17.8 C
Kocaeli
Pazartesi, Mayıs 12, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 18

Kıbrıs’ı Yazmak…

      Tamı tamına 50 yıl olmuş Kıbrıs konusunda yazıyorum… Adayı savaşla tanıdım. 1974 Yılı Temmuzunun 20’nci günüydü; ilk gördüğüm şey silah seslerinin çınlattığı alev, alev yanan bir ada, bu adada yaşamaya çalışan Kıbrıs Türk’üydü…

    Adalı Rumları ise savaşın içinde tanıdım…

     Savaşın içinde bulduğum kalınca bir defterde not tutmaya başladım. Kaleme aldığım ilk şey gencecik yaşımda katıldığım Kıbrıs savaşlarında yaşadıklarımdı.

     Sonrasında yazdıklarım ise kaderime iz bırakan bu adadaki her şeydi. Hala adayı izler, izlediklerimi yazmaya çalışırım.

     Bir insanın savaştığı yerlerde, bu yerlerde tanıdığı insanlarla öylesine özel yaşanmışlıkları oluyor ki! Bunları hiçbir zaman unutamıyorsunuz.

   Yediğiniz yemekten, içtiğiniz suya; gördüğünüz yerlerden, yaşadığınız olaylara kadar ne varsa beyninize kazınıyor, unutamıyorsunuz.

    Hele ki, bir de orada omuz, omuza savaştığınız silah arkadaşlarınızı toprağa vermiş, onların şehadetlerine tanıklık etmiş iseniz.

    Bu adada yaşayan insanların öz geçmişlerine baktığınızda; onlar adalı olmanın tüm özelliklerini taşıyor ama size, adaya bir amaç uğruna gelen görevli olarak verilen vazifeyi yapmakla mükellefsiniz diye bakılıyor.

   Nasıl olsa görevi bitip dönecektir deniyor. Ama hiç de öyle olmuyor. Çünkü siz günü geliyor bir adalı gibi düşünüp, bir adalı gibi yaşamaya başlıyorsunuz.

  Pekiyi, adalı ne demek?

   Adalı demek, yaşadığı coğrafyanın dört bir tarafının denizle kaplı olduğunu, ana karadaki sevdiklerini istediği anda göremeyecek olmasını bilen, onların hasreti ile yaşayabilen, adada acil bir ihtiyacı olduğunda ona hemen ulaşamayacağının, alamayacağının bilincinde olan;  acıyı da, sevinci de, mutluluğu da çoğu zaman anılarında hatırlayabilen demektir.

  Sanırım bu cümlelerim okuyanlarına belki çok şey ifade etmeyecektir. O zaman şöyle söylemek gerekirse, adalı demek:

   ‘’Kaderinin sesini kalp atışlarında duyan’’ demektir.

      İşte Kıbrıs’ta yaşayan adalı dostlarım da kaderlerinin sesini yıllar boyunca hep kalp atışlarında duydular.

     O kalp atışları ki; onlara hep acıyı, korkuyu, hasreti yaşattı. Geride kalan asırlar boyunca o kalp atışlarıyla sadece çok özel günlerde mutlu oldular…

     Adada yaşadığım dönemde bazı zamanlar Lefkoşa’nın Türk kesimi kırsalında, bazı zamanlar Girne kıyılarında ben de dinledim kaderin sesini. Tıpkı adalılar gibi…

    Onların savaş öncesinde, savaşın içinde yaşadıklarını bilen birisi olarak bu topraklarda nelere tanıklık ettiklerini bir kez daha analiz ettim.

   Adalı Türkler;  sırf kimliklerinde Türk yazdığı için bir gece içinde yok edilmek istenmişler.

   Adalı Rumların eşkıya kılıklı çetecileri ise; elde silah tarih sayfalarını sadece kirletmekle kalmamış, insanlığa sığmayan pek çok cinayetin izlerini de eklemişler. Rum yöneticileri ise değil bunlara ses çıkarmak, sessizce onay verircesine seyretmişler…

  Günü gelmiş savaş bitmiş, Türk tarafı kendi kaderinin sesine kulak vermiş. Onca acının, kan ve gözyaşının karşılığını hürriyetine kavuşarak almış, adanın kuzeyinde ayrı bir devlet kurmuş, Rum tarafı yaptıkları onca cinayetin, aymazlığın, acımasızlığın bedelini ödemiş, adanın sadece güneyinde yaşamak durumuyla karşı karşıya kalmış.

  Şimdi sınırlar ayrı, devlet ayrı, bayrak ayrı, halk ayrı, dil ayrı, din ayrı, gelenek görenek ayrı, yaşam biçimi ayrı.

  Kısacası her şey apayrı…

  Yarım asırdan beri adada durum böyle. Kaderinin sesini kalp atışlarıyla duyanlar, bundan böyle bu şekilde yaşamaya devam edecekler.

  Elbette ki, her yerde olduğu gibi bu adada da yaşamın böyle devam etmeyeceğini varsayanlar, böyle bir yaşam olmasını istemeyenler de var!

  Adalı siyasiler, adayı kendi menfaatleri için kullanmak isteyen dünya devletleri… Bunlar dur durak bilmeden, Kıbrıs konusunu çözelim diye türlü, türlü öneriler sunmaya devam ediyorlar.

  Taraflara gelince:

  Rum tarafı hala adanın yasal hükümeti benim; çözüm olacaksa Türkler ancak azınlık haklarına evet derse olur diyor.

  Türk tarafı ise Rumlarla iç, içe yaşanamayacağının bilinci ile benim için çözüm, ayrı bir devlette, yani KKTC ‘de yaşamaktır. Bu da gerçekleşmiştir diyor.

   İşte son dönemde adadan elde etmiş olduğum izlenimlerin, bu yazıya düşen izleri bunlar.

   Ve adalılar hala ‘’ Kaderlerinin sesini kalp atışlarında duyuyorlar…’’

    Ama şu gerçek de unutulmasın:

    Ne zaman ki; Adalıların ‘’Kalplerinin atışı kaderlerinin sesi olacak…’’ İşte o zaman adalılar için hayat çok daha güzel olacak…

Nezle mi, Grip mi Yoksa Anjin miyim?

Her üç sağlık sorunumuz da boğaz ağrısı, ateş ve öksürük gibi ortak şikâyetlere sebep olan hastalıklarımızdandır. Bunun için teşhisi, takibi ve tedavisinde bilinmesi ve uyulması gereken bazı hususlar vardır. Basit gibi görünen fakat doğru teşhis ve uygun tedavi ile herhangi bir önemli sağlık sorunu yaratmayacak olan bu hastalıklar; şayet gerekli dikkat gösterilmez ise bulaşıcılıkları ile çevreyi; komplikasyonları ile sağlığımızı ve yaşam konforumuzu bozacak hastalıklardır.

