13.8 C
Kocaeli
Pazar, Mayıs 11, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 19

Muhalefetsiz Demokrasi

TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Ömer Aras’ın, “sistem çöktü” diyerek, iktidara ve Cumhurbaşkanlığı Sistemine yönelik eleştirileri arkasından hemen soruşturma açıldı. Soruşturma için “yargılamayı etkilemeye teşebbüs ve gerçeğe aykırı bilgiyi yayma suçları” gerekçe gösterildi.

Aras “Kayyım uygulamaları, bir siyasi partinin genel başkanının tutuklanması, bir Büyükşehir Belediye Başkanının konuşmalarından hemen sonra açılan soruşturmalar, bilirkişi görüşmesini yayınlanan gazeteciler hakkında gözaltılar ve tutuklama, teğmenlerin ordudan ihracı gibi olayların toplumda endişe yarattığı ve güveni sarstığını” söylemişti.

Buna Adalet Bakanı, AKP Sözcüsü başta olmak üzere iktidar kanadından ve hatta hasta yatağındaki Devlet Bahçeli’den sert eleştiriler geldi.

Benim TÜSİAD yöneticilerinin mesajlarından anladığım “hukukun üstünlüğü ilkesinin korunması ve yargının her türlü dış etkiden bağımsız olması gerektiği, ekonominin iyileşmesi için demokratik kurum ve kuralların işletilmesi gerektiğine” dair uyarılardı. Ülkemizdeki ekonominin en önemli aktörlerinin bu konularda görüş beyan etmesi iktidar kanadını neden böyle rahatsız etti bilemiyorum.

************************************

Muhalefetsiz Olmanın Maliyeti Ağırdır

Toplumun önünde görünen muhalif görüşlü kişi ve kurumların üzerine baskılar yoğunlaştı. “Yargı sopası” korku iklimi yaratır hale geldi. Bunlar demokratik sistemin temel taşlarından muhalefeti susturmak amacını mı taşıyor?

Bu soruya “evet” cevabını veremiyorum. Çünkü bizi yönetenler bunun maliyetinin ne kadar ağır olduğunu bilebilecek durumdadır.

İktidarın denetlenmesi, yanlışlarının ortaya konulması ve alternatif politikaların geliştirilmesi açısından muhalefetin önemini göz ardı ediyor olabilirler. Dış baskılara karşı iktidarın direncini artırmak için güçlü bir muhalefeti bahane göstermek gururlarına dokunuyor olabilir.

Ancak, demokratik görünümlü olsa da iktidar ve yargı gücü kullanılarak muhalefetin zayıf ve etkisiz hale getirildiği ülkelere yabancı sermaye gelmez. Yerli sermaye de kendini güvende hissedeceği ülkelere kaçmaya çalışır.

Dünyanın her yerinde otoriter eğilimler taşıyan hükümetler, muhalefeti susturmak ve kendi güçlerini pekiştirmek için benzer stratejiler kullanırlar: Medya organlarını kontrol altına almak, muhalif liderleri hapse atmak veya muhalif sesleri susturmak gibi.

“Muhalefetin zayıf olduğu bir sistem, toplumsal kutuplaşmayı da artırabilir. İktidar, kendi görüşlerine karşı olanları düşman olarak gösterebilir ve toplumda derin yarılmalara yol açabilir.”

Böyle ülkelerde iktidarlar, üzerinde yeterli denetim ve dengeleme olmadığı için, yolsuzluk yapma ve kamu kaynaklarını kötüye kullanma konusunda daha cesur olurlar. Bu durum, kamu kaynaklarının etkin ve adil bir şekilde kullanılmasını engeller. Bu ise toplumda adalet duygusunu ve güveni azaltır, yoksulluğa yol açar.

Mademki, “demokratik bir hukuk devletiyiz, kuvvetler ayrılığı var” iddiasındasınız ve “bağımsız ve tarafsız bir yargıya güvenin” diyorsunuz, bırakın insanlar düşünce ve inançlarını rahatça açıklasınlar.

Sağlıklı bir demokrasi için halkın katılımını ve eleştirel düşünceyi engellemeyin, teşvik edin.

************************************

Modern Çağda Baskı ve Sansür

Şu cümleleri Nobel ödüllü bilim insanları Daron Acemoğlu ve Simon Johnson’un “İktidar ve Teknoloji” adlı kitabından aldım:

“Demokrasi olmadığında karşıt güçlerin oluşması da güçleşir. Elit bir kesim, baskı ve propaganda araçlarını etkili bir şekilde kullanabildiği ve siyaseti tamamen kontrol altında tuttuğu zaman, iyi organize olmuş, anlamlı bir muhalefet oluşturmak zordur.

Bu yüzden Çin’de güçlü bir muhalefetin yakın zamanda yükselmesi mümkün gözükmüyor. Özellikle de Komünist Parti’nin giderek daha etkili kullandığı sansür ve yapay zekâ tabanlı gözetim sisteminin gölgesi altında bu çok zor. ABD ve Batı dünyasının büyük kısmında da karşıt güçlerin canlanması umutları giderek azalıyor.”

Görünen o ki ülkemizde yakındığımız bir çok olumsuzluk diğer ülkelerde de var.

Özellikle dijital çağda sosyal medya platformları ve internet, propaganda ve dezenformasyon için etkili araçlar haline geldi. Otoriter eğilimli iktidarlar, bu araçları kullanarak halkı manipüle edebiliyor ve muhalefetin etkisini azaltabiliyorlar.

Yapay zeka destekli teknolojilerin sağladığı bir çok faydaların olduğu muhakkak. Fakat büyük veri ve yapay zekânın birleşimiyle ortaya çıkan gözetleme teknolojilerinin bireysel özgürlükler ve mahremiyet üzerinde oluşturduğu tehditler endişe yaratıyor. Yapay zekâ bireylerin konumunu, iletişimlerini ve alışkanlıklarını izlemek için kullanılabiliyor.

ÇİN yapay zekâ ve büyük veri destekli gözetleme ve izleme teknolojilerinin geliştirilmesinde ve uygulanmasında öncü ülke durumunda. 

Çin’in bu alandaki yatırımları, yalnızca iç güvenliği artırma amacı taşımıyor. Aynı zamanda vatandaşların davranışlarını denetleyerek toplumsal kontrolü sağlamayı hedefliyor. Bu durum bireysel mahremiyet ve özgürlükler üzerinde ciddi olumsuz etkiler yaratmakta.

Uzmanlar Çin’in “geniş çaplı veri analizi ve yapay zekâ temelli öngörü sistemlerinin” politik kontrolü artırmayı da mümkün kıldığını söylüyor.

************************************

Sansürün İçselleşmesi

“2010’larin sonlarına gelindiğinde eğitim sistemi, dijital sansür ve propaganda sonucunda, Çinli gençler arasında hükümete sorgusuz sualsiz destek ve eleştirel haber ve görüşlere kulakları kapama çok yaygın hale geldi. Yapay zekâya yapılan büyük yatırımların ardından, Çin Güvenlik Seddi, Çin platformları ve işyerlerinde toplanan verilerin tümünü 24 saat gözetim altına almış oldu. Böyle bir ortamda, Çinli üniversite öğrencileri erişebiliyor olsalar bile yabancı medya kaynaklarına erişmek istemediler.”

“Batı kaynaklarında Çin hakkında güvenilir bilgi olmadığına dair okullarda ve Çin medyasında kendilerine aşılanan propagandaya öyle ikna olmuşlardı ki, artık onları sansürlemeye ihtiyaç kalmamıştı. Çünkü sansürü zaten içselleştirmişlerdi.”

Bizde de, Aldous Huxley’in “kitap yasaklamaya gerek kalmayacaktı, çünkü zaten kitap okuyan kimse kalmayacaktı” diye tanımladığı sansürün içselleşmesi durumu gerçekleşiyor olabilir mi?

Muhalif medyayı yasaklamaya lüzum kalmadı, çünkü kendi taraftarları zaten izlemiyor, izlese de bu kaynaklardan öğrendiklerine inanmıyor.

