5.8 C
Kocaeli
Pazar, Kasım 9, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 24

Kazan, Tataristan’ın Başşehrini Geziyoruz

“Seyahat İnsanın Dünyasını Genişletir”

Moskova’yı görünce tekrar    gelmeye değer düşüncesi ile programımızdaki diğer şehir Kazan’a geçeceğiz. Burası Moskova’nın750 km. doğusunda olup, tren ile 10-12 saatte gidilebildiği için uçak ile gitmeyi seçtik. İki saat süren bir yolculuk ile Kazan Havaalanına iniyoruz. Orada bizi yerel rehberimiz Güzel hanım karşıladı. Türkiye’ye de gelmiş, daha çok iş adamlarına rehberlik yapan rehberimiz; İstanbul Türkcesini çok iyi konuşan, sohbetlerini kahkahalarıyla daha da alımlı kılan özelliği ile gurubun çok memnun kaldığı bir tatar idi.

Otobüs ve otel konusundaki sorunlar sebebiyle iki minübüs ile Kazan merkezine 60 km mesafedeki küçük bir kasabadaki otelimize gelip yerleştik. Kısa bir dinlenmeden sonra aynı arabalar ile şehir merkezine dönüp gezeceğiz. Yol boyu göz alabildiğine uzanan ormanlar bu toprakların doğal zenginliğini bize gösteriyordu.

Bu bölge Hun İmparatorluğunun içindeki yerlerdendir. Bu imparatorluğun parçalanması ile İdil Bulgar Hanlığı şeklinde 9.y.y dan 13. y.y. devam eder. İdil Bulgar hanlığı 922 de İslamiyeti                  kabül eden ilk Türk hanlığdır. Aynı tarihlerde Karahanlı hükümdarı Saltuk Buğra Han da Müslüman olmuştur. Moğol imparatorluğunun hakimiyetinde sürdürülen                                          bir dönemden sonra Cengiz Hanın torunu Batu Han tarafından Altınorda devleti olarak devam eder. Timur Hanın bölgedeki savaşları ile bu devlet zayıflayıp yeni küçük hanlıklara bölünür. Bunlardan biri de Kazan Hanlığıdır. 1457 de kurulan bu hanlık, Rus

prensliklerini birleştirip güçlendiren, Moskova’daki 4. İvan(Korkunç iVAN) tarafından    1552 de yıkılmıştır.

Bölge tarım ve hayvancığa çok uygun geniş verimli topraklara sahiptir. Ticaret yolları üzerindedir.

Büyük nehirleri ulaşıma ve nakliye işlerine uygun olup balıkçılık da yapılan zengin su kaynaklarıdır. Kazanka nehri, İdil(Volga)’nın bir kolu olup bu nehir tarihte okuduğumuz Sokullu’nun Don nehri ile bir kanalla birleştirmek istediği nehirdir. Böylece Hazar Denizi Karadeniz ile su yolundan ulaşımda birleşecek; Asya-Anadolu-Avrupa arasındaki ticaret artacak ve yeni imkanlara kavuşulacaktı.

Kazan 1,5 milyon nüfusu ile Rusya’nın Petersburg’dan sonra üçüncü büyük şehridirİdr. İdil nehrinin(Güzel  Su anlamlı)(diğer adı Volga) Kazanka kolu üzerinde kurulmuş, doğal zenginliği bol bir yerleşim yeridir. Merkezindeki Kazan Kremlini dünya mirası olan yerlerdendir. İlk önce rehberimizin bağlantısı sayesinde Kazan Üniversitesi Müzesini geziyoruz. Bu  üniverstenin tarihi bir geçmişi vardır.1804 de kurulmuştur. Lenin ve Tolstoy’un da burada eğitim aldıkları bilgisini öğreniyoruz. Kazan Üniversitesinin yetİştirdiği insanlar ile 1850’lerden sonra din ve milli kimlik üzerine görülen yenilikcilik (cedidçilik) hareketi etkili olduğu söylenir. Gaspıralı İSMAİL gibi Türk birliği üzerine çalışmalar yapan ; Zeki Velidi TOGAN, Sadri Maksudi  ARSAL     gibi Türkiyeye gelip yerleşmiş ilim adamlarımızın da

buradan etkilendikleri bilinir.

Kazan Kremlinine  geçİyoruz. Burada   4.İvan dönemi ve sonrası yapılan eserler vardır. Beyaz renge boyalı kule ve kale duvarları ile  ayrıca ilgi çekicidir. Tarihi idari binalar yanında Müjde  Katedrali, Piza kulesi gibi eğikliği ile  dikkat çeken ve ondan daha yüksek olan Süyümbüke kulesi, diğer adı ile Han Camii burdaki eserlerdendir. Bizim için daha dikkat çekici, bir inci zerafetindeki Kul Şerif Camii oldu. Bu cami buradaki yıkılmış bir caminin yerine yapılmıştır. 2002de temeli atılıp 2005de hizmete giren bu mabet avrupanın en büyük camilerinden biridir. Avlusu ile birlikte 10.000 kişi aynı anda ibadet yapabilecek özelliktedir. 16. yy daki direniş hareketi önderlerinden, din ve devlet adamı Kul ŞERİF adına yapılan bu mabedin sembolü lale olup yeniden doğuş ve gelişimi ifade eder. Akşam yemeğini tatar yemekleri ile bilinen bir yerde yiyip otelimize dönüyoruz.

