldiğini, Türk erinin “meşru müdafaada” bulunduğunu, bu sebeplerle ceza verilmesine imkân olamayacağını anlattı, tepkinin yatışıp olayın kapanmasını sağladı. Yunan savaş gemisi de limandan ayrılıp gitti. Fakat ertesi gün Trabzon limanına gelen bir yolcu gemisinden şehre, dört yüz Rum göçmeni çıktı. Güya bunlar, vaktiyle Trabzon’dan Sohum’a giden, şimdi de Bolşeviklerden kaçarak geri dönen Trabzonlu Rumlarmış. Oysaki bu şekilde Karadeniz kıyılarına getirilen Rumlar bir göçmen gibi sığınıp oturmuyor, bölgedeki Rum çetelerine katılarak Pontus Devleti hülyalılarına yardımcı oluyorlardı. Ne var ki, millî uyanıklığın canlı örneği olan Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti bütün tedbirleriyle durumu izlemekte, bölgedeki Kuva-yı Milliye birlikleriyle temasını aksatmamaktaydı ve ordu birlikleri ile işbirliği hâlinde idi. Ayrıca, devam etmekte olan Paris Barış Konferansı’nda bölge haklarının anlatılıp korunmasına çalışılması için, cemiyetin halktan topladığı otuz bin lira kadar para ile cemiyet üyelerinden kurulu bir heyet İstanbul’a gönderildi. 30 Nisan’da da Kâzım Karabekir Paşa, Erzurum’a gitmek üzere Trabzon’dan ayrıldı, 3 Mayıs’ta Erzurum’a vardı[16]. İlerleyen günlerde Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti ve Giresun Şubesi Rumların Pontus hayallerini yerle bir edecektir. Örneğin Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a geçmeden önce Topal Osman Ağa Giresun Belediye Reisiydi. Yalnız bu görevi bileğinin gücüyle ele geçirmişti. Mütarekeyle birlikte taşra denen Anadolu şehirlerinde İstanbul Hükümetinin otoritesi kalmamıştı. Bu yüzden buralarda her iş eskisi gibi kanun çerçevesinde olmuyordu. Topal Osman Ağa, şehrin Türk halkınca çok sevilen ve kendisine umut bağlanan bir yerli kahramandı. Bu yüzden, pek azgınlaşan Pontus Rum eşkıya ve iştahlarına karşı mücadele ediyordu[17]. Trabzon metropoliti Hırisantos, durmadan Topal Osman’ın yakalanıp asılması için İngilizlere, Amerikalılara, Fransızlara ve Damat Ferit’e mektuplar yağdırıyordu. Topal Osman’dan, savaş içinde yapılmış olan zoraki Ermeni göçü ve bu arada kıyılan canların hesabını vermek üzere canı isteniyordu. Topal Osman hep cephelerde, milislerinin başında uğraşmakta, koltuk değneğiyle yiğitçe savaşmaktaydı. Yerli Rumlar Pontus davasını yürütürken Topal Osman’ın başlarında nasıl ekşiyeceğini yakından biliyordu. O, ilk delikanlılık çağından beri Rumlarla dövüşüp durmakta ve gözünü daldan budaktan sakınmaz çok tehlikeli bir adam olarak tanınmaktaydı[18]. Mustafa Kemal Paşa Samsun’a çıktıktan  sonra Havza’ya geçtiğinde Topal Osman Ağa’yı Havza’ya çağırıp ve onunla görüşecekti:  Mustafa Kemal Paşa “Hoş geldin Osman Bey, dedi. Buyur, otur. Samsun’da seni anlata anlata bitiremediler”. Onu elinden tutarak yanındaki bir sandalyeye çökertti. Topal Osman’ın adamlarının da ellerini sıkarak hepsine “hoş geldiniz” dedi. Sonra çete reisinin yanına oturdu. Çeteci delikanlıları göstererek: “- Ordularımızı dağıttılar”, dedi. “Kumandanları askersiz bıraktılar. İşte, bundan sonra bizim askerlerimiz bunlar olacak! Sigara içer misin, Osman Bey?” Topal Osman, Giresun’da Rumların çok eskiden beri süre gelen düşmanca çalışmaları üzerinde uzun uzadıya bilgi verdikten sonra bırakışmadan sonra devlet içinde devlet olduklarını anlattı. Köyleri nasıl yaktıklarını, Türk ve Müslümanları nasıl öldürdüklerini, İstanbul Hükümetiyle onun jandarmasının ve İngilizlerin onları nasıl koruduklarını sayıp döktü[19]. Mustafa Kemal Paşa “Görüyorum ki vatanperver duygular taşımaya gençliğinde başlamışsın. Senin bugünkü yolun da o günkü açtığın çığırdan geçmektedir. Memleket kurtuluncaya, içinde bir tek iç ve dış düşman kalmayıncaya kadar çarpışmak zorundayız. Sen bu Karadeniz köy ve şehirlerini koruyacaksın. Çeteni, derme çatma bir kuvvet olmaktan çıkaracaksın. Bir alay teşkil edeceksin. Sen bu alayın kumandanı olacaksın. Sana genç ve atak subaylar da vereceğiz. Pontusçular hangi usulleri kullanıyorsa siz de o usulleri çekinmeden kullanın. Vatan kurtarmakta bu son şansımızdır. Bu mücadeleyi kaybedecek olursak tarihten silinmemiz tehlikesi bile vardır. Pontus belasının temizlenmesini tamamıyla senin tecrübeli ellerine bırakıyorum Osman Bey[20]. Topal Osman, ertesi sabah, Havza’dan ayrılıp Samsun’a doğru bir yaylının içinde sallanarak giderken Balkan Savaşı’ndan da Seferberlikten de büyük ve Türkler için kutsal savaş günlerinin kapıda olduğunu duyuyor, ruhunun derinliklerinde tükenen güçleri her an tazeleyen gizli bir Kevser kaynıyor gibiydi. Memleket şu sırada ona eski savaşlarda olduğundan çok daha derinden muhtaçtı. Evet, Seferberlikte salt Almanların davası uğruna savaşmıştık. Şimdi, yalnız ve yalnız Türkiye ve Türk varlığı ve bağımsızlığı için savaşılacaktı[21].

Mustafa Kemal Paşa 9. Ordu Müfettişi olarak Samsun’a yola çıkıyor

Osmanlı yönetiminin Mustafa Kemal Paşa’ya verdiği görev -mütarekeye uygun olarak-Anadolu’da dağıtılmamış orduları dağıtmak, halkın elindeki silahları toplamak ve işgale karşı başlayan ilk direnişleri sonlandırmaktı. Osmanlı yönetimi, İngilizleri memnun edip, onların desteğiyle sarayı/sultanı kurtarmanın mümkün olabileceğini sanıyordu. Atatürk ise, onu Anadolu’ya gönderenlerin tam aksine, sarayı/sultanı değil, “vatanı” kurtarmayı düşünüyordu. O, emperyalizmin merhametine sığınarak vatan kurtarmanın mümkün olmayacağını biliyordu. Anadolu’ya geçerek antiemperyalist bir “milli direniş” başlatmayı planlıyordu. Atatürk, İstanbul’dan ayrılmadan önceki o son geceyi, evde annesi ve kız kardeşiyle birlikte geçirecekti[22]:

