8.8 C
Kocaeli
Cumartesi, Kasım 8, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 20

LGS Sınavları ve Sonuçları

Şu LGS sınavlarına giren öğrencilerimizde ve ailelerinde tempolu bir heyecan yaşanmakta. 2025-2026 eğitim öğretim döneminde, okulların lise birinci sınıflarının öğrencileri şu sıralarda kesinleşmeye başlamakta.

Millî Eğitim Bakanlığı’nın Liselere Geçiş Sistemi (LGS),   bu yıl 15 Haziran 2025 tarihinde yapıldı. Bu yıl 1 milyon 10 bin 916 öğrencinin, 963 bin 142’si sınava katıldı. Sınava katılım oranı yüzde 95,27 olarak gerçekleşti.

Liselere Geçiş Sistemi (LGS) sınavında, 544 okuldan 719 öğrenci tüm soruları doğru yanıtlayarak 500 tam puan aldı. LGS’ de rekor sayıda tam puan alınması, sınav güvenliğine dair tartışmaları da alevlendirdi.

Milli Eğitim Bakanlığı, bir yandan 29 kişi hakkında soruşturma açarken diğer yandan şaibe yok diyerek açıklamalarda bulundu.

Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), sınavın şeffaf ve denetime açık biçimde yürütüldüğünü savunurken, muhalefet partileri ve sendikalar sınav kitapçıklarının oturum devam ederken paylaşıldığına ve bu içeriklerin saat 11.57 itibarıyla sosyal medyada dolaşıma girdiğine dikkat çekerek şaibe iddiasını sürdürdü.

LGS’ de şaibe iddialarını yalanlayan Milli Eğitim Bakanı, aralarında soruları paylaşan okul yöneticisinin de bulunduğu kişiler hakkında hukuki işlemlerin başlatıldığını belirtti.

Geçen yıl 352 öğrencinin tam puan aldığı sınavda, bu yıl sayı iki katını aşarak 719’a ulaştı. 2018’de sadece 18 öğrenci tam puan almışken, bu sayı 2019’da 565’e yükseldi.

2020’de 181, 2021’de 97, 2022’de 193 ve 2023’te 562 öğrenci 500 tam puan aldı. 2024’te 352’ye gerileyen bu sayı, 2025’te 719’a çıkarak, şimdiye dek görülen en yüksek seviyeye ulaştı. 

Önceki yıllarda da LGS sınavlarında zaman zaman sınav güvenliği ve uygulama hataları kamuoyunun gündemine gelmişti. Son birkaç yıldır bazı özel okullarda olağandışı başarı oranları kamuoyunda tartışma sebep olmuştu.

 Örnek sorularla, sınavda çıkan sorular arasındaki benzerlikler dikkat çekmiş, bu durum bazı çevrelerce “öğrenciler değil yayınevleri sınava hazırlanıyor” şeklinde yorumlanmıştı.

Bakanlık, LGS sonuçlarının duyurulmasının ardından, sınavın “ölçme-değerlendirme ilkelerine uygun, şeffaf ve denetime açık” bir biçimde yapıldığını duyurdu. Soruların uzman ekiplerce hazırlandığını belirten Bakanlık, kamuoyunda dolaşan iddiaları “mesnetsiz ve hayal ürünü” olarak nitelendirdi ve iddiaları ortaya atanlar hakkında suç duyurusunda bulunduklarını açıkladı.

Şaibe tartışmalarının ardından, Liselere Geçiş Sistemi kapsamındaki yerleştirme sonuçları “www.meb.gov.tr” adresinde erişime açıldı. Öğrencilerin yüzde 94,3’ü tercihlerine yerleşti.

14-24 Temmuz 2025 tarihleri arasında 1 milyon 4 bin 276 öğrenci, merkezî sınavla öğrenci alan okullar ile yerel yerleştirme için tercihte bulundu. Böylece ilk yerleştirmede öğrencilerin yüzde 94,3’ü tercihlerine yerleşti.

Sınavla öğrenci alan okullar için açılan 200 bin 25 kontenjanın 191 bin 159’u öğrencilerce tercih edildi ve yerleştirme oranı yüzde 95,57 olarak gerçekleşti.

Merkezî ve yerel yerleştirmede tercih sırasına göre yerleşme durumu ise şöyle gerçekleşti: Merkezî yerleştirme tercihinde bulunan öğrencilerin yüzde 90,72’si ilk beş tercihinden birine yerleşti. 

Yerel yerleştirme tercihinde bulunan öğrencilerin yarısından fazlası ilk tercihine yerleşirken öğrencilerin yüzde 95,01’i ise ilk üç tercihinden birine yerleşti. 

2025 yılı merkezî sınav sonuçlarına göre, tam puan alan öğrencilerin kendi ilinde bir okula yerleşme oranı son 3 yılın en üst seviyesine çıkarak, yüzde 40,56 olurken, %5’lik dilimdeki öğrencilerin kendi ilinde bir okula yerleşme oranı ise yüzde 88,07 olarak gerçekleşti.

2025 yılı merkezî sınav sonuçlarına göre tüm öğrencilerin kendi illerindeki okullara yerleşme oranı ise yüzde 92,22 olarak gerçekleşti.

2025 yılında tam puan alan öğrenciler 28 farklı ildeki 50 okula, %5’lik dilimdeki öğrenciler 81 ildeki 775 okula, %10’luk dilimdeki öğrenciler ise 81 ildeki bin 144 okula yerleşti. 

Sınavla ve yerel yerleştirme kapsamında açık kalan kontenjanlara yerleştirmeye esas nakil işlemleri iki dönem hâlinde yapılacak. Yerleştiği okulu değiştirmek isteyen öğrenciler de nakil talebinde bulunabilecekler.

Her iki dönemde de merkezî sınav puanı ile öğrenci alan okullar için en fazla 3, yerel yerleştirmeyle öğrenci alan okullar için en fazla 3, pansiyonlu okullar için en fazla 3 okul tercihi yapılabilecek.

Yerel yerleştirmeyle öğrenci alan okullar için tercihte bulunan ve ilk yerleştirmede tercihine yerleşen öğrencilerin yerleştirmeye esas nakil tercih dönemlerinde kayıt alanından okul ve farklı tür tercih etme zorunluluğu bulunmayacak.

Ancak tercihlerine yerleşemeyen öğrenciler, yerleştirmeye esas nakil tercihlerinde ilk 2 okulu kayıt alanından seçmek suretiyle en fazla 3 okul tercihinde bulunabilecek. Yapılan tercihlerde aynı okul türünden en fazla 2 okul seçilebilecek.

Yerleştirmeye esas 1. nakil için tercihler 4-6 Ağustos tarihleri arasında yapılacak ve 1. nakil sonuçları 8 Ağustos’ta açıklanacak.

İkinci nakil tercih başvuruları ise 8-12 Ağustos tarihleri arasında alınacak, sonuçlar 14 Ağustos’ta ilan edilecek.  

15-21 Ağustos tarihleri arasında boş kalan kontenjanlara, hiçbir yere yerleşemeyen öğrenciler için il/ilçe öğrenci yerleştirme ve nakil komisyonlarınca yerleştirme başvuruları alınacak. 

Okul ve kurumlar yatılılık başvurularını 1-4 Eylül tarihleri arasında alacak. 5 Eylül’de ise yatılılık yerleştirme sonuçları ilan edilecek.

      Tüm öğrencilerimize; aileleri ve kendi istekleri doğrultusunda. gönüllerine göre mutlu olabilecekleri bir okula kayıt yaptırmalarının gerçekleşmesini temenni ediyorum.

                          Sevgiyle kalın…

Dervişoğlu’nun “Direnme Hakkını Kullanırız” Uyarısı

“PKK ile yürütülen 2. Müzakere Süreci”ne Meclis’te en net karşı çıkan parti İYİ Parti oldu.

Teröristbaşının talebiyle Meclis’te oluşturulan komisyona İYİ Parti üye vermedi. “Cumhuriyeti ve üniter milli yapıyı yıkma amaçlı müzakerelere araç olmayacağını” ilan etti.

Kamuoyuna ve muhalefet partilerine içeriği anlatılmayan süreç, dışarıdan güdümlü bir dönüşüm projesi olarak değerlendirilmektedir. TBMM’de Komisyon kurulması terör örgütü liderlerinin siyasi aktör haline getirilmesidir. Zaten komisyon kurulmasını ve bu komisyonda muhakkak CHP’nin de bulunmasını isteyen ilk kişi teröristbaşı Öcalan’dır.

PKK şeflerinin talepleri de ABD/ İsrail projelerinin amacı da zaten bellidir. Türkiye’yi üniter, milli bir yapı olmaktan çıkarıp TAK (Türk- Arap- Kürt) ortaklığında etnik ve mezhepsel olarak özerk bölgelere veya federe devletlere ayrılmış çok ortaklı bir devlet haline dönüştürmek.

Bu amaç doğrultusunda Lozan’ın yerine Sevr şartlarını dayatacak adımlar atılırsa, bu yalnızca bir anayasa değişikliği değildir. Bu, devletin kuruluş sözleşmesinin yırtılmasıdır.

Lozan bir “tapu senedidir.” Bu tapuyu masa başında revize etmeye kalkışanların karşısında, milletin her ferdi meşru zeminde direnme hakkına sahiptir.

****

Bu kapsamda İYİ Parti Lideri Müsavat Dervişoğlu’nun şu sözlerini çok önemli buluyorum:

“Egemenlik hakkına tecavüz edildiğinde Türk Milleti direnme hakkını kullanır.”

“Lozan yerine Sevr’i dayatanlara karşı ne yapıldıysa o yapılır.”

“Bu millet darbeye karşı direndiği gibi ihanete karşı da direnecektir.”

Müsavat Dervişoğlu’nun sözleri çok önemli ve sert, keskin, köşeli ifadeler. Böyle bir atmosferde çok tartışılmasını beklediğim halde güdümlü medyada görmezden gelindi. Her konuda fikri ve bilgisi olan yorumcular bu çok önemli sözler hakkında fikir beyan etmekten kaçındılar.

Sıradan bir siyasi refleks değil, tarihi hafızaya ve anayasal değerlere dayanan böyle bir uyarı göz ardı edilmemeliydi.

