13.8 C
Kocaeli
Cumartesi, Kasım 8, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 18

İnsan ve Dua

     “İnsan, kâinatın zübdesi (özeti)dir. Bütün kâinat, insanın yaratılması için seferber olmuştur.

      Galip Dede şu beytiyle bu noktaya dikkati çeker:

     ‘Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlem (âlemin özeti)sin sen,

      Merdüm-i dîde-i ekvân (kâinatın göz bebeği sayılan insan) olan Âdem’sin  sen!’

      Yani sen kendini iyi düşün ki sen, evrenin (kâinatın) özüsün.

      Evrenin gözbebeği olan Âdem’sin.

      Eşref-i mahlûkat (yaratılmışların en şereflisi) olarak yaratılan insanda;

      Sevgi, aşk olmazsa ondan hayır gelmez.

     ‘Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,

      Muhabbetsiz Muhammed’den ne hâsıl?’ ”

      (Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 2, s. 442)

x

    “İbrahim bin Edhem’e:

   – Neden dua ediyoruz, duamız kabul edilmiyor?

     Şöyle yanıt (cevap) vermiş:

   – Çünkü siz Allah’ı bildiniz, O’na itaat etmediniz!

     Resûlü bildiniz, Sünnetine uymadınız!

     Kur’an’ı bildiniz, onunla amel etmediniz!

     Allah’ın nimetlerini yediniz, O’na şükretmediniz!

     Cenneti bildiniz, onu istemediniz!

     Cehennemi bildiniz, ondan kaçmadınız!

     Şeytanı bildiniz, onunla savaşmadınız, ona uydunuz!

     Ölümü bildiniz, ona hazırlanmadınız!

     Ölüleri gömdünüz, ibret almadınız!

     Kendi ayıplarınızı bıraktınız, başkalarının ayıplarıyla uğraştınız!”

     (a.g.e., s. 436)

x

   “Görünür âlemin yegâne (tek) mükellef (yükümlü) ve sorumlu varlığı olarak

     İnsanı tanıyan K.Kerim, onun ahlâkı konusuna özel bir önem vermiştir.

     Buna göre Allah, insanı en güzel bir tabiatta (huy ve karakterde) yaratmış (Tîn: 28 / 4),

     Ona kendi ruhundan üflemiştir (Hicr: 54 / 29).

     Bundan dolayı insanın atası, meleklerin secde edeceği kadar değerli bir varlık olmuştur.

     Ancak insanın bu üstün cephesi yanında, bir de topraktan yaratılan beşerî (insanî) cephesi vardır.

     İşte insandaki bu ikilik,

     Onun ahlâkî bakımdan çift kutuplu bir varlık olması sonucunu doğurmuştur.

    ‘Allah, insan nefsine fücurunu (günahını ve) takvasını ilham etmiş’

     Yani ona iyilik ve kötülüğün kaynakları olan kabiliyetleri birlikte vermiştir.

     Dolayısıyla ‘Nefsini yücelten kurtuluşa ermiş, onu alçaltan da perişan olmuştur.’

     (Şems: 26 / 8 – 10) ”

     (Mustafa Çağrıcı, a.g.e., s. 70)

Prof. Dr. Tahir Serkan Irmak’tan Kocaeli için olası Deprem Uyarısı:

0

“1999’dan sonra birikmeye devam eden enerji bölgeyi bir sonraki depreme hazırlıyor”

Kocaeli Üniversitesi (KOÜ) Mühendislik Fakültesi Jeofizik Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tahir Serkan Irmak, 17 Ağustos 1999 Depremi’nin yıl dönümünde gazetemize yaptığı açıklamada depremin ardından bölgenin sismik tehlike açısından Türkiye’nin en sakin illerinden birisi haline geldiğini belirterek, “Ancak geçen zaman içinde birikmeye devam eden enerji bölgemizi bir sonraki depreme hazırlıyor” ifadelerini kullandı.

17 Ağustos 1999 yılında saat 03.02’de 7,4 büyüklüğünde meydana gelen Marmara Depremi; Kocaeli, İstanbul, Yalova, Sakarya ve Düzce’de yıkıma sebep oldu. 18 bin 373 kişi hayatını kaybetti, 48 bin 901 kişi yaralandı. Üzerinden 26 yıl geçen deprem ile ilgili KOÜ Mühendislik Fakültesi Jeofizik Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tahir Serkan Irmak gazetemize değerlendirmelerde bulundu.

“BÖLGEMİZ 100 YILLIK PERİYOTTA 7 VE ÜZERİ BÜYÜKLÜKTE DEPREMLE SARSILIYOR”

Yakın tarihte yıkıcı olan 3 depremin olduğunu söyleyen Irmak, “Her ne kadar tarihsel depremlerin episantr bilgileri tartışmalı olsa da, tarihsel dönemde Kocaeli ve çevresinde meydana gelen ve yıkıcı olan yakın tarihli depremlerin 1719, 1894, aletsel dönemde ise 1999 yıllarında meydana geldiğini görüyoruz. Baktığımızda, kaba bir yaklaşımla da olsa, her 100 yıllık periyotta bölgemiz 7 ve üzeri büyüklükte bir depremle sarsılıyor. 17 Ağustos 1999 Kocaeli depreminden sonra biriken enerjinin boşalması, bölgemizi sismik tehlike açısından Türkiye’nin en sakin illerinden birisi haline getirmişti. Ancak geçen zaman içinde birikmeye devam eden enerji bölgemizi bir sonraki depreme hazırlıyor” dedi.