Cuma günü olması sebebiyle cumayı Kul Şerifte kılmak üzere bir program yapıyoruz. Merkezdeki Bauman Caddesinde önce kahvaltı yapıp sonra caddede geziyor, oradan yürüyüş ile camiye geçiyoruz.Vitraylı bol camları ile aydınlık ve ferah bir mekanda yerel halk ile kıldığımız bu namaz bize ayrı bir haz yaşatıyor. Sonra otobüsümüzde buluşup şehrin diğer bölgelerini geziyoruz. Eski tatar mahallesi, yine tatarların yoğunlukta olduğu bir bölgede hediyelik alışverişlerimizi yapıyoruz. Daha sonra bu şehrin sembolü olan tepesinde kocaman bir kazanın oturtulmuş görüntüsü ile nikah salonu olan yapıyı görüp fotoğraflarımızı çekerek akşam yemeği sonrası otelimize dönüyoruz.

Gezimizin son günü. Otelimizden eşyalarımızı alıp çıkıyoruz. Bir gün önce su yolu ile, yani  nehir gemisi ile Idil Bulgar hanlığının yönetim merkezi olan tarihi Bulgar şehrine gidiş programını, havanın aşırı yağışlı olması sebebiyle iptal edip, yine tarihi özellikli Sviyojsk adasını görmeye gidiyoruz. Ada, Kazanı almazdan önce 4.İvan tarafından kale ve manastırlar ile yapılandırılmış bölgedeki ilk hristiyan ortodoks yerleşim yeri olup bu özelliği ile de insanların yoğun ziyaret ettiği bir yerdir. En eski ahşap kilise dahil 26 tarihi yapısı vardır.Önce buradaki bir yerde kahvaltımızı yapıp yağmur altında adayı geziyoruz.

Kazan merkeze gelip, kalacağımız Kozmoz oteline yerleşiyoruz. Kısa bir mola sonrası geziye devam…Yine Bauman caddesine gelip önce serbest zaman ve sonrası buranın tatar yemekleri ile meşhur bir lokantasında yerel mutfak ürünlerinden bir yemek! Caddede kedi maket ve heykellerinin bolluğunun sebebinin, faresi olmayan(!) bu şehrin sembolünün kedi olduğu bilgisini rehberimizden öğreniyoruz.

Daha sonra bir nehir turu ile şehri birde nehirden görüyor ve otelimize dönüyoruz.

Tadı damağımızda kalan bir gezi ile ertesi sabah erkenden kalkıp THY ile önce İstanbul ve sonra Ercan Turun her zamanki hizmetinden olan hazır ettiği otobüsü ile şehrimize, İzmit’imize geliyoruz.

İmkân ve fırsatı olanlara gezip görmeleri tavsiyem ile sağlıkta kalınız…

Benzerlikler Şaşırtıcı!

“Okuyun eğer bunlara halen inanıyorsanız o sizin bileceğiniz iş!”

Biliyorsunuz (fi tarihinde) TBMM’ye “bölücülerle kucaklaşma” yasası “analar ağlamasın” kılıfı ile sunuldu. Bu ülkenin tarihinde neler var neler! Bu da bunlardan birisi olacak ve bugünün tarihi yazıldığında okuyan insanlar hayretler içinde kalarak “vay be bu kadar da olur mu?” diye soracaklar. İşte burası böyle bir ülke!

Avrupa Türkiye’si olan Balkanların kaybı her nedense aradan yüzyıl geçmesine rağmen Türk Milletinden gizlenir. Sanki öyle bir şey yokmuş veya hiç olmamış gibi!.. Halbuki Balkan toprakları da anavatandı. Selanik, Üsküp, Prizren, Saraybosna, Şumnu, Köstence, Belgrad, Budapeşte günümüzün Hakkâri, Şırnak, Mardin, Ağrı, Diyarbakır’ından farklı değildi. Tıpkı Musul, Kerkük, Halep, Tebriz, İsfahan’ın olduğu gibi.

Eğer bizimse niçin ve nasıl kaybedildi? Bu sorunun bazı cevapları, zamanın istihbarat örgütümüz Teşkilat-ı Mahsusa’nın gözüpek mensubu Fuat Balkan’ın “Balkan Harbi’ne Dair Rapor”unda gizli.

Fuat Balkan “… Bulgarlara o havalinin teslimi, Osmanlı Hükümetinin menfaati sebebiyle ve Cemal Paşa’nın oralara gelip bunu anlatmış olmasıyla, Bulgarlar aleyhine çalışmak maksadı ile önüne düştüğümüz halkı, vicdanımız haricinde Osmanlı Hükümetinin menfaati diye(! )Bulgarlara kolaylıkla teslim olmaları hususunda uğraşarak teslim ettik”. Yani Balkan’ın vicdanı el vermemiş ama yine de yapmış.

Alın bunu PKK’ya teslim edilen topraklarımız için doldurun. Günümüzün Cemal Paşa’sıda benzer şeyleri söylemiyor mu? Pkk ile çözüm Türkiye’nin menfaatine, demiyor mu? Dün pkk ile çatışırken birlikte mücadeleye razı ettiğimiz korucuları, ailelerini ve bilcümle vatandaşımızı bugün PKK’nın insafına bırakmadık mı? Türkmenleri de aynı şekilde Barzani’nin kucağına atmadık mı? Meğerse bu ilk vukuatımız değilmiş!

