8.5 C
Kocaeli
Pazartesi, Mayıs 12, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 22

Alt Akıl

Akıl, akl-ı selim, akıl yürütme… Bunların temel bileşeni sebep-sonuç fikridir. Gözlediğimiz sonuçların sebeplerini bulmaya çalışırız ki gerektiğinde değiştirebilelim. Bu bilim için de geçerli. Zaten bilim, yukarıda saydığım ve içinde “akıl” geçen şeylerin daha resmî, daha kurumlaşmış halinden ibarettir.

Zor işler bunlar. Sonuçların sebeplerini bulmak. Son derece karmaşık. Bir sonucun birçok sebebi oluyor, o birçok sebebin de birçok sebebi. Sonra sonuç da başka sonuçların sebebi oluyor. Daha daha: Sonuçlar sebepleri geri besleyebiliyor veya tersine sonuç sebebi öldürebiliyor. Pozitif ve negatif geri besleme… Bilim zor iş. Akıl yürütme bile kolay iş değil.

İnsanlar zorlanınca kaçamak yollar arıyorlar. Hatırlayacaksınız adamın biri “Fiyatları Allah arttırıyor!” diye bağırıyordu geçende. Ne yani, tutup ekonomi mi öğrenecek bey baba! Sorumluluğu Allah’a yükle, rahat et. Mustafa Çağrıcı Hocamız bir köşe yazısında Müslüman Zihninin Kilitlenişi (Closing of the Muslim Mind) kitabından söz ediyordu (https://bit.ly/kilitlenisi ) O kitabın hemen başında da “sebep-sonuç, sebep- sonuç” diye bir ağlaşma vardır. Ziya Paşa “İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez / Zîrâ bu terâzî o kadar sıkleti çekmez ” demiş ve güzel söylemiş ama bunu bütün problemlerimize genişletmek abes. Bu kaçış sadece Müslümanlarda yok. Popper’in “Her karmaşık problemin basit bir çözümü vardır ve o çözüm yanlıştır.” sözü de aynı kolaycılığa işaret eder.

Sizin aklınız ermez

Komplo teorileri tam bu yüzden bu kadar revaç buluyor bence. Fiyatları dış güçler arttırıyor; olmadı Bill Gates yükseltiyor. En güzeli de “üst akıl yükseltiyor.”. Bu üst akıl lafı ilk telaffuz edildiğinde saftorik bir azınlığa ait sanmıştım. Sonra ne göreyim, yandaş medyada ciddî ciddî üst akıl, üst aklın cinsleri falan tartışılıyor. Şüphesiz, sorumluluktan ve düşünmekten kaçmak için çok kullanışlı bir kavram. Oturup kitabını yazmıştım: Alt Akıl- Aptallar ve Diktatörler (Panama 2017).

Demokrasilerde iktidarlar yapıp ettiklerin halka izah ederler. Kendilerini sadece seçimden seçime değil attıkları her adımda halkın manevî olurunu almak zorunda hissederler. Hesap verirler. Bu yüzden demokrasiler hükümet politikalarının kamuoyunda sürekli irdelendiği, tartışıldığı ülkelerdir. Bunu yapmazlarsa iktidarlar meşruiyetlerinin zedelendiğini hissederler.

Zihnin kilitlendiği ülkelerde ise sorumluluk insanların kendi akıllarının dışındaki bazı akıllara atılıyor. Hatta nasıl, niçin diye soranlar azarlanıyor. Kimin adına? Devlet aklı adına! Derin devlet adına! İktidar için ne büyük kolaylık. Dış güçlerle bu akıllar bir araya gelince sorumlunun hiç mi hiç kabahati kalmıyor. “Vallahi ben yapmadım derin devletin işi.” Hatta “Herkes mi bilecek bu işleri. Halkın aklı ermez. Susun oturun. Devlet aklı bu! Ne haddinize!”.

Yerli ve milli derin devlet

Hele “derin devlet”. En büyük Amerikan ansiklopedisi Webster’e baktım. Derin devlet “deep state” sözlerini aradım. Buldum da. Şöyle açıklıyor: “Özellikle seçilmemiş devlet görevlilerinden ve bazan sivil kişilerden (finans sektöründen ve savunma sanayiinden) kişilerden oluştuğu iddia edilen ve hükümet politikasını etkileyen ve icra eden gizli bir örgüt “ Sonra örnek niyetine bir alıntı veriyor, “… bu özellikleriyle isimsiz bürokratlar bir süperhükümet teşkil ediyor. Bu korkutucu bir gidiş.” diye devam ediyor.

Demek ki yalnız biz değiliz diye düşündüm. Webster’de bir de Kelimenin Tarihi diye bir sekme var. Oraya baktım. Ne göreyim! Aynen şöyle yazıyor: Etimoloji: Türkçe “derin devlet”in tercümesi. Eh ne kadar övünsek azdır. Hadi yoğurt, dolma falan maddi şeyler. Dünya sözlüklerine kavram vermek daha aşkın bir başarı. “Dolmuş” bunlardan biriydi. Oxford sözlüğünde (oed.com) geçiyor ama hiçbiri “derin devlet” gibi derin bir kavramın yerini tutmaz.

Aksaçlılar meclisi

Derin devletin arkasındaki daha da derini var: “Aksaçlılar Meclisi”. Rahmetli Ömer Lütfü Mete ile genç dostum, tescilli dâhi Mete Aksoy’un bir senaryo yazarken icat ettikleri kurmaca kavram. Fakat onlar uydurduktan sonra sayın halkımız inanmış. Mete, “Vallahi de billahi de biz uydurduk, yok öyle bir şey.” dese de insanlar “Hadi hadi… Öyle diyeceksiniz tabii.” havasına girmişler. Birisi de benim o meclisin üyesi olduğumdan emindi. Ne yani, ak saçlı değil miyim?

Mete Facebook sayfasında aksaçlılar’ı nasıl icat ettiğini anlatmış:

“Yıl 2006 olmalı. Ömer Lütfi Mete abi ile senaryo yazıyoruz. … Ben, ‘abi Azerbaycanda bilge insanlara aksakal ve bilge kadınlara da ağmirçek, yani aksaçlı/akkahküllü denir’ dedim. O da ‘Harika! Aksaçlı olsun’ dedi. … Daha sonra Ömer abi Kurtlar Vadisi ekibine geçti bana da ‘Mete bizim bu aksaçlı hikayesini Kurtlar Vadisi’nde kullanacağım’ dedi. Ben de ‘süper olur abi’ dedim.

Kurtlar Vadisi’nde çıktıktan sonra Aksaçlılar aldı yürüdü. Şimdi devleti, Ömer abi ve benim uydurduğum bu adamların yönettiğine inanan milyonlarca insan var…

Kafka romanı gibi yemin ediyorum…

Not: Söylediklerim gerçektir. Şahitler de var.”

Hadi hadi.. Öyle diyeceksin tabii.


