8.8 C
Kocaeli
Pazar, Kasım 9, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 21

Uçmağlık   Makamı

 Ve gece giyindiğinde karanlık kostüm;

Yürü, hasat mevsimimiz yaklaştı dostum!

 Toprağın tenle temâsı mıdır uçmağlık makamı?

Bu sabırsûz visâl ecelimtrak bir şaka mı?

 Ki işte geliyor karanlığın süvârisi..

Bir elinde şefkat, diğerinde sûr sesi.

 Kehfistanlıyım, yüzyıla düşle dayanmalıyım;

İbrâhim’in balta sesine uyanmalıyım.

 Seraplar kervanlara dâir imgeli bir iz;

Kuyu bekçisi bir toplumuz çünkü biz.

 Karanlığa güfte yazmak ne korkulu iş..

Hangi sitâyiş sabâhına sürer bu bekleyiş?

 Al sana toptan çeyrek asırlık yorum:

Huzurdan başka sınır tanımıyorum.

 Gecenin üzerine örümcek ağı örüyor tığım;

Oy benim evrendeki kozmik yalnızlığım!

 Işılda behey karanlığın karesini kustum;

Yürü, hasat mevsimimiz yaklaştı dostum!

           6 Haziran 1997 – İzmit Bahçecik

Ders Alınsaydı Tarih Tekerrür Eder miydi?

“Türkiye’de bunca olay bir kaos şeklinde cereyan ederken tam 15 yıl önce bu yazdıklarım aklıma geldi!

Yine anayasa, çözüm falan diyorlar… Türkiye bunları yaşadı! Yine yaşamasın diyorsak üzerimize düşeni yapmak zorundayız.”

Türk siyasi hayatına yakın bir süreçte yeni bir parti daha katılacak. Böylece üstü kapalı yürütülen siyasi faaliyetler de aleniyet kazanacak. Doğrusu da budur. Bir parti üzerinden siyaset yapmaktansa çıkar ortaya kendine oy istersin. (ACP – Amerikancı Cemaat Partisi… Biliyorsunuz ABD destekli darbe yapmaya kalktılar. Şimdi de orman yaktıklarını konuşuyoruz!)

Tarikatlerin, Osmanlı – Türk İmparatorluğu döneminde de siyaset yaptıkları, zaman zaman iktidar oldukları bazı siyaset bilimcilere göre de dönemin siyasi partileri olarak kabul edildikleri bilinen gerçeklerdir.

Cumhuriyet döneminde gelişen ve değişen dünya koşulları çerçevesinde tarikatların siyaset üzerindeki etkisinin önüne geçilmek istenmişse ve bu sebeple bir takım yasaklar getirilmişse de, geldiğimiz nokta itibarı ile bunda başarılı olunamadığı görülmektedir.

Cumhuriyetin kuruluş yıllarında tarikatların faaliyetlerine resmen son verilmişse de bunlar yaşayan sosyal organizmalar olduğu için yeraltında faaliyetleri devam etmiş ve uhrevi amaçların yanında dünyevi hedeflerin tahakkuku için tarikat mensuplarının siyaset yapması ile günümüze kadar gelinmiştir.

Serbest Fırka uygulamasından bu yana Demokrat Parti ile devam eden tarikatların siyaset yapma gerçekliği, AKP iktidarı zamanında da artan bir kuvvet kazanarak sürmektedir. Ancak bu siyaset yapma isteğinin ikrarı, her nedense cemaat ve tarikatları yönetenler tarafından pek kabul görmez ve bu gerçek itiraf edilmez.

Demokrat Parti, Adalet Partisi, Milli Selamet Partisi, Demokratik Parti, Anavatan Partisi, Doğru Yol Partisi, Islahatçı Demokrasi Partisi, Refah-Fazilet-Saadet Partilerinin silsilesi, Bağımsız Türkiye Partisi, Büyük Birlik Partisi ve hatta Ecevit’in Demokratik Sol Partisi; cemaat ve tarikatlarla yakın ilişki içinde olmuştur.

Cemaat ve tarikatlar, bu partilere adaylarını yerleştirerek onları meclise göndermeyi başarmış ve destekledikleri partinin iktidar olması halinde bu adamlarını bakanlık ya da bürokrasinin üst koltuklarına oturtmuşlardır.

Bu çalışmalar devletin bizzat kendisi tarafından da çeşitli nedenler ve zorunluluklar sebebi ile zaman zaman desteklenmiştir. Kenan Evren döneminde olduğu gibi.

Osmanlı dönemindeki hak ve imtiyazlarını, Cumhuriyet ile birlikte kaybeden cemaat ve tarikatlar; bu hak ve imtiyazları yeniden kazanabilmek için olağanüstü bir disiplin, fedakarlık ve çalışkanlık isteyen çalışmaları sürdürmüş ve bu günkü güçlerine ulaşmışlardır. Hatta bu konuda bir çok şey mübah görülmüştür.

Tarikat ve cemaatlerin bu çalışmaları, milli devletten hoşnut olmayan dış güçlerle kesişmiş ve bu gruplar günümüze kadar işbirliğini sürdürerek gelmişlerdir.

 Türk devletine ve Türk milletine, düşmanlık besleyenlerin açıktan mücadelesine karşın, bu tarikat ve cemaatlerin içinde yer alanlar, düşmanlıklarını üstü kapalı bir şekilde ve takiye yapmak suretiyle gerçekleştirmişlerdir.