Annesi ile kız kardeşi Makbule o gün Mustafa Kemal’e meraklı gözlerle bakıyorlardı. Annesiyle kız kardeşini daha çok merakta bırakmak istemeyen Mustafa Kemal sözlerine şöyle başladı: “Anneciğim” dedi. “Ben yarın gidiyorum. Buraların da Selanik gibi olma ihtimali var. Elimden ne gelirse onu yapacağım. Fakat bu işte tehlike çoktur. Bana hakkını helal et. Sen de bunları iyi dinle Makbuş (Makbule), işler fenaya dönerse sakın buradan ayrılmayın. Bütün paranızı sarf edersiniz, paranız biterse, halılarınızı, kıymetli eşyalarınızı satarsınız. Bir kere daha söylüyorum ne olursa olsun yola çıkmaya kalkmayacaksınız. Muvaffak olamazsan zaten sizi öldürürler, o zaman elbet ben de ölmüş olurum[23]. Bu sözler hasta annesi için de kız kardeşi içinde korkunç bir anlam taşıyordu. İkisi de şaşırmış kalmışlardı. Zübeyde Hanım’ın dua eder gibi ince ve keskin dudakları titriyordu. Makbule’nin duası kurumuştu, dili tutulmuş gibiydi. İkisi de büyülenmiş gibi bu mavi gözleri garip bir alev yanan genç adama bakıyorlardı. Zübeyde Hanım’ın bu büyülenmişe benzeyen şaşkın hali çok sürmedi, vücudu titreyip sarsılmaya ve elleriyle kalbini bastırmaya başladı.  Mustafa Kemal ile Makbule kalkıp tutuncaya dek anneleri bayılmıştı bile. Bu sırada dışarıdaki arkadaş kadınları ve Fikrîye içeri koştular. Hemen pencereleri açtılar Zübeyde Hanım’ı kucaklayarak sofaya çıkardılar. Mustafa Kemal heyecanla konuşmasının bu sonucu verişine pek üzülmüştü. Neredeyse bütün soğukkanlılığına yitirmek üzereydi. Sözlerinin anlamını yeğniltmek (hafifletmek) için boşuna uğraşıyordu:  Anne diyordu merak etme bu kadar üzülme. Ben size en kötü ihtimali anlattım. Muvaffak olmak ihtimali de kuvvetlidir. Tekrar buraya dönerim. Sizi yanıma aldırırım. Üzülme! Üzülme! Mustafa Kemal hemen emir eri Halit’i evin eski gediklisi Doktor Rasim Ferit’e koşturdu. Doktor Rasim Ferit Bey tam zamanında yetişti ve bu şiddetli krizi tehlikeli bir hal almadan önleyebildi. Zübeyde Hanım biraz kendine gelip de rahat soluk almaya başladığında Mayıs sabahının ilk ışıkları pencereleri tatlı bir maviye boyamıştı. Böylece ayrılık zamanı da gelip çatmıştı. Mustafa Kemal ayrılık dakikalarının acısını şefkatin ve sevginin şiirinde boğmak için annesinin yatağına oturduğu. Onu iki koluyla sardı. Onun ellerini ve yüzünü birçok kez öptü öptü: “Anne bana hakkını helal et diye” tekrarlarken Zübeyde Hanım’ın gözlerinden yaşlar akıyor ve bu yaşlar oğlu için hayır dualar eden ihtiyar dudaklarını ıslatıyordu. Makbule artık hiçbir şey söyleyecek konuşacak durumda değildi annesiyle ağabeyisinin yarattıkları bu yüksek sevgi ve şefkat tablosunu sessizce seyrediyordu[24].

16 Mayıs Sabahı Rauf Orbay, Nevzat Tandoğan gibi dostları,  Bandırma vapuru yolcusu arkadaşları ve Mustafa Kemal Paşa’yı Galata rıhtımına uğurlamaya gelmişti. Uğurlayıcıların hem kaygılı, hem umutlu bakışları altında motora binip Kız Kulesi açıklarında demirleyen küçük Bandırma vapuruna yollanan bu idealist yolcular grubu, emirlerine verilen bu cılız “ köhne” ve zavallı vapura yaklaştıklarında düş kırıklığına uğradılar. Mustafa Kemal bir denizci değildi ise de bu köhne geminin Marmara’nın dalgalarına bile dayanamayacağını ilk bakışta anladı hiç kimseye bir şey söylemedi arkadaşlarının cesaretini kırmaması gerekti[25].

Mustafa Kemal Paşa vapurun bir an önce kalkması için can atıyordu. Akşam sular kararmadan boğazdan çıkmak gerekiyordu. Rauf Orbay’ın uğurlama sırasında Bandırma vapurunu İngilizlerin batırma düşüncesinde olduğunu duyduğunu söylemesi onu tedirgin etmişti. Bu sırada vapura itilaf subaylarını taşıyan bir motor yanaşmıştı Subaylar çevikçe gemiye tırmanıyorlardı. Bu İtilaf kontrol heyetiydi. Mustafa Kemal ilkin kim olduklarını anlamadığından içinden “işte Rauf Bey’in dediği çıktı. Karadeniz’e kadar sabredemediler. Herhalde bizi tevkife geliyorlar” düşüncesini geçirerek yüksek sesle bunların niçin geldiklerini ve ne istediklerini sordu. Heyetin silah ve cephane aramaya geldiğini anlayınca içi rahatladı ve onlara “vazifenizi yapın, neticesinden beni haberdar edin” dedi ve olayı merakla izleyen arkadaşlarına Dolmabahçe önünde demirlemiş Savaş gemilerine göstererek şunları söyledi:  “Bunlar işte böyle. Yalnız demire, çeliğe ve silah kuvvetine dayanırlar. Maddeden başka bir şey bilmezler. İstiklal ve hürriyet uğruna mücadeleye azmetmiş bir milletin kudret ve kuvvetini idrakten acizdirler. Biz silah ve cephane değil ideal ve iman götürüyoruz” kontrol heyeti bütün gemiyi araştırdıktan sonra Mustafa Kemal Paşa’yı selamlayarak vapurdan ayrıldılar vapurda kalktı[26].

Mustafa Kemal Paşa işte bu ortamda güvendiği 18 arkadaşıyla birlikte İzmir’in işgalinden bir gün sonra Bandırma vapuruyla Samsun’a hareket etmişti. 19 Mayıs’ta Samsun’a varacaktı. Yanındakiler rütbe sırası ve görevleri ile şu kişilerdi[27]:

1. Kurmay Albay Refet (Bele), 3. Kolordu komutanı.

2. Kurmay Albay Manastırlı Kâzım (Dirik), müfettişlik kurmay başkanı.

3. Tabip Albay İbrahim Tali (Öngören), müfettişlik sağlık başkanı.

4. Kurmay Yarbay (Ayıcı) Mehmed Arif, kurmay başkanı yardımcısı.

5. Kurmay Binbaşı Hüsrev (Gerede), karargâh istihbarat ve siyasiyat şube müdürü.

6. Topçu Binbaşı Kemal (Doğan), müfettişlik topçu kumandanı.

7. Tabip Binbaşı Refik (Saydam), sağlık başkanı yardımcısı.

8. Yüzbaşı Cevat Abbas (Gürer), müfettişlik başyaveri.

9. Yüzbaşı Mümtaz (Tunay), kurmay mülhakı.

10. Yüzbaşı İsmail Hakkı (Ede), kurmay mülhakı.

11. Yüzbaşı Ali Şevket (Öndersev), müfettişlik emir subayı.

12. Yüzbaşı Mustafa Vasfi (Süsoy), karargâh komutanı.

13. Üsteğmen Hayati, kurmay başkanı emir subayı ve müfettişlik kalem amiri.

14. Üsteğmen Arif Hikmet (Gerçekçi), kurmay mülhakı, sonradan 3. Kolordu kumandan yaveri.