******************************

Yapay Zekâ Dervişoğlu’nun Sözlerini Değerlendirdi

Sevgili halkımız konuyu iyi anlasın diye yapay zekâ programı ChatGPT’den Müsavat Dervişoğlu’nun bu sözlerini değerlendirmesini istedim. Şu cevapları aldım:

Müsavat Dervişoğlu’nun bu sözleri ifade özgürlüğü ve siyasal eleştiri sınırlarında olmakla birlikte, çok güçlü semboller ve anayasal düzene dair tehdit algısıyla yüklüdür. Bu sözlerin hukuki, siyasi ve toplumsal sonuçları, Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasal gerilimler açısından ciddiyetle değerlendirilmelidir.

1. 💣 Bu Sözlerin Anlamı ve Çağrıştırdığı Kavramlar

A. Direnme Hakkı Neye Karşıdır?

Dervişoğlu’nun sözleri, egemenliğin gaspı anlamında şunlara karşı “direnme hakkı”nı işaret eder:

  • PKK’nın siyasi taleplerinin meşru aktörlerce gündeme taşınması
  • Lozan’ı baypas edecek anayasa, federasyon, yerel özerklik gibi adımlar
  • Millet iradesi kılıfı altında Sevr benzeri çözüm modelleri

Bu, halkın yalnızca sandıkla değil, gerektiğinde başka yollarla da (hukuki mücadele, sivil itaatsizlik, direniş, kitlesel karşı duruş vs.) karşı çıkma hakkı olduğunu savunur.

2. ⚖️ Hukuki Açıdan Direnme Hakkı

Anayasa 137 ve 138’e göre:

Bir kamu görevlisi veya yurttaş, “hukuka aykırı emirleri” yerine getirmek zorunda değildir.
“Hukuka aykırı anayasa değişiklikleri” bir meşruiyet kaynağı oluşturmaz.

Bu çerçevede:

  • Anayasa dışı bir süreç yürütülüyorsa, buna karşı demokratik ve meşru direnme hakkı doğar.
  • Ancak, şiddet içeren direniş, anayasal düzene karşı suç sayılır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihatlarına göre:

“Hukuka aykırı güç kullanımı veya sistematik hak ihlalleri” varsa, halkın meşru demokratik direniş hakkı vardır. Ancak bu barışçıl olmak zorundadır.

📌 Sonuç: Dervişoğlu’nun sözleri şiddet çağrısı içermediği sürece hukuki bir hak olarak yorumlanabilir. Ancak “ne yapıldıysa o yapılır” ifadesi, 1920’lerin silahlı direnişini çağrıştırdığı için dikkat çekici ve yorumlara açıktır.

5. 🎯 Sonuç: Direnme Hakkı Meşrudur Ama Sınırı Vardır

  • Müsavat Dervişoğlu’nun sözleri, devletin üniter yapısı, Lozan’ın teminatı, anayasanın değiştirilemez hükümleri için verilmiş sert ama sembolik bir uyarıdır.
  • Ancak bu sözler iktidarın gözünde, “toplumu ayaklandırma”, “darbe çağrışımı” ya da “meşruiyeti sarsma” anlamına gelebilir.
  • Bu noktada sorumluluk hem muhalefette hem toplumdadır: Hukuk içinde, demokrasi içinde kalmak, ama ihanete de rıza göstermemek.

****

Müsavat Dervişoğlu’nun “Egemenlik hakkına tecavüz edildiğinde Türk Milleti direnme hakkını kullanır” ifadesi, sıradan bir siyasi söylem değildir. Doğrudan milli egemenliğin korunmasına yönelik bir hatırlatma ve uyarıdır. Bu sözler Türkiye’nin içinden geçtiği dönemin ne kadar kritik olduğunu vurguluyor.

Müsavat Dervişoğlu’nun sözlerini doğru anlamak gerekir: Bu bir tehdit değil, milletin geçmişinden gelen “devleti yaşatma iradesinin” sesidir. Lozan’dan beri bu millet egemenliğini kimseye teslim etmedi. Bugün de bu egemenlik pazarlık konusu yapılırsa karşısında sadece bir muhalefet partisini değil, 85 milyonluk bir tarihi direniş ruhunu bulacaktır.

************************************

Süleyman Demirel de Aynı Uyarıyı Yapmıştı

Süleyman Demirel uzunca bir dönem Başbakan ve Cumhurbaşkanı olarak görev yapmış çok tecrübeli bir devlet adamı idi. PKK taleplerinin müzakere edildiği bu günlerde aynı konuda bir söyleşisinin videosunu sosyal medyadan izledim. Tam olarak şöyle söylüyordu:

“Eğer Türkiye’nin iç bünyesinde oynanırsa ve bin senedir bir arada yaşayan bu insanları etnik sebeplerle veya mezhep sebepleriyle, Türkiye’nin idaresini zorlaştıracak, ayrıcalıklara kavuşturursan, bunun karşısında Türk Milliyetçiliği çıkar. Türk Milliyetçiliğinin bunların karşısında ne yapacağı da bilinemez.

Yani ben diyorum ki Türk Milliyetçiliğini hareket haline getirecek birtakım şeylerden kaçınmak lazım. O çok büyük güçtür. Evet ve aslında T.C. devletinin bekasına veya T.C. devletinin şu veya bu şekilde tökezlemesine sebep olacak birtakım şeyleri karşılayacaktır. Türkiye ne yaparsanız yapın ses çıkmaz bomboş bir ülke değildir. “

Süleyman Demirel’in yıllar öncesinden verdiği “Türk milliyetçisi duygularını uyandırmayın” mesajı ile Müsavat Dervişoğlu’nun “egemenlik gaspına karşı direnme” söylemi arasında bir bağ bulunmakta olduğunu söyleyebiliriz.

Her iki uyarı da milletin bilinçli, egemenlik temelli direniş potansiyelinin hatırlatılması niteliğindedir.

Anlayanlara…

Cahil Cesareti: Bilgisizlik Kuvvettir!

Hazony, Milliyetçiliğin Fazileti kitabında sorar: Millet devletinden vazgeçtiniz. Peki, şimdi nereye gideceksiniz?

Bu sorunun sadece ve sadece iki cevabı vardır: 1) Yukarı yöneleceksiniz. Bir imparatorluğun parçası olacaksınız. 2) Aşağı yöneleceksiniz. Aşiretlere, kabilelere, mezheplere, etnisitelere parçalanacaksınız. Böyle yaparsanız merak etmeyin. Genellikle iyiliksever bir emperyal güç gelip sizin güvenliğinizi sağlıyor. Ya federasyon? Tarihte millet devletiyken kendi isteğiyle federasyona geçen bir örnek yok. Sayıca az federasyonlar evvelce ayrıyken, bir dış tehdide karşı birleşmiş. İspanya tehdidine karşı Büyük Britanya, Habsburg tehdidine karşı İsviçre gibi. İyiliksever emperyal ve de demokratik imparatorlukların zorla parçaladıkları var; günümüzde Irak gibi, Suriye gibi. Bir de Çekoslovakya, Yugoslavya, Sovyetler Birliği gibi zora dayanan federasyonlar. Bunları haritada aramayın. Hepsi sizlere ömür.

Etnik federasyon

Çok etnikli federasyonların pek sağlam ayakkabı olmadığını, Oxford ve daha sonra Columbia Üniversitesinden, Alfred Stepan şöyle anlatıyor:

“Komünizm sonrası Avrupa, federalizm konusunda dikkatli olmamız gereğini gösteriyor. Komünist siyasi sisteminde sekiz Avrupalı devlet vardı. Bunlardan beşi üniter devletlerdi (Macaristan, Polonya, Romanya, Arnavutluk ve Bulgaristan). Üçü federaldi (Sovyetler Birliği, Yugoslavya ve Çekoslovakya). Mucizeler yılı 1989’dan yedi yıl sonra bu beş üniter devletten beşi de hâlâ üniter devlettir. Üç federal devlet 22 devlete bölünmüştür.”

Üniter devletle millî devlet (ulus devlet) aynı şeyler değildir.  Gayet güçlü, millî ve fakat üniter olmayan federal devletler var. Amerika Birleşik Devletleri, Federal Almanya millî ve federal devletlerdir. Buna karşılık biz dâhil çoğu millî devlet aynı zamanda üniterdir. Zayıf olanlar çok etnisiteli, isterseniz çok milletli deyin, federasyonlar. Yukarıda Stepan’ın saydığı çökmüş federasyonlar öyleydi. Bugün de Belçika ve hatta Birleşik Krallık’ın yapısından ses geliyor.

Üniter ve millî eşit değil

Bizim oğlanlardan Kenan Evren de zamanında Türkiye’yi eyaletlere bölmeyi savunmuştu. İfadesine göre onun derdi, o tarihte 67 ilin, idari bakımdan çokluğuydu. Acemi yöneticilerin ortak ve yaygın kalıplarından biri, “bir hata yaptıklarında kimin kellesini alacağımı bileyim” düşüncesidir. Evren’e göre 67 kelle çoktu. Bu sayıyı 10-15 gibi daha makul bir rakama düşürmek gerekliydi. Örnek olarak da Almanya’yı vermişti konuşmasında. “İşte, Alman bayrağı ile eyalet bayrağı yan yana dalgalanıyor.” Tabii her çokbilmiş gibi onun da federal fakat millî devletle federal ve çok etnikli yapı arasındaki farktan haberi yoktu.

Keşke ülke siyasetinde söz sahibi olacaklara zorunlu siyaset bilimi dersleri verdirebilsek. Geçen yazımdaki Hazreti Fatih’in ifadesi gibi “İlmi siyasiye mektebine verile badehu belaya mutad olup badehu badehu parti lideri koltuğuna otura.” Birçok hata ve sıkıntıdan kurtuluruz.