Diğer bir kesimde de sanki felsefeci Hannah Arendt’in öngördüğü durum ortaya çıkıyor: “Yanıltıcı bilgi ve propaganda bombardımanına tutulan insanlar hiçbir habere inanmaz olurlar. Hatta daha da kötüsü olabilir. Sosyal medyalarına sıkışıp kalmış, güçlü duyguların girdabına kasten kaptırılan, öfke nöbetleri içindeki insanlar, içinde yaşadıkları topluluklardan ve demokratik söylemlerden kopabilirler.”

Mazlumların Lâneti

                Tarihimiz nice mazlumların katledilişine şahittir ki bunlardan birisi olan Nesimi: aldığı tasavvuf eğitimi dolayısıyla görüşleri yöneticileri rahatsız etmeye başladığında, takip edilmiş ve Mısır Çerkez kölemenleri hükûmdarı El-Müeyyed Şeyh’in emriyle Şam’da derisi yüzülerek öldürülmüştür. Cesedinin bir hafta halka gösterildiği, ayrıca öldürüldükten sonra derisini omzuna alıp 7 kapıdan aynı anda çıktığı rivayet edilir. Ama ölümünden bu yana en yanık türküleriyle adı dillerde dolaşır.

                Pir Sultan Abdal: 16’ncı yüzyılda yaşayan Halk şairinin Asıl adı Haydar’dır. Yaşantısının büyük bölümü, Sivas ilinin Yıldızeli ilçesine bağlı Banaz köyünde geçti. 16’ncı yüzyılın ikinci yarısında Sivas çevresinde boy gösteren Alevi-Bektaşi kökenli ve İran yanlısı mezhep olaylarına karıştığı gerekçesiyle. Sivas Beylerbeyi Deli Hızır Paşa tarafından Pir Sultan astırıldı. Onun da Nesimi gibi bugün türküleri dilden dile dolaşmaktadır.

                Hallac-ı Mansur: Tasavvufi görüşleri ve özellikle “Enel Hak” (ilah benim) ifadesi nedeniyle büyük tepki çekmiştir. 922 yılında Abbasi Halifesi el-Muktedir’in emriyle tutuklanmış ve Bağdat’ta yargılanmıştır. Hallacı Mansur, yaptığı savunmalarda görüşlerinin tasavvufi anlamlarını açıklamaya çalışsa da, mahkeme tarafından suçlu bulunmuş ve ölüm cezasına çarptırılmıştır. Hallacı Mansur, Bağdat’ta halka açık bir alanda işkenceyle öldürülmüştür. Önce kırbaçlanmış, ardından uzuvları kesilerek infaz edilmiştir. En sonunda idam edilerek cansız bedeni yakılmış ve külleri Dicle Nehri’ne atılmıştır. Hallac’ın türbesi Bağdat’tadır. Hallacı Mansur’un trajik ölümü, İslam dünyasında derin izler bırakmış ve onun mistik öğretileri yüzyıllar boyunca tartışılmaya devam etmiştir. Eserleri ve düşünceleri, hem tasavvuf çevrelerinde hem de İslam düşünce tarihinde önemli bir yer tutmaktadır. Birçok İslam ülkesinde türbeleri vardır. Bunların hepsi makamdır. Yedi adet olduğu söylenen bu türbelere Hallac-ı Mansur makamı denmektedir. Çanakkale’nin Gelibolu ilçesinde bulunan türbe de bu yedi makamdan biridir.

                Dreyfus Davası: İnsanlık tarihinin büyük dramlarından biri tarihe Dreyfus Davası olarak geçer. 1894-1906 yılları arasında, Fransız kamuoyunda büyük çalkantıya neden olan, hukuka aykırı bir siyasal skandal olan bu davadan kısaca söz etmemiz gerekirse:

                Fransız Haberalma Servisi, Paris’teki Alman askeri ataşesinin kâğıt sepetinde yaptığı bir araştırmada, Fransız milli savunmasına ait gizli belgelerle ilgili imzasız bir yazı bulunduğunu açıklar. (hafızamızı biraz kurcalayacak olursak bu imzasız kâğıtlara bizim de aşina olduğumuzu hatırlayacaksınız.)

                1894’te bu imzasız kâğıttaki yazının, el yazısına benzerliği iddiasıyla Fransız ordusunda subay olan Yahudi asıllı Dreyfus suçlanır. Genelkurmay Askeri Mahkemesi’ne gönderilen Dreyfus, kendisine gösterilmeyen belgelere dayanılarak ömür boyu hapisle cezalandırılır ve bir adaya sürgüne gönderilir.

                Ünlü Fransız yazar Emile Zola, konu üzerinde inceleme yapar ve 4 yıl sonra 1898’de Fransız Cumhurbaşkanı’na hitaben “Suçluyorum!” başlığıyla bir mektup yayımlar. Zola, bu açık mektubunda, Dreyfus’u kanıt olmaksızın mahkûm ettiği için Genelkurmay Askeri Mahkemesi’ni ağır bir dille suçluyordu. Dava kamuoyuna yansıdı. Bu suçlayıcı açıklaması nedeniyle bu kez yazar Emile Zola bir yıl hapis ve 3000 frank para cezasına mahkûm edildi. Ancak Zola’ya verilen bu hapis cezası Fransız kamuoyunu ikiye böldü. İnsan hakları, kişisel özgürlük savunucuları, solcular, demokrat aydınlar bir yanda, “vatanın yüksek menfaatlerini” düşünenler öte yanda yer aldılar.

                Kamuoyunun baskısı sonucu Dreyfus’u suçlayan belge bilirkişi heyetine gönderilir ve Dreyfus davasının omurgasını oluşturan, suçlayıcı, imzasız belgenin sahte olduğu ispatlanır. Bu sahte belgeyi düzenleyen Albay Henry baskılara dayanamayıp intihar eder. Yargıtay, davanın yeniden bakılmasına karar verir. 1899’da Dreyfus, Harp Divanı’nca yeniden yargılanır. Yargıtayı tarafından Dreyfus’u mahkûm eden ilk karar iptal edilir. Dreyfus aklanır, yeniden orduya alınarak “Legion D’honneur” nişanı ile ödüllendirilir.

                M.Ö. 400 yıllarında Atina’da yaşamış olan ünlü filozof Sokrates: kullandığı diyalektik metotla ve soru sorarak insanların gerçek bilgiye sahip olmadıklarını kanıtlıyordu. Nesnel düşünceye ulaşmayı sağlayan yolun insanın kendi aklı olduğunu savunuyordu.

                Gelenekleri sarsmak, sitenin tanrılarından farklı tanrıları yüceltmek ve gençliği yoldan çıkarmak suçlamasıyla hakkında dava açıldı. Kurulan özel mahkemede yargılandı, ama düşüncelerinden ödün vermedi, sonunda ölüme mahkûm edildi. Baldıran zehrini içerken, başı dik olarak ölümü soğukkanlılıkla karşılayan Sokratesi bugün 2400 yıl önce mahkûm eden mahkeme olumsuz bir biçimde yargılanıyor ama Sokrates aklın terazisinin öne çıkarılması bağlamında taçlandırılıyor.

                Galileo’nun yargılanması: Kuşkusuz, insanlık tarihine geçen bir başka büyük dava, ünlü İtalyan fizikçi ve astronom Galileo Galilei’nin yargılandığı davadır.

                Galilei, dünyamızın sanıldığı gibi evrenin merkezi olmadığını, tersine uzaydaki yıldızların güneşin çevresinde dolandığını gösteren bilimsel kanıtlar ortaya koydu. Herkesin anlaması için Latince değil, İtalyanca yazdığı ‘Konuşmalar’ adlı kitabında bu konuları işledi… Ama kutsal kitap İncil’in dediklerine ve dinsel dogmalara karşı çıktığı ve “Dünya Güneş’in etrafında dönüyor, Güneş, Ay ve yıldızların tüm evrene hizmet etmekten başka işlevleri yoktur” dediği için, 1633 yılında “din dogmalarına karşı geldiği” gerekçesiyle Papalık tarafından özel olarak kurulan Roma Engizisyon Mahkemesi’nin önüne çıkarıldı.

                Roma Engizisyon Mahkeme Kurulu özel giysileriyle kürsüde yerlerini almıştı. Galile, savunmasında “beden sağlığının acınacak durumda” olduğundan ve yaşlılığından söz etti. Bu durum, bütün dünya ansiklopedilerinde şöyle betimleniyor:

“Roma Katolik Kilisesi’nin müthiş gücü 69 yaşındaki ihtiyar Galilei’ye karşı mevzilenmişti.”