¹Sık yapılan bir hata: “Akl-ı selim adam” denmez. Akl-ı selim, selim akıl demektir. Dolayısıyla “selim akıl adam” olmaz. Doğrusu: “akl-ı selim sahibi adam”.

Günlükler: Müzik Ve Edebiyatla Yürüyen Sanatçı Fırat Kzıltuğ

Benim ile aynı yaş grubunda olanlar 1960’lı yıllarda bir fırtına gibi esen iki melodiyi çok iyi hatırlayacaklardır. Bunlardan ilki İspanyol Sanatçı Joqquin Rodrigo ve onun gitar konçertosu. İkincisi ise I Font My Love İn Portofino adlı şarkısıyla İtalyan sanatçılar Leo Chisoso ve Fred Buscagline’nin yıllarca moda olacak, dünyayı kasıp kavuracak sözkonusuysa müzik çalışmasıydı. Bu şarkı ile daha önce köy olan Portofino bugün İtalya’nın bir turizm merkezi halinde milyonlarca turisti ağırlıyor ve bu şarkı hala sokaklarda dinleniyor. Eşim ile birlikte Portofino’ya özellikle giderek bunu bizzat yaşadım.

Bizim böyle sanatçılarımız var mı? Elbette var! Ancak sahipsiz, inatla tek başına. Sadece sorumluluğunun gereğini yerine getirmiş bir aydın olarak yüreği rahat söz konusuysa sanatçının. İşte Fırat Kızıltuğ buna en şık örnek. Bir müzik akademisinin rektörü, dekanı gibi sorumluluğunun farkında, yaptı hizmeti ise ancak meslektaşları algılayabilirdi eğer anlayabilirlerse. Viyolenseli Türk Sanat Müziği korosunda yer veren sanatçı Fırat Hoca. Dolayısıyla Münir Nurettin Selçuk ve Nesrin Sipahi’nin Fırat Kızıltuğ olmazsa olmazlardandı. Sanatçı Fikret Kızılok bir eserini seslendirirken sadece Fırat Kızıltuğ’u tercih etti. Dünyanın muhtelif yerlerinde konserlere iştirak eden Fırat Kızıltuğ Türk dünyasına daha özel bir yer ayırırdı. Özellikle Azerbaycan apayrı idiydi Fırat Kızıltuğ için. Hakka yürüyen onca sanatçıyı çok iyi okumuş, hayattakilerle kavi dostluklar kurmuştu. Mesela benim de dostum Azerbaycan Yazarlar Birliği Başkanı Anar Rızayev öyle idi. Ama Bahtiyar Vahapzade’nin, Mehmet Aslan’ın, Sabir’in, Nizami’nin, Cabbarlı’nın dizelerini, yazılarını, anılarını öyle bir anlatırdı ki bölge diliyle hayranlıkla izler, hiç bitmesin isterdiniz. Sadece bu mu? Hayır! elbette. Sanatçı arkadaşı Necdet Yaşar için de öyleydi. Bu tanbur sanatçısı arkadaşının, ülkemizin yüz akı münevverinin anılarını kitaplaştırdı, yayınladı. Necdet Yaşar’ın da Gaziantep şivesiyle şakalarını, anekdotlarını, latifelerini öyle bir anlatırdı ki sorularınızla daha fazla uzamasını dilerdiniz.

Fırat Bey’in çok geniş bir dost birikimi, önemli muhiti ve soluklu bir çevresi vardı. İlk tanıştığımızda Kilisli olduğumu öğrenince kentimizle olan alakamı öğrenmek istedi. Anlattım. “O zaman şair, yazar, entelektüel Hasan Şahmaranoğlu’nu tanır mısın? Benim dostumdur” demez mi? Çok sevindim yaşıtı olan hemşerimiz bir aydınımızı tanımasına. Hemen telefonumla Hasan Şahmaranoğlu ustayı arayarak onları buluşturdum. Meğer yıllarca mektupla yazışmışlar, birbirlerine çalışmalarını anlatarak hukuklarını kavileştirmişler. Daha sonraki buluşmalarımızda ise her ikisi de birbiri hakkında benden bilgi alır, hal hatır sorarlardı.

Memleketi Bayburt’u hiç ama hiç ihmal etmedi. Öyle dostlar biriktirmişti ki Fırat Kızıltuğ böyle bir dost galerisi de ancak böylesi birine yakışırdı.

Kendisiyle her salı gün Cağaloğlu Akıl Fikir Yayınlarında sohbetler ederdik. Fırat Hoca konuşur bizler dinlerdik. Saatin nasıl geçtiğini ancak han kapanırken fark edebilirdik. Üstelik 80 yaşını aşmıştı o yıllarda ve bu mahvili hiç ihmal etmedi, hep saatinde geldi. Sağlığı dostlarından, taze aydınlardan hiç de kıymetli değildi belki. Ancak bir defasında Anadolu yakasındaki evine dönerken rahatsızlanıp, hastaneye kaldırılması hepimizi panikletti. Tam bir şehirliydi, beyefendiydi, hayatı doya doya istediği gibi yaşadı. Kontrollüydü. Titizdi, Bir kelimenin arka planına kadar düşünürdü.

Yüreği gibi evi de dostlarına açıktı. Sizi tanıdıktan sonra artık geri dönülmez bir sevgi, muhabbet, ufuk, güzellik ve iyilik hamulesi içinde girmişsiniz demekti. Kendisine son iki anı-romanım Tut Elimi Killize ve Öp Beni Asitane kitabımı vermiştim. Okuması bile benim için süpriz idi, üstelik o yaşta. Değildi ama, yazılarıyla değerlendi üstelikti. Her ikisi de yapmıştı. Zaman dilimi dördüncü yeğleyin ortasındaydı. Bana demez mi “Mehmet Bey kitaplarında Fransız Standal lezzeti buldum. Tebrik ederim. Standal’ın Kırmızı Siyah ve Parma Manastırı romanlarındaki gibi çok kahraman var. Bu bir ayrıcalık ve özelliktir!” Mahcup mu oldum, sevindim mi ikilem arasında panikleyip durdum. Bir müzisyenin ulusal edebiyat kadar batı edebiyatını takip etmesi, gerçekten fevkalade bir şey. Sonra milli ediplerimizi; Cemil Meriç, Ahmet Kabaklı, Nihal Atsız hemen aklıma gelen. Nihayetinde bir kitabı kıyas ile değerlendirmesi. Böylesine bir birikim olmasa mümkünü yoktu. Bu bizde unutulan bir gelişme. Dostların birbirinin evini ve ailesini tanımaması mesela. Hala insanlarımız 1960 model ideolojilerle sanatı, kültürü ve medeniyet hareketini esir almış, bırakmıyorlar. Fırat Kızıltuğ bu sahifeyi katlayıp, masada bıraktı. Kendisi mütevazi idi ama, muhafazakar veyahut devrimci bilinen sanatçıların önüne geçti. Repertuvarını genişletti. Bestelediği eserler sayılara mağlup oldu. Çok sesli eserleri, basılmış ve bestelenen eserleri, hele hele bizde çantada keklik olarak görülüp ihmal edilen çocuk besteleri ve gençlik şarkıları. Ne kadar önemli ve ne müthiş çalışmalar. Vefatından sonra bilgisayarında buldu Menekşe Özkaya Tutum; Dede Korkut Senfonisi. Müsiki de devrim yapacak bir sanat çalışması. Sonra Necip Fazıl’ın dizelerindeki Zindandan Mehmet’e Mektup da öyle.