“26 YILLIK SÜREÇTE KOCAELİ İÇİN OLUMLU ADIMLAR ATILDI”

26 yıllık süreçte Kocaeli’de deprem tehlikelerinin azaltılması adına olumlu adımlar atıldığını söyleyen Irmak, “Örneğin zemin etüdü uygulamasının belediyeler tarafından zorunlu koşulması ilk kez o zamanki ismi ile Saraybahçe Belediyesi tarafından uygulanmıştı. Daha sonraları Kocaeli Büyükşehir Belediyesi tarafından yaptırılan sismik tehlike analizleri, toplumdaki afet farkındalığını arttırıcı yönde halk eğitimi çalışmaları, riskli binaların tespiti ve yavaş da olsa kentsel dönüşüm çalışmaları bu adımlara örnek olarak gösterilebilir” diye konuştu.

“BÖLGEMİZDEKİ FAYLARI TETİKLEYECEK KADAR BİR GERİLME MEYDANA GETİRMEDİ”

Son büyük depremleri de analiz eden Irmak, “Son dönemde meydana gelen 23 Nisan 2025 Silivri açıklarında 6.2 şiddetindeki deprem ve 10 Ağustos 2025 Balıkesir Sındırgı merkezli 6.1 şiddetindeki depremler, bölgemizdeki fayları tetikleyecek kadar bir gerilme değişimi meydana getirmemiştir ancak Marmara bölgesinde meydana gelecek büyük bir depremin bölgemizi etkileme potansiyeli olduğunu da unutmamak gerekmektedir. Deprem zararlarının en büyük kısmının zemin özelliklerine bağlı olarak geliştiğini, bu yüzden zemin – bina etkileşiminin düzgün analiz edilmesi gerektiğini ve zemin-bina etkileşiminde jeofizik mühendisliği, jeoloji mühendisliği ve inşaat mühendisliği disiplinlerinin bir arada olduğu çalışmaların dikkate alınması gerektiğini unutmamız gerekir” ifadelerini kullandı.

https://www.ozgurkocaeli.com.tr/haber/25959069/prof-dr-irmaktan-kocaeli-icin-uyari-1999dan-sonra-birikmeye-devam-eden-enerji-bolgeyi-bir-sonraki-de

Vatan Yahut Silivri!.. “Hukuksuzluğun dışa vurumu…”

Unutulmasın bunlar!

Malumunuz Zafer Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Ümit Özdağ büyük bir hukuksuzlukla karşı karşıya kalarak beş ay boyunca özgürlüğünden mahrum edildi. Silivri Zindanlarında tutuklu yani bizim tabirimiz ile bebek katili ile süreç yürüsün diye rehin olarak kaldı.

Ümit Özdağ, hürriyetine kavuşunca Namık Kemal’in “Vatan Yahut Silistre” eserine nazire yaparcasına “Vatan Yahut Silivri” adını verdiği kitabında yaşadıklarını ve tarihi savunmalarını anlattı.

Ben, bu kitabı çıkar çıkmaz alıp okumak için internette araştırma yaparken karşıma gazeteci Müyesser Yıldız tarafından 2012 yılında yazılmış ve aynı ismi taşıyan “Vatan Yahut Silivri” kitabı da çıktı.

Müyesser Yıldız, Ergenekon Davasında yargılanıp 15.5 ay tutuklu kalmış bir insan…

Müyesser Yıldız’ın kitabını alıp okuyunca bu kitabı niye çıktığında almadım ve okumadım diye hayıflandım.

Ümit Özdağ’ın gözaltı süreci, ifadeleri, tutuklanması ve duruşmalarını neredeyse adım adım izledim.

Hukuksuzluğu ve adil olmayan yargının varlığını, sürecin her saniyesinde müşahade ettim. Ülkem adına “bunlar nasıl olur?” diye yaşananları sorguladım.

Ancak tesadüfen elime geçen Müyesser Yıldız’ın kitabında bunların ilk olmadığını görmek beni daha da dehşete düşürdü.

Yazılanlardan anlıyoruz ki, Türkiye yüzyıllardır bir hukuksuzluk kıskacında kıvranıyor ve bunu bir türlü aşamıyoruz!

Namık Kemal 1872 yılında bir tiyatro eserine boşuna “Vatan Yahut Silistre” ismini koymamış keza daha sonra Ümit Özdağ ve Müyesser Yıldız’da boşuna “Vatan Yahut Silivri” dememişler!

Başımıza gelen hukuksuzlukları görmek ve anlamak için aynı adı taşıyan bu kitapları eş zamanlı olarak birlikte okumak gerekiyor diye düşünüyorum…

Müyesser Yıldız, Silivri Zindanlarına ilişkin olarak “… şuna eminim ki; gün gelecek Silivri Türkiye hatta Ortadoğu ve Balkanların en büyük hukuk fakültesi olacak. Dünyanın en donanımlı en saygın hukukçuları buradan çıkacak. ” diyor. Ben de bu temenniye katılıyorum. Çünkü Silivri adaletin değil adaletsizliğin merkezi olmuş durumda!

Müyesser Yıldız’ın anlattıklarının en önemli noktası; 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’den sonra İstanbul’da kurulmuş olan mahkemeler ile 90 sene sonra karşısına çıkan mahkemelerin iddia ve yargılamalar açısından büyük benzerlikler gösteriyor olması!

Bizde bunların benzerlerine Ümit Özdağ’ın yargı sürecinde şahit olduk. En, basitiyle delillerin çarpıtılması, yetki sorununun ele alınışı, lehe olan delillerin dosyadan saklanması gibi hususlar çok dikkat çekiciydi. Bunlar tesadüf veya ihmalden ibaret olmayıp kasıt taşıyan davranışlardı kanaatindeyim.