Engizisyon mahkemeleri çok gaddardı. Zaman da çok zalimdi, diri diri yakılma kararlarını göz kırpmadan veriyorlardı.

İşkence ve diri diri yakılma tehdit ve baskısı altındaki ünlü âlimden, uğruna ömrünü harcadığı “Dünya’nın Güneş çevresinde döndüğü” yolundaki düşüncesini reddetmesi isteniyordu.

Sonunda Galilei, diri diri yakılmaktan kurtulmak için diz çökerek “biat” etmek zorunda bırakıldı.

1633 yılında sadece 20 gün süren davada Galilei, yargıçlar önünde diz çöküşten doğrulurken, ayağını sessizce yere vurmuş ve “Eppur, si muove!” (Ama yine de Dünya dönüyor) demişti.

Biat ettiği için diri diri yakılmaktan kurtuldu. Ömür boyu hapse mahkûm oldu, Büyük Dünya Sistemi Üzerine Konuşmalar adlı eseri yasaklandı ve yakıldı.

Ama ne değişti? Bugün o Engizisyon Mahkemesi lanetle anılıyor, Galilei ise dünya bilim tarihinin en üst noktasında yaşıyor.

***

                Bütün bunları anlatmamdaki maksat, tarihten hiç ders alınmamış gibi bugün geçmişteki haksızlıklara rahmet okutan olaylara şahit oluyoruz.

                Gün geçmiyor ki haksız yere siyasiler, toplumun ileri gelenleri, gazeteciler tutuklanıyor. İnsanlar meraklanıyor acaba yarın sıra kime gelecek?

                Göstere göstere kayırmacılık(Nepotizm)…Hâkim ve savcı atama kuraları siyasetin gölgesinde Beştepe’de çekiliyor. Orada Kura çekiminin devam ettiği anlarda AK Parti Grup Başkanvekili Özlem Zengin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a dönerek: “Sayın Cumhurbaşkanım, kurada hemen göremeyeceğiz ama yeğenimin de adını telaffuz etmek istiyorum. Benim yeğenim hiç olmazsa bir selam versin size. Kurada da adını görürüz. Arif Dağhan, Arif’ciğim neredesin? Biraz sonra yerini öğreniriz. Çok teşekkür ediyorum Sayın Cumhurbaşkanım.” Memlekette işsizlik tepe yapmışken, birçok okumuş gencimiz yurtdışına gitmek için yabancı konsolosluklara müracaat ederken, mülâkatlarda hak edenler elenirken, hatta bazı gençler yapılan haksızlıklara dayanamayıp intihar ederken, milletin gözünün içene baka baka böyle bir şey olacak iş değil… tuzun koktuğu yerin merkezindeyiz.

                Avustralya’da bir bakan öğle yemeğine makam aracıyla gittiği için memlekette kıyamet kopuyor. Ve o bakan halkından özür dileyerek aracın yakıt masrafını ödüyor ve istifa etmek zorunda kalıyor. Bizimkiler ise Cuma Namazına dahi makam aracı ve koruma ordusuyla gidiyorlar. Bu fakir milletin parasını harcadıklarının farkında bile değiller.

                İnsanımız makam sahibi olduklarında egosuna ve zaaflarına yeniliyor. Davası olmayan davacıların, memleketin asıl davası onların oyuncağı haline geliyor. “Yerli ve Milli, Ezan susmaz Bayrak inmez” kof slogan milliyetçiliği bunların tek sığınağı.

                Ve mazlumlar haykırıyor hep bir ağızdan: “İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizleri helak eder misin Allah”ım!” A’râf Suresi / 155

Gönül Yoldaşımız Kadın

Anaerkil bir yapı içeren Türk toplumlarında hakanların boyun eğdiği kadın anadır, kadın liderdir, kadın güçtür ve kadın devlettir İslam öncesi ve sonrası toplum yapısının dinamiklerinde

Bir gönül ehlinin kadını adeta ilahlaştırarak şiirleştiren tasvir ini izleyelim:
Altıncı gün dolmak üzereydi
Ve Tanrı hala kadını yaratıyordu.
Bir melek çıkageldi.
Tanrı’ya;

  • Ötekini, erkeği çok daha çabuk yaratmıştın, buna niye bunca zaman ayırıyorsun?
    diye sordu.
    Tanrı yanıt verdi:
  • Çünkü buna çok değerli, çok farklı özellikler katıyorum.
    Dedi.
  • Örneğin yüzlerce parçadan oluşturuyorum.
    Ama yine bir bütün olmasını sağlıyorum.
    Bu yarattığım bir çok çocuğa aynı anda sarılabilmeli,
    Dünyanın her yerindeki çocukları kucaklayabilmeli.
    Düşen bir çocuğun kanayan dizini de,
    Yaralı bir yüreği de iyileştirebilmeli..
    Melek sordu:
  • Kaç eli, kaç kolu olacak?
  • Sadece iki.
  • İki el, iki kolla mı yapacak bu dediklerini…
  • Hepsi bu değil…
    Kendi yaralarını da kendi sarabilecek.
    Ayrıca günde 18 saat çalışabilir durumda olacak…
    Melek yaklaşıp kadına dokundu…
  • Onu çok yumuşak yapmışsın.
  • Yumuşak ama aynı zamanda çok güçlü.
    Gücünü ve kaldırabileceklerini hayal bile edemezsin…
  • Düşünmeyi de bilecek mi?
  • Yalnızca düşünmeyi değil.
    hem sağduyusunu kullanmayı,
    Aklıyla ve yüreğiyle muhakeme etmeyi,
    Hem de mücadele etmeyi,
    Düşüncelerini savunmayı,
    Sorun çözmeyi de biliyor…
    Bunların yanı sıra, uzlaşmayı da biliyor…
    Melek, kadının yanağına dokundu.
    Eli ıslanınca bu nedir diye sordu.
    Tanrı yanıtladı:
  • Buna gözyaşı denir.
  • Neye yarar?
  • Kendini ifade etmeye yarar.
    Acıyı, kuşkuyu, aşkı, yalnızlığı, onuru,
    Ama aynı zamanda sevinci ifade etmesine yarar…
    -Kadının kendini ifade biçimleri sonsuzdur:
    o, sevinci, mutluluğu ve aşkı yakalayıp ,
    Sımsıkı sarılmayı bilir…
    Haykırmak istediği vakit susabilir;
    Sustuğunda çığlığını duyurabilir;
    Öfkelendiği vakit gülümseyebilir,
    Ağlamak isteyince şarkı söyleyebilir,
    Mutlu olunca ağlayabilir,
    Korktuğu vakit gülebilir…
    O inandığı doğrular için sonuna dek mücadele eder;
    Haksızlığa karşı savaşır,
    Çözüm yolunu biliyorsa,
    ‘Hayır’ yanıtını asla kabullenmez.
  • Amma çok marifeti varmış!
  • Arkadaşı doktora yalnız gitmesin diye ona refakat edendir.
    Korkan birini gördüğünde,
    ‘Tut elimi korkma’ deyip,
    Elini uzatandır…
    Her düğün her doğum haberine mutlu olandır.
    Tanıdığı ya da tanımadığı amma kendine yakın bildiği her ölüm haberine kalbi kırılandır.
    Ama yine de yaşamı sürdürme gücünü kendinde bulandır…
    Çocukları daha çok yesin diye ‘ben zaten toktum’ diyendir…
    -Bir öpüş, bir sarılış, bir kucak açışla kırık,
    Ya da yaralı bir yüreğin onarılacağını bilendir…
  • Peki, bunun hiç mi eksiği ya da yanlışı yok?
  • Hiç olmaz olur mu?
    Var bir hatası:
    “Ne kadar değerli olduğunu unutur…”
    *
    Bazı kadınlar yeryüzünde doğar, gökyüzünde yaşarlar. .
    Onların adı “SEVGİ” dir.
    Bazı kadınlar siyah elbiseler giyip beyaz ışık saçarlar.
    Onların adı “ASALET” tir.
    Bazı kadınlar saatlerde yelkovanı durdurur, hayatı başlatırlar
    Onların adı “SİHİR” dir.
    Bazı kadınlar dünyayı ellerinde taşır, sonra da usulca avucunuza bırakırlar
    Onların adı “KUDRET” tir.
    Bazı kadınlar damlalardan deniz, bulutlardan güneş sağlarlar
    Onların adı “GÜÇ” tür.
    Bazı kadınlar sulardan ateş çıkarırlar
    Onların adı “MUCİZE” dir.
    Bazı kadınlar kalplerinde tüm renklerin paletini taşırlar
    Onların adı “RESİM” dir.
    Bazı kadınlar kusursuz bir imla ile yaşarlar
    Onların adı “ŞİİR” dir.
    Bazı kadınlar bir ömürlük hayatta üç ömür paylaşırlar
    Onların adı “EMEK” tir.
    Bazı kadınlar melodisi her yerden duyulan notalar olurlar
    Onların adı “ŞARKI” dır.
    Bazı kadınlar buram buram masumiyet kokarlar
    Onların adı “ÇİÇEK” tir.
    Bazı kadınlar gökyüzündeki dualardır. Yeryüzünde kabul olurlar.
    Onların adı “HEDİYE ” dir.
    Bazı kadınlar küçücük kalplerinde kainatı saklayan, kendinden başkasına içinde bulunduğu kalbi kuralsız yasaklayan bir hayal olurlar
    Onların adı “AŞK” tır.
    Bazı kadınlar bütün bunların hepsi birden olurlar, hayatın içinde bir abide gibi dururlar
    Onların adı “EFSANE” dir…
    Tüm kadınlara…

