11.8 C
Kocaeli
Pazartesi, Mayıs 12, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 20

Halifelik Üzerine

Halifelik, Allah’ın emri değil. Kur’ân-ı Kerim’de bütün insanlar yeryüzünün halifesidir.
Müslümanların devlet başkanlarına “halef olan” anlamında “halife” denmiştir.
Emevîler de Abbasîler de “halifeliği” siyasî güç olarak kullanmışlardır.
Bizde “halifelik” talebi, “Yeni Türkiye”ye karşı tavırdır. (M. Kemal, Osmanlı’dan sonrası için “Yeni Türkiye” der.)

Kuvayı Milliye kadrosuyla Türk Halkının önüne düşerek oluşturduğu güçle Emperyal güçlerin desteğiyle Anadolu’yu işkâl eden Yunan ordularına karşı verdiği başarılı Kurtuluş Savaşları sonucu Anadolu’yu Türk Milletine yeniden bağımsız bağlantısız vatan yapan Başbuğ Mustafa Kemal ATATÜRK’Ü şükran ve minnetle yat etmek her namuslu Türk vatandaşının vatandaşlık borcudur; vicdani borcudur.
Aşağıdaki yazıyı çok iyi kavrayarak Türkiye Cumhuriyetini kuran Başbuğ Atatürk’ün gerçekleştirdiği devrimlerinden Halifeliğin kaldırılması, Laik Cumhuriyetin kurulması ve üniter yapının oluşturulması dâhil ne kadar gerekli ve önemli olduğunu görüyoruz:
*
Okuduklarımızdan; tarihi bilgilerimizden edinimlerimizden bahisle;
Osmanlıyı 1299 yılında Oğuz Türklerinin Kayı Boyu kurmuştur.
Osmanlı imparatorluğu;

  • 1299 da kurulmuş, 1579’a kadar 3 asır YÜKSELMİŞ….
  • 1579 dan 1699 kadar,
    1 Asır DURAKLAMIŞ.
  • 1699 dan 1919 kadar.
    GERİLEMİŞ VE YIKILMIŞTIR.
    Gerçekte iki farklı Osmanlı vardı;
  • Halifeliğe kadar olan Osmanlı… (1299-1517) Nam-ı diğer Türk İmparatorluğu
  • 1517 tarihinde Halifeliğin alınmasından sonraki Araplaşan Osmanlı İmparatorluğumuz… Ve Araplaştıkça daha çok batan koca Osmanlı İmparatorluğumuz…
    *
    Aslında Türkler için her şey güzel gidiyordu…
    Ta ki Halifelik sevdasına düşülene kadar…
    O günkü şartlarda halifeliği olmazsa olmaz gören Yavuz Sultan Selim ile akıl hocası Şeyh İdris-i Bitlis-i ve diğerleri Memlukluların elinden Abbasi halifeliğini almak için Mercidabık ve Ridaniye savaşlarını tertip ederler…
    Bu savaşların sonunda, kılıç zoruyla artık halifelik Türklerdedir. (1517)
    Ama çok büyük bir sorun çıkar, çünkü Arap dünyası halifeliğin kendilerinden alınmasına şiddetle karşı çıkar ve Türk halifeye biat etmek istemezler…
    İşte bu sorunu çözmek, Arapları, Türk halifeye bağlamak için Arapların da kabul edeceği bir orta yol bulunur.
    Bu yol Mısır’dan ve Arap diyarlarından seçilecek iki bin civarında ulemanın, Mollanın, Ebussuud Efendilerin İstanbul’a davet edilerek, para, mal, mülk, arazi de verilerek kalıcı olarak yerleşmeleri sağlanır…
    *
    İmparatorluğu Araplaştırmak, diğer bir deyişle; Türk İslam’ının terk edilerek, Arap İslam’ına doğru evirilmesini sağlamak konusunda anlaşırlar.
    Bu projeyi Araplar da destekleyince proje hayata geçer ve maalesef bundan sonra artık imparatorlukta “bugün de kısmen olduğu gibi” Türk kelimesi yasaklanır, “Türk’üm!”, “Türkmen’im!” diyen Kızılbaş diye aşağılanır, dışlanır, kafası kesilir.
    Bu dönem sadece Kuyucu Murat Paşanın “Türk’üm!”, “Türkmen’im!” dedikleri için kafasını kestirip, kuyulara doldurduğu insan sayısı 158 bindir.
    Maalesef Osmanlının son 350 yılı ilk 250 yılın aksine, Türklere zulümle geçer, sıkı bir Arap tandanslı mezhepçilik kurulur…
    1603 yılına gelindiğinde artık Ehl-i Beyt Türk Tekkeleri yasaklanır, kapatılır; yerine Halidî, Nakşî, Kürdî Tekkeler kurulur.
    Yine bu dönem Kürtlere sayısız imtiyazlar verilir,
    1839 birinci Tanzimat Fermanına kadar Kürtler askerlikten bile muaf tutulurlar. (Kürtlere Şah İsmail diyeti ödenir…)
    Yine bu dönem Türkler, saraydan, ordudan ve müesses nizamdan tasfiye edilirler…
    *
    Türklerin askeri ve siyasi gücünü kırmak için bu Arap mollaların fetvalarıyla, serdengeçti birlikleri sadece Türklerden oluşturulur ve en ön safta savaştırılır, böylece kırdırılırlar, ganimet bile toplatmazlar…
    Ganimeti de saraylardaki Arap mollalar ile işbirliği yapan yeniçeriler kendi aralarında paylaşırlar…
    Ordudan, saraydan ve müesses nizamdan yavaş yavaş tasfiye edilen, kafası kesilen, sürgün edilen Türklerin bir kısmı bu mollalara kızar ve canını kurtarmak için de Kürtleşmeyi ana stratejik hedef olarak seçerler.
    Bu aşiretler ve boyların en büyükleri Avşarlardır, Halaçlardır, Mukri, Bayat, Beğdili, Evya, Yıvadır… Buna tarihimizde “Ekrad (kürtleşmiş) Türkmanlar” denir…
    *
    Yine Kelkit’ten Hakkâri’ye kadar olan bölgede yaşayan Akkoyunluların büyük bir kısmı İran’a gider. (Bugün dünyanın en büyük Türk nüfusunun yaşadığı başkent Tahran’dır…)
    Böylece yüzyıllarca başımızı ağrıtacak Kürt sorunu ve bu politikalar sonucu gelişir ve büyür.
    Osmanlı öyle bir açmaza düşmüştür ki, ne halifelikten vazgeçebilir, artık ne de imparatorluğun kan kaybetmesini durdurabilir… Çünkü imparatorluğu kuran asli unsur Türkmenler dışlanmış, mezhepçiliğe kurban edilmiştir…
    Mollalar, başta matbaa olmak üzere bir sürü saçma sapan fetva verirler…
    Ve sonuçta Osmanlı’ya Rönesans’ı ıskalatırlar, Rönesans’ı İngiltere kapar…
    Matbaa Osmanlı’ya ilk kez 1480’de Yahudiler ile gelir, sonra 1527’de Ermeniler matbaaya kavuşur. 1563’te ise Rumların matbaası vardır. Bu meşhur mollalarımız her seferinde yeni bir fetva ile bizimkilerin matbaaya kavuşmasını engellerler, ta ki Batı Rönesans’ı ve aydınlanmayı yakaladıktan, yani 240 yıl sonra, 1727’de İbrahim Müteferrika’nın çabaları ile matbaaya kavuşuruz; ama bilgiye sahip olmak için artık çok geçtir…
    *
    Şimdi açıkça şu soru sorulmalıdır:
    1299’dan 1683 Viyana Bozgunu’na kadar savaştığı tüm savaşları kazanan bir Türk imparatorluğu (Osmanlı) varken; neden son 250 yılda girdiği tüm savaşları kaybedip, bir de Kurtuluş savaşı yapmak zorunda kalmıştır?
    Osmanlı bu dönemde; yani yaklaşık son 250 sene, 1683 Viyana Bozgunu’ndan, nihayet 1922’de Ankara, Haymana Ovası’nda yapılan Sakarya Savaşını kazanana kadar tüm savaşları kaybetmiştir.
    Acaba; Halifelik ve akabinde yürütülen Türk düşmanı, Arap tipi mezhepçi politikalara dönülmeseydi; koca bir imparatorluk batar mıydı?
    Ve yine; Yunus Emre’lerin, Hacı Bektaş’ların, Seyit Gazi’lerin, Ahmet Yesevi’lerin İslam’ı, İslam değil miydi?
    Osmanlıyı kuran Şeyh Edebali’lerin İslam’ı, Akşemseddin’lerin İslam’ı İslam değil miydi de, Ebussuud’lara teslim edip batırdık koca imparatorluğu…
    Umarım bugün aynı vahim hatalara düşmeyiz!!!
    Ve Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi der ki:
    “Din bir seçimdir, ama Türklük kaderdir!”
    *
    Kutsal, sınırsız yetkili bir halife anlayışı, İslam’da yoktur. Bir toplumun, milli değerlerini temsil etmesi gereken, kanunlara ve adalete uygun iş görüp insanlık değerlerine de uyan, bir yönetici ve danıştığı insanlar ve kurumlar vardır. Bu yöneticinin adı, o toplumun kültürü ve geleneklerine bağlı bulunarak ve yeniliklere de açık olarak, han, hakan, şah, şehinşah, padişah, başkan, cumhurbaşkanı olur. Bunun İslam’a da, toplumun gelişmesine de uygun olanı, seçimle bu göreve gelmesidir. Bu şartları taşıyorsa, böyle birine halife deseniz de ne farkeder? Şu muhakkak ki; yeryüzünde, mecazen de olsa Allah’ın gölgesi, vekili olamaz.
    Birçok konuda olduğu gibi, siyasi, idari konuda da yanlış dinî anlayışlarımızı düzeltmek zamanı, hâlâ gelmedi mi?
    Çağın gerektirdiği bilimsel çalışmalarıyla hayatı kolaylaştıran, dünyayı yaşanır kılan; insanlığı aydınlatarak önünü açmış; rehber olmuş insan onurunu öne çıkaran; bütün münevverlere selam olsun.

