6.8 C
Kocaeli
Pazar, Kasım 9, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 22

İki  Menzil

     Herşeyin dizgini Allah’ın elinde. Herşeyin anahtarı O’nun yanındadır. Gece ve gündüzü, kış ve yazı bir kitap sahifeleri gibi kolayca çeviren O’dur. Dünya ve âhireti, iki menzil / iki oda gibi birini kapayan, öbürünü açan; ancak, sonsuz kudret ve celâl sahibi olan Allah’dır. Madem böyledir. Bütün delillerin netîcesi olarak; sonunda hepimizi Kendi’ne döndürecek! Yani kabirlerimizden bizleri diriltip, haşir meydanına getirip; Yüce Huzûru’nda hesabımızı, birer birer görecektir.

Levh – İ  Mahfûz

     Nasıl, küçük küçük cüzdanlar (nüfus kütüğü gibi), büyük bir kütüğün varlığını hissettirir. Küçük küçük senetler, büyük bir defterin bulunduğunu bildirir. Küçük pek çok sızıntılar, büyük bir su kaynağının mevcudiyetinden haber verir. Aynen öyle de, küçük küçük cüzdanlar hükmünde, hem birer küçük Levh-i Mahfûz mânâsında, hem büyük Levh-i Mahfûz’u yani Kader Defteri’ni yazan kalemden sızan küçük küçük noktalar sûretinde olan insanoğlunun kuvve-i hâfızaları / zihnen belleme kuvvetleri, ağaçların meyveleri, meyvelerin çekirdekleri, tohumları; elbette bir hâfıza-i kübrâyı / en büyük bir hâfızayı, bir defter-i ekberi / en büyük bir defteri; en büyük bir Levh-i Mahfûz’u hissettirir. İş’ar eder / bildirir ve ispat eder. Belki keskin akıllara gösterir.

Geleceğin  Korkuları,  Geçmişin  Hüzünleri

     İnsan geleceğin korkularını düşünmekten ve geçmişin hüzünlerini hatırlamaktan kendini alamaz. Bu ikisi onu pek ciddî bir şekilde düşündürür! Bir türlü başını onlardan müstağni / bağımsız kılamaz! Başını döver durur! İnsanı bu korku, hüzün ve üzüntüden kurtarıcı tek bir yardım edici vardır. O da Yüce Kur’ân’dır. Eğer insan; bütün hayvanlardan daha şakî, talihsiz, daha zelîl / aşağı, daha ahmak kalmamak isterse susup; imanın kulağıyla Kur’ân’ın beşaret, müjde ve şu ilânlarını dinlemeli:

     “Haberiniz olsun ki (hesap gününde) Allah’ın dostlarına (hiçbir) korku yoktur; onlar üzülecek de değildir. (Peki, kimdir Allah’ın dostları?)

     “Onlar (Allah’ın âyetlerine içten) iman eden ve (bu imanın gereğini yerine getiren, yani dürüst ve erdemlice bir hayatı tercih ederek; kötülüğün her çeşidinden titizlikle sakınıp) takvaya eren kimselerdir.

     “Dünya hayatında da âhirette de onlara müjde vardır. (Onlar Allah yolunda duruşlarını değiştirmediği müddetçe) Allah’ın sözlerinde asla değişme yoktur. İşte budur en büyük kurtuluş, en büyük mutluluk!” (Yunus: 62 – 64, Kur’an Bana Ne Diyor? – Veli Tahir Erdoğan -)

Mülk  Sende  Emanet

     Mülk Allah’ındır. Sende emaneten duruyor. O, emaneti ebedîleştirip senin için muhafaza edecek. Sende kalırsa, boşu boşuna kaybolur gider. Devamı olmayan bir şeyde lezzet yoktur. Sen fânisin. Dünya da zail / zeval bulucu ve gidicidir. Halkın dünyası da zâil / yok olucudur. Kâinatın şimdiki hâli de, zâildir. Bunlar saniye, dakika, saat ve gün gibi birbirini takiben zevale / fenaya gidiyorlar. Âhirette seni kurtaracak bir eserin yoksa, fâni dünyaya bıraktığın eserlere de kıymet verme!

İlim  ve  Dine  Çalışanlar

     İlim ve dîni neşre / yaymaya çalışanlar, mümkün olduğu kadar kanaatle hareket etmezlerse, hem dinsizlerin suçlamalarına hedef olur, hem de ilmin izzetini koruyamazlar. Hem dindarlık ve dine hizmet gibi, âhiretle alâkalı işlere karşılık olarak hediyeler almak; âhiret meyvelerini dünyada geçici bir sûrette yemek demektir.

Şehit Dr. Sadık Ahmet’i Anarken, Batı Trakya Türklerini Hiç Unutmuyoruz!

Bugün 24 Temmuz hem Lozan Antlaşması’nın hem de Sadık Ahmet’in şehit edilişinin yıldönümü!

Yaşlı dünyamızda menfaat paylaşımı için yapılan savaşların nedeni; demokrasi, özgürlük ve insan hakları gibi kavramlar olmaya başladı.

Dünyanın hükümdarları, daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük ve daha fazla insan hakları diyerek insanları sokağa döküyor, yetmez ise eline silah veriyor o da yetmezse silahlı güçleri ile daha fazla demokrasi, özgürlük ve insan hakkı için gidip o bölgeye müdahale ediyor.

İnsanlık adına elbette daha fazla demokrasi, özgürlük ve insan hakkı istiyoruz. Ancak bu kavramlarla aldatılmak, kandırılmak, asimile edilmek ve sürünmek istemiyoruz.

Dünyanın hükümdarları; hemen hemen her konuda olduğu gibi demokrasi, özgürlük ve insan haklarının uygulamasında da çifte standartlı davranıyor.

Özellikle dünyanın dört bir yanına dağılmış olan Türkler ve Türk gibi görülenler, bu farklı uygulamadan fazlasıyla nasibini alıyor. Eğer Türkseniz ve hakkınızı hukuk karşısında arayamıyorsanız veya hukuk haklarınızı karşılamakta yetersiz kalıyorsa, tam bir felaketle karşı karşıyasınız demektir.

Onun için önümüze pembe tablolarla konulan demokrasi, özgürlük ve insan hakları meselelerini, Türkler ve Türk gibi görünenler açısından bir kez daha iyi irdelemeliyiz. Ve bir de buna karşılık Türkiye’de bu kavramlar nereye ve nasıl, kimler tarafından çekilmektedir, buna çok dikkat etmeliyiz.

Yoksa bu kavramlardan ortaya çıkması gereken olumlu sonuçları kullanamadığımız gibi ülkemizde bile felaketlere sürüklenebiliriz.

Bildiğiniz gibi Türk Dünyası içinde Balkanlar ve onun içinde de Batı Trakya Türkleri, bizim için önemli bir yer tutar.

Batı Trakya Türkleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş belgesi olan Lozan Anlaşması ile ister emanet ister rehin diyebileceğiniz bir şekilde Yunanistan’a bırakılmıştır. Türk ve müslüman oldukları Lozan Anlaşması ile tescilli, mülkiyet hakları dahil olmak üzere her türlü varlıkları bu anlaşma ile koruma altındadır.

Ama gelin görün ki; Lozan Anlaşmasının varlığına rağmen, Yunanistan; Batı Trakya Müslüman Türk azınlığını canından bezdirip kaçırtmak için tam 88 yıldır hem de demokrasi, özgürlük ve insan hakları sakızını dilinden düşürmeyen Avrupa Birliği’nin de 1980 yılından bu yana üyesi olmasına karşılık, büyük çaba göstermektedir.

İnanmayan gidip Batı Trakya’yı görsün ve 88 (şimdi 98 yıldır) yıldır Batı Trakya’da ne olup bitmiş Müslüman Türk Azınlığın başına neler gelmiş incelesin.

Buna karşılık Batı Trakya Türkleri, yılmadan aynı heyecanla, kuşaktan kuşağa aktarılan Türk – İslam şuuruyla varlığını, efendice ve vatanı olarak gördüğü Yunanistan’a hiçbir sorun çıkartmadan yaşamını bütün zorluklara rağmen sürdürmektedir.

Azınlığın siyaset yaptığı partisinin adı bile Dostluk Eşitlik Barış (DEB) Partisidir. Tabii ki; bir Batı Trakya Türkü için olmazsa olmaz olan eşitlik talebidir. Yani bir Yunanlı ile kanunlar ve uygulamalar önünde eşit olmayı istemek onun için bir temel haktır.

Ne yazık ki; demokrasi, özgürlük ve insan hakları başta Batı Trakya Türkleri olmak üzere Yunanistan Türkleri için şimdilik bir hayaldir. Ve bu hayalin başlıca sebebi Yunan tarafının “Megalo İdea”sıdır.

Batı Trakya Türklerinin takdir edilmesi gereken en önemli yönlerinden biri bu mücadelelerini yılmadan sürdürmeleridir. Bu konuda da büyük bir bilgi birikimine ve tecrübeye sahiptirler. İçlerinden de Türk Dünyası’na lider olabilecek önemli insanlar yetiştirmişlerdir. Bunlardan biri de şehit Dr. Sadık Ahmet’tir. (Ki biz bu insan için bağıra bağıra şehittir bile diyemiyoruz!)

Batı Trakya Türklerinin manevi lideri Dr. Sadık Ahmet ne anlamlıdır ki; (Yunanistan’ın tanımak istemediği) Lozan Anlaşmasının imzalandığı 24 Temmuz günü şehit edilmiştir. (Böylece Türklere derin bir mesaj verilmiştir) Biz de bu yıl onu kabri başında anmak ve Batı Trakya Türklerini görmek, onlarla kucaklaşmak için İskeçe ve Gümülcine’ye gittik. İyi ki de gitmişiz…

Onları görünce gevşekliğimizden, ihmalkarlığımızdan, yorgunluğumuzdan, yılgınlığımızdan utandık. Batı Trakya Türkleri; seçilmiş müftüleri, milletvekilleri, öğretmenleri, medyası, siyasetçileri, doktorları, avukatları, mimarları ile dimdik ayaktaydı. Biz onlara moral vereceğimize onlar bize moral verdiler.

Demek ki; başka bir bayrak altında Türk ve Müslüman olmak ve bunu haykırmak başka bir şey.

