13.8 C
Kocaeli
Cumartesi, Kasım 8, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 19

Kemalizm

Geçmişinde faşizmin karasına iyice bulaşıp, bugün Yeni Dünya Düzeni’nin silahşorluğuna soyunanlar… Yıllarca “solculuk” oynayıp, bugün yükselen değer olarak gördükleri “neo liberalizm”in kucağına oturmakta hiçbir sakınca görmeyenler… Dünün dincileri, bugünün takiyecileri… Dönekler… Ruhunu ve kalemini kiralayanlar… Kısacası, çıkarları için her renge bürünebilen işbirlikçiler… Ve tabii Batılı dostlarımız!..
Normal şartlarda asla bir araya gelemeyecek bu zevat, konu Atatürk, Kemalizm ve Cumhuriyet olunca adeta etle-tırnak haline geliveriyor!.. Eminim dikkatinizi çekmiştir; son zamanlarda yine dışardan ve içerden yoğun bir saldırı kampanyası başlatıldı. Ancak bu kez çok daha cüretkâr ve akıl almaz düzeyde çarpıtarak! Saldırıların elbirliğiyle sahneye konulduğu zamanlardan birkaç örnek vermekte yarar var:
-Zamanın TBMM Başkanı, tam da Cumhuriyet’in 80. yıl kutlamaları öncesinde “Atatürk’e saygım var, ancak Kemalizm bitmelidir” diyordu mesela!
*
Tempo Dergisi şu dahiyane(!) soruyu ortaya atmıştı
-Kemalizm var mı? Atatürk aşıldı mı?
Bir o kadar dâhiyane yanıt ise bir köşe yazarından gelmişti:
-Kemalizm 1930’larda yer almış bir tarihi kategoridir!.. Atatürk ise vatanseverlik ve muasır medeniyetçilik gibi vazgeçilmez iki ilkenin temsilcisi olarak saygıyla benimsenmelidir”
*
Ne kadar açık değil mi; içimizdekiler ve dışarıdakiler aynı ortak paydada birleşiyordu: Özetlle;
-Atatürk’e tarihi kişilik olarak evet, Kemalizm’e yani Atatürk ilkelerine hayır!
*
İçimizdekiler ve dışarıdakiler niçin böylesine hırsla, kinle ve kararlılıkla Kemalizm’i yıkmaya, yok etmeye çalışıyordu peki?.. Bu sorunun yanıtını yıllarca önce sevgili Ahmet Taner Kışlalı vermişti:
-Bir din devleti kurmak isteyenlerin karşısındaki en büyük engel Kemalizm… Türkiye’yi etnik kökenlere göre parçalamak isteyenlerin önünde en büyük engel Kemalizm… Ve yeni mandacı, 2. Cumhuriyetçilerin önünde en büyük engel yine Kemalizm…
*
Emellerine Erişemeyecekler
İşte Batılısından işbirlikçisine, şeriatçısından etnik ayrılıkçısına tüm Cumhuriyet düşmanlarının Kemalizm’e karşı birleşmelerinin nedeni buydu!:
-Kemalizm’i yıkarak Mustafa Kemal’i yok etmek!..
*
Bu ülkenin aydınlık insanları, Kemalizm’in ilkelerini bıkmadan usanmadan anlatmalı:
-Kemalist Türk Devrimi, her şeyden önce bir Aydınlanma devrimidir. Türkiye Cumhuriyeti, her türlü ihanete karşın İslam coğrafyasında tek, dünya üzerinde ilk 20 devlet arasında ise bu o devrimler sayesindedir.
*
-Kemalizm’in ana fikri sürekli devrimciliktir. Çağdaş uygarlığa ulaşan yolda tutuculuğun, dogmaların amansız düşmanıdır.
-Kemalist Türk Devrimi din ya da ırk değil, dil-kültür birliği ile tarih bilinci üzerine inşa edilmiştir. Atatürk’ün yazdığı yurttaşlık kitabı şu cümle ile başlar: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.”

İşte Kemalizm’e bunun için saldırıyorlar. Bir türlü hazmedemedikleri Mustafa Kemal’i ve Cumhuriyet’i tam anlamıyla gömmeden asla huzura eremeyecekler… İşte Kemalistlerin tarihi görevi de tam bu noktada öne çıkıyor:
-O kafanın istediği huzur ortamını asla tattırmamak!

Özledim

Bazen niçin yaşadığımın girdabı içinde bocalamaktayım.

 Kimi zaman kendimi sorgulamaktayım; “acaba sorun bende mi” diye? Bu yüzden bildiğim “kendisini gerçekleştirmiş” insanların tanımını, ruh sağlığı tanımlarını, psikoloji ve sosyoloji lügatlerinde geçen tüm ilgili sözcükleri, tanımları gözden geçiriyorum.

Hatta Engin Geçtan’ın “Psikanaliz ve Ötesi”, “Normal ve Normal Dışı Davranışlar” kitaplarını ince ince tetkik ediyorum.

Doğan Cüceloğlu’nun, “İnsan ve İnsanlar” kitabındaki kendini tanıma testinden geçiyor, Üstün Dökmen’in, Küçük Şeyler’ini DERİNLEMESİNE TIRTIKLIYORUM…

Sonra da düşünüyorum, söz konusu kendim olduğumdan, tarafsız, objektif olmaya özen göstererek, temkinli şekilde hareket ediyor, nihayetinde ruh sağlığımın yerinde oluğuna kanaat getiriyorum.

Öyleyse sorun nedir?

Neden hayattan tat alamıyorum? Aslında gerçekleri bildiğim halde söylemeye dilim varmamakta. Çünkü içinde kendimi aradığım ortamda bir şeyler eksik. Ruhuma şevk veren manevi imgeler kayıp…

Yaşadıklarım, duyduklarım, hissettiklerim, arzu ettiğim tadı vermiyor nedense. Ruhum, tortusu kalmış yavan duyumsamalardan yorgun. İçimi nahoş suların terkibindeki kireç kaplamış sanki…

İnsana, türüne özgü özellikleri kodlayan; gerçek dostluğu, dürüstlüğü, vefayı, sevgiyi, hazzı, sıcaklığı, samimiyeti, tutarlılığı, dayanışmayı, paylaşmayı, yardımı, güveni, merhameti, paylaşmayı, güler yüzü, yaşama sevincini vb. özledim.