Siyasal manada ümmetçilik kavramına sahip çıkılırken özellikle Türklük kavramı hedef seçilmiş ve her platformda Türk olmayanlar ya da Türk olsa bile kendini Türk görmeyenler desteklenmiştir. Bu gün Türküm diyemeyen bir başbakanın desteklenmesi gibi…

Kanaatimce Türkiye’de faaliyet gösteren cemaat ve tarikatlar son üç yüz yıllık süreçte milli olma fonksiyonunu yitirmiştir. Bunun başlıca sebebi tarikat ve cemaatlerin Türk toplumunun sosyal hayatındaki öneminin başta İngilizler olmak üzere Fransızlar, Almanlar, Yahudiler ve nihayetinde Amerikalılar tarafından anlaşılması ve akabinde bu yapıların saydığımız devletlerin kontrolüne girmesinden kaynaklanmıştır. Milli Mücadele’nin başlangıcı ve devamınca, tarikat ve cemaatlerin tavrı, vurgu yaptığımız hususun en büyük göstergelerinden biridir.

Türkiye’deki cemaat ve tarikatlar, ne yazık ki kendini siyasal İslamcı olarak tanımlayan bölücü Kürtlerle, bunlara maddi ve manevi nedenlerle teşne olmuş ve yabancı güçlerle işbirliği içinde olan insanların elindedir.

Bunlar mütedeyyin insanlarımızı, Allah’la aldattıkları kadar Allah’la da korkutarak dünyevi maçlarına ulaşmaya çalışmaktadır. Nihai ve aynı zamanda birinci hedef; işbirlikçileri ile birlikte önlerindeki en önemli engel olarak gördükleri milli devleti yani Türkiye Cumhuriyeti’ni ortadan kaldırmak ve Türk Milletini yok etmektir.

Siyasetle ilgilerinin olmadığını her fırsatta tuzaklarına düşürdükleri ve şartlı refleks verir hale getirdikleri masum insanlara tekrarlayan, bu cemaat ve tarikatlara; siyasetteki adamlarınıza, Türk yargısında, emniyetinde, bürokrasisinde, eğitim sektöründe, diyanet teşkilatında bu kadar örgütlenme ve Türk Ordusuna sızma çabasına ne lüzum var diye sormak gerekmez mi?

Tarikat ve cemaatler, dünyevi hedeflerini gerçekleştirmek için dış güçlerin desteği ile adam yetiştirmiş ve bunları cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık koltuğu başta olmak üzere önemli koltuklara taşımayı başarmıştır. Ancak bütün bunlar, onların nefsine yeterli gelmemektedir. Hep daha fazlası istenmektedir. Daha fazlası ise yukarıda belirttiğim nihai hedeftir.

Türkiye’de son yirmi yıllık süreçte bir cemaat, özellikle dünyanın sahibi olma iddiasındaki Amerika Birleşik Devletleri ve onu oluşturan güçler tarafından desteklenerek bu günlere gelmiştir. Bu cemaatin, ilgi sahasında öne çıkarılışında rahmetli Esad Çoşan’ın başına gelen kaza bile çok manidardır.

Şimdi bu cemaatin önderi kabul edilen zat, Amerika’da, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Milleti’nin kaderini etkileyecek 12 Eylül referandumu ile ilgili çok önemli laflar ediyor. Mezarlıktakilere bile “evet” oyu verdirmek gibi… Mavi Marmara gemisinde yaşananlar hakkında İsrail’den yana tavır alan açıklaması da henüz çok taze. Bu cemaatin gazetesi ve yazarları ise AKP iktidarı döneminde tamamen siyasete soyunmuş durumda. Hoca efendinin gayri resmi sözcüsü Hüseyin Gülerce’de tam bir AKP ve “evet” propagandisti. Öyle ki; Gülen’i 12 Eylül’de Türkiye’ye oy vermeye davet eden Devlet Bahçeli’ye cevap anında Hüseyin Gülerce’den geliyor. Bunlar bana hiç tuhaf gelmiyor. Adamlar kendilerinden beklenileni yapıyor ve karşılığını da alıyor. Yani bedavaya çalışmak yok.

Türkiye’de AKP kurulana kadar birbirini yiyen cemaat ve tarikatlar, AKP kurulurken görünmez bir el tarafından bir araya getirilmiş ve bu birliktelik bu güne kadar çok güzel bir şekilde devam ettirilmiştir. Bu birliktelikten en büyük aslan payını ise Amerika’nın kucağına oturmuş, her şeyden anlayan hoca efendinin cemaati almıştır. Bunu gören şaşar beşer insanoğlu da cemaata kapak atarak oradan aldığı icazetle koltuk kapmaya çalışmaktadır. Bu döngü cemaati inanılmaz bir güce taşımıştır. Hem herkes bilir ki; Amerika’nın ve Yahudilerin icazeti olmasa dünyaya bu kadar yayılmak günümüzde mümkün değildir. Belki de onlarda geçmişte İngiltere Kralını veya Alman İmparatorunu irşad ederek İslam dünyasınının mukavemetini kıran ataları gibi ABD başkanlarını irşad ediyor ya da bu işbirliğini müridlerine böyle anlamlı bir şekilde izah ediyorlardır!

Asla siyaset yapmayız takiyesini ısrarla sürdüren cemaatin, gösterdiği bu kadar siyasi tavırdan sonra biraz samimi davranarak partileşme zamanının artık geldiğine inanıyorum. Türk Milletini bu kadar aldatmak ve kullanmak büyük bir haksızlıktır. Eğer hoca efendi samimi ise bu haksızlığı gidermek için bir an önce partisini kurarak başına geçmelidir. Yetişmiş kadroları ile bir değil beş parti bile kurması mümkündür. Zaten gazete, televizyon, banka, okullar, müteahhit, sanayici ve bil cümle her maddi imkanda hazırdır. Onun için, böyle kaçak dövüşmeye gerek yok.

Eğer benim koyduğum ismi beğenmediyseniz başka bir isimde koyabilirsiniz. Yeter ki inancı kuvvetli, imanı sağlam ve İslam’ın kılıcı olan Türk Milletine karşı biraz samimi olun. Takke düşüp kel görününce, merak etmiyorum Müslüman Türkler sizin hakkınızdan gelir.