21.Yüzyılda görülen ve adına Cumhuriyet ile “hesaplaşma davaları” diyebileceğimiz davaların 90 yıl önceki davalardan tek farkı “dijital deliller ile gizli tanık” uygulamalarıdır. Ümit Özdağ’da sosyal medya uygulamalarından elde edilen zorlama delillerle(!) yargılanmıştır.

Müyesser Yıldız devam ediyor anlatmaya: “1919’da görülen malum davalar sonunda Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey (Milli Şehit) aleyhine şahitlik yapan Artin isimli birine sorar ‘beni nasıl gördün, kaymakam elbisesi nasıldır? ‘ diye. Artin tarif edemez. Mahkeme Başkanı Hayret Paşa anında devreye girer Artin adına ‘kıyafetini hatırlayamasa da seni tanır’ der.

Devamla “Fetullah Gülen ve AKP’yi Bitirme Planı” olarak sunulan ama kimsenin üstlenip sahiplenmediği şaibeli ‘İrtica İle Mücadele Eylem Planı’ davasının gizli tanığını hatırladınız mı? Tanığa göre o planı hazırladığı öne sürülen Albay Dursun Çiçek Erzincan’a gidip toplantı yapmıştır. Hayatı boyunca Erzincan’a gitmediğini ispatlayan Dursun Çiçek gizli tanığa ‘üzerimde nasıl bir elbise vardı? ‘ diye sorar. Tanık ‘beyaz denizci elbisesi’ der. Oysa o sözde toplantı kışın yapılmıştır iddiası vardır ve kışın denizci kıyafetleri (siyah) farklıdır. “

1918-1919’da tutuklananların birkaçı, o günün anayasasına göre kendilerini sadece Yüce Divan’ın yargılayabileceğini öne sürerek savunma yapmak istemezler. Dönemin savcısı Yusuf Bey, bu itirazları dikkate almaz. 90 sene sonra eski Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ’da aynı itirazı yapar ve benzer cevabı alır.

Müyesser Yıldız tarihimizde olan “Malta Sürgünleri” İle “Silivri Esirleri”ni âdeta birbirine benzetiyor!

Ümit Özdağ’ın da savunmasında bir kaç defa tekrar ettiği bir hatırlatma var: “Stalin’in istihbarat şefi Beria ‘sen bana adamı ver. Ben suçu bulurum! ‘… Özdağ kendisi içinde suç uydurulduğunu düşündü bizlerde buna şahitlik ettik. ” Vatan Yahut Silivri ” adını verdiği kitap, bu suç bulma arayışına karşı yapılmış tarihi savunmalardan oluşuyor.

İnanıyorum ki, bu kitaba konu olan yargılamalar ve savunmalar gelecekte hukuk fakültelerimizde ders olarak yer alacaktır.

Bütün hukuk fakültesi öğrencilerine, avukat, savcı ve hâkim adaylarına bu kitabı öncelikle okumalarını tavsiye ediyorum.

Türkiye bu hukuksuzlukla, yargı anlayışı ile bir ilerleme kaydedemez. Çok defa dediğim ve yazdığım gibi hukukta “devrim niteliğinde reformlara” ihtiyacımız vardır.

Her vatandaşımız için hukuk arayışımız olmalıdır. Haksızlık ve hukuksuzluk bir kader değildir.

Onun için bütün vatan Silivri gibi olsa da zincirleri kıracağımızın herkesçe bilinmesi gerekir!

Çözüm mü, Çözülme mi?