15. Üsteğmen Abdullah, kurmay başkanlığı yaveri iaşe subayı.

16. Teğmen Muzaffer (Kılıç), müfettişlik ikinci yaveri.

17. Birinci Sınıf Kâtip Faik (Aybars), şifre kâtibi.

18. Dördüncü Sınıf Kâtip Memduh (Atasev), şifre kâtibi yardımcısı[28].

Ayrıca Sinop’a yeni mutasarrıf olarak atanmış genç yöneticisi Mazhar Tevfik bulunuyordu. Albay Refet (Bele) ise Bandırma vapurunun ambarında 18 atla birlikte gizlenmişti. Mustafa Kemal Paşa Refet Beyi 9. ordu müfettişi olarak karargâhına almamıştı fakat Anadolu’ya geçmeye sözleşmişlerdi. Onun herhangi bir memuriyeti ve sıfatı olmaksızın Mustafa Kemal Paşa’nın Kalamış’ta oturan Refet Bey’e haber göndermesi ile Mayısın 16’sında Bandırma vapuruna gelmiş ve ambarda atlarının yanı başında oturarak tehlikeli saatlerin geçmesini beklemişti[29].

Mustafa Kemal Paşa’nın arkadaşlarıyla birlikte Samsun’a geldiği gün Anadolu’nun durumu kendisi tarafından Nutuk’ta şu sözlerle anlatılmıştır:

1919 senesi Mayıs’ının 19. günü Samsun’a çıktım. Genel vaziyet ve manzara:

Osmanlı Devleti’nin dâhil bulunduğu grup, Harbi Umumi’de mağlup olmuş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir mütarekename imzalanmış. Büyük Harbin uzun seneleri zarfında, millet yorgun ve fakir bir halde. Millet ve memleketi Harbi Umumi’ye sevk edenler, kendi hayatları endişesine düşerek, memleketten firar etmişler. Saltanat ve hilafet mevkiini işgal eden Vahdettin, soysuzlaşmış, şahsını ve yalnız tahtını temin edebileceğini tahayyül ettiği alçakça tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın riyasetindeki kabine; aciz, haysiyetsiz, korkak, yalnız Padişah’ın iradesine tabi ve onunla beraber şahıslarını koruyabilecek herhangi bir vaziyete razı. Ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta… İtilaf devletleri, mütareke hükümlerine riayete lüzum görmüyorlar. Birer vesile ile İtilaf donanmaları ve askerleri İstanbul’da. Adana vilayeti, Fransızlar; Urfa, Maraş, Ayıntap İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya’da İtalyan askeri kıtaları; Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta yabancı subay ve memurları ve özel adamları faaliyette. Nihayet, söze başlangıç kabul ettiğimiz tarihten dört gün evvel, 15 Mayıs 1919’da İtilaf devletlerinin rızasıyla Yunan ordusu İzmir’e çıkarılıyor. Bundan başka, memleketin her tarafında, Hıristiyan unsurlar gizli, açık, özel emel ve maksatlarının elde edilmesinin teminine, devletin bir an evvel çökmesine mesai sarf ediyorlar.

Daha sonra elde edilen sağlam malumat ve vesikalar ile teyit olundu ki, İstanbul Rum Patrikhanesi’nde teşekkül eden Mavri Mira heyeti, vilayetler dâhilinde çeteler teşki1 ve idare etmek, mitingler ve propagandalar yaptırmakla meşgul. Yunan Salibi Ahmer-i (Kızıl Haç) resmi Muhacirin(göçmenler) Komisyonu; Mavri Mira heyetinin mesaisinin kolaylaştırılmasına hizmet etmekte. Mavri Mira heyeti tarafından idare olunan Rum mekteplerinin izci teşkilatları, yirmi yaşını aşmış gençler de dâhil olmak üzere her yerde ikmal olunuyor[30]. Ermeni Patriği Zaven Efendi de, Mavri Mira heyetiyle hemfikir olarak çalışıyor. Ermeni hazırlığı da tamamen Rum hazırlığı gibi ilerliyor. Trabzon, Samsun ve bütün Karadeniz sahillerinde teşekkül etmiş ve İstanbul’daki merkeze bağlı Pontus Cemiyeti kolaylıkla ve muvaffakiyetle çalışıyor[31].

Mukabil kurtuluş çareleri

Vaziyetin dehşet ve vahameti karşısında, her yerde, her mıntıkada birtakım zevat tarafından mukabil kurtuluş çareleri düşünülmeye başlanmış idi. Bu düşünce ile alınan teşebbüsler, birtakım teşekküller doğurdu. Mesela: Edirne ve havalisinde Trakya-Paşaeli unvanıyla bir cemiyet vardı. Doğuda, Erzurum’da ve Elaziz’de merkezi umumisi İstanbul’da olmak üzere Vilayatı Şarkiye Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti teşkil edilmişti. Trabzon’da Muhafazai Hukuk namında bir cemiyet mevcut olduğu gibi, Dersaadet’te de Trabzon ve Havalisi Ademi Merkeziyet Cemiyeti vardı. Bu cemiyet merkezinin gönderdiği delegelerle, Of kazasıyla Lazistan livası dâhilinde şubeler açılmıştı. İzmir’in işgal olunacağına dair Mayıs’ın on üçünden beri fiili emareler gören İzmir’de bazı genç vatanperverler, ayın 14 ve15’inci gecesi, bu acı vaziyet hakkında fikir alışverişinde bulunmuşlar ve emrivaki haline geldiğine şüphe kalmayan Yunan işgalinin ilhakla neticelenmesine mani olmak esasında müttefik kalmışlar ve Reddi İlhak prensibini ortaya atmışlardır. Aynı gecede bu maksadın yayılmasını temin için İzmir’de Yahudi maşatlığına (mezarlık) toplanabilen halk tarafından bir miting yapılmışsa da, ertesi gün sabahleyin Yunan askerlerinin rıhtımda görülmesiyle bu teşebbüs ümit edilen derecede maksadı temin edememiştir[32].

Millî teşekküller, siyasi maksat ve hedefleri

Bu cemiyetlerin teşekkül maksatları ve siyasi hedefleri hakkında kısaca malumat vermek uygun olur düşüncesindeyim. Trakya-Paşaeli Cemiyeti’nin reislerinden bazılarıyla daha İstanbul’da iken görüşmüş idim. Osmanlı Devleti’nin yok olmasını çok kuvvetli bir ihtimal dâhilinde görüyorlardı. Osmanlı vatanının parçalanacağı tehlikesi karşısında, Trakya’yı, mümkün olursa Batı Trakya’yı da ekleyerek, bir bütün olarak İslam ve Türk camiası halinde kurtarmayı düşünüyorlardı. Fakat bu maksadın temini için o zaman hatırlarına gelen yegâne çare, İngiltere’nin, bu mümkün olmazsa Fransa’nın yardımını temin etmek idi. Bu maksatla bazı yabancı rical ile temas ve mülakatlar da aramışlardı. Hedeflerinin bir Trakya cumhuriyeti teşkili olduğu anlaşılıyordu[33].