Meraklısına son söz; tarihte buna benzer örnekler görüldü ve baki kalan Türk Devleti ve büyük Türk Milleti oldu. Tarih tekerrürden ibaretse yine aynısı olacaktır. Unutmayalım ki; Allah her daim doğruların yardımcısıdır.

“Bugünkü açılımcılarda iyi bilsin ki, baki olan Türk Milleti ve Türk devletidir… Tarih bize bunu anlatıyor!”

Kocaeli Aydınlar Ocağı’ndan Halkımıza

İklim değişikliğine bağlı olarak artan küresel sıcaklıklar dünyada ve ülkemizde giderek artan şekilde doğa felaketlerini de beraberinde getirmektedir. Ülkemizde mevsim normallerinin 6 ile 10 derece üzerinde seyreden yüksek sıcaklığın ardından son günlerde yaşanılan çok sayıda orman yangını ve bu yangınlarda kaybettiğimiz şehitlerimiz yüreklerimizi dağlamıştır.

Küresel ısınma ve yüksek sıcaklıklara kısa vadede müdahale edemeyeceğimize göre, orman yangınları ile mücadelede etkin sonuçlar almada merkezi ve yerel idareye büyük sorumluluklar düşmektedir. Her ne kadar 09.10.1976 tarih ve 7/12521 sayılı Orman Yangınlarının Önlenmesi ve Söndürülmesinde

Görevlilerin Görecekleri İşler Hakkında Yönetmelik kâğıt üzerinde oldukça iyi olsa da, bu yönetmeliğin yeterince uygulanmadığı açıktır.

Kocaeli Aydınlar Ocağı olarak, merkezi ve yerel idareye orman yangınları ile mücadele konusunda önerilerimiz şunlardır:

1 – Düzenlenmiş hali 15.09.2022 tarih ve 31954 Sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Türkiye Afet Müdahale Planı’nın, Afet Yangın ve Afet Arama ve Kurtarma gruplarında Destek Çözüm Ortağı olarak yer alan Milli Savunma Bakanlığı (Genelkurmay Başkanlığı)’nın Ana Çözüm Ortağı olacak şekilde yeniden düzenlenmesini,

  • Türkiye’nin 27 uçak ve 105 helikopterden oluşan yangın söndürme filosu bulunmasına rağmen, büyük kapasiteli uçakların çoğu kiralık olduğundan zamanında müdahalede yetersizlik yaşanmaktadır. Filonun Orman Genel Müdürlüğü’ne ait, kalıcı ve güçlü bir uçak filosuna dönüştürülmesini, araçların riskli bölgelere önceden konuşlandırılmasını ve gece operasyonlarına uygun teknolojilerin entegrasyonunu ve kurumlar arası hızlı koordinasyon ve sorumluluk paylaşımıyla müdahale etkinliği artırılmasını,
  • Yangınlara erken müdahale için termal kamera ve kızılötesi sensörlere sahip İHA’ların peryodik olarak tehlike olasılığı içeren bölgelerde uçuş yapmasını,

4 – Yangın gözetleme kulelerinin termal kamera ve kızılötesi sensörlerle 7/24 gözlem yapmasını ve gerekiyorsa yapay zekâ desteği alınmasını,

5– Ormanlara güneş enerjisi ile çalışan ısı ve nem sensörlerinin yerleştirilmesini ve 7/24 toplanan verilerin belirli merkezlere aktarılarak sürekli olarak izlenmesini, gerekiyorsa yapay zekâ desteği alınmasını,

6 – Göktürk – 1 uydusunun yüksek çözünürlüklü görüntülerinin kullanılması ile yangınların başlama noktaları ve olası sebeplerinin ortaya çıkarılmasını,

7 –  Orman ve tarım alanlarında yangın riskini artıran insan kaynaklı faaliyetlerin önlenmesi için, bu alanların plansız yerleşim veya yoğun rekreasyon amaçlı kullanımının sınırlandırılmasını,

8 – Yangın sonrası bu alanların imara veya turizm yatırımlarına açılmasının önüne geçilerek, bu tür çıkar temelli uygulamaların caydırıcı biçimde denetlenmesini,

9 – Orman yangınlarının da yer aldığı afet eğitimi çalışmalarının tüm vatandaşlarımıza etkin bir şekilde, gerekiyorsa sivil toplum kuruluşları aracılığıyla ulaştırılmasını öneriyoruz.

Mevcut yönetmeliklerin daha etkin uygulanması ve teknolojik altyapının güçlendirilmesiyle, merkezi ve yerel idarelerin iş birliği içinde çalışması, ormanlarımız ve geleceğimiz için hayati önem taşımaktadır. Bu doğrultuda, tüm paydaşları sorumluluk almaya ve doğamızı korumak için kararlı adımlar atmaya davet ediyoruz.

Saygılarımızla

Hepatitler, karaciğerimize tehdit!

“aşı, bulaşıcı hastalıklara karşı en güçlü silahtır”

     Hepatitler, virüslerin sebep olduğu bulaşıcı özelliğide olan ve karaciğer iltihaplanması yapan  hastalıklardandır. Dünyada her yıl yaklaşık bir milyondan fazla kişi viral hepatitlerin sebep olduğu siroz ve karaciğer kanseri sebebiyle hayatını kaybetmektedir. Ülkemizde dört milyona yakın hepatit B, bir milyona yakın Hepatit C vakası olduğu tahmin edilmektedir.