Yanmış ev yuva olmaz

Siyasetin dümeni, yönettikleri konuları bilmeyenlerin elindeyse risk büyük. Ekonomi bilmiyorsa ve bilenlere danışmayacak kadar da kibirliyse ülkenin ekonomisini batırabilir. Batırsın. Hani “cahil cesareti” dediğimiz şey var ya. Ekonomi batar. Batınca batırdığı anlaşılır, rasyonel ekonomiye geçilir ve sonunda geri dönülür. Nihayet halk on yıl sıkıntı çeker. Milletler arası refah yarışında on yıl geriye düşersiniz. Fakat sonra toparlarsınız. Gerçi o kayıp on yıl geri gelmez ama sonunda ölüm yoktur. Kimyada, fizikte geri döndürülebilir olayların özel ismi var. Türkçe kimya terminolojisinde bunlara “tersinir” diyoruz.  Fakat her olay tersinir değildir.

Modern devlette yegâne birim vatandaştır. Vatandaşlık halk arasındaki tek statüdür. Başka statü yoktur. Başka statü vermek, başka statüler telaffuz etmek, geri dönülmez bir yola girmektir. Bu hatayı, ekonomi gibi rasyonele dönerek telafi edemezsiniz. Termodinamikten örnek vereyim: Bir ev yanarsa sağlam ev ile kül olmuş evin başlangıçtaki ve sondaki madde ve enerji toplamları eşittir. Sağlam evde kaç gram madde varsa evin küllerinde ve havaya savrulan gazların kütlelerinin toplamında da tam tamına o kadar madde vardır. Enerji muhasebesi biraz daha karışık ama onda da aynı eşitlik vardır. Hâl böyleyken külleri ve gazları toplayıp bir eve dönüştüremezsiniz. O ev ilelebet kaybolmuştur. O artık yuva da değildir. Yangın yeridir.

Ne Yugoslavya’yı ne Çekoslovakya’yı ne de Sovyetler Birliği’ni tekrar devlet hâline getirebilirsiniz. Onlar artık ne memlekettir ne de birilerinin vatanı.

Enver Paşa (23 Kasım 1881 – 4 Ağustos 1922)

İsmâil Enver Paşa (Osmanlıca: انور پاشا ‏اسماعیل; 23 Kasım 1881[3] veya 6 Aralık 1882 – 4 Ağustos 1922) veya doğum adıyla İsmâil Enver (Osmanlıca: اسماعيل انور), Osmanlı İmparatorluğu‘nun son yıllarında etkili olan Türk askersiyasetçi ve devrimcidirTalat Paşa ve Cemal Paşa ile birlikte “Üç Paşalar” olarak anılan ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yönetim kadrosunu oluşturan bu üçlü, fiilî olarak Osmanlı idaresini yönetti ve devletin siyasi kaderini belirleyen başlıca aktörler hâline geldi.

Enver, Osmanlı Makedonyası‘nda görevliyken, Sultan II. Abdülhamid‘in despotik yönetimine karşı faaliyet gösteren Jön Türkler hareketine bağlı bir örgüt olan İttihat ve Terakki Cemiyeti‘ne katıldı. Osmanlı İmparatorluğu’nda anayasal düzeni ve parlamenter monarşiyi yeniden tesis eden 1908 Jön Türk Devrimi‘nin önde gelen liderlerinden biri olarak, Ahmed Niyazi ile birlikte “devrim kahramanı” olarak selamlandı. Ancak, 31 Mart VakasıBalkan Savaşları ve Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile yaşanan iktidar mücadelesi gibi bir dizi kriz, Enver ve İttihatçıların liberal Osmanlıcılığa duyduğu inancı sarstı. 1913’te Bâb-ı Âli Baskını adı verilen askerî darbeyle İttihat ve Terraki’nin yeniden iktidara gelmesinin ardından Enver, Harbiye Nazırı olurken, Talat ise sivil hükûmetin kontrolünü ele geçirdi.

1914’te Enver, Sultan Abdülmecid‘in torunu Naciye Sultan ile evlenerek Osmanlı Hanedanı‘nın damadı oldu ve siyasi gücünü artırdı. Aynı yıl Alman İmparatorluğu ile askerî ittifak kurulmasına önayak oldu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı‘na girmesinde etkili oldu. Savaş yıllarında Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili sıfatıyla askerî politikayı yönetti.[4][5][6] Kafkasya Cephesi‘nde Ruslara karşı Sarıkamış Harekâtı‘nı düzenledi ve askerî taktik hataları sebebiyle yaklaşık 40 bin Osmanlı askerinin donarak ölmesine sebep oldu. Enver, bu yenilgiden Ermenileri sorumlu tuttu ve Talat Paşa ile birlikte Ermeni Kırımı‘nı hazırladı.[7][8] Enver, 800 bin ila 1,5 milyon Ermeni,[9][10][11] 750 bin Süryani ve 500 bin Rum‘un ölümünden sorumlu tutulmaktadır; ancak bu sayılar tartışmalıdır ve büyük ölçüde abartılmaktadır. Enver, I. Dünya Savaşı’ndaki yenilginin ardından diğer önde gelen İttihatçılarla birlikte Osmanlı İmparatorluğu’ndan kaçtı. Osmanlı Askerî Mahkemesi, onu ve diğer İttihatçıları, imparatorluğu I. Dünya Savaşı’na sokmak, Rum ve Ermenilere karşı katliamlar düzenlemekten suçlu bularak gıyabında idama mahkûm etti. Enver, Bolşeviklere karşı Basmacı Ayaklanması‘nı yönetirken Orta Asya‘da öldürüldü.

İlk yılları ve eğitimi

Ailesi

Enver Paşa, Babası Hacı Ahmet Paşa ve kardeşi Nuri Paşa (Killigil)

23 Kasım 1881’de İstanbul Divanyolu‘nda dünyaya geldi.[12][13][14] Ancak doğum tarihi kimi kaynaklarda tartışma konusudur.[13] Babası bayındırlık teşkilatında inşaat teknisyeni Hacı Ahmet Paşa (kendi aynı zamanda Malta sürgünlerindendir),[15] annesi Ayşe Dilara Hanım’dır.[16] Annesi Kırım Tatarıdır,[17] baba tarafından soyu Arnavutlara veya Gagavuz Türklerine dayanmaktadır.[18][19][20] Ailenin beş çocuğundan en büyüğüdür.[21] Kendi deyimine göre ailesi pek varlıklı olmasa da eğitimi için çok emek vermiştir.[22] Önce Nafia Nezareti‘nde fen memurluğu yapan daha sonra Surre Emini (Surre-i Hümâyûn Alayı Emini) görevine getirilen ve sivil paşalığa yükselen Hacı Ahmet Paşa’nın tayinleri nedeniyle çocukluğu farklı şehirlerde geçti. Kardeşleri Nuri (Nuri Paşa-Killigil), Kâmil (Killigil-Hariciyeci), Mediha (General Kazım Orbay ile evlenecektir) ve Hasene’ydi (Selanik Merkez Kumandanı Nazım Bey ile evlenecektir). Enver Paşa, Genelkurmay eski başkanlarından Kazım Orbay‘ın da kayınbiraderiydi.

Ayrıca “Kût’ül-Amâre Kahramanı” olarak anılan Halil Kut, Enver Paşa’nın amcasıdır.[23]

Eğitimi

Harp Akademisi 2. sınıf öğrencisi Enver Bey, arkadaşlarıyla birlikte süvari stajı sırasında (1901)

Üç yaşında evlerinin yakınındaki İbtidaî Okulu’na (ilkokul) gitti. Daha sonra Fatih Mekteb-i İbtidaîsi’ne girdi ve ikinci sınıftayken babasının Manastır‘a tayin olması nedeniyle bırakmak zorunda kaldı. Yaşı küçük olmasına karşın 1889’da Manastır Askeri Rüştiyesi‘ne (ortaokul) kabul edilmeyi başardı ve oradan 1893’te mezun oldu. Eğitimine 15. sırada girdiği Manastır Askerî İdadisi‘nde devam etti ve 1896 yılında 6. sırada mezun oldu. Harp Okulu‘na geçti ve bu okulu 1899’da 4. sırada piyade teğmeni olarak bitirdi. Harp Okulu’nda okurken kendi gibi henüz öğrenci olan amcası Halil Paşa ile birlikte tutuklandı ve Yıldız mahkemelerinde yargılanıp serbest bırakıldı. Harp Akademisini 2. olarak bitirdi ve Osmanlı Ordusu’na kurmay subay yetiştiren Mekteb-i Erkân-ı Harbiye’nin 45 kişilik kontenjanına girmeyi başarmıştır. Buradaki eğitiminden sonra, 23 Kasım 1902’de Kurmay Yüzbaşı olarak Üçüncü Ordu‘nun emrinde Manastır 13. Topçu Alayı 1. Bölüğü’ne verildi.[20]

Askerlik yaşamı

İlk dönemi

Kolağası Enver Bey Taksim Topçu Kışlası önünde, 15 Mayıs 1909

Manastır 13. Topçu Alayı 1. Bölüğü’ndeyken, Bulgar çetelerinin izlenmesi ve cezalandırılması için yapılan harekât görevlerine katıldı. 1903 yılı Eylül’ünde Koçana’da bulunan 20. Piyade Alayı’nın birinci bölüğüne, bir ay sonra da 19. Piyade Alayı’nın birinci taburunun birinci bölüğüne nakledildi. Nisan 1904’te Üsküp’teki 16. Süvari Alayı’nda görevlendirildi. Ekim 1904 tarihinde ise İştip’teki alaya giden Enver Bey, iki ay sonra “sunûf-ı muhtelife” hizmetini tamamlayarak Manastır‘daki karargâha geri döndü. Burada kurmaylık dairesinin birinci ve ikinci şubelerinde yirmi sekiz gün çalıştı, ardından Manastır Mıntıka-i Askeriyesi’nin Ohri ve Kırçova mıntıkaları müfettişliğine tayin edildi. 7 Mart 1905’te kolağası oldu. Bu görevi sırasında Bulgar, Rum ve Arnavut çetelerine karşı girişilen askerî harekâtta üstün başarılar gösterdiğinden üçüncü ve dördüncü Mecidiye Nişanı, dördüncü Osmaniye Nişanı ve altın Liyakat Madalyası ile ödüllendirildi; 13 Eylül 1906 tarihinde binbaşılığa yükseltildi. Bulgar çetelerine karşı yürüttüğü faaliyet onun üzerinde milliyetçilik fikirlerinin etkili olmasında rol oynadı. Çatışmalarda bacağından yaralanarak bir ay hastanede kaldı. Eylül 1906 dönemi içinde Selanik’te kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’ne on ikinci üye olarak katıldı. Manastır’a dönüşünde cemiyetin, buradaki örgütlenmesini kurma eylemlerinde bulundu. Bu eylemleri, Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ile merkezi Paris’te olan Osmanlı Terakkî ve İttihat Cemiyeti’nin birleşmesi ve ilk örgütün Osmanlı Terakkî ve İttihat Cemiyeti Dahilî Merkez-i Umûmisi adını almasından sonra daha yoğun olarak sürdürdü. Terakkî ve İttihat Cemiyeti tarafından başlatılan ihtilal girişimlerine katıldı. Eylemlerinin ihbar edilmesi üzerine İstanbul’a davet edildi. Ancak 24 Haziran 1908 akşamı dağa çıkarak ihtilâlde öncü rol oynadı.[16]