Sanırım bu önce İstanbul’da, sonra Türkiye’de, Türk Dünyasında ve nihayet bir rüzğar gibi dünyayı dolaşıp duracak. Rodrigonun Gitar Koncertosunu da, Portofino’yu da aşacak.

Sanatçı ve yazar Fırat Kızıltuğ merhum (13 Ocak 1935-25 Ekim 2024) yaşasaydı iki ay sonra 90 yaşına girecekti. Sanatçı doksanıncı doğum yıldönümünde İstanbul Türkiye Edebiyat Vakfında bir program anıldı. Programın lokomotifi Eskader Başkanı Sayın Fatma Ersen Yargıcı’ydı. Bu vesileyle başta aile mensupları, sanatseverler ve dostları bir araya geldi. Fırat Kızıltuğ müzik ve edebiyatı birlikte yürüten bir sanatçıydı. Akıl Fikir Yayınları da sanatçımızın eserleri üzerine dostlarından birer makele, bir röportaj ve bir söyleşiyle de sanatçımızın eserlerini (müzik ve edebiyat) referans gösterdiği (FIRAT KIZILTUĞ HOCA-90 Yaşında) bir kitapla önemli katkı verdi. Allah rahmet etsin.

Asimetrik Hukuk Düzeni

                Ülkemizde son yıllarda hukuk yönünden alışık olmadığımız, uygulamalar yaşanıyor. Bir zamanlar DEM Partisini kapatmıyor diye Anayasa Mahkemesinin kapatılmasını isteyenler, şimdi PKK’nın meclisteki uzantısı DEM kanalıyla yaşlı, çocuk, asker, polis demeden kırk bin kişinin katili Öcalan’ı TBMM kürsüsünden PKK’ya silah bıraktırması için çağrıda bulunuyor. 26 yıldır İmralı’da danalar gibi beslenen bebek katilinin sözlerini dağdaki PKK’nın ağababaları dinler mi dersiniz? Olmaz ya hadi onlar dinledi, yıllardır o bölgeye PKK’nın üs kurması için binlerce TIR silah yığan ABD bu işe karşılıksız razı olur mu dersiniz? Eğer bunun bir karşılığı olacaksa; devlet yetkilileri bunu oldu-bitti ’ye getirmeden yüce Türk Milletine açıklamak zorundalar.

                Anlaşılamayan diğer bir konu, bir devlet kadrosunda görev alacak müstahdemden dahi savcılıklarca sabıka kaydı istenirken, genellikle Güneydoğu Anadolu bölgesindeki bazı belediye başkanlarından bu belgeler istenmiyor mu, eğer isteniyorsa bu bölgedeki belediye başkanlarını terörle iltisaklandırmak ve yerlerine “KAYYUM” atamak nasıl izah edilir, doğrusu bu olayı da yetkililer vuzuha kavuşturulmak zorunda.

Kartalkaya’da Otel Yangını

                Dünya milletleri arasında işyeri kazalarında, tabi afetlerde, trafik kazaları ve maden kazaları vbg. Olaylarda tedbirsizlik ve nemelazımcılık yönünden rekor üzerine rekor kırıyoruz. Türk milletinin ferdi ve düşünen bir kişi olarak utanmamak elde değil. En son Bolu Kartalkaya’daki otel yangınında 36’sı çocuk, 78 vatandaşımızı kaybettik. Hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet diliyorum. Ancak hâlâ yangında bir sorumlunun çıkmaması enteresan bir hadise. Otelleri denetlemek Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı olmasına rağmen, aradan bunca zaman geçti hâlâ ortada yangının direk sorumlusu bulunamıyor. Görevini yapmış olmasına rağmen şu anda tek suçlu görünen makam Bolu İtfaiyesi. Turizm Bakanına istifa edecek misiniz diye sorulduğunda bebek ölümlerinden sorumlu “Yeni doğan Çetesi”ni hatırlatarak verdiği cevaba bakar mısınız:  “Sağlık bakanını istifa ettirdi mi ki beni istifa ettirecek.” Pişkinliğin bu kadarına da pes doğrusu.

Ümit Özdağ tutuklanması

                Ümit Özdağ, Antalya’da bir lokantada yemek yerken bir konuşmasından dolayı Cumhur Başkanına hakaret suçlamasıyla savcılıkça soruşturma açılıyor. Soruşturma suçun işlendiği mahalde değil, Cumhurbaşkanının ve Ümit Özdağ’ın ikamet ettiği Ankara’da da değil, her ne hikmetse İstanbul’da,  İstanbul Başsavcılığınca açılıyor. Ankara’daki konuşmasından bir suç bulunamamış olacak ki, daha önceki konuşmalarından bir suç tedarik ediliyor ve bir siyasi partinin genel başkanı Ümit Özdağ tutuklanıyor.

                Soruşturma ve tutuklama silsilesi peş peşe devam ediyor. Ekrem İmamoğlu bir konuşmasında daha henüz mikrofonu elinden bırakmadan, kürsüdeyken hakkında soruşturma açılıyor.

Ayşe Barım davası

                Rekabet Kurumu’nun, menajerlik şirketleri ve cast ajanslarına yönelik “tekelleşme” iddiasıyla başlattığı soruşturma, Ayşe Barım’ın kurucu ortağı olduğu ID İletişim şirketini de dâhil etti. Soruşturma çerçevesinde, İstanbul cumhuriyet savcılığı birçok ünlü oyuncuyu ifade vermek üzere savcılığa çağırdı.

                Sonradan öğreniyoruz ki, tıpkı Ümit Özdağ davasında olduğu gibi Ayşe Barım’ın esas açılan menajerlik soruşturmasından değil de, Gezi Parkı olaylarına sanatçıları yönlendirdiği ve bizzat kendisinin de katıldığı iddiaları ile tutuklandığını.

Teğmenlerin Kılıç Çatma Olayı

Teğmenlerin yemin merasiminden sonra and içmeleri ve kılıç çatmalarından sonra haklarında başlatılan soruşturmada “emre itaatsizlik” denilerek haklarında “disiplinsizlik”ten dolayı ihraç kararı verildi. Teğmenlerin amirleri Alay Komutan Vekili Albay Alper Topsakal, Tabur Komutanı Yarbay Halit Türkoğlu ve Bölük Komutanı Binbaşı Murat Öztürk ise: “teğmenlere emir vermeyerek disiplinsizliği önlemedikleri” gerekçesiyle ihraç edildi. Ortada emir olmadığı halde emre itaatsizlik suçu nasıl işleniyor anlaşılması güç bir mesele. Doğrusu resmi elbisenin üzerine cübbe giyip tarikat evlerine giden, hakkında hiçbir kovuşturma ve soruşturma açılmayan general örneği duruyorken.