Vilayatı Şarkiye Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti’nin teşekkül maksadı da (nizamnamelerinin ikinci maddesi), Doğu Vilayetlerinde oturan bütün unsuların dini ve siyasi haklarının serbestçe gelişmesini temin edecek meşru vasıtalara teşebbüs etmek, söz konusu vilayetlerin İslam ahalisinin tarihi ve millî haklarını, gerektiğinde medeniyet alemi huzurunda müdafaa eylemek; Doğu Vilayetlerinde vaki olan mezalim ve cinayetlerin sebepleri ve etkenleri ve fail ve müsebbipleri hakkında tarafsızca tahkikat icrasıyla suçlarının süratle cezalandırılmalarını talep etmek; unsurlar arasındaki yanlış anlamanın giderilmesi ile eskisi gibi iyi münasebetlerin teyidine gayret etmek, harp halinin Doğu Vilayetlerinde doğurduğu haraplık ve sefalete, hükümet nezdinde teşebbüslerde bulunmak suretiyle mümkün mertebe çare bulmaktan ibaret idi. İstanbul’daki idare merkezlerinden verilmiş olan bu direktif dahilinde, Erzurum şubesi, Doğu Vilayetlerinde Türk’ün haklarını muhafaza ile beraber, tehcir esnasında yapılan kötü muamelelerde milletin katiyen dahli bulunmadığını ve Ermeni mallarının Rus istilasına kadar muhafaza edildiğini, buna karşılık Müslümanların pek gaddarane hareketlere maruz kaldığını ve hatta emir hilafına tehcirden alıkonulan bazı Ermenilerin hamilerine karşı reva gördükleri muameleleri, sağlam vesikalarla medeniyet alemine arza ve bildirmeye ve Doğu Vilayetlerine karşı dikilen ihtiraslı bakışları hükümsüz bırakmak için çalışmaya karar veriyor (Erzurum şubesinin beyannamesi).

Vilayatı Şarkiye Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti’nin ilk Erzurum şubesini teşkil eden zevat, Doğu Vilayetlerinde yapılan propagandalar ve bunların hedefleri, Türklük-Kürtlük-Ermenilik meselelerini ilmi, fenni ve tarihi bakımlardan, inceleyip araştırdıktan sonra, gelecekteki mesailerini şu üç noktada tespit ediyorlar (Erzurum şubesinin matbu raporu):

1)Katiyen göç etmemek.

2)Derhal ilmi, iktisadi, dini teşkilat yapmak.

3)Tecavüze maruz kalacak Doğu Vilayetlerinin herhangi bir bucağını müdafaada birleşmek.

Vilayatı Şarkiye Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti’nin İstanbul’daki idare merkezinin medeni ve ilmi vasıtalarla maksadın temin edilebileceği hakkında fazla iyimser olduğu anlaşılıyor. Hakikaten bu yolda mesai sarf etmekten geri durmuyor. Doğu Vilayetlerinde Müslüman unsurların haklarını müdafaa için Le Pays namında Fransızca bir gazete yayımlıyor. Hadisat gazetesinin imtiyazını üstleniyor. Bir taraftan da İstanbul’daki İtilaf devletleri temsilcilerine ve İtilaf devletleri başvekillerine muhtıra veriyor. Avrupa’ya bir heyet gönderilmesine teşebbüs ediyor[34].

Bu izahattan kolaylıkla anlaşılacağını zannederim ki, Vilayatı Şarkiye Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti’ni vücuda getiren mühim sebep ve endişe, Doğu Vilayetlerinin Ermenistan’a verilmesi ihtimali oluyor. Bu ihtimalin tahakkukunun da, Doğu Vilayetleri nüfusunda Ermenilerin çoğunluk sahibi gösterilmesine ve tarihi haklar bakımından öncelikli kabul ettirilmesine çalışanların, ilmi ve tarihi vesikalarla cihan kamuoyunu aldatmaya muvaffakiyetinde ve bir de Müslüman ahalinin Ermenileri katliam eder vahşiler olduğu iftirasının hakikat şeklinde kabulü halinde olabileceği faraziyesi hâkim oluyor. Dolayısıyla cemiyet, aynı sebepler ve vasıtalarla donanmış olarak millî ve tarihi hakları müdafaaya çalışıyor. Karadeniz’e sahil olan mıntıkalarda da bir Rum Pontus hükümeti vücuda getirileceği korkusu vardı. İslam ahaliyi Rumların boyunduruğu altında bırakmayıp, beka ve mevcudiyet haklarını muhafaza gayesiyle, Trabzon’da da bazı zevat ayrıca bir cemiyet teşkil eylemişlerdi. Merkezi İstanbul’da olan Trabzon ve Havalisi Ademi Merkeziyet Cemiyeti’nin siyasi maksat ve hedefi, isminden anlaşılmaktadır. Her halde merkezden ayrılmak gayesini takip ediyor[35].

            Anadolu’nun o günkü durumunu şimdi Mahmut Goloğlu’dan okumaya devam edelim: Van, Erzurum, Trabzon ile kısmen batıya doğru uzanan, 15. Kolordu bölgesine gelince, Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti ile merkezi İstanbul’da bulunan ve Süleyman Nazif’le Ziya Gökalp tarafından desteklenen Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti Erzurum Şubesi’nin önderlikleri altında millî mücadele bayrağını açmış olan Trabzon ve Erzurumlularla, onlara katılmış olan Doğu Anadolu Türklerinin, başta Kâzım Karabekir Paşa olmak üzere, 15. Kolordu ile yaptıkları gönül, amaç ve işbirliği, bütün vatan için, tek kuvvet ve umut kaynağı idi[36]. Her ne kadar, Sabahattin Selek “Anadolu İhtilâli” adlı kitabında “Mustafa Kemal Paşa’nın Trabzon’da da güven verici bir izlenim edindiğini sanmıyoruz” demekte ise de, aynı kitapta yayınlanan Mustafa Kemal Paşa’ya ait raporlarda “Trabzon vilâyetine gelince, Rumların bu vilâyetteki vukuatları ve çetelerin faaliyetleri azdır. O da Trabzon vilâyeti halkının uyanıklığındandır. … Samsun havalisinde, Türk ahali, hükümet tarafından korunamadığından, bazı Lâz çetelerini Trabzon havalisinden getirerek mal ve namuslarını muhafaza zorunda kalmışlardır” denilmiş olması ile bu sanının yanlışlığı kendiliğinden meydana çıkar[37].

Gerçek olan da o idi ki, Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti yerleşme, gelişme, benimsenme ve güvenilme bakımlarından örnek durumda idi. İstanbul’da devlet ileri gelenlerinin de katıldığı İngiliz Muhipleri Cemiyeti kurulmaya çalışılır, bir kısım aydınlar “manda” taraftarlığı ile büyük devletlerin kanatları altına sığınmayı düşünürken ve Anadolu’nun öteki bölgelerinde henüz bir derlenip toparlanma yokken; halktan gelen, halka dayanan, halkla beraber olan ve kuruluşu —Anadolu İhtilâli’ni, Kutsal İsyanı, İstiklâl Savaşı’nı da içine alan— millî mücadelenin ilk adımını teşkil eden Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti, Rus sınırından Samsun’a kadar, vilâyetin her tarafında teşkilatını kurup yerleşmiş, silahlı sivil savunma birlikleri kurmuş, komşu illeri birlik ve beraberliğe çağırmış, ordu gücü ile de işbirliği ederek millî mücadele yolunda hızla ilerlemeye başlamıştı. Silahlı sivil halk kuvvetleri ile 15. Kolordu birlikleri bölgedeki çetecilere göz açtırmıyor ve her türlü işgal hareketine karşı hazırlıklı bulunuyorlardı. Bu sebeplerle, 16 Mayıs’ta, Albay Halit Bey komutasında Tortum’da bulunan 3. Kafkas Tümeni’nin Trabzon bölgesine aktarılması ve 8. Alayı’nın Gümüşhane’ye, 11. Alayı’nın İspir yoluyla Hopa bölgesine, 7. Alayı’nın Erzurum üzerinden Trabzon’a gönderilmesi emredilmişti[38].