Hürriyet kahramanı

Amcası Yüzbaşı Halil Bey ile konuşarak[24] merkezi Paris‘te bulunan Jön Türk Hareketi‘nin Selanik‘teki bir kolu olan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti‘ne (sonraki adıyla İttihat ve Terakki Cemiyeti) katılmayı kabul etti. (Tahminen Mayıs 1906)[25] Bursalı Mehmet Tahir Bey‘in rehberliği[24] ile cemiyete, on ikinci üye olarak kabul edildi. Kendisine cemiyetin Manastır şubesini kurma görevi verildi.[21]

İttihat ve Terakki‘nin başlattığı ihtilal hareketleri içinde yer alan Binbaşı Enver Bey, kız kardeşi Hasene Hanım’ın eşi olan ve sarayın adamı olarak bilinen Selanik Merkez Kumandanı Kurmay Albay Nazım Bey’i öldürme planı içinde yer aldı.[26] 11 Haziran 1908 günü gerçekleşen suikast girişimi Nazım Bey’in ve onu öldürmekle görevli fedai Mustafa Necip Bey’in yaralanması ile sonuçlanırken Enver Bey, Divan-ı Harb‘e sevk edildi. Ancak İstanbul’a gitmek yerine 12 Haziran 1908 gecesi dağa çıkıp ihtilal başlatmak üzere Manastır’a doğru yola çıktı. Resne’de, Resneli Niyazi Bey‘in dağa çıktığını öğrenince Manastır yerine Tikveş‘e yöneldi ve cemiyeti orada yaymaya çalıştı.[24] Ohrili Eyüp Sabri Bey de onu izledi. Bu hareket padişah tarafından II. Meşrutiyet‘in ilan edilmesinde önemli rol oynadı. Dağa çıkan subaylar arasında en kıdemlisi olduğu ve önemli faaliyetler gerçekleştirdiği için Enver Bey, bir anda “hürriyet kahramanı” olarak kabul edildi, İttihat ve Terakki Cemiyeti‘nin askeri kanadının en önemli isimlerinden birisi oldu. Gittiği her yerde anayasanın yeniden yürürlüğe girmesi konusunda ateşli konuşmalar yaptı, söylevlerinde Meşrutiyet çağrısı yaptı, bunu yeterli görmeyen Enver Bey, görkemli törenler düzenletti.[22] Meşrutiyet‘in sonrasında 23 Ağustos 1908’de Rumeli Vilâyâtı Müfettişliği başkanlığı görevine verilen Enver Bey, 5 Mart 1909’da 5000 kuruş maaşla Berlin askerî ataşesi olarak görevlendirildi. Çeşitli aralıklarla iki yılı aşkın bir süre devam eden bu görev, Almanya’nın askerî durumuna ve sosyal yapısına büyük hayranlık duymasına yol açtı ve onu Alman sempatizanı haline getirdi.

Berlin askeri ataşeliği

Enver Bey ve Resneli Niyazi Bey (1908)Enver Bey, Hareket Ordusu komutanları ve kurmaylarıyla (1909)

5 Mart 1909’da Berlin Askeri Ataşesi olarak görevlendirilen Enver Bey, bu görev sırasında Alman kültürü ile tanıştı ve çok etkilendi.[21] Enver Bey bu görev sırasında, 1910 yılında Londra’da onuruna verilen bir yemeğe, çağrı üzerine Britanya’ya gitmiştir. Bu gezide “Türk Devrimcisi” olarak karşılanmış, İngilizler “İttihatçıların” yanında olduklarını belirtmiştir.[27] İstanbul’da 31 Mart Olayı‘nın patlak vermesi üzerine geçici olarak yurda döndü. İsyanı bastırmak üzere Selanik‘ten İstanbul’a giden ve komutanlığını Mahmut Şevket Paşa‘nın üstlendiği Hareket Ordusu‘na katıldı; hareketin kurmay başkanlığını Kolağası Mustafa Kemal Bey‘den devraldı. Bu başkaldırı bastırıldıktan sonra II. Abdülhamit tahttan indirilmiş, yerine Mehmet Reşat geçmişti. Kurulan İbrahim Hakkı Paşa kabinesinde Harbiye Nazırlığı görevi beklenildiği gibi Enver Bey’e değil, Mahmut Şevket Paşa‘ya verildi.

12 Ekim 1910 tarihinde Birinci ve İkinci Ordu manevralarında yönetici olarak görev yapmak üzere yeniden İstanbul’a geldi ve kısa bir süre sonra geri döndü. Mart 1911’de İstanbul’a çağrılan Enver Bey, 19 Mart 1911’de görüştüğü Mahmud Şevket Paşa tarafından Makedonya’daki çete faaliyetlerine karşı alınacak tedbirleri denetlemek ve bu alanda bir yazanak hazırlamak üzere bölgeye gönderildi. Enver Bey dolaştığı SelanikÜsküpManastırKöprülü ve Tikveş’te bir yandan çetelere karşı alınacak önlem üzerinde çalışırken öte yandan İttihat ve Terakki‘nin ileri gelenleriyle görüştü. 11 Mayıs 1911 tarihinde İstanbul’a döndü. 15 Mayıs 1911’de Sultan Mehmed Reşad’ın yeğenlerinden Nâciye Sultan ile nişanlandı. 27 Temmuz 1911’de Malisör isyanı sebebiyle İşkodra’da toplanan İkinci Kolordu’nun kurmay dairesi başkanı (erkânıharp) olarak Trieste üzerinden İşkodra’ya gitmek üzere İstanbul’dan ayrıldı. 29 Temmuz 1911’de ulaştığı İşkodra’da, Malisör isyanının bastırılması İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Arnavut üyeleriyle olan sorunlarının çözümünde önemli rol oynadı. Bu gelişmelerden sonra Enver Paşa, görev yeri Berlin’e geçtiyse de İtalyanlar’ın, Trablusgarp’a saldırmaları üzerine yurda döndü. Orada “Enveriye” denen asker şapkasını yaptı. Bu şapka, Osmanlı Ordusu’nun gözdesi oldu.

Trablusgarp Savaşı

Ana madde: Trablusgarp Savaşı

Enver Bey Trablusgarp’ta (1911)

Enver Bey, İtalyanlara karşı bir gerilla savaşı yürütülmesi fikrini İttihat ve Terakki Cemiyeti üyelerine kabul ettirdikten sonra Kolağası Mustafa Kemal Bey ve Paris Ataşemiliteri Binbaşı Fethi (Okyar) Bey gibi isimlerle bölgeye gitmeye koyuldu. 8 Ekim 1911’de padişah ve hükûmet yetkilileriyle bu durumu görüştükten sonra İskenderiye’ye gitmek üzere 10 Ekim 1911’de İstanbul’dan ayrıldı. Mısır’da ileri gelen Arap liderleriyle çeşitli temaslar kurup 22 Ekim’de Bingazi’ye hareket etti. Çölü geçerek, 8 Kasım’da Tobruk’a ulaştı. 1 Aralık 1911’de Aynülmansûr’da askerî karargâhını kurdu. İtalyanlar’a karşı yapılan muharebe ve gerilla harekâtında büyük başarılar elde etti. 24 Ocak 1912’de resmen Umum Bingazi Mıntıkası kumandanlığına getirildi. 17 Mart 1912 tarihinde bu görevine ek olarak Bingazi mutasarrıflığına atandı. 10 Haziran 1912’de kaymakam oldu. Kasım 1912 sonlarında Balkan Savaşı’na katılmak üzere Bingazi’yi terkederek tedbili kıyafetle İskenderiye’ye, oradan da bir İtalyan gemisiyle Brindisi’ye gitti. Viyana üzerinden İstanbul’a dönen Enver Bey, 1 Ocak 1913 tarihinde Onuncu Kolordu Kurmay Komutanlığı başkanlığına tayin edildi. Kâmil Paşa hükûmetinin barış antlaşması imzalanması yolundaki çabaları aleyhindeki İttihat ve Terakki eylemlerinde öncü rol oynadı. 10 Ocak 1913’te Nâzım Paşa ile görüşen Enver Bey, Harbiye nâzırı ile Kâmil Paşa’nın istifaya zorlanması ve yerine savaşa devam edecek bir hükûmetin kurulması konusunda anlaşmaya vardı. Daha sonra bu fikri, Kâmil Paşa’nın görevde kalmasını isteyen Sultan Mehmed Reşad’a da kabul ettirmeye çalıştı.[28] Bingazi ve Derne‘deki kuvvetlerin başına geçti; Hanedan damadı olmasının da kazandırdığı saygınlıkla 20 bin kişiyi seferber etmeyi başardı ve adına para bastırarak bölgeye hakim oldu.[29] Bir yıl süren mücadele sonunda, Balkan Savaşı‘nın başlaması üzerine diğer Türk subaylarla birlikte İstanbul’a çağrıldığı için bölgeyi 25 Kasım 1912’de terk etti.[30] İtalyan kuvvetlerine karşı verdiği başarılı mücadele nedeniyle 1912’de yarbaylığa yükseldi.[31]

Balkan Savaşı ve Bâb-ı Âli Baskını

Ana madde: Bâb-ı Âli Baskını

Balkan Savaşı’na katılmak üzere diğer gönüllü subaylarla birlikte Bingazi‘den ayrılan Yarbay Enver Bey, düşman kuvvetlerinin Çatalca‘da durdurulmasında önemli rol oynadı.[31] I. Balkan Savaşı yenilgi ile sonuçlanmıştı. Kamil Paşa hükûmeti, kendilerine Londra Konferansı‘nda önerilen Midye-Enez sınırını kabule yanaşıyordu. İttihatçıların kendi aralarında yaptığı ve Enver Bey’in de katıldığı toplantıdan zor kullanarak hükûmeti devirme kararı çıktı. 23 Ocak 1913 günü Enver Bey’in öncü rolü oynadığı Bâb-ı Âli Baskını gerçekleşti. Baskın sırasında Harbiye Nazırı Nâzım PaşaYakup Cemil tarafından öldürüldü; Enver Bey, Mehmet Kamil Paşa‘ya istifasını imzalattı ve padişahı ziyaret ederek Mahmut Şevket Paşa‘nın sadrazam olmasını sağladı. Böylece İttihat ve Terakki Cemiyeti askerî darbe ile iktidarı ele geçirmiş oldu.