Türk Ocağı’nın 114 yaşındaki Türk Yurdu dergisi, Ağustos sayısında soruyor: Çözüm mü Çözülme mi? Önde gelen üniversitelerimizden bilim adamları cevap vermiş:
Prof. Dr. Mehmet Akif Okur, sürecin şu andaki vahim yansımalarını bilim insanı yetkinliğiyle özetliyor:
“Bu atmosferde, terör örgütüne karşı devletin yanında duran, kendisini Türk milletinin parçası sayan Kürt kökenli vatandaşlar, PKK liderinin kahramanlaştırılmasıyla kimlik tasavvurlarında çözülmeye yol açacak bir ontolojik güvensizlik girdabına itilmektedir. Eş zamanlı olarak, PKK ve siyasi uzantılarının Kürtlerin meşru temsilcisi sayıldığı izleniminin yayılması, Türk toplumunun geniş kesimlerinde terör örgütüne duyulan öfkenin, kategorik olarak tüm etnik gruba yönelmesi tehlikesine kapı aralamaktadır. Sürecin, Kürt etnisitesine anayasal statü kazandırarak egemenliği paylaştıracağı iddiaları, Türkiye’nin rakip etnisitelerin çatışma alanına dönüşme riskini arttırmaktadır. … Daha farklı bir şeyin, etnik kimlik esaslı bir egemenlik paylaşımının konuşulduğunu görmekteyiz.”
Türk-Kürt-Arap deyince
“Devleti temsil konumundakilerin “Türk-Kürt Barışı” ifadesini kullanması, PKK elebaşları tarafından kendi tezlerinin doğrulanması gibi görülüp memnuniyetle karşılanmıştır. Bu ifade, devletin Kürt kökenli vatandaşlarını da şemsiyesi altına alan ‘Türk milleti’ tanımından vazgeçişi ve son kırk beş yılda yaşadığımız çatışmanın bölücü terör örgütüne karşı güvenlik güçlerince yürütülen bir mücadele değil, Türklerle Kürtler arasında bir savaş/iç savaş olduğunun kabulü şeklinde yorumlanmıştır. Örgüt böylece, Kürtler adına savaştığını hasmına tescil ettirmiş; Kürt kökenli vatandaşları dışarıda bırakarak yalnızca Türkleri temsil ettiğini bu söz oyunuyla kabul eder hâle gelmiş devlet temsilcilerinin barış istemesi sayesinde, taleplerine ulusal ve uluslararası platformlarda statü kazandırabilecek bir konuma yaklaşmış olmaktadır.”
Uluslararası İlişkiler Uzmanı Emre Kartal, “‘Türk- Kürt- Arap’ Dediğimizde Sorun Çözülecek mi?” diye soruyor ve millet devleti olmayıp çok kimlikli yapılara dayanan üç örneği, Lübnan’ı, Irak’ı ve Belçika’yı inceliyor. Sonuç şöyle:
“…[Bu] üç ülkenin yaşadıklarını aklımıza getirelim. Emperyalizmin planları ya da tarihsel zorlamalar sonrasında suni bir şekilde çok kimlikliliğe dayalı siyasal sistemler ve devlet kimlikleri inşa edilmeye çalışılmıştır. Ancak bunların hiçbiri başarılı olamamıştır. Ne Avrupa’nın göbeğinde ne de Orta Doğu’nun karmaşasında… Kusurlu hafızanın, kısa vadeli siyasi hesapların ve emperyalizmin yeni yüz yıllık planlarının başarılı olması bizi en iyi ihtimalle Belçika yapar. Lübnan ve Irak olmak ise çok uzak olmayacaktır.”
Ders almak veya almamak
Dergide, “Süreç”le birlikte paketlenmeye çalışılan “yeni anayasa”, “sivil anayasa” ve benzeri sıfatlara sahip anayasaya da dokunuluyor. Prof. Dr. Ender Ethem Atay, propaganda bulutunu kolayca dağıtıyor:
“… Dolayısıyla kurumsal yapılara ‘vesayetçi’ demek, demokrasiyi baştan reddetmek anlamına gelir… anayasa literatüründe ‘sivil anayasa- askerî anayasa’ diye bir kavram tanımlaması söz konusu olamaz. Olsa olsa ‘anayasanın demokratikliği ve antidemokratikliği, demokrasiyle bağdaşmayan bünyesi ve hükümleri’nden söz edilebilir. Bu kapsamda askerî darbe sonrasında yapılan anayasaya askerî anayasa; bu tür bir yönetimin olmadığı fakat içeriği itibarıyla demokrasiyle bağdaşmayan, demokrasinin temel ilkeleri ve kurumsal yapısıyla taban tabana zıtlık taşıyan düzenlemeler barındıran anayasaya da sivil anayasa kavramını atfetmek büyük bir yanılgıdır. Dolayısıyla ‘sivil anayasa eşittir demokratik anayasa’ varsayımı temelsizdir.“
Siyasî maksatlı uydurma hukuk da siyasî maksatlı uydurma tarih de uzmanlarınca kolayca çürütülüyor. Tarih hocası Prof. Dr. Tufan Gündüz’ün “Malazgirt’i Yeniden Düşünmek” yazısı bu açıdan okunası bir çalışma.
Birlikte Türk milletiyiz
Türk Ocakları Genel Başkanı tarihçi Prof. Dr. Mehmet Öz’ün başyazısının başlığı bir özet: “Milletimizin Kimliğini Yoğuran Tarih, Adını da Koymuştur: Türk”. Gerek başyazıda gerek Genel Yayın Müdürü Ayşegül Büşra Paksoy’un takdim yazısında da “Biz hep birlikte Türk milletiyiz” deniyor. Yıllar önce, birinci çözüm sürecinde Millî Düşünce Merkezi ve birlikte hareket ettiği kişi ve kuruluşlar da kamuoyunun “300 Aydın Bildirisi” diye tanıdığı 26 Mart 2013 tarihli bildirinin ardından internet üzerinden imza toplamaya devam etmek ve iktidarın “Akil Adamlar”ına karşı halkı bilgilendirmek için “BTM” (Birlikte Türk Milletiyiz) hareketi başlatmıştı. O günlerin hatırası bağlantıdaki sitesinde ve aynı isimli Facebook sayfasında duruyor. Müşterek fikir ve duygular müşterek ifadeleri doğurur.
Türk Yurdu’nu Türk Ocağı şubelerinden ve turkyurdu.com.tr sitesinde gösterilen yollardan satın alabilir, abone olabilirsiniz.

MHP’liler de Türk Değil mi?

Yeni Şafak yazarı Mehmet Metiner ideolojik olarak bana çok uzak biri. Görüşlerine de itibar etmem. Ancak Metiner sadece bir köşe yazarı değil; AKP içinde milletvekilliği ve parti yöneticiliği yapmış, Erdoğan’a doğrudan yakınlığı olan bir isimdir. Dolayısıyla yazdığı görüşler AKP içindeki siyasal İslamcı ideolojik kanadın seslendirilmesi olarak görülür.

Bu yüzden Metiner’in son köşe yazılarından birini (05.08.2025 tarihli) değerlendirmek istedim. Çünkü “süreç” denilen yeni PKK açılımının akıbetini yorumlamamız için AKP’nin içinde güçlü olan bu kanadın görüşlerinin iyi bilinmesi gerekiyor.

****

Siyasal İslamcı kanatta Kürt, Ermeni, Arap olduğunu söylemek özgürlük olarak değerlendirilirken “ben Türküm” demek ırkçılık olarak suçlanır. Bu yüzden “Türk” yerine “Türkiyeli” diye bir tanımı kullanırlar. Bu kesimin Türk ve Atatürk nefretinin tarihi kökleri vardır.