Fuat Balkan devam ediyor; meğerse Osmanlı’nın menfaati icabı, Süleymen Askeri Beyle beraber Türkleri Bulgarla siyaseten çalışmaya ikna etmişler. Bunu “Osmanlı Hükümetine ilk ve en mühim hizmetleri…” olarak raporunda belirtiyor. Ancak sonra da ekliyor “… Bulgarlar, bu yapılan hizmeti unutmakta gecikmedi”. Yani “düşmandan dost ayıdan post olmaz” misali… Şu an Öcalan ve Barzani ile kırıştıranların bizi sürüklediği akibet!

Acaba bugün Türkiye’yi yönetenlerin, yönetenlerden emir alanların, günümüz Teşkilat-ı Mahsusa’sının ve Türkiye’nin hayrı diye bu teşkilatta çalışan memurların; geçmişte Osmanlı’yı yıkıma götürenlerden pek bir farkı var mı?

Yıl 1854, o zamanda Türkiye’de bir bölücü varmış. Adı Cizreli İzzeddin Şir’miş. Pkk ne yapıyorsa o da benzer şeyleri yapmış. Dış güçlerle ilişkisi de varmış. Çünkü İngiliz – Yahudi işbirliği, Osmanlı – Türk topraklarında petrolün kokusunu çoktan almıştı. Hangimiz Cizreli İzzeddin Şir’in isyancılığını, metodlarını ve sonuçlarını biliyoruz? Nasıl Balkanları bizden gizledilerse, bir Türk yurdu olan Güneydoğu Anadolumuzda olup biteni de bizden sakladılar.

Peki bu bölücü İzzeddin Şir’e ne oldu? Devletin ana şefkati bu gün Pkk’lılara olduğu gibi İzzeddin Şir gibi eli kanlı asilere karşı da, olabildiğince müsamahakar davrandı. Öyle ya devletin öncelikli amacı, ülke güvenliğini sağlamak ve düzeni korumak!.. Bu sebeple İzzeddin Şir ve şürekası affedildi. Tıpkı affedilmeye giden Öcalan ve Pkk gibi!

Adamları Tuna eyaleti dışına çıkmamak kaydıyla salındı. İzzeddin Şir, önce Tuna eyaletindeki kazalardan birine müdür daha sonra paşa yapılmak sureti ile Yanya mutasarrıfı yani valisi gibi bir şey oldu. Kandil’dekiler de ülkeye böyle dağılacak herhalde?

Gerçi kendisinden önceki Cizre isyanının başı olan Bedirhan bey de aynı şekilde affedilip, devletin hizmetine alınmıştı. Onu da Girit’e mutasarrıf yaptılar daha sonra affederek, bir çok övgüye ve ödüle mazhar kılınarak İstanbul’a getirildi.

Hatırlayın Öcalan yakalandığında, büyük abileri İzzeddin Şir ve Bedirhan gibi “bırakın Türkiye Cumhuriyeti’ne hizmet edeyim” diyordu. Şimdi önümüzdeki Nevruz Bayramı’nda Diyarbakır’da ve gelecekte Ankara’da, ağbileri gibi yüksek makamlarda olacağı konuşuluyor… Öyle ya devlete hizmet etmişti!

(Bunları bilmiyordunuz değil mi? Şimdi “terörsüz yaşam” yalanını söyleyenler bunları ya biliyor ya da bunlar onlara anlatılmıştır. O zaman bize niçin yalan söylüyorlar?)

Görüyorsunuz, olan biten hep Türk Milleti’ne oluyor! Onun çocukları şehit olarak, toprağa düşüyor. Maddi ve manevi zenginlikler heba olup gidiyor. Türk Milleti; yüzyıllardır bu isyancılar ve gaflet, delalet, ihanet içinde olanlar nedeniyle; bir türlü huzur, mutluluk ve güven içinde yaşayamıyor.

Dün bunları yaşadık ve kaybettik. Bugünde kaybedeceğimiz şüphesizdir. Bu sebeplerle; hepinizi, gerçeklerle yüzleşmeye davet ediyorum… Hepinizi, ülkenize, devletinize, milletinize ve de kendinize sahip çıkmaya çağırıyorum. Hepinizi, Türk Milletini yüzyıllardır sarıp sarmalayan ve de aklını ve zihnini esir eden zincirleri kırmak için mücadeleye davet ediyorum. Bunu ya yapacaksın ya da yapacaksın! Başka çaren yok…

PKK İle Yürütülen Süreç Türkleri Mutlu Edecek mi?

PKK’nın sembolik silah yakma töreninden sonraki gün Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan “tarihi” denilen bir konuşma yaptı.

Bu konuşmasında da “Terörsüz Türkiye’ Projesi, bir müzakerenin, bir pazarlığın, bir al-ver sürecinin neticesi değildir.”

Arkasından “TBMM’de bir komisyon kurulacak. Cumhur İttifakı olarak AK Parti, MHP ve DEM Parti heyetiyle bu süreci pişirerek geleceğe taşıyacağız. Biz bir adım atana her türlü kolaylığı sağlıyoruz. Çıkış yolu arayana kapıyı ardına kadar açarız” dedi.

Oysaki PKK ve uzantılarının beyanlarının tamamında “açılması istenen kapı” hakkında bilgi veriliyor. Bu kanat bazı vaatler almış olmalı ki süreçten çok mutlular. İlginç olan şu ki Erdoğan ve Devlet Bahçeli de PKK/ DEM’liler kadar mutlu.

Ama hiç konuşulmayan konu şu: BU SÜRECİN SONUNDA TÜRKLER MUTLU OLACAK MI?

****

Pozitif Entegrasyon Ya da Eyalet Sistemi:

Teröristbaşı Öcalan mesajlarında “pozitif entegrasyon” kavramını kullanıyor. “Barış ve demokratik toplum hedefine ulaşılması pozitif entegrasyonalist bir perspektifle mümkündür” diyor.