Dikkatimizi çeken önemli bir nokta ise Selanik’te, Kavala’da gezip duran yüzlerce (TC vatandaşı) Türk’ün, Batı Trakya’dan ve Sadık Ahmet’ten haberdar olmayışları idi. Hele Gümülcine’de aynı otelde kaldığımız bir Türk’ün, Gümülcine’li Türk kızına “sen çalışmak için Türkiye’den mi geldin” diye sorması acınacak halimizin bir göstergesiydi.

Bütün bunlara rağmen Batı Trakya’nın Müslüman Türk’ü büyük bir sabırla bekleyiştedir. Onu da Rodoplarda yaşayan genç bir Pomak Türkü annenin “çocukların nasıldır?” sorusuna verdiği cevapta bulmak mümkün: “Eyidirler, başları yastıkta değil ya…”

“Bu yazı tarafımca 15 yıl önce kaleme alındı. Her halde bugün yazmaya kalksam yine aynı şeyleri yazarım diye düşünüyorum.

Demek Türkler için zaman durmuş!”

Kürt Olsaydım

Şimdi ne olacak?

Olmaya başladı bile. Bugüne kadar dağa çıkmayan Kürtleri, dağdan inenler aşağılayacak, hakaret edecek. ““İşte”, diyecekler, “Biz çarpıştık, öldürdük ve statü aldık.” Hatta bir tanesi söyledi bile, “Korucular silahları bırakır, silahları yerine onlara birer sopa veririz, hayvan güderler.”

İktidarlar, PKK ortaya çıktığından beri, cinayetlerine başladığından beri, şu söylemle yürüdü: “Kürt demek PKK demek değildir”. Bu değerlendirme doğruydu. Ne zamana kadar biliyor musunuz? Birinci çözüm süreci denilen ve yüzlerce şehide mal olan büyük fiyaskoya kadar. İşte o zaman iktidar, kucağını açtı. Kucağını kime açtı? Kürtlerle mi? Hayır, askeri, polisi ve bu arada bol bol Kürdü öldüren terör örgütüne açtı. Terörist başının mektubunu meydanlarda, bayram havasında okuttu. Örgüt de zafer kutlamalarına başladı, bayraklarıyla donatılmış zafer alayları şehirlerde yürüdü Kendilerine, “Canınızı sıkan vali varsa bildirin, icabına bakalım.” dendi. Geçen asrın sonuna doğru bitme noktasına gelen örgüte böylelikle bir hayat öpücüğü bahşolundu. PKK’nın tarihinde en önemli dönüm noktası buydu.

Süreçler geçiyor sarılı yeşilli

“Türkiye bir hukuk devletidir!” ya. Hani Sayın Adalet Bakanımız her hafta söylüyor. O zaman da tıpkı bugünkü gibi hukuk devletiydi. Dağdan inen teröristlere zahmet olmasın diye ayaklarına mahkeme kuruldu ve şöyle yargılamalar yapıldı:

– (Hâkim, üniformalı teröriste) Pişmansın değil mi?

– (Terörist) Hayır pişman değilim.

– (Hâkim) Yaz kızım, “Pişmanım” dedi. Beraatine.

Güneydoğumuzdaki Kürtler için de “Süreç” bir başka dönüm noktasıydı. Bizzat kendi devletleri onlara, “PKK güzeldir, hastır, ona boyun eğin.” diyordu. PKK’ya katılmayan Kürtler üst üste hayal kırıklığı yaşadı. Aşağılandı. Onların gözünde devlet, Kürt eşittir PKK, Kürt eşittir DEM (o tarihte adı neyse) diyor, öyle görüyor, öyle davranıyordu. Dolmabahçe’de kimle konuştular? Yerel halkın temsilcileri ile mi?

Dahice slogan: Terörsüz Türkiye

Bakınız, PKK, PKK yoksa DEM, katı disipline sahip “devrimci” bir örgüttür. “Reel sosyalizm” sizlere ömür olmamışken PKK’ya “Stalinist örgüt” denirdi. Düşmanları değil, kendilerinin de kabul ettiği bir etiketti bu. Birinci çözüm sürecinden hemen sonra, disiplinini, hâkimiyetini şehirlerin her köşesinde perçinlemek için tünel kazmaya başladı. O tüneller kazılırken halka nasıl davrandı dersiniz? Bir düşünün.

Hafızamda, gazetelerde yayımlanan bir fotoğraf var. Güneydoğu’da bir köyle, bir sivil, oy kullanılan binanın kapısına oturmuş, elinde tüfekle eşitlikçi demokrasi aşığı örgüt sandıklara tecavüz etmesin diye nöbet tutuyor.

Şimdi birinci fiyaskoyu hatırlatır diye “Çözüm” kelimesi kullanılmıyor. Hatta “süreç” bile başlangıçta yasaklıydı. “Terörsüz Türkiye”yi bulan dahi kimdir merak ediyorum. Acaba bu ifadeyi kaç günde ürettiler. Öyle bir şey diyeceksiniz ki tersini söylemek ayıp olacak. “Çözüm” öyleydi. Ne yani çözümsüzlük taraftarı mısınız? Terörsüz Türkiye! Ne yani, terör mü istiyorsunuz? Tamamdır. Bu işimizi görür. Troller de eleştirenlere rahat rahat küfreder: “Kandan beslenenler!”, “Terör seviciler!”

NE GÖRÜP İŞİTİYORUZ?

Adını ne koyarsanız koyun olan biten birincinin tıpkısı. Şimdi lütfen kendinizi, PKK’ya direnmiş, belki köyüyle, çevresiye birlikte koruculuk yapmış Kürtlerin yerine koyunuz. Onların gözüyle bakın. Onlar ne görüyor? Altı yıldır, “Oğlumu, kızımı PKK dağa kaldırdı; kurtarın onu” diye feryad eden Diyarbakır Anneleri ne görüyor? Ne işitiyor? Sizin görüp işittiğinizi: “Sayın Abdullah Öcalan”ı işitiyor. Daha vahimini, “Kurucu Önder Abdullah Öcalan”ı işitiyor. “Rojava’da statü aldık, burada da alacağız”ı işitiyor.

Meclis kürsüsünden, “Türkler katildir”i işitiyor. “Bizim sularımızdan elde ettiğiniz elektriği bize pahalı pahalı satıyorsunuz”u işitiyor. Meclis kürsüsünden bela okunduğunu ve meclis başkan vekilinin bunu tercüme etmesini işitiyor. İktidar, “Pazarlık yok.” derken, DEM’in “Ellerine 20 madde verdik. Tek tek yapsınlar, ondan sonra.” dediğini işitiyor.

Bu manzara karşısında hâkimiyet kimde gibi görünüyor? Kim suçluydu? Şimdi kim güçlü? Yoksa “Hem suçlu hem güçlü” sözümüz bu günler için mi söylenmiş.

Siz Kürtler: Ne oldu? Devleti tuttunuz, Türk Devleti’ne sahip çıktınız da ne oldu? Şehit oldunuz, gazi oldunuz da ne oldu? O çok sevdiğiniz Türk Devleti sizi yarı yolda bıraktı mı? Bıraktı. Gelin bakalım. Gelin bizim kucağımıza. Bundan sonra belki hayvan güdersiniz. İzin verirsek!

İnşallah kasten değil ama aptallıktandır. Belki de ideologyadandır. Kürtler adım adım Türk Devleti’nden uzaklaştırılıp bir başka disipline, PKK’nın, DEM’in, Apo’nun, KCK’nın disiplinine, onun hâkimiyetine doğru itildi, teslim edildi. Hem de iki defa.

İmralı Her Türlü Desteği Veriyor

Başlıktaki cümle CB ve AKP Genel Başkanı R. Tayyip Erdoğan’a ait. Kastedilenin İmralı Adası olmadığını, bu adadaki özel hapishanede yatan ağırlaştırılmış müebbet hapis hükümlüsü teröristbaşı Öcalan olduğunu herkes anlıyor.

Böyle olduğu bilindiği halde Cumhurbaşkanının teröristbaşının ismini anmadan “İmralı” üzerinden yorum yapması bilinçli bir tercihtir. Üstelik ortağı Devlet Bahçeli, şahsının ve partisinin geçmişteki bütün ölçü ve değerlerini yıkmak pahasına, teröristbaşını “örgütün kurucu önderi” diye sıfatlandırdığı halde, Erdoğan’ın daha politik bir sıfat kullanması tesadüf değildir.

Erdoğan’ın Öcalan’ın adını anmaktan, “PKK’nın kurucu lideri” gibi sıfatlar kullanmaktan bilinçli olarak kaçınması, son derece hesaplı bir siyasi iletişim stratejisidir.

Çünkü bazı tanımlamalar tepki doğurduğu gibi hukuki sorunlara da yol açabilir. Mesela bir kişiye “yalancı” demek yerine “bilerek doğruyu söylemiyorsun” diyebilirsiniz. Böylece aynı şeyi kastetmiş olursunuz. Fakat hakaret vurgusu ve anlamı oldukça zayıflatılmış olduğundan sorun yaşamazsınız.

Erdoğan’ın seçmen tabanı içinde, şehit aileleri, güvenlikçi kesimler, MHP seçmenleri, milliyetçi-muhafazakâr dindar kitle yer alıyor. Bu seçmenlerin gözünde Abdullah Öcalan bölücü terör örgütü lideri, binlerce askerin ve sivilin katilidir.

Bu kitleye doğrudan “Öcalan sürece destek veriyor” demek, yoğun bir duygusal kırılma yaratır. Adını anmak, Öcalan’ı bir “müzakere aktörü” veya “meşru lider” gibi sunmak anlamına gelir. Bu da seçmeni yabancılaştırır.

Aslında iktidar, Öcalan’ı “müzakerenin bir tarafı” haline getirmiş, bir “meşru lider” konumuna taşımıştır. Ağzından çıkanın, yazdığı mesajların devlet ve özel TV kanallarında canlı yayınlanıp, saatlerce yorumlandığı bir siyasi aktördür.

Erdoğan “İmralı” demekle, Öcalan’ın adını hem söyleyip hem söylememektedir. “İmralı” ifadesi hem kim olduğu bilinen hem de adını anmayarak hafifletilen bir kimliktir. Böylece Türk kamuoyunda doğrudan bir şok oluşması engellenmek isteniyor.

Bu üslubun ikinci bir amacı daha olabilir. Öcalan, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası almış bir mahkûmdur. Hükümetin doğrudan adını kullanarak onu aktörleştirmesi, hukuk açısından ciddi bir çelişki doğurur. Bir mahkum teröriste “devletin resmi muhatabı” imajı verilemez.