Bâb-ı Âli Baskını‘ndan sonra, Enver Bey, Bulgar ordusu başka cephelerde savaşmakta olduğundan, direnişle karşılaşmadan, 22 Temmuz 1913’te Edirne‘ye girdi. Bu gelişme üzerine saygınlığı artan Enver Bey, “Edirne Fatihi” unvanını aldı.[31] Rütbesi albaylığa (18 Aralık 1913), kısa bir süre sonra da generalliğe (5 Ocak 1914) yükseltildi.[31] Hemen ardından istifa ettirilen Harbiye Nazırı Ahmet İzzet Paşa‘nın yerine Harbiye Nazırı oldu. Bu arada, Sultan Mehmet Reşat’ın yeğeni Emine Naciye Sultan ile Baltalimanı’ndaki Damat Ferit Paşa Konağı’nda yapılan düğünle evlenerek “Damad-ı Şehriyari” oldu (5 Mart 1914).

Harbiye Nazırlığı

Ana madde: Harbiye Nezâreti

Harbiye Nazırı olduktan sonra orduda bazı düzenlemeler yapan Enver Paşa, binden fazla sayıda yaşlı subayı ordudan tasfiye etti, genç subayları önemli görevlere getirdi.[24] Orduda Fransız modeli yerine Alman stilini uyguladı, birçok Alman subayı Türk ordusunda danışman olarak görevlendirildi. Alaylı subayların çoğunun işine son verdi, ordunun gençleşmesini sağladı.[31] Üniformalar değiştirildi; orduda okur yazarlığın artmasına çalıştı ve bunun için enveriye yazısı denilen bir alfabe uygulamaya kondu.[31] Mahmut Şevket Paşa‘nın suikast sonucu öldürülmesinden sonra kurulan Said Halim Paşa kabinesinde ve onun görevden çekilmesi üzerine 1917’de kurulan Talat Paşa kabinesinde de devam ettiği Harbiye Nazırlığı, 14 Ekim 1918’e kadar sürdü.

I. Dünya Savaşı

Ana madde: I. Dünya Savaşı

Harbiye Nazırı Enver Paşa, 2 Ağustos 1914’te Rusya’ya karşı gizli bir Türk-Alman ittifak anlaşması imzalanmasında önemli rol oynadı.[31] 10 Ağustos’ta Boğazlar’dan girmesine izin verilen iki Alman kruvazörünün 29 Ekim’de Rus Çarlığı liman ve gemilerine saldırması için gerekli onayı verdi. 14 Kasım’da Fatih Camii‘nde okunan Cihad-ı Ekber ilanı ile devlet, resmen I. Dünya Savaşı‘na katılmış oldu.

Enver Paşa Kubbetü’s-Sahre‘yi ziyaret ederken (1916)

Sarıkamış Harekâtı

Ana madde: Sarıkamış Harekâtı

Enver Paşa, ülke I. Dünya Savaşı’na girdikten sonra Harbiye Nazırı olarak askerî harekâtın yönetimini eline aldı. 3. Ordu‘nun Doğu Cephesi’nde Rus kuvvetlerine karşı giriştiği Sarıkamış Kış Harekâtı‘nın komutanlığını üstlendi. Enver Paşa, ordunun komutasını Hakkı Hafız Paşa‘ya bırakıp İstanbul’a döndü ve savaş boyunca başka hiçbir cephede komutanlık üstlenmedi.[31] Uzun bir süre İstanbul basınında Sarıkamış hakkında herhangi bir haber veya yayın yapılmasına izin vermedi.[32] 26 Nisan 1915’te Harbiye Nazırlığı‘nın yanı sıra Başkomutan Vekili olan Enver Paşa, Eylül ayında korgeneralliğe yükseldi.[31]

Ermeni Tehciri

1877-1878’deki 93 Harbi sırasında da bazı yerli ErmenilerinOsmanlı‘ya karşı yayılmacı Rus ordularının yanında çarpıştığını ve cephe gerisinde isyanlar çıkarttığını bilen Enver Paşa, 2 Mayıs 1915’te Dahiliye Nazırı Talat Paşa‘ya gönderdiği gizli telgraf ile isyancı Ermenilerin bölgeden uzaklaştırılmasını istedi.[33] Uygulama, Talat Paşa tarafından başlatıldı ve 27 Mayıs 1915’te Tehcir Kanunu çıkartılarak yürürlüğe konuldu.[34]

1917’de Kut ül-Amare‘de İngiliz general Townshend‘in tutsak alınması ve Kafkasya cephesinde Ruslara karşı elde edilen başarılar üzerine Enver Paşa’nın rütbesi orgeneralliğe yükseltildi.[31]

Yurt dışına kaçışı

İkdam‘ın Talat, Enver ve Cemal Paşaların yurt dışına kaçışını duyuran ilk sayfası, 4 Kasım 1918.

FilistinIrak ve Suriye‘de Osmanlı ordusunun İngilizler karşısında sürekli yenilgiye uğraması üzerine Osmanlı Devleti’nin savaştaki yenilgisi kesinleşti. 14 Ekim 1918’de Talat Paşa kabinesi, ateşkes anlaşmalarını kolaylaştırmak için istifa ettiğinde Enver Paşa’nın harbiye nazırlığı görevi de sona erdi. İngilizlerin İttihat ve Terakki üyeleri hakkında yakalatma emri çıkarmasından sonra partili arkadaşlarıyla birlikte bir Alman denizaltısıyla[35] yurt dışına kaçtı. Ardından Kafkasya, İngiliz denetimine alındı; İngilizler Enver Paşa’nın Kafkasya’da bir hareket başlatacağından kuşkulansa da bu olasılık gerçekleşmedi.[36] Önce Odessa‘ya, oradan da Berlin‘e gitti; burada ziraatçi kimliğiyle bir yıl boyunca saklandı.[37] Daha sonra Rusya‘ya geçti. İstanbul’da Divan-ı Harp, rütbelerini geri aldı ve gıyabında ölüm cezasına çarptırdı. 1 Ocak 1919’da hükûmetçe askerlikten ihraç edildi.[24]

İttihat ve Terakki’yi örgütleme çalışmaları

1918-19 kışlarını kimliğini gizleyerek Berlin’de geçiren Enver Paşa, İttihat ve Terakki‘yi yeniden örgütleme çalışmalarına girdi. Almanya’daki devrimci ayaklanmalara katılmak için Berlin’de bulunan Sovyet siyaset adamı ve gazeteci Karl Radek ile görüştü ve onun davetiyle Moskova’ya gitmek üzere yola çıktı. Ancak üçüncü denemesinde, 1920’de Moskova‘ya gitmeyi başardı ve orada Sovyet Dışişleri Bakanı Çiçerin ve Sovyetler Birliği kurucu önderi Lenin‘le görüştü. 1-8 Eylül 1920 tarihinde Bakü‘de gerçekleşen Birinci Doğu Halkları Kurultayı‘na LibyaTunusCezayir ve Fas‘ı temsilen katıldı. Ancak kongre önemli sonuçlar getirmedi. Sovyetlerin, Türkiye ve başka Müslüman ülkelerdeki milliyetçi hareketleri gerçekten desteklemediği izlenimi alarak Ekim 1920’de Berlin’e döndü. 15 Mart 1921’de Talat Paşa‘nın öldürülmesinden sonra İttihat ve Terakki’nin başlıca önderi durumuna geldi.

1921’de tekrar Moskova’ya giden Enver Paşa, Ankara Hükûmeti‘nin Moskova’ya gönderdiği Bekir Sami Bey başkanlığındaki Türk delegeleriyle görüştü. Anadolu’daki Millî Mücadele hareketine katılmak istediyse de kabul edilmedi. TBMM’de bulunan bazı eski İttihatçılar, onun Mustafa Kemal Paşa‘nın yerini almasını istiyorlardı. Temmuz 1921’de Batum‘da bir İttihat ve Terakki kongresi topladı. 30 Temmuz’da Ankara’ya Yunan saldırısı başlayınca bir kurtarıcı gibi Anadolu’ya girmeyi umut eden Enver Paşa’nın bu umudu 13 Eylül 1921 günü kazanılan Sakarya Meydan Muharebesi ile boşa çıktı.

Basmacı Hareketi ve ölümü

Ana madde: Basmacı Hareketi

Enver Paşa, bu aşamadan sonra hem Anadolu’da ikilik çıkarmamak hem de kendi için bir başarı şansı görmediğinden, yanında Teşkîlât-ı Mahsûsa‘nın eski liderlerinden Kuşcubaşı Hacı Sami Bey ve bir takım eski İttihatçılarla birlikte Bolşevik Ruslara karşı Türkistan bağımsızlık hareketini yürüten Basmacılara destek vermek amacıyla Orta Asya‘ya gitme kararı aldı.[38] Bakü‘yü terk eden Enver Paşa, Aşkābâd ve Merv‘e uğradıktan sonra Ekim 1921 tarihinde Buhara‘ya gitti.[39] 8 Kasım’da Türk subaylarla birlikte tekrar yola çıktı ve 19 Kasım’da Akbulağ, 21 Kasım’da Başçardak kışlağına ve 24 Kasım’da Korgantepe‘ye ulaştı. Burada Basmacı reislerinden İbrahim Lakay tarafından bir Cedidçi ve Rus casusu olabileceğinden şüphelenildiği[40] için 1 Aralık 1921’de esir alındı.[41] Şubat 1922 sonunda buradan kurtulan Enver Paşa Basmacılar’ı örgütlemek için tekrar Duşanbe ilerisindeki kışlaklara gitti. 24 Temmuz’da Ruslar’ın, Duşanbe’yi alması üzerine geri çekilerek Satılmış kışlağına vardı. Buradan Belcuvan bölgesindeki Abı-Derya mevkiine geçti ve son karargâhını burada kurdu.