Silah yakan 30 kişilik PKK’lı teröristin başındaki Bese Hozat kod adlı (KCK Eşbaşkanı) terörist “silah bırakma töreninde” aynı kavramları kullandı:

“Bundan sonra özgürlük, demokrasi ve sosyalizm mücadelemizi, demokratik siyaset ve hukuk yöntemiyle yürütmek amacıyla ve DEMOKRATIK ENTEGRASYON YASALARININ ÇIKARILMASI TEMELINDE silahlarımızı özgür irademizle imha ediyoruz.”

KCK Eşbaşkanı Bese Hozat, daha önce de defalarca: “Kürt halkı kendi coğrafyasında kendini yönetmek istiyor.” “Demokratik özerklik olmazsa çözüm olmaz.” “Türkiye üniter yapıyı aşmalıdır” demişti. Yani sözde silah bırakırken de görüşleri hiç değişmemiş.

Öcalan’ın mesajlarında ve Bese Hozat’ın açıklamalarında geçen bu ifadeler devletten kolektif hak ve statü talebidir. Üniter yapının zayıflatılması ve Kürt bölgesi için fiili özerklik hedeflenmektedir.

PKK’nın etnik temelli bölgesel özerklik talebi, Türkiye Cumhuriyeti’nin “tek millet, tek bayrak, tek vatan” ilkesine açıkça aykırıdır.

***********************************

Kimler Eyalet Sistemi İstiyor?

PKK’lılar dilinden düşürmediği “pozitif entegrasyon” veya “demokratik entegrasyon” Avrupa Birliği literatüründe Özerk Bölge veya Eyalet Sistemi demektir.

Kurulacak eyalette etnik kimliği ile kendi yasalarını uygulayacakları ve bugünkü PKK yöneticilerinin yöneteceği bir Kürt özerk bölgesi talebi söz konusu.

2013’te, birinci Çözüm Sürecinde de Öcalan (İmralı Tutanaklarına geçen ifadesinde) aynı talebi yapmış: “Türkiye eyaletlere dönüşmeli. 7 eyaleti Kürt nüfus, 18 eyaleti Türk nüfus, 25 bölge düşünüyorum. Bunların yerel yönetim parlamentoları olmalı” demiş. Bugün de aynısını söylüyor.

Aslında R.T. Erdoğan da 2013’te benzer düşüncesini seslendirmişti: “Eyalet yapılanmaları süratle kalkınmayı getirir. Demokraside siyaseti, siyasi rekabeti getirir. Güçlenme alametidir eyalet. Osmanlı’ya baktığımız zaman Lazistan eyaleti var, Kürdistan eyaleti var. İniyoruz güneye aynı şekilde eyaletleri var. Eyalet sisteminden korkmamalı.”

ABD Ankara Büyükelçisi de durduk yere “Osmanlı’nın Millet Sistemi Türkiye için en uygun modeldir” demedi.

O halde “bir pazarlık yok, bir al-ver süreci değil” ifadesi doğru değildir. Bu ifade doğruysa “taraflar arasında bu konuda bir görüş ayrılığı yok” anlamında algılanabilir.

***********************************

Demokratik Özerklik

“Demokratik Özerklik”, Türkiye’de PKK çizgisindeki yapıların siyasal hedeflerini gizlemek ya da yumuşatmak için sıkça kullandığı bir kavram. Göründüğünden çok daha derin ve radikal bir anlam taşır.

“Katılımcılık, kültürel haklar ve yerel yönetim” üzerinden masumlaştırılan bu model, gerçekte PKK/KCK çizgisinin etnik kimlik temelli federatif bir yapı hedefidir.

PKK/KCK çevresinin geliştirdiği ve ilk olarak 2011 yılında KCK sözleşmesinde kurumsallaştırılan bu modele göre:

Kürtlerin yaşadığı coğrafyalarda kendi kendini yöneten yerel yönetim yapıları kurulur. Bu yerel yönetimler, halk meclisleri, komünler ve yerel kolluk güçleri aracılığıyla çalışır.

Valilik gibi merkezi idareler kaldırılır ya da etkisiz hale getirilir, kararları yerel halk alır. Kürtçe eğitim, yerel yönetim dili olur. Vergi toplama, kolluk gücü oluşturma yetkisi yerel yapılara devredilir.

Yani “demokratik özerklik” gerçekleşirse, bölge sembolik olarak Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde kalacak. Fakat PKK kendi hukukunu, kendi yönetimini ve kendi savunma gücünü oluşturacaktır.

Bu, fiilen üniter devletten kopukluk anlamına gelir.

Bu aşama çok kritiktir. Bunu başarabilirlerse, bu özerk bölgede devlet kurumları oluşturulup güçlendirilecektir. Önce Suriye (Rojava), sonra Irak (KDP bölgesi) ile kültürel ve idari iş birliği ile siyasi, ekonomik ve sosyal bağlar geliştirilecektir.

Uzun vadede dört parçalı Kürdistan’ın birleşmesi amacıyla bir konfederasyon ya da bağımsızlık referandumu için meşru zemin oluşmuş olacaktır.

Başka Yıl Dönümleri

On yıllarım Kuantum Teorisi öğretmekle geçti. Bazen yüksek düzeyde, bazen son sınıflara seçmeli… Yazın sihri midir, geçmiş daha berrak hatırlanıyor ve hatırladıklarımdan biri, her derste tekrarladığım, “1925’te artık aşağı yukarı her şey tamamlanmıştı.” sözümdü. Yeni fark ettim. O “her şey tamamlanmıştı” yılının tam 100’cü dönümündeymişiz!