Erdoğan bu üslubuyla hukuki ve ahlaki sorumluluktan kurtulmaya çalışıyor. O nedenle dolaylı tanım ve referanslarla süreci yürütmeye çalışıyor.

Açık bir “Öcalan’la müzakere süreci” görüntüsü olsaydı, muhalefet derhal milliyetçi bir refleksle direnç gösterebilirdi ve iktidara ciddi zarar verirdi.

Bu strateji, “Kürt meselesini” “yeni anayasa” ile “kontrollü bir özerklik sürecine” götürmeye yöneliktir. “Kurbağanın suyunu yavaşça ısıtarak, tepki veremeden haşlamak” gibi bir süreç izlenecektir.

Ama sürecin başarısı için dengeler çok hassastır; küçük bir hata büyük toplumsal kırılmalara yol açabilir.

“Kontrollü özerklik süreci” ya da “demokratik özerklik açılımı” gibi adımlar, toplumun büyük kesimi tarafından olumlu karşılanmazsa geri tepebilir. Üstelik, bu defa 2015’te olduğundan daha derin ve yaygın kırılmalarla sonuçlanabilir.

*********************************

Türk Halkı Aldatılıyor mu?

“PKK ile yeni müzakere sürecinin” içeriğine dair halkımızın ve hatta muhalefet partilerinin bir bilgisinin olmadığı görülüyor. Bunu CHP ve İYİ Parti liderleri başta olmak üzere bütün muhalefet partileri dile getiriyor.

“1. Çözüm Sürecinde” de PKK yetkilileri ile devlet adına MİT yöneticilerinin bir yabancı arabulucu gözetiminde pazarlıklar yaptığını çok sonra öğrendik. Erdoğan başlangıçta müzakerelerin yapıldığını şiddetle reddetmişti. Arka planda verilen tavizler yüzünden, PKK Türkiye içinde fiili kantonlar oluşturabilmişti. Sonuçlarının ne kadar ağır olduğunu biliyoruz.

Şimdi de AKP, MHP, PKK (Öcalan), PKK (Kandil), DEM arasında, içeriğini bunlar ve dış aktörlerin bildiği, muhalefetin ve bizim bilmediğimiz müzakereler yürütülüyor.

Bu gizlilik yetmiyor, Öcalan yerine “İmralı”, Karayılan yerine “Kandil” gibi yumuşatıcı ifadeler kullanılarak tepki doğmamasına çalışılıyor.

****

Peki, sürecin bu şekilde yürütülmesi HALKI ALDATMA sayılmaz mı?

Öcalan gibi bir figürü sürece dâhil eder, müzakereleri bizzat yönlendirir ama bunu kamuoyuna açıkça ifade etmezseniz, halktan hoşlanmayacağı bir şeyler olduğunu gizliyorsunuz demektir. Bu halkın bilgi edinme hakkının gaspı, seçmene karşı şeffaflık ilkesinin ihlali anlamına gelir.

Ancak “devlet aklıyla” hareket ettiğini düşünen liderler bunu genellikle şöyle gerekçelendirir: “Bütün kartları açık oynarsam süreç sabote edilir. Sonuç başarıya ulaşınca zaten halk anlayacaktır.”

Yani bu yaklaşımın amacı “Toplumu yavaş yavaş ikna etmek ama başlangıçta dirençle karşılaşmamak için adımları örtülü yürütmek” olarak açıklanır.

Peki, bu yöntem etik midir?

Bu tarz gizli yürütülen süreçler kısa vadede rasyonel görünebilir ama uzun vadede demokratik meşruiyeti ve halkın güvenini zedeler.

Bu nedenle: Her aşamada halkla açık iletişim kurulması gerekir. Halkın zekasıyla alay eden söz ve davranışlar halkın yönetenlere olan saygı ve güvenini yıpratır.

Mevcut yöntem ve üslup devam ettiği takdirde, süreç “gizli pazarlıklarla Türkiye’nin bölünmesi planı” olarak algılanır ve toplumsal fay hatlarını derinleştirir.

****

DEM ile “Kent Uzlaşısı” altında seçim işbirliği yaptığı ve bazı DEM’lileri Belediye Meclislerine seçtirdikleri gerekçesiyle 12 CHP’li (2 Belediye Başkanı ve ekipleri) aylardır tutuklu. Bu kişiler “terör örgütü ile işbirliği” ile suçlanıyorlar. İktidar siyasallaşmış yargının tutukluluk kararlarını savunuyordu.

Ama şimdi, aynı iktidar “Terörsüz Türkiye” ambalajıyla doğrudan terör örgütü liderleri ve “PKK’nın Meclisteki uzantısı” dediği DEM Parti ile müzakereleri yürütüyor. Herhalde halkın güvenini kaybetmeyi umursamıyor.

Son aşamaya kadar “inkâr ve üstü örtme” stratejisi ile gizlenen müzakerelerin sonuçlarını TBMM’de onaylatıp meşrulaştırmak için bir “komisyon” kurmaya çalışıyorlar. Fakat komisyona davet edilen partilerin komisyonun görev kapsamından haberi yok.

Böyle bir yönetim anlayışıyla ülkenin demokratikleşeceğine inanmamız isteniyor.

“Pazarlık yok” diyerek inkar edilen örtülü müzakerelerin de bir gün tutanakları ortaya çıkar.

Galiba, mutabık kalınan konular açığa çıktıkça uyanacak milli refleksi öngöremiyorlar.

Derbent Zaferi’nden Casene Mağarası’na

(1922-2025)

Giriş

Mustafa Kemal Paşa’nın Musul eyaletini kurtarmak üzere görevlendirdiği Yarbay Özdemir Bey 31 Ağustos 1922’de İngilizlere karşı Revandiz bölgesi Derbent boğazında büyük bir zafer kazanmıştır. Özdemir Bey bu harekâtı sırasında Süleymaniye yakınlarındaki Casene (Cesena) Mağarasını  kullanmıştır. İngilizler Türklere karşı uğradıkları hezimetleri asla unutmamışlar; Mustafa Kemal Atatürk’ten ve Türk milletinden her zaman intikam almışlardır. Bunun en son örneğini PKK’nın sözde silah bırakma şovu ile 1922 yılında Özdemir Bey ve Türk milislerin kullandığı Casene (Cesena)  Mağarasında Türk tarihini bilmeyenlerin verdikleri fırsatı değerlendirmişlerdir. Çanakkale, Kut’ül Amare ve Derbent zaferleri ile yine İngilizlerin Yunanlıları destekleyerek hezimete uğradıkları Millî Mücadele zaferi onlara unutamayacakları “Türk Yumruğu” olmuştur. Bu Türk zaferleri İngiltere’nin hemen hemen bütün sömürgelerini kaybetmeye başlamasının anahtarıdır. Bu çalışmada terörü doğuran bataklıklarından biri olan İngiltere’nin Derbent/Revandiz yenilgisi Türk’ün ise zaferi anlatılacaktır. Bununla beraber bugünlere geliş sürecinde İngiltere’nin bitmeyen oyunları hatırlatılacaktır.

Misak-ı Millî

Mustafa Kemal Paşa tarafından 1 Mayıs 1920 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki tarihî konuşmasında; “Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki birincisi olan hudut meselesi tayin ve tespit edilirken, hudud-ı millîmiz İskenderun cenubundan geçer, Şark’a doğru uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi ve Kerkük’ü ihtiva eder. İşte hudud-ı millîmiz budur dedik,” şeklinde bir açıklamada bulunmuştur. Atatürk’ün, Söylev’inde de ifade ettiği gibi, bu yerler hem Türklerin yoğun olarak meskûn olduğu bölgelerdir hem de Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalandığı gün Türk askerinin denetiminde kalan yerlerdir. Atatürk, Türklerin denetiminde kalan bu bölgeleri Türk yurdu olarak belirlemiş, bu bölgeleri içine alan sınırı millî sınır olarak tespit edip belgelere de geçirmiştir[1].

Irak Türklerinin Kaderi

Ünlü İngiliz kadın seyyah ve casus Gertrude Bell (Çölün Kızı) (14 Temmuz 1868 – 12 Temmuz 1926), 1. Dünya Savaşı sonrasının Irak’ını kurmuş, sınırlarını cetvelle kendisi çizmiş ve icat ettiği Irak’ın kralını bile bizzat kendisi tayin etmiş bir İngiliz ajanıdır. 14 Ağustos 1921 tarihinde babasına yazdığı mektubunda “Referandum yapıldı ve Kral Faysal (Osmanlı Devletine isyan eden İngiliz işbirlikçisi Şerif Hüseyin’in oğlu) oy birliği ile seçildi, ama Kerkük, Kralın lehine oy kullanmadı. Kerkük’ün içi ve ilçeleri Türkmenlerden oluştuğu, bazı köylerin ise Kürtlerden sakin olduğunu yazmaktadır[2]. Irak’ın kurucusu Gertrude Bell mektuplarında Kerkük’ün Türkmen şehri olduğunu açık bir şekilde vurguladığı da bilinmelidir. 


            Millî Mücadele ve Yarbay Özdemir Bey (1922)

1922 gerek Türkiye gerekse İngiltere için taarruz yılı olarak tarihe geçecektir. 1 Şubat’ta Mustafa Kemal Paşa “Millî Müdafaa Vekaletine Faysal’ın Irak’ta Hükümet kurmak, İngilizlerin de Musul ilini siyasi manda altında bulundurmak isteği yapılan siyasi faaliyetlerden anlaşılmaktadır” demektedir. Bu sebeple esas alınan Misak-ı Millî sınırları içinde kalan Musul ilinin kurtarılması amacıyla Revanduz bölgesine bir kısım kuvvet gönderilmesi talimatı verecektir.

Bu görev Suriye’de ve Antep Cephesi’nde çeşitli görevler almış olan Kaymakam (Yarbay) Özdemir Bey’e verilecektir. Aşiret Kuvvetleri ile desteklenen Mezopotamya’daki İngiliz birlikleri Türkiye’ye karşı ilan edilmemiş bir savaş başlatmıştır. İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri de taarruzu destekleyecektir. İngiltere 17 Şubat’ta bir karar alarak saldırıda kullanılan birliklerinin süresiz olarak Musul’a yerleştirildiğini açıklar[3].

Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti Genelkurmay başkanlığından emir alan Şefik Özdemir Bey 3 subay 100 erden oluşan bir bölüğü ile 9 Mart 1922 tarihinde Revanduz’a  gitmek üzere Ankara’dan hareket etti. 22 Nisan’da Diyarbakır’a gelerek burada cephe komutanı Cevat Çobanlı Paşa ile görüşür. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra Diyarbakır’da Özdemir Bey verilen talimatta özetle şunlar belirtilmiştir:

Özel teşebbüs ile hareket etmesi gereken Özdemir Bey müfrezesi Misak-ı Millî sınırları içinde kalan bölgelerin Faysal tarafından işgaline engel olacaktır, bu amacı sağlamak için en elverişli yer Revandiz bölgesidir. Görevini başarıyla yapılabilmesi için subay ve erlerin aşağıdaki esaslara bağlı kalması şarttır. Aksi takdirde memleket için zararlı sonuçlar verebilir:

-Müfreze ciddi ve sıkı bir disiplin altında bulundurulacak ve eğitimle meşgul olacaktır 

-Halkı Türk hükümetine bağlamak için son derece eşit muamele yapacaktır 

-Vazife zamanında ve vazife dışında halka iyi muamele yapacak bölge halkının dini inançları taassup derecesinde kuvvetli olduğundan subay ve askerler dini esaslara saygılı kalacaklar ve gerektiği zamanda halk aydınlatılacaktır 

-Revandiz de yapılacak yerli teşkilatta halkın ve özellikle aşiret reislerinin düşünceleri sorulacaktır 

Yapılacak görüşmelerde İngilizlerin İslam birliğini parçalamak ve bu suretle memleketlerini işgal etmek amacında olduğu ve Faysal’ın da tamamen İngiliz isteklerine göre hareket ettiği açık olarak anlatılmalıdır. Süleymaniye’de bulunmakta olan Nemrut Mustafa’nın (İstanbul’da Kuvvay-ı Milliyecileri ölüme mahkûm eden yahut Malta adasına süren İngiliz kuklasıdır. Daha sonra Süleymaniye’ye kaçmıştır) da kurduğu cemiyetin İngiliz çıkarlarına çalıştığı açıklanmalıdır. Müfreze Hakkâri kanalıyla sıkı ve devamlı irtibatta bulunmalıdır. Bu başarı için şarttır[4].

Özdemir Bey bir Binbaşı 6 teğmen 6 asteğmen bir subay namzedi ve bir hesap memurundan oluşan kadro ile aşiretler arasına girecek ve onlardan topladığı milisler ile Hakkari’den 12 Haziranda başlayan çetin ve yorucu bir yolculuktan sonra 22 Haziran 1922 tarihinde Revandiz’e ulaştı; bölgede ileri gelen aşiretler tarafından sempatiyle karşılandı.  Revandiz Türkiye’ye ve Türk idaresine karşı ilgi ve alaka gösteren önemli bir merkezdi. Müfrezenin Revandiz’e gelişi halk arasında çok parlak törenlere sahne oldu, şenlikler yapıldı, etrafta bulunan aşiretler şehre gelerek müfrezeyi ve onun komutanını selamladı, kurbanlar kesildi, dualar edildi. Bölgede Türk hükümetinin zaten öteden beri esmekte olan hâkimiyet atmosferi bu vesile ile daha da yükseldi. Özdemir Bey, derhal bölgede teşkilat kurmaya başladı, daha çok halkın genel istekleri doğrultusunda hareket etti. Uzun süreden beri hükümetsiz olan halk, kısa sürede yeni idareye bağlandı. Revandiz yöresinde halk, Özdemir Beyi Mustafa Kemal Paşa’nın temsilcisi olarak alkışlıyor ve seviyordu. Halk Özdemir Beye Özdemir Paşa (Hâlbuki yarbaydı) demek suretiyle bağlılık göstermekte idi. Özdemir Bey bundan böyle halk nazarında sevilen bir paşa olmuştu. Kimi halk kesiminin gözünde Özdemir Bey, büyük bir din bilgini, hatta şeyhülislam mertebesine sahip biri idi. Özdemir Bey bölgede gün geçtikçe teşkilatını yaygınlaştırdı. Kuzey Irak sahasını aşarak Rumiye Gölünün güneyindeki Lahican mıntıkasına kadar sahasını genişletti. Türk tarafından olan müdafaa-i hukuk gurupları da perde arkasından çıkarak, korkusuzca faaliyetlerine başlamışlardı. Özdemir Bey, Revandiz’de kontrolü ele geçirdikten sonra, Kerkük, Süleymaniye, Akra ve Musul gibi merkezlerde de hissedilir derecede etkinliğini göstermekte idi[5].

Özdemir Bey, bölgedeki aşiretlerin gücünden de büyük ölçüde yararlanarak Akra, Ranya, Erbil ve Köysancak taraflarında kontrolü ele geçirdi. Revandiz ve civarında Türk idaresinin gün geçtikçe genişlediğini gören İngilizler, Revandiz’i uçaklarla bombalamaya başladılar. İlk bombalama 10 Temmuz 1922 tarihinde başlamıştır. 12 uçakla başlayan bu hava saldırısı aralıksız olarak bir gün devam etmiştir. Arazinin engebeli olmasından dolayı İngilizler bu saldırılarda pek başarılı olamadılar; kullandıkları bombalarla halkı sindirmeye çalıştılar. İngilizler hava kuvvetlerini bölgede bir baskı unsuru olarak kullanmaya azami dikkat ettiler. Bu saldırılar sırasında İngiliz uçakları zaman zaman kendisine müttefik olan unsurları da bombalamaktan geri kalmamışlardı. Mesela 15 Temmuz tarihinde İngiliz uçakları, Nasturi (Hristiyan) birliklerinin bir kısmını bombalayıp dağıtmıştı. İngiliz saldırılarının olduğu sırada Özdemir’e bağlı kuvvetlerle halk Revandiz tarafındaki dağlarda toplanarak kendilerini korumakta idiler. İngilizlerin dur durak bilmeyen saldırılarına rağmen, Özdemir Bey, Elcezire Cephe komutanlığından gönderilen 2.000 altın ile çetelerin maaşlarını ödemiş; Şemdinli ile Revandiz arasında 1.400 telgraf direği diktirerek telli muhabere hattını da tesis etmişti[6].

Derbent Muharebesi ve Ortanca Zaferimiz

Batı Cephesi’nde 26 Ağustos’ta Büyük Taarruz başlarken, Özde­mir Bey 250 kişilik müfrezesi ve oymaklardan toparladığı yaya ve at­lı gayrı nizami birliklerle toplam beş bine yaklaşan gücüyle savaşa tutuşmuştu. Çekirdeğini İngilizlerin oluşturduğu Hintli sömürge as­kerleri, “Şebbane” denilen yerel Hıristiyan (çoğu Nasturi) milisler ve “Vatani” denilen Faysal’ın kurduğu Irak ordusuna bağlı Arap asker­lerden oluşan 7 bin kişilik karışık bir askeri gücü yörede bulunuyor­du. Kuvva-i Milliye güçlerinin tek bozuk topuna karşılık düşmanın üç bataryada 12 topu ve çok sayıda makineli ve otomatik tüfeği vardı. Dumlupınar’da kuşatılan beş Yunan tümeni bizzat Başkomutan’ın yönettiği Türk ordusu tarafından 30 Ağustos’ta mahvedilmişti. Tari­himizde “Büyük Zafer” olarak geçen bu tarihsel olayın ertesi günüyse yedi ay önce küçük bir müfrezenin başında yine Başkomutan’ın yönerge’yle büyük bir görevle yolladığı Özdemir Bey iki bin kilometre’den uzakta bir başka mucizeyi gerçekleştiriyordu[7].

Asurlardan beri Ninova’dan İran’a kervan seferlerinde kullanılan Kandil Dağı’nın kuzeybatısından güneydoğusuna doğru uzanan 400 metre dolaylarındaki tarihi geçide yataklık yapan Derbent Boğazı’nın iki tarafına konuşlandırılan top ve makineli tüfeklerin yüksek ateş gücü üç gün üç gece süren ulusal güçlerin saldırılarına karşı çaresiz kaldı. Özellikle gece hâkimiyeti kazanan ve bu sayede İngiliz uçaklarının ve ağır silahlarının baskısından kurtulan mücahitler düşmanı zirvelere doğru sürmüştü. Düşman işbirlikçi unsurlar 31 Ağustos’u 1 Eylül’e bağlayan gece Ranya’daki birliklerinin korumasında boğazdan çıkarak çekilmeye başladılar. İki gece Derbent yakınlarında bir köyde kaldıktan sonra uçakların desteği ve koruması altında Köysancak yönünde çekilmek istediler. Ama Kuvva-i Milliye mücahitlerinin baskını ve yakın dövüşü nedeniyle hava desteği etkisiz kaldı. Cephane yetersizliği nedeniy­le daha fazla takip yapılamadı. Böylece beş gün beş gece süren Der­bent Muharebesi Batı’daki Büyük Zafer’in ardından ortanca zaferi­miz olarak sonradan unutulsa bile tarihe geçti. Üç İngiliz subayının ölümüyle birlikte düşman yüzlerce ölü ve yaralı vermişti. Özdemir Beyin müfrezesi toplam 14 şehit vermişti. Muharebeler sırasında alçaktan uçuş yap­maya yeltenen 4 İngiliz uçağı düşürülmüştü. Ele geçirilen ganimet arasında 6 makineli tüfek ve cephanesiyle birlikte 2 top da vardı. Derbent zaferi yalnız Musul Cephesi’nde değil tüm Kurtuluş Sava­şı boyunca Kuvva-i Milliye’nin büyük başarılarından biriydi. Toplam mevcudu tüm neferleri, subay ve diğer personeliyle 250’yi ancak bulan bir küçük müfrezeyle Özdemir Bey’in Revanduz’a geli­şinden sadece 70 gün sonra beş bine yaklaşan bir güce ulaşması ve hava kuvvetleri dâhil üstün bir ateş gücüne sahip düşmanı bozguna uğratması inanılmaz bir olaydı. Bu gücün takriben üçte birlik bölü­münün başlangıçta İngiliz yanlısı kimi satılgan ağalarınca ihanete sü­rüklenen Balikan ve Pişdar oymaklarından sağlanması başarının as­keri olduğu kadar belki çok daha fazla politik ve psikolojik boyutla­rının olduğunu ve arkasında büyük bir örgütçü zekânın ve yeteneğin bulunduğunu gösteriyordu[8].