Mehmet Metiner, Milli Savunma Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Erhan Afyoncu’nun “Türk, Türklük ve Türkiyelilik”konularında yaptığı açıklamalarını “sürece tuzak kurmak”, “süreci sabote etmek” olarak tanımlıyor.

Erhan Afyoncu modern millet anlayışı ve Anayasanın 66. Maddesindeki tanıma uygun olarak kavramları açıklıyor: “Türkiyeli diye bir tanım tarihte yok, ‘Türkiye Milliyetçisi’ hiç yok. Coğrafya ismini millet ismi haline getiremezsiniz. ‘Türkiyeliyim, Türkiye milliyetçisiyim’ kelimeleri tarihi temeli olmayan, tarihte kullanılmamış ifadelerdir. Türk’üm, Türk milliyetçisiyim veya Türkçüyüm denir. İspanyol İspanyalıyım, Alman Almanyalıyım, Fransız Fransalıyım diyor mu?”

Prof. Dr. İlber Ortaylı, “Prof. Erhan Afyoncu’nun ‘Türklük-Türkiyelilik’ üzerine yaptığı açıklamalar doğrudur. Herkesin altına imza atması gerekir” diye destek verdi.

Daha önce bir programda tarihçi Murat Bardakçı da “Türkiyeli” tabiri için, “Açık söyleyeyim; Eşekçe bir düşünce olarak görüyorum. Böyle şey olmaz. Türkiye’de yaşayan herkes Türk soyundan, Türk ırkından değildir ama Türk’tür. Çünkü Türk kavramı, Türk terimi bir memlekete aidiyeti ifade eder. Bu memleketteysen Türk’üm diyeceksin. ‘Ben Türkiyeli bilmem neyim’, halt etmektir o. ‘Türk’üm ama bilmem neyim’ diyebilirsin, ‘şuradanım’ diyebilirsin. Onda bir şey yok. Ama ‘Türkiyeliyim’ saçma sapan bir şey” ifadelerini kullanmıştı.

Aslında Türkiyeli olduklarını söyleyenler “Türkiyeli” kelimesini Fransızcaya çevirse ‘Turc’ demek zorunda. İngilizce karşılığını ‘Turkish’ olarak çevirmekten başka çare yok. İkisinin de anlamı aynı: Türk!

*******************************

Modern Millet Anlayışı

Modern millet anlayışı vatandaşlık esasına dayanır. Ortak dil, tarih, kültür önemli olmakla birlikte, asıl belirleyici anayasal vatandaşlık bağıdır.

Anayasamızdaki vatandaşlık tanımı etnik kökeni değil, siyasi-hukuki aidiyeti esas alır. Etnik, dini, mezhebi farklılıklar bu bağ içinde erir.

Oysaki siyasal İslamcıların anlayışında “Millet” kelimesi “ümmet” anlamında kullanılır.

Etnik değil, dini aidiyeti esas alır. “Türk milleti” dendiğinde, bunu İslam ümmetinin bir alt kümesi gibi görür.

Mehmet Metiner yazısında açıkça ifade etmiş zaten: “Afyoncu’nun bu anlayışı İslam’ın temel akidesine aykırıdır. Ama bilinsin isteriz ki bizim ümmet ve millet şuurumuz bu anlayış üzerinedir.”

Görüldüğü gibi, Prof. Dr. Yümni Sezen’in ifadesiyle, “Yanlış bilgi, yanlış algı, aslından uzaklaşma, bugün dini milliyetçilikle karşı karşıya getirmiştir. Rotasından, ilkelerinden, hedefinden çıkarılmış bir din anlayışı, milliyetçiliğe hayat hakkı tanımıyor.”

****

Metiner’in ümmet esaslı tanımı, anayasal düzenle uyumlu değildir. Fiilen anayasal kimlik tanımını değiştirme niyetinin bir ifadesidir.

Zaten “süreç” dediği şeyin amacı da anayasal Türk kimliğini silmek ve milli devlet yerine çok ortaklı bir ümmet birliği inşa etme çabasıdır.

Ümmet esaslı tanım, Türkiye’yi çok-uluslu, çok-kimlikli, din esaslı bir siyasi yapıya yaklaştırır.

Böyle bir değişim, Cumhuriyet’in kurucu ilkeleri ile ters düşer. Bu yüzden Afyoncu gibi bilim insanlarının Türk, Türklük gibi kavramları açıklamaları “Türksüz Türkiye” isteyenlerin yürüttüğü sürece halk desteğini azaltacaktır. Metiner’in öfkesi bunadır.

Anayasa 66. Maddedeki gibi bir modern vatandaşlık tanımı herkesin eşit yurttaşlığını garanti ederken, ümmet esaslı tanım Müslüman olmayanları “millet”in dışında bırakır.

Bu, hem anayasal eşitlik ilkesine hem de çağdaş demokrasi standartlarına aykırıdır.

*******************************

Bilim Değil Sadakat Önemli İmiş

Mehmet Metiner’in yazısındaki şu cümleler asla “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller” istemediklerini gösteriyor. Bir bilim insanının bilgilerini, görüşlerini paylaşmasına bile katlanamıyor. Afyoncu’nun sözlerine makul ve mantıklı bir eleştiri getiremediği için sadakatsizlikle suçlayıp tehdit ediyor:

‘’Cumhur İttifakı saflarında yer alan hiç kimsenin Erdoğan-Bahçeli liderliğinin çizdiği çerçevenin dışına çıkmaya, dahası o çerçevenin içine sorunlu zihniyeti üzerinden yeni anlamlar yüklemeye hakkı yok.