                Şaibeli Ak Partili belediye Başkanlarından bazıları görevlerinden aflarını isteyerek sessiz sedasız kenara çekilirken, rüşvet suçlamasıyla hakkında 213 suç dosyası bulunan Ak Parti milletvekili Zehra Taşkesenoğlu hakkında da hiçbir işlem yapılmadı. Bakanlığına fahiş fiyatla bozuk dezenfektan satışıyla devleti dolandıran AKP’li Ticaret eski Bakanı Ruhsar Pekcan gibi kişilere “Yandaş Yukuk” işlenirken, muhalif kişi ve kurumlara “Düşman Ceza Hukuku” uygulanıyor. Allah “Heybedeki Turpların Büyüğünden” Türk Milletini korusun.

Herkes Biliyor, Uyarmanın Faydası Yok

Sadece son on günde olan hukuka aykırılıklar, yargının bir sopa olarak kullanıldığı olaylar için hukuki yorum ve değerlendirme yapmanın bir faydası yok.

“Yalnız ve güzel ülkem nereye gidiyor?” diye kaygılanmamıza yol açan adli, siyasi ve idari kararlar için halkı uyarmaya, yapanları ikaz etmeye de lüzum kalmadı.

Çünkü herkes olan bitenin farkında. Yapanlar bilerek ve pervasızca yapmakta. Destekleyenler hukuka, milli menfaatlere aykırı olduğunu bildikleri karar ve uygulamaları bilerek veya “bizimkiler yapıyorsa bir bildikleri vardır” diyerek destekliyor.

****

Zafer Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Ümit Özdağ’ın tutuklanması…

İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’na peş peşe soruşturmalar açılması…

Gazetecilik faaliyetleri sebebiyle Halk TV’den 4 gazetecinin gözaltına alınış şekli, Halk TV yöneticisi Suat Toktaş’ın tutuklanması…

CHP’nin Esenyurt ve Beşiktaş Belediye Başkanlarının tutuklanması…

TV ve dizi sektörünün önemli ismi Ayşe Barım’ın tutuklanması…

Bolu Kartaltepe’de otel yangın faciası sebebiyle sorumlu kurum bulunamaması, sorumluluğu Bolu Belediyesi itfaiyesine yıkma çabası…

Mezuniyet töreni sonrası “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganıyla kutlama yapan yeni mezun en başarılı 5 teğmen ile bunların amirleri olan bir binbaşı, bir yarbay ve bir albayın ordudan atılması…

Bu olanlar hakkında bir hukukçu olarak yorum yapmayı faydalı bulmuyorum.

Gözaltı işlemi için gereken şartlar oluşmadan gözaltına alıp, bir iki gün ve gece süren sorgulamalar, tutukluluk kararı gerektirmeyen durumlarda verilmiş olan tutukluluk kararları için kanunları hatırlatmayı gereksiz buluyorum.

“Masumiyet karinesi, tutukluluğun cezaya dönüşmemesi gereken bir tedbir olduğu” gibi temel hukuk kurallarını hatırlatmayı faydasız buluyorum.

Bir siyasi parti liderinin, belediye başkanlarının, ünlü gazetecilerin, film sektörünün en büyüğü firmanın sahibinin “kaçma şüphesi gerekçesiyle” tutuklanması kararlarına hukuki itirazların bir faydası olabilir mi?

5 teğmen ve 3 subayın ordudan atılmasının gerekçesini “disipline aykırılıkla” izah edenlerin, resmi aracıyla tarikatın mescidine gidip, üniforma üstüne cüppe giyen amirale ne kadar hoşgörülü davrandıklarını herkes bilmiyor mu? Ayasofya’da kılıçla hutbe okuyan DİB’nı alkışlayanların, teğmenlerin kılıçlarından isyan anlamı çıkarmasının yasal bir dayanağı olabilir mi?

Bunun gibi “eşitlik ilkesini” hatırlatmanın da bir faydası yok. Muhaliflerin sorgulanması ve yargılanmasına yol açan eylemlerin aynısını işleyen iktidara yakın olanların “bu suçları” serbestçe işlediğine dair örnekler vermek de hiçbir işe yaramıyor.

Çünkü Leonard Cohen’in dediği gibi, “Herkes biliyor, geminin su aldığını/ Herkes biliyor, kaptanın yalan söylediğini/ Ve herkes biliyor, zarların hileli olduğunu.”

Bu yüzden ben de “herkes biliyor, bu kararların saikinin hukuki değil, siyasi olduğunu” diye düşünüyorum.

Tıpkı “RTE’nin şiir davası” gibi, “Ergenekon ve Balyoz davaları” gibi, yakın tarihimizdeki diğer “kumpas davaları” gibi yargı sopasının kullanıldığı örneklerin konjonktürel olduğunu, bu atmosfer değiştiğinde bugünün mağdurlarının itibarlarına kavuşacağını öngörüyorum.

Zaten muhalefet partileri de seçimden sonrası için bu sonucu vaat ediyorlar.

***************************

Prof. Dr. İskender Öksüz’ün Teşhisi

Prof. Dr. İskender Öksüz de benim bu ruh halimde olmalı ki “Necaset vantilatöre çarptı” başlıklı yazısında (https://www.karar.com/yazarlar/iskender-oksuz/necaset-vantilatore-carpti-1602684) bakın neler söylüyor:

“Hukuksuzluk yapılır. Ayıplarsın, gösterirsin, tenkit edersin. Kanunsuzluk, pervasızca artar. Kanun sopa gibi, tehdit aracı gibi kullanılmaya başlanır. Sesini yükseltirsin.

Bütün bu ayıplama, tenkit, ses yükseltmenin bir amacı vardır: İnsanlara, vatandaşlarına olan biteni göstermek, senin gördüklerini onların da görmesini sağlamak. Fakat öyle bir paçozluk seviyesi vardır ki oraya erişildiğinde bu gösterme işlevine gerek kalmaz.

Çünkü artık suçlar pervasızca işlenmektedir. Suçluların görülmekten endişesi kalmamıştır:

‘Yapıyorum işte, cesaretin varsa gel de düzelt!’, ‘Aç ağzını da tenkit et bakalım!’

İşte bu noktada artık yazmanın bir yararı yoktur. Herkes olan biteni görmektedir; senin göstermen gereksizdir.

Yükselen bir pislik seviyesi gibi. Çok kötü bir benzetme değil. Şimdilik boğazımızda ve biraz sonra boyumuzu aşıp bizi boğacak olan ve her gün büyüyen, yükselen bir pislik…

İngilizcede, “belli bir ana kadar gizlenmeye çalışılan, kamudan kaçırılan bir kötülüğün nihayet ayan beyan ortaya çıkmasını ifade eden bir deyim” vardır. Bu deyim “b.k vantilatöre çarptı” diye çevrilir.