Derbent zaferinden sonra Musul’un tamamıyla Türkler tarafından işgal edileceği endişesine kapılan İngilizler, Şeyh Mahmut’u Süleymaniye’ye getirterek 10 Ekim 1922’de İngiliz mandası Kürdistan Hükûmeti’ni resmen kurdular. İngilizler böylece Musul ve civarının Türkiye’ye bağlanmasını önlemeyi ve bölgedeki iktisadi çıkarlarını sürdürmeyi düşündüler. Musul vilayetindeki gelişmeleri yakından takip eden Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ile Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, Özdemir Bey’in kazandığı başarıların devamı için TBMM Hükûmetince gizli olarak desteklenmesini istiyorlardı. Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa 07 Eylül 1922 tarihinde Elcezire Cephe Komutanlığına çektiği çok gizli kayıtlı telgrafta, gerekirse Musul’un silahla alınmasını istemiştir. Türk Genelkurmayı’nın çabaları içerisinde en fazla dikkati çeken konu ise, cephenin uçak bölüğü ile takviye edilerek İngilizlerle mücadele edilmesi yolunda idi. Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa’nın emrine göre, Elcezire Cephesi bütün gücüyle Dicle’nin iki tarafından, nehir boyunca Musul yönünde taarruza geçecek idi. Doğu Cephesi ise Van, Hakkâri ve Iğdır sınır birliklerinden oluşan dağ bataryalarıyla takviye edilen bir piyade tümeni, bir süvari tugayı ve aşiretlerden oluşan süvarilerle İmadiye, Süleymaniye hattı üzerinden Musul-Kerkük’e taarruzla görevlendirilecektir. Hatta bu hazırlıklar olurken, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa Elcezire cephesinde süratli keşif ve savaş uçaklarından oluşan bir uçak bölüğü teşkili yolunda da emirler verdi. Bu konuda Millî Savunma Bakanı Kâzım Paşa ile de gerekli yazışmalar başlatıldı. Bu arada 06 Kasım 1922 tarihinde Özdemir Bey’den Elcezire Cephe Komutanlığına gönderilen telgrafta takviye kuvvetlerinin Revandiz’e ulaştıktan sonra bütün kuvvetlerle ilk önce Zaho’nun işgali, bir kolun da güneyden Dohuk üzerine inmesi diğer bir kolun da İmadiye üzerine yürümesi hususu teklif ediliyordu. Özdemir Bey’den, alınan cevaplar çerçevesinde 10 Kasım 1922 tarihine kadar Elcezire Cephesinin gerekli hazırlıkları tamamlaması isteniyordu. Bu gelişmeler olurken, bir yandan da Lozan Konferansı devam ediyordu. Bu sırada Lozan’dan gelen haberlere bakılırsa konferansın kesintiye uğraması ihtimali vardı. Bu ihtimale karşı Fevzi Paşa, Musul harekâtına katılacak birliklerin hazırlanması konusunda gerekli talimatları da vermekten geri kalmıyordu. Hatta 04 Aralık 1922 tarihinde İzmir’den Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’ya Musul’a yönelik icra edilecek harekâta dair çekilen telgrafta, Misak-ı Millî sınırları içinde bulunan Musul’un gerekirse silahla alınması yolunda Elcezire ve Doğu Cephesi Komutanlıklarına emirler verilip bu konuda hazırlıklı olmalarının istendiği belirtiliyordu. Lozan Konferansında en çetin tartışmalara yol açan konu “Musul Meselesi” olmuştur. Mustafa Kemal Paşa, TBMM’de 2 Ocak 1923’te ve 30 Ocak 1923’te yaptığı açıklamalarda, Musul vilayetinin, Türkiye devletinin millî sınırları içerisinde olduğunu; buralarını ana vatandan koparıp şuna buna hediye etmenin mümkün olamayacağını ifade ediyordu. Lozan Barış Konferansı’nın toplanmasından evvel İngilizler, 17 Ekim 1922 tarihinden itibaren Köysancak, İma­diye ve Dinart’ı havadan bombalamaya başlamışlardı[9].

Lozan Konferansı müzakereleri devam ederken Musul’daki İngiliz ve Arap Birlikleri’nin 8 Nisan 1923’te biri şeytan Boğazı ve diğeri Serderya istikametinde iki koldan Harekete geçmişler böylece Özdemir Bey çok nazik bir konuma getirilmiş ve onun Hakkâri ile irtibatı kesilmiştir. Dolayısıyla Özdemir Bey İran’a çekilmeyi uygun bulmuş ve İran makamları silahlarına el koyarak Türk müfrezesinin Türkiye’ye geçmesine izin vermiştir. Böylece 1922 yılında başlayan Türk ileri askeri Harekâtı 8 Nisan 1923’te son bulmuştur[10].  

Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş sürecinde İngiltere, Türkiye üzerinde diplomatik baskıyı yoğunlaştırmıştı ve 6 Ağustos 1924 günü Musul sorununu tek taraflı olarak, Türkiye’ye danışmadan, Milletler Cemiyetine götürdü. Hemen ertesi günü Hakkâri bölgesindeki Nasturiler Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı ayaklandırıldı (7 Ağustos 1924).  Bu isyan Lozan’da İngilizlerin elini güçlendirdi. Cumhuriyet henüz birinci yaş gününü bile kutlayamamış iken dış destekli bir saldırıyla karşı karşıya bırakıldı. Halifeliğin kaldırılmasından yaklaşık bir yıl sonra, 13 Şubat 1925’te Şeyh Sait, “din elden gidiyor” diye doğudaki bazı aşiretleri Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı ayaklandırdı. Şeyh Sait ayaklanması, İngiltere’nin Musul tezini güçlendirmiş, İngiltere’ye yaramıştır. Ayaklanma bastırıldıktan sonra Milletler Cemiyeti Meclisi, 16 Aralık 1925 tarihinde Musul konusunda İngiltere’nin isteği doğrultusunda bir karar aldı. Yani Musul vilayetinin Irak’a bırakılmasına karar verdi[11].

Sonuç

İngilizler 1. Dünya savaşındaki kayıplarını ve Orta Doğu’daki emellerini asla unutmadılar her zaman intikamlarını Mustafa Kemal Atatürk ve Türk Milletinden almaya devam ettiler ve devam ediyorlar. Diğer Emperyalistlerle birlikte PKK/PYD, DAEŞ vb birçok terör örgütünü kurarak onları bu coğrafyaya musallat ettiler.

Yaşar Eyice  15 Temmuz 2025 tarihli yazısında Türk okuruna son günlerde (2025) hiç yabancı gelmeyecek bir mağaradan söz  etmektedir:  “Bizim tarihimizde de olduğu belirtilen Casene (Cesena) Mağarasından…Musul’u almak için İngiliz’e direnen Özdemir Paşa’nın(Yarbay’ın) karargâhı olan bu ünlü mağaradan…Yıllar önce biz kullanmıştık. Süleymaniye yakınlarındaki Casene (Cesena) Mağarası, 1920’lerde Türk askerleri ve yerel direnişçiler tarafından lojistik ve stratejik amaçlarla kullanılmıştı. Türkiye’nin Musul’u İngilizlerden geri almak için kullandığı mağara, Bereketli Mağarası (Bereketli Cave) olarak bilinir. Özdemir Bey, Kurtuluş Savaşı sürerken Musul’u geri almak üzere Mustafa Kemal’in görevlendirdiği gizli ordu komutanıdır. 1922-23’te İngiliz’e karşı silahlı direnişi örgütledi, Casene Mağarası’ndan Musul Seferi’ni planladı. Musul savaşla kazanılıyordu! Ancak Musul; silahla değil, ihanetle ve İngiliz taşeronluğuyla kaybedildi! Türk’ün karargâhı olan Casene Mağarası, Türk’ün millî direniş karargâhıydı. Orada, tarihçiler kadar, askerimizin de millî direniş izleri bulunuyor. Casene Mağarası, Musul’un Misak-ı Millî sınırlarına dâhil edilmesi için verilen askeri mücadelenin kalbi olarak da nitelendiriliyordu”[12]. Yaşar Eyice özellikle bu yazısında “Tarih Mühendisliği” yapıldığını vurgulamaktadır.

1922’den yıllar sonra PKK, Özdemir Bey’in mağarasını kullanıyor ve bunu 2025’de sözde silah bırakma şovuna dönüştürüyorsa İngiltere (MI-6 İngiliz İstihbaratı), Mustafa Kemal Atatürk’ten, Özdemir Bey ve Türk Milletinden intikam alıyor demektir. On yıllardır İngiltere’de haftada en az iki gün Devlet Televizyonu BBC’de PKK’lı teröristlerin konuşturulduğu da hafızalardadır.

Kaynaklar

1-Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. I, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1989.

2- Ercan Karakoç, Atatürk’ün Dış Türkler Politikası, IQ Yayınları, 2002.

3-Hilmi Özden, Şeyh Sait İsyanı, İngiltere Ve Musul (13 Şubat 1925), Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Türk Dünyası Uygulama ve Araştırma Merkezi Yakın Tarih Dergisi 2019 Cilt 3 Sayı 6,

4-Mim Kemal Öke, Musul Meselesi Kronolojisi (1918-1926), Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 1991.

5- Murat Güztoklusu, Atatürk’ün Gizli Kalmış Musul Özdemir Harekatı, Kripto Yayınları, 2013, Ankara.

6- Türel Yılmaz, Gazi Üniv. İİBF Uluslar arası İlişkiler Bölümü, Türkiyesiz Kerkük´te çözüm olmaz. , Ali Kerküklü, Türk Diyarı Kerkük Elden Gidiyor, Yeniçağ Gazetesi’nin 29 Mart 2017. Mahir Nakip, Kerkük’ün Kimliği, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2007.  

7- Yaşar Eyice, 15. Temmuz. 2025., https://cesmeninsesi.com.tr/makale-

8-Zekeriya Türkmen, Musul Meseleri, Askerî Yönden Çözüm Arayışları (1922-1925), Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2003.

9- Zekeriya Türkmen, Revandiz Harekatı, https://ataturkansiklopedisi.gov.tr


[1] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. I, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1989, s. 75.

[2] Doç. Dr. Türel Yılmaz, Gazi Üniv. İİBF Uluslar arası İlişkiler Bölümü, Türkiyesiz Kerkük´te çözüm olmaz. , Ali Kerküklü, Türk Diyarı Kerkük Elden Gidiyor, Yeniçağ Gazetesi’nin 29 Mart 2017. Mahir Nakip, Kerkük’ün Kimliği, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2007.  