Nezle; virüslerin sebep olduğu, boğaz ağrısının hafif seyirli, ateşin ise genellikle 38 dereceyi geçmediği gibi öksürüğün de fazla olmadığı bir hastalık halidir. Bu hastalığın en belirgin diğer bir özelliği burun akıntısının olmasıdır. Adenovirüsler, insan corona virüsler, rino virüsler, influenza virüsleri gibi birçok etken halk arasında soğuk algınlığı olarak da bilinen nezlenin sebebidirler. 24-72 saatlik bir kuluçka süresi sonrası başlar ve 3-7 gün içinde iyileşebilen bir hastalık halidir. Eğer sinüzit, bronşit, orta kulak iltihabı gibi bir komplikasyon oluşmazsa koruyucu tedbirler dışında herhangi bir tıbbi uygulamaya ihtiyaç kalmayan bir sağlık durumudur.

Grip de bir virüs hastalığıdır. Burada da influenza virüsleri, corona virüsleri, rino ve adeno virüsler etkenlerdendir. Ayrıca hayvanlarda bulunan ve mutasyon dediğimiz yapı değiştirme özelliği ile insanlarda hastalık yapabilme özelliği kazanan virüslerde etken olabilir. Son covid-19 salgını buna örnektir.. Ayrıca kuş gribi ve domuz gribi adını verdiğimiz H1N1 viral hastalıkları da bunlardandır. Gripte baş ve boğaz ağrısı daha belirgindir. Ateş genellikle 38 derecenin üstüne çıkmakta, yaygın adale ağrıları ile genel bitkinlik olmakta ve bu tabloya öksürük de eşlik etmektedir. Burun akıntısı genellikle yoktur. Etkenin alınmasından 1-2 gün sonra ani ateş yükselmesi ile şikâyetler başlar. Bitkinliğin fazla olması sebebi ile PAÇAVRA HASTALIĞI olarak da adlandırılmaktadır. Ateş 2.gün düşüp 3 ve 4. gün tekrar yükselerek devam eder, daha sonra bir komplikasyon yapmadı ise normale düşer.

Grip mevsimlerle ilişkili bir hastalıktır. Isının inişli çıkışlı olduğu ilk ve son baharlarda fazla görülür. Irk ve cins ayımı yoktur. Çocuklar ve gençler daha duyarlıdır. Kronik kalp-akciğer hastalığı olanlar, şeker hastaları, bağışıklık seviyeleri düşük olanlar, kemoterapi görenler ve ileri yaştaki insanlar risk grubudurlar. Bunlarda özellikle akciğer enfeksiyonları gelişerek hayati tehlike oluştururlar. Bu hastalık solunum yolu ile ve yakın temas ile bulaşarak salgınlara sebep olmaktadır. Salgın küçük bölgelerle sınırlı (endemi) şekilde sürekli bulunur. Daha yaygın ve geniş bölgeleri etkiler özellikte (pandemi) 3-4 yılda bir görülmektedir. Daha uzun aralıklarla,10-12 yılda bir ise dünyayı tehdit edecek boyutlarda salgınlar (epidemi) yapmaktadırlar. 2019 aralık ayında başlayıp 3 yıl süren covid-19 pandemi şeklinde bir salgındı.

Hastanın akıbeti salgının şiddetine, hastanın yaş ve genel durumuna göre değişir. Hafif vakalarda ölüm oranı %0.1 iken pandemilerde %10-15’lere kadar çıkabilir. Bunun için teşhisi, takibi ve tedavisi ile bulaşmayı önleyici tedbirlerin uygulanması yönü ile dikkat edilmesi gereken bir hastalıktır. Teşhiste kan sayımındaki beyaz küre sayı ve yüzde dağılımı, CRP değerindeki sapma ve burun/boğaz sürüntüsünden yapılan virüs tipi tayini gibi tetkiklerden yararlanılmaktadır. Tedavi genellikle semptomatiktir. Yeterli istirahat, bol sıvının da alındığı uygun beslenme gerekir. Ağrıkesici ve ateş düşürücü olarak parasetamol grubu ilaçlardan yararlanılır. Antiviral ilaçlar ilk 2-3 gününde başlamak şartı ile riskli vakalarda kullanılarak iyileşme hızlandırılabilir. Antibiyotiklerin bir yararı yoktur. Komplikasyon oluşmadı ise kullanılmamalıdır. 4-5 gün içinde ateş düşmez ise mutlaka hekim kontrolü ihmal edilmemelidir.

Korunma önemlidir. Toplu yaşanılan yerlerin temizliği ve havalandırılması, ortak kullanılan yer ve malzemelerin azaltılıp temiz tutulması, kişisel temizliğe dikkat bulaşmaları azaltır. Bu virüsler güneş ısısına dayanıksızdırlar. 56 derecede birkaç dakikada inaktive olurlar. Sabunlu suda 30 saniyede aktiviteleri düşer. Korunmada diğer bir husus özellikle risk grublarının her yıl yenilenen grip aşısı ile aşılanmalarıdır.

Anjine gelince bu bademciklerimizin bakterilerce hastalandırılmasıdır. Burada da ateş ve boğaz ağrısı vardır. Burada da etkenin teşhisi önemlidir. Teşhiste kan tetkikleri yanında boğaz kültüründen yararlanılır.50-60 yıl öncelerinin en korkulan boğaz enfeksiyonu difteri (kuşpalazı) idi. Ömer Seyfettin’nin kaşağısındaki kahramanlarından biri difteriye yakalanır ve kurtarılamaz. Şimdi bu enfeksiyonlar antibiotikler sayesinde korkulur olmaktan çıkmıştır. Anjinlerde önemli bir sağlık sorunu eklem romatizması, kalp ve böbreklerde sorun yaratabilecek olan beta streptekok enfeksiyonlarıdır.

Bunun için doğru teşhis ve uygun tedavi önemlidir. Tedavide uygun antibiyotiğin yeterli doz ve süre kullanımı iyileşmeyi sağladığı gibi komplikasyonların da önüne geçilmesini sağlar. Ağrı ve ateş için bunlarda aspirin de kullanılabilir.

Her hastalıkta olduğu gibi bu sağlık sorunlarımıza da korku ve endişe ile yaklaşmaktan ziyade genel sağlık kurallarına uymak, beden direncimizi sağlam tutan bir günlük yaşantıya dikkat edilmelidir.

Hastalanma durumunda ise hekimimize zamanında başvurulmalıdır. Hekimimizin koyacağı teşhise göre vereceği tedavinin şartlarını yerine getirip konrolleri de ihmal etmeyerek sağlıklı yaşanacağı unutulmamalıdır.

Salgınsız ve sağlıklı günlerde yaşamanız dileklerimle.