Prof. Dr. Öksüz naif bir aydındır. Bu deyimin öznesini biraz değiştirerek ve bu deyimden yola çıkarak teşhis ve tespitlerini ortaya koyuyor:

“Necaset vantilatöre çarpınca artık hiç kimse ondan masun değildir (korunamaz). Ahali pislenecektir şüphesiz ama şeyin üreticisi de payını alacaktır, vantilatörün sahibi de…”

“Herkesin payını aldığı bu pislenme”, toplumu bir arada tutan değerleri aşındırıyor.

“Artık ‘kanunlar saygı duyulacak, uyulacak şeyler değil boşluğu bulunacak, sopa gibi kullanılacak oyuncaklardır’ algısının yerleşmesine yol açıyor…”

“Adalet mekanizmasına güven sarsılınca, toplumun içindeki bağlayıcı güç; vatandaşların birbirine güveni de sarsılıyor.”

Bir endişe, korku ve nefret bataklığına sürüklenmişiz. Necaset bir defa değil, her gün vantilatöre çarpıp etrafa dağılıyor. Sonra kendi kendimizi bunun normal olduğuna, telaş edilecek olağandışı bir hâl olmadığına inandırıyoruz…”

Öğrenci Merkezli Eğitim

“Çocuklar yağmura benzer. Onları bir kaba koymaya çalışmayın. Toprak olun.” (Anonim)

Eğitim insanlığın var olduğu andan itibaren sürekli güncelleşen kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Sürecin temel öğesi öğrencidir. Bu nedenle de sistemin diğer öğeleri “öğrenci merkezli” olarak yürütülmelidir.

Eğitim, bireyin davranışlarında kendi yaşantısı yoluyla ve kasıtlı olarak istendik değişme meydana getirme sürecidir.” (Ertürk).

Milli Eğitimin Genel ve Özel Amaçları ile Milli Eğitim Temel Kanunu “öğrenci merkezli eğitimi” zorunlu kılmaktadır. Çünkü;

            Eğitim her çocuğun hakkıdır.

            Herkesin eğitim hakkı güvence altına alınmalıdır.

            Kadınlara eğitimde eşit haklar tanınmalıdır.

            Temel eğitim çok geniş bir vizyonla ele alınmalıdır.

            Özürlü çocuklar, gençler ve yetişkinler için her düzeyde eşit eğitim fırsatı sağlanmalıdır.

            Özel eğitim gereksinimleri ülkelerin eğitim stratejilerine dâhil edilmelidir.

                          Herkese yüksek kaliteli, evrensel ve zorunlu eğitim verilmelidir…vb.

Gibi gereksinmeler,  “öğrenci merkezli eğitimi” zaruri kılmaktadır. Türk Milli Eğitim Sisteminde eğitimin amacı;

“ …bilimsel ve akılcı düşünme becerisine sahip, araştırmacı ve sorgulayıcı, bilgiyi ezberleyen değil bilgiye ulaşabilen, bu bilgiyi kullanıp paylaşabilen, iletişim kurma becerilerine sahip, teknolojiyi etkin bir şekilde kullanabilen, kendini gerçekleştirmiş ve bunun yanı sıra insanlığın ortak değerlerini de sahiplenmiş, yaratıcı, üretken, takım çalışmasına yatkın, öğrenmeyi öğrenmiş ve yaşam boyu öğrenmeyi benimsemiş”bireyler yetiştirmek şeklinde belirlenmiştir.

Bu kavramlar da eğitime ve okula yeni anlamlar yüklemektedir. Çağımız öğrencisinin gereksinim duyacağı, “değişim”, öğrenciyi doğrudan sistemin merkezine yerleştirme gerekliliğini ve bunun sonucunda; “ Öğrenci Merkezli Okul ” ve “ Öğrenci Merkezli Eğitim ”, kavramlarını gündeme getirmektedir.

Öğrenci merkezli okulun özelliklerini, öğrenciyi ve öğrenme sürecini tanımlayan öğrenci merkezli eğitimin ilkeleri şunlardır:

1.Öğrenmeyi öğrenmek esastır:

Öğrenme, bireyin kendi algıları, düşünceleri ve duygularından süzerek edindiği bilgi ve deneyimlerden anlamı keşfetmesi ve yapılandırması sürecidir. Öğrenci merkezli eğitimde öğrenmeyi öğrenmek esastır.

2.Her öğrenci öğrenebilir: Her öğrenci öğrenebilir olarak kabul edilir.

3.Her öğrenci öğrenirken eski ve yeni bilgiler arasında özgün bağlantılar kurar: Her öğrencinin yeni bilgi ile eski bilgileri arasında bağlantılar kurmasına önem verilir.

4.Düşünmeyi öğrenmek sorgulayıcı ve yaratıcı düşünceyi geliştirir: Her öğrencinin düşünmeyi öğrenmesine öncelik verilir.

5.Başarabilme duygusu içsel güdülenmeyi sağlar: Her öğrencinin motivasyonuna önem verilir.

6.Öğrenme olumsuz deneyimlerle engellendiğinde zorlaşır: Her öğrencinin başarabilme deneyimini yaşaması için onların bireysel farklılıklarını dikkate alan fırsatlar verilir.

7.Merak, üreticilik ve kompleks düşünmeyi harekete geçiren ödevler öğrenciyi daha zorlarını başarabilmeye güdüler: Ödevler her öğrencinin başarabilme deneyimini yaşaması için oluşturulacak fırsatlardan biri olarak görülür.

 8.Her öğrenci farklı zamanda farklı türde ve farklı hızda ilerleyerek gelişir: Öğretim etkinliklerinin ve ortamlarının plânlanmasında farklı öğrenme türleri ve hızları dikkate alınır.

 9.Farklı özelliklerdeki öğrencilerin birbirleri ile etkileşimi öğrenmeyi kolaylaştırır: İşbirliğine dayalı öğrenme gibi grup çalışmalarını ön plâna çıkaran öğretim stratejilerine ağırlık verilir.

10.Öğrenciler Arasındaki Olumlu İlişkiler Öğrenmeyi Artırır: Grup çalışmaları ve sosyal etkinlikler öğrenciler arasında olumlu ilişkilerin geliştirilebilmesi için oluşturulacak fırsatlar olarak görülür.

 11.Her öğrenci öğrenmeye karşı farklı yetenek ve eğilime sahiptir: Farklılıklar dikkate alınarak öğretim etkinlikleri çeşitlendirilir ve teknoloji ile desteklenir.

 12.Her öğrenci yeni bilgileri kendi kalıplarına göre kavrayıp benzersiz bir anlama oluşturur: Ölçme ve değerlendirme çalışmalarında her öğrencinin gelişiminde gösterdiği ilerleme dikkate alınır.