Bunları yaşayanlara, paylaşanlara, yansıtanlara gıpta ediyorum. Geçmişte örneklerini çokça görebildiğimiz bu hasletleri iştiyakla arıyorum.

Komşusundan gelen et kokusunu duyan, evladına bir parça istemek için giden, fakat “bu et size haramdır” cevabını duyduğunda, açıklamasını isteyen, “çucuklarım üç gündür aç, dayanamadım sokakta ölmüş bir eşekten keserek getirdim, size veremem” sözü karşısında gözleri yaşlanan, “bu yıl da bizim haccımız bu olsun” diyerek hac parasını komşusuna vererek, olanlardan bihaber olduğu için, binlerce özürler dileyen böylesi yürekleri özledim.

Sefere çıkan bir ordunun yorgun, aç, muhtaç bir ruh haliyle, savaşın getirdiği meşru toleransları bile kullanmadan,  uzun ve meşakkatli yolculuğa dayanamayarak; geçtikleri bağdan bir salkım üzüm koparıp yemek zorunda kalan, fakat ücretinin birkaç misli bir akçeyi asmanın dalına bağlayan askeri özledim.

Bağcının, bağından geçen askerlerin hiç zarar vermediğini anlayıp, asmanın dalındaki parayı gördüğünde, inanç farkını, hasım olma duygusunu bir kenara koyarak, böylesi askerlerin ödüllendirilmesini istemek adına padişaha koşmasındaki  “hakkı teslim” duygusunu özledim.

Durumu öğrenen hükümdarın; “ücretini bıraksa da izinsiz başkasının malını almak caiz değildir. Böyle bir askerle zafer kazanılamaz” diyerek o askeri ordudan geri göndermesindeki adaleti ve takvayı özledim.

Bir bayram sabahı Eyüp Sultan’daki uhrevi hava içinde cami avlusundaki şadırvandan su içen ak güvercinleri özledim.

İnsan yaşamı ile iç içe olan, taşlarındaki el emeğinin zarafeti ile içimizdeki ürpertilere nakış olarak korkularımızı kovan, servi ağaçları ile gerçek yaşamımızda bile göremediğimiz bir estetikle peyzaj mimarisinin en güzel örneklerini sunan, yaşam kadar gerçek olan ölümün ürkütücü havasını bertaraf eden, ahirete tatlı tebessümlerle köprü kuran cami avlularındaki kabristanları özledim.

Padişahlık kavramının zihinlerde bıraktığı zevk ve sefahat duygularının aksine, aylarca at sırtında çeşitli meşakkatlere katlanan,

 ölümü göze alarak çöllere dalan, niyetinin, takvasının, amellerinin mükâfatı olarak, Peygamber efendimizin(sav) bizzat çöle teşriflerini görerek, hürmetle atından inip, edeple takip ederek, ordusuyla Sina çölünü aşan,

 hutbede imamın iltifat olsun diye kendisine hitaben; “şerefül harameyn” demesine gönlü razı olmayan, müdahale ederek “hademül harameyn” dedirten, mukaddes emanetlere gereken değeri, ihtimamı göstererek pay-i tahta taşıyan, bu değerlerin bizlere ulaşmasına vesile olan ulu kumandanı özledim.

Vasiyetinde, kendisi ile birlikte sakladığı bir çekmecenin de gömülmesini isteyen Muhteşem Süleyman’ın şeyhülislamı, “bakmamız lazım caizse gömülsün” demesi üzerine açılan çekmeceden kendi fetvalarının çıktığını gördüğünde; “sen kendini kurtardın, benim halim nice olur” dedirten bir padişahın adaletindeki titizliği özledim.

Mukaddes değerler adına cihada bayram havasında giden, şehitliği en yüce bir makam olarak özümseyip, ölümle barışık yaşayan serdengeçtilerin, son nefeslerinde kendilerine verilen suyu içmek üzere iken bir başka yaralının “su “ demsine dayanamayıp “ona götür” diyen, suya kanamadan şehadet şerbetini içerek, arkadaşını kendine yeğlemesindeki merhameti, asaleti özledim.

Fakrı zaruret içinde, kendisinden daha donanımlı ve fazla olan düşmanla mütevazı silahları ile mücadele ederken, mevziden çıkarak hücum eden arkadaşının vurulmasını gören Anadolu evladının dayanamayarak yanındakilerin “gitme sen de vurulursun” demesine aldırmayarak, makineli tüfek yağmuru altında koşan; duru, temiz, yürekli vatan evladının arkadaşını kucaklamasındaki ahde vefayı, vurulan arkadaşının son nefesini verirken “geleceğini biliyordum” sözündeki minneti, teşekkürü, Çanakkale geçilmez destanına imza atan gizli kahramanları özledim.

Binlerce kere kendisinden miktar,  silah ve imkan bakımından üstün düşmana karşı korkmadan, yılmadan, dinlenmeden, tam bir teslimiyet içinde kendi vatanını koruma uğruna ölüme tebessümle karşı koyarken, vurulan düşman subayının feryatlarına dayanamayarak kurşun yağmuru altında koşarak kucaklayıp  sipere taşıyan Mehmet’teki merhameti, asaleti özledim.

Özledim…

İnsanlığı… vefayı… karşılıksız sevmeyi… hoşgörüyü… merhameti… affetmeyi…acımayı…kendimizle barışık olmayı… tebessümü… masumiyeti… sadeliği… mütevazılığı… vakarı… alçak gönüllü olmayı… bağışlamayı… hatırlamayı… paylaşmayı… “biz” demeyi…dayanışmayı…empati yapmayı… dostluğu… kin tutmamayı…

“Kim olursan ol yine gel” diyen gönülleri,

“Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil …”
diyen dilleri özledim.

Akbulutlara binerek giden güzel insanları… nadide günleri… Güzel olan her şeyi…

En çok da özlemeyi… ÖZLEDİM…

Sevgiyle kalın…

Anafartalar Zaferinin 110. Yılı Kutlu Olsun

0

Anafartalar Zaferinin Perde Arkası

‘Yaşamamaya karar verdim’

Tümen Komutanı olan Mustafa Kemal, Anzak Koyu’nun kuzeyinde küçük çaplı bir çarpışma yaşanan Balıktepe’ye (sonradan Halit-Rıza Tepesi) dikkat kesildi. Bölge, Sazlıdere üzerinden Conkbayırı’na doğal bir yaklaşma hattı sunuyordu. Türk savunmasının sağ kanadını tehlikeye atabilecek, hatta Conkbayırı-Kocaçimen hattını düşmana açabilecek stratejik bir anahtardı. Dr. Sabah bu önemi şöyle anlattı:

“Mustafa Kemal, bu tepenin bölgenin elde tutulmasını oldukça önemli bir mesele olarak görüyordu. Çünkü buradan yapılacak ani bir baskın, Türk savunma hattını çok zor bir vaziyete düşürebilirdi.”