Hakikat Çekirdekleri (1)

     – “Fıtrat (yaratılış) yalan söylemez. Bir çekirdekteki meyelân-ı nümüv (büyüyüp gelişme meyli) der: ‘Ben sümbülleneceğim (başak olacağım), meyve vereceğim.’ Doğru söyler. Yumurtada bir meyelân-ı hayat (hayat bulma meyil ve arzusu) var; der: ‘Piliç olacağım.’ Biiznillah (Allah’ın izni ile) olur, doğru söyler. Bir avuç su, meyelân-ı incimad (donma meyli) ile der: ‘Fazla yer tutacağım.’ Metin (sağlam ve katı olan) demir onu yalan çıkaramaz; sözünün doğruluğu demiri parçalar. Şu meyelânlar (meyiller), iradeden gelen evamir-i tekviniyenin (Allah’ın kâinata koyduğu varlıklarla ilgili kanunların) tecellileridir, cilveleridir.”

x

     – “Bir noktayı tam yerinde icad etmek için, bütün kâinatı icad edecek bir kudret-i gayr-i mütenahî (sonsuz güç ve kuvvet) lâzımdır. Zira, şu kitab-ı kebir-i kâinatın (büyük kâinat kitabının) her bir harfinin, bahusus (özellikle) zîhayat (hayat sahibi) her bir harfinin, her bir cümlesine müteveccih (yönelik) birer yüzü, nâzır (bakan) birer gözü vardır.”

x

     – “Ruh, bir kanun-u zîvücud-u haricîdir. (Haricî vücud sahibi, varlık âlemine çıkmış, belirli bir beden giymiş), bir namus-u zîşuur (şuur sahibi bir kanun)dur. Sabit ve daim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi âlem-i emir (Allah’ın değişmeyen sabit hakikatler şeklinde devam eden kanunlar âlemin)den, sıfat-ı irade (Allah’ın irade sıfatı)ndan gelmiş; kudret ona vücud-u hissî (duygu ve duyarlılığı olan bir vücud) giydirmiştir. Bir seyyale-i lâtifeyi (akıcı özelliğe sahip olan ince manevî varlığı) o cevhere sadef etmiştir. Mevcut ruh, makul kanunun kardeşidir. İkisi hem daimî, hem âlem-i emir (Allah’ın değişmeyen sabit hakikatler şeklinde devam eden kanunlar âlemi)nden gelmişlerdir. Şayet nevilerdeki kanunlara Kudret-i Ezeliye (Ezelî Kudret sahibi olan Allah) bir vücud-u haricî (görünür âlemde var olan beden, yani maddî bir vücut) giydirseydi, ruh olurdu. Eğer ruh, şuuru başından indirse, yine lâyemut (ölümsüz, devamlı) bir kanun olurdu.”

x

     – “Ziya ile mevcudat görünür. Hayat ile mevcudatın varlığı bilinir. Her birisi birer keşşaf (keşf edici ve açıcı)dır.”

x

     – “Nasraniyet (Hristiyanlık) ya intıfa (edip sönecek) veya ıstıfa edip (safileşecek); İslâmiyet’e karşı terk-i silâh edecek (silahı bırakıp teslim olacak)tır. Nasraniyet birkaç defa yırtıldı, Protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide (Allah’ı bir bilmeye ve O’nu birlemeye) yaklaştı. Tekrar yırtılmaya hazırlanıyor. Ya intıfa bulup sönecek veya hakikî Nasraniyetin esasını câmi olan (içine alan) hakaik-i İslâmiyeyi (İslâm’a ait hakikatleri ve doğruları) karşısında görecek, teslim olacaktır. İşte bu sırr-ı azîme (büyük sırra) Hz. Peygamber işaret etmiştir ki, ‘Hz. İsa nâzil olup (inip) gelecek, ümmetimden olacak, Şeriatimle amel edecek (demiş)tir.’ (Buharî, Enbiya: 49, …)”

x

     – “İnsan fıtraten (yaratılış bakımından) mükerrem olduğundan, hakkı arıyor. Bazen bâtıl eline gelir; hak zannederek koynunda saklar. Hakikati kazarken, ihtiyarsız (elinde olmaksızın), dalâlet başına düşer; hakikat zannederek kafasına giydiriyor.”

x

     – “Birbirinden eşeff (daha şeffaf) ve eltaf (daha latif, daha ince), Kudret’in çok âyineleri (aynaları) vardır; sudan havaya havadan esîre (kâinattaki boşlukları dolduran, havadan hafif olup ısı ve ışığı nakleden cevhere), esîrden âlem-i misale (görüntüler âlemi; eşyanın görüntülerinin bulunduğu âleme) âlem-i misalden âlem-i ervaha (ruhlar âlemine), hatta zamana, fikre tenevvü ediyor (çeşitleniyor). Hava âyinesinde, bir kelime milyonlar kelimat (kelimeler) olur; kalem-i kudret, şu sırr-ı tenasülü (çoğalma sırrını) pek acip istinsah ediyor (nüshasını yazıp çoğaltıyor).” İ

  x

     (Alıntılar, HAKİKAT  ÇEKİRDEKLERİ – I’den)

Unutma!