    İnsanlık için önemli bir sağlık sorunu olan bu hastalığa karşı bilinçli olmak ayrı bir önem arzeder. Dünya Sağlık Örgütü, farkındalığı ve bilinçlenmeye katkı sunması için 28 Temmuzun “DÜNYA HEPATİT GÜNÜ” olarak kutlanmasını kararlaştırmıştır.2010 yılından itibaren 28 Temmuz bu konuya dikkat çekmek üzere çalışmaların yoğun yapıldığı bir tarihtir. Bu sebeple enfeksiyon hastalıkları uzmanı olarak çalıştığım Atakent Cihan Hastanesi’nde çalışanlarımıza yönelik bir eğitim etkinliği yapılmıştır. Konunun halk sağlığı yönünün olması sebebiyle bu paylaşım gerekli ve uygun düşünülmüştür.

 Hepatitler A, B, C, D, E harfleriyle isimlendirilerek tanımlanır. Hepatit A ve E daha ziyade su, gıda gibi ağız yolu ile bulaşan ve yayılan özelliktedir. Hijyen şartları yeterince iyi olmayan bölge ve toplumlarda görülür. Çoğunlukla basit mide, bağırsak ve iştahsızlık şikayetleri ile atlatılır. Çoğunlukla sarılık olmadan veya çok hafif bir sarılık belirtisi ile geçirilebilinir. Ülkemizin gelişmiş bölgelerinde neredeyse görülmeyecek kadar azalmıştır. Aşısı vardır. Aşılanmanın yaygın uygulanması ile birlikte şehirlerimizin alt yapı sorunlarının azalması ve de insanlarımızın temizlik anlayışındaki iyileşmeler sebebi ile hepatit A çok az görülmektedir. Kronikleşme ve kanserleşme tehlikesi de azdır. Hepatit B ve C ise bulaş şekli birbirine benzeyen kronikleşme ve karaciğer kanserine yol açma özellikleriyle de ciddi sağlık sorunu yaratan tiplerdir. Hepatit B ve C ile mücadelede en önemli adım bulaş yollarının bilinmesi ve bu zincir halkasının kırılmasıdır. Hastalığın bulaşmasında kan yolu ve direk açık temas önemlidir. Bunun için artık kan ve kan ürünleri mutlaka güvenli olduklarına yönelik testlerden geçirilerek kullanılmaktadır. Enjektör, diş fırçası, tıraş bıçağı gibi eşyaların tek kullanımlık olması veya kişiye özel olması gerekir. Dövme, hacamat,epilasyon gibi işlemlerin de bu hastalıkların bulaşmasında etkili olacağı unutulmamalıdır.

Hepatitlerin teşhisi kolaydır. Bu hastalıkları geçirip geçirmediğimiz kan tahlilleriyle öğrenilebilir. Geçirilen hastalığın bağışıklık bırakıp bırakmadığı veya kronikleşme özelliğiyle kişide önemli bir sağlık sorununa yol açıp açmayacağı da anlaşılabilir. Bu bilgi bize risk gruplarının taranması ve bu hastalıkların önlenip kontrol edilebilme imkanını sağlamaktadır. Bu amaçla öncelikle tüm sağlık çalışanlarının testlerinin yapılıp bağışıklıkları yoksa hepatit B aşısı ile bağışıklıkları sağlanmalıdır. İş özellikleri gereği riskli insanlar, hikayesinde sarılık olanlar veya ailesinde bu bilgi olanlarında tarama testleriyle kontrolleri yapılmalıdır. Taşıyıcı, kronikleşme riski ve bağışıklığı olanların bilinmesi bu hastalığın yaygınlaşmasını önleyecek ve ciddi bir sağlık sorununu ortadan kaldıracaktır. Bu virüs cinsel yolla da bulaşabildiği için korunma ve kontrollerde buna da dikkat edilmelidir. Hepatit B aşısının 1998’den beri çocuk aşı programlarına konması ve gerekli tedbirlerin uygulanması sayesinde ülkemizde Hepatit B hastalığı önemli oranda azalmıştır. Hepatit C de, Hepatit B özelliği ile aynı olup benzeri hassasiyetler bu tip için de uygulanmalıdır. Hepatit C’nin aşısının olmaması önemli bir dezavantaj olup korunma burada daha önem arz eder. Oldukça pahalı (100 bin dolar )olan tedavisinin devlet tarafından karşılanıyor olması insanımız için bir güvence olmakla birlikte bulaş yollarına karşı gerekli tedbirlerin uygulanması daha öncelikli olmalıdır.

     Dünya Sağlık Örgütü’nün öncülüğünde ülkemizinde içinde olduğu 194 ülke hepatitle mücadele amaçlı “No HEP”  sloganı ile konuya önem vererek bu hastalıkla mücadele etme sözü vermiştir. Son olarak şunu unutmamalıyız “ Hepatit beklemez. Siz de testlerinizi yaptırmak ve gerekiyor ise tedavi olmak için, bağışıklığınız yok ise aşılanmak için ve sağlıklı hayat için beklemeyiniz.”

    Sağlıkta olunuz ve kalınız.

Konuşamadığımız Ekonomi

Halkımızın fiilen yaşadığı sıkıntıların en büyüğü ekonomiden kaynaklanıyor. Ancak ülkemizi yönetenler önümüze çok büyük riskleri olan siyasi konuları gündeme getirdiği için ekonomiyi konuşamıyoruz.

Devletimizi üniter yapıdan çıkartıp çok ortaklı, etnik kimliklere göre ayrışmış federatif bir yapıya döndürme çabası var. Bunun için teröristbaşı Öcalan, PKK’nın Irak ve Suriye kolları, DEM, ABD Büyükelçisi vd aktörler üzerinden müzakereler yürütülüyor. Böyle olunca Türk Milleti kendi güncel sıkıntıları ve bunların sebepleri üzerinde düşünemiyor bile.

Aslında bu mesele bile ekonomi ile alakalıdır. Çünkü Türkiye ekonomisi bu kadar kırılgan olmasa, dışarıdan küçük müdahalelerle çökertilebilecek yapısal sorunlar barındırmasa, siyasi açıdan baskılara direnmemiz daha kolay olabilirdi.