Kuantum dolanıklığıyla, kuantum bilgisayarlarıyla artçı dalgalarını hâlâ hissettiğimiz o büyük bilim devriminin yıl dönümü. Tesadüfe bakın ki aynı yıllar, izafiyet teorisiyle bir başka bilim devriminin yıllarıdır. Acaba o zamanlarda yaşamak nasıl olurdu diye sık sık düşünmüşümdür.

Her şey art arda olmuş

İşte 1900-1925 arası; hadi Schrödinger ve Dirac’a da ayıp olmasın 1900 – 1930 arası diyelim, o dünya alt üst oldu. Devrim, 1900’de Max Planck’ın siyah cisim ışımasını, ışığın kuantum paketleriyle, “fotonlarla” açıklamasıyla başladı. 1905’te Einstein, fotoelektrik olayı açıklayarak Planck’ı ispat etti sayılır. 125 ve 120 yıl önce. Kuantum teorisinin tutarlı ve matematiğe dayalı izahı 1925’te Heisenberg’in “Matris Mekaniği” ile geldi. Bir yıl sonra Schrödinger ve en sonunda Dirac’ın kuantum teorisinin kendi matematiğiyle devrim tamamlandı.

Heisenberg’in makalesinin adı, Über quantentheoretische Umdeutung kinematischer und mechanischer Beziehungen (Hareket ve mekanik ilişkilerin Kuantum Teorisiyle yeniden yorumu). Zeitschrift für Physik dergisinin 9 Temmuz 1925 tarihli sayısında yayımlanmış. Üç gün sonra 100. yıldönümü! “Yeniden yorum” ki ne yeniden yorum!

Herkesin evreni kendine

Planck, Heisenberg, Schrödinger, Dirac ve diğerleri, Kuantum Teorisi’ni kurarken bu teori kadar çarpıcı bir başka dünyanın anahtarını da Einstein çeviriyordu. Einstein için harikalar yılı denilen yıl, 1905. Bir yıl içinde, fotoelektrik olayın fotonlarla açıklanması, sıvıdaki küçük taneciklerin rastgele hareketinin (Brown Hareketi) atomlar ve istatistik mekanikle açıklanması, özel izafiyet teorisi ve meşhur E = mc2. Bu yıl bütün bunların 120. yıl dönümü.

Gerçekten 20. asrın başına kadar, tabiatın nasıl çalıştığını tamamıyla çözdüğümüzü sanıyorduk. Maddeye Newton kanunları hâkimdi. Onun üç kanunu artı yer çekimi. Bir de ışık ve diğer elektromanyetik dalgaların dünyası vardı. O dünyada da Maxwell’in dalga denklemi hüküm sürüyordu. Hani 19. asrın sonu, 20. asrın başının çok satan kitabı, Ludwig Buchner’in Madde ve Kuvvet’inin (Kraft und Stoff) tasvir ettiği dünyalar. Bizim entelektüel tarihimizde de epey ağırlığı vardır.

İşte bu durmuş oturmuş, materyalist muhafazakâr dünya, 1900-1930 arasında tamamen tepetaklak geliyor. Hüküm şu: Sizin Newton kanunlarınız, Maxwell kanunlarınız, işgal ettiğiniz 1 metre, 1 kilo, birkaç kilometre saatlik evreninizin kanunları. O evrende o kanunlarla mutlu mesut yaşayın. Fakat atomların dünyasına, yani metrenin milyarda birine (nanometre), on milyarda birine (angstrom) inerseniz Kuantum Teorisi kullanmak zorundasınız. Işık hızı civarlarına, astronomik kütlelere çıktığınızda da İzafiyet Teorisi. Newton ve Maxwell, sizin alttan ve üstten sınırlı evreninizin kanunları. Daha doğrusu sizin evreninizin yaklaşık kuralları.

Bilim ve şiir

Bu hâli şairler de anlattı. Meşhur İngiliz Şair Alexander Pope (1688-1744) şöyle yazmıştı:

Doğayı gizliyordu karanlık gece,

Tanrı, “Newton olsun,” dedi, aydınlandı bilmece.

Tevrat’taki yaratılışta, Tanrı “Işık olsun” der ve evren oluşur… Pope’un doğumu Newton’un Principia’sının yayım tarihinden bir yıl sonra. Principia da bir Temmuz günü, 5 Temmuz 1687’de yayımlanmış. Yıl dönümü dündü.

Kuantum ve izafiyet devrimlerinden sonra bir başka şair, Sir John Collings Squire (1884- 1958) Pope’a cevap vermiş:

Ama bu uzun sürmedi, şeytan kükredi “Ko!”

Einstein olsun!” ve geri geldi statüko.

Collings, doğum-ölüm tarihlerinden görüleceği gibi bütün devrimi yaşamış.

Acaba biz bugün hangi bilim devrimlerini yaşıyoruz? Geleceğin dünyası 21. asrın ilk çeyreğine, bizim 20. asrın ilk çeyreğine baktığımız gibi hayretle mi bakacak?

_________________________

Not: Şiirlerin asılları şöyle:

Nature and nature’s laws lay hid in night,

God said, “Let Newton be,” and all was light.

— Alexander Pope

It did not last; the devil howling “Ho!

Let Einstein be!” restored the status quo.

— Sir John Collings Squire

İki şairin de benim kötü tercümeme itiraz edecek hâlleri yok.