‘’Milli Düşünce Merkezi’’ derneğinin Doğu Türkistan’ın kadim halkı Uygur Türklerine ÇİN mezaliminin uyguladığı insanlık dışı, insaniyet dışı işkence ve katliamlarla alakalı düzenlediği toplantıdayız. Anladığım; ÇİN mezaliminin Doğu Türkistan’ın zengin tarım arazilerine yer altı zenginlilerine el koymak; Müslüman Uygur Türklerini asimile ederek milliyetlerini yok etmek; bağımsızlık mücadelelerini kırarak nihayetinde Özerk Cumhuriyet olarak ÇİN’ e bağlı Doğu Türkistan’ı işgâl etmektir. Dünya Kamuoyunun tepkisini çekmeden, uyguladığı sinsice yapılan akla hayale gelmedik işkencelerle Uygur halkını sindirerek hedeflerine ulaşmak.
Tek örnek vereceğim izlediklerimizden;
Uygur Türkü bir hanım evli iki çocuk annesi, eşi ve çocuklarıyla Fransa’da yaşıyor. Yıllar sonra ülkesi Doğu Türkistan’da yaşayan ailesini ziyaret etmek üzere doğduğu memleketine gider; Sınırda ÇİN polisi kendisini karşılar ve sorgulamaya başlar, polis ne kadar rezil bir işkence uygular ki; onurlu kişilikli bu hanım efendi polise adeta yalvarır; hemen burada beni öldürün diye!…
*
Son Osmanlı Türk İmparatorluğunun Tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte yabancı coğrafyalarda mahzun kalmış Türk insanına karşı o coğrafyalarda güçlü duruma gelen gayrı Müslimlerin zulmüne, baskısına, işkencesine maruz kalmış biçare insanımız kendilerini Anadolu coğrafyasında Osmanlının devamı olarak kurulmuş Türkiye Cumhuriyetinin kucağında bulmuşlardır.
Balkanlar’da, Bulgaristan’da, Yunanistan’da, Sovyet Rusya’da… Daha nice beldelerde; işkenceye uğramış öldürülen binlerce Müslüman Türk evladı…
Öyle ki, bu coğrafyada eline Türk kanı bulaşmamış bir tek ülke, devlet, rejim, yapı, oluşum yok.
*
Bu asil milleti teselli edecek, Türk milletine düşmanlık besleyenlerin asalet yoksunu oldukları; insani, manevi değerlerden nasiplenememiş, kadim kültürlerden mahrum, sadece biyolojik ihtiyaçları için yaşayan insan müsvetteleri olduklarından hiç şüphem olmayışıdır.
Öyle ki murdar kanı eline değmemiş Engin Tarihiyle Müslüman Türk milletinin benliğini oluşturan engin kültürünü sanatını kavrayarak… Yetiştirdiği gönül erbaplarını tanıyarak…
Türk’ün o muhteşem tarihinde Ahmet Yesevilerin, Hacıbektaşların, Hacı Bayramların, Mevlanaların, Taptuk Emrelerin, Yunusların… İrşatlarıyla, Doğudan Batıya, Güneyden Kuzeye Kur’an Dininin bayraktarlığını yaparak Hz. Peygamberin methiyesini kazanmış asil bir millet; Türk Milleti; unutma!
Türk milliyetçileriyle, Kuvayı milliye ruhuyla; zamanın Emperyal ülkelerinin sana dayattığı Serv paçavrasını yırtarak Anadolu yollarına düşmüş, katıksız Türk halkıyla bütünleşerek verdiği kurtuluş savaşlarının sonucu, Yezitleri Kadim Coğrafyan Anadolu’dan kovmuş, Tarih sahnesinden çekilen Osmanlının yerine bağımsız, bağlantısız Türkiye Cumhuriyetini kurarak sana teslim eden Anafartalar komutanı Başbuğ Mustafa Kemal ATATÜRK’ ü unutma, unutturma!
Unutma ki, Başbuğumuzun ifadesiyle; ‘’süngü, kuvvet, şeref ve haysiyetin müdafaa edemediği hatlar, başka hiçbir prensiple müdafaa edilemez; Ordunun vazifesi, vatanı çiğnemek isteyen düşmana karşı ayağa kalkmaktır. Bu kalkış, elbette yerinde durmak için değil, düşmana atılmak için olursa kalkılmış olduğuna değer’’.
*
Unutma ki; Bin yılı aşkındır vatan edindiğimiz Anadolu topraklarında Türk Milleti bütün unsurlarıyla bir bütündür, manzum bir kültür bahçesidir. Bu kültür bahçemizde vatan sevgisi vardır; İman vardır. Ana sütü gibi saf ve temiz Türkçemiz vardır, Tarihimiz vardır; örf ve adetlerimiz vardır, sanatımız vardır, temiz ahlakımız vardır, büyüklere saygı, küçüklere sevgi, insana saygı, yardımseverliğimiz, dürüstlüğümüz vardır. Bir tek kültür kavramı değildir, itelenen… Milli kültür, geçmişten geleceğe yol alan milletimizin rehberidir, ışığıdır, gücüne güç katan cevheridir. Bizi biz yapan bu değerleri güçlendirerek yaşatmak Tarih sahnesinde saygın mevkiimizi almamızın, var olmamızın ana nedeni!
*
Unutma! Sadece gafletten, enaniyetten uzak, zamanın ruhunu kavrayarak, birbirimizi kırmadan, severek, güvenerek, millet olarak kendimizi birleyerek, ecdadımızın yol gösterici ışığımız olduğunu kavrayarak, çağdaş ilmin öncülüğünde güçlenerek yolumuza devam etme şuuruna vakıf olmalıyız bu zor coğrafyada.

Karanlıkta Bilimin Mum Işığı

Gerçeğe nasıl ulaşırsınız? Bu maalesef gayet anlamlı bir soru. İçinde bulunduğumuz bu gerçek sonrası, post-hakikat çağında öyle.

Post-hakikat galiba post-modernitenin arabeski. Post-modernlik de “bilimsel sosyalizm”in. Tam dünyayı kuran saati bulmuşlardı, adını “tarihi maddecilik” koydular. Tez-antitez-sentez ve her şey içinde kendi zıddını taşırdı… Bilimsel sosyalist devlet de kurulmuştu ve rap rap, kesin ve önlenmez adımlarla ilerliyorlardı. Burjuva hâkimiyetinden proleter diktatörlüğüne geçilmiş, refahın yağmur gibi yağdığı komünist topluma geçmek üzereydiler ki alttan taban göçtü, üstten çatı çöktü. Meğer proleter diktatörlüğü sandıkları Stalin’in, Kruçev’in diktatörlüğü imiş ve dünyanın ilk ve tek bilimi kavramış, hayatını bilime göre düzenlemiş ülkesine refahın yağması beklenirken sistem fakru zaruretten çökmüş.

İşte bu acıklı çöküş karşısında Avrupalı eski Marksist kültürden bir ağıt yükseldi: Batsın bu dünya! Tam böyle demediler. Onun yerine post-modernizm dediler.

Yalan dünya

Kapitalizm yalandı ama sosyalizm de yalandı. Her şey yalandı. “Yalan dünya her şey bomboş/ Yolcu sarhoş, hancı sarhoş.” Tabii böyle ifade etmediler. Onun yerine anlatı dediler. Bütün ideolojiler, bütün inançlar, maddecilik, idealistlik, hepsi ama hepsi birer anlatıydı. Ufak tefek meselelere bulduğumuz açıklamalar da anlatıydı ama sosyalizm, emperyalizm, kapitalizm falan gibi büyük meseleler de büyük anlatıydı, grand-narrative idiler.

Beşer şaşar. Fikir tarihinde yanılmalar her zaman vardır. Ne yani? Binlerce yıl dünyayı kâinatın merkezi zannetmedik mi? Ay, güneş, yedi sema, yıldızlar, her şey dünyanın etrafında dönüyor diye yazıp söylemedik mi? Bugünün farkı ne?

Bugünün farkı şu ki, eskiden doğru bildiğimiz yanlışları doğru bilirdik. Hoppala! Ne demek bu? Şu demek: Eskiden, aksi gösterilene kadar inandıklarımızın doğru olduğunu sanırdık. Bugün, post-modernistler, peşin peşin, halihazırda doğru bildiklerimizin de yalan olduğunu söylüyor. Hiçbir şeyden emin değiller. Bir tek her şeyin yalan olduğundan eminler.

Post hakikat

Post-hakikat bundan da karmaşık. Post hakikatçiler, hiçbir şey gerçek değildir demiyor. İşlerine gelmeyen gerçekleri reddediyor, işlerine gelen yalanları gerçek diye piyasaya sürüyor. Örnekler:

Sigara kanser yapmaz.