****

Önce, ekonomimizin içinde bulunduğu durumu özetlemek için en temel göstergelerden bazılarına bakalım:

Dünya ekonomik büyüklüğü içindeki payı son on yılda yüzde 1,1 mertebesindedir. (Yüzde 0,9-1,25 arası.)  

Ekonomik büyüklük açısından Türkiye 16-19. sıralarda gezinmektedir. Kişi Başı Milli Gelir sıralamasında ise dünyada 60-65. sıralardayız.

Bu rakamlara bakınca “Türkiye şahlanıyor, uçuyor” propagandalarının da “batıyoruz” temelli iddiaların da doğru olmadığı söylenebilir.

****************************

Derin Yoksulluğun Sebebi Ne?

Ekonomide bir istikrar varsa, son yıllarda derin ve yaygın bir yoksulluğun olduğu, halkımızın büyük kesiminin en temel ihtiyaç maddelerine bile erişme zorluğu yaşadığı gerçeğini ne ile açıklayacağız?

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından açıklanan “2024 Yoksulluk ve Yaşam Koşulları İstatistiklerine” göre;

Türkiye’de her 100 kişiden 29’u yardıma muhtaç durumda bulunurken, 86 kişi ise insanca yaşam standartlarından uzak bir hayat sürüyor. (Korkunç değil mi?)

Aşırı yoksulluk sınırının altında yaşayan HANE sayısı 3,6 milyona ulaşmış durumda. Bu, yaklaşık 14 milyon BİREYİN temel ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak yaşadığını gösteriyor. (2024)

Dünyanın en yüksek enflasyon oranı yaşayan ülkelerinden biriyiz. Sabit gelirlilerin yüksek enflasyon karşısında gelirleri eriyor. 2025’te asgari ücret, emekli maaşları ve çalışan ücretleri artışları enflasyon oranının altında kaldığı için bu yıl yoksullaşmanın daha da derinleştiğini söyleyebiliriz.

Bireysel kredi ve kredi kartı borçlarını ödeyemeyenlerin sayısında sürekli artış yaşanıyor. Vatandaşların çoğu borç sarmalı içinde.

Buna karşılık ekonomik sıkıntıları hissetmeyen bir kesim olduğunu da görmek gerekiyor. TÜİK’e göre, her 100 kişiden yalnızca 14’ü temel ihtiyaçlarını rahatça karşılayabiliyor ve insanca bir hayat sürebiliyor. Yollardaki arabaların sahipleri, kafe, restoran ve otelleri dolduranlar çoğunlukla bu kesimden.

Bu durum, iktidarın gelir eşitsizliği ve yoksullukla mücadeledeki başarısızlığını ortaya koymakta.

****************************

Gelir Dağılımı Bozuk

GİNİ KATSAYISI diye bir gösterge var. Gelir veya servet dağılımındaki eşitsizliği ölçmek için kullanılır. Bu katsayı, 0 ile 1 arasında bir değer alır.

Gini katsayısı arttıkça gelir dağılımındaki adaletsizlik de artar. Dolayısıyla düşük değerler eşitliğin, yüksek değerler ise eşitsizliğin göstergesidir.

TÜİK verilerine göre, 2018’de 0,40 olan Gini Katsayısı 2024’te 0,448 olmuş. Bu veri gelir adaletsizliği ve yoksulluğun daha da belirgin hale geldiğini göstermektedir. İzlenen politikalarla zenginler daha zengin, fakirler daha fakir hale getirilmiş.

****

Ayrıca, yıllar içinde Türkiye’de milli gelirden en zengin %1’lik dilimin aldığı pay düzenli biçimde artmış. 2010’da yaklaşık %9 olan bu oran, son yıllarda %15’e kadar yükselmiştir.

En zengin %10’luk kesimin milli gelirden aldığı pay da 2010’da yaklaşık %31 iken, benzer şekilde artarak 2024’te %41’e ulaşmıştır.

Buna karşılık, toplumun en yoksul %20’sinin payı istikrarlı şekilde azalmış, 2010’da %6,5 civarındayken 2024’te %5,5’e kadar gerilemiştir.

Bu rakamlar orta tabakanın fakirleşerek eridiğini gösteriyor.

****************************

Açlık ve Yoksulluk Sınırı Altında Yaşamak

Aşırı yoksulluk ve açlık sınırı açısından durum çok daha vahim: Raporlara göre Türkiye nüfusunun yaklaşık %60’ı gıda harcamasını dahi karşılayamaz durumda.

Bu kadar yüksek oranlar, ekonomik kırılganlığın toplum geneline yayıldığını gösteriyor. Özellikle en kırılgan gruplar olan çocuklar, yaşlılar ve gençler ciddi biçimde etkilenmiş durumda.

TÜRK-İŞ 2025 Haziran 2025 verilerine göre;

Ankara’da yaşayan dört kişilik bir aile için açlık sınırı: 26.115 TL’ye; yoksulluk sınırı) 85.065 TL’ye;  Bekâr bir çalışanın ‘yaşama maliyeti’ de aylık 33.586 TL ’ye yükseldi.

(Açlık Sınırı: Dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken aylık gıda harcaması tutarıdır. Yoksulluk sınırı: Bir ailenin gıda harcaması ile birlikte giyim, kira, elektrik, su, yakıt, ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer aylık harcamalarının toplam tutarıdır.)

“Yoksulluk sınırı tutarı, ailenin yapması gereken insan onurunun gerektirdiği harcama düzeyidir ve bir bakıma, haneye girmesi gereken toplam gelirin alt sınırını ortaya koyan önemli bir göstergedir.”

Ancak Temmuz 2025 itibarıyla en düşük emekli maaşı:16 bin 881 TL. Asgari ücret 22.104 TL.