Öğrencilere Zorunlu Okul Kıyafeti

Bilindiği üzere şimdiye kadar, Millî Eğitim Bakanlığına bağlı, ilkokul, ortaokul ve liselerde öğrenciler serbest okul kıyafeti ile okullarına gitmekteydiler. Serbest okul kıyafetlerinde yaşanan bazı sıkıntılardan ötürü, Milli Eğitim Bakanlığı ilgili yönetmelikte değişikliğe gitti.

“Millî Eğitim Bakanlığı’na Bağlı Okul Öğrencilerinin Kılık ve Kıyafetlerine Dair Yönetmelikte Değişiklik Yapılması Hakkında Yönetmelik”, Resmî Gazete’ de yayımlandı.

İlgili yönetmeliğin üçüncü maddesinde şu hükümler yer almaktadır:

(1)İlkokul, ortaokul ve liselerde öğrenciler için okul kıyafeti; okul-aile birliği yönetim kurulunun ve ikinci dönem başında yapılacak öğretmenler kurulunda öğretmenlerin de görüşü alınarak özel işaret, baskı ve desen gibi kısıtlayıcı ayrıntılara yer verilmeden okul müdürlüğünce belirlenir. Belirlenen okul kıyafeti görseli okulun internet sayfasında yayımlanır. Belirlenen okul kıyafeti görseli okulun internet sayfasında yayımlanır.

(2) Belirlenen okul kıyafeti 4 eğitim ve öğretim yılı geçmeden değiştirilemez.

(3) Okul kıyafeti değiştirildiğinde ara sınıflardaki öğrenciler bir üst öğrenim kademesine geçinceye kadar mevcut okul kıyafetini giymeye devam edebilir.

(4) Belirlenen okul kıyafeti 1739 sayılı Kanunda yer alan genel ve özel amaçlar ile temel ilkeler doğrultusunda; ekonomik, sade, kullanışlı, kolay temin edilebilir ve pedagojik esaslara uygun olmalıdır.

(5) Okul öncesi eğitim kurumları ve özel eğitim okullarındaki öğrenciler, yaş grubu özelliklerine uygun, temiz ve düzenli bir kıyafet giyer.

(6) Öğrenciler, öğrenim gördükleri programın özelliğine göre atölye, işlik, laboratuvar ve işyerlerinde okul yönetiminin onayı ile önlük, tulum veya yapılan işin özelliğine uygun kıyafet giyer.

(7) Sağlık özrü bulunan ve bu durumu belgelendiren öğrencilerin özürlerinin gerektirdiği şekilde giyinmelerine izin verilir.

(8) Özel gün, hafta ve kutlamalarda ders içi ve ders dışı faaliyetlerde kullanılmak üzere veliye mali yük getirecek özel kıyafet aldırılamaz.

(9) Okul kıyafeti temin edilmesine yönelik olarak okul-aile birliklerince kıyafet satışı ve serbest rekabet şartlarını ihlal eden yaklaşım ve yönlendirmeler yapılamaz.

(10) Bu maddenin uygulanmasına dair ve okul kıyafeti ile ilgili diğer hususları içerir usul ve esaslar Millî Eğitim Bakanlığı tarafından belirlenir.

Böylece 6 Aralık 2024 tarihinde yapılan yönetmelik değişikliği ile 2025-2026 Eğitim-Öğretim yılından itibaren “okul kıyafeti” uygulamasına geçilecektir.

Buna göre, “ilkokul, ortaokul ve liselerde” öğrenciler için okul kıyafeti, okul-aile birliği yönetim kurulunun ve ikinci dönem başında yapılacak öğretmenler kurulunda öğretmenlerin de görüşü alınarak, özel işaret, baskı ve desen gibi kısıtlayıcı ayrıntılara yer verilmeden okul müdürlüğünce belirlenecektir.

Belirlenen okul kıyafeti görseli, okulun internet sitesinde yayımlanacak ve 4 eğitim ve öğretim yılı geçmeden değiştirilemeyecektir.

Okul kıyafeti değiştirildiğinde, ara sınıflardaki öğrenciler bir üst öğrenim kademesine geçinceye kadar mevcut okul kıyafetlerini giymeye devam edebilecektir.

Veliye mali yük getirecek özel kıyafet aldırılamayacak. Belirlenen okul kıyafeti, “ekonomik, sade, kullanışlı, kolay temin edilebilir ve pedagojik esaslara uygun olacaktır.”

Sağlık özrü bulunan ve bu durumu belgelendiren öğrenciler,  özürlerinin gerektirdiği şekilde kıyafet giyebilecektir.

Özel gün, hafta ve kutlamalarda, ders içi ve ders dışı faaliyetlerde kullanılmak üzere veliye mali yük getirecek özel kıyafet aldırılamayacaktır.

Okul-aile birliklerince kıyafet satışı ve serbest rekabet şartlarını ihlal eden yaklaşım ve yönlendirmeler yapılamayacaktır.

Öğrenciler, öğrenim gördükleri programın özelliğine göre atölye, işlik, laboratuvar ve iş yerlerinde okul yönetiminin onayı ile önlük, tulum veya yapılan işin özelliğine uygun kıyafet giyebilecektir.

Öğrenciler, öğrenim gördükleri okulun arması ve rozeti dışında nişan, arma, sembol, rozet ve benzeri takılar takamayacaktır.

Öğrenciler, insan sağlığını olumsuz yönde etkileyen ve mevsim şartlarına uygun olmayan kıyafetler giyemeyecek.