Türkiye de Değişiyor Maşallah

Dünyaları değişirken insanlar pek de farkında olmuyor. Şüphesiz, Gutenberg’in hareketli hurufatla matbaayı keşfetmesi bütün insanlık tarihinin en önemli anlarından biridir. Ne yani? Matbaa icat oldu artık kitaplar ucuzlayacak ve herkes okuyacak diye insanların sokağa çıkıp “Yaşasın!” diye bağırdığını mı sanıyorsunuz? Ruhları bile duymamıştır. Gutenberg matbaasını 1440’ta keşfetti. Osmanlı bunu yarım asır sonra fark etmiş olmalı ki 1485’te 2. Beyazıt, matbaayla Müslümanlara hitaben kitap yayımlanmasını yasaklayan bir ferman çıkardı. İlber Ortaylı imparatorlukta zaten kitap, gazete basımına ihtiyaç bulunmadığını söylüyor. Sonuç: Dünya değişmiş ama ruhumuz duymamış.

Diğer büyük tarihî adımlar için de bu geçerlidir muhtemelen. Acaba kimse “Yaşasın Amerika keşfedildi!” diye sokaklara fırladı mı? Kimse “Bilim devrimi! Bilim devrimi!” diye bayram etti mi? Bacon’ın Novum Organum’u kaç basmış, kaç satmıştır acaba?

Selanik’i terk ederken

Benim takıntım bilim ve teknoloji ama siyasetteki değişiklikler için de aynı şey söylenebilir mi? İlk ağızda “Hayır!” demek mümkün. Çünkü büyük siyasi değişiklikler insanları doğrudan etkiler. Fakat değişikliğin çapı, zaman ve mekân menzili hemen kavranmayabilir.

Bizim tarihimizdeki farkında olmayışlardan beni en etkileyenlerden biri, Balkan Harbi’nde Selanik düşerken bir Türk devlet memurunun makamının anahtarlarını komşusu gayrı Türk’e bırakıp, “Dönüşte senden alırım.” demesidir. Fark edememe, algılayamama bazen de lütuftur. Yahya Kemal’in Balkan bozgunu için yazdıkları geldi aklıma: Ölenler en sonu kurtuldular bu dağdağadan/ Ve göz kapaklarının arkasında eski vatan/ Bizim diyâr olarak kaldı tâ kıyâmete dek. Ölenler hiç fark etmediler. Biz ise, daha beter, unuttuk.

İzmir’de Türk katliamı sürerken acaba ülkenin geri kalanında kaç kişi olan bitenin farkındaydı? Hele İstanbul’un “Yunan Ordusu Halife’nin ordusudur.” zırvası propaganda edilirken.

Daha nice bakar körlük, nice anlamama, kavramama… Mesela Selanik’in kaybının ne demek olduğunu şu andaki nesiller kavrayamaz. Çoğunluk “Rumeli”ni, Rumların çoğunlukta olduğu bir “şehir” sanır. Şimdi 1893 Osmanlı nüfus sayımına baktım. Selanik Vilayeti’nde Türk nüfus oranı İstanbul Vilayeti’nden fazla. Selanik %45, İstanbul %44. Bizim Atatürk düşmanları Selanik’i bir Yahudi vilayeti gibi göstermek ister. Aynı sayımda Selanik’te Yahudi nüfusu yüzdesi %3,76; İstanbul’da %5,08. Selanik, imparatorluğun ikinci büyük şehri.

Kötümserlik yasaklanmıştır

Tevekkeli değil memurun anahtarlarını komşusuna bırakması. İnanamamış, anlayamamış, kavrayamamış.

Şimdi soru: Acaba bugün de böyle vahim değişiklikler oluyor da biz fark etmiyor muyuz? “Olur mu canım; öyle olsa hemen fark ederdik.” demekte acele etmeyin. Bakın yukarıdaki değişiklikler de büyüktür, bazıları olumlu ve devasa, bazıları yine devasa ama bizim hesabımız acıklı ve vahim. İki tür değişiklikte de onları yaşayanlar olan bitenin ağırlığının farkında değildi. Evet “Olmuyordur canım, olsaydı fark ederdik” deyivermeyin. Gerçekten fark eder miydiniz? Ediyor musunuz?

Günümüz Türkiyesi’ndeki rejim değişikliğinden bahsediyorum. RTÜK denilen devlet kuruluşu televizyonları tehdit ediyor: Hep kötü haberler vererek insanlarda Türkiye’de işlerin kötü gittiği kanaatini uyandırıyorsunuz. Buna izin vermeyeceğim, cezalandıracağım. Böyle bir uyarı demokrasiyle yönetilen, fikir hürriyetinin bulunduğu bir ülkede yapılabilir mi? Devlet basına “İyimser ol yoksa!” diyebilir mi?

Bakın siz farkında olsanız da olmasanız da halk farkında. Bir anket yapın bakalım ve sorun: Adalet muhalefete ve iktidara eşit davranıyor mu? Muhalif parti mensuplarına, Ümit Özdağ gibi genel başkanlara yapılanlar kanun gereği midir siyaset gereği mi? Bağımsız ve tarafsız mıdır yargımız?

Demirperde fıkralarını hazırlayın

Bu bir kanaattir… Daha önce de “Bu bir kanaattir” diye yazdım, anlaşılmadı. Kanaat nedir ki diyeceksiniz? Kanaat her şeydir. Ülkede düşünce özgürlüğü olmadığına inananlar çoğunluktaysa düşünce özgürlüğü bitmiş demektir. Ülkede demokrasinin ortadan kalktığı kanaati yaygınsa demokrasi ortadan kalkmış demektir. Vatandaş da devlet memurları da hâkim kanaate göre hareket edecekler ve sırf o kanaatlerinden dolayı, sırf böyle hareket ettikleri için de o kanaatler gerçek olacaktır. Bizim kültürümüzün hükmüdür bu: Söz vücut bulur!

Yakında televizyonlara RTÜK’ten, gazetelere savcılıktan talimat gelir: Adalet yok diye yayım yapmak hoş bir şey değildir. Bundan sonra böyle iddialarda bulunanlar hakkında ceza uygulanacaktır! Belki de uyarı gelmez. Uyarmadan uygulama başlar. İktidarı tenkit etmek, halkı kin ve düşmanlığa teşvik etmektir. Kime karşı? İktidara karşı. Gir içeri! Fakirlik var, ekonomi kötü demek yalan haber yaymaktır. Gir içeri! Yalan olmayan haber ne? “Mart Şubat’tan iyi olacak. Nisan Mart’tan iyi olacak.” “Geçinemiyoruz” diyenlere karşı da “Geçinme yılı” ilan ederiz. Yetmezse “Geçinme Yüzyılı”. İtiraz mı? Gir içeri!