Mustafa Kemal Paşa’nın komutanlığına atandığı 9. Ordu’nun (ki bir ay sonra adı 3. Ordu olmuştur) durumuna gelince, iki kolordusundan birinin (3. Kolordu) merkezi Sivas’tı. Bu kolordunun bir tümeni Amasya’da, bir tümeni de Samsun’da idi. Merkezi Erzurum’da olan diğerine de (15. Kolordu) Kâzım Karabekir Paşa komuta ediyordu. Emrinde dört tümen vardı. Tümenlerinden biri (12. Tümen) Horasan’ın doğusunda, diğeri (11. Kafkas Tümeni) Van’da, Albay Rüştü Bey komutasındaki tümen (9. Kafkas Tümeni) Erzurum’da, Yarbay Halit Bey komutasındaki tümen (3. Kafkas Tümeni) Tortum’da idi. Bu tümen Trabzon’a aktarılmak emri almıştı[39].

Halit Bey’in tümeni 20 Mayıs’ta yeni bölgesine hareket etti. 8. Alay Gümüşhane’ye geldi, alay karargâhı ile 1. ve 3. taburlar Torul’a yerleşti. Hopa’ya gönderilen 11. Alay’ın 1. Taburu Trabzon’da bırakıldı; 2. Tabur, Pazar bölgesinde eşkıya ve asker kaçaklarını kovuşturmakla görevlendirildi; 3. Tabur Hopa’ya gitti. Trabzon’a gelen 7. Alay’ın karargâhı ile 1. ve 3. Taburları Maçka’da kaldı. Sürmene’ye de yirmi kişilik bir müfreze gönderildi. Anadolu’daki olayları dikkatle izleyen İngilizler, ilk günden beri açıkça millî mücadele taraftarı olan, Yarbay Halit Bey’in tümeni başında Trabzon bölgesine gönderilmesine şiddetle itiraz ettiler, görevinden alınmasını istediler. İstanbul Hükümeti de İngilizlerin bu isteğini kabul ederek Halit Bey’i İstanbul’a çağırmıştı. Fakat Halit Bey İstanbul’a gitmedi. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa ile görüşüp anlaştıktan sonra görevinden ayrılmış gibi Bayburt’a gidip saklandı. Böylece Halit Bey’in görevinden alındığı gibi bir durum yaratılarak itiraz ve şikâyetler önlendi, fakat tümeni yine Bayburt’tan Halit Bey idare etti[40].

Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’da bulunduğu sırada hükümetin, ordunun, milletin, Doğu Karadeniz bölgesinin genel durumu böyle idi. Ve asayişsizliği bahane eden İtilâf Devletlerinin, her an, Samsun–Trabzon kıyılarına bir çıkarma yapmalarından endişe ediliyordu. Mustafa Kemal Paşa,  her şeyden önce, Samsun’un durumunu inceledi. Halk üzgün ve bezgin bir haldeydi. Şehirde Müslüman Hintlilerden kurulu bir İngiliz askeri birliği vardı. Rum çeteleri sokaklarda serbestçe dolaşıyorlardı. Samsun Liman Başkanlığı idaresinde iken Mustafa Kemal Paşa’nın emrine verilen, Karadeniz kıyılarını kontrolle görevli Trabzon ve Sinop isimli iki gambot akaryakıtsızlıktan limanda öylece duruyorlardı. Ve Samsun mutasarrıfının, halkı çetelerden koruyabilecek gücü yoktu. Mustafa Kemal Paşa İstanbul’a yazarak mutasarrıfın değiştirilmesini istedi. Tümen komutanının düşüncelerini de beğenmemişti, hemen değiştirdi. Polis Müdürü Refik Bey’i (Koraltan) millî mücadele taraftarı, uyanık ve hareketli bir memur olarak gördü, durum ve tutumundan memnun kaldı[41].

Mustafa Kemal Paşa, bir kaç gün içinde, Samsun’u şöyle bir düzene soktuktan sonra, 25 Mayıs’ta Havza’ya gitti. Aynı gün, Yunan bandıralı bir gemi Giresun limanına demirledi ve bir göçmen kafilesini karaya çıkardı. Evvelce buralardan Rusya’ya gitmiş oldukları iddia edilen bu göçmen kılıklı Rumlar, aslında bölgedeki çeteleri takviyeye geliyorlardı. Böylece, bölgedeki çeteler günden güne artıyor, kuvvetleniyor ve saldırılar şiddetleniyordu. Bunların en azılılılarından biri de Haçıka Çetesi idi. Fakat Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti’nin Giresun Şubesi gönüllüleri ile birlikte Haçıka Çetesine  karşı yaptıkları çarpışmada çete tamamen yok oldu[42]. Bu sıralardadır ki, Ayvalık’a gelen bir Yunan Kızılhaç gemisinin karaya asker çıkartması üzerine, esasen silaha sarılmak zorunda kalmış olan Egeliler de teşkilatlanmaya başlamışlar, Redd-i İlhak cemiyetlerinde birleşik kuvvetlenme yolunu tutmuşlardı. Bunlar, hem işgalci ve çetecilere karşı bir savunma, karşı koyma, hem de kendi hükümetinden bir şey beklememe, ona başkaldırma, ona karşı ayaklanma hareketleri idiler. Milli mücadelenin “ayaklanma” hareketi bütün Anadolu’ya yayılıyordu[43].

Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkışı Anadolu’da millî mücadelenin heyecanını ateşlemişti. Cumhuriyetin kuruluşuna kadar geçecek süre Bandırma Vapuru ile başlayan bir ihtilal dalgası annelerin, bebeklerin gözyaşlarıyla şehitlerin kanlarından düşmanı boğacak bir deniz haline dönüştü.

Teşekkür: Bu yazının hazırlanmasında düşünceleri ve birikimi ile bizlere katkıda bulunan Turan Bilimler Akademisinden M. Danyal HERGÜNSEL Beye minnet duygularımla.

Kaynaklar

1-Ayten Sezer ve arkadaşları(Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Öğretim Üyeleri), Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Siyasal Kitabevi, Ağustos, 2003.

2-Hasan İzzettin Dinamo, Kutsal İsyan, Milli Kurtuluş Savaşı’nın Gerçek Hikâyesi, Cilt 2 Tekin Yayınevi, İstanbul, 2010.

3-Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2015.

4-Mahmut Goloğlu, Milli Mücadele Tarihi – I, Erzurum Kongresi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2008.

5-Orhan Çekiç, İmparatorluktan Cumhuriyete II,  1919, Başlangıç, Samsun’dan Erzurum’a, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2015.

6-Sinan Meydan, Hafıza, Yakın Tarihin Kitabı, İnkılap Yayınları, İstanbul 2019.


[1] Sinan Meydan, Hafıza, Yakın Tarihin Kitabı, İnkılap Yayınları, İstanbul 2019., s.71.

[2] Sinan Meydan, a. g. e., s. 71-72.

[3] Ayten Sezer ve arkadaşları(Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Öğretim Üyeleri), Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Siyasal Kitabevi, Ağustos, 2003, s.124.

[4] Sinan Meydan, a. g.e., s.75.

[5] Sinan Meydan, a. g.e., s.75-76.

[6] Ayten Sezer ve arkadaşları, a. g.e.,  s.124-125.

[7] Mahmut Goloğlu, a. g. e., s. 44.

[8] Sinan Meydan, a. g.e., s.76.