Öğrenciler, yırtık veya delikli kıyafetler ile şeffaf kıyafetler giyemeyecek.

Öğrenciler vücut hatlarını belli eden şort, tayt gibi kıyafetler ile diz üstü etek, derin yırtmaçlı etek, kısa pantolon, kolsuz tişört ve kolsuz gömlek giyemeyecek.

Öğrencilerin okullarda yüzü açık olacak.

Öğrenciler, siyasî sembol içeren simge, şekil ve yazıların yer aldığı fular, bere, şapka, çanta ve benzeri materyalleri kullanamayacak; saç boyama, vücuda dövme ve makyaj yapamayacak, pirsing takamayacak, bıyık ve sakal bırakamayacak.

Okul öncesi eğitim kurumlarında ve ilkokullarda okul içinde baş açık bulundurulacak.

Bu yönetmeliğin 1. maddesi uyarınca ;  “Millî Eğitim Bakanlığına bağlı resmî ve özel okul öncesi, ilkokul, ortaokul ve lise öğrencilerinin kılık ve kıyafetlerine dair usûl ve esaslar, ilgili yönetmeliğe uymak zorundadır.

Yeni okul kıyafetlerinin, öğrencilerimize ve velilerimize külfet getirmeyecek ve  kolaylık sağlayacak rahatlıkta, zevklerine göre tespit edilmesini temenni ediyorum.

Evrensel İnkisar

Vefâsızlık kol geziyor burçlarda..

Harçlardan kan gibi sızıyor sevdâsızlık.

 Öksüz bir cümle gibi geldim kapına,

Bağışla da gitsin bir insan kasabına.

 Sitem bir kanserojen maddedir ciğerim,

Bıraksalar öfkemin yüreğini yerim.

 Sarışınlığın bir çığlık gibi korkutuyor beni,

Sanki evren boydan boya deve dikeni.

 Dünyanın glôbal bir tabut olması haktır;

Bir gün bizim de doğrama atölyelerimiz olacaktır!

  Sen beni bilirsin, yağmurumu gördün;

Ben soğuk yedim dedim, sen öksürdün.

Nöbetçi subayımız Brütüs’tür a efendi!

Lâkin bıçaklarımız yüzyıllarca lekelendi.

 “Sende mi” deme sakın “sende mi” deme!

Uykusuzluğu müntehir düşlerle ödeme.

  Ve rüyâlarını kızıl bir kıyamete yor;

Zirâ burçlarda vefâsızlık kol geziyor..

          6 Temmuz 1997 – Bahçecik Seymen

Düştük Elhamdülillah

Bir hata yapılıyor. Ülkenin ekonomisi dara giriyor. Hata niçin yapılıyor? Demek ki ekonomiyi yönetenin ekonomiden haberi yok. Fakat bildiğini zannediyor. En basit izah bu. Bir sonuca sebep aranırken seçenekler arasında en basiti tercih edilir. Buna bilim felsefesinde Occam’ın Usturası denir. Hatayı izah etmenin en basit seçeneği, yapanın işi bilmemesi, becerememesidir; değil mi?

Fakat biz “siyaset” yapıyoruz! O hâlde işleri karıştıracağız. Önce yandaşların, sonra muhaliflerin açıklamalarını ele alacağım.

Yandaş der ki: Bilerek yapıyoruz

Yandaşlar diyor ki:

Bilerek yapıyoruz. Tam on ikiden vuruyoruz. Gerçi dış güçler bize saldırıyor ama zarar yok. Biz on ikiden vurduğumuz için hamdolsun başaracağız.

Şimdi hedefi on ikiden vurmanın da iki yolu var. Birincisi şöyle: İç içe halkalar vardır karşınızda. Ustaysanız, iyi nişancıysanız  oku atarsınız ve o dairelerin tam merkezindeki, en küçük, kıpkırmızı boyalı daireyi vurursunuz. Fakat beceriksizsiniz. Ok atmayı da yay tutmayı da bilmiyorsunuz. Ama her yaptığınızın pek esaslı, pek başarılı olduğunu söylemeniz gerekiyor. Çünkü siz yanılmazsınız. Büyük adamsınız. O zaman oku atarsınız. Ok gider bir yere saplanır. Yandaşlarınız hemen ellerinde fırçalar ve teneke teneke boyalarla koşarlar; okun o düştüğü yerin çevresine halkalar çizerler, saplandığı yere de koyu kırmızı bir daire: İşte gördünüz mü? Ne güzel yaptık değil mi? Dış güçler kudursun; biz bu işi iyi biliriz.

Sıfır Elhamdülillah

Okun düştüğü yere halka çizmenin bir başka yolunu Nasrettin Hoca bize öğretmişti. Geçenlerde İbrahim Kiras üstat da yazdı. Hoca eşekten düşmüş. Ahbapları koşuşmuş, “Ne oldu hoca, geçmiş olsun.” demişler. Hocanın cevabı: “Ben zaten inecektim.”

Zaten bilerek yapmasaydı her olan bitenin ardından “hamdolsun, elhamdülillah” der miydi?

Bu noktada aklıma, Suudi Arabistan’da, üniversitede hocalığım sırasında başımdan geçen bir olay geldi. Benim dersimde, kimyada, pek başarılı olmayan bir öğrencime, matematik vize sınavından kaç aldın diye sormuştum. Cevabı unutamam: “Sıfır elhamdülillah”.  Bu benim kulaklarıma biraz garip geldi ama sonra düşündüm; çocuğun söylediği doğruydu. Hayır da şer de Allah’tan geldiği için ve hamd sadece Allah’a mahsus olduğuna göre söylediğinde yanlış bir şey yoktu. “Şükr” demiyordu ki.