Bu büyük barış sürecini Erdoğan-Bahçeli liderliğinin ortaya koyduğu “ümmet-millet” şuurunu yeni bir aidiyet ve sadakat temeline oturtmaya çalıştığımız bir süreçte bunu yapmaya kalkışması asla iyi niyetle izah edilemez ve dahi bağışlanamaz.”

Şu dikta zihniyetine bakar mısınız?

“Liderlerin çizdiği çerçevenin dışına çıkamazsınız.” “Rektör konumunda iseniz adına ‘devlet projesi’ denilen ve çerçevesi Cumhurbaşkanımız ve MHP lideri tarafından çizilen anlayışın dışına çıkamazsınız” diyor.

Metiner’in “bilge lider” diye övdüğü Bahçeli’nin, sürece ikna toplantılarını, Erzurum’da, “Lidere sadakat şerefimizdir”pankartı altında başlatması da aynı zihniyetin eseridir.

*******************************

Mhp’liler Türk mü, Türkiyeli mi?

AKP içinde, siyasal İslamcılar kadar, milliyetçi kimlikli vatandaşlarımızın olduğunu biliyoruz. MHP ise zaten kendisini Türk Milliyetçiliğinin temsilcisi olarak gösteren bir parti.

Mehmet Metiner gibilerin tanımına göre; Erdoğan ve Bahçeli de Türk değil, Türkiyeli. Bu liderler kendilerini “Türkiyeli” kabul etseler bile AKP ve MHP’li Türklerin kendilerini “Türkiyeli” diye tanımlayacaklarını sanmıyorum.

“Türkiye bir coğrafyanın değil bir egemenliğin adı. Egemenlik varken Türkiye olan coğrafya o egemenlik kalkınca artık Türkiye olmuyor.” Yarın Türk- Kürt- Arap diye egemenliği de paylaşırsanız ülkemizin adını da Türkiye olmaktan çıkarmak isteyeceklerdir.

NOT: Bu köşe yazımı yazdıktan sonra öğrendim ki Mehmet Metiner Yeni Şafak’tan kovulmuş. Aynı gazetede 13 Ağustos’ta Özgür Bayram Soylu isimli bir yazarın “Türklük olmadan terörsüz Türkiye olmaz!” başlıklı bir yazısı yayınlandı. Bu yazı Metiner’in tam zıddı görüşte. AKP içinde bir şeyler oluyor gibi.

Kahneman: Makul ve Yanlış

Bugün Pazar. Tatil… Güne bir bilmeceyle başlayalım:
Bir pinpon raketi ile bir pinpon topu aldım. İkisine toplam 101 lira verdim. Raket, pinpon topundan 100 lira daha pahalı. Her birini kaç liraya almışım?
—————
Çözdünüz değil mi? Şimdi derin bir nefes alın ve tekrar çözün. Çünkü yanlış çözdünüz. Top 1 lira olsa ve raket 100 lira daha pahalıysa raket 101 lira olur. İkisinin toplamı 102 lira eder. Ama siz “hızlı karar verdiniz”. Tıpkı bazı politikacılarımız gibi. Hızla karar verdiniz ve tıpkı onlar gibi yanlış karar verdiniz. Haydi, şimdi semantik ve nöroekonomik yolla hesabı tekrarlayalım. O da çalışmaz tabii. Semantik ve nöroekonomik lafları zaten bir şey söylemek için değil, bilge görünüp bir şey söylememek için sarf edilmiştir. O hâlde gelin konvansiyonel metotlara dönelim. İki bilinmeyenli denklem kuralım. O zaman çözümü buluruz: Raket 100 lira 50 kuruş, top 50 kuruştur.

Eğer ilk vuruşta doğru cevabı bulduysanız özür dilerim. Fakat ben de bulmacayı sorduğum arkadaşlarımın tamamı da hızlı ve kolay çözüme düştük, ancak uyarılınca “Doğru ya…” dedik. Bulmacayı, Hızlı ve Yavaş Düşünme’nin yazarı (Varlık Yayınları 2017), 2002 Nobel Ekonomi ödülünün sahibi Daniel Kahneman’dan aldım. Psikoloji profesörüydü, fakat ekonomi Nobel’i aldı! Nedenolmasın? İnsanı konu edinen bilimler birleşme yolunda… Kahneman geçen yıl vefat etti. Çalışma arkadaşı Tversky de Nobel’i göremeden gitmişti.

Fakir halkı kazanmanın yolu

Kahneman ve Tversky, ömürlerini insanın yatkın olduğu yanlışlara vakfetmiş. Çözüm gibi gördüğümüz ilk ihtimale atlıyoruz. Yeterli bilgi olmaksızın çözümü keşfettiğimizi düşünüyoruz. İkilinin, insan hataları üzerine bir başka buluşu da bir süreçten en son bölümü hatırlamamız. Mesela son beş dakikası ağrılı bir operasyonun çok ağrılı olduğuna karar vermesi. Tersine bir saat ağrıdan kıvrandıktan sonra son on beş dakikası rahat geçen bir müdahaleyi acısız diye hatırlaması.
Psikoloji bilimindeki yeniliklerin ekonomi gibi bir insan bilimine uygulanması şaşırtıcı değil. Psikoloji siyaset bilimine de ışık tutar. Siyaset de insanla ilgili bir bilim. Mesela az önce bahsettiğim buluş, insanın uzun bir sürecin sadece son kısmını hatırlaması ve o hatırlamaya göre sürecin tamamını değerlendirmesine bir bakın. Diyelim ki siz millî gelirin dağılımını bozan, refahı sadece yandaşlarınız arasında paylaştıran, dolaysıyla halka yoksulluk çektiren bir iktidarsınız. Kahneman- Tversky bulgularına göre; seçimden mesela altı ay önce, dört yıldır sürünen memura, emekliye, işçiye iyice bir zam yaparsanız seçim günü insanlar dört yılı değil, son altı ayı hatırlar, oylarını o hafızaya göre kullanır. Sonra? Sonrası kolay. Bir enflasyon daha patlatıp verdiklerinizi bir yıl içinde geri alıverir ve dört beş yıl daha böyle devam edersiniz.