[9] Ayten Sezer ve arkadaşları, a. g. e., s. 124-125.

[10] Orhan Çekiç, İmparatorluktan Cumhuriyete II,  1919, Başlangıç, Samsun’dan Erzurum’a, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2015., s. 93-102.

[11] Orhan Çekiç, a. g. e., s. 102-103.

[12] Orhan Çekiç, a. g. e., s. 104.

[13] Orhan Çekiç, a. g. e., s. 105.

[14] Sinan Meydan, a. g. e., s. 83.

[15] Orhan Çekiç, a. g. e., s. 105.

[16] Mahmut Goloğlu, Milli Mücadele Tarihi – I, Erzurum Kongresi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2008., s. 39.

[17] Hasan İzzettin Dinamo, a. g. e., s. 116.

[18] Hasan İzzettin Dinamo, a. g. e., s. 126.

[19] Hasan İzzettin Dinamo, a. g. e., s. 130-131.

[20] Hasan İzzettin Dinamo, a. g. e., s. 131-132.

[21] Hasan İzzettin Dinamo, a. g. e., s. 132-133.

[22] Sinan Meydan, a. g.e., s.84.

[23] Hasan İzzettin Dinamo, Kutsal İsyan, Milli Kurtuluş Savaşı’nın Gerçek Hikâyesi, Cilt 2 Tekin Yayınevi, İstanbul, 2010.s. 40.

[24] Hasan İzzettin Dinamo, a. g. e., s. 40-41.

[25] Hasan İzzettin Dinamo, a. g. e., s. 45.

[26] Hasan İzzettin Dinamo, a. g. e., s. 45.

[27] Mahmut Goloğlu, a. g. e., s. 48.

[28] Mahmut Goloğlu, a. g. e., s. 48.

[29] Hasan İzzettin Dinamo, a. g. e., s. 46-47.

[30] Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2015, s. 31.

[31] Gazi Mustafa Kemal, a. g. e., s. 32.

[32] Gazi Mustafa Kemal, a. g. e., s. 32.

[33] Gazi Mustafa Kemal, a. g. e., s. 32.

[34] Gazi Mustafa Kemal, a. g. e., s. 33.

[35] Gazi Mustafa Kemal, a. g. e., s. 34.

[36] Mahmut Goloğlu, a. g. e., s. 50-51

[37] Mahmut Goloğlu, a. g. e., s. 51, Sabahattin Selek, Anadolu İhtilâli,  İstanbul,  1968. , s. 192, 259.

[38] Mahmut Goloğlu, a. g. e., s. 51.

[39] Mahmut Goloğlu, a. g. e., s. 51-52.

[40] Mahmut Goloğlu, a. g. e., s. 52.

[41] Mahmut Goloğlu, a. g. e., s. 52-53.

[42] Mahmut Goloğlu, a. g. e., s. 53. M. Tayyip Gökbilgin,, Millî Mücadele Başlarken, Ankara: 1959. C.I, s.  82

[43] Mahmut Goloğlu, a. g. e., s. 53.

Anne Olmak Bir Sanattır

 “Çocuklarınızı terbiye etmeye çalışmayın. Zira onlar size benzeyeceklerdir! Kendinizi terbiye edin.”

Annenin varlığı, eşi ve çocukları üzerindeki etkisi dikkate alındığında, ailede en önemli sorumluluğun annede olduğunu söyleyebiliriz.

 Anne, çocuğun ilk ve en önemli öğretmenidir. Hiçbir öğretmenin anne kadar bir çocukla ilgilenmesi mümkün değildir. Annelik duygusu, yaşanan tüm zorlukların yanı sıra, kadına en mutlu anları yaşatan, eşsiz bir duygudur.

 Annelik, dünyanın en yaşanılası, en muhteşem lütuflarından biridir. Aldığı tüm övgüleri, fazlasıyla hak eder. Annelik öylesine benzersiz, öylesine kıymetlidir ki insanın yüreğini hamur gibi yoğurup, kâinatın ritmiyle buluşturan eşsiz bir tecrübedir.

Leo Tolstoy, annenin bir gülümsemesinin ne kadar değerli olduğunu, ‘’Çocukluk’’ isimli romanında, ne güzel ifade etmektedir: ‘’…Dünya güzeli annemin yüzü gülümsediğinde çok daha güzelleşirdi. O gülümseyince çevresindeki her şey aydınlanıyor gibi hissederdim. Hayatımın kötü anlarında eğer annemin gülümseyişini bir an için görebilme şansım olsaydı, üzüntünün ne olduğunu bilmezdim sanırım…’’

Anne; geleceğin teminatı, milletlerin umut ışığıdır. Anne, aydınlık yarınların müjdecisi ve bir şefkat kahramanıdır! Duyguların incesi, sevgilerin engini, merhametlerin en samimisi onda toplanmıştır.

O kendisinden bir parça olan yavrusu için her türlü fedakârlığa katlanan, farklı acılara göğüs geren bir koruyucu kalkandır. Sevgi ve şefkat abidesidir. Annenin sevgisi karşılıksız ve pazarlıksızdır.

Dünyada insanlığın ulaşabileceği en yüksek duygu, annelere lütfedilmiştir. Kâinatın mutlak sahibinin, topyekûn insanlığa en güzel ikramıdır anneler. Anneler; başlara taç, gönüllere ilaçtır.

Anneler, ince fikirli, zarif ve hassas, bir o kadar da merhametlidirler. Kadının fıtratında mevcut olan en yüce duygudur annelik.  Annelik, kadının duygularının kemâle ermesidir. Annelik yürek işidir.

Kadınların en değerli ve saadetli dönemi annelik dönemidir. Anne olmak, zor görevler ve mesuliyetler yüklenmek demektir. Anne, ailede gerçek huzur ve saadeti sağlamada temel unsurdur.

Faziletlerle donanmış bir annede; maddî zorluklar, para ve mal endişesi, geçim sıkıntısı, gelecek kaygısı gibi maddî kaygılar yoktur. Onlar, çocuklarının ve ailelerinin ebedî saadetini kazanmanın derdindedir.

Dünyayı şekillendiren, toplumların yiğitlerini yoğuran, şekillendiren, isimsiz, sessiz kahramandır anneler. Evlatlar, merhamet ve şefkati, dürüstlük ve cesareti, hak ve hakikat mücadelesini, mukaddesatını, şanlı ve ibret alınacak geçmişini, ahlâkın ilk örneklerini hep annelerden öğrenirler.

Çocuklar, annelerin kopyalarıdır. Anneler ne kadar şahsiyetli, faziletli, ahlâklı olursa çocuklar da o derece karakterli olurlar. Çocukların karakter mayasının kaynağı annelerdir. Ona ilk sevgiyi, ilk acıma duygusunu, ilk vicdani hisleri annesi verir.

Eskiler; “İyi evlatlar, iyi annelerin meyveleridir.”, “Bir annenin güzel huylu ve terbiyeli olması çocuğundan belli olur.”, “Bir milletin büyükleri, süt veren anneler ve öğretmenlerdir.” demişlerdir.

Batılıların da anneler ve çocukları ile ilgili güzel tespitleri vardır. Meselâ, Jean Jacques Rousseau; “Şefkatin en büyük amili analardır. Hayatımdaki bütün hatalarım anne terbiyesi görmeyişimden ileri gelir.” Diyor.

Napolyon, “Bana iyi analar veriniz, size iyi vatandaşlar vereyim.” Ve devamla; “Fransa’nın iyi askerlere değil iyi annelere ihtiyacı vardır. Bana öyle anneler getirin size dünyayı fethedeyim.” Der.