Öğrenci merkezli eğitimin hedefleri şunlardır:

1.Kendini tanır ve bireysel özelliklerini farkında olur,

2.Bireysel, gelişim için isteklidir,

3.Kendini gerçekleştirir,

4.İş birliği ve grup çalışmasına isteklidir,

5.Öğrenmeyi öğrenir,

6.Düşünme becerilerini geliştirir,

7.Akademik becerileri yaşam becerilerine dönüştürür,

8.Etkili iletişim becerisini kazanır,

9.Teknolojiyi etkin kullanır,

10.Zamanı ve enerjisini verimli kullanır.

Öğrenci merkezli eğitimde benimsenen değerler:

1.Bütün öğrenciler öğrenmeye istekli, öğrenme potansiyeline sahip ve birbirlerinden farklıdırlar.

2.Öğretmenler, farklı yöntemleri, farklı hızlarda kullanarak öğrenmeleri kolaylaştırırlar.

3.Öğretmenler performanslarını geliştirmeli ve öz değerlendirme yapabilmelidir.

4.Öğretmenler bütün öğrencilerin öğrenmesini kolaylaştırmak için gerekli koşulları oluşturmalıdır.

5.ÖME yönetici, öğretmen, öğrenci, aile, okul çalışanları ve çevre süreç içerisinde yer alır.

6. ÖME değerlendirme öğrencilerin öğrenmelerini ve gelişimlerini destekler.

21. yüzyıl anlayışında; Kuantum fiziği ve Kaos Kuramı bulunmaktadır: “…… Bir problemi o problemi oluşturmuş olan düşünce düzeyi ile çözemezsiniz. Dünyaya yeni bir gözle bakmayı öğrenmeliyiz” (Einstein).

 Ne şekilde tanımlanırsa tanımlansın, eğitim insanlara birtakım becerileri kazandırmak üzere tasarlanmalıdır.

Uzaya ilk fırlatılan roketin, Fatih’in İstanbul’u fethinin tarihlerini bilmek önemlidir. Bu tarihleri ezberletmek yerine, bu olayların hangi önemli olaylara başlangıç teşkil ettiği ve dünya düzenini nasıl değiştiğinin araştırılması, yorumlanması ve tartışılmasının sağlanması gerekmektedir.

Eğitim sistemimizde bugüne kadar veri yükleme işlemi yapılmıştır. Bugün, bir okuldan mezun olan öğrenci, neredeyse toplumun yabancısı durumuna düşmekte, topluma uyum sağlamaları zaman almaktadır.

“Oysaki onları topluma hazırlamada en önemli ölçüt, onlara evrensel anlamda beceri kazandırmaktır”

21. yüzyılın profilinde insan; “ düşünme, algılama ve problem çözme yeteneği gelişmiş, bilgiyi üretici bir şekilde kullanabilen, bilgi çağı kimliğine uygun, bilim ve teknoloji üretimine yatkın, kendini tanımaktan ve açıklamaktan korkmayan bireyler “ olarak öngörülmektedir.

Toplumlar şu anda Bilgi Çağını yaşanmaktadır. Başarı, bilgiyi üretme ve kullanma becerisine bağlı olacaktır. Bu profildeki insanı yetiştirebilmek için, “Temel Akademik Beceriler” ile “Yaşam Becerilerinin” kazanılması ve bunların ders dışı etkinliklerle desteklenmesi gereklidir.

Çocukların, nasihatten çok iyi örneğe ihtiyaçları vardır”. Joseph Joubert

Sevgiyle kalın…

Necaset Vantilatöre Çarptı

Hukuksuzluk yapılır. Ayıplarsın, gösterirsin, tenkit edersin. Kanunsuzluk, pervasızca artar. Kanun sopa gibi, tehdit aracı gibi kullanılmaya başlanır. Sesini yükseltirsin.

Bütün bu ayıplama, tenkit, ses yükseltmenin bir amacı vardır: İnsanlara, vatandaşlarına olan biteni göstermek, senin gördüklerini onların da görmesini sağlamak. Fakat öyle bir paçozluk seviyesi vardır ki oraya erişildiğinde bu gösterme işlevine gerek kalmaz. Çünkü artık suçlar pervasızca işlenmektedir. Suçluların görülmekten endişesi kalmamıştır: “Yapıyorum işte, cesaretin varsa gel de düzelt!”, “Aç ağzını da tenkit et bakalım!” İşte bu noktada artık yazmanın bir yararı yoktur. Herkes olan biteni görmektedir; senin göstermen gereksizdir.

Yükselen bir pislik seviyesi gibi. Çok kötü bir benzetme değil. Şimdilik boğazımızda ve biraz sonra  boyumuzu aşıp bizi boğacak olan ve her gün büyüyen, yükselen bir pislik…

Her yer pislenince

İngilizcede, belli bir ana kadar gizlenmeye çalışılan, kamudan kaçırılan bir kötülüğün nihayet ayan beyan ortaya çıkmasını ifade eden ve benim aslını buraya yazamayacağım bir deyim vardır. Hadi Türkçeye “necaset vantilatöre çarptığında” diye çevirelim. Daha kibar olsun diye çorba veya yumurta vantilatöre çarptığında diye de söylenirmiş. Bir bilene sorun: Aslı, “… hit the fan.”

Necaset vantilatöre çarpınca artık hiç kimse ondan masun değildir. Ahali pislenecektir şüphesiz ama şeyin üreticisi de payını alacaktır, vantilatörün sahibi de.

Daha  kötüsü, halkın adalet mekanizmasının adaletinden ümidini kesmesidir. Bu toplum denilen birlikteliğin çözülmesidir. Adalet yoksa, ahlak yoksa cemiyet denilen şeyin anlamı da zayıflar. “Balık baştan kokar” da imam-cemaat esprileri de hep üstten bozulmanın alta sirayetini söyler. Hazreti İsa’ya atfedilen, “Yiyecek kokmasın diye tuzlarsınız, ya tuz kokarsa.” sözü de…

Devlet yüksek bir ahlakın temsilcisi olmalı. Kişiler ona bakarak dürüst olmaya, adil olmaya gayret etmeli. Bu temsil, bu adalet kriterinden şüphe başlarsa insanların birbirine güveni de zayıflar. Topluma şöyle aforizmalar hâkim olur: Gemisini yürüten kaptan. Gücü gücü yetene.  En kötüsü de kayırmanın, hırsızlığın, masumlaştırılması: “Herkes yapıyor.” Bu noktada kanunlar saygı duyulacak, uyulacak şeyler değil boşluğu bulunacak, sopa gibi kullanılacak oyuncaklardır.

Güven

Adalet mekanizmasına güven sarsılırsa toplumun içindeki bağlayıcı güç; vatandaşların birbirine güveni de sarsılıyor. Her şey ölçüldüğü gibi güven de ölçülüyor. Buyurun: https://ourworldindata.org/trust  Dünya Değerler Taraması, ülkelerdeki güveni ölçüyor. Güvenilirlik testi basit:

Sizce aşağıdaki iki ifadeden hangisi doğrudur.

a)İnsanlara genellikle güvenilir.

b)İnsanlara güven olmaz. (Veya “İnsanlara karşı tedbirli olmanın sınırı yoktur.”)