Anafartalar Grup Komutanı Albay Mustafa Kemal

‘Ender Görülen Bir Öngörü Belgesi’

2 Haziran’da 19. Tümen’in sorumluluk alanı genişletildi. Sol kanat Merkeztepe’yi kapsayacak şekilde Gedikdere’ye, sağ kanat ise Büyük Anafarta Azmağı’na uzanıyordu. Bu, iki ayrı cephe demekti. Arıburnu cephesi: Düşmanın bütün kuvvetiyle yüklendiği sıcak savaş hattı. Ağıldere mıntıkası: Her an çıkarma yapılabilecek, boş bırakılırsa felaket getirecek bir bölge. Mustafa Kemal’in karargâhı iki hattı aynı anda göremiyordu. Karargâhını Düztepe kuzeyine taşıdı ama bu kez Arıburnu görüş alanından çıktı.

“Atatürk, iki yönlü bir saldırı ihtimalinde komutayı emniyetle sürdüremeyeceğini fark etti. Bu yüzden sürekli pozisyon değiştirerek hem cepheyi hem potansiyel çıkarmayı kontrol altında tutmaya çalıştı.” – Dr. İsmail Sabah

4-5 Haziran gecesi Bombasırtı’nda Anzak baskını, 57. Alay’ın siperlerinin geçici kaybıyla sonuçlandı. Mustafa Kemal, bizzat cepheye giderek duruma müdahale etti. Bu olay, genişleyen cephe hattının tehlikesini somut şekilde gösteriyordu. 8 Haziran’da Mustafa Kemal, Kolordu’ya resmi yazıyla başvurdu. Sazlıdere’den Anafarta Azmağı’na kadar olan bölgenin 19. Tümen sorumluluğundan çıkarılmasını istedi. Esat Paşa ise bu bölgenin bir taburluk kuvvetle tutulabileceğini söyledi. Mustafa Kemal’in cevabı netti: “Düşman fazla kuvvetlerini buraya çıkararak Conkbayırı-Kocaçimen hattını ele geçirmeye çalışacaktır. Sazlıdere bir ara hat değil, düşmanın ilerleyebileceği bir dere olarak dikkate alınmalıdır.”

“Bu, savaş literatüründe ender görülen bir öngörü belgesidir. Mustafa Kemal, iki ay sonra yaşanacak harekâtı neredeyse günbegün tarif etmişti.” – Dr. İsmail Sabah

Esat Paşa ve Kurmay Başkanı Fahrettin Bey, Mustafa Kemal’i ikna etmek için Düztepe’ye gitti. Arazide inceleme yapıldı. Fahrettin Bey, “Bu arazide ancak çeteler yürüyebilir” dedi. Mustafa Kemal ise yarım daire çizerek düşmanın ilerleme güzergâhını gösterdi. Esat Paşa gülerek omzuna dokundu: “Merak etme Beyefendi, gelemezler.”Mustafa Kemal, tartışmayı tek cümleyle kapattı: “İnşallah sizin takdiriniz gibi olur.”

2 Ay Öncekiyle Birebir Örtüşüyordu

Ağustos başında istihbarat, müttefiklerin saldırıya hazırlandığını söylüyordu. Ordu Komutanı Liman von Sanders, tehdidi Saros yönünde bekliyordu. Oysa İngilizler ‘Sarıbayır Harekâtı’ ile Atatürk’ün aylar önce işaret ettiği Sazlıdere hattından Kocaçimen-Conkbayırı’na yönelecekti. 6 Ağustos’ta saldırı başladı. Arıburnu’nda aldatma hücumlarıyla Türk birlikleri oyalanırken, asıl hedef Conkbayırı’ydı. Ağustos ayı başlarında müttefiklerin yeni bir saldırı gerçekleştireceğine yönelik istihbarat alınmıştı fakat Ordu Komutanı Liman von Sanders yine Saros’tan bir hareket beklemekteydi. İan Hamilton ise bu saldırıyı ‘Almanya’yı yıkacak manivelanın dayanağı’ olarak görmekteydi ve saldırıdan bir önce günlüğüne ‘çok uzun zamandır beklenen günün ucundayız’ diye yazdı. Dr. Sabah konuyla ilgili “Saldırı planı, Mustafa Kemal’in iki ay önceki raporuyla neredeyse birebir örtüşüyordu. Bu, askeri öngörü gücünün en çarpıcı kanıtı” dedi.

İngilizlerin Sarıbayır Harekâtı olarak isimlendirdikleri saldırı 6 Ağustos’ta başladığında olaylar tam da Mustafa Kemal Atatürk’ün öngördüğü ve anlatmaya çalıştığı gibi gerçekleşmekteydi. Arıburnu’ndaki aldatma saldırıları ile buradaki Türk birlikleri oyalanırken Tümgeneral Godley komutasında hücum kolları Kocaçimen-Conkbayırı hattını ele geçirmek için harekete geçmişti. Hareket ettikleri noktalardan biri de Sazlıdere idi. Avustralyalı gazeteci-yazar Alan Moorehead bu durumu ifade ederken, “İngilizler açısından önemli olan Kemal’in görüşlerini kabul ettirecek rütbede olmayışıdır” demişti.

Atatürk’ün öngörüsünde haklı çıktığını belirttiği satırlar

Atatürk ise Anafartalar Muharebatına Ait Tarihçe’de bu durumu şöyle ifade etti:

“Tasavvur ettiğim ve tasvîrine çalıştığım hasım teşebbüsâtı 6 Ağustos’tan itibaren aynen vâki olmaya başladığı zaman, iki ay evvel marûzâtımı takdîr etmemekte ısrâr edenlerin nasıl mütehassis olduğunu bilemem. Yalnız fikren hazırlanmamış oldukları harekât-ı hasmâne karşısında pek nâkıs tedbirlerle vaziyet-i umûmiyeyi ve vatanı pek büyük tehlikeye marûz bıraktıklarına vekâyi şâhid oldu.” (Tasarladığım ve gerçekleşeceğini önceden anlatmaya çalıştığım düşman harekâtı, 6 Ağustos’tan itibaren aynen gerçekleşmeye başladığında, iki ay önce sunduğum raporları dikkate almamakta ısrar edenlerin nasıl etkilendiğini bilemem. Ancak, zihinsel olarak hazırlıklı olmadıkları bu düşman saldırısı karşısında, yetersiz önlemlerle genel durumu ve vatanı çok büyük bir tehlikeye soktuklarına olaylar tanıklık etti.)