Yine yakında bir zamanların demir perde fıkralarının zaman, mekân ve şahıs ismi değişiklikleriyle yeniden canlandığını göreceksiniz. 1984’ün de yeni baskıları yapılır muhakkak.

Olan bitenin farkında mısınız? Değil misiniz? Siz en iyisi Silivri’ye giderken evinizin anahtarlarını yandaş komşunuza bırakın. Çıktığınızda ondan alırsınız.

Siyaset ve İnsan

     Nasıl ki, çarşıda mevsimlere göre birer meta / mal ve servet gibi şeyler rağbet görüp beğeniliyor. Zaman zaman birer mal revaç bulup kıymet kazanıyor. Bunun gibi âlem sergisinde, sosyal hayatta ve insanın medeniyet çarşısında her asırda birer meta, mal ve servet revaç buluyor. Çarşısında teşhir edilip sergileniyor. Rağbetler ona celp olunuyor. Nazarlar ona tevcih edilip yöneltiliyor. Fikirler ona tutulmuş oluyor.

     Bu zamanda ise, siyaset metaı, geçim derdi ve felsefe; insanın ilgi alanına girmiş durumda. Aklı siyasetle haşir neşir olmakta. Üstelik bununla yetinmeyen medenî siyaset; ekserin / çoğunluğun rahatına ekalli / azınlığı feda ediyor. Hatta, zâlim olan azınlık; halkın çoğunluğunu kendine kurban ediyor. Oysa Kur’an’ın adâleti / İlâhî adâlet; tek bir masumun hayatını, kanını heder etmez. Faydasız ve boş görmez. Değil ekseriyet ve çoğunluğa, hatta onu insanların umumu / geneli için bile feda etmez. Çünkü: “Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir.” (Maide: 32)

     Âyetin işarî / dolaylı manasıyla, bir masumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi umumun selâmeti için feda edilmez. Cenab-ı Hakkın merhamet nazarında, hak haktır. Küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin / toplumun selâmeti için, bir ferdin rızası alınmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet / millî hakların korunması namına, rızasıyla olsa, o başka meseledir.

     Adâlet-i İzafiye / İzafî / nisbî adâlet ise, küllün / toplumun selâmeti / kurtuluşu için, cüz’ü / ferdi feda eder. Cemaat / toplum için, ferdin hakkını nazara almaz, hesaba katmaz. “Ehven-i Şer” / daha az zararlı diye, bir nevi / bir çeşit adalet-i izafiyeyi yani cüz’ü / ferdi feda eden adâleti yapmaya çalışır. Fakat adâlet-i mahza / tam adâleti tatbik edip uygulamak kabil ve mümkün ise, izafi / nisbî / kıyasî adalete gidilmez. Gidilse zulümdür.

     “Kim de birisinin hayatını kurtarırsa, bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.” (Maide: 32) Yani ihya; mecazî zâhir mânası itibarıyla, hasene / hayırlı amelin gayr-i mahdut / hudutsuz tezauf / kat kat oluş düsturunu gösterir.

     Asıl mânası bakımından; halk ve icatta şirk ve iştiraki, esasıyla hedmeden / yıkan bir bürhana / delile remiz ve işarettir. Zira bu cümle ile beraber “Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir.” (Lokman: 28) hükmü; tarafeyn / iki taraftaki teşbih / benzetmede; iktidar mânasını ifham ettiğini / bildirdiği dahi nazara alınsa; mantıken aks-i nakiz / birbirine zıt iki şey kaidesiyle istilzam ediyor / gerektiriyor ki: “Bütün insanları diriltemeyen bir zat, bir tek nefsi diriltemez.”e işareten delalet ediyor. Madem ki insanın, mümkinatın kudreti; bilbedahe / açık ki, semavat / semaların, küre-i arz / dünyanın halkına, icadına muktedir değildir. Değil bir taşın, hiçbir şeyin halkına / yaratmasına da muktedir olamaz. Gücü yetmez. Demek ki, arzı ve bütün nücum /  yıldızları ve şümusu / güneşleri tespih taneleri gibi kaldıracak, çevirecek kuvvetli bir ele malik olmayan kimse, kâinatta dava-yı halk / yaratma davası ve iddia-yı icat / icat iddiasında bulunamaz.

Güçlünün Hukuku

Dünyada ve Türkiye’de “Hukukun Gücü” yerine “Güçlünün Hukuku” hakim duruma geliyor. Bu yüzden güçlü olmayanlar bir endişe ve korku iklimi içinde.

ABD Başkanı Donald Trump uluslararası hukukun genel kabul görmüş ilkelerini pervasızca yok sayıyor.

Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) İsrail’in Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaş sırasında işlendiği iddia edilen savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar nedeniyle İsrail Başbakanı Netanyahu ve eski Savunma Bakanı Gallant hakkında tutuklama emri çıkarmıştı.

Trump bu yüzden UCM’ne yaptırım uygulama kararı aldı. Bu yaptırımlar arasında UCM Hakimlerinin mülk ve varlıkların bloke edilmesi ve UCM yetkilileri, çalışanları ve akrabalarının ABD’ye girişine izin verilmemesi de yer alıyor.

ABD ve İsrail UCM’ne üye değil ve mahkemenin yargı yetkisini tanımıyor. Mahkemeye üye devletlerin, haklarında tutuklama emri çıkarılan kişileri kendi topraklarına ayak basmaları halinde tutuklamaları gerekiyor. Ancak UCM’nin bunu uygulatabilmesi mümkün değil.

Avrupa Konseyi ve AB ülkeleri temsilcileri, “ABD yaptırımlarının UCM’nin bağımsızlığını tehdit ettiğini ve ceza adaleti sistemine zarar verdiğini” belirten açıklamalar geldi. Ama değişen bir şey olmadı.

ABD ve İsrail’in (Netanyahu’nun) uluslararası hukuku hiçe sayan davranışları say say bitmez. Ama eskiden bunları hukuki bir kılıfta sunmak için bir çaba gösterirlerdi. Şimdi artık pervasızca “mademki ben güçlüyüm, istediğim her şeyi yapabilirim” mesajı vermeyi tercih ediyorlar.

Trump’ın Grönland, Meksika Körfezi, Kanada üzerinde egemenlik iddiaları şaşırtıcıydı. Ama bu tür çıkışların içinde en çok şaşırtanı Gazzelileri Gazze’den sürgün ederek, bu bölgeyi ABD hakimiyetine almak ve “Ortadoğu’nun Rivierası” dediği turistik bir şehir haline getirme projesi oldu.

Böyle bir hareketin çok kötü bir emsal teşkil edebileceğini, her güçlü olan devletin göz koyduğu bir bölgeyi işgal edebileceği bir dünyada kaosun hakim olacağını öngörmek zor olmasa gerek.

Filistinlileri Gazze’den sürmek istedikleri iki ülke Ürdün ve Mısır. Trump bu iki devletin başkanlarıyla görüştü. Bu iki devletin başkanı “ABD ile birlikte çalışmak istediklerini ancak Gazzelilerin bulundukları yerden ayrılmadan Gazze’nin imarını istediklerini” açıkladılar. Görünen o ki Trump’ın baskısıyla bu iki devlet, vatanlarından sürgün edilecek, Gazzelileri ülkelerine almak zorunda kalacaklar.

“Olmaz” dediğimiz şey olacak, ABD/ İsrail projesi tıkır tıkır yürüyecek gibi. “Binlerce yıllık ezeli ve ebedi vatanlarından çıkarmaya kimsenin gücü yetmez” dediğimiz Gazzeliler vatansız kalacaklar.

İnşallah Türkiye de “Gazzelileri siz alın” baskısına maruz kalmaz. Bu kadar kırılgan yapıdaki bir ekonomi ile Trump’ın “ekonomini mahvederim” tarzı bir tehdidine direnmek kolay olmaz.

*************************************

Türkiye’de Hukukun Siyasallaşması

Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi ile Türkiye’de “kuvvetler ayrılığı” ilkesinden uzaklaşıldı, devletin üç gücü (yasama, yürütme ve yargı) tek elde toplandı. Yargının siyasi sonuçlu davalarda tarafsız ve bağımsız olmadığı algısı yerleşti.