Geleceğin Başlangıç Tarihi

Günümüzde fikri mülklerin parasal değerinin, somut elle tutulur mamullere göre çok arttığı ve bu ürünleri üreten, pazarlayan ve bu ürünlerin haklarına sahip olan şirketlerin yüzlerce milyar dolar değere ulaştığı bir çağdayız. Bu ürünlerden kastımız hepimizin adını duyduğu hatta kullandığı yapay zekâ programlarından tutun oyunlara oradan işletim sistemlerine hatta ufak tefek gibi dursa da kilit rolde kullanılan küçük yazılımsal programlara uzanan çok geniş bir yelpaze. Dışarıdan bakıldığında aslında bilgisayar içinde çalışan uygulamalardan başka bir şey olmasa da bu uygulamalar şu anda bırakın milyarları, trilyonlarca dolarlık bir endüstri oluşturuyor. Peki, anladık durum bu hatta krizleri falan çıkıyor, bir gecede Amerikan borsaları trilyonlar kaybediyor, kazanıyor ama bu hikâye neydi neden bu kadar değerlendi? Bunun cevabını verebilmek için aslında bilgisayarların tarihine gitmemiz gerekiyor ki süreci baştan sona kavrayalım.

Gerçek manasıyla ilk bilgisayar diyeceğimiz şeyler aslında abaküslerdir. Bu abaküsler basit matematik işlemlerini yapan insanlar için kullanışlı araçlar olmuşlardır. Fakat bizim bildiğimiz ilk bilgisayarlar temelde abaküs mantığıyla çalışıyor olsa da 2. Dünya Savaşı sırasında karmaşık matematik formülleriyle kurgulanan mesajlaşmaları çözmek amacıyla üretilmiş aletlerdi. Bu aletler temelinde delikli kartlar olan ve bu kartları okumak üzere kurgulanmış sistemler bütünüydü. Bir harf matematik denkleminde nereye geliyorsa o mesajlaşmaya uygun bir kart hazırlanıp alete veriliyor alet de bunu mesajın açık haline çevirip sonuçlandırıyordu. Savaş sonrasında bu aletlerin aslında temelinin değiştirilerek elle yapılan matematik işlemlerini de yapabileceği keşfedildi ve bu şekilde bizim bilgisayar diyebileceğimiz ilk örnekler ortaya çıktı.

Burada bahsetmezsek olmaz. Delikli kartların aslında çalışma mantığı şuydu: Kart üzerinde bir delik varsa o delikten elektrik geçiyordu, bu 1 yani ”var” demek oluyordu. O satırda çelik yoksa 0 yani ”yok” oluyordu. Buna 1’ler ve 0’lar üzerinden bir algoritma oluşturuluyor ve aletin hızı sayesinde sonuca çok daha hızlı varılıyordu. Daha sonrasında bunu kartlar olmadan transistörler denilen ufak cihazlarla yapmaya başladılar. Bu transistörler başlangıçta santimetrelerle ölçülürken zamanla silikat madeninin işlenmesinin öğrenilmesiyle 0.3 nanometreye kadar düştü. Modern bilgisayarlarda basitçe ne kadar transistörünüz varsa o kadar fazla işlem hızına sahip oluyorsunuz.

Konumuza devam edelim transistör devriminden sonra bilgisayar dünyası her yıl üstüne koya koya çok hızlı bir şekilde gelişti. Bu hız öylesine hızlı oldu ki bilgisayarların merkezindeki işlem birimleri daha fazla küçülemez hale geldi. Başlangıçta işlem için kablolardaki büyük elektrik miktarları kullanılırken şu anda elektronların hareketlerinden verim alınmaya çalışıyoruz.

Bu noktaya geldiğimize göre şahsi hikâyemden bahsedeyim. Her 90’lar çocuğu gibi bu bahsettiklerim benim için önemsiz ve gereksiz ayrıntılardı. Asıl önemli olan benim o cihaza sahip olup oyun oynamamdı. Bir zaman sonra bunu da elde ettim. Fakat insanın attığı her adım onu yeni ufuklara ilerletir. Benim için de öyle oldu ve bu ilgim bugün sizlere bu yazımı yazabilmemi sağladı.

İlk başta bu bahsedilen işlem gücü şirketlerin işlerini hızlandırmak ve üretim süreçlerini iyileştirmek için kullanıldı fakat çok hızlı bir şekilde piyasaya yeni bir tüketici girdi. Eğlenmek isteyen insanlar. Piyasadaki bu talebi hemen fark eden önce Japon sonra da Amerikan şirketleri çok hızlı bir şekilde üretime başladılar ve piyasayı doyurmaya başladılar. Bunun arkasında da teknoloji şirketleri bu talebe daha çok işlem gücü gerekiyor diyerek daha ileri ürünler üretti bu da teknolojinin daha da hızlı ilerlemesine neden oldu. Elde bu kadar fazla işlem gücü varken bir grup insan da hikâyesi gayet uzun ve ilginç olan yapay zekâ çalışmalarını bu mecraya taşıdılar. Fikir hepsinde vardı, nasıl yapılır nasıl edilir biliyorlardı ama ellerinde işlem gücü yoktu. İşte tam bu anda imdatlarına bahsi geçen şirketler geldiler. Bu işlemcilerin gücü ve internetin veri bolluğu ile her işe ayrı odaklanmış yapay zekâ modelleri çıktı.

Bunun sonucunda üreticiler de bu üretim araçlarına hücum ettiler. Yapay zekâ şirketleri altın arayanlara küreklerini satıyorlardı.

Müşteri Memnuniyeti

Müşteri memnuniyeti,“müşterinin ihtiyacının giderilmesi ve isteğinin karşılanması sonrasındaki tatmin oranıdır. Müşteri memnuniyeti kavramını, müşterinin aldığı hizmetlerden memnun kalma düzeyi” olarak da tanımlayabiliriz.