‘Türkler Çok İyi Bir Komutana Sahipler’

7–8 Ağustos’ta Conkbayırı’nın bir kısmı elden çıktı. Bu esnada kritik bir hadise yaşandı. Kurmay Başkanı Kazım Bey vasıtasıyla Mustafa Kemal Bey ile görüşen Liman von Sanders duruma dair görüşlerini sordu. Dönemin 19. Tümen Komutanı Atatürk ise, “Vaziyeti düzeltmek için bir an kaldığını ve bu anın da geçirilmesinden sonra bir felaketle karşılaşmanın pek muhtemel olduğu” cevabını verdi. Görüşme böylece sürerken “Başka çare kalmadı mı?” sorusu üzerine “Mevcut kuvvetlerin kendi emrine verilmesinden başka çare olmadığını” söyledi. “Çok gelmez mi?” karşılığını alınca “Az bile gelir” cevabını verdi. Bunun üzerine 8 Ağustos günü Liman Paşa kendisini Anafartalar Grup Komutanlığı’na tayin etti. 9 Ağustos’ta Anafartalar’a çıkan İngilizleri perişan eden Mustafa Kemal Atatürk, 10 Ağustos sabahı gerçekleştirdiği süngü hücumuyla Conkbayırı’na yönelen tehdidi bertaraf etti. Hatta bu hücumu yönetirken bir şarapnel parçası göğsüne isabet etti ve cebindeki saat sayesinde hayata tutunabildi. Bu harekât karşısında İan Hamilton günlüğüne “Türkler çok iyi bir komutana sahipler” diye yazmaktan kendini alamadı.

Atatürk’ün Anafartalar Grup Komutanlığı Görevini kemal-i iftiharla kabul ettiğini ifade ettiği satırlar

‘Vatanım Mahvolduktan Sonra Yaşamamaya Karar Verdim’

1918’de Ruşen Eşref’in, “Böyle ağır bir sorumluluğu nasıl kabul ettiniz?” sorusuna Atatürk, “Vatanım mahvolduktan sonra yaşamamaya karar verdiğim için kemal-i iftiharla bu mesuliyeti üstlendim” diyerek cevap vermiş, Anafartalar Muharebatına ait Tarihçe’de ise bu olayı şu şekilde anlatmıştı:

“Böyle, zulmet ve mübhemiyyet içinde tanımadığınız kuvvetlerle yeni bir işin –üç günden beri deruhde eden her kumandan ve kıt’anın mağlûbiyet ve perişânîsini intâc eden ve vatanın ya hayat veya ölümüne sebeb olabilecek mühim bir işin- başkaları tarafından başlanmış kanlı ve gâib edilmiş bir ma‘rekenin mes’ûliyetini deruhde etmek o kadar basît bir keyfiyet olmasa gerek. Fakat ben, kemâl-i iftihârla bu mes’ûliyeti kabûl ettim.” (Böyle, karanlık ve belirsizlik içinde, tanımadığınız güçlerle yürütülen bir işin –ki son üç gündür bu görevi üstlenen her komutan ve birliğin yenilgisi ve perişanlığı ile sonuçlanmış, vatanın ya kurtuluşuna ya da yok oluşuna sebep olabilecek kadar önemli bir işin–, başkaları tarafından başlatılmış, kanlı ve belirsiz bir savaşın sorumluluğunu üstlenmek öyle basit bir şey olmasa gerek. Ama ben, büyük bir gururla bu sorumluluğu kabul ettim.)

Dr. Sabah yaşananları, “Atatürk’ün kararlarının ardında askeri dehası kadar derin bir vatan sevgisi vardı. Onu farklı kılan, bu iki unsuru aynı anda sahaya yansıtabilmesidir” diyerek yorumladı.

10 Ağustos 1915 Conkbayırı hücumu, Çanakkale Cephesi’nde taktik bir başarının savaşın kaderini değiştirdiği en çarpıcı örneklerden biri olarak tarihe geçti. Mustafa Kemal, iki ay önceden tehlikeyi görmüş, üstlerini uyarmış, uyarıları dikkate alınmasa da harekete geçmek için hazır beklemişti. Ve o sabah, yalnızca bir tepeyi değil, bir milletin geleceğini savunmuştu./Fazilet Şenol

Kaynak: 10 Ağustos 2025,https://www.milliyet.com.tr/gundem/ataturk-2-ay-onceden-gordu-kaderi-degistirdi-zaferin-sir-perdesi-yasamamaya-karar-verdim-7423475

Alıntı: https://www.tarihistan.org/anafartalar-zaferinin-perde-arkasi/29442/

Öcalan Başkan Yardımcısı Olur mu?

Aranızda hiç mi siyaset bilimci yok? Hiç mi sosyolog yok?

Böyle sormuştum birkaç hafta önce. Soru sorarsanız ne olur? Cevap alırsınız diye mi düşünüyorsunuz? Tekrar düşünün. Soru sormanın karşılığında size haddinizi bildirirler. Hem de secili kafiyeli şekilde haddinizi bildirirler. Biz buna cevap değil küfür diyoruz ama onlar “sert cevap” diyorlar. Yetmezse “çok sert cevap” verirler. Herkesin ölçüsü kendine. Sert adamlar. Bir tek DEM ve Öcalan’a yumuşaklar.

Hatırlar mısınız? Şu sözü sık sık duyardık: “PKK’lı eşittir Kürt değildir”. Sonra HDP, DEM falan, o andaki adı ne ise onun PKK ile arasında mesafe koymasını, kınamasını isterdik. Denklem de doğruydu, talep de haklıydı.