Küresel ısınma diye bir şey yoktur.

Covid-19 pandemisi bir tiyatrodan ibaretti.

Aşılar bizi çiplemek içindir.

Aşılar bir şeye yaramaz, ancak büyük ilaç firmalarına para kazandırmak içindir.

Liste bu kadar değil tabii. Çok uzun. Bu anlatıların bazılarının arkasında para var. Mesela “sigara kanser yapmaz”ı büyük tütün firmaları destekliyor, uzman kiralıyorlardı. Küresel ısınmanın gerektirdiği bazı önlemler büyük petrolün cebini yakıyor ve aslında böyle bir şeyin olmadığına dair hikâyeyi destekliyorlardı. Ancak geçen zaman gerçeği gittikçe daha görünür kıldıkça, bu gayretlerden de vazgeçiliyor. Trump bile vazgeçecek gibi.

Siyasi yalanlara hiç girmiyorum. Onları dillendirmek şu ortamda, malum, sağlığıma zarar verebilir. Mesela maazallah halkı kötümserliğe sevk edebilirim. Veya söylediklerim iktidarı tenkit gibi anlaşılabilir. İktidarı tenkit yasak mıdır? Yasak değildir ama yasaktır. Bakınız nasıl: İktidarı tutanlar var ya. Şimdi ben iktidar aleyhine bir şey yazarsam okuyucularımı iktidarı tutanlara karşı şartlandırmış olmaz mıyım? Olurum. İşte “halkın bir kısmını halkın diğer bir kısmına karşı…” Yaa.

Buraya kadar yazdıklarım latifeydi deyip, asıl söylemek istediğime geçmeyi planlıyordum ama şimdi yazdıklarıma bakıyorum… Belki bir kısmı latife ama maalesef hepsi değil. Bir kısmı da fena halde ciddi ve gerçek.

Karanlıkta mum ışığı

Neydi demek istediğim? Gerçek kaygan. Ele gelmiyor. Herkesin her şeyi söyleyip yayımlatabildiği bir ortamda daha önce olmadığı kadar kaygan. Post-modernitenin anlatı arabeskiyle ve ahlaksız post-hakikatle daha da kayganlaşıyor. Fakat sığınabileceğimiz bir korunaklı liman var: Bilim. Carl Sagan’ın deyişiyle “Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı”nın yarattığı aydınlık. Bu isimdeki kitabını da henüz okumamışsanız lütfen okuyun.

Peki bilim hakikati nasıl elinde tutabiliyor? Bu kaos içinde nasıl gerçeği tutup kaldırabiliyor? Bir kere yanılabileceğini peşinen kabul ederek. Sonra da her iddiasını kıyasıya yanlışlamaya çalışarak. Böylece geriye her türlü testten geçmiş güvenilir hakikatler kalıyor.

Bu “bilim” dediğim ne? Bir kişi mi? Bilimin mahkemesi mi var ki böyle kararlar veriyor?

Bir bakıma evet. Bir mahkeme olmasa da bilimin dünya çapında örgütlü bir camiası var. Başarılarıyla, keşifleriyle kendilerini defalarca ispatlamış, bu yolla itibar kazanmış bilim adamlarının camiası. Bu kişilerin hakemliğiyle yürüyen dergilerin etrafında toplaşmış bir camia. İnternete trol orduları kiralayabilirsiniz ama bilim camiasında bunu beceremezsiniz. Ne büyük tütün şirketlerinin ne büyük petrolün buna gücü yetti.

Bir kişi, iki, üç kişi yanılabiliyor ama bütün bir camianın yanılması çok zor. Camianın tamamının yanıldığı dönemler de oldu ama bunlar da bilim devrimleriyle düzeldi. Mum hâlâ ışık veriyor.

Yapay Zekâya Yandaş Yazar Görevi Verdim

Her gün haberlerde çeşitli kesimlerden ünlülere soruşturma, gözaltı, tutuklama kararlarını izliyoruz. Kaçma ve delilleri karartma ihtimali olmayan, ceza alsa bile “yatarı olmayan” vakalarda dahi polis nezaretinde ifadeye götürme uygulaması sıradanlaşmış görünüyor.

Muhalif olanların başında sallanan “Demokles’in kılıcı” gibi, hatta bir ekin biçme aparatı olan “tırpan” gibi hedefindekileri biçen uygulamalar bunlar.

Biçilenlerin içinde bildikleriniz tanıdıklarınız varsa, Yunus’ça içiniz yanabilir: “Bu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özüm/ Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi” demek istersiniz.

Ancak Parti liderlerinden gazetecilere, yazarlardan sanatçılara, iş insanlarından seçilmişlere kadar, iktidarın radarına giren muhalifler için üzüldüğünü söylemek, onlara uygulanan “bu hukuki muameleleri” eleştirmek kolay değil.

Çünkü bu tür eleştiriler “Yeni Türkiye’de haddini aşmak” olarak kabul edilebilir. Herkesin neyi konuşabileceğini, neleri eleştireceğini bilmek için, yargı sürecinden muaf olan muktedirlerin söylediklerine iyi kulak vermek lazım.

Bu bakımdan risksiz bir yazı yazmak niyetiyle, “acaba ben de yandaş yazarların veya sosyal medyada görevli trollerin gözüyle olaylara baksam nasıl bir makale yazardım?” diye düşündüm.

Beynim böyle bir çalışma yöntemine alışık olmadığı için yapay zekadan yararlanmaya karar verdim. Yapay zekaya yandaş bir yazar gözüyle yazması için talebimi ilettim.

****

Yapay zekadan talebim şöyle oldu:

Türkiye’de son aylarda siyasetçiler, sanatçılar, gazeteciler, yazarlar, iş insanları hakkında soruşturmalar açılmasını, gözaltı ve tutuklama kararlarının verilmesini, belediyelere kayyım atanmalarını savunan…

Muhalefetin “yargı sopası ile korku iklimi yaratılıyor” eleştirilerine yol açan uygulamaların aslında Türkiye’nin hukuk devleti olduğunun, bağımsız ve tarafsız yargının varlığını gösterdiğini gerekçeleriyle anlatan…

Bu uygulamaların ülkede huzur ve barışı artıracağını, ekonominin olumlu etkileneceğini ispatlamaya çalışan bir makale yaz lütfen.