4 Ağustos 1922’de karargâhta düzenlenen kurban bayramı töreninde maiyetinde kalan askerlerle bayramlaşırken Yakov Melkumov komutasındaki bir Rus müfrezesinin baskınına uğradı; yanındaki otuza yakın atlı ile giriştiği çarpışmada Abı-Derya mevkiinde öldürüldü. Cenazesi Cegan Tepesi’ne getirilerek orada defnedildi.[42]

Naaşının Türkiye’ye getirilmesi

Naaşının taşınması, dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel‘in Eylül 1995’te yaptığı Tacikistan gezisi sırasında gündeme geldi. Yetkililerin temaslarından sonra, başkent Duşanbe‘nin yaklaşık 200 km doğusundaki Belcivan kentine bağlı Obtar köyünde bulunan Enver Paşa’nın mezarı, Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Münif İslamoğlu başkanlığındaki uzmanlar ve bilim adamlarından oluşan sekiz kişilik bir kurul tarafından 30 Temmuz 1996’da açıldı. Dış yapısından Enver Paşa’ya ait olduğu anlaşılan cenaze, Tacikistan’daki siyasi karışıklıklar nedeniyle zorlukla başkent Duşanbe’ye getirilebildi. Burada Türk bayrağına sarılı tabuta konularak İstanbul’daki resmî tören için hazırlandı.[43]

3 Ağustos 1996’da İstanbul’a getirilen naaşı bir gece Gümüşsuyu Askeri Hastanesi’nde tutuldu. Ölüm yıl dönümü olan 4 Ağustos 1996 tarihinde, Şişli Camii‘nde sekiz imamın kıldırdığı cenaze namazının ardından Şişli’deki Abide-i Hürriyet Tepesi‘nde, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Kültür Bakanlığı‘nca ortak olarak hazırlanan, Talat Paşa‘nın yanındaki mezara defnedildi.[44] Törene dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Millî Savunma Bakanı Turhan Tayan, Devlet Bakanı Abdullah Gül, Sağlık Bakanı Yıldırım Aktuna, Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, Kültür Bakanı İsmail KahramanANAP Milletvekili İlhan Kesici ve İstanbul Valisi Rıdvan Yenişen‘le Enver Paşa’nın torunu Osman Mayatepek‘le diğer yakınları katıldı.

Özel yaşamı

Kendisi Farsça, Rusça, Almanca ve Fransızca olmak üzere 4 yabancı dil bilmekteydi.[14] Ayrıca kendi portre resimle uğraşırdı. Sıkıldığı zaman eşi Naciye Sultan’ın portresini çiziyordu.[45] Alman askerî çevrelerince kendi şık, kibar ve iyi bir kurmay olarak tanınıyordu.[46]

Enver Paşa, Türk izciliğine özellikle önem vermiş, keşşaf ocakları açıp, baş izci seçilmiştir. Enver Paşa’nın da içinde bulunduğu İttihat ve Terakki hükûmeti döneminde Türk izciliğinde gelişmeler kaydedilmiştir.[47]

Enver Paşa, İkinci Meşrutiyet sonrası dönemde kadınların, Osmanlı’nın toplumsal ve ekonomik yaşantısına uyum sağlaması ve katılması amacıyla “Osmanlı Kadınları Çalıştırma Cemiyeti“ni kurmuştur. Bu cemiyet sayesinde kadınlar, gönüllü olarak savaşa katılmaya başlamış, Türk feminizmi gelişme kaydetmiş, kadın taburları kurulmuştur.

https://tr.wikipedia.org/wiki/Enver_Pa%C5%9Fa

“Gelir Günü Gelir Günü”

Türk’ün Çağı görülecek

Hak mazluma verilecek

Gök Çadırı gerilecek

 “Gelir Günü Gelir Günü”

Türk Milleti uyanırsın

Hak katında boyanırsın

Zorluklara dayanırsın

“Gelir Günü Gelir Günü”

Aç ve açık kalmayacak

İnsan haram almayacak

Gül yanaklar solmayacak

“Gelir Günü Gelir Günü”

Türk’ü özler Baba Gürgür (Kerkük’te)

Gök yarılır namert korkar

Tuba dalı yere sarkar

“Gelir Günü Gelir Günü”

Kaşgar Atan ses verecek

Sözlük sözlük harf derecek

Türkçe Kutba yol serecek

“Gelir Günü Gelir Günü”

Türk Milleti tanı kendin

Yaratıldın nefsin yendin

Cennetteki Âdem sendin

“Gelir Günü Gelir Günü”

Mazlumları hep kayırdın

Zalimlere hep bayırdın

Doğru eğri hep ayırdın

“Gelir Günü Gelir Günü”

Yesevi’den gelen ırmak

Yakışır mı Türk’e durmak

Hacı Bektaş otağ kurmak

“Gelir Günü Gelir Günü”

Yedi iklim barış dolsun

Bin bir cihet insan olsun

Halktan Hakka nice yolsun

“Gelir Günü Gelir Günü”

Çakıl taşı kum elene

Akıl gönül bir bilene

Göğü kökle bak delene

“Gelir Günü Gelir Günü”

Kurtla kuzu konuşacak

Taş ağaca danışacak

Birlik bayram olunacak

“Gelir Günü Gelir Günü”

İnsan nasıl olunurmuş?

Sorgu sual kılınırmış?

Kızıl Elma alınırmış?

“Gelir Günü Gelir Günü”

Türk ulusu aç gözünü

Gök neslinin saç özünü

İnsanlığa son sözünü

“Gelir Günü Gelir Günü”

Anadolu Anadolu

Sana sözüm dolu dolu

Göğe çıksın Türk’ün yolu

“Gelir Günü Gelir Günü”

Kapıları kapatma aç

Cömertliği arşlara saç

TURAN sana altın bir taç

“Gelir Günü Gelir Günü”

Türkler diri bir olacak

Dikenleri hep yolacak

Ebediyen Türk kalacak

“Gelir Günü Gelir Günü”

Türkiye’miz nakış nakış

Türk gençliği sırlı bakış

Seyhun Ceyhun bize akış

“Gelir Günü Gelir Günü”

Dağda taşta varsa bir diz

Gökyüzünde çizmişiz iz

Türkistan’da Kafkas’da biz

“Gelir Günü Gelir Günü”

İnsanlığa beşik olduk

Kâhi Uygur Kırgız dolduk

Gökyüzünden yere yolduk

“Gelir Günü Gelir Günü”

Türk Gençliği Umut sensin

Türk vatanı Türk’ün densin

Sıcak yemek tasta yensin

“Gelir Günü Gelir Günü”

Yunus Türkçe öz anlatır

Pir Sultan’ım göz anlatır

Özden hilmi söz anlatır

“Gelir Günü Gelir Günü”

Saygı ve Dostlukla

Yer ve Gökler

     Yer ve göklere, her şeyin temeli olan hikmeti / İlahî gaye ve amacı görmek için,

     Düşünerek baksak, aklımıza neler neler gelir. Meselâ: Hikmet ister ki:

     Yer gibi, göklerin de kendine uygun sâkinleri, yaşayanları olsun.

     Nitekim gökleri mekân tutan çeşitli varlıklara Melekler ve Ruhanîler denir.

     Evet gerçek bunu gerektirir.

     Çünkü yer, küçüklüğüne rağmen hayat ve şuur sahibi yaratıklarla doludur.

     Üstelik bunların kimisi gider, onların yerini başkaları alır. Yeryüzü onlarla doldurulup boşaltılır.

     Bu böylece sürüp gider. Kısaca yer; canlı ve şuur / bilinç sahibi varlıklardan hiç boş kalmaz.

     İşte bütün bunlar gösterir ve işaret eder ki,

     Şu muhteşem burçlar / sabit yıldız kümeleri sahibi, muhteşem saraylar hükmünde olan gökler de,

     Şuurlu / bilinçli ve idrakli mahlûk ve yaratıklarla doludur.

     Onlar da, insan ve cinler gibi şu âlem sarayının seyircileri.

     Şu kâinat kitabının düşünür ve araştırıcıları.

     Rabbin saltanatının ilân edicileridirler.

     Çünkü, kâinatın / evrenin had ve hesaba gelmiyen, sayısız güzellik ve nakışlarla süslendirilmesi,

     Apaçık gösteriyor ki; mütefekkir / tefekkür edici / düşünen,

     Kâinatı güzel bulan beğenici,

     Hayrette kalacak takdir edicilerin

     Nazar edip bakacakların varlığını ister.

     Evet, hüsün / güzellik elbette bir âşık ister. Taam ise, aç olana verilir.

     Halbuki insan ve cinler, şu sonsuz görevin, şu haşmetli / görkemli tefekkürî bakış

     Ve geniş ubudiyet / kulluk vazîfesinin ancak milyonda birini yapabilirler.

     Demek bu nihayetsiz ve çeşitli görev ve ibadetler için,

     Sayısız melek nev’ileri ve cins cins ruhanîlerin olması gerekir.

     Bazı rivayetlerin işaretleriyle, âlemdeki intizam ve düzenin hikmeti / göstergesi ile denilebilir ki:

     Bir kısım seyyar cisimler, gezegenlerden tut tâ katre ve damlalara kadar,

     Bir kısım Meleklerin binekleridirler.

     Onlar bunlara izn-i İlahî ile binerler, şehadet / görünür âlemi seyredip gezerler.

     Hem denilebilir ki, bir kısım canlılar, Hadîste “Tuyûrun Hudrun” ismiyle anılan

     Cennet kuşlarından tut, tâ sineklere kadar bir cins ruhların tayyareleridirler.