İyi ki Öcalan var, DEM var

PKK eşittir Kürt değildir, DEM, terörle, yani PKK ile arasında mesafe koymalıdır söylemlerini bir tarafa koyunuz. Bir tarafta da bizim adı her ne ise şu anda içine düştüğümüz hâli. Bu ikisini lütfen bir karşılaştırır mısınız? Evet, bir zamanlar PKK ile Kürt eşit değildi. Fakat iktidarın şu andaki tutumu ile devlet eliyle PKK’nın Kürt’e eşitlendiğini görmüyor musunuz? Hadi o kendini fesh etmiş, yanlış konuşmayalım: “Kurucu Önder”in Kürtlerin önderi hem de kurucu önderi kabul edildiğini görmüyor musunuz? DEM Kurucu Önder’le arasına mesafe mi koydu? Nerde efendim. Tam tersine, DEM-Öcalan kankalığına şükrediyoruz. O yakınlık, o içiçelik olmasaydı “Terörsüz Türkiye” mümkün olur muydu? Hani biri vardı, Öcalan’ı paşa yapacaktı. O zamandan bugüne çok yol aldık. Acaba başkan yardımcısı mı yapsak? Lütfedip kabul eder mi?

PKK, tükendiği için, çaresizlikten mi silah bıraktı? Pişmanlıktan olmasın.

Öyle ya on binlerin kanı vardı elinde. Açıklamalar tam tersine işaret ediyor: Kurucu Önder ne diyor mealen: “Silahlı mücadelemiz hedefine ulaştığı için artık silaha gerek kalmamıştır. Silahı bu yüzden bırakıyor, silahlı gücümüz olan PKK’ye onun için fesh ediyoruz.” Bir nevi, düşman yenildiği için askerlerimizi terhis ediyoruz açıklaması. Hadi daha yumuşak ifade edeyim: Silah kullanarak siyasi hedeflere vardık, bundan sonra siyasetle aynı hedef için mücadeleye devam edeceğiz. Hiç pişmanlık, özür falan var mı bu sözlerde?

Galiba özür dilemek sonunda bize düşecek.

Başka vasıtalarla devam

Strateji biliminin kurucusu Carl von Clausewitz’in Savaş Hakkında (On War) kitabının ana fikrini bilirsiniz: Savaş, siyasetin başka vasıtalarla devamıdır. Bunun tersi de doğrudur. Öyle barışlar vardır ki onlar da savaşın siyaset vasıtasıyla devamıdır. Olan bundan ibarettir. Bu tahmin veya gizli bir plan falan değil. Açık açık söylenen budur. “Artık demokrasi mücadelemizi siyaset yoluyla sürdüreceğiz.” Söylenmeyen de şu: Suriye’deki 85 000 mevcutlu, eğitimli, ağır silahlı grup hâriç. Çok soruldu, Suriye’deki PKK ne olacak diye? Cevap geldi. “Silah bırakmak gündemimizde yok.” Buna cevaben çirkef diye küfretmek problemi çözmüyor.

Yoksa PKK itibarsızlaştığı için mi silah bıraktı? Mesela Diyarbakır’da? O Diyarbakır ki tam tarihini hatırlamıyorum, MHP, pek az farkla belediye seçimini kaybetmişti. Şu anda bırakın PKK’nın veya DEM’in itibarsızlaşmasını, bırakın MHP’nin (bu hâliyle bile) oy almasını, AKP, Diyarbakır’da geçen seçimde aldığı oyu bile hayalinde görür. Alırsa, o oyu verenlerden hesap sorulur. Ellerine sopa verilip hayvan gütmeye yollanırlar. İtibarsızlaşan Kurucu Önder ve DEM dışındaki herkestir. TC’dir itibarsızlaşan.

Burada kim var, kim var, kim var

Diyarbakır’da neredeyse belediyeyi kazanan MHP… Kürt ülkücüler. Onların 1970’lerde çıkardığı Kon Dergisi… Sonra ne oldu? Sonra iktidarın en tepesindekiler, kalkıp oturup şu konuşmaları yaptılar: Burada Kürt var, Türk var, Arap var, Çerkes var…

Dünyanın hiçbir yerinde devlet, vatandaşlarına dönüp, siz millet değilsiniz, siz bir ırklar karışımısınız diye nutuk atmaz. Mesela ABD Cumhurbaşkanı’nın, “Burada Amerikan var, İngiliz var, Alman var, Afrikalı var, Fransız var, Kızılderili var…” diye konuşacağını düşünebilir misiniz? Bunların hepsi vardır ama hepsi Amerikan’dır.

Siz Fransız başkanının halkına, “Burada Fransız var, Brötön var, Bask var, Oksitan var, Arap var…” diye konuştuğunu düşünebilir misiniz? Onlar vardır ama hepsi Fransızdır. Mitterand olmalı, bir başkanlarının dediği gibi, “Fransa’da sadece Fransızlar vardır.”

Milli birlik için ulus devletin söyleyeceği sadece tek söz vardır: Biz. Biz sözde Türkiye Yüzyılı’nda (Türk Yüzyılı değil ha!) bunun tam tersini yaptık, yapıyoruz: Onlar ve onlar ve onlar… Yani her biri için diğeri “onlar”.

Peki, “Biz”e, ne oldu? Türk milletine ne oldu? Siyasi İslamcı şöyle cevap verir: “Millet mi? Ne o? Millet, ümmet demektir. Milliyetçilik de ırkçılık demektir. Büyüklerimiz bize böyle öğretti.”

Milli Egemenlik Platformu Bildirisi

YÜCE TÜRK MİLLETİNE

Milletvekilleri göreve başlarken aşağıdaki gibi ant içerler: “Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve lâik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakatten ayrılmayacağıma; büyük Türk Milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim.’’ Bizler, çeşitli dönemlerde, Türk Milletinden yetki alarak, yasama ve yürütme organlarında görev yapmış ve yukarıdaki yemini etmiş bakan ve milletvekilleriyiz. Milli Egemenlik Platformu üyeleriyle, parti ve ideolojik mensubiyetlerimizi öncelemeyip bir kenara koyarak bir araya geldik. İktidarın “yeni bir anayasa” yapma girişimleri ve kamuoyuna yansıyan değişikliklerinin içerikleri hakkındaki endişelerimizi milletimizle paylaşmayı görev bildik. “Yeni anayasa ya da anayasa değişikliği” veya anayasanın maddelerinde değişiklik yapmayı teklif ve arzu edenlere, bizler gibi bu yemini etmiş olduklarını hatırlatıyoruz. Bugünkü TBMM üyeleri kurucu meclis üyeleri değildir. “Yeni bir anayasa’’ yapmak üzere de seçilmemişlerdir. Şayet anayasa maddelerinde değişiklik yapacaklarsa; mevcut anayasanın usullerine göre yapmaları yasal zorunluluk, ant içtikleri yemine bağlı kalarak yapmaları ise vicdani ve ahlaki zorunluluktur.