Hâkim ve savcıların tüm atama, terfi, tayin ve diğer özlük hakları konusunda tek yetkili karar organı olan HSK’nın 13 üyesinin 6’sı CB Erdoğan, kalan 7’si AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın milletvekilleri tarafından seçiliyor. (Kurulun Başkanı Adalet Bakanıdır.)

“Hakim teminatı” denilen ve yargı bağımsızlığının önemli bir unsurunu oluşturan ilkeye uyulmuyor. Hâkimler azledilebiliyor, emekliye sevk edilebiliyor, istemedikleri yere tayinleri yapılabiliyor. Anayasamızda “doğal hakim ilkesi” var ama uygulanmadığında bir şey olmuyor. Davanın taraflarına göre hakim atanabiliyor. Siyasi mahiyetli davalarda belli savcı ve bilirkişiler görevlendiriliyor.

Ve artık… Hemen her güne siyasi parti liderleri, ülkenin en büyük il ve ilçelerinin belediye başkanları, gazeteciler, sanatçılar için soruşturma ve tutuklama haberleriyle uyanıyoruz. Bu haberler hukukun siyasallaştığı kanaatini pekiştiriyor.

*************************************

Prof. Dr. Adem Sözüer’in Ürpertici Tespitleri

Prof. Dr. Adem Sözüer (AKP iktidarının ilk yıllarında) 2004’te hazırlanan yeni Türk Ceza Kanunu ve Ceza Muhakemeleri Kanununun yapılmasında öncü olan saygın bir ceza hukuku hocasıdır.

Sözüer, T24’te Cansu Çamlıbel’le röportajında hukuk sistemimiz için çok keskin tespitler yapmış.

“Şu an Türkiye’de anayasa askıda mıdır?” sorusuna verdiği cevap şöyle:

“HSK’daki gücünüzü kullanarak yargıyı emir komuta zinciri düzenine getirmişseniz Anayasa askıdadır.”

“Eğer Anayasa’yı uygulamıyorsanız, bu durumu nasıl tanımlayacaksınız? Elbette ki askıdadır. Eğer anayasada yazıyorsa ki “Anayasa Mahkemesi kararları yasama, yürütme, herkesi bağlar” ama siyasi iktidar “beni bağlamaz” diyorsa, anayasa askıdadır. ‘Anayasa askıda’ demek şu anki durumu özetleyecek en hafif tabir olur.”

Prof. Dr. Adem Sözüer totaliter rejimlerde pek çok davanın “görünüşte davalar” olduğunu ifade ediyor. “Bakıldığında, bir savcı vardır, bir hâkim vardır, bir mahkeme salonu vardır, avukat da vardır. Sanki gerçek bir yargılama oluyor gibi bir hava yaratılır, halbuki ne karar verileceği daha önceden bellidir.”

“Hitler, Stalin dönemlerinde ve başka ülkelerde bunun çok örnekleri vardır. Ülkemizde Yassıada, Fetö yargısının hakim olduğu dönemde Balyoz gibi davalarda kararlar önceden verilmişti. Maalesef bugün de Türkiye’de siyasi bağlantılı çoğu soruşturma ve kovuşturmaların akıbetini siyasi makamlar belirliyor.”

Prof. Sözüer, Osman Kavala, Ekrem İmamoğlu, Can Atalay, Ayşe Barım, Ümit Özdağ soruşturma ve davalarını bu kapsamda değerlendiriyor.

Hatta “kişinin tutuklamasını ve mahkûmiyetini gerektirecek şüphe sebebi olabilecek bir delil yok” diyen AİHM Kararlarına rağmen Osman Kavala’yı içeride tutanların, Ceza Kanunu’ndaki ‘kişiyi hürriyetinden yoksun bırakma’ suçunu işlediğini söylüyor.

“Kavala ve arkadaşları şu an bu suçun mağduru olarak cezaevinde. Eğer serbest bırakılması gereken kişiyi cezaevinde tutuyorsanız suçtur bu” diyor.

*************************************

SON SÖZ: Eğer Trump’ın “Gazzelileri sürme” projesine ve Netanyahu’nun zulümlerine karşı mücadele edeceksek bunu ancak “hukukun üstünlüğü ilkesi” ve “insan hakları” zemininde yapabiliriz.

Gazzelilerin hakkını güçlü bir şekilde savunmak istiyorsak, öncelikle güçlünün hukukunun uygulandığı değil, hukukun güçlü olduğu bir Türkiye olmamız lazım.

İnsan, Ebede Namzet

     Âlemde görüyoruz ki: Zâlim, günahkâr, gaddar / haksızlık yapan insanlar; gayet refah ve rahat bir yaşayış içindeyken;  mazlum ve mütedeyyin / dindar adamlar; son derece zahmet ve zillet ile ömür geçiriyorlar!

     Sonra ölüm gelir, ikisini müsavi / eşit kılar. Eğer şu müsavat / eşitlik, nihayetsiz / sonsuz ise, bir nihayeti / sonu yoksa, zulüm görünür. Halbuki zulümden tenezzühü / uzaklığı, kâinatın şehadetiyle sabit olan adâlet ve hikmet-i İlahiyye, bu zulmü hiçbir cihetle kabûl etmediğinden; bilbedahe / açık bir şekilde, bir mecma-i aheri / ahirette toplanma yerini iktiza eder / gerektirirler ki; birinci, cezasını; ikinci mükâfatını görsün. Tâ şu intizamsız, perişan beşer / insan, istidadına münasib tecziye / ceza ve mükâfat görüp adalet-i mahzaya / tam bir adâlete medar / sebep ve hikmet-i Rabbaniyyeye mazhar ve hikmetli / bir gaye için yaratılan mevcudat-ı âlemin / kâinattaki varlıkların bir büyük kardeşi olabilsin.

     Evet şu dar-ı dünya / dünya hayatı, beşerin / insanın ruhûnda mündemiç / saklı oan hadsiz istidad ve kabiliyetlerin sünbüllenmesine müsait / uygun değildir. Demek başka âleme gönderilecektir. Evet, insanın cevheri / maya ve özü büyüktür. Öyle ise, ebede namzet / adaydır. Mahiyeti / aslı ve iç yüzü âliye / yüksek ve yücedir. Öyle ise, cinayeti / suçu dahi azîm / büyüktür. Sair mevcûdâta / varlıklara benzemez. İntizamı da mühimdir. İntizamsız olamaz, mühmel kalamaz / ihmal edilemez, abes / boş sayılamaz. Fena-yı mutlak / sonsuz yok oluş ile mahkûm olamaz, adem-i sırfa / yokluğa kaçamaz. Onu, cehennem ağzını açmış bekliyor. Cennet ise âğûş-u nazdarânesini / nazenin kucağını açmış gözlüyor.                                                                                                                                                        

     Acaba, hiç mümkün müdür ki, zerre / atomlardan güneşlere kadar cereyan eden hikmet ve intizam, adâlet ve mizanla Rububiyyetin saltanatını gösteren Zât-ı Zülcelâl / Sonsuz Haşmet Sahibi olan Allah; Rububiyyetin cenah-ı himayesine / koruma kanadına iltica eden / sığınan, hikmet ve adâlete îman ve ubudiyet / kullukla tevfik-i hareket eden / uygun davranışta bulunan mü’minleri / inananları  taltif etmesin / onlara lütufta bulunmasın?

     Ve o hikmet ve adâlete küfür ve tuğyan / taşkınlık ile isyan eden edebsizleri te’dîb etmesin / edeplendirmesin? Halbuki, bu muvakkat / geçici dünyada o hikmet, o adâlete lâyık binden biri, insanda icra edilmiyor / yerine getirilmiyor, te’hir ediliyor / erteleniyor.

      Ehl-i dalâletin / hak yoldan sapanların çoğu ceza almadan; ehl-i hidayetin / doğru yolda olanların da çoğu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar!

      Demek, bir Mahkeme-i Kübrâya / Ahirette Allah’ın huzurunda kurulacak bir Büyük Mahkeme’ye, bir saadet-i uzmaya / en büyük mutluluğa bırakılıyor.