Üstelik asgari ücret artık neredeyse ortalama ücret haline gelmiştir. Yani çalışanların çoğu asgari ücret civarında ücret alıyor.

****************************

Gençlerin Durumu Çok Üzücü

“Ev genci” denilen bir kesim türedi. Türkiye’de NEET oranı (ne eğitimde ne istihdamda olan gençler) çok yüksek, (yaklaşık %25–28).

Bu şartlarda evlenmeye cesaret edemeyen, evlendiyse çocuk yapmaya korkan gençlerin oranı bu kadar yüksekken “2025 Aile Yılı” ilan etmek ve “çocuk sayısını artırın” telkinleri işe yaramıyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Türkiye’nin doğurganlık hızı tarihimizde ilk kez 1,48’e gerilemiş durumda. Bu, bir felaket. Bu rakam, kritik eşik olan 2,1’in çok altında bir seviyedir” tespiti doğrudur. Ama Cumhurbaşkanlığı şikayet değil çare bulma makamıdır.

Nüfusumuzun eksilme trendine girme sebeplerinin başında ekonomik sebepler geliyor.

Ekonomi düzelmeden nüfus artışı sağlanamaz, insanlarımız sağlıklı beslenemez, çocuklarımızın zekaları gelişmez. Bilimde, sporda, sanatta rekabet edilemez, işgücüne katılım artmaz, dış baskılara direnç gösterilemez. Özetle dünya sıralamasında her alanda geri düşeriz.

Osmanlı, Türk ve Türkiye

Osmanlı’yı birbirine zıt iki akıma karşı korumaya çalışıyoruz. İkisi de Osmanlı’nın bir Türk devleti olduğunu reddediyor. Biri milletten, milliyetten, hele hele Türkçülükten hiç haz etmeyen sağ. Diğeri de Türkçülüklerinden Osmanlı’yı reddetmek gerektiğini sanan “milliyetçi” ekipler. Her ikisinin düşünceleri sonucu aynı yere çıkar: Türkiye Cumhuriyeti bir millî boşluktan, millet sosyolojisi bakımından bir kara delikten doğmuştur. Şu oturduğumuz topraklar üzerinde Türk adı taşıyan bir devlet yoktu! Türk devleti nev zuhurdur, taş çatlasa yüz yaşındadır.

Size – şimdilik – iki kaynak vermek istiyorum. Biri bir yabancı siyaset bilimciden, Azar Gat’ın (Alexander Yakobson’la birlikte) Uluslar Siyasi Etnisite ve Milliyetçiliğin Uzun Tarihi ve Derin Kökleri, (2012, Cambridge University Press).  Kitabın Türkçesi 2019’da Bilge Kültür Yayınevi’nden çıkmıştı.  Ancak tükenmiş ve tekrar basılmamış.

Çok etnisiteliğin sınırı

Gat şöyle diyor:

Osmanlı İmparatorluğu çok etnisiteli, hoşgörülü ve dinî kimliği temel ilke yapmada müstesna bir devletti. Fakat Osmanlı’daki çok etnisiteliliğin sınırlarını da unutmamak gerekir. Bütün imparatorluklar gibi Osmanlılar da güçlü bir zor kullanımına, bu güç de son tahlilde Türk bileşeninin askerî üstünlüğüne dayanırdı. İmparatorluktaki açık ara en kuvvetli —ve en sadık— bileşen buydu; bütün diğer etnisiteler bu gerçek üzerinde birleşirdi, hemfikirdiler. Türkler hem hassa süvarisini hem de imparatorluğun yarı-feodal süvarisinin çoğunluğunu teşkil ederdi. Elit piyade gücü olan yeniçerilerin kaçırılmış Hıristiyan çocuklarından yetiştirilmiş Müslüman muharipler oldukları meşhur hikâyedir. Fakat onların eğitimleri de Türkçe idi ve Türk kimliğiyle büyütülürlerdi.”

Kaçırılmış Hristiyan çocuklardan yetiştirilmiş muharipler… Tarih karışık bir bilim. Bosna ahalisinin Müslüman olurken, “Ama devşirme almaya devam edeceksiniz.” diye bir talepleri olmuş. Bunu okuduğum – ve şimdi unuttuğum – yabancı kitap, demek ki devşirme kurumunu bir eziyet değil bir devlet bursu gibi değerlendiriyorlardı, yorumunu yapıyordu.

Türk üzerüne verüp

İşte ikinci alıntım, Fatih Kanunnamesi’nin devşirmelerin yetiştirilmesiyle ilgili kısmı. Fatih Kanunnamesi’nin şekli, bugünkü kanun metinleri gibi değil. Padişahın emirlerinin ne gerekçeyle verildiğini açıklayan anekdotlar şeklinde. Okuyalım (Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukuki Tahlilleri, Osmanlı Araştırmaları Vakfı Yayınları Nu: 12, IX Kitap, s 135-136, 1996):

Ve olmağa bâ‘is oldur kim, ol zaman kim, sa‘âdetle İslâmbol’u feth eyledikleri zamanda Eğri Kapu kurbünde [yakınında]Tekfur-ı makhûrun [kahredilmiş tekfurun] sarayına konub Ayasofya Câmii’nin çanların yıkub minârelerin binâ edüb cum‘a namazına azîmet buyurub geri saraylarına döndüklerinde yeniçeri ocağı yoldaşları Padişah-ı cihân-penâh Hazretlerini selâma durduklarında Padişah-ı âlem-penâh Hazretleri sağına ve soluna selâm vericek içlerinden birisi “Aleyküm’üs-selâm Muhammed Beşe”dedi.