Andre Maurois de annenin, çocuğun iç dünyasında hayat boyunca nasıl bir tesir bıraktığını şöyle tasvir eder: “Başarısızlık ve felaketlere rağmen, hayata karşı güvenlerini sonuna kadar saklayabilen iyimser insanlar, daha çok iyi bir anne tarafından büyütülmüş olanlardır.”

Psikolog Watson’un; “Çocukluk hâli, işlenmemiş bir demire benzer, iyi bir sanatkârın elinde ona, istenen şekil verilebilir.” Sözü oldukça manidardır. Yine Watson, kendisine bir bebek grubu verilmesi hâlinde onlardan; dilenciler, doktorlar, avukatlar ve hırsızlar yetiştirebileceğini ifade eder.

 O yüzden anneler, aynı iddia ve ideallerden hareketle, bugünün küçüğü, yarının büyüğünü yetiştiren gizli bir el, fedakâr bir şahsiyettirler. Evinin mürebbiyesi, çocukların ilk eğitimcisi olan anneler ellerinde bulunan elmasları, iyi işleyip, ahlâkî yönden şekil verip, maneviyatla biçimlendirerek topluma sunarlarsa, o toplumun yükselmemesi için bir sebep yoktur.

Bir annenin en büyük mutluluğu, topluma şahsiyetli bir evlat hediye etmesidir. Annenin elinde işleyeceği öyle bir cevher vardır ki o; üzerine titrediği, gözünün nuru yavrusudur.

Bir çocuğun davranışlarındaki tutarlılık, ahlâkındaki güzellik, çevresindeki başarısı, annesinden belli olmaktadır. Anne, evlâdını bir kanaviçe gibi işleyen usta bir el, basiretli bir göz ve hassas bir kalptir.

“Kızların Eğitimi” isimli kitabın yazarı Fenelon diyor ki: “Toplumu eğitmek istiyorsanız aileyi eğitin. Aileyi eğitmek istiyorsanız anneyi eğitin. Anneyi eğitmek istiyorsanız kızları eğitin; çünkü onlar yarının anneleri olacaklar.

Anne doğuran, doyuran, yuvayı kuran, aile birliğini sağlayan, azı çok edendir. Annelik, erişilmesi, anlaşılması ve anlatılması çok zor fakat en zevkli, nadide bir sanattır.

Anne, yüreğinde biriktirdiği güzelim hasletlerle evladını yoğurabilmek için, yaşam yolundaki engelleri de aşmak zorundadır. Evi çekip çevirme, geçim sıkıntısı, eşiyle uyumlu ve sağlıklı bir yuva kurabilmenin mücadelesi, kaynana, görümce, çekişmeleri, komşuluk ilişkileri vb. sorunlar da annenin yüreğinde onulmaz yaralardır.

Çoğu zaman babaların yapması gereken işler de anneye havale edilir. Babadan yeterince yardım alamayan anneler yalnız, kırgın ve çaresizidir. Çocuğunun baba özlemini ve sevgisini telafi etmeye çalışır. Babaların hatalarına kırılan biricik evlatları, yine anneler teselli eder. Annelerin bu yapıcı birleştirici ve sevilen imajları olmasa çoğu evde baba evlat kavgalarının ve kırgınlıklarının sonu gelmez.

Yine de O, çocuğunu itinayla besler, üstünü başını giyeceklerini, yiyeceklerini eşyalarını özenle seçer yıkar ütüler. Ninniler söyler, masallar anlatır, kitap okur. Odasını toplar, temizler. Okula hazırlar, gezdirir, isteklerini karşılar.

Sorunlarını dinler, moral verir, teselli eder. Üzüntülerine, acılarına, can sıkıntılarına, tebessümle, tatlı söylemlerle, okşamalarla merhem olur, mutlu olmasını sağlar.

Çocuğunun arkadaşlarına kapısını, yüreğini açar, misafirperverlik yapar, değer verir. Kendisi ile arkadaşları ile çevresi ile barışık içinde yaşamasına katkıda bulunur.

Belli yaşlarda babaya açılmayan konular yine anneye iletilir. Gurbete düşen evlatların ilk aradığı annedir. Özlenen, aranan, yüreğe kederi, özlemi düşen annedir. Yemekleri, gülümsemesi, ilgi ve iltifatı, oh çektiren bal tatlısı söylemleri evladın can simididir. İster ki konuşmalar hiç bitmesin. Bilinen fakat duyulması mutlu eden anılar tekrar tekrar paylaşılır. Zihinlere depolanır, gözlerde sevinç taneciklerine, gönüllerde huzur çiçeklerine dönüşür.

Çocuklar her yaşta, annenin gözünde çocukturlar. Üstünün örtülmesi, üşütmemesi, ihmal etmemesi gerekenler bir çırpıda anne tarafından sıralanır. Kaç yaşında olması hiç önemli değildir evladın. Hala minicik, narin, bazen yaramaz, ihtimam isteyen korunması gereken bir çocuktur o.

Bu yüzden annelerin dudaklarından sessizce süzülen yumuşacık ve tatlı duaların huzuru özlenir. Kendi açtığı üstünün, annesi tarafından ihtimamla, şefkatle örtülmesini ister. Annenin gülümsemesi, okşaması, sarılması, ninnileri çocukların mutluluk kaynağıdır hep.

Kötü ve çirkin anne yoktur. Bütün anneler evlatların gözünde nadide çiçek, miskler kokan manolya, pırlantaların aciz kaldığı en değerli hazinedirler. Onlar biricik, vazgeçilemez, uzak kalınamaz, müstesna kahramanlar, her sıkıntı ve gamı bir tebessümle bertaraf eden en seçkin psikologlardır.

Biricik, vefakâr, merhamet timsali, sevgi okyanusu, yüreklerimizde açan nadide çiçeklerimiz. Hayatımızın anlamları, ömrümüzün huzuru, hanelerimizin direği, baş taçlarımız.

Ömrünüz huzurlu, sağlıklı ve mutlu geçsin… İyi ki varsınız… Bizler ne yapardık sizler olmasaydınız…

Sevgiyle kalın…

Türkçe Deyip Geçmeyin

     Dünyada çeşitli milletler var.

     Her birinin her millette olan müşterek kabiliyet ve istidatları var.

     Ayrıca her bir milletin, diğer milletlerden farklı keyfiyetleri var.

     İşte bu farklılıklar; her birinin medeniyetin ihtiyaç duyduklarının oluşmasında özel yeri var.

     Bu değişik nitelikleri; milletlerin birbirlerine olan üstünlükleri şeklinde algılamamalı.

     Bu farklı meziyetlere; oluşmuş medeniyetin yapılanmasında,

     Onların her birine düşmüş değerler gözüyle bakmalı.

     Her milletin farklı dillere sahip oluşlarını da bu açıdan değerlendirmeli.

     İslâmiyet güneşinin doğuşundan asırlar sonra,

     Hem Türk elinde hem de Türk dilinde, ulvî / yüce ve yüksek,

     İlahî ve Arşî / Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellî ettiği;

     Kimsenin hatır ve hayâlinden geçmeyen nice eserler kaleme alınmıştır ki,

     Bizler için bu ne büyük bir nimet, bu asır halkı için ne büyük bir bahtiyarlık. 

     Çünkü bu eserlerin bazıları Hakk’ın ilhamı, Hakk’ın dili hükmünde,

     Türkçe olarak te’lîf, tertîp ve tanzim edilmiş olup; mükemmel, fasih ve beliğdirler.