İnsan ilişkilerinde, müşteri memnuniyeti olmazsa olmazlardandır. Bu gerçeği kimse inkâr edemez. Müşteri, güneş gibidir. Yalnız bu, karşılık bekleyen bir güneştir. Aynı yerde durmaz. Sürekli ışık saçmaz. Eğer ona karşı tutum ve davranışlarımızdan hoşnut kalmazsa, başka kişileri aydınlatmak için yer değiştirir. Yani ışığını mahrum eder.

Dolayısıyla yüzünü müşteriye dönmeyen işletmeler büyüyemez, gelişemez, ısınamaz ve aydınlanamaz.

Bir firma ya da işletme sahibi, mutlu müşterilerini eve gönderdiğinde yalnızca müşteri memnuniyeti kazanmış olmamaktadır. Mutlu müşteriler sadık müşterilere dönüşmekte, ağızdan ağıza dolaşan pazarlama hizmetine de büyük katkı sağlamaktadır. Çünkü memnun müşteri, mutlu ve sadık müşteridir.

İnsan, yaratılan varlıklar arasında en değerlisidir. Tabii ki insani ve evrensel ahlaki değerlere sahipse. Böyle bir birey, elbette ki değerli olduğunu da hissetmek ister.

Günümüzde, hayatın bize sunduğu negatif sürprizlerden ötürü, genellikle stresli ve bozuk bir moral içinde kalabalıklara karışmaktayız. Bu yüzden bazen tebessüm etmeyen yüzümüzle, komşuya, asansörde karşılaştıklarımıza, bir “günaydın”, “iyi günler” vb. gibi güzel ifadeler kullanmayı ıskalamaktayız.

Tabii ki içimizde, “her şeye rağmen” hep pozitif kalan güzel yürekler de var. Bunlar toplumun neşe ve moral kaynağı, imrendiğimiz nadide bireylerdir.

Bütün bunlara rağmen, hepimiz ilişki içinde olduğumuz insanlardan, yüzümüzü güldüren, içimizi ısıtan, değerli olduğumuzu hissettiren söylemler ve tavırlar bekleriz. Medeni bir toplumda da zaten bu özelliklerin bulunması gerekir.

Geçen gün bir marketten alış veriş yaptım. Kasaya yöneldiğimde görevli bayan, “kasayı kapatacağını” söyleyerek yan kasaya yönlendirdi. Yan kasada sıraya girdiğimde, benden sonrakilerin beni uyaran kasaya girerek işlem yaptırdıklarını izledim.

İster istemez bozulmuştum. Dayanamayarak ilgili bayana seslendim. “Hani kasayı kapatıyordunuz, müşteri almaya devam ediyorsunuz. Bu tavrınız tutarlı değil” dedim. Bayan bu soruyu beklemiyordu tabi. Mahcup olarak, “ikazımı dinlemediler” diye cevap verdi.

Tartışmayı uzatmak istemedim. Oysa uyarılan müşteri de hatalıydı, kasaya bakan bayan da. Müşteri kurallara uyacak, görevli bayan da ikazına rağmen aldırmayan müşterilerin işlemini yapmayacaktı. Ya da engel olamadıysa kendi kasasında bana öncelik tanıyacaktı.

Gelelim başka bir konuya. Otomobilimin çamurluğu darbe almıştı. Kaskoma danıştım, “mini onarım” yapan bir servise yönlendirdi. Boyanması için bıraktığım arabamı aldığımda, şaştım kaldım. Boyanan kısım, otomobilimin rengiyle uyuşmuyor, adeta sırıtıyordu. İlgililerin dikkatini çektim. “Eski boya solduğu için yeni boya böyle gözüküyor” diyerek konunun üzerinde ciddiyetle durmadılar.

İşlemleri sürdürürken, önüme bir memnuniyet anketi koydular. Ben de her bölüme sıfır vererek formu imzalayıp uzattım, İlgili bayan hayal kırıklığına uğradı. Hayret ederek “ne biçim bir değerlendirme” diye çıkıştı. “Yaptığınız işin ve ilginizin karşılığı bu” dedim. “Ben bunu değerlendirmeye alamam” diyerek, canı sıkkın bir tavırla formu buruşturdu.

“Değerlendirmeye alsanız da almasanız da notunuz bu” diyerek iş yerinden ayrıldım. Yıllar geçse de o kurum hakkındaki negatif kanaatim hala aklımda. İlgili kurum kayda almasa da intibalar zihinlerden silinmiyor.

En son yaşadığım bir olay, bu yazıyı yazmamın esas nedeni oldu.  ERNAZ OTOMOTİV den otomobilimin bakımı için randevu almıştım. “Saat 08.45 te getirin” diye SMS atmışlardı.

Günü gelmeden bir gün önce yine uyardılar. Ben de şimdiye kadar gördüğüm olumsuz işlemlerin tesiriyle, biraz geç gitmeyi düşünüyordum. Çünkü saat erkendi, “o saatte muhatap bulamam” diye düşünmüştüm.

Fakat randevularıma saatinden önce gitme gibi bir alışkanlığım var. Bu tutkudan kurtulamayarak, saat 08.30 da servise gittiğimde, bir hanımefendinin stantta olduğunu gördüm. Gerçekten de sevinmeme rağmen şaşırmıştım. Kendisine yaklaşırken, “Seyfettin bey olmalısınız, ben danışmanınız T…., hoş geldiniz efendim” diyerek tebessümle karşıladı.

Tanıştıktan sonra nezaketle gerekli bilgileri alarak yardımcı oldu. Neticede her şey olumlu şekilde, hızla sürdürüldü. Söylenilen saatte aracımı aldım. Kafama takılan soruları, ilgili uzman arabamın başına gelerek açıkladı.

Kurumdan fevkalade memnuniyetle ayrıldım. Ertesi gün, ilgili servisten bir yetkili arayarak, “işlemlerden memnun olup olmadığımı” sordu.

Hizmetlerden çok memnun kaldığımı, şimdiye kadar çeşitli servislerden aldığım hizmetin en mükemmelini burada gördüğümü,” samimi bir şekilde dile getirdim. Yetkili, sevincinden ne yapacağını şaşırdı.

Elbette ki bu haklı bir sevinçti. Verdikleri hizmetin gururunu yaşamak haklarıydı. Danışmanım T…. hanımefendi başta olmak üzere, bilgi veren uzman beyefendinin, veznedarın ve sigorta görevlilerinin “samimi, sıcak, yapıcı yardım ve desteklerini” görmekten gurur duydum.

Bir eğitimci olarak, hep arzuladığım müşteri memnuniyetini bu kurumda tam manasıyla görmenin mutluğunu yaşamaktayım. Neticede bakımı bedava yapmamışlardı. Öyleyse beni sevindiren neydi?

Çoktandır hasretini çektiğimiz; “bir yudum tebessüm, motive eden ufacık bir jest, samimi ve içtenlik kokan söylemler.” Ve… “beklentilerin üstünde mükemmel bir hizmet.” İşte insan ilişkilerindeki memnuniyetin şifresi.

ERNAZ otomotivin çalışanları için söylenecek son söz. “Toplam kalitede yüzde yüz müşteri memnuniyeti.”

Teşekkürler değerli T….. hanımefendi… teşekkürler ERNEZ otomotivin tüm çalışanları…

Ustalık seviyesine ulaşılması gereken en önemli sosyal becerilerdendir ilişkiler. Hayatımızda derin ve sürdürülebilir ilişkiler istiyorsak, her insanın eşsiz ve özel olduğunu unutmamalıyız. İnsanlarla içtenlikle ilgilenmeli, sıkça gülümsemeli, dürüst ve samimi övgülerimizi esirgememeliyiz.