Türk halkının ancak %15,5’i (a) cevabını veriyor. Bu, dünyadaki en düşük güven oranlarından biri. Halkının birbirine bizden daha az güvendiği ülkelerin bir kısmı şunlar: Uganda, Tanzanya, Filipinler, Güney Afrika, Zimbabve, Cezayir. Ancak bir başka soruda rakipsiziz. Bir numarayız. İfade şu: “İnsanların çoğu sana kazık atmaya çalışır.” Bu ifade için halkımızın %78,4’ü “Katılıyorum” demiş. Tablo ve grafik şurada:  https://bit.ly/guvenme

Evet, “Gemisini yürüten kaptan.”, “Gücü gücü yetene.” ve “Herkes yapıyor.” Bunlara “İnsanlara güvenilmez.”, “Tedbirin sınırı yoktur.” ve “İnsanların çoğu sana kazık atmaya çalışır.” kanaatlerini ekleyin. Şimdi anlıyor musunuz sokaktaki insanlarımız birbirine niçin düşman gibi bakıyor. Göz göze gelmemek için bakışlarını kaçırıyor. Niçin Avrupa’ya çıktığınızda insanların birbirine gülümsediğini, bizde ise surat astığını görüp hayret ediyoruz.

Ya ben onu ya o beni!

Anlıyor musunuz niçin iktidar kendisinden olmayanı tahrip etmeye, mahkûm etmeye, yok etmeye çalışıyor. Çünkü yok etmezse onun dönüp kendisini yok edeceğini düşünüyor. “Muhalefetin çoğu sana kazık atmaya çalışır.” Onun için onlar kazığı sen at. Bu değerlerin- eğer bunlara değer denilebilirse- hâkim olduğu, çoğunluğunu teşkil ettiği bir ülkede demokrasi nasıl çalışacaktır? İş dünyası nasıl çalışacaktır?

Şimdi biri çıkıp, “Bu anketi yapanlar bize kazık atmaya çalışıyor. Zaten bu anketlerin çoğu bize kazık atmak için yapılıyor.” diyecektir. Hem de %78,4’ü muhtemelen. Komplo teorilerini bu kadar sevmemizin bir sebebi de içimizdeki çirkefi bütün dünyaya mal etme gayretimizdir.

Bir endişe, korku ve nefret bataklığına sürüklenmişiz. Necaset bir defa değil, her gün vantilatöre çarpıp etrafa dağılıyor. Sonra kendi kendimizi bunun normal olduğuna, telaş edilecek olağandışı bir hâl olmadığına inandırıyoruz: Herkes yapıyor!

Batı Trakya Türklerinin Direniş Günü: 29 Ocak

Batı Trakya Türk Azınlığı Danışma Kurulu Başkanı ve Gümülcine Müftüsü İbrahim Şerif, DEB Partisi Genel Başkanı Çiğdem Asafoğlu ve İskeçe Türk Birliği (İTB) Başkanı Ozan Ahmetoğlu, 29 Ocakları Anadolu Ajansı’na değerlendirdi.

Danışma Kurulu Başkanı ve Gümülcine Seçilmiş Müftüsü İbrahim Şerif, Türk ve Yunan Başbakanlarının Davos’ta bir araya geldiği 29 Ocak 1988’de Batı Trakya’daki sorunlara dikkati çekmek için Gümülcine’de on binlerce kişinin katılımıyla yürüyüş gerçekleştirdiklerini anımsatarak, “O gün şanlı bir direniş olarak tarihe geçmiştir.” dedi.

Şerif, Yunanistan’da Türk adı bulunan derneklerin kapatılmak istenmesi üzerine Türk azınlığın 29 Ocak 1988’deki direnişiyle ilgili AA muhabirine açıklamalarda bulundu.

Batı Trakya Türklerinin antlaşmalar gereği var olan haklarının tamamına yakınını 1967 Albaylar Cuntası’na kadar kullanabildiğini dile getiren Şerif, bu hakların cuntadan sonra azınlığın elinden alınmaya başlandığını anlattı.

Şerif, şunları kaydetti: “Öncelikle ilkokul kitaplarındaki Türkçe kelimeler ile okul tabelalarındaki Türk kelimeleri kaldırıldı. Okullarda Türkçe yapılan dersler de Yunan dilinde yapılmaya başladı. Daha sonraki yıllarda azınlık mensuplarının vatandaşlık hakları da ellerinden alındı. Azınlık mensuplarının gayrimenkul edinmesi, ehliyet almasına izin verilmedi. 1983 yılında ise bunların üzerine Gümülcine Türk Gençler Birliği (GTGB) ve İskeçe Türk Birliği (İTB) tabelalarındaki Türk kelimesinin, iki toplum arasında düşmanlık çağrıştırdığı gerekçesiyle kaldırılması bardağı taşıran son damla oldu.” ifadelerini kullandı.

Derneklerle ilgili karara tepki göstermek amacıyla Türk azınlığın toplu bir gösteri yapma kararı aldığını belirten Şerif, “O gün şanlı bir direniş olarak tarihe geçmiştir.” dedi.

“YUNANİSTAN ŞİDDET OLAYLARIYLA İLGİLİ OLARAK AZINLIKTAN HALA ÖZÜR DİLEMEDİ”
İskeçe Türk Birliği Başkanı Ozan Ahmetoğlu da 29 Ocak’ın Batı Trakya Müslüman Türk Azınlığı açısından bir milat olduğunu belirterek, “Bu bir Türklük mücadelesidir.” ifadesini kullandı.

29 Ocak 1988’in, Batı Trakya Türklerinin Yunanistan’ın baskıcı politikalarına “hayır” dediği bir gün olduğunu belirten Ahmetoğlu, Türk azınlığının 1990’da maruz kaldığı saldırı ve şiddet olaylarına da dikkati çekti.

Ahmetoğlu şöyle devam etti: “29 Ocak 1988 dışında bir de Yunanistan demokrasi tarihine kara bir leke olarak geçen 29 Ocak 1990 var. O gün özellikle Gümülcine kentinde Türklere karşı saldırılar yapıldı, kent merkezinde bulunan Türklerin dükkanları yağmalandı. Yunanistan hala bu yaşanan şiddet olaylarıyla ilgili olarak Batı Trakya Türk toplumundan özür dilemedi.”

“29 OCAK, İNKAR EDİLEN KİMLİĞİMİZE SAHİP ÇIKTIĞIMIZIN GÖSTERGESİDİR”
Dostluk Eşitlik Barış Partisi (DEB) Başkanı Çiğdem Asafoğlu da, “Bizler için 29 Ocak, yıllardır inkar edilen kimliğimize ne kadar sahip çıktığımızın bir göstergesidir.” dedi.