     Öyle ki, yüzlerindeki fesahat / açık ve güzel ifadeler,

     Özlerindeki belâgat / hakikatli sözler ve taşıdıkları halâvet / hoşluk, tatlılık ve zevkler

     -Kur’an hâriç- başka dillerde görünmüyor!

     Bu hâl Türkçemize büyük bir kıymet ve tükenmez bir meziyet bahşediyor.

     Türk dilini bütün diller içinde yükseltiyor.

     Kur’ân’dan başka hiçbir kitaba ve hiçbir milletin lisanına sığmayan;

     Bu kadar yüksek asâlet ve fesahati, bâzı Türkçe eserlerde görüyoruz.

     Türkçemiz şahsına mahsus, bu tip edebî eserlerle iftihar edip dolmakta,

     Kabarıp şişmekte -Kur’ân hâriç- her lisan üstüne bağdaş kurup oturmakta.

     Her biri Batı dillerine çevrilip durmakta.  

     Arapça Kur’ân’dan feyiz ve nûrlarını alarak, Türkçe’ye akan

     Ve bugün öz Türkçe’den fışkıran sayısız eserler;

     Kalplerde birer kudret nümuneleri ve rahmet nişaneleri bırakarak;

     Hiçbir şek, şüphe ve zanna yer vermiyor. Çünkü bu eserler;

     İdrâk ve anlayış aynasına cilâ, kalp âlemine safâ ve lâtif / güzel rûha gıda oluyor.

     Türk milleti, Türkçe yazılan bu eserlerle ne kadar iftihar etse, azdır.

     Bu temiz milletin, bu cennet gibi memleketin sapasağlam bir halde durması.

     Bütün İslâm diyarının her taarruz ve saldırıdan korunmuş olması;

     İlahî bir yardım ve Hz. Muhammed’in imdâdı ve Kur’ân’ın nûru ile olduğu şüphesiz.

     Çünkü Türk millet, İslâmla şereflendiğinden beri,

     Hem kılıcıyla hem de kalemiyle Müslümanların Hâmisi,

     İslâm ülkelerinin candan müdafii, koruyucusu ve savunucusu olmuş.

     İnsanlık Âlemi; İslâmiyet ve Haremeyn-i Şerifeyn’e asırlarca hizmet eden

     Bu kahraman Türk Milleti’ne medyûn-u şükran. Şükran borçlu.

     Evet, Türkçe deyip geçmeyin!

     Zulmette boğulan şu asrı ve gelecek son asrı;

     Kur’ân’dan çıkan Türkçe izah ve yorumlar;

     Türkçe olarak ilham edilen ve doğru yolu gösterici olarak kaleme aldırılan

     Ve herkesi gerçek, hakikî iman ve inanca çağıran İlahî davetler;

     Son bir kurtuluş ve esenliğe kavuşturacak inşaallah!

     Türkçesinden diğer dillere tercüme edilen / çevrilen;

     Çevirileriyle de, dünyaya yayılan bu nûr, bu ışık;

     Kıyameti yaklaşmış bu dünya insanına,

     Son bir kez daha dünya saâdetini yaşatacak;  

     Ebedî hayatın muştularını sunacak.

Neyimiz Eksik?

Ünlü yazar Bernard Shaw’a kibirli bir yazar şöyle der: “Ben senden üstünüm; çünkü onur için yazıyorum, sen ise para için.” Bernard Shaw anında cevap verir: “Doğru söylüyorsunuz, herkes eksik olanın peşindedir.”

Neyin peşindeyiz? Kendimizde eksik olan ne? Uğrunda ter döktüğümüz, gecemizi gündüzümüze kattığımız, pek çok değerlerimizi çiğneyerek tamamlamaya çalıştığımız eksiklik, gerçek anlamda bir eksiklik mi? Sonlandırdığımız hangi eksiğimiz bize “İşte uğrunda ölmeye değerdi.” dedirtti?

Eksik olan bizde adalet duygusuysa, vicdansa, bilgiyse, hoşgörüyse, yardımseverlikse, sabretme gücüyse tamamlamak için çalışmaya değer; ya paraysa, makamsa, şöhretse popülerlikse, evlat çokluğuysa, mülkse … değer mi?  Eksik gördüklerimiz, kıblemizdir. Bir de eksiği olup bunu görmeyenler de var ki bunlar kördür, sağırdır, dilsizdir. Fena olan bu değil mi? Hazırcevap Bernard Shaw, aslında kendini küçümseyen yazara cevap verirken zaafını da itiraf etmiş olmuyor mu?

Bir adam Nasreddin Hoca’ya şöyle der: “Seni sadece eşeğin sayesinde tanıdım!”
Nasrettin Hoca cevap verir: “Eşekler birbirini tanır!”

Nüktedanlığıyla meşhur Nasrettin Hoca’mız kendisini aşağılamak isteyen kişiye cevap verirken doğal bir ilişki türünü de vurgulamış: Eşekler de köpekler de kediler de… cinsi ve türü ne olursa olsun her canlı birbirini tanır, çeker, birbiriyle kolayca ilişki kurabilir. Bu bir fıtrat yasasıdır. Hacı hacıyı Mekke’de, derviş dervişi tekkede, deli deliyi dakkada bulur, atasözü oldukça vecizdir.

Hayat, bir yanılsama süreci. Doğru bildiklerimizin yanlış, yanlış bildiklerimizin daha sona doğru olması, bu hayat sürecinin yasası. Peşinde koştuğumuz hangi doğru, gerçek anlamda doğru? Rüzgârın saçına takılıp savrulmak, hiç de ihtimal dışı değil. “Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete.” çaresizliğini veya iradesizliğini yıkma gücünden yoksunuz. “Değil” dediklerimiz “değil” olmaktan çıkıyor, “olmaz” dediklerimiz, oluyor.

Biri, Doğu’nun Shakespeare’i diye nitelenen Arap şair el-Mütenebbî’yi küçümsemek ister ve der ki: “Seni uzaktan kadın sandım!” El-Mütenebbî cevaplar: “Ben de seni uzaktan adam sandım!” İşin tariz (iğneleme) tarafını görmezden gelsek dahi kadınların erkekleştiği, erkeklerin kadınlaştığı; bildiğimiz gerçeklerin, inandığımız değerlerin tersyüz edildiği bir çağda yaşıyoruz.

Hayatın tekrarı yok. Eşyanın yasası belli. Varlık nedenimizin verdiği görevi yerine getirmek, eşyanın yasasına uyduğumuzda hiç de zor değil. Yılan yılanı bilecek, eşek eşeği bilecek; bunlar, fıtratlarının gereğini yapacak. Zalim, yine zalim, mazlum yine mazlum. Yahudi ahlaki bu çağda çıkmadı ki şikâyet edelim, yardım ediyor diye Amerika’ya niye kızalım? Amerikan politikası, Yahudi ahlakı her zaman vardı, bundan sonra da olacaktır. İyiler, kötüler olduğu için; gündüz, gece olduğu için kıymetlidir. Allah, Cennet’in yanında Cehennem’i de yaratmıştır. İnsanlar isterlerse Cennet’i de Cehennem’i de tercih edebilir.

Tekrarı olmayacak hayatımızda istikametimiz çok önemli. Tamamlanması gereken eksiklerimiz, tercihlerimiz olmalı. Fıtrat yakınlığı duyduğumuz dostlarımız, yol arkadaşlarımız olmalı. Birlik; kuvvettir, kolaylıktır, denetimdir.

Yıkılmamak için birlik, erimemek için birlik, düşmana karşı birlik.

Neyimiz eksik? Birlik.