     Onlar, bunların içine Hakk’ın emriyle girerler, cismanî âlemleri gezip,

     O cesedlerdeki duyguların pencereleriyle, cismanî yaratılış mucizelerini seyrederler.

     Elbette yoğun topraktan, bulanık sudan devamlı bir şekilde lâtif hayatı

     Ve nurlu idrak sahiplerini yaratan Hâlikın, elbette rûha ve hayata münasip şu nur denizinden,

     Hattâ zulmet bahrinden bir kısım şuurlu mahlûkları vardır.

     Hem de çok kesretli olarak vardır.

     Yer ile gökler, bir hükûmetin iki memleketi gibi, birbiriyle alâkalıdırlar.

     Ortalarında önemli bağ ve mühim muameleler vardır.

     Yere lâzım olan ışık, ısı, bereket ve rahmet gibi şeyler; gökten geliyor, yani gönderiliyor.

     Semavî Dinlerin fikir birliği, görmeye dayanan bütün keşif ehlinin haberleriyle,

     Melaike / Melekler ve ruhlar gökten yere geliyorlar.

     Bundan, hisse yakın bir kesinlik ile bilinir ki:

     Yerdekiler için, göğe çıkmak için bir yol vardır.

     Nasıl herkesin akıl, hayal ve nazarı her zaman semaya gider.

     Onun gibi, ağırlıklarını bırakan peygamber ve evliya ruhları,

     Ya da cesetlerini çıkaran ölenlerin ruhları, Allah’ın izni ile oraya giderler.

     Madem hafiflik ve letafet bulanlar oraya giderler. Elbette misalî ceset giyen,

     Ruhlar gibi hafif ve lâtif bir kısım arzlılar; hava ve semaya gidebilirler.

Neler Oluyor

Emperyalist devletler sömürecekleri, bölüp parçalayacakları ülkeler hakkında kısa vadeli değil de, uzun vadeli planlar yaparlar. Kim bu emperyal plan yapan devletler diye sorulacak olursa; Emperyalist devletlerin ağa-babası, akıl hocası İngiltere, İngiltere’nin vurucu gücü ise Amerika Birleşik Devletleridir. Fransa, İtalya, Almanya ise bu iki ülkeye vurucu yan destek sağlayan leş kargalarıdır. Bu devletler bir koalisyon oluşturur,  işgal edilen ülkenin başına ABD güçleriyle birlikte bomlalar yağdırır, sonrasında herkes hissesine düşen payını alır ve kenara çekilir. Ta ki yeni bir işgal planı gerçekleşinceye kadar. 

İşte Size 130 Yıl Önce Yapılmış Bir Plan

Yeni Çağ Gazetesi Yazarı Arslan Bulut’un 23 Temmuz 2025 tarihli yazısında: “Emekli amiral İlker Güven, ABD Kongresi’nin 54’üncü döneminde, 31 Ocak 1896 tarihinde aldığı gizli kararı, gizliliğinin kalkmasından 100 yıl sonra 2007 yılında bulup okumuş, çevirisini yapmış ve Maya dergisinde bir makale ile Türk kamuoyuna duyurmuştu.

Bu karara göre; ABD temsilcisi mutlaka ABD vatandaşı olacaktır. Temsilci, Hıristiyan ülke yöneticileriyle iş birliği yaparak aşağıdaki görevleri yerine getirecektir;

a) Tüm Hıristiyan ülkelerden ABD temsilcisi ile beraber çalışacak, benzer özelliklerde birer hükümet temsilcisinin atanması sağlanacaktır.

b) Uluslararası Hıristiyan Komitesi’nin uygun bir bölgede organizasyon çalışmalarına başlaması sağlanacaktır.

c) Uluslararası Hıristiyan Komitesi’nce din, mezhep ve milliyet özelliklerine bakılmaksızın geçici bir Hıristiyan yöneticiyi Türkiye’nin başkanı olarak seçmesini müteakip Osmanlı İmparatorluğu’nun mevcut bölgelerinin sınırlarla ayrılması, bu bölgelerin Hıristiyan eyaletleri kabul edilerek, Hıristiyan gücünün Türkiye Birleşik Devletleri adında toplanması sağlanacaktır…”

d) Geçici hükümet Türkiye Birleşik Devletlerinin sınırlarının içerisindeki etnik özelliklerine uygun olarak oluşacak Ermeni devleti müttefikimize tüm Hıristiyan devletlerinin askeri destek sağlamaları istenecektir.

e) Daha önce bahsi geçen geçici hükümetin süresini tamamlamasından sonra müttefik güçler tarafından kısa zaman içinde Türkiye Birleşik Devletleri’nin Uluslararası Hıristiyan Komisyonu tarafından tanınması sağlanacaktır. Türkiye’de ılımlı dini fikirleri olan ve insanlara olumlu yaklaşan yönetimlerin kurulmasına özen gösterilecektir.”

AKP bir Proje partisidir ve proje sahipleri zaman zaman muhataplarından projeye sadık kalmaları konusunda ikazlarda bulunurlar, verilen sözlerin yerine getirilmesini isterler.

İşte burada DİKEN Gazetesi, 11 03 2016 tarihli yazısında The Washington Post Gazetesinden alıntı yaparak: (https://www.washingtonpost.com/opinions/turkeys-erdogan-must-reform-or-resign/2016/03/10/80cc9be2-dffe-11e5-9c36-e1902f6b6571_story.html) ABD’nin eski Ankara büyükelçileri Mort Abramowitz ve Eric Edelman:  “Erdoğan’ın ya istifa etmesi ya da reformları gerçekleştirmesini istediklerini yazıyor. 

Türkiye geçtiğimiz yıl Ekim ayından buyana bir yandan “Terörsüz Türkiye!”(hangi mucit bulduysa çözüm süreci dense 1.sinden dolayı tepki çekecek) icadını gündemine taşırken, diğer yandan yaz sıcaklarının bastırmasıyla ormanlık alanlarımız dört bir yandan alevlere teslim olmuş durumda. Her ne hikmetse 20 Haziran 2025 tarihinde komisyondan geçen Maden Yasası ile Yangınlar eşzamanlı olarak başladı, ne kadar ilginç değil mi?

Diğer ilginç bir konu ise; Suriye sınırımızdaki mayınlar temizlendikten sonra Suriye iç savaşının başlatılması ve 4 milyon Suriye kaçkınının ellerini kollarını sallayarak ülkemizi işgal etmesi. Bunları hatırlamaz unutursak olayların sebep ve sonuçlarını doğru değerlendirmiş olmayız.

Gelinen Nihai Sonuç

Cumhur Başkanı Erdoğan’ın Arap Baharı yıllarında meşhur 4 parmak Rabia işareti vardı. Sonra bu 4 parmak Rabia işareti; Tek Millet, Tek Vatan, Tek Din ve Tek Dil’e dönüştürüldü. Fakat son gelişen olaylar neticesinde bu sözlerden de vaz geçildi ki, Türk vatanının çok ortaklı sahipleri çıktı. Cumhurbaşkanı son konuşmalarında Türk Milletinin: Türk, Kürt ve Araplardan oluştuğunu ve hep birlikte İslam ümmetinde birleştiklerini dile getirir oldu.

Bütün bu gelişmeler ışığında neler oldu kimler hangi konularda neler söyledi ona bakalım:

  • ABD’nin 2004 – 2009 tarihleri arasında dışişleri bakanlığını üslenen Condoleezza Rice, 7 Ağustos 2003 tarihli Washington Post gazetesinde yazdığı makalede: “Ortadoğu’da Türkiye dâhil 22 ülkenin sınırlarının değişeceğinden” bahsediyordu.
  • MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli 28 05 2023 tarihli konuşmasında: “Önümüzdeki günlerde çok şey değişecektir, her şey değişecektir. Öyle gözüküyor. İnşallah Türkiye değişmez” dedi.
  • ABD’nin Suriye-Lübnan Özel Temsilcisi ve Ankara Büyükelçisi Tom Barrack: “Güçlü ulus devletler bir tehdittir. Özellikle Arap devletleri, İsrail için bir tehdit olarak görülür” dedi. Barrack, “İsrail’in Suriye’yi kontrol eden güçlü bir merkezi devlet yerine parçalanmış ve bölünmüş görmeyi tercih edeceğini” de söyledi.
  • Bu arada AKP’li eski milletvekili Metin Külünk de “Türkiye Birleşik Devletleri kurulacak, Türkler cihana hükmedecek.” dedi.
  • Diğer bir AKP milletvekili Genel Başkan yardımcısı Ali İhsan Yavuz ise: “Biz Türk Partisi değiliz Türkiye partisiyiz.” Dedi.

Bütün bu konuşmaların lâf olsun diye boş yere söylendiğini sanmıyorum. Türkiye, tarihinde hiç olmadığı kadar çok kritik bir eşikte. Her şey Türk Milletinin azim ve kararlılığına bağlı.  Mustafa Kemal’in 21-22 Haziran tarihli Amasya genelgesinde dediği gibi ya: “Milleti yine milletin azim ve kararlılığı kurtaracaktır.” Ya da gerisini yazmak istemiyorum.