*****************************

Yapay Zekânın Benim İçin Yazdığı Makale

Yapay Zekanın, yukarıdaki talebim üzerine, yazdığı makaleyi bilgilerinize sunuyorum:

Türkiye’de Hukuk Devleti ve Bağımsız Yargı: Son Dönem Uygulamaların Önemi

Son aylarda Türkiye’de siyasetçiler, sanatçılar, gazeteciler, yazarlar ve iş insanları hakkında açılan soruşturmalar, verilen gözaltı ve tutuklama kararları ve belediyelere kayyım atanması gibi uygulamalar, kamuoyunda geniş yankı uyandırmıştır. Muhalefet bu uygulamaları “yargı sopası ile korku iklimi yaratılıyor” diyerek eleştirirken, bu yazıda bu tür uygulamaların aslında Türkiye’nin hukuk devleti olduğunun ve bağımsız, tarafsız yargının varlığının kanıtı olduğunu savunacağız.

Hukuk Devleti ve Bağımsız Yargı

Bir hukuk devletinde, hukuk kurallarının egemenliği esastır ve yargı organları, kanunların tarafsız ve bağımsız bir şekilde uygulanmasını sağlar. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda belirtilen hukuk devleti ilkesi, tüm bireylerin yasalar önünde eşit olduğunu ve devletin hukuk kurallarına uygun hareket etmesi gerektiğini vurgular. Bu bağlamda, hukukun üstünlüğünün sağlanması için yargı organlarının bağımsız ve tarafsız bir şekilde çalışması elzemdir.

Son Dönem Uygulamaların Gerekçeleri

Son dönemde Türkiye’de siyasetçiler, sanatçılar, gazeteciler, yazarlar ve iş insanları hakkında yürütülen soruşturmalar ve verilen gözaltı ile tutuklama kararları, hukukun üstünlüğünün korunması ve toplumsal düzenin sağlanması amacıyla yapılmaktadır. Suç işlediği düşünülen kişiler hakkında soruşturma açılması ve yargı sürecinin işletilmesi, hukuk devletinin olmazsa olmaz bir unsurudur. Bu uygulamalar, kanunların ihlali durumunda kimsenin dokunulmaz olmadığını ve yargı önünde hesap vermesi gerektiğini gösterir.

Son dönemde Türkiye’de yürütülen soruşturmalar, gözaltı ve tutuklama kararları ve belediyelere kayyım atanması gibi uygulamalar, hukukun üstünlüğünün sağlanması ve yargı organlarının bağımsız, tarafsız bir şekilde çalışmasının bir göstergesidir. Bu tür uygulamalar, toplumsal huzur ve barışın artırılmasına, ekonomik istikrarın sağlanmasına katkıda bulunarak Türkiye’nin hukuk devleti olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır.

Bu tür uygulamaların tartışılması ve eleştirilmesi elbette demokratik bir toplumun gereğidir, ancak yargı organlarının bağımsızlığı ve tarafsızlığına duyulan güvenin sarsılmaması da son derece önemlidir. Türkiye’nin geleceği için hukukun üstünlüğü ilkesine bağlı kalmak, toplumsal barışın ve ekonomik refahın anahtarıdır.

****

Gördüğünüz gibi yapay zekanın tek merkezden yönlendirilen yandaş yazar ve trollerden öğreneceği çok şey var. Yapay Zekâ henüz onların kalemlerindeki kıvraklığa erişebilecek kadar iyi eğitilmemiş. Evrensel doğrulardan ayrılmakta güçlük çekiyor. Ama yine de muhalif bir yazarın bağımsız düşüncelerini aktardığı yazılardan daha az riskli bir yazı yazmayı becerdiğini söyleyebilirim.

Siz ne dersiniz nasıl yorumlarsınız bilemem. Ama şu sorumun cevabını sizden öğrenmek isterim: Bundan sonra yandaş yazarlarınkine benzeyen veya oto sansür uygulanmış makaleler okumak ister misiniz?

Kanun-U Esasî – Anayasa

     Ekseriyet fikrinin hâkim bulunduğu hükümet idaresi olan, yani yetkilerin Anayasa ve Millet Meclisi tarafından tespit edildiği Demokrasi temel alınmalı.

     Kanun-u Esasî / Anayasa denilen adâlet ve meşveret / danışma / fikir alış verişinde bulunmak asıl olmalı. Kuvvet kanunda toplanmalı.

     Asıl hakikî / gerçek ve müessir / etkili tam adâleti, yani gerçek ve kusursuz adâleti esas almalı. Çünkü, dayanak noktasını temin edecek olan ancak budur. Zira Demokrasi’yi; sağlam ve esas metne istinat ettirmek bu şekilde olur.

     Böylece, evham / vehim, şek ve şüpheler sahibini; hayret vartası / uçurum ve şaşkınlık çukurundan çıkarıp kurtarır.

     İstikbal / gelecek ve âhiretine kefil olur.

     Umumî / genel menfaat, fayda ve kamu yararını içeren hukukullahı / Allah’ın emir ve kurallarını; kamu hukuku ve toplum düzenini sağlar.

     Hukuku, izinsiz tasarrufattan tahlis eder / kurtarır.

     Millî hayatı muhafaza edip korur.

     Bütün zihinleri manyetizmalandırır.

     Telkin / hipnoz yolu ile tesir ve etki altına alan ecnebilere karşı metanet, kemâl ve mevcudiyeti  gösterir.

     İnsanı, dünya ve âhiret sorgusundan kurtarır.

     Maksat ve netice olarak; umumî / genel ittihat ve birliği tesis edip kurar.

     O ittihadın ruhu olan kamuoyunun, hürriyet ve medeniyet sınırları içine; çürük medeniyet fenalıklarının girmesini yasaklar.

     Milleti, Avrupa dilenciliğinden kurtarır.

     Geri kalınan uzun terakki / ilerleme yolunu, kısa zamanda kat’ ettirir.

     Milleti birleştirerek, az zamanda büyük bir kuvvet sahibi kılar.

     Hükümeti temsil eden manevî şahsın, müslüman vasfını nazara verir.

     Kanun-u Esasî / Anayasa’nın ruhu, milleti sözünde durmazlıktan uzak tutar.

     Medeniyetin tahrip edicisi / yıkıcısı olan dinsizliğe karşı sed çeker.

     Fikirlerdeki zıtlık ve uyuşmazlık karanlığını ve görüşlerin dağınık ve ayrılığını; aydınlık dönemi ile ortadan kaldırır.

     Âlim ve din adamlarını el ele vererek, milletin saadeti için çalıştırır.

     Meşru hükümete, hizmet etme imkânları sunar.

     Tam, gerçek ve kusursuz adaletinden dolayı, müslüman olmayan unsurları, devlete daha çok yaklaştırır.

     Onları, devlete daha sıkı bir şekilde bağlayacak ortamın hazırlanmasını gerçekleştirir.

     Cebîn / korkak ve âmî / bilgisiz adama; en cesur ve has adam gibi, gerçek ilerleme hissi edindirir.

     Milleti fedakâr eder.

     Vatan sevgisini yükseltir.

     Medeniyetin yıkıcısı olan sefahet / yasak şeylere, zevk ve eğlenceye aşırı derecede düşkünlükten, israfat / israflar ve zorunlu olmayan ihtiyaçlar peşinde koşmaktan men’ eder.