     Hem, her hak sahibine istidadı / kabiliyet ve yeteneği nisbetinde hakkını vermek. Yâni vücudunun bütün levazımatını / gerekli olan şeylerini, bekasının bütün cihazatını / donanımlarını en münasip / en uygun bir tarzda vermek; nihayetsiz bir adâlet elini gösterir. Hem, istidad lisanıyla, ihtiyac-ı fıtrî / yaratılıştan gelen ihtiyaç, gereksinim lisanıyla, ıztırar / zorunluluk lisanıyla sual edilen ve istenilen her şeye daimî cevap vermek; nihayet derecede bir adl ve hikmeti gösteriyor.

     Şimdi hiç mümkün müdür ki, böyle en küçük bir mahlûkun, en küçük bir hâcet / ihtiyacının imdadına / yardımına koşan bir adâlet ve hikmet; insan gibi en büyük bir mahlûkun beka gibi en büyük bir hâcetini mühmel bıraksın / ihmal etsin! En büyük istimdadını / yardıma çağırmasını ve en büyük sualini cevapsız bıraksın! Rububiyyetin haşmetini, ibadı / kullarının hukukunu muhafaza etmekle, muhafaza etmesin! Halbuki, şu fani dünyada kısa bir hayat geçiren insan, öyle bir adâletin hakikatine mazhar olamaz ve olamıyor. Belki bir Mahkeme-i Kübrâya bırakılıyor.

     Zira, hakiki adâlet ister ki: Şu küçücük insan, şu küçüklüğü nisbetinde değil, belki cinayetinin büyüklüğü, mahiyetinin ehemmiyeti ve vazifesinin azameti nisbetinde mükâfat ve mücazat / ceza görsün.

     Madem, şu fani, geçici dünya; ebed için halk olunan / yaratılan insan hususunda öyle bir adâlet ve hikmete mazhariyyetten çok uzaktır…

     Elbette, âdil / adâletli, hakîm / hikmet sahibi, sonsuz güzellik ve azameti bulunan Allah’ın daimî bir Cehennem’i ve ebedî bir Cennet’i olacaktır.

Türkiye Cumhuriyeti Bir Türk Devletidir!

Devlet, günümüzdeki anlamıyla, belirli bir ülkede yaşayan insan topluluğunun, egemenlik ve bağımsızlık temelinde oluşturduğu siyasal örgütlenmedir.

Bizim devletimizin adı da “Türkiye Cumhuriyeti”dir… Türkiye Cumhuriyeti devleti bir Türk devletidir ve ebediyen öyle kalacaktır. Kriptolar hallettik diye fazla sevinmesin!

Devlet, Türkler tarafından daima “kutlu” sayılan ve milletimizi siyasi manada temsil eden yegâne varlığımızdır.

Tarih, Türklerin büyük bir coğrafya da sayısız devlet kurduğunu yazıyor. Yani bu konuda pek maharetli bir milletin çocuklarıyız!

Kurduğumuz devletler ve temsil ettiğimiz medeniyetler, eski dünyanın her yerine ulaşmıştır. Hunlar, Göktürkler, Karahanlılar, Timurlular, Altın Orda, Babürlü, Selçuklu, Mısır Türkiya devleti ve nihayetinde Osmanlılar hemen bir çırpıda sayabildiklerimizdir.

Yıllar önce Sir Ch. Eliot’un; “Türkler eski güçlerini artık kaybetmiştir fakat tarihte yeniden önemli roller oynayacaklardır, çünkü Türklerde bu güç hala mevcuttur.” dediğinde olduğu gibi biz Türklerin devletleri ile birlikte var olma arzusu günümüzde de sürmektedir.

Türklerin, insanlık tarihi boyunca bu kadar çok devlet kurmasının nedenlerinden bir kısmını, kendilerine karşı duydukları aşırı güvene ve başlarına gelenleri kısa sürede unutmalarına bağlıyorum.

Türk devletlerinin kiminin uzun ömürlü kiminin de kısa ömürlü olmasının sırları, Bilge Kağan’ın “Orhun Yazıtları”nda bize bıraktığı vasiyetlerdedir.

 Unutmayalım ki, o dönem Türk beyleri kendi isimlerini bırakıp Çin isimleri almış, Türkler Çinlilerin ipekli kumaşlarına ve tatlı sözlerine kanmış, eş olarak Çinli kızları Türk kızlarına tercih eder olmuşlar, düşmanlar Türk halkı ile Türk beylerini biribirine karşı kışkırtarak kardeşi kardeşe düşürmüşler, gençler ağabeylerine oğullarda babalarına itaat etmez olmuştur. Sonuç elli yıllık bir Çin esaretidir… Bilge Kağan’da bunun üzerine “Türk Milleti, irkil ve kendine dön!” demiştir.

Devlet, Türkler açısından bir “kutsal”lık taşısa da aslında her bir fert ve toplum için yaşamsal öneme sahip bir erk yani güçtür.

Devletin önemini anlamak için Osmanlı-Türk İmparatorluğu döneminde kaybettiğimiz topraklarda ardımızda bıraktığımız soydaşlarımız ve akraba topluluklarımız ile bir konuşun, ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır.

Kırım, Ahıska, Kerkük, Halep, Kırcaali, Üsküp, Prizren, Gümülcine, Saraybosna, Kıbrıs ve diğer ata yadigarı topraklara bir uzanıverin; bir Türk veya Türk olarak görülenler için devletsizliğin ne anlama geldiğini görün derim. Ya da Suriye’den Türkiye’ye doğru yürüyerek gelen binlerce insana bakın yeter!

Bunu sadece güvenlik açısından söylemiyorum. Devletimiz var ki; milyonlarca hanede elektrik yanıyor, soba başında ısınıyor, çeşmelerimizden sular akıyor, karnımız doyuyor, tarlalar ekiliyor, hayvanlarımıza bakılıyor, çocuklarımız okullara gidiyor, yollarımız yapılıyor, hastalarımız tedavi görüyor, ticaretimiz sürüyor, namusumuz, malımız canımız korunuyor, hakkımız aranıyor… Eksiklik varmış, yanlış oluyormuş; tamam kabul ediyorum ama bunlar devletimize bir laf söylemeye ve onu yıpratmaya yada yıkmaya teşebbüs etmeye yeterli neden değildir. Velhasıl her yanlışına rağmen devlet bizimdir yani Türk’ündür!

Yurt dışına gidenler iyi bilir; geri dönüşte sınırda veya havaalanında Türk bayrağını görünce; memlekete geldik diye içimiz ne kadar rahatlar ve kendi kendimize “memleket gibisi yok” diye mırıldanırız. Hatta eminim ki, hainlerde aynı duyguyu hisseder. İşte bize bu duyguyu tattıran bu memleket, Türk Milletinin en büyük siyasal örgütlenmesi olan Türk devleti ile ayaktadır.

Vatandaşı olmaktan gurur duyduğum “Türkiye Cumhuriyeti” devleti Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları tarafından kurulmuştur. Eğrisi doğrusu ile kuruluşundan bu yana 100 yıl geçmiştir. Bana göre bugüne kadar üzerine düşeni hakkıyla yapmıştır.

Bu devlet kabul etmeliyiz ki, içeriden ve dışarıdan insanlık tarihinin görmediği kadar, büyük bir saldırı altındadır. Bu saldırının hedefi, devletimizi yıkmak ve Türk Milletinin elinden bu toprakları alıp onu esaret altına almaktır. Devletimize bilerek veya bilmeyerek laf edenlerin hepsi bu amaca hizmet etmektedir.

Onun için bize göre “kutsal” olmasının yanında her birimiz için yaşamsal önem taşıyan devlet varlığımız, göz bebeğimiz gibi korunmalı ve gerekirse onun hizmetinde her türlü fedakarlıkta bulunabilmeliyiz.

Öyle birilerinin etkisinde yada propagandasında kalarak devletimiz aleyhinde konuşmaktan imtina etmeli aksine her ortamda yüksek sesle devletimizi müdafaa ederek onu elimizden geldiğince korumalıyız.. Başımızda sallanacak yabancı bir bayrak ve vatandaşı olacağımız başka devletler bize asla Türkiye Cumhuriyeti’nin verdiği rahatı ve güveni sağlamaz. Bilmeliyiz ki; en kötü devlet bile devletsizlikten çok daha iyidir!