[3] Mim Kemal Öke, Musul Meselesi Kronolojisi (1918-1926), Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 1991, s.  80.

[4] Zekeriya Türkmen, Musul Meseleri, Askerî Yönden Çözüm Arayışları (1922-1925), Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2003.,s.44.

[5] A. g. e., s. 48.

[6] A. g. e., s. 50-51.

[7] Murat Güztoklusu, Atatürk’ün Gizli Kalmış Musul Özdemir Harekatı, Kripto Yayınları, 2013, Ankara, s. 95.

[8] A.g.e., s. 96.

[9] Zekeriya Türkmen, Revandiz Harekatı, https://ataturkansiklopedisi.gov.tr

[10] Ercan Karakoç, Atatürk’ün Dış Türkler Politikası, IQ Yayınları, 2002., s. 165-166.

[11] Hilmi Özden, Şeyh Sait İsyanı, İngiltere Ve Musul (13 Şubat 1925), Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Türk Dünyası Uygulama ve Araştırma Merkezi Yakın Tarih Dergisi 2019 Cilt 3 Sayı 6, s. 52-60.

[12] Yaşar Eyice, 14. Temmuz. 2025., https://cesmeninsesi.com.tr/makale-

LOZAN Antlaşması 24 Temmuz 1923

İttihat ve Terakki, Almanya ile ittifak hâlinde girdiği savaşta İtilaf bloğuna yenilmiştir. Savaşı bitiren Mondros Mütarekesi ise imparatorluğa aradığı barışı getirmekten çok İtilaf Devletleri’nin yeni işgallerine zemin hazırlamış ve durum aynı zamanda Anadolu’da bir direnişin başlamasına sebep olmuştur. Bu direniş İtilaf Devletleri’nin savaş devam ederken gizli anlaşmalarla Osmanlı topraklarını paylaşmalarına ve dolayısıyla  “Doğu Sorunu”nu kendi emperyal çıkarları doğrultusunda bir çözüme kavuşturmalarına karşı verilen tepkinin ürünüdür.

26 Ağustos 1922’de Büyük Taarruz başlamış, Mustafa Kemal’in “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emri ile Türk ordusu Batı’ya doğru ilerlemiş ve sırayla Eskişehir, Balıkesir, Aydın, Manisa, Bursa ve nihayet 9 Eylül’de İzmir işgalden kurtarılmıştır. Devamında Yunan ordusu Trakya’yı boşaltmaya başlamış, 11 Ekim 1922 Mudanya Mütarekesi ile Boğazlar ve Trakya’daki birkaç yer hariç Türkiye, Misakımillî sınırlarına kavuşmuştur. Nihai barış ise daha sonra yapılacak olan bir konferansa bırakılmıştır. İtilaf devletleri, konferansın Avrupa’da toplanmasını isterlerken Ankara hükûmeti İzmir’de toplanmasını istemiş, sonuç olarak konferansın Lozan’da toplanmasına karar verilmiştir.

Bu karar; Türk Heyeti açısından hem psikolojik üstünlüğün kaybedilmesi hem de ulaşım, haberleşme vb. sorunların yaşanacağı anlamına gelmektedir. Nitekim mevcut koşullarda Lozan’dan Ankara’ya iki kanaldan telgraf çekilebilmektedir:

Bununla beraber 13 Kasım’da Lozan’da toplanacak olan konferansa TBMM hükûmeti ve İstanbul hükûmeti birlikte davet edilmiş, ortaya doğal olarak bir “hükûmetler krizi” meselesi çıkmıştır. TBMM hükûmeti, bu krize 1 Kasım 1922 tarihinde saltanatı kaldırarak son vermiş, böylece Osmanoğulları hanedanlığının bittiğini açık olarak göstermiş ve Türk milleti adına karar verebilecek tek iradenin Ankara’daki meclis olduğunu ilan etmiştir. Bu karar ile Lozan’da iki hükûmet arasındaki anlaşmazlıklardan istifade etmek için hazır bekleyen İtilaf güçlerine de gerekli mesaj verilmiştir.

Fakat bu defa da Lozan’da Türkiye’yi kimin temsil edeceği meselesi gündemi meşgul etmiştir. Bu hususta Rauf Bey’in, Kazım Paşa’nın, Yusuf Kemal Bey’in, İsmet Paşa’nın isimleri gündeme gelmiştir. Kılıç Ali anılarında Mondros yükünden kurtulabilmek adına Rauf Bey’in başbakan olarak Lozan’a gönderilecek delegeleri kendisinin seçmek istediğini, heyete bizzat kendisinin başkanlık etmek istediğini ve İsmet Paşa’yı yanında müşavir olarak götürmek istediğini yazmaktadır. Fakat Mustafa Kemal’in ricası ile Yusuf Kemal Bey’in dışişlerinden istifa etmesi ve yerine İsmet Paşa’nın seçilmesi Rauf Bey’in planları bozmuştur.

Sonuç olarak 3 Kasım’da Bakanlar Kurulu Lozan’a gidecek olan heyeti TBMM’nin onayına sunmuştur. Buna göre Dışişleri Bakanı İsmet Paşa baş delege, Sağlık Bakanı Rıza Nur ikinci delege, İktisat Eski Bakanı Hasan Saka ise delege seçilmişlerdir. Ayrıca pek çok milletvekilinin ve uzmanın yer aldığı kalabalık bir danışmanlar grubu oluşturulmuştur[10]. Türk Delegasyonundan beklenen hükûmetin kendilerine verdiği 14 maddelik talimatın dışına çıkmadan nihai barışı sağlayacak bir antlaşmaya imza atmalarıdır.

I. Lozan Konferansı

13 Kasım Pazartesi günü başlayacak olan konferans, Türkiye’ye bilgi verilmeden İngiltere’nin diğer devletlere dayatmasıyla 20 Kasım’a ertelenmiştir. Dolayısıyla Lozan’a giden ilk heyet Türk heyeti olmuş fakat karşısında bir muhatap bulamamıştır. İsmet Paşa bu durumdan duyduğu rahatsızlığı İsviçreli gazetecilerle yaptığı toplantında kamuoyuyla paylaşmış ve şunları söylemiştir:

“…Türkiye epey zaman sulh yapılmasını bekledi. Fakat sulh yerine, bilakis, her hududundan aynı zamanda hücuma uğradı… Yeni tahripleri önlemek ve sulha kavuşmak için Türk milleti hiçbir fırsatı kaçırmadan ve hiçbir zaman sulh çarelerinin hepsini kullanmadan silaha sarılmadı. Büyük Taarruzdan evvel Londra’ya mümessillerimizi gönderdik, fakat kabul edilmediler. Taarruzun nihayetinde Fransa’nın müslihane [muslihane] tavassutuna müsait cevap verdik. Bu hareketimiz hüsnüniyetimizi ispata yeter delildir. Lozan Konferansı’nın içtimaı alakalı devletler tarafından kabul edildi. Devletlerin davetine ilk cevap veren memleket sulh arzusunu ispat etmiş değil midir? Türk murahhaslarının konferans muhitine herkesten evvel gelmiş olması da Türklerin nasıl sözlerinde durduklarını bir kere daha ispat etmiş oluyor…

İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon konferans öncesi bir muhtıra hazırlayarak Fransa ve İtalya ile Türkiye’ye karşı ortak bir cephe oluşturmaya çalışmıştır. İtilaf Devletleri’nin Lozan Konferansı’ndaki talepleri bu muhtıraya göre şekillenmiş, özellikle adli ve mali konularda anlaşma sağlanamamış, İsmet Paşa kendilerine verilen hükûmet talimatnamesini yerine getiremeyeceğinden antlaşmayı imzalamak istememiştir. Bir sonuca varılamayan konferans 4 Şubat 1923 tarihinde dağılmıştır. Bu noktada Lord Curzon ve İsmet Paşa arasında dikkat çekici bir diyalog yaşanmıştır.

Dünya barışının ertelenmesinin sorumluluğunu üzerine almak istemeyen Curzon, İsmet Paşa’ya şu soruyu sormuştur: “Barışın çıkmaza girmiş olmasını İngiliz ve dünya kamuoyuna nasıl anlatacaksın?” İsmet Paşa ise Curzon’a şu cevabı vermiştir: “Benim vaziyetim kolay. Ben Türkiye’ye gittiğim zaman soranlara bir cümle ile cevap vereceğim: Lord Curzon sulh istemediği için konferans kesilmiştir.” Bu cevap üzerine Lord Curzon kendisini “katiyen” demekten alıkoyamamıştır. Nitekim Türk heyeti Lozan’dan en son ayrılan heyet olmayı tercih ederek sulhu önemsediğini göstermiş ve İsmet Paşa bu hususa dikkat çekmek adına şöyle bir açıklama yapmıştır:

Efendiler, barış imzalamak için 11 İkinciteşrin’de Lozan’a herkesten evvel geldik… Bugün görüyorum ki bütün delegeler payitahtlarına gitmişlerdir. Konferansın kesintiye uğramasına dair hiçbir taraftan tebligat almadım… Bu vaziyet karşısında ben de konferansı kesintiye uğramış saymıyorum. Yalnız fırsattan istifade ederek diğer delegelerin yaptığı gibi bütün delegelerden sonra Ankara’ya gidiyorum.”

Sonuç olarak 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Barış Antlaşması ile Türkiye için hem Birinci Dünya Savaşı bitmiş hem de bağımsızlık mücadelesi kazanılmıştır. Lozan Barış Antlaşması bağımsız Türkiye’yi tüm dünyaya ilan eden bir antlaşma olmuştur. Nitekim birkaç ay sonra TBMM hükûmeti yönetim biçimini Cumhuriyet olarak belirlemiş, böylece imparatorluğun küllerinden doğan yeni bir devlet uluslararası sahnede yerini almıştır. Emperyalizme karşı verilen mücadele beraberinde barışı, bağımsızlığı yeni bir rejimi getirmiştir.

Bundan ötürüdür ki 24 Temmuz, hiçbir zaman resmî bir bayram günü olmasa da ülke içindeki etkinlikler ile bir bayram gibi kutlanmıştır. Dönemin gazetelerine bakıldığında “Lozan Sulh Bayramı” ifadesinin yaygın olarak kullanıldığı görülebilmektedir.