Amigdala ile düşünmek

Hızlı karar vermenin insanın beyninde organik karşılığı var. Beynin derinliklerinde, sürüngen beyni denilen yapıya yakın, amigdala denilen bir bölüm var. Badem şeklinde bir sinir demeti. Adı da bademden geliyor. Beynin ön üst tarafında ise prefrontal korteks denilen bölümler var. Her iki beyin yarım küresinde de… Prefrontal korteks, yavaş düşünmenin, etraflı değerlendirmenin yeri.
İnsan prefrontal korteksin insanıdır, kahrolsun amigdala mı? Hayır. Yılan, size doğru tıslayarak geldiğinde, otlar arasından bir kılıç dişli kaplan size doğru hamle yaptığında yavaş düşünüp etraflı değerlendirme yaparsanız kısa yoldan dünyanızı değiştirirsiniz. Amigdalanın görevi hızlı karar verip uygulamak. Bugün şehirde aslan, kaplan veya yılanla karşılaşma ihtimaliniz epey düşük. Ama insanoğlu iki milyon yıl, amigdalasının çok değerli olduğu, yırtıcılarla, yılanlarla dolu bir çevrede yaşadı. Amigdala hayatını kurtardı. Prefrontal korteks de ona alet yaptırdı, plan yaptırdı, toplum kurdurdu ve gezegene hâkim olmasını sağladı. Her ikisi de lazımdı.
Bugün insanların, özellikle bütün toplumun hayatını etkileyecek insanların yani yöneticilerin, amigdalasıyla değil prefrontal korteksleriyle düşüneceğini ümit ederiz.

“İzahlar var. İzahlar zamanlar boyunca hep vardı: Her insani meselenin her zaman iyi bilinen temiz, zarif, makul ve yanlış bir çözümü vardır.” Bu sözü 11 Mayıs 2025 yazımda nakledip Karl Raimond Popper’e mal etmişim. Yakışır da. Ama yanlış atıfmış. Sözün sahibi H. L. Mencken. Onun, 1920 tarihli Önyargılar (Prejudices) kitabından.
Her çözüme balıklama atlamayın. Pinpon topu 1 lira değil.

R ı z ı k

     “Yeryüzünde kımıldanan hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah’a ait olmasın.” (Hud: 6)

     Âyet-i kerîmesiyle, rızık Allah’ın taahhüdü altına alınmıştır. Fakat rızık iki kısımdır. Birisi hakikî rızıktır. Diğeri mecazî (hakikî olmayan) rızıktır. Yani biri zarurî rızıktır. Diğeri zarurî olmayan rızıktır. Âyet ile taahhüd altına alınan, zarurî olan rızıktır. Evet, hayatı muhafaza edecek kadar gıda veriliyor. Cisim ve bedenin semizliği ve zayıflığı, rızkın çokluğuna ve azlığına bakmaz. Denizin balıkları ile karanın patlıcanları buna şâhittir. Mecazî olan rızık ise, âyetin taahhüdü altında değildir. Ancak çalışma ve kazanmaya bağlıdır.

Esir Maddesi

     Güneş sistemi ile arz (dünya); Allah’ın kudretinin; maddenin en küçük parçası olan esir maddesinden yoğurmuş olduğu bir hamur şeklinde imiş. Esir maddesi, varlıklara nisbetle akıcı bir su gibi mevcudatın aralarına işleyen bir maddedir. “Arşı ise (daha önce) su üstünde idi.” (Hud: 7) âyeti şu esir maddesine işarettir ki, Cenab-ı Hakk’ın Arş-ı A’zamı; su hükmünde olan şu esir maddesi üzerinde imiş. Esir maddesi yaratıldıktan sonra, herşeyi san’atla yaratan Allah’ın ilk icatlarının tecellî ve görünmesine merkez olmuştur.

Zâlimlere Meyletmek

     “Zulmedenlere de meyletmeyin! Yoksa ateş size dokunur!” (Hud. 113) Hz. Allah, âyet-i kerîmesinin fermanıyla; zulme, değil yalnız âlet olanı ve tarafdar olanı, belki çok az meyledenleri bile dehşetle ve şiddetle tehdit ediyor. Çünkü küfre râzı olmak, küfür olduğu gibi, zulme rıza da zulümdür.

Güneşin Doğması, Batması

     Güneşin doğması ve batması belirli ve kaderde yazılı olduğu gibi, insanın da bu dünyada doğumu ve ölümü ve başına gelecek işler kader kalemi ile yazılıdır. İsterse başını taşa vursun, o yazıları silebilirse silsin. Başı kırılır, o yazılara bir şey olmaz! Bunu muhakkak olarak bilsin ki, gök ve yerlerin dışına kaçıp kurtulamayan insan; her şeyin yaratıcısı olan Allah’ın terbiye ve idare ediciliğine muhabbetle rıza göstermeli. “Fefirrû ila’llah.” deyip Allah’tan Allah’a sığınmalı.

Şikayet Kime Olmalı?