     Âhireti düşündürür. Aynı zamanda dünyasını imar ettirir.

     İstekle çalışmayı temin eder.

     Medeniyetin hayatı olan güzel ahlâk, yüksek ve yüce his ve duyguların; düstur ve prensiplerini öğretir.

     Herkesin hakkını aramasını kolaylaştırır.

     Müslümanlar için, İcma-i Ümmet’e / müctehid âlimlerin İslâm’ın bir mes’elesi hakkında verilen hükümde birleşme olgusuna; küçük, meşru bir misal verir.

     Hüsnü niyetle yapılan amel ve işleri ibadet sayar.   

Kendimden Utandım

Evet, kendimden utandım.

            Önce küçük bir açıklama:

            Zorunlu emeklilikten sonra, kubbede hoş bir seda bırakayım diye, vaktimi kültür, sanat, zanaat işleriyle değerlendirmeye başladım. Yağlıboya resim yapmak, filografi sanatıyla ilgili eserler vermek, nef üflemek bunlardan birkaçı.

            Filografi sanatıyla ilgili hayli eser verdiğimi, yol aldığımı söyleyebilirim. Bana bu konuda destek veren Ayşegül ve Tuba Hocahanımlara müteşekkirim.

            Olay şu:

            Filografide yeni bir model denemeye karar verdim. Bu model, beni çok yordu; gecemi gündüzümü aldı, hayli masrafa yol açtı. Tablo bitti, derken birkaç teknik arıza Tuba Hocahanım’ın onayına takıldı. Açı hatası varmış. Doğru, benim de içime sinmemişti tabloyu bitirme şekli; herkes beğendiği halde, ustasına beğendirememiştim. Ona göre sökülüp sil baştan örülmeliydi. Bunca emeğe, bunca zamana, bunca malzemeye yazık değil miydi? Sökelim, dedi Hocahanım. “Sökemem, birine hediye ederim.” dedim. Durdu, “Bu hatalı çalışmayı nasıl hediye verebilirsin birine?” diye sordu. Çeyrek saat sonra, hatalı yeri düzeltmek üzere sökmeye karar verdim. İçimde bir eziklik hissetmiştim. Beğenmediğim, hatalı bulduğum bir çalışmayı, sanat eseri diye birine nasıl hediye edebilirdim? Hocahanım, benim ahlaki zaafımı, ayıbımı deşifre etmiş, utancımı bilerek veya bilmeyerek yüzüme çarpmıştı. Sökme nedenimi sorunca da bunu kendisine açık yüreklilikle ifade ettim. Altmış sekiz yaşındaki ben, yılların eğitimcisi olarak kendimle yüzleşmenin hem ezikliğini duydum hem de bir daha böyle düşünmemek, davranmamak adına kendime yeni bir ödev verdim.

            “Ben de öyle düşünürdüm, bunda utanılacak ne var ki, bu kadar da hassasiyet fazla doğrusu” dediğinizi duyar gibiyim. Sözlerimin, bir ahlaki zafiyet taşımadığını da iddia edebilirsiniz.

            Hayır, aynı kanaatte değilim. Allah her şeyi güzel ve mükemmel yaratmıştır. O, işin de insanın da davranışın da verilen eserin de en güzelini sever. Olabileceğin en güzelini yapmak, insan olmanın gereğidir. Nasıl olursa olsun yeter ki olsun, anlayışı ahlaki, dini, insani kusurdur, kişinin hem kendisine hem eşyaya hem de hemcinsine karşı ayıbıdır, saygısızlığıdır.

            Kendimize layık görmediğimizi başka birine layık görmek gibi zaafımızı her gün birbirimize telkin ediyoruz. Bunun farkında mıyız? Yaptığımız bu davranışın adı da akıllılık, uyanıklık oluyor. Problemli veya yıpranmış bir aracımızı, evimizi bizi fazla yoracak, bize fazla masraf çıkaracak diye elden çıkarmak istiyoruz. Satarken de alıcıya çok kere ürünün kusurlarını söylemiyoruz, üründeki kusurları söylemeyi aptallık görüyoruz. Aslında biz eşya değil, dert satmış oluyoruz. Bir süre sonra bu sıkıntının bize döneceği kaygısını dahi duymuyoruz, sorumluluğunu taşımıyoruz. Bu, bir kandırmaca değil midir?

            Pazardasınız, satıcı meyvelerin sağlamlarını öne, çürüklerini arkaya koymuş. Öndekilerini gösterip arkadakilerini size satmaya çalışıyor. Bir telefon, emlak veya sigorta şirketi sizi arıyor, hizmetlerini anlatıyor. Her şey iyi güzel; hoşunuza gidiyor. Zamanla anlıyorsunuz ki aleyhinize olan çok bilgi size aktarılmamış, size ürünle ilgili eksik bilgi verilmiş. İnsanlara, kurumlara olan güveniniz sarsılıyor, olumsuz ön yargı geliştiriyorsunuz.

            Bireysel ve kurumsal kandırmacaların sıkça yaşandığı bir ülkede yaşadığımızı itiraf etmek zorundayım, zorundayız. Kabullenilmeyen hata, düzeltilme yeteneğinden yoksundur.

            Bir hata bir kez olduysa bir şey olmaz, bunu uzatmamak lazım, demeyin lütfen. Her büyük günah bir defa ile başlar. Her günah, kalpte siyah bir noktadır, silinmezse zamanla kalbi kur; günahlar mübah olur. Tekrarlanan her iyiliğin ve kötülüğün mutlaka ilki vardır.

            Yaptığı alışverişte kandırılmadığını bilmek, eve getirdiği ustanın işinden memnun kalmak, kişiye güven ve huzur verir. Hele hizmet aldığı kişilerle yıllarca sürecek dostluk kurabilmek, medeni insanların ve bu yönde gelişmiş ülkelerin belirgin vasfıdır. Kişileri ve ülkeleri tanımak isteyenlerin o ülkedeki ticari ilişkilerine bakmaları yeterlidir. Medeniyet; dürüstlüktür, güvendir, kendine layık görmediğini düşmanına dahi layık görmemektir.

            Her ayıp, bumerang gibidir; bir gün gelir seni bulur. Ayıp, utancı doğurur. Utanç, yitirilmemesi gereken yüksek bir insani duygudur, değerdir. Bir gün pişmanlık duyacağımız veya utanacağımız durumlardan bizi men eden dostlara sahip olmak da büyük bir sermayedir, bundan mahrum olmak da yoksulluktur, fakirliktir.