Lozan Sulh Bayramı uzun yıllar 10 (23) Temmuz Hürriyet Bayramı ile birlikte kutlanmıştır. Art arda gelen günlerde şehir bayraklarla donatılıp ışıklandırılmış ve belli bir program doğrultusunda bu coşku halkla paylaşılmıştır. Öyle ki zamanla bu coşkuyu daha da artırmak adına Montrö Mukavelesi, Hatay’ın anavatana katılması ya da Gazeteciler Günü de bu kutlamalara eklenmiştir.

Atatürk Dönemi’nde başlayan bu kutlamalar, genellikle CHP ile iç içe geçmiş olan Halkevlerinde yapılmıştır. İnönü Dönemi’nde bu kutlamalara verilen önem daha da artmış, merkezden Halkevlerine çekilen telgraflarda kutlama programlarının içeriği belirlenmeye başlanmıştır. Muhtemelen bu durum dönemin şartları ile de ilgilidir. 1939-1944 arasında ikinci bir dünya savaşı yaşanmış, doğal olarak barış

da her zamankinden daha fazla önem kazanmıştır. Bununla birlikte 1946 yılı itibariyle Türkiye’de çok partili yaşama geçilmiş, DP güçlü bir muhalefet partisi olarak iktidarı alışkın olmadığı bir siyasi mücadele içine sürüklemeye başlamıştır. Muhalefetin olduğu bir siyasi düzende Lozan Barış Antlaşması kutlamaları da bu durumdan etkilenmiştir. Artık kutlamalar da bir bakıma DP’ye karşı pozisyon almada bir işlev kazanmıştır.

1950 yılında iktidarı alan DP, Lozan kutlamalarına mesafeli olmuş, Lozan Sulh Günü’nü kutlamayı Türkiye’nin siyasi, askerî tarihinden bağımsız olarak CHP’nin ve özellikle de İnönü’nün mazisine ait kişisel bir başarıyı kutlamakla, siyasi bir taraf tutmakla eşdeğer görmüştür. Dolayısıyla mesele âdeta İnönü’yü sevmek ya da sevmemek hâlini almış ve bu dönemde kutlamalara son verilmiştir. 1955 yılından sonra ise kutlamalara yasak getirilmiştir. Bu sürecin bir sonucu olarak Lozan Sulh Günü/Bayramı zamanla hafızalardan silinmiş ve dar bir alana sıkışarak sadece akademi ile sınırlı kalmıştır. Bununla birlikte Lozan, her yıl düzenli olarak Heybeliada’da İnönü Vakfı tarafından kutlanmaktadır. Bu durum İsmet İnönü’ye duyulan vefa ve minnet borcu ile ilgili olduğu kadar, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tarihine duyulan saygı ve barışa verilen önem ile de ilgilidir. Bu anmalar toplumsal hafızaya ve sürekliliğe yapılan bir katkı olarak da görülmelidir.

Lozan Barış Antlaşması; bağımsız ve çağdaş bir Türkiye’nin doğmasını sağlamış, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’i ilan edebilmenin ön koşulunu oluşturmuş kurucu bir belgedir. Üstelik dünya siyasi haritasının (günümüz de dâhil) pek çok coğrafyada değişikliğe uğradığı düşünülürse Lozan ile sağlanan istikrar ve barışın ne denli önemli olduğu da anlaşılır.

Alıntı. https://atamdergi.gov.tr/tam-metin/1088/tur

Hatay Devleti ve Hatay’ın Türk Topraklarına Katılması

Eylül 1938’de bağımsızlığını ilan etmesi ile kurulmuş olan Türk devleti. 29 Haziran 1939 günü devletin yasama organı olan 22 üyesi Türk olan 40 üyeli Hatay Devleti Millet Meclisinin aldığı karar gereği Türkiye’ye katılmış ve Hatay ili olmuştur.

1937’de Milletler Cemiyeti kararıyla Hatay sorununun çözümü için kurulmuştur. Devletin kuruluşu Hatay Millet Meclisinin 2 Eylül 1938 tarihli kararıyla ilan edilmiştir. Devlet Başkanlığına Tayfur Sökmen, Meclis Başkanlığına Abdülgani Türkmen, Başbakanlığa ise Abdurrahman Melek seçilmiştir. Devletin resmî dili Türkçe, ikinci dili ise Fransızca olmuştu ancak Arapça eğitim veren okullar Arapça eğitime devam edeceklerdi. Kuruluş taslağında iç işlerinde bağımsız olarak düşünülmüş; dış ilişkiler, mali ilişkiler, gümrüklerin ve toprak bütünlüğünün Fransa ve Türkiye tarafından denetim ve güvence altına alınmasına karar verilmişti.

Bütün karar ve yürütme organları Türk nüfusunun yönetiminde olan devletin statü gereği Fransız Suriye mandasına olan bağımlılığı sorun yaratıyordu. Bu nedenle, aşama aşama gerçekleştirilen değişikliklerle Türkiye’ye bağlanmaya doğru giden Hatay, II. Dünya Savaşı’nın yaklaşması nedeniyle Fransa’nın da ısrarcı olamamasından ve Türkiye ile savaşmayı göze alamaması sonucunda, Fransa ile Türkiye arasında 23 Haziran 1939 tarihinde Ankara’da, “Türkiye ile Suriye Arasında Toprak Sorunlarının Kesinlikle Çözümüne İlişkin Antlaşma”nın imzalanması[3] ile Fransa, Hatay’ın Türkiye’ye katılmasını kabul etmesiyle, 29 Haziran 1939’da Hatay Devleti Millet Meclisi’nin aldığı karar doğrultusunda Türkiye’ye katıldı. Türkiye ise, 7 Temmuz 1939 günü çıkarılan bir yasa ile “Hatay” ilini kurarak katılma işlemini sonuçlandırdı. 23 Temmuz 1939 tarihinde de Fransız birlikleri Hatay’ı terk ettiler.

1936 öncesindeki isim

1921’den itibaren Fransızlar tarafından “Otonom İskenderun Sancağı / Autonome Sandjak d’Alexandrette” (bugünkü tabirle yaklaşık olarak “İskenderun Özerk Bölgesi”) olarak adlandırılan bölge hızla sadece “Sancak” (Sanjak/Sandjak) olarak anılmaya başlanmıştır. Özetle Osmanlı devletinde pek çok yerde idari bölgeleri tanımlayan “Sancak” kelimesi özel ada dönüşmüştür

İsmail Müştak Mayakon 10 Ekim 1936’da Cumhuriyet gazetesinde “Tarihten Bir Yaprak” başlıklı yazısında bölgenin tarihsel olarak ezelden beri Türk olduğunu vurgular. Yazıya göre Orta Asya’dan gelen Türkler (Hıtay/Kıtay/Katay kavmi), tarihsel olarak kendi isimleri olan Hata ve Ata kelimelerinden yola çıkarak o bölgeye Hatay demişlerdir. Konu Hititler (Etiler) hatta onlardan önce Anadolu’da yaşayan Hattiler ile ilişkilendirilir. Konuya dair ikinci makale aynı yazar tarafından 22 Ekim günü “Hata-Hatay” başlığıyla yayınlanır.

Demografik yapı

Fransız nüfus tahminine gore Hatay’ın 1936’daki nüfus yapısı

Etnik grup           Sayı        %

Arap Alevîleri    61.600   28%

Sünni Araplar    22.000   10%

Yunanlar ve diğer Hıristiyanlar    17.600   8%

Türkler 85.800   39%

Ermeniler            24.200   11%

Çerkesler, Yahudiler, Kürtler       8.800     4%

Toplam 220,000                100%

Popüler kültürde

Indiana Jones: Son Macera filminde Hatay Devleti, başında sultanın bulunduğu bir monarşi olarak yansıtılmakta olup filmde Kutsal Kâse’nin Hatay’ın sınırlarında olduğu iddia edilmektedir.

Alıntı: https://turkipedia.com/Hatay_Devleti

Erzurum Kongresi Kararları

Son zamanlarda ulusal egemenliğimizin kıymetini anlayabilmek adına birçok zorlu sınavı Türk ulusu olarak peş peşe vermek zorunda kaldığımızı fark ettiğimizi düşünüyorum.

Bir süredir Batı dünyasının yeniden Türklüğe karşı giriştiği mücadele yine haddini aşarak Kıbrıs’ta bizi “işgalci” ilanına getirmiştir. Bizlere hep gerçek yüzlerini gösterdiler ama birçoğumuz umursamadı. Bizi yönetenler sorunların hep dış güçler kaynaklı olduğunu yineliyordu. Lakin Türk ulusu artık sorunun büyüğünün içeride olduğunu görmeye başladı.

Çok uzun yıllardır Anayasamıza karşı açılmış bir savaş var. Durmaksızın değiştirilmek istenen ve uygulanmasını uzun süre önce rafa kaldırdıkları bir Anayasadan bahsediyoruz. Bu ne demektir? Kurucu metnin yok sayılmasıyla aslında kurucu değerlerin yavaşça tasfiye edilmek istenmesidir.

Bu bir anda, bir günde, bir haftada yapılabilecek bir şey değildi. Bu, onların kurduğu en uzun oyundu aslında. 1940’ların sonundan itibaren ilmek ilmek işlediler bu oyunu. Tarımımız, eğitimimiz, sanayimiz, siyasetimiz, yargımız… Hepsi teker teker kontrollerine girmeye başladı. Tamamıyla kontrol edemeseler dahi etki alanlarını hep açık tutmaya gayret gösteriyorlardı. Giremedikleri tek bir yer kalmıştı. Oraya da kumpas kurmayı başardılar en sonunda. Ülkemizin namusunu koruyan yerlere dahi sızdılar. Yıllar sonrasında da darbeyi sokaklara taşıdılar. O güne demokrasi günü dendi. Hâlbuki darbe kumpasların kabulüyle çoktan başlamıştı…

Kemalist paranoya deyip geçti kimi yetmez ama evetçiler ve Türkleri utanmadan sanık sandalyesine oturttular. Daha çok adalet, daha çok hukuk, daha çok özgürlük gelmeli dediler. Hâlbuki istekleri daha çok fon ve enkazını görmek istedikleri Türkiye Cumhuriyeti idi.