Bilge Kağan Yasası, En Eski Türk Anayasası “Töre”

  1. Tengri (yaratan) Tektir.
  2. Her kim ki, Tengri’den kut almak dilerse, başkasına yakarmasın.
  3. Bir İl(Ülke), bir Kağan, bir Tengri..
  4. Bir kına iki kılıç girmez. Bir hatun iki er alamaz ve bir budunda iki töre olmaz. Töre tektir. Töre kesin ve keskindir. Kim ki, töreye uya kutlanır. Kim ki, töreye kıya katlanır..
  5. Kimse töreden üstün değildir. Dirlik ve birlik için töre budur.
  6. Bir çoban sürüsünden, bir er ailesinden, bir Kağan budunundan sorulur.
  7. Her er eşine, atına, pusatına sahip çıkacak.
  8. Ana-babaya ve ataya tazim(saygı) duyulacak.
  9. Hısmına sarılacak, komşusunu gözetecek.
  10. Er kişi yalan söylemeyecek.
  11. Mal çalan, mülk çalan misliyle ödeyecek. Hesabı ya malıyla ya canıyla sorulacak.
  12. Kim ki, bir ırza musallat olursa, canından olacak.
  13. Her kim olursa olsun haksız, aldatıcı iş tutarsa hesabı hemen sorulacak.
  14. Cenkten beri duran ya da kaçan tamuya(cehennem) uçacak.
  15. Aman dileyene kılıç üşürülmeyecek, sığınana arka dönülmeyecek.
  16. Baş kaldıranın başı alınacak, hak isteyenin hakkı verilecek.
  17. Kimse kimseye üstünlük taslamayacak. Ne ak etin karadan, ne karanın kızıldan, ne kızılın sarıdan farkı olmayacak.
  18. Kin ve gururdan uzak olunacak.
  19. Mazluma merhamet, zalime azap duyulacak.
  20. Zayıfa, yaralıya, çocuğa ve kadına el kaldırılmayacak.
  21. Kızı isteyen Kağan da olsa, bey de olsa, kız istediğine verilecek.
  22. Gereksiz yere ağaç kesmeyeceksin, suyu kirletmeyeceksin.
  23. Bilmeyip de bildim demeyeceksin, bilene danışacaksın.
  24. Bugünün işini yarına bırakmayacaksın.
  25. Kusur görmeyecek, kusur aramayacaksın.
  26. Güçlüyken affet, zayıfken sabret.
  27. Yazgına asi olma.
  28. Yaptığın iyiliği unut, yapılan iyiliği unutma.
  29. Herkes adaletle iş görecek.
  30. Her ne edersen et, yargılanacağını her daim akılda tut.
  31. Milletine yaban kalma. İpeğin iyisine, sözün güzeline kanma, onlara boyanma.
  32. Kağan o dur ki, adaleti üstün tutsun, töreyi yaşatsın. Töre yok olursa, İl yok olur. İl olmazsa, budun kul olur.
  33. Ey Türk Oğuz beyleri, ey milletim işitin!
    “Üstte mavi gök çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe senin İlini ve töreni kim bozabilir?”
    (Bilge Kağan Yazıtı – 730
    Orhun Irmağı yakınları, Ötügen-Moğolistan)

Son Sözü Türk Milleti Söyler

Hepimiz barış istiyoruz. Ama barış devletler arasında olur. Teröristle barış olmaz.

İstenen barış, “teröristlerin silahı bırakması için” bizim ülkemizin kimliğinden, üniter yapısından, anayasal düzeninden taviz vermemizi gerektiriyorsa, bu barış değil, teslimiyettir.

Öcalan ile PKK ve uzantılarının temsilcileri açıkça ne istiyor?

İki veya üç ortaklı bir devlet istiyorlar… Sanki Türkiye Cumhuriyeti devleti terör örgütü karşısında ağır bir yenilgi almış gibi cüretkarlar.

Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’ınifadesiyle; “PKK terör şefleri bir yandan Türkiye’de anayasanın Kürtleri ayrı bir kurucu millet olarak tanımasını, Güneydoğu ve Doğu Anadolu’nun en azından özerk bölge olarak PKK yönetimine bırakılmasını, Türkiye’yi ise birlikte yönetmeyi talep ediyorlar.

Suriye’de ise PYD’nin bir özerk bölge olarak kalmasında ve Öcalan tarafından yönetilmesinde ısrarcılar. Bunun dışında her şey detay.

Cumhur ittifakı ise bunu Türk Milleti’ne nasıl kabul ettireceğini bilmiyor.”

Erdoğan sıkça “Türk- Kürt- Arap işbirliği” sözleriyle bu projeye zemin hazırlıyor gibi.

Bu taleplerin bazıları zaten 2009–2015 arası gündeme gelmiş, bazıları da hendek kalkışmasından sonra rafa kalkmıştı. Şimdi yeniden masaya konuyor. Ama masada ne eksik biliyor musunuz?

Anayasa 66. Maddede tarif edilen TÜRK MİLLETİ.

Halkın çoğu “etnik bölünmeye hayır” derken, bir avuç çevre “komisyon kurulsun, PKK talepleri konuşulsun, terör bitecekse egemenliğin kısmen devrine razı olalım” havasında.

Eğer TÜRK MİLLETİ sürecin dışına itilirse, bir sabah “özerklik oldu” haberini duyabiliriz.

Ama iş burada bitmez, milli refleks harekete geçer.

İYİ Parti Genel Başkanı Müsavat Dervişoğlu’nun dediği gibi olur:

“Egemenlik hakkına tecavüz edildiğinde Türk Milleti direnme hakkını kullanır.”

Devletimizin tapu senedi olan Lozan Antlaşması yerine Sevr şartlarını dayatanlara karşı, “Mondros Mütarekesine ve Sevr’e karşı ne yapıldıysa o yapılır. Bu millet darbeye karşı direndiği gibi ihanete karşı da direnecektir.”

Son sözü Türk Milleti söyler. Bu yüzden kimse Türk Milletine bir emrivaki yapmaya kalkışmamalıdır.

**********************************

Hem Dışarıdan Hem İçeriden

Keçecizade Fuat Paşa (1814-1868) nüktedanlığı ile de tanınan iki defa sadrazamlık, beş defa dışişleri bakanlığı yapmış bir devlet adamı idi.

“PKK ile 2. Müzakere Süreci” kapsamında olanlara baktığımda Keçecizade Fuat Paşa’nın III. Napolyon’a söylediklerini hatırlıyorum.

Keçecizade Fuat Paşa, Sultan Abdülaziz’in Paris gezisine Dışişleri Bakanı olarak katılmıştır.

Bir toplantı esnasında Fransa İmparatoru III. Napolyon, Fuat Paşa’ya “Süveyş Kanalı açılmalı, Girit, Osmanlılardan alınıp Yunanistan’a verilmeli, Kudüs’teki kutsal yerlerden Katoliklere ait olanların yönetimi Fransızlarda olmalı” gibi taleplerini sıralıyor.

İmparator, bu kadar ağır taleplerin karşılanmasına direnci kırmak için de aba altından sopa gösteriyor:

“Zaten bu sorunlar sizin için büyük bir dert… Yorgun omuzlarınızdan bunları atıp hafifleyiniz…”

Buna karşılık Fuat Paşa gülümsüyor ve hiç istifini bozmadan cevap veriyor: “Biz hâlâ çok güçlüyüz Kral Hazretleri. Tehditlere boyun eğmeyiz.”

İmparator bir kahkahadan sonra: “Yapmayın, devletinizin ne kadar zayıfladığını bütün dünya biliyor” diyor.

Bu tehdit karşısında, Fuat Paşa’nın verdiği şu cevap tarihe geçiyor:

“Haşmetmeab, üç yüz senedir, siz (yani dış devletler) dışarıdan, biz içeriden Devletimizi yıkmaya çalıştık ama yıkamadık. Bu güç hangi devlette var?”

Keçecizade gibi hazırcevap bir devlet adamının bu nükteli cevabı içinde büyük bir gerçeklik payı vardı. Dış güçlerin verdiği tahrip kadar, içeride düşmanla iş birliği yapan hainler ile gaflet ve dalaletle düşmanın emellerine hizmet edenlerin yaptığı yıkım da çok etkili olmuştur.

Osmanlı çok köklü kurumları olan bir devlet olduğu için yıkılması uzun sürdü. Ama içeriden ve dışarıdan gelen yıkıcı darbelere sonunda dayanamayarak yıkıldı.

****

Bu Fitneden Kime Fayda Çıkar?

Vaktiyle Osmanlı’da bir vezir, padişahın huzuruna çıkmış: “Hünkârım, ülkenin dört bir yanında fitne çıkıyor. Herkes kendi kuralını koymak istiyor.”

Padişah sormuş: “Bu fitneler dışarıdan mı geliyor içeriden mi?”

Vezir demiş ki: “Efendim, fitne dışarıdan geliyor ama içeridekiler “buradan bize bir fayda çıkar” diye gönüllü destek veriyor.”

Günümüz Türkiye’sine ait manzaraya bakıp soruyoruz: “Terörsüz Türkiye” denilen proje ile terörü bitirmek için mi uğraşıyorlar, yoksa koltuk hesabı ile başkalarının (dış güçlerin) planlarına kapı mı aralanıyor?

**********************************

Ders Almak Yok

Temel ile Dursun kayıkla Karadeniz’e açılmış. Fırtına çıkmış, kayık batmak üzere. Dursun bağırmış: “Temel, dua et, son duanı et!”

Temel başlamış: “Allah’ım ne olur beni kurtar, bir daha kötü iş yapmam, vergi kaçırmam, kimseye yalan söylemem…”

Tam o sırada kayık karaya oturmuş, Temel derin bir nefes alıp demiş ki: “Aman ha, Allah’ım! Şimdi yanlış anlama, şaka yapıyordum!”

Şaka gibi ama biz de Birinci Süreçten ders alıp, tövbe ettiklerini sanmıştık. Yanılmışız.

Birileri içeride “tatlı su barışçılığı” yaparken, dışarıda ABD/ İsrail ve AB destekli büyük proje tıkır tıkır işliyor.

Ülkemizin Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcılığı görevlerini yapmış bir parti genel başkanı (Ali Babacan) “terörsüz Türkiye projesinin” yüzde 5 başarı şansı olsa bile kayıtsız şartsız destekleriz” diyebiliyor. Yüzde 95 ihtimali olan projenin başarısızlığı durumunda, Birinci Süreçteki gibi PKK’nın neler kazanmış olacağını, ülkemizin neler kaybedeceğini hesap edemeyen zihniyetin benzeri devletimizi yönetiyor.

Biz hala “acaba şu komisyondan bir hayır çıkar mı?” “CHP bu komisyona üye vermeli mi?” diye tartışıyoruz. Teröristlerin ve onların kuklacıbaşılarının önerisi olan “komisyon” kurarak, “barış” ve “çözüm” geleceğini sananlarımız var.

Tarih ve son yıllarda Ortadoğu’da olanlar bize göstermiş olmalıydı ki, dış destekli “çözüm” girişimlerinin sonunda, bırakın barış gelmesini, haritalar değişir, milletler bölünür, halklar birbirine düşman edilir.