Kullandığımız dile dikkat edip, tek bir sözcüğün derin yaralar açabileceğinin farkında olmalıyız. Anlayışlı ve sabırlı olup, insanların hassasiyetlerine özen göstermeliyiz. Duygularımızı yönetmeyi öğrenmeliyiz. Hatalarımızı içtenlikle kabul edip, gerektiğinde özür dileyebilmeliyiz. Anlaşmazlıkları ve farklılıkları olumlu karşılamalı, saygı duymalıyız. En önemlisi sevgide ve saygıda cömert olmalıyız.

Galiba, “gerçek mutluluk, mutlu ettiğiniz insanlardan size yansıyanlarmış.”

Sevgiyle kalın…

Arazi Değil Vatan!

ABD Başkanı Donald Trump çılgın bir adam. Bir devlet adamı gibi değil, her nasılsa çok para kazanmayı veya güç sahibi olmayı başarmış narsist bir iş adamı gibi davranıyor.

İkinci defa başkan olduktan sonra söylediği sözler hiçbir devlet başkanından duymadığımız tehlikeli hedefler ve tehditleri içeriyor.

Kişi olarak böyle olmasının bir zararı yok. Ama dünyanın en güçlü devletini yöneten bir kişi yani ABD başkanı olarak söylediğinde milyonlarca insanın uykusunu kaçırıyor.

Meksika Körfezi, Grönland ve Kanada’ya dair egemenlik talepleri ile başta Çin olmak üzere bazı ülkelere yüksek gümrük vergileri koymak, ekonomik yaptırımlar uygulamak gibi kararları bizi pek ilgilendirmiyor gibi görünüyor. Ama uygulandığında Türkiye’yi etkileyecek yönlerini göreceğiz.

Ancak Trump’ın, İsrail’in soykırımcı Başbakanı Netanyahu ile yaptığı görüşmeden sonra, Gazze konusunda söyledikleri tüylerimizi ürpertmiş olmalı. Çünkü bu coğrafyada yapılacak her şey Türkiye’yi, soydaşlarımızı ve dindaşlarımızı doğrudan ve yakından etkileyecektir.

Netanyahu Amerika’ya gitmeden görüşmenin içeriği hakkında ipucu vermişti. “Trump ile el ele verip Ortadoğu’nun yeni sınırlarını çizeceğiz” demişti.

Trump 4 Şubat’taki toplantıdan sonra, Netanyahu’nun beklediğinden de ilerisine gitti. “ABD’nin Gazze’yi yeniden inşa edeceğini ve burada yaşayan Filistinlileri bölge ülkelerine yerleştireceğini” söyledi.

Gazze’den kaç kişinin başka bir ülkeye yerleştirilmesi gerekiyor?” sorusuna ise “tamamı” diye cevap verdi.

6 Şubat’ta da ABD Başkanı Trump, İsrail’in Gazze Şeridi’ni inşaat için “ABD’ye devredeceğini” Gazze’nin Ortadoğu’nun Rivierası haline getirileceğini belirtti. Filistinlilerin bölgedeki ülkelerde güvenli ve güzel mahallelerde, yeni ve modern evlere yerleştirilebileceğini” ifade etti ancak ülke adı vermedi. Bu fikrinin “Ortadoğu’ya istikrar getireceğini ve herkesin bu fikri çok sevdiğini” söyledi. (Bu cümledeki herkesin kimleri kapsadığını çok merak ediyorum.)

İsrail Savunma Bakanı Katz, “İsrail’in Hamas’a karşı savaşını eleştiren ülkeler bu kişileri almakla yükümlü” diyerek planı biraz daha açtı. Bu ülkelerin başında Türkiye’nin geldiği açık değil mi?

**************************

Gazze’lileri Gazze’den Sürme Planı

Trump malum bir emlak zengini. Deniz kenarında binlerce kilometrekarelik dümdüz bir arazi var ve üzerindeki binaların tamamına yakını bombalarla yıkılmış.

Bu “kupon araziyi” temizleyip, Trump Tower benzeri yapılar ve peyzaj düzenlemeleriyle Riviera veya Las Vegas gibi bir yerleşim haline getirdiğinde kazanabileceği paralar gözünü kamaştırmış olmalı. Üstelik bu “kupon arazinin” doğu Akdeniz’de deniz hukukundan kaynaklanan münhasır ekonomik bölgesinin avantajlarını da ele geçirmiş olacak. Bölgedeki doğalgazın stratejik değeri de cabası.

Ancak bu “kupon arazinin” bir tek kusuru var. Burada 2 milyondan fazla Filistinli yaşıyor. Bu 2 milyon Filistinli için Gazze bir arazi değil, VATAN. Bu halk 15 ay süren bombardımana rağmen vatanlarını terk etmedi.

Hamas “Gazze halkı yurtlarından koparılma planlarını kabul etmeyeceklerdir” açıklaması yaptı.

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi (UNHRC) Trump’ın Gazze planı için, “işgal altındaki topraklarda insanların zorla nakledilmesi veya sınır dışı edilmesinin uluslararası hukuku ihlal edeceğini” açıkladı.

Ama ABD ve İsrail’i durduracak bir güç bulunmuyor.  Sadece AB ülkelerinden biraz tepki geldi. Arap ülkeleri sessiz. Türkiye’den ise sadece Dışişleri Bakanı ile AKP sözcüsünün cılız tepkileri oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu konuda günlerce bir yorum dahi yapmadı.

Bu yazıyı yazdıktan hemen sonra (09 Şubat akşamı) nihayet Erdoğan’ın açıklama yaptığını medyadan okudum.

**************************

Erdoğan Neden Geç Tepki Verdi?

Bazıları Netanyahu ve Trump’ın Gazzelileri vatanlarından ZORUNLU GÖÇ (DEPORTATION) etme planına, Erdoğan derhal “one minute” tarzı sert bir tepki verir sandılar.

Bazıları Trump’ın ilk döneminde “Barış Pınarı Harekatının” başladığı gün Cumhurbaşkanımıza gönderdiği saygısız ve utanç verici mektubu hatırlatıyor:

“Sayın Cumhurbaşkanı, gelin iyi bir anlaşma yapalım! Binlerce kişinin öldürülmesinden sorumlu tutulmak istemezsiniz ve biz de Türk ekonomisini mahvetmekten sorumlu olmak istemeyiz ve bunu yaparız. Size bunun bir örneğini Pastör Brunson olayında yaşatmıştım.”

Ekonomimizin bu kadar kırılgan olduğu bir dönemde yeniden böyle bir tehdidi göze almak kolay olmasa gerek.

Belki de CB Erdoğan ABD devlet mekanizmasının Trump’ı dizginlemesini “devlet aklının” devreye girmesini beklemiştir.

Ama görünen o ki ABD’de artık “devlet aklı” etkin değil. Vatanı “kupon arazi” olarak algılayan bir tüccar başkana hukuku anlatabilecek kurumlar susturulmuş.

****

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Trump’ın ‘Gazze’ planının konuşulmaya değer bir yanı olmadığını söyledi. Bunun abesle iştigal olduğunu belirten Erdoğan, “Gazzelileri binlerce yıllık ezeli ve ebedi vatanlarından çıkarmaya kimsenin gücü yetmez. Gazzesi, Batı Şeria’sı, Doğu Kudüs’üyle Filistin, Filistinlilerindir” dedi.

Oysaki bir gün önce yandaş kalem Ahmet Hakan ilginç bir yazı yazmıştı:

“Sayın Cumhurbaşkanı, Trump’a hak ettiği cevabı vermeyin. Sizin Gazze’ye yapabileceğiniz en büyük iyilik, Trump’a esaslı bir cevap vermekten geçmiyor. Sizin Gazze’ye yapabileceğiniz en büyük iyilik, Trump’la kuracağınız diyalogdan geçiyor” diye Cumhurbaşkanına adeta akıl vermişti. Yandaş yazarların Reis konuşmadan böyle yazılar yazması kendilerine sıkıntı yaratıyor. Ahmet Hakan şimdi ne yazacak merak ediyorum.