Tam 105 yıl önce bugün Millî Mücadele’nin çerçevesi belirlendi. Kahramanlar, 23 Temmuz 1919’da Erzurum Kongresi’ni, herkese ve her şeye rağmen topladılar. Korkmadılar, geri adım atmadılar, “Vatan bir bütündür!” dediler. İşgal edilen vatanımızın kurtuluş ilkeleri belirlenirken aynı zamanda da verilecek mücadelenin ne denli onurlu olacağı da gösterilmiş oldu.

Millî Mücadele sürecini hepimiz az çok biliriz. Çekilen çileyi biliriz. Kağnı arabalarında nem kapmasın diye sarılan mermiler için Türk kadınının çocuğundan feragat ettiğini biliriz. Köylerde süngülenmiş yaşlıları, hamile kadınları ve çocukları biliriz. Bütün bunlar Anadolu topraklarında yapılmıştı. Sonra unuttuk… Kıbrıs’ta yaptılar.

20 Temmuz 1974’te, Kıbrıs Barış Harekatı, uzun yıllardır katledilen Türk’ü âdeta bir soykırımdan kurtarmışken bugün ülkemizle iş birliği içinde olan bazı devletler bizi işgal ile suçlamakta.

Batı tarafından hep desteklenen, Megali idea ve Enosis hayallerini gerçekleştirmeye çalışan İstanbul Patrikhanesi (Fener Rum Kilisesi) 1821 Mora İsyanı’ndan beri neden hiç bu oyunlardan vazgeçmedi? Türkiye Cumhuriyeti’ni işgal ile karalamaya çalışan Batı ve onun desteklediği Fener Rum Kilisesi, nasıl hâlâ bu topraklarda destek görebilmektedir?

Bugün yine Türk ulusu olarak bölünmeye direniyor, kimliğimizi korumaya çalışıyor, dahili ve harici düşmanların saldırılarını bertaraf etmeye çabalıyoruz.

Türklüğün tanımını değiştirmek istiyorlar. Bölünmez bütünlüğü parçalamak; devletçikler kurmak istiyorlar. Laiklikten ve tüm ilkelerden vazgeçelim istiyorlar. Türkiye Cumhuriyeti’ni, Türk ve Cumhuriyet yapan her şeyi yok etmek istiyorlar. Hepsini hep biliriz de neden her seferinde unuturuz?

Bütün bunlar ve daha değinmediğimiz birçok mesele yüzünden, işte bugün yine Erzurum’da 105 yıl önce alınan kararları hatırlamak zorundayız. Çünkü ne içimizdeki hainlerle, ne de ulusal egemenliğimize düşmanlıklarını gizlemeyen harici bedhahlarla verdiğimiz mücadele bitiyor.

23 Temmuz 1919’a geri dönelim ve bazı maddelere bakalım. Günümüz için aradığımız her şey aslında çoktan yazıldı. Sadece doğru bakmasını bilmiyoruz.

– Millî sınırlar içinde bulunan vatan parçaları bir bütündür. Birbirinden ayrılamaz.

– Her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı ve Osmanlı Hükümeti’nin dağılması hâlinde, millet topyekûn kendisini savunacak ve direnecektir.

– İstanbul Hükümeti vatanı koruma ve istiklâli elde etme gücünü gösteremediği takdirde, bu gayeyi gerçekleştirmek için geçici bir hükümet kurulacaktır. Bu hükûmet üyeleri millî kongrece seçilecektir. Kongre toplanmamışsa bu seçimi Heyet-i Temsiliye yapacaktır.

– Kuva-yı Milliye’yi tek kuvvet olarak tanımak ve millî iradeyi hâkim kılmak esastır.

– Hristiyan azınlıklara siyasî hâkimiyet ve sosyal dengemizi bozacak imtiyazlar verilemez.

– Manda ve Himaye kabul olunamaz.

– Millî Meclis’in derhâl toplanmasını ve hükûmetin yaptığı işlerin meclis tarafından kontrol edilmesini sağlamak için çalışılacaktır.

(Bu maddeler, Milli Savunma Üniversitesi Kara Harp Okulu sitesinden direkt alınmış; üstünde değişiklik yapılmamıştır.)

Her şey ne kadar da açık değil mi? Tarih hep mi tekerrür eder yoksa ders almayı bilmeyenler için bir Araf mıdır tarih gerçekten?

Ders almadığımız için mi 1939 yılında, yine bugün, anavatanımıza katılan Hatay kaderine terk edilmiş bir durumda? Depremin acısı daha dinmemişken, Hatay’ımızın sokaklarında gezinen çetelerin haberleri ve topraklarından sökülen on binlerce zeytin ağacı yeniden bütün ülkemize acı yaşatmamakta mıdır?

Atatürk, bize uygar bir Türkiye Cumhuriyeti için tüm yol haritasını bırakmış; çeliştiğim yerde de bilimi seçin demiştir.

Ne içeride ne de dışarıda eksik olmayan hainler ve iş birlikçileri, Atatürk’ü ve bıraktıklarını çok iyi okudu. Bütün oyunu da öyle kurdu. Lakin bu mücadele daha zaferimizle sonuçlanmadı.

Bizler, vatan savunmamızı bölünmez bütünlüğümüzün ilelebet payidar kalması için yaptık ve gerektiği yere kadar da mücadeleye devam edeceğiz!

“Ey Türk istikbalinin evladı!” dedi Atatürk, “İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.”

1919’da yakılan İstiklal meşalemiz, 1939’da Hatay’ın anavatana katılması ve 1974 Kıbrıs Barış harekâtı kutlu olsun!

Güneş Gibi Bürhan

     Hz. Muhammed kendi kendine güneş gibi bir bürhan / delildir. O Zât’ın dört yaşından, kırk yaşına kadar geçirmiş olduğu gençlik devresinde bir hîlesi, bir hıyaneti / hâinliği görülmemiş ve bir yalanı işitilmemiştir. Eğer o Zât’ın yaratılışında / fıtratında bir fenâlık, bir kötülük hissi ve meyli olmuş olsa idi, er-geç gençlik sevkiyle dışarıya aksedecekti. Halbuki bütün ömrünü dosdoğru, metanet ve sağlam bir şekilde, iffetle sürdürmüş ve intizam üzere geçirmiş; düşmanları bile hîleye işaret eden bir hâlini görmemişlerdir.

     İnsanın yaşı kırka ulaştığında iyi olsun, kötü olsun ve nasıl bir ahlâk sâhibi olursa olsun; onda iyice yerleşir. Artık meleke hâline gelir, terki mümkün olmaz. İşte bu yüce Zât’ın; tam kırk yaşına girdiği zaman icrâsına başladığı o büyük inkılâbı, âleme kabul ve tasdik ettirişi, o azîm inkılâba; âlemi celp ve cezp ettirişi / çekip sevdirişi; ancak o Zât’ın evvel ve âhir, herkesçe mâlum olan sıdk ve emaneti / doğruluk ve güvenilirliği sayesinde gerçekleşmiştir.

     Demek o Zât’ın sıdk ve emaneti, peygamberlik da’vâsına en büyük bir bürhan / delil olmuştur.

Fâni  Bâkiye  Sebep  Olamaz

     Bu dünya menzili dâima değişikliklere ve zevâle / ayrılığa ma’rûzdur / uğrar. Sanki bu dünya menzili, misafirler için yapılmış bir handır ki, daima dolup boşalıyor. Ne kendisinin sâbit bir şekli,  ne de içinde duranların bir kararı var. Yani yoktur. Kâinat / evren; âlemin san’atkârı olan Yüce Allah’ın; garîp ve acîp / acayip san’atlarının nümune ve örneklerini teşhîr ve i’lân / göstermek ve duyurmak için değişimden boş kalmayan bir meşheri / sergisidir. Bu bakımdan o handa ve o meşherde toplanan insanlar sâbit kalacak değildir. Çünkü meskenleri sâbit / durağan değildir.

     İşte bu hâl, şu vaziyet ve bu durum; bu fâni menzilden sonra, o ebedî saltanata karargâh olmak üzere, sâbit ve bâkî / ölümsüz, sermedî / ebedî Cennetlerin, sarayların, saâdetlerin olacağına kesin bir delille şehadet eder. Çünkü fânî, bâkîye medar / sebep ve makam olamaz.

Hakk,  Hukuku  Zâyi’  Etmez

     Âyet (Yûnus: 31) başta der: “Sema ve zemini rızkınıza iki hazine gibi hazırlayıp, oradan yağmuru, buradan hububatı çıkaran kimdir? Allah’dan başka koca sema ve zemini iki itaatkâr hazinedar hükmüne kim getirebilir? Öyle ise, şükür O’na münhasır olup, sadece O’na edilmelidir.”

     İkinci fıkrada der ki: “Sizin a’zâlarınız içinde en kıymetli göz ve kulaklarınızın mâliki / sâhibi kimdir? Hangi tezgâh ve dükkândan aldınız? Bu lâtif, kıymetli göz ve kulağı verecek ancak Rabbinizdir. Sizi yaratıp terbiye eden O’dur. Bunları size vermiştir. Öyle ise yalnız ‘Rab’ O’dur. Ma’bûd / ibadete lâyık olan da O olabilir.”

     Üçüncü fıkrada der: “Ölmüş yeri ihya edip / diriltip yüz binler ölmüş taifeleri ihya eden kimdir? Hakk’tan başka ve bütün kâinatın Hâlikından / Yaratıcısından başka şu işi kim yapabilir? Elbette O yapar. O ihya eder. Madem Hakk’tır. Hukuku zâyi’ etmeyecektir. Sizi büyük bir mahkemeye gönderecektir. Yeri ihya ettiği gibi, sizi de ihya edecektir.”

     Dördüncü fıkrada der: “Bu azîm / büyük kâinatı bir saray gibi, bir şehir gibi, mükemmel bir nizamla idare edip tedbîrini gören, Allah’dan başka kim olabilir?”

İnsan  Başıboş  Bırakılmayacaktır

     İnsan, Cenab-ı Hakk’ın rububiyetine / bütün kâinatı terbiye edişine ait işlerine, ahvâl ve hâllerine şahittir. Mahlûkatın / Yaratılmışların içinde, Allah’ın birliğine dellâl olup, O’nu ilân edicidir. Mevcudatın / varlıkların tesbîhâtına / Allah’ı lâyık olduğu tarzda anmalarına; müşâhid / seyirci kılınmış. Hilâfet-i kübrâ / yeryüzünün halîfesi olmakla ikram edilip yüceltilmiştir. Öyle ise insan; asla başıboş bırakılmayacak; mutlaka hesaba çekilecektir.