Türk Milletinin ve Devletinin kadim tarihine ve geleceğine aykırı olarak; bölücülüğe ve teröre tavizler verilerek, yargının Türk Milleti adına mahkûm ettiği katillerle ortaklaşarak, onların taleplerini karşılamak amacıyla “yeni anayasa” ya da anayasamızda değişiklikler yapma girişimleri TBMM’nin tarihine düşürülecek kara bir leke olacaktır.

Mevcut anayasaya ve yasalara uymayanların ‘’yeni anayasadan’’ murat ve amaçlarının ne olduğu milletimize açıkça anlatılmalıdır. 1982 yılından itibaren birçok maddesi sayısız kez değiştirilen anayasada hangi maddelerin, hangi gerekçelerle değiştirilmek istendiği ve değişiklik içerikleri derhal açıklanmalıdır.

Son mahalli seçimlerde ortaya çıkan tablo ve kamuoyu araştırmalarının sonuçları TBMM’deki iktidar blokunun sayısal çoğunluğuyla uyumlu değildir.

Bu yüzden TBMM’de oy çokluğu hatta şaibeli milletvekili transferleriyle ulaşılacak çoğunluk oylarıyla yapılacak anayasadaki değişiklikler toplumda karşılık bulmayacak, millet iradesini yansıtmayacaktır. Bu kabul edilemez. Şimdi milletvekili yemininde vücut bulan iradeyi, aklı ve kavramları bir kez daha hatırlatalım:

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu değerlerine ve devletin temel niteliklerine aykırı olacak değişiklikler asla kabul edilemez.

Devletimizin varlığını ve bağımsızlığını, Türk Milletinin birliğini tehlikeye düşürecek hiçbir değişiklik teklif dahi edilemez.

Vatan Türkiye’dir. Türk Milleti de anayasamızda ve Büyük Atatürk’ün tarifinde yer alan Türk Milletidir. Vatan ve millet bölünmez bir bütündür.

Egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir. Türk Milleti egemenliğini anayasanın koyduğu yetkili organları eliyle kullanır. Etnik ve dinî gruplar, sınıflar ve zümreler ortak edilemez.

Türk vatandaşlığını kabul eden ve özümseyen herkes Türk’tür, bireydir ve kanun önünde eşittir.

Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, laik ve sosyal hukuk devletidir. Bu niteliklerden vazgeçilemez.

Hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı tehdit altındadır. Adalete olan güven kaybının en önemli sebebi tek adam rejiminin kuvvetler ayrılığını fiilen ortadan kaldırmasıdır. Bunun sonucunda devlet ve yürütme organları ayrımı ortadan kaldırılmış, devletin bekası iktidarın sürdürülmesine bağlanmıştır

Eğitim ve öğretim Atatürk ilkeleri ve inkılapları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz

Partili Cumhurbaşkanlığı Hükumet sistemi yönetimde keyfiliğe dönüşmüş, devlet mekanizmasındaki denge ve denetim yok edilmiş, vatanın ve milletin kaderi tek kişinin iradesine terk edilmiştir.

Bu sistemi tahkim edecek değişiklikler ülkemizi dönüşü olmayan mecralara sürükleyecektir.

Halkımızın, siyasi, etnik ve inanç üzerinden ayrıştırılma çabaları, adalet duygusunu derinden zedelemiştir.

Yargının siyasi ve toplumsal muhalefete karşı sopa olarak kullanılmasının ancak otoriter rejimlere özgü bir uygulama olduğu gerçektir. Maalesef bugün toplumda şiddetle ve yaygın olarak kullanıldığı kanaati büyüyerek yerleşmektedir.

Bu şartlarda herkesin insan haklarından temel hürriyetlerden eşit şekilde faydalanma imkânı ve ülküsünden bahsetmek mümkün değildir.

Devlet yetkisini, devletin kurum ve organlarını kullananlar anayasa ve yasaları zorlayarak, toplumu kontrollü olarak germekten ve macera aramaktan vazgeçmelidir.

Ekonomik olarak dar boğaza düşürülen insanımızın, açlıkla mücadele eden emeklinin, enflasyona ezdirilen ücretlinin, üretemeyen çiftçinin, işini sürdüremeyen sanayicinin, beslenemeyen çocuklarımızın ve en önemlisi de yabancı elçiliklerin önünde gelecek arayan gençlerimizin ihtiyacı “yeni anayasa” değil hukuk devleti ve ADİL YÖNETİMDİR. EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ MİLLETİNDİR.

İ n a n ç

     İnanç hem nurdur, hem kuvvettir. Gerçek inancı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir. İnancın kuvvetine göre olayların verdiği sıkıntı ve baskılardan kurtulabilir. “Allah’a tevekkül ettim / O’nu vekil edindim.” der, hayat gemisinde tam bir güven içinde, hâdiselerin dağlar gibi dalgaları içinde gezer.

     Bütün ağırlıklarını, mutlak kudret sahibi olan Allah’a emanet eder. Rahatla dünyadan geçer. Kabir âleminde istirahat eder. Sonra ebedî saâdete girmek için Cennet’e uçabilir. Eğer tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları; uçmasına değil, belki aşağıların aşağısına çeker.

     Çünkü inanç, Sa’d-ı Taftazânî’nin tefsirine / açıklamasına göre: “Cenab-ı Hakk’ın istediği kulunun kalbine, cüz’-i ihtiyarının sarfından / kulun cüz’-i iradesini kullanmasından sonra bıraktığı bir nurdur.”

     Öyle ise iman, ezelî olan Allah’tan, insanın vicdanına ihsan edilen bir nur ve bir şua / ışıktır ki, vicdanın içyüzünü tamamiyle aydınlatır.

Hz. Muhammed’in  İnancı

     Resûl-i Ekrem, öyle bir iman / inanç sahibiydi ki, inancında fevkalâde bir kuvvet, kat’î bir kesinlik vardı.