Bence bu aşamada gazetecilerin şu soruyu sorması daha iyi olurdu:

Sayın Cumhurbaşkanı, Trump ile konuştuğunuzda, ABD Başkanı aynı fikrini tekrarlarsa ve arkasından “siz nasıl olsa 10 milyon sığınmacıyı ülkenize aldınız. Onlar zaten sizin kardeşiniz. 2 milyoncuk Gazzeliyi de alsanız iyi olur. Ben de size her yıl biraz dolar veririm. Gazze’nin imarında sizin müteahhitlerinize de biraz iş çıkartırım” derse ne dersiniz?

Geri  Kalış  Sebep  ve  Çareleri

     Geçmiş asırlarda Müslümanlar zengin, Batılılar fakir idiler. Zamanımızda ise durum tersine. Onlar zengin olurken, bizler fakir düştük! Neden?

     “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (Necm: 39) âyetinden ve “Çalışan, Allah’ın sevdiği bir kuldur.” Hadisinden hareketle edinilen çalışma meyil, şevk ve arzusu; bazı telkinler ile, kimi câhil şeyhler ve dini yanlış yorumlayan bazı sözde bilginlerin telkinleriyle; o çalışma meyli kırıldı. Çalışma şevki söndü. Bu tenbellik yüzünden ise fakirleştik.

     Oysa, “İ’lâ-yı Kelimetullah (Allah’ın dinini yüceltmek ve yaymak) şu zamanda maddeten terakkiye (maddî ilerlemeye) mütevakkıf  (bağlı) olduğunu bilmeyen” bazı câhil idareciler, âlimler ve şeyhler; o meyelânı kırıp, o şevki söndürdüler.

     “Maddeten terakki” ifadesinden; devletin savunma, tarım, ticaret ve san’at alanlarında ilerleyip devleti geliştirmeyi amaç edinmesi gerektiğini anlayamadılar.  

     “Dünya, âhiretin tarlasıdır.” Hadisini tek taraflı yorumlayarak; o meyil ve şevki söndürdüler!

     Halbuki hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi âhirete çalışmak gerektiğini, geri plânda bıraktılar! Geri kalışın en büyük hatâsını işlediler!

     Evet, kurûn-i vustâ (ortaçağ) ve kurûn-i uhrânın (sonraki asırların) ilcâât ve icaplarını birbirinden ayıramayan bazı câhil idareciler, âlimler ve şeyhler; çalışıp, ilerleme ve gelişme arzu, istek ve meyillerini söndürdüler!                                                                                                                        

     Yanlış anlaşılan hususlar da, geri kalışımızın faktörlerinden bazılarıdır.

     Nitekim:

     Az çalıştığı hâlde, çalıştığına kanaat etmek yanlış.

     Gereken çalışmayı yaptıktan sonra, elde ettiğine kanaat etmek doğru bir davranış.

     Sebepleri yerine getirmeden müspet bir netice beklemek yanlış. Yersiz bir tevekkül.

     Sebeplere teşebbüs ettikten sonra, sonucu Allah’tan beklemek ve sonuca razı olmak lâzım.

     “İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı (sırasında doğru yolu gösterici) olandır.” Hadisini şiar edinmek asıl olmalı.

     Çünkü Müslüman; gördüğü bir kötülüğe, yanlış bir davranışa; ya eliyle, ya diliyle, ya da kalben / içten karşı çıkmalı; hiç olmazsa o menfi harekete; bu şekilde olsun direnmeli.

     Velhâsıl, her zamanın bir hükmü var.

     Her şeyden evvel bize lâzım olan şey; doğruluk. Bunun kaynağının ise, Kur’an ve Sünnet olduğunu bilmek.

     Dahası, yalan söylememek; doğruyu söyleyemiyorsak, hiç olmazsa, yalan da söylememek.

     Ayrıca, sdk yani, ihlâs / içtenlik, sadâkat, sebât ve tesânüd / dayanışma dairesinde kalmamız şart.

     Çünkü, küfür yalandır. İman sıdktır. Zira, hayatımızın bekası / devamı imanın ve sıdkın ve tesanüdün devamıyladır.      

     Kaldı ki, tenbelcesine tevekkülden sakınmalı!

     İşi birbirimize havâle etmemeli. Kısaca:

     Vicdanın ziyası (ışığı);

     Ulûm-i diniye (tefsir, hadis, fıkıh ve alet ilimleri)dir.

     Aklın nûru (ışık kaynağı),

     Fünûn-i medeniye (müspet ilimler)dir.

     İkisinin imtizâcı (din ve müspet fenlerin birlikte okutulması)yla,

     Hakikat tecellî eder (kendini gösterir).

     O iki cenâh (kanat) ile,

     Talebenin himmeti pervaz eder (uçar).

     İftirak ettikleri (ayrıldıkları) vakitte;

     Birincisinde taassup,

     İkincisinde;

     Hile, şüphe tevellüd eder (doğar).     

Gazze’yi Sayfiye Yapmak

Trump, Gazze halkını – tabii hayatta kalanları—sürüp Filistin’i Amerikan sayfiye yeri yapacakmış. Filistinli Araplar başka Arap ülkelerine gidecekmiş. Onlar almazsa belki biz alırız. Yine Ensar oluruz, çok şerefli bir iştir. Hele ABD buna karşılık bize biraz para da verirse keyfimize diyecek olmaz. Hain muhalefet “Dur, ne yapıyorsun!” falan derse ki haindirler derler, onları da “Halkın bir kısmını diğer bir kısmana karşı…” diye yakalayıp içeri atarız.

Emperyalist böyledir. Amerika nire, Filistin nire ama büyük başın derdi de cihanşümul oluyor. Bakınız bir vuruşta Filistin meselesini hallediyor, İsrail’in güvenliğini kalıcı şekilde sağlıyor, bonus olarak da Trump İnşaat’a koskoca sahil boyunca sayfiye yapıp belki de işletme ihalesi alıyor. Buna bir de o yüzlerce kilometrelik sahilin hediye ettiği, doğal gaz dolu münhasır ekonomik bölgeyi ekleyin.

Çünkü gücü yetiyor

Yapar mı? Yapmaya gücü yeterse yapar. Niçin yapıyor diye sormayın. Cevabı basittir: Çıkarına uygun. Fakat asıl sebep: Çünkü yapmaya gücü yetiyor. Arap ülkelerinden pek bir itiraz duydunuz mu? Peki bizden? Sebep? Çünkü itiraza güçleri yetmiyor. Düşünün, adam Milletler Arası Ceza Mahkemesi’nin kararına aldırmadığı gibi bir de o mahkemenin hâkimlerine yaptırım uyguluyor. Niçin? Çünkü gücü yetiyor. Mahkeme kararlarını uygulamayan, beğenilmeyen kararı veren hâkimlerin sürüldüğü başka ülkeler, başka örnekler hatırlıyor musunuz?

Gücü gücü yetene mi? Evet öyle. Bunun karşısında tek engel vicdandır. Ama anlaşılan vicdanın kapsama alanı pek geniş değil.

Kapsama alanı demişken… Stephen Covey’in, Etkili İnsanın Yedi Alışkanlığı kitabındaydı yanılmıyorsam, yazar, her insan için iki cins çember düşününüz, diyordu. Kendisine etki edenlerin çemberleri… Etki edenlerin menzili de diyebilirsiniz. Diğeri de kendi etki alanı. Kendisinin etki menzili, kendisinin etki çemberi. İşte kendi etki alanı, kendisini etkileyenlerinkinden daha geniş olan insan etkili insandır. Covey’in etki çemberlerini ülkeler için de çizebiliriz. Öyle anlaşılıyor ki ABD’nin etki alanı yerkürenin öbür ucuna, kendi antipoduna kadar uzanıyor. Arap Yarımadası, İsrail, Filistin şüphesiz Trump’ın menzili içinde. Onun ardından “Ben de, ben de…” diye koşuşturan ve kendini hâlâ Napolyon dönemindeki zanneden Fransa var. O Fransa ki İngiltere ile birlikte, daha 1916’da Irak’ı, Suriye’yi ve Levant’ı nasıl paylaşacaklarının planını, Sykes-Picot anlaşmasını yapmıştı. Buralar ne zaman karışacak olsa Fransa’nın hemen boy göstermesi ondandır. Fransa’nın da etki alanı, hiç olmazsa kendi kafasında, epey geniş. Bir zamanlar Güneydoğu Asya’ya, Vietnam’a falan uzanırdı. Şimdilik Akdeniz’le sınırlı görünüyor ama fırsat buldukça Ermenistan’a, Azerbaycan’a da güç yetirme gayretinde.