Buraya kadar yandaşların anlattıkları, düşündükleri idi. Bunlara ne kadar inanıyorlar; bilemem. Şimdi gelelim muhaliflere.

Muhalif der ki: Bilerek yapıyorlar

Muhalifler diyor ki:

Bilerek yapıyorlar. Bakın burada yandaşla muhalif aynı şeyi söylüyor. Fakat ikincisinde açıklamalar farklı. “Ülkenin varlıklarını ucuzlatıp BAE ve Katar’a satacaklar.” “Bol bol dolar aldılar, şimdi kâr edecekler.” “Beş kafadarlar ülkedeki diğer şirketleri de satın alacaklar; onlar nasıl olsa dolar alıyor…”

Peki, ben ne diyorum?

Yandaşları anladık. İktidar ne yaparsa yapsın, onların alkış tutması, helal olsun falan demesi lazım. Bu beklenen bir şey.

Peki, muhalifler haklı mı? Hiç sanmıyorum. Onlar da hata yapıyor. Sadece bilgisizlikten ve beceriksizlikten yapılanlara bir sebep bulmaya, akıllı bir açıklama getirmeye çalışıyorlar. Aklın olmadığı yerde akıl hayal ediyorlar.

Bu pek insanca bir şey. Bakınız nasıl.

Akıl teorisi

İki- üç yazımda bir tekrarlıyorum: İnsan bir toplum yaratığıdır. Dolayısıyla beynimizin devreleri doğuştan toplum içinde uyuma, karşımızdakinin duygusunu, hissini anlamaya göre kurulmuştur. Biz kendimizi karşımızdakinin yerine koyup onun nasıl düşündüğüne nüfuz ederiz. Buna psikolojide “Theory of Mind- Akıl Teorisi veya Zihin Teorisi” deniyor. Yanlı anlaşılmasın, psikoloji bilimin teorisi değil, bir insanın diğerinde akıl olduğunu kabul etmesi. Bu kabule teori diyoruz. Karşımızdakinin duyup düşündüğünü anlamak. Muhakkak ki ilişkilerde son derece yararlı bir şey.

Ancak aynı teori bazen bizi yanıltıyor. İşte bu komplo hikâyelerini anlatan ve onlara inananların yanıldıkları gibi. Düpedüz bir hatanın, beceriksizliğin arkasında akıl var sanıyorlar.

Pek aydınlık günlerde değiliz. Neşelenmek zor. Yüzlerinize biraz olsun bir tebessüm getirebilmek için bir başka hikâyeyi anlatayım. İki bilim adamı, Daniel Kahneman ve Amos Tversky, insanların doğal yapılarından ötürü yaptıkları hatalar üzerindeki çalışmalarıyla öne çıktılar. Psikoloji, ekonomi ve istatistik dallarının kesişme noktasında… Davranış Ekonomisi denilen yeni alanı da icat ettiler. Kahneman 2002’de Nobel Ekonomi ödülünü aldı. Tversky birkaç yıl önce vefat ettiği için mahrum kaldı.

İşte bu ikili, bir uluslararası bilim kongresinde çalışmalarını anlatacaklar. Programda isimleri ve bildirilerinin başlığı var. Toplantı başlamadan önce bir başka bilim adamıyla aralarında şu konuşma geçiyor:

– Konunuz Yapay Zekâ mı?

Cevap veriyorlar:

– Hayır, tabii aptallık.

___________________

Not: Bu yazıyı 4 Eylül 2023 tarihinde yazmışım. Fakat her nedense yayıma göndermemişim. Baktım. Hâlâ güncel. Takdirinize sunarım. Bu yazıyı yazdıktan 7 ay kadar sonra, 27 Mart 2024’te Kahneman vefat etmiş.

Soykırımı Lanetliyorum Ama !!!!

Müslüman Boşnaklar, Batı’nın ve Rusya’nın desteğini arkasına alan Sırplar ve Hırvatlar tarafından soykırıma tabi tutuldular…

Tek suçları Müslüman olmak ve düşmanları tarafından “Türk” görülmek idi…

“Srebrenica Katliamı” bu soykırımın adeta zirvesi oldu…11 Temmuz bu katliamın yıldönümü… Ölenleri rahmetle anıyor ve kardeşlerimin acısını paylaşıyorum…

Ancak şu soruyu hepimize de, soruyorum; Boşnaklar böyle bir zulümle karşılaşmak için neleri ihmal etmişlerdi? Gaflet ve dalalet içindemiydiler? Gereken tedbirleri almaktan imtina mı, etmişlerdi? Yani kısaca iğneyi karşı tarafa batıralım ama çuvaldızı da her daim kendimiz için hazır tutalım…

Bunu niye söylüyorum, biz Türk Milleti Boşnakların soykırım öncesindeki ruh ve zihin yapısındayız diye düşünüyorum…

Onlarda “böyle bir şey olmaz diyorlardı” ama oldu… Türkiye’nin gidişi de, gidiş değil… Akıl tutulması yaşıyoruz… Allah sonumuzu hayreylesin!!!

“Diye tam 7 yıl önce söylemişim ama inşallah ben yanılıyorumdur! Zira son yaptığım Bosna ziyaretimde gençlerin bu soykırımı unuttuklarına ve Sırp-Hırvat gençleri ile yakınlaştıklarına bizzat gözlerimle şahit oldum… Unutmayın ki, gaflet büyük sıkıntıların öncüsüdür!”