     İnancı, mucizevî bir inkişaf ve gelişme göstermiştir. Cihanı aydınlatan pek ulvî / yüce bir itikat ve inanç sahibiydi.                                                                                                                                                 

     Fakat, o zamanın tüm fikir ve düşünce sahipleri, ruhanî reisleri O’na hepten karşıydılar!      

     Yine de bütün bunlara rağmen; O’nun kesin inancına ve kararlılığına, en küçük bir şüphe, tereddüt, zaaf ve vesvese verememişlerdir.

     Mâneviyat ve imanî mertebelerde yükselen başta Sahâbeler, tüm Evliyalar; O’nun her zamanki iman mertebesinden feyz, ilim ve irfan almışlar, O’nu daima en yüksek derecede bulmuşlardır.

     Bu durum açıkça gösteriyor ki, O’nun iman ve inancı bile emsalsiz ve eşsizdir.

Allah  Birdir

     Allah birdir. Başka şeylere mürâcaat edip / başvurup yorulma! Onlar karşısında alçalıp minnet çekme! Onlara yaltaklanıp boyun eğme! Onların arkasına düşüp zahmet çekme! Onlardan korkup titreme! Çünkü Kâinatın Sultanı birdir.

     Herşeyin anahtarı O’nun yanında. Herşeyin dizgini O’nun elindedir.

     Herşey O’nun emriyle halledilir.

     O’nu bulsan, her isteğini buldun;

     Hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun demektir.

Dün, Bugün ve Yarınların Hâkimi

     Hz. Allah, herşeye kadirdir. Hiçbir şey O’na ağır gelmez.

     Hiçbir şey, kudret dairesinin dışında kalamaz. Kudretine nisbeten zerreler ve yıldızlar birdir.

     Büyük küçük kadar kolaydır. Parça, bütün kadar kıymetlidir.

     En büyük, en küçük kadar kudretine göre rahattır.

     Küçük, büyük kadar san’atlıdır. Belki san’atça küçük, büyükten daha büyüktür.

     Bütün geçmişteki, kudretinin şaşırtıcı vak’a ve olayları;

     Şehadet / tanıklık eder ki, sonsuz kudret sahibi olan Allah,

     Gelecekteki bütün şaşırtıcı ve hayret verici şeyleri yapmaya muktedir ve gücü yeter mahiyettedir.

     Dünü getiren, yarını getireceği gibi, mâzîyi icat edip yaratan O Kudretli Zât;

     İstikbali / geleceği de icat eder ve edecektir.

     Dünyayı yapan O; hikmet ve san’atla yaratıcı olan Zât;

     Hiç şüphesiz âhireti de yapar ve yapacaktır.   

Küfür Fikir Değildir

Her fikir saygıdeğer midir? Bence hayır. İtiraf edeyim, okur yazarlıkta tekleyen birinin fikirlerine saygı duymak hiç içimden gelmiyor. Bence doğru da değil. Yazmasını bilmeyenin yazdıklarında fikir aramak boşuna bir çaba.

Sosyal medyada ve hatta bizim gazetenin internet nüshasının yorumlarında öyle yazılar var ki… Cümlelerin sonunda nokta yok, başında büyük harf yok. Demek ki cümle yok. Birkaç kelimede bir virgül koyup devam eden “yorumcular” var! Noktalama işaretinden sonra bir boşluk bırakmak yüksek lisans seviyesinde bir beceridir herhâlde. De, da’nın ayrılması… Hele de gereken “ki”lerin ayrı yazılması. Soru eki “mı” ve “mi”… Bunlar muhtemelen doktora, hatta profesörlük konusudur. Gerçi böyle hataları yapan profesörler de tanıdım. Onun için üzülmeyin. Ne de olsa acele yazıyorsunuz, mühim olan “fikir”, değil mi.

Cehaletini savunmak

Şimdi birkaç savunma var. Biri, “Acele yazdım.” Okur yazar insan acele de yazsa yavaş da yazsa böyle abuk yanlışlara düşmez. Hiç bozuk konuşanı taklit etmeye kalktınız mı? Hani eğlence olsun diye. Çok zor bir iş. Yanlış yazmayı taklit etmek de kolay değil. Noktadan, virgülden sonra ara tuşuna düşünerek basmazsınız ki. Az önceki “ki” de düşünülüp taşınılıp ayrılmadı. Okur yazarlar bunları şuur altından yapıverir. Okur yazardan kastım da ömründe hiç olmazsa birkaç kitap okumuş olmak. Belli ki yüce halkımızın çoğunluğu testlerde soru okuyup kutu karalamaktan okumaya, hele hele yazmaya pek vakit bulamıyor.

Bir başka savunma: Sen böyle ıvır zıvırı bırak da yazdığım fikre bak! Vallahi hiç kusura bakma. Cümlesinin nerede başlayıp nerede bittiğini fark etmeyen insanın sözde fikriyle vakit kaybedemem. Bırakın büyük harfi ve noktayı, de-da hatası gördüğümde bile yazara saygım bir çıt düşer.

Küfür fikir değildir

Bir de art arda slogan ve değer hükmü sıralamayı fikir sanan tipler var. Hatta art arda hakaret, aşağılama kelimeleri sıralamayı… Bunların kapsamı sosyal medyanın ötesinde. Bazı siyasi partilerin iletişimi de öyle. Hatta secili küfür ediyorlar. Seci, düz yazıdaki kafiyeli kelimelere denir. Mesela millet ile zillet kafiyelidir. Seci yapılabilir. Sonra devam edersiniz: millet, zillet, illet, rezalet, sefalet, hiddet, zulmet, bisiklet… Bisiklet’in ne ilgisi var diyeceksiniz. Aynen böyle yapıyorlar. Seci şehvetinden hiç ilgisiz kelimeleri de araya sıkıştırıveriyorlar.

Kulaktan doldurulup ağızdan veya klavyeden boşaltmak. Buna ithal bilgelik deniyor. Geçen gün bir “yorumcu” saymış: faşist, ırkçı, militarist, tek tipçi… Şimdi bu fikir mi? Yok düpedüz küfür. Benim cevabım ne olabilir: “Ben de senin!”