Filistin boşmuş!

Peki bizim etki alanımız ne kadar? Bir de menzili bize ulaşan, bizi hedefe koyanlara karşı direnme gücümüz, onları caydırma gücümüz ne kadar? Bu sorulara cevap verebilirseniz bir uluslararası ilişkiler doktorası yapmış gibi olursunuz. Dolayısıyla bu bir yazıya da birçok yazıya da sığmaz. Bir örnek verip geçeyim: İngiltere bizden Kıbrıs’ı istedi. İngiltere’ye borcumuz vardı, ekonomimiz güçlü değildi ve müttefikimizdi. İtiraz edemedik. Verdik. “Tahtı şâhânem baki kalmak kaydıyla.” gibi bir not da koymuşuz verirken. İngiltere de “emriniz olur” demiş zâhir!

Demek ekonomin güçlü olacak. Yumuşak gücün olacak, askerî gücün olacak… Yoksa sen etkileyemezsin ama onlar seni etkiler. Gerisi hikâyedir.

Batı kendini yeterince güçlü hissettiğinde “bu kadar da olmaz ki!” denilecek şeyleri yapıvermekte beis görmüyor. Hatırlayın, Filistin’i İsrail’e verirken şu barışçı ve tatlı gerekçeyi söylemekten geri durmadılar: “Halksız bir ülkeye, ülkesiz bir halk.” Filistin’e baktıklarında orada yaşayan insan göremiyorlardı. Ya onlar mı? Onlar Arap canım. Tıpkı Amerika kıtasının on milyonlarca (Sadece Kuzey 25 milyondu galiba) yerlisinin de yok sayılması gibi.

Yargılanmamış savaş suçluları

Gücünüz yetiyorsa dünyanın dilediğiniz bölgelerinin kadastrosunu, imarını dilediğiniz gibi yapma hakkına sahipsiniz. Ülkelerin sınırlarını – kendinizinkiler hariç tabii – makul boya getirmek de hem yetkiniz hem görevinizdir. Filistin’de insan yaşamaz. Orta Doğu yeniden tasarlanır. Genişletilmiş Orta Doğu Projesi çizilir; Grönland, Kanada, Panama Kanalı ABD’ye bağlanır; Gazze’ye Grand Hotel Trump inşa olunur.

Türkiye, Birinci Dünya Harbi’nin galiplerinin bu vehimlerine karşı duran ender ülkelerden biridir. İstiklalimizi koruduk ama pahalıya patladı.

Konuyu, merhum Prof. Dr. Stanford Shaw’un, hâlâ Türkçeye çevrilmeyen, İmparatorluktan Cumhuriyete adlı dev eserinin ikinci cildinin başındaki şu hükümle kapatayım:

“Güçlüler, derin hikmetleriyle, harp sonrası dünyasında kimin nereyi ve kimleri yöneteceğinin son tayin mercii makamına otururken ve bu işi adalete değil peşin hükümlerine dayandırırken gerçekte kendilerini yirminci asrın kovuşturulmamış savaş suçlusu konumunda bıraktılar.” 

     Kıbrıs Konusu Yeniden Gündem Olur mu?

     Bir zamanlar ülkemizin her gün gündeminde bulunan, dünya devletlerinin takip ettiği hemen, hemen her gün haber kanallarına konu olan Kıbrıs konusu en son 2017-2018 Crans-Montana görüşmeleri ile gündem olmuş; bu müzakere süreci de Rum tarafının masadan kaçmasıyla başarısızlıkla son bulmuştu…

    Aradan neredeyse 8 yıl geçti. Konuyla ilgili hiçbir hareket yok.  Ses seda çıkmıyor! Her şey hallolmuşçasına zaman akıp geçiyor.

  Konuya taraf olan ülkelerden, adada kurulu devletlerin yöneticilerinden gündelik mesajların dışında hiçbir haber yok!

  Konu öylesine kilitlenmiş durumdaki bu kilidi açabilecek ne bir çaba, ne de lider kalmış sanki! Her iki taraftan da günü kurtaran mesajların dışında duyulan hiçbir şey yok artık…

   Anlaşılan o ki, konunun çözümü ne zamana, ne de yapılacak müzakerelere kaldı! Herhalde konunun çözümü Allah’a bırakıldı.

   Öyle ya! Kıbrıs’ta yaşanan savaşın ardından 50 yıl, konunun çözümü için başlayan müzakere sürecinden bugüne 57 yıl geçti. Bu uzun süreçten hiçbir sonuç çıkmadı. Taraflar arasında yapılan her görüşme sonuçsuz kaldı.

   Neticeten BM ve AB üyelerinin gözünde Türkiye Kıbrıs’ta hala işgalci! Rum tarafı ise adanın mağdur tarafı, yasal tanınan hükümeti. Bu haksız kanaat BM güvenlik konseyinde alınan kararlarda da böyle,   

AB raporlarında da böyle yazılı…

  Adada her iki devlette yaşayan halkın düşüncelerine, çözüme nasıl baktıklarına gelince:

  Her iki halk da mevcut durumu kabullenmiş durumda. Kaldı ki, geçim derdine odaklanmış insanlar öncelikle adadaki çözümü değil, hayatlarını nasıl idame ettireceklerini düşünürler. Ekonomik yönden giderek pahalılaşan yaşam biçimi adalıların ilk düşündükleri şey olmuş.

  Ne birleşik Kıbrıs’ı, ne federasyonu, ne de başka bir çözümü düşünüyorlar. Onlar yaşama tutunmanın peşindeler…

   Dünya devletlerinin konuya bakışına gelince; onlar da adadan nemalanmanın; çevresindeki doğal gaz, petrol zenginliklerinden pay kapmanın, adada yer almanın peşindeler. Kıbrıs gündem olmuş, çözüm için gerekenler şuymuş, buymuş umurlarında bile değil.

  Konunun çözümü gündemlerinde olsa, Türkiye’nin çözüm önerilerine kulak tıkayıp, sadece Rumların adanın tek sahibi biziz dayatmalarını onaylayıp bu haksızlığa kulak kabartırlar mıydı?

   Türkiye ve KKTC yönetimi bugüne değin ellerinden gelen her çabayı harcamış, çözüme ulaşabilmek için pek çok taviz vermiştir. Bundan sonrası için konu çözüme odaklanacaksa yan yana yaşayan iki devletli yapı çözümün ana konusu olacaktır. Garantör Türkiye’nin konuya bakışı da, çözümün anahtarı da budur.

  Pekiyi, Kıbrıs konusu hiç mi gündem olmayacaktır?

  Tabii ki olacaktır.

  Mevsimine göre doğal güzellikleriyle, turistik yapısıyla, sanatçılarımızın o pahalı konserleriyle, kumarhaneleriyle, tarafların özel günlerinde anma, kutlama törenleriyle gündeme gelecek.

 Az da olsa kimi köşe yazılarıyla hatırlanacak, kimi kitaplarda yazılacaktır.

 Adanın geçmişini yaşayan insanlar azaldıkça bu yazılarda, kitaplarda yok olacak, gün gelecek anılarda dahi kalmayacaktır.

  Şöylece bir yoklayınız hafızanızı!

  Kıbrıs konusu 50’li yıllarda gündeme geldiğinden beri, yaşanan onca gerçekten bugünlere ne kaldı?

  Kaç yazan kalem hatırlatıyor o gerçekleri?

  Ya yeni nesil? 

 X, Y, Z, Alfa kuşakları?

 Kaçının umurunda Kıbrıs konusu?