Türkiye Cumhuriyeti bizimdir, biz Türkiye Cumhuriyetiyiz! O zaman Bilge Kağan’ın dediği gibi “İrkil” ve kendine dön, devletinle ebediyen yaşa…

Milli Bekamız: Aile

Nüfusumuz, 85 milyonu geçmiş, 86 milyona yaklaşmış.

Nüfus artış hızımız, azalmış; son 25 yılda yarı yarıya düşmüş. Doğum artış hızı, pek çok dünya, hatta hep eleştirdiğimiz Avrupa ülkesinin bile çok çok gerisindeymiş.

2025 yılı “Aile Yılı” ilan edilmiş. Bunda, aile kurumunun öneminin vurgulanması, aile içindeki birlik ve beraberliğin korunması, mevcut riskler karşısında ailenin topyekûn desteklenmesi amaçlanıyormuş. Bu amaçla, eylem planları oluşturulmuş.

Aile; kadın ve erkeğin nikâhlı birlikteliği ile kuruluyor.  Toplumun en küçük birimi olarak kabul edilen sosyal bir yapı. En küçük, yani “çekirdek” olarak adlandırılan bir aile; baba, anne ve çocuklardan oluşur. Kültürümüzde aile için oldukça sevimli sözcükler var: Ocak, yuva gibi. Çekirdek ailedeki çocukların kendi aileleri dışındaki bireylerle evlenmesiyle yeni bir çekirdek aile ortaya çıkar. Her ocak, kendisinden bir şey kaybetmediği gibi, başka bir ocağın kıvılcımı oluyor. Evlenen kızlar için de “Yuvadan uçtu” deniyor.

Milletler, ayakta kalma ve egemen olma mücadelesi veriyor. Nüfusun artışı, neslin devamı millet olarak var olmanın mutlak gereği. Yetkililer, nüfus artış hızının yavaşladığını, gençlerin evlenmekten kaçındığını, boşanmaların arttığını, bunun bir beka meselesi olduğunu dillendiriyor. İstatistiklere göre, yirmi beş yıl sonrasında nüfusumuz belki bugünden önceki yirmi beş yıl seviyesine düşecekmiş. Yaşlılar ülkesi olacakmışız.

Bu üç konunun da “milli beka meselesi” olduğuna inanıyorum. Buna, dağılan ailelerdeki çocukların hayata ve insanlara karşı geliştirdikleri olumsuz psikolojiyi de eklemek lazım.

Gençler niçin evlenmez, evlenenler niçin kısa süre sonra ayrılmayı düşünürler? Mağdur edilen çocukların trajedisi nasıl tedavi edilir, nüfus hızı niçin yavaşlar?

Diken, battığı yerden çıkarılır. Sorunlar da üretildiği ortamda çözülür. Milli beka meselesi dediğimiz sorun, bu toplumda yaşanıyorsa yine bu toplumda ve bu toplumun geleneklerine, yasalarına göre çözülmelidir. Bir asır oldu, Batıdan gelen yasaları hala hazmedemedik.

Her toplumun sosyolojisi farklıdır. Kim ne derse desin, biz erkek egemen bir toplumuz. Erkek, evin direğidir, ailenin başıdır. Erkek ne kadar güçlüyse kadın o kadar güçlüdür, özgürdür, Evi geçindirme sorumluluğu, erkeğin omuzlarındadır. Kadından beklenen, sadakatli eş ve müşfik bir anne olmaktır. Evin hanımefendisi, çocukların annesi olmak son yarım asırdır eğitim zeminlerinde, basın-yayın kanallarında küçümsenir oldu. Ağır ve onurlu bir meslek olan ev hanımlığına ve anneliğe, kızlarımız burun kıvırır hale getirildi. Peşine düşülen kariyer sevdası onları annelikten uzaklaştırdı, evliliği ayak bağı görür hale getirdi. Annelik ve ev hanımlığı prestij olarak yüceltilmeli, ekonomik olarak teşvik edilmeli, desteklenmelidir.

Kadının, istihdama katılması, meslek sahibi olması her toplumun arzusudur, politikasıdır. Kadın, potansiyel zenginliktir. Neşet Ertaş, “Kadın insan, erkek insanoğlu.” der.  Ancak kadın istihdamı kadar, erkek istihdamından söz edilmediğini görüyorum. Erkeğin işsiz kalmaması, hem toplum hem aileler hem de milli beka kabul ettiğimiz neslin devamı açısından daha önemlidir. Erkek ve kadın bir cinsiyeti ifade eder; ancak öncelikle her biri bir şahsiyettir. Zaman zaman, bu toplumda kadına bir cinsiyet objesi gözüyle bakıldığının ve bu yönüyle ön plana çıkarıldığının utancını da yaşamıyor değiliz. Bu bakış açısı kadın cinsine karşı hem bir haksızlıktır hem de bu toplumun ayıbıdır. Kadın ve erkek, fıtratının emrettiği yerde konumlandırılmalı ve iş bölümünde huzur bulacağı saygın mesleği üstlenmelidir.

Bireyselleşme, bizde aşırı özgüven oluşturdu. “Ben kendime yeterim.” anlayışı, bir bütünün iki yarısı olan kadın ve erkeği hep yarım bırakıyor. Evlilikler olmuyor, aileler kurulamıyor, kurulanlar kısa sürede dağılıyor. Kendi cinsiyetin gereklerini, evliliğin amacını bilmeyen gençler, kısa sürede iki koalisyon ortağı gibi birbirinden nefretle ayrılıyor. Evlilik bir koalisyon değil, karşılıklı teslimiyettir, tahammüldür, hoşgörüdür. Eğitim kurumlarımızda gençlerimiz bu yönleriyle bilgilendirilmeli, eğitilmelidir. Aile kurmanın kutsallığını, evliliğin gereklerini idrak edememiş gençlere evlilik izni verilmemelidir.  Belediyelerin, devletin ilgili kurumlarının veya yetkilendirilmiş kursların yapacağı eğitim sonunda vereceği sertifikalar, nikâh kıymak için ön şart olmalıdır. İşe girenlerden olduğu gibi, evlenmek isteyenlerden de “evliliğe yeterlilik belgesi” istenmelidir.

Bir işe iştahla başlayıp onu kötü sonuçlandırmak veya sonuçlandıramamak milli hastalığımız. Diyanetin, Aile Bakanlığının ve başka kurumların, ailenin korunması, boşanmaların azaltılması, mağdur çocukların rehabilite edilmesi ile ilgili pek çok projeden haberdarım. Kulağa hoş gelen isimleri de var bu projelerin: Güçlü Çocuk, Güçlü Toplum; Aile İçi Şiddete Karşı Proje… vb. Ancak, bu projelerin yeterince karşılık bulmadığını, ilgi görmediğini görüyorum. Ayağı yere basmayan projelerin çoğu, Batı kültürü öğretilerine göre yetişmiş sosyologlar, aile danışmanları tarafından hazırlanmış izlenimi veriyor bana. Toplumumuzun gerçekleriyle, beklentileriyle uyuşmayan projeler, havada kalmaya mahkûm. Türk toplumunun aile algoritması, duygusallıktan ve önyargılardan uzak kalarak çıkarılmalı, buna göre projeler oluşturulmalı, derhal yürürlüğe konmalıdır. Sahadaki uygulamanın takibi yapılmalı, sonuçları rapor edilmelidir. Zaman kaybının ve israfın telafisi mümkün olmayacaktır.  

Hükümetin, evlenmeyi ve çocuk yapmayı teşvik edici destekleri takdire değer. Ailenin küçümsenmesine, cinsiyetsizliğin ve sapkınlığın özendirilmesine, boşanma özgürlüğünün çağdaşlık kimliğiyle tahrik edilmesine yönelik algı çalışmaları, sosyal medya platformlarında iyice artmış görünüyor.  Buna derhal “Dur!” denmelidir. Algı ajanları, bir kurt gibi toplumumuzu kemirmekte, gelecek nesilleri ifsat etmektedir. Aile, kutsaldır; korunmalıdır, yaşatılmalıdır.

Niçin aile? Milli Beka olduğu için…