Yetmişli yıllarda “Bize faşist diyenin…” başlıklı bir yazı yazmıştım. Bu minval üzreydi. Ama daha sunturluydu. Rahmetli Nevzat Kösoğlu da o yazıyı iddianamesine aynı hakareti yazan meşhur işkenceci savcının gözünün içine bakarak okumuştu. Siz hayatınızda Türkiye’de “Ben faşistim, faşist!” diyen bir adam gördünüz mü? Ben görmedim. Bu kelimeyi sadece 11 yıl hocalık yaptığım ODTÜ’de o zamanın “devrimci gençler”inin ağzından duyardım. Millî demokratik devrim, yani ihtilal yapacaklardı ama nasip olmadı. O günlerde bunlar bize de okuldaki sosyal demokrat gençlere de “faşist” diyordu. Sonra Josef Stalin’in “faşist” tarifini okudum: “Komünist olmayan”. O halde kendi ideolojilerine göre haklıydılar ama söyledikleri hâlâ küfürdü, fikir değildi.

Fikir ve bilim kardeştir

Söylemek istediğim: Ne o “faşist” diyen iddianamede fikir vardır ne de benim öfke ile yazdığım “Bize faşist diyenin” yazısında. Ne de o art arda küfür ve klişe sıralayan “yorum” ve parti açıklamaları fikirdir.

Fikir yazısı, insanların dünyaya şimdiye kadar baktıklarından farklı bir açıdan bakmalarını sağlar. Veya bir yanlış bakışı düzeltir. “Öyle değil, böyle” der, dedikten sonra da “Çünkü…” diye devam eder. Yoksa sadece hayır demek de fikir değildir; tıpkı sadece evet demenin fikir olmadığı gibi. Belki doğru bir bakışın doğru olduğuna dair daha önce bilmediğimiz yeni deliller sunar. En basitinden de bir konu üzerine daha önce ileri sürülmüş fikirleri özetler, karşılaştırır ve hiç olmazsa o koleksiyon hakkında kendi kanaatini söyler. Bu fikir yazısı tarifim aslında bilim çalışmasının tarifine de yakın. Mesela doktora yönetmeliklerinde “bilim dünyasına yeni bir bilgi sunmak” mealinde ifadeler vardır. Bilim duyup okuduklarını tekrarlamak değil, insanlığın bilgi hazinesine daha önce orda olmayan yeni bilgiler eklemektir.

Yer, Gök ve İnsan

     Semanın / göğün sükûtu / sessizliği, durgunluk ve düzenliliği, intizamlı hareketi, genişliği

     Ve nuraniyeti / nurlu oluşu gösterir ki: İçinde yaşayanları, yerdeki yaşayanlar gibi değiller.

     Belki içindeki bütün varlıklar itaatli olup, birbirleriyle uyum içindedirler.

     Ne emrolunsa onu, hemen yerine getirirler.

     Birbirlerine engel olacak bir durum arzetmezler.

     Çünkü gök geniş; göktekilerin yaratılışları temiz, kendileri mâsum, makamları sâbit.

     Yerde ise, zıtlar toplanmış; şer ve kötü olanlar iyilere karışmış!

     İçlerinde münakaşa ve tartışmalar olageliyor!

     Bu yüzden, aralarına ihtilâf ve ızdıraplar düşmüş.

     Bundan da imtihan, müsabaka ve yarışlar kendini gösteriyor!

     Böylece yükseliş ve düşüşler ortaya çıkmakta.

     Bütün bunların hikmeti, yâni vermek istediği fikir şudur:

     İnsan, yaratılış ağacının en son parçası olan meyvesidir.

     Bilinen bir husustur ki, bir şeyin meyvesi;

     En uzak, çok yönlü ve çok nâzik, en önemli kısmıdır.

     İşte bunun içindir ki, âlemin meyvesi olan insan;

     Çok kabiliyetli, sözünde mâhir, yine de en âciz, en zayıf ve en lâtif / hoş bir kudret mucizesidir.

     Nitekim insanın; beşiği ve meskeni hükmünde olan yer;

     Göğe göre maddeten küçüklüğüyle beraber;

     Mânen ve san’atça bütün kâinatın kalbi, merkezi,

     Bütün san’at mucizelerinin sergisi,

     Allah’ın bütün isimlerinin; tecellî ettiği, aksettiği ve görüntülerinin mazharı / zuhur ettiği alan.

     Aynı zamanda yer; mihrak / hareket noktası,

     Sonsuz Rabbanî faaliyetin haşir neşir olduğu, yansıdığı mahşer ve mekân.

     Hadsiz İlahî Yaratıcılığın, özellikle bitkilerin ve hayvanların

     Özellikle çeşitli, küçücük nev’lerinde; cömertçe icadın yer aldığı çarşısı;

     Pek geniş âhiret âlemlerindeki san’atlı yaratıkların,

     Küçük mikyasta örneklerinin bulunduğu yer.

     Ebedî dokumaların sür’atle işliyen tezgâhı.

     Sermedî / ebedî manzaraların hızlıca değişen taklit yeri.

     Daimî bostanların tohumcuklarının,

     Sür’atle sünbüllenen dar ve geçici tarlası ve terbiyegâhı.

     Arzın bu mânevî azamet ve büyüklüğünden

     Ve san’atlı oluşunun önemindendir ki, Kur’an-ı Hakîm;

     Göklere nisbeten, büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı / yeri;

     Uçsuz bucaksız göklere denk tutuyor.

     Onu bir kefeye, gökleri ise, diğer kefeye koyuyor.

     Tekrar tekrar: “Rabbü’s-semâvâti ve’l-ardı” / “Yer ve Göklerin Rabbi.” diyor.

     Hem yerin; şu zikredilen hikmetlerden doğan sür’atli değişimi

     Ve devamlı başkalaşması gerektirir ki, 

     Üzerinde yaşayanlar da ona göre değişime uğrasınlar.

     Hem şu sınırlı arz; hadsiz kudret mucizelerine mazhar olduğundandır ki,

     En önemli sâkinleri olan insan ve cinlerin kuvvetlerine,

     Sâir canlılar gibi fıtrî bir had ve yaratılıştan bir kayıd konulmadığı için,

     Nihayetsiz ilerleme ve yükselişe ve sonsuz düşüşe maruz kalmaktadırlar.

     Enbiyadan, Evliyadan tut, tâ Nemrudlara, tâ Şeytanlara kadar

     Uzun bir imtihan meydanları meydana çıkmıştır.

     Madem öyledir, elbette fir’avunlaşmış Şeytanlar;

     Hadsiz kıvılcımlarıyla göklere ve ehline taş atacaklar.