 Kıbrıs onlar için ne anlama geliyor?

 Sadece yaz tatillerinin geçirildiği farklı bir rota değil mi?

 Ya o vatan toprağımız uğruna hayatlarını seve, seve feda eden kahramanlarımızı sevdiklerinden başka kaç hatırlayanımız kaldı?

 Bu yazı sadece bir durum tespitinden ibaret…

İnşallah Kıbrıs konusu en kısa zamanda bu defa çözümün gerçekleştirilmesi için yeniden gündem olur. Bu tespitlerimde de ben yanılmış olurum.

Dört Teker Bedeni, İki Teker Ruhu Taşır

Dün (8 Şubat 2025 Cumartesi) Kocaeli Kongre Merkezi harika bir etkinliğe ev sahipliği gerçekleştirdi. Kocaeli Valiliği, Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanlığı, Şura Kent Politikaları ve Araştırmaları Merkezi, Kocaeli Üniversitesi, Gebze Teknik Üniversitesi, Kocaeli Sağlık ve Teknoloji Üniversitesi, Kocaeli Ticaret Odası, Kocaeli Sanayi Odası, Marka – Doğu Marmara Kalkınma Ajansı ve Kocaeli Kent Konseyi işbirliği ile Motosiklet Çalıştayı düzenlendi. Çalıştaya Kocaeli’den ve yine yurdun dört bir yanından yüzlerce motosiklet tutkunu katıldı. Motolimit Motosiklet Kulübü olarak biz de oradaydık.

Çalıştay, Başiskele Belediye Başkanı Yasin Özlü’nün açılış konuşmasıyla başladı. Özlü, motosiklet tutkusunun Büyükşehir Belediye Başkanı Tahir Büyükakın’ın kendisini teşvik etmesiyle başladığını aktardıktan sonra, Karadenizliler Mahallesi’nde 10 bin metrekarelik bir arazi belirlediklerini, bu alanın motosiklet sürüş eğitimleri için kapalı alan olarak inşa edileceğini ve bu alanda dileyen bütün motosiklet tutkunlarına ücretsiz eğitim verileceği müjdesini verdi.

Yasin Özlü’nün ardından sözü Kartepe Belediye Başkanı Mustafa Kocaman aldı. Kocaman’da Kartepe’nin motosiklet tutkunları için son derece keyifli bir sürüş rotası olduğuna dikkat çektikten sonra, Kartepe’de özellikle off-road sürüş konusunda faaliyet gösteren ve Mevlüt Kolay’ın yönetimindeki kapalı sürüş alanına değindi.

Kocaman’dan sonra kürsüye Büyükşehir Belediye Başkanı Tahir Büyükakın çıktı. Büyükakın sözlerine bir motosikletçi sloganı olan “Dört teker bedeni, iki teker ruhu taşır” sözüyle başladı. Motosikletlerin trafikte diğer araçlar tarafından fark edilmemelerinin ve hatta önemsenmemelerinin ciddi güvenlik sorunu oluşturduğuna dikkat çekti. Yol kaynaklı problemlerin de motosikletler için risk oluşturduğunu ifade etti. Ama özellikle eğitimin önemine vurgu yaparak, motosiklet eğitim alanlarının artırılmasına ihtiyaç duyulduğunu ve Kocaeli’nin motosiklet dostu bir şehir olmasını arzuladığını ifade etti.

Büyükakın’ın konuşmasının ardından ulusal ve ulusararası yarışlarda Kocaeli’yi temsil eden şampiyonlara ödül törenine geçildi. Türkiye 50 CC Mini Sınıfı Şampiyonu Yusuf Ali Kolay, 50 CC Şampiyonu Alparslan Kelsoy, 50 CC Sınıfında Türkiye Motokros Şampiyonu Ahmet Hasan Yıldız, iki kez Türkiye şampiyonu ve 8-13 yaş arası 65 cc kategorisi Avrupa Supermoto Şampiyonası ikincisi Poyraz Bor, BMU Avrupa Şampiyonası Şampiyonu Berkay Sarıay, 2024 Türkiye Süper Enduro Şampiyonu Resul Kurtuluş, 2024 Türkiye 1000 CC Şampiyonu Kadir Erbay’a ödülleri takdim edildi.

Ödül töreninin ardından Prof.Dr. Alpaslan Fığlalı sözü aldı ve Türkiye ve Kocaeli’deki motosiklet sayıları, motosiklet sayısındaki artış, kaza sayıları ve şehir bazında motosiklet kazalarının kaza sayılarına oranı vb. konularda istatistiki bilgiler aktadı.

Fığlalı’dan sonra, Türkiye Motosiklet Federasyonu Başkan Vekili Ogün Baysan kürsüye çıktı. Baysan, “Pistlerde risleri azaltabiliyoruz ancak bunu trafikte yapamıyoruz” dedi.

Baysan’dan sonra sosyal medyada “maceraperest” olarak tanınan ve kendisini de öyle tanıtan Orkun Olgar kürsüye çıktı. Olgar, “Büyükşehir Belediye Başkanı ile iki ilçe başkanının ve hatta İç İşleri Bakanı’nın motosiklet tutkunu olduğu bu dönemde gerçekleştirilen bu çalıştayın motosiklet sürücülerinin güvenli sürüş başta olmak üzere pek çok sorununun çözümü için fırsat içerdiğini vurguladı. Olgar, 2016 yılında BAD’de Kaliforniya Eyaleti’nde motosikleti önceleyen bir kanunun yürürlüğe girdiğini, bu kanuna göre motosikletlerin trafikte filtreleme yapabileceklerini (seyir halindeki iki aracın arasından geçiş yapabileceklerini), güvenlik şeritlerini kullanabileceklerini ve filtreleme esnasında araçlardan biri motosiklete temas edip kaza meydana gelmesine sebep olursa kusurun tamamının motosiklete temas eden / çarpan bu araca ait olacağını ifade etti. Benzer düzenlemeye ülkemizde de ihtiyaç olduğunu vurguladı.

Trafiğin bir ekosistem olduğunu ifade eden Olgar, “Dört teker için tasarlanan bir ekosistemde bizler iki teker ile yaşamaya çalışıyoruz” diyerek bir sistem eleştirisinde bulundu.

2012 yılında Belçika’nın başkenti Brüksel’de düzenlenen konferansta, Belçika’nın en yoğun iki şehrindeki sabah ve akşam trafiğinin incelendiğini ve sadece bu araçların küçük bir kısmı bile motosiklet kullansa trafik yoğunluğunun %40 oranında azalacağını tespit ettiklerini ifade etti.

Ardından beş ayrı konuda beş ayrı masa teşkil edildi ve her masada Kocaeli’deki motosiklet kulüplerinden üyelerin katılımı sağlandı. Her masada kendi konusunda motosikletlerle ilgili sorunlar ve çözüm yolları konuşuldu.

Ben de Doç. Dr. Fatih Sezer’in moderatörlüğünü yaptığı 4 nolu masada yer aldım. Motosiklete ilişkin sorunların hukuki yönden ne şekilde çözülebileceğine ilişkin görüşlerimizi ifade ettik.

Sadece Kocaeli’de değil ülke genelinde farklı ve çok fazla sorunları olan bir konunun yetkin kurumların organizatörlüğünde bir araya gelinip konuşulması ve çözüm yollarının araştırılması fevkalade değerli. Kocaeli Motosiklet Çalıştayında emeği olan herkese motosiklet camiası adına bir kez daha teşekkür ediyorum.