Padişâh dahi Saray’a gelicek ol zamanda Düstur-i a‘zamları olan Mahmûd Paşa’yı da‘vet edüb “Lala! Bu oğlan benim selâmımı aleyküm selâm Muhammed Beşe deyü almakdan murâd nedir? Ve bu nasıl selâm almakdır?” deyicek, Mahmûd Paşa bunların kâfirden müselmân olub ümmî olduklarını ve bunların yanında “Beşe” demekden azîm ta’zîm olmaduğunı bir bir beyân edicek Padişah Hazretleri dahi eytti: “Lala, dediğin gerçekdir. Amma kaçan bu denlü Türkçe bilmemek ne âlemi vardır? Bunları bari cem‘ eyledikden sonra Türk üzerine verüb Türkçeyi öğrense ve belâya mu‘tâd olub [sınava sokulup] ba‘dehû ulûfeye yazdırub ve ba‘dehû ba‘dehû kapuya çıkarsalar, dahi sefer-i zafer-âsâra gönderseler olmaz mı? idi”

Tarih ne kadar değişiyor değil mi? Neredeyse Osmanlı’yı bize bir taraf bir etnik çorba devleti, diğer taraf da Türk düşmanı devlet diye anlatacak.

Türkiye neresi?

Tarih siyasetin ve savaşların tarihinden ibaret değildir ama o sınırların ötesindeki tarihi anlatmak, öğretmek kolay değil. Allahtan bunu yapabilen tarihçilerimiz var.

Yazımı bitirirken bir gözlemimi anlatayım. Yabancı kaynaklarda asırlar öncesine ait haritalar var. İşte o haritalarda Anadolu’nun üstüne Türkiye yazmışlar. Bunu biliyoruz. Fakat Türkiye sözü sadece Anadolu’nun üstünde değil. Adriyatik’e kadar, kuzeyde Macaristan’ın ötesine kadar da “Türkiye”. Güneyde Arap Yarımadası’ndan Kuzey Afrika’ya kadar… Birçoğunda Osmanlı İmparatorluğu yazıyor ama birçoğunda da Türk İmparatorluğu… ABD Kongre Kütüphanesi’nden bir harita mesela: https://bit.ly/turkimp – haritanın başlığı, ”TURCICI IMPERII DESCRIPTIO”. Birçoğunda da aynı coğrafya Turcomania – Türkmenya – diye geçiyor. Marko Polo’nun seyahatlerini resmeden bir harita Orta Asya’yı “Büyük Türkiye” diye etiketlemiş. (https://bit.ly/turkmenya  İşaretlemeler Sayın Nuray Bilgili’ye ait.)

“Türkiye” bir coğrafyanın değil bir egemenliğin adı. Egemenlik varken Türkiye olan coğrafya o egemenlik kalkınca artık Türkiye olmuyor.

Kendimden Kendime Hitap

     İşte sana!

     Abuk sabuk bir konuşma,

     Oku da, ister ibret al ister alma!

     6 değil, 60 değil, 600 hiç değil;

     Tam 6000 küsur mesaj gönderdim!

     Hiç aldırış etmedin!

     Hiç merak edip de,

     Açıp okumadın! Buna rağmen,

     Ne yüzle çıktın huzuruma?

     Derse, Yüce Yaratan ve devamla:

     Mazeretin nedir?

     Özrün mazeret midir?

     Herşeyi senin için yarattım!

     Ya sen! Benim için ne yaptın?

     Ya da yapabildin?

     Yahut yapmak istedin?

     Bu ne gaflet?

     Bu nasıl bir cehalet?

     Bu nasıl bir vurdumduymazlık?

     Bu nasıl bir kulluk?

     Derse Cenab-ı Hakk.

     Eveleye geveleye derim ki:                         

     Sandım ki, sonsuz bir ömrüm var!

     Derken, bir de baktım ki,

     Olmuşum, büyük bir günahkâr!

     Bu nasıl bir gaflet?

     Bu nasıl bir garabet?

     Herkes karşıma geçmiş gülüyor!

     Diyerek: Ey namert!

     Koca bir ömürde;

     Baktın ama görmedin!

     İşittin ama duymadın!

     Bildin ama anlamadın!

     Şimdi pişmansın ama,

     Pişmanlık vermiyor fayda!

     Gidecek yerin kalmadı;

     Ne yerde ne de ayda!

     Hz. Mevlana demiş:

     İnsan pişman olduğuna da olacak pişman!

     Ne çare, artık hiçbirisi olmaz derde derman!

     Bari, girmeden mezara;

     Etmeli candan bir tövbe.

     Çünkü, ancak o kalacak!

     Elimde, gerçek bir belge.

     Yine yetişti imdada,

     Kulak verince İlahî hitaba:

     Herşeye ve her yaptığına rağmen: Ey kulum!

     Yine de kesilmez senden asla umudum.

Osmanlı, Türk ve Türkiye

0

Osmanlı’yı birbirine zıt iki akıma karşı korumaya çalışıyoruz. İkisi de Osmanlı’nın bir Türk devleti olduğunu reddediyor. Biri milletten, milliyetten, hele hele Türkçülükten hiç haz etmeyen sağ. Diğeri de Türkçülüklerinden Osmanlı’yı reddetmek gerektiğini sanan “milliyetçi” ekipler. Her ikisinin düşünceleri sonucu aynı yere çıkar: Türkiye Cumhuriyeti bir millî boşluktan, millet sosyolojisi bakımından bir kara delikten doğmuştur. Şu oturduğumuz topraklar üzerinde Türk adı taşıyan bir devlet yoktu! Türk devleti nev zuhurdur, taş çatlasa yüz yaşındadır.

Size – şimdilik – iki kaynak vermek istiyorum. Biri bir yabancı siyaset bilimciden, Azar Gat’ın (Alexander Yakobson’la birlikte) Uluslar Siyasi Etnisite ve Milliyetçiliğin Uzun Tarihi ve Derin Kökleri, (2012, Cambridge University Press).  Kitabın Türkçesi 2019’da Bilge Kültür Yayınevi’nden çıkmıştı.  Ancak tükenmiş ve tekrar basılmamış.