Ne mutlu, daima iyiye, güzele, doğruya yönlendiren dostlara sahip olanlara… Yazık olsun, eğriyi doğru gösterenlere…

Partili Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi

Bu günlerde maalesef Türkiye gibi önü açılmış milli devletlerin üniter ve milli devlet yapılarına saldırıların olduğu dıştan dayatılan çoğulculuk merakının ortaya çıktığı, milli kimlikle uğraşıldığı, Cumhuriyetin kurucu değerlerini tartışmaya açmaya hazır işgüzarların siyasette önünün açıldığı bir dönemden geçiyoruz.
İcra edilen siyasi yaptırımlar ise milletin kendisinden beklediği isteklerinin yerine kargaşa ve karmaşadan, yanıtı tutarsız tutuklamalardan istifade ile oluşan huzursuzluk ortamında Türk milletine ayrımcılık dayatıyor. Türkiye’de sanki Türk Milleti yokmuş da bir sürü karışık toplumların yaşamakta olduğu dayatılmaya çalışılıyor.
Bilinen emperyal dış güçlerin iç uzantılarını da destekleyerek Türk Milletini bölme adına ‘’Kürt sorunu ‘ ’varmışçasına değişik adlarla çalışma içerisindele Laik cumhuriyetimizle alakalı, üniter yapımızla alakalı gündemler oluşturmaya çalışan siyasi odakların bu cesareti hangi güçlerden aldıkları hususunda iktidarın gür sesini duymak Türk halkının beklentisidir.
Ne var ki tek adama dayalı iktidarı da suskun ve tutarsız olduğunu izliyoruz.
*

Bildiğimiz kadarıyla siyasetin kendine has kuralları olması gerekir,
Siyasetin, bir ahlâkı…
Bir işleyişi…
Ekonomik, sosyal, kültürel, vs. dallarda bir planlaması olması gerekir
Hedefi olması gerekir.
Siyaset aynı sınırlar içinde yaşayan insanların ortak değerlerine sahip çıkarak, nasıl bir gelecek kurulabileceğini belirler.
*
Peki, bugün ne durumdayız?
İktidarın; ekonomik sosyal ve kültürel alanda memleketin muasır medeniyet seviyesine çıkarılması konusunda bir çabası ve çalışması var mı?
İktidar; her anlamda “Çok iyiye gidiyoruz” dedikleri şu günlerde bile vatandaşın ne çektiğinden bihaber maalesef.
Tutulan ne varsa insanın elinde kalıyor.
Çalışanın aldığı asgari ücret, evinin kirasına bile yetmiyor.
Bakanlar bile sıkıntılıymış gibi geliyor bana, rahat konuşamıyorlar.
Bu şartlarda nasıl iyiye gidiyoruz, söyler misiniz?
*
Kanımca bir yerde ‘Tek adam’ın ağzından çıkan uygulanıyorsa o yerde:
Belirsizlik…
Bilinmezlik…
Ve tedirginlik de vardır.
Öyle olunca da insanın dünyası, karman çorman oluyor.

*
Bütün yetkiler tek adama verilmişse…
O insan da her zaman son sözü ve geçerli olacak olan sözü söyleyendir.
Öyle olunca da kayırmacılığın…
Adaletsizliğin…
Haksızlığın olma ihtimalleri de yüksek olabilir.
*
Bir de tek adam, her zaman kendisini yalnız hisseder.
Altındakilere de pek güvenmez.
Her şeyi de kontrol edemeyeceğine göre, o da sürekli stres altındadır.
Egoları yüksek, güçleri sınırsız olduğundan, güçlerini zorlayan durumlarda mutlaka doğru ya da yanlış yeni bir yöntem bulurlar ve uygularlar.
Ondandır tek adamların gücüne güvenip, kimseye güvenmeyişleri.
*
Parlamenter sistemden sonra gelen bu ‘Tek adam’ sisteminde, hemen her alanda yapılan işlerde istenilen verim alınamadığı görülüyor.
Beşerî ilişkiler koptu kopuyor!
Özellikle dar gelirli halkımızda stres hat safhada!
Şiddet ise her alanda aldı başını gidiyor, durdurulamıyor!
Ne dersiniz; gün olmuyor ki birileri tutuklanmasın; ülke açık hava hapishanesine mi dönüştürülüyor?
*
Ne yapılmalı o zaman?
Zamanı geldiğinde Türk seçmeni elindeki gücünü iyi kullanmalı.
“Tek seçicinin, belirleyici olduğu bir yerde hak ve adaletin olmadığının gerçeğini yaşıyoruz
Özellikle Partili Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, tam anlamıyla çöküşü hızlandıran bir yapıya dönüştü. Sorun çözme kabiliyetini kayıp eden iktidar, uzmanlaşmış bürokrasi ve paylaşımcı bakanlıklar koordinasyonu yerine, karar alma yetkisini tek kişiye indirgedi. Böylece bütün sorunların çözümü, tek kişi, tek akıl, tek yetenek ve tek beceriye kalınca, o tek kişide varlık gösteren tek kapasite, ister istemez çözümsüzlük üretmeğe başladı.
Nihayetinde hiç kimse, ekonomide, sanatta, sporda, hukukta, bilimde kısacası her alanda en iyi bilen olamaz. Bu, insan kapasitesinin üstünde bir yüktür. Hâliyle, bir ülkenin en temel sorunlarının çözümünü de ondan bekleyemeyiz. Çok sorunu, her bir sorunun uzmanlık gerektiren özelliklerini bilen kolektif akılla çözebiliriz.
*
O halde DEMOKRASİ!
Halkın tercihiyle iktidar olmuş demokratik güçler için Demokrasi bir anahtardır, problemleri çözme biçimidir. Demokrasi, devletinin, milletinin, bayrağının bayraktarlığını yapacak liyakatli, vasıflı, aydın kültürlü insanları öne çıkaran bir rejimdir.
Kapıları sizin gibi düşünmeyenlerin üzerine kilitleyerek demokrasiyi kilitleyemezsiniz, kapıları sizin gibi düşünmeyenlerin üzerine kilitleyerek millî iradeyi kilitleyemezsiniz, kapıları sizin gibi düşünmeyenlerin üzerine kilitleyerek sosyal kurumları kilitleyemezsiniz.
İlkeleriyle, yaşanan tecrübelerle hayata geçirilmiş ‘’devlet aklını’’kullanmayıp, ‘’tek adam’’diye adlandırılan anlayışla karar verirseniz yanlış üstüne yanlış yaparsınız; ülkenin itibarında güvensizlik yaratırsınız.
Bugün ülkemiz içte ve dışta bu güvensizliği yaşamaktadır kanaatindeyim.
*
Çağdaş anlamda Köy Enstitülerinin yeniden yapılanması düşünülmeli. Örneğin, halkçılık ve toplumsal kalkınma adına çağdaş ülkelerdeki benzeri gibi özerk çalışan, devlet destekli bir araştırma enstitüsü kurulabilir. Kurulacak bu enstitünün bilimsel araştırmalarından, önerilerinden ülkemiz hatta bütün insanlık yararlanabilir