Batı Trakya Türk toplumunun, 29 Ocak’larda tek yumruk olmayı başardığının altını çizen Asafoğlu, “Bizler yine davamıza sahip çıkmaya, doktor Sadık Ahmet’in çizmiş olduğu yoldan yürümeye, onun ilkelerini savunmaya devam edeceğiz.” diye konuştu.

https://gundemgazetesi.com/detayh.php?id=12599

Kadı Karakuş Adaleti

Selahaddin-i Eyyûbi devrinde vezirlik ve kadılık yapan Bahaüddin Karakuşî isimli bir devlet adamı varmış. Karakuşî, kadı olarak sadece yanlış değil, abuk sabuk hükümler verirmiş. Karakuşî’nin verdiği bu tuhaf hükümlere de ‘’Hükm-ü Karakûşî’’ denirmiş.

Önce “hükmü Karakuşi” denilen kararlardan bir örnek verelim:

Git, kısa boylu bir boyacı bul, onu as!

Hırsız bir evi gözüne kestirmiş, etrafı kolaçan etmiş. En iyisi balkondan girmek demiş. Gece bastırınca bahçeye dalmış, balkona tırmanmaya başlamış. Bir adım, bir adım daha, tam çıkmak üzere, balkonun korkuluğu kırılıp kopmuş. Hırsız düşüp ayağını kırmış.

Sabah olunca, hırsız doğru kötü ve abuk, sabuk hükümleriyle (Hükm-ü Karakuşî) meşhur “Karakuş Kadı”ya gitmiş, halini göstermiş:

“Kadı Efendi, ben soymak için eve girecektim, fakat balkon korkuluğu çürük çıktı, koptu. Ben de düşüp ayağımı kırdım!” demiş.

Kadı da pek anlamamış: “Eeee ne istiyorsun, şimdi seni hırsızlığa teşebbüsten içeri atayım mı?” diye sormuş. Adam da, “hayır kadı efendi, bir dinleyin.” Bunun üzerine Karakuşî Kadı, “anlat bakalım!” demiş.

Hırsız başlamış anlatmaya; “Ev sahibinden davacıyım, eğer balkonun korkuluğunu sağlam yaptırsaydı, ben de düşüp ayağımı kırmazdım… Tamam hırsızlık suç ama cezası balkondan düşüp ayak kırmak değil!”

Karakuşî Kadı keyiflenmiş, tam ona göre bir dava, çağırmış ev sahibini: “Be adam, niçin evinin balkonunu sağlam yaptırmıyorsun? Korkuluk sağlam olsaydı bu adam düşüp ayağını kırmazdı!”

Ev sahibi şaşırmış: “Aman efendim, balkonun korkuluğunu Marangoz Ahmet usta yaptı. Çürük yaptıysa benim günahım ne?”

Kadı efendi, hemen Marangoz Ahmet Ustayı çağırın demiş, Marangoz gelmiş. Sorgu suale çekilmiş ve başlamış anlatmaya; “Efendim ben balkonun korkuluğunu çakarken yoldan yeşil başörtülü bir hanım geçiyordu. Başörtüsü o kadar güzel yeşile boyanmıştı ki, herhalde gözüm ona daldı. Çiviyi boşa çakmış olacağım!” demiş.

Kadı emretmiş: “Hemen o yeşil başörtülü kadını bulup getirin!” demiş. Kadıncağız gelmiş, tir tir titriyor: “Kadı Efendi, benim günahım ne? Ben başörtüsünü, boyasın diye boyacıya verdim, o boyadı!”

Sıra boyacıya gelmiş; kadı sorguya çekmiş: “Ulan, başörtülerini böyle göz alıcı renge boyuyorsun, marangozun gözü başörtüsüne takılıyor, çiviyi boşa çakıyor. Balkona tırmanmaya çalışan hırsız düşüp ayağını kırıyor!” Boyacı verecek cevap bulamayınca, kadı da hükmünü vermiş: “Götürün bu herifi asın!”

Biraz sonra cellat gelmiş: “Kadı Efendi, bu boyacıyı boyu sehpaya uzun geldiği için asamıyorum!”

Kadı elini sarığına dayamış, çözüm bulmuş: “Git, kısa boylu bir boyacı bul, onu as!”

***************************

Süleyman Demirel’den…

800 senedir anlatılagelen ve Kadı Karakuş’a izafe edilen kararlar sebebiyle, hukuk dünyamızda mahkemelerin verdiği abuk sabuk kararlara ‘’Hükm-ü Karakuşî’’ denir…

‘’Hükm-ü Karakuşî’’ denilen bu abuk sabuk verilen hükümler aslında uydurma hikayeler imiş. Ancak bu hikayeler mevcut hukuk sistemindeki tuhaf kararları, Karakuşî hükümlere benzeterek halkın hukuk sistemine olan güveninin önemine dikkat çekme yönünde faydalı olmuştur.

Mesela 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ülkenin durumunu değerlendirmesini isteyenlere bu anlattığıma benzer tuhaf kararlardan birini anlatmış ve sözünü şöyle bitirmişti:

’Kıssadan hisse: Ananı ‘öpen’ kadı ise, kimi kime şikâyet edeceksin?… Bugün ülkedeki durum bu! Ağnadın mı?”

***************************

Adaletten Uzaklaştıran Sözde Hukuk Mantığı

Günümüzde de adaletten uzaklaştıran, Kadı Karakuş hikayelerindeki sözde hukuk mantığını aratmayacak örneklere rastlıyoruz. Evrensel ve ahlaki normlardan uzak bir hukuk mantığının eseri olan, vicdanları rahatsız eden yargı kararlarını görüyoruz.

Bir yanda işine gelmeyen kararlar verdi diye Anayasa Mahkemesi kararlarına karşı çıkan, AYM üyelerine dava açanlar ve hatta “Anayasa Mahkemesi kapatılsın” diyebilenler var. Siyasal cinayetlere karışanlar, gazetecileri darp edenler, muhalif siyasi parti liderlerine karşı hakaret ve tehdit suçlarını pervasızca işleyip haklarında soruşturma dahi açıl(ama)yanlar var.

Diğer tarafta, hukuka aykırı iş ve işlemlerle yaşadığı hak kayıplarına karşı, yargı sürecindeki hukuksuzlukları açığa çıkaran mağdurlar suçlanıyor. Mağdurlar aleyhine açılan seri soruşturmalar, tutuklamalar ve bir korku iklimi yaratan tuhaf ve adaletsiz kararları tartışıyoruz.

Dahası yukarıdakine benzer Karakuşi hükümlerle, bu soruşturmalara yardımcı olabilecek gazetecilik faaliyetlerini yapan, halkın haber alma hakkı için çalışan gazeteciler tutuklanıyor.

Biz de Kadı Karakuş’un manevi mirasçılarını hayret ve dehşetle izlemek zorunda kalıyoruz.

Bırakın sade vatandaşları, siyasi parti liderlerinin, milletvekillerinin ve Belediye Başkanlarının dahi fikirlerini söyleme özgürlüğü içinde olmadığı algısını besleyen bir siyasi atmosfer ufkumuzu karartıyor.