Çok etnisiteliğin sınırı

Gat şöyle diyor:

Osmanlı İmparatorluğu çok etnisiteli, hoşgörülü ve dinî kimliği temel ilke yapmada müstesna bir devletti. Fakat Osmanlı’daki çok etnisiteliliğin sınırlarını da unutmamak gerekir. Bütün imparatorluklar gibi Osmanlılar da güçlü bir zor kullanımına, bu güç de son tahlilde Türk bileşeninin askerî üstünlüğüne dayanırdı. İmparatorluktaki açık ara en kuvvetli —ve en sadık— bileşen buydu; bütün diğer etnisiteler bu gerçek üzerinde birleşirdi, hemfikirdiler. Türkler hem hassa süvarisini hem de imparatorluğun yarı-feodal süvarisinin çoğunluğunu teşkil ederdi. Elit piyade gücü olan yeniçerilerin kaçırılmış Hıristiyan çocuklarından yetiştirilmiş Müslüman muharipler oldukları meşhur hikâyedir. Fakat onların eğitimleri de Türkçe idi ve Türk kimliğiyle büyütülürlerdi.”

Kaçırılmış Hristiyan çocuklardan yetiştirilmiş muharipler… Tarih karışık bir bilim. Bosna ahalisinin Müslüman olurken, “Ama devşirme almaya devam edeceksiniz.” diye bir talepleri olmuş. Bunu okuduğum – ve şimdi unuttuğum – yabancı kitap, demek ki devşirme kurumunu bir eziyet değil bir devlet bursu gibi değerlendiriyorlardı, yorumunu yapıyordu.

Türk üzerüne verüp

İşte ikinci alıntım, Fatih Kanunnamesi’nin devşirmelerin yetiştirilmesiyle ilgili kısmı. Fatih Kanunnamesi’nin şekli, bugünkü kanun metinleri gibi değil. Padişahın emirlerinin ne gerekçeyle verildiğini açıklayan anekdotlar şeklinde. Okuyalım (Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukuki Tahlilleri, Osmanlı Araştırmaları Vakfı Yayınları Nu: 12, IX Kitap, s 135-136, 1996):

Ve olmağa bâ‘is oldur kim, ol zaman kim, sa‘âdetle İslâmbol’u feth eyledikleri zamanda Eğri Kapu kurbünde [yakınında]Tekfur-ı makhûrun [kahredilmiş tekfurun] sarayına konub Ayasofya Câmii’nin çanların yıkub minârelerin binâ edüb cum‘a namazına azîmet buyurub geri saraylarına döndüklerinde yeniçeri ocağı yoldaşları Padişah-ı cihân-penâh Hazretlerini selâma durduklarında Padişah-ı âlem-penâh Hazretleri sağına ve soluna selâm vericek içlerinden birisi “Aleyküm’üs-selâm Muhammed Beşe”dedi.

Padişâh dahi Saray’a gelicek ol zamanda Düstur-i a‘zamları olan Mahmûd Paşa’yı da‘vet edüb “Lala! Bu oğlan benim selâmımı aleyküm selâm Muhammed Beşe deyü almakdan murâd nedir? Ve bu nasıl selâm almakdır?” deyicek, Mahmûd Paşa bunların kâfirden müselmân olub ümmî olduklarını ve bunların yanında “Beşe” demekden azîm ta’zîm olmaduğunı bir bir beyân edicek Padişah Hazretleri dahi eytti: “Lala, dediğin gerçekdir. Amma kaçan bu denlü Türkçe bilmemek ne âlemi vardır? Bunları bari cem‘ eyledikden sonra Türk üzerine verüb Türkçeyi öğrense ve belâya mu‘tâd olub [sınava sokulup] ba‘dehû ulûfeye yazdırub ve ba‘dehû ba‘dehû kapuya çıkarsalar, dahi sefer-i zafer-âsâra gönderseler olmaz mı? idi”

Tarih ne kadar değişiyor değil mi? Neredeyse Osmanlı’yı bize bir taraf bir etnik çorba devleti, diğer taraf da Türk düşmanı devlet diye anlatacak.

Türkiye neresi?

Tarih siyasetin ve savaşların tarihinden ibaret değildir ama o sınırların ötesindeki tarihi anlatmak, öğretmek kolay değil. Allahtan bunu yapabilen tarihçilerimiz var.

Yazımı bitirirken bir gözlemimi anlatayım. Yabancı kaynaklarda asırlar öncesine ait haritalar var. İşte o haritalarda Anadolu’nun üstüne Türkiye yazmışlar. Bunu biliyoruz. Fakat Türkiye sözü sadece Anadolu’nun üstünde değil. Adriyatik’e kadar, kuzeyde Macaristan’ın ötesine kadar da “Türkiye”. Güneyde Arap Yarımadası’ndan Kuzey Afrika’ya kadar… Birçoğunda Osmanlı İmparatorluğu yazıyor ama birçoğunda da Türk İmparatorluğu… ABD Kongre Kütüphanesi’nden bir harita mesela: https://bit.ly/turkimp – haritanın başlığı, ”TURCICI IMPERII DESCRIPTIO”. Birçoğunda da aynı coğrafya Turcomania – Türkmenya – diye geçiyor. Marko Polo’nun seyahatlerini resmeden bir harita Orta Asya’yı “Büyük Türkiye” diye etiketlemiş. (https://bit.ly/turkmenya  İşaretlemeler Sayın Nuray Bilgili’ye ait.)

“Türkiye” bir coğrafyanın değil bir egemenliğin adı. Egemenlik varken Türkiye olan coğrafya o egemenlik kalkınca artık Türkiye olmuyor.