Akademi Hastanemiz

İzmit merkezde, 1990’lı yıllarda özel hastane eksikliği vardı. O tarihteki belediye başkanı Sefa Sirmen’in Ankara Bayındır Hastanesi’ne bağlı bir kuruluşu şu anki büyükşehir belediye binasına getirme girişimi 99 depremi sebebiyle sonuçlanamamıştı. O günlerde iş insanı ve işletmeci Kubilay Kırman ile yapılan bir görüşmede bu konu gündeme gelmişti. Yine iş insanı olan ve imkânlarının hayırlı ve iyi bir hizmette kullanılması istek ve tavsiyesi olan baba Şevket Kırman’ın onayı alınarak bu alanda çalışma yapılmasına karar verilmişti. O tarihte, Abdurrahman Yüksel cad. No 28 deki eski Emek açık hava sinemasının olduğu yere yapılmış olan yeni bina bu işe uygun bulunmuştu. Belediyenin idari yardımları ve Tıp fakültemiz hocalarından Ali Oğuz, Kamil Toker ile Savaş Ceylan’ın danışmanlığında bina elden geçirilip hastaneye uygun hale getirilmişti.

Akademi Hastanesi adı verilen bu yer 75 yatağı, 2 ameliyathanesi, 1 doğumhanesi, acili, röntgen ve laboratuvarı ile tam donanımlı olarak 2001 yılında açılmış; 15i tam zamanlı, 25i yarı zamanlı hekimleriyle 7/24 hizmet vermeye başlamıştır. Çalışmaları, hekim kadrosu ve hizmetleri ile kısa sürede şehrimizin güven veren bir sağlık kurumu olmuştur. 2003 yılında başlayan sağlıkta dönüşüm programındaki yeni düzenlemeler, özel hastanelere imkânlar sağlarken muayenehane hekimliğinde kısıtlamalar yaptığından; muayenehaneler kapanırken buraların iş yükü artmıştır. Akademi Hastanesi de 2014 yılında D 100 karayolu üzerinde, Symbol alışveriş merkezinin hemen yanında hastane olarak planlanıp yapılan yeni yerine taşınmıştır. Bu yer ise 110 yatağı, genel yoğun bakımı, 4 ameliyathane, 1 doğumhane, acili, çok katlı olmayan binasından otoparkına kadar beğenilen bir hastanedir. 60 a yakın hekimi ve 300 civarındaki çalışanı ile yılda ortalama      150 bin poliklinik, 5 bin ameliyat ve 1500 e yakın doğum hizmeti ile önemli bir sağlık hizmeti veren kurumumuz olmuştur.

Kuruluşundan bugüne birçok meslektaşımız burada hekimlik yapmıştır. Bunlardan bazılarını kısaca tanıtırken bir kısmının yalnız isimlerini yazabiliyorum. Eksik bıraktığım ve yazamadıklarımı okuyucularımın yorumları ile tamamlamasını ve hoş görülmeyi beklerim. Bu yazılarım ve sizlerin yorumlarının şehrimizin sağlık hizmetlerine ışık tutması en büyük dileğimdir.

Dr. Erkan Uysal: 1987 Cerrahpaşa Tıp mezunudur. Mecburi hizmet sonrası, bu şehre olan sevgisi sebebiyle 1990 da, Kocaeli Devlet’e acil hekimi olarak gelmiştir. 1998de Ünibel’de yöneticilik yapmış ve 2001de burada çalışmaya başlamıştır. 2004 den beri burasının başhekimliğini yapmaktadır.

Dr. Mustafa Akkoyun; 1990 Çukurova Tıp mezunudur. Kocaeli Tıptan 2001 de dâhiliye uzmanlığını almış ve burada çalışmaya başlamış ve hekimliğine burada         devam etmektedir. Ayrıca şehrimize 1987 de mecburi hizmet ataması ile   SSK hastanemize gelen     ve         sonra Devlet hastanemizin dâhiliye hekimlerinden olan Hamit Aslan 2007’de emekli olup muayenehanesini de kapatarak 2019 a kadar burada hastalarına bakmıştır. Yine Gölcük Deniz Hastanesinde başhekimlikte yapmış olan gastroenterolog Mehmet Onaylı ile Kocaeli Devlet’in dÂhiliye uzmanlarından Işık Elgün de emekli olup                       muayenehanesini kapattıktan sonra bir süre burada hekimlik yapmıştır.

Akademi Hastanesi kardiyolojide de hizmet vermiştir. Önce Kocaeli Devlet’in uzmanlarından Murtaza Şerifi bu dalda hasta bakmış; 2011 de şehrimize gelen Dr. Yakup Balaban kardiyoloji bölümünü geliştirerek tam zamanlı olarak çalışmış, gerekli durumlarda anjiyo ve stent takma işlemlerini yapmıştır. O da 2015 de ayrılmış olup yeni uzmanlarla bu alandaki hizmet sürdürülmektedir. Kalp damar cerrahisi bölümünü ise tıp fakültesi hocalarından Prof. Dr. Haluk Akbaş kurmuş ve kalp ameliyatları bu hastanede de yapılmaya başlanmıştır.  Halen bu bölüme yine tıp fakültemiz hocalarından olan ve oradan istifa ile ayrılmış olan Prof. Dr.Ersan Özbudak, tam gün çalışma şekli ile burada çalışmaktadır. Genel yoğun bakımı Kocaeli Devletin yoğun bakım hekimi olan Naim Çelik tarafından kurulmuştur. 2011 e kadar yarı zamanlı ve sonrası tam zamanlı burada çalışmaktadır.

Cerrahide de birçok hekimin burada da çalıştığını görüyoruz. Prof. Dr. Mustafa Dülger, Burhanettin Ulusu, Armağan Akbaş bunlardandır. Serdar Kaman ise 2003 de geldiği Kocaeli Devletten 2006 da istifa edip tam zamanlı olarak burada çalışanlardandır. Gastroenteroloji üst ihtisası olan bu meslektaşımız endoskopide kullanılan biyopsi forsepsini prototip üretmesine rağmen bürokrasiyi aşıp seri üretimine başlatamamıştır.

Bunun da etkisi ile siyasete girmiş, İyi Partiden 2019 da Büyükşehir başkan adayı olmuş, %32 gibi oldukça yüksek oy almış ama seçilememiştir. Akabinde hastanesinden de ayrılarak Kuveyt’e gitmiştir. Halen orada hekimlik yapmaktadır.

Kadın doğum uzmanı Nuri Hüseyinoğlu ve çocuk hastalıkları uzmanı Hülya Göçük açıldığından beri burada çalışmaktadır. Şehrimizin yerlisi ve kıdemlilerinden Ayten Gül’de yarı zamanlı olarak kısa bir süre burada çalışmıştır. Yine Gültekin Akbilek,  Halil Atalay gibi muayenehaneleri ile de bilinen hekimler bürolarını kapattıktan sonra burada çalışanlardandır. Hastaneleri ile birlikte İzmit merkezdeki muayenehaneleri ile bilinen bazı hekimler emekli olup özel bürolarını da kapatarak burada mesleklerini icra etmişlerdir. Zekayi Tuncay (nöroloji), Ümit Akbaş (fizik tedavi), İhsan Atun(üroloji), Köksal Alptürer ve Uğur Tolon (ortopedi), M.Emin Çevrim (göz), Mustafa Yetiş ve Kemal Doğanay (göğüs), İsmail Hiçyılmaz(cildiye), Memet Canpolat (röntgen), Müjdat Akisen(kbb), Yusuf Yazıcıoğlu (mikrobiyoloji/enfeksiyon) bunlardandır.

Hastane yönetimi bunlardan başka ihtiyaca göre her branştan yeni hekimler ile kadrosunu yenileyip güçlendirerek hizmetlerini sürdürmektedir.

Hizmette 25. yılına girmekte olan Akademi Hastanesi 2024 de sağlıklı yaşama ve yaşlanma olarak bilinen ve alternatif tıp uygulaması olan welness çalışmalarını başlatmıştır.2025 de ise kordon kanı ve kordon dokusu bankacılığını da hizmetlerine eklemiştir.

Akademi Hastanesi’ni şehrimize kurup çalıştırdığı için Kubilay Kırman’ı tebrik ederken bu hizmete vesile olan babası Şevket Kırman’ı rahmetle anarım. Başta hekimlerimiz olmak üzere, İnsanlarımızın sağlık sorunlarına merhem olma gayretindeki                           tüm çalışanlarına teşekkür eder; sağlık, başarı ve mutluluklar dilerim.