     Musibetin darbesine karşı şikâyet suretiyle, elbette âciz ve zaif insan ağlar, fakat şekva (şikâyet) O’na (Allah’a) olmalı. O’ndan olmamalı. Hz. Ya’kûb’un “(Ben) gam ve kederimi ancak Allah’a şikayet ediyorum.” (Yûsuf: 86) demesi gibi olmalı. Yâni, musibeti Allah’a şikayet etmeli, yoksa Allah’ı insanlara şikayet eder gibi, “Eyvah! Of!” deyip, “Ben ne ettim ki, bu başıma geldi?” diyerek, âciz insanların acımasını tahrik etmek zarardır, mânâsızdır.

Ümitsizlik

     Yeis / ümitsizlik, milletlerin seretan / kanser denilen en dehşetli bir hastalığıdır.

     İlerlemeye mâni’ ve “Ben kulumun bana olan güzel zannı üzereyim.” hakikatine aykırıdır. 

     Korkak, aşağı ve âcizlerin işi ve bahaneleridir.

     İslâm kahramanlığının işi değildir.

     Evet, yeis ve ümitsizlik;

     Her türlü gelişme ve ilerlemenin önünde en büyük bir engeldir.

Öngörüsüzlük Politikası! “2025 Yılı Versiyonu…”

Olan bitenlere bakınca bir kaç yüzyıldır öngörüsüzlüğümüzün Türkiye’de büyük bir sorun teşkil ettiğini görüyoruz…

Tabii ki bir çok şey de olduğu gibi bunun da, tesadüf olması imkânsız!

Örnek vermek gerekirse bir Türk devleti olan Osmanlı’da Balkan Savaşları öncesinde Dışişleri Bakanlığı görevinde bulunan Gabriel Noradunkyan “Balkanlarda savaş çıkmayacağından adım ve inancım kadar eminim” dedikten günler sonra savaş çıkmış ve kısa bir süre önce 70.000 usta askerini terhis etmiş olan Türk ordusu tarihe utanç olarak geçen bir bozgundan sonra vatan topraklarının çok büyük bir bölümünü kaybetmiştik… Halbuki biz böyle derken ve yaparken, İngiliz gazeteciler savaşı izlemek üzere bir ay önce Londra’dan Balkanlara doğru yola çıkmışlardı! İngilizler demek bizden çok öngörülü…

Ardından Damat Ferit, İzzet Paşalar başta olmak üzere birçok tanınmış kişi Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkınca başta İngiltere olmak üzere ABD ve Fransız mandası olmayı hatta Yunanistan’ın askeri işgalini kurtuluş olarak görmüşler ve buna uygun davranmışlardı… Örnek Şeyhülislam Mustafa Sabri… Yunan Ordusunun Müslümanları koruyacağını anlatıyordu. Sonra kaçtı gitti Yunanistan’a sığındı ve fitnesini orada sürdürmeye devam etti.

Cumhuriyet dönemine gelince İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyada bir takım gelişmeler yaşanmıştır.

Ya biz ne yapmışız bu gelişmeler karşısında? Büyük öngörüsüzlükler içinde, biraz sonra kesilecek kurbanın kasabın bıçağını yalaması misali sadece olan biteni izlemekle yetinmişiz! Hatta büyük güce pelte gibi yığılmışız. Örnek ABD ve NATO…

Ülkemizin bir deprem ülkesi olduğu tarihi bir gerçekliktir. Buna karşın biz 1950’lerden bu yana şehirlerimizde gecekondulaşmayı, çarpık şehirlesmeyi, plansız yerleşmeyi velhasıl rant uğruna her şeyi gerçekleştirmişiz… Şimdi başımıza bir deprem(ler) gelmesin diye kara kara düşünüyoruz! Ama sonuç değişmiyor dün Balıkesir Sındırgı’da meydana gelen deprem bizi gerçekle yine yüzleştirdi! Rusya 8.8’lik depremde ne can ne de doğru dürüst maddi kayıp yaşıyor biz ise 6.1’lik depremde yıkılıyoruz!

Ülkemizin su kaynakları kısıtlı… Dünyada iklim değişiklikleri ve kuraklık önümüzde duruyor. Ya biz ne yapıyoruz? Bu sorunla ilgilenmiyor ve sularımızın yönetimini bile Katarlılara bırakıyoruz! Ancak su için savaşlar başlayınca veya bir damla suya muhtaç olunca suyun değerini anlayacağız…

Kuraklık nedeni ile tarım üretimimiz düşüyor. Bu kuraklık devam ederse bir topan ekmeğe muhtaç olmamız büyük bir olasılık! Bakın samanı bile ithal eder hale geldik…

Bir de ülkemizde demografik yapımızı değiştirmeye yönelik göçler söz konusudur… Türkçemiz, milli kültürümüz, örf ve adetlerimiz, huzurumuz, güvenliğimiz bu sebeple tehdit altındadır. Bunu sağır sultan bile biliyor ama bizim öngörüsüzler farkında değil! Tıpkı vakti zamanında Damat Ferit, Sadrazam İzzet, Mustafa Sabri, İskilipli Atıf ve benzerlerinin başımıza gelecekleri öngörmediği gibi…

Ya adına Corona dediğimiz salgına ne demeli? Dünyada herkes biyolojik savaş ve saldırıları konuşurken biz aşı üretim merkezlerini kapattık! Ne öngörü değil mi? Değil aşı üretmeyi bütün biyolojik saldırıları def etmeyi planlayan öngörülerimiz olmalıydı. Biz ise tam tersini yaptık!

Günlerdir orman yangınları ile uğraşıyoruz. Bu beklenmedik bir şey mi? Hayır, kasti veya doğal nedenlerle orman yangınlarının çıkması muhtemel bir şey… Buna karşı siz yeterli fiziki ve hukuki tedbirleri alıp gereğini yaparsanız, yangınları az zararla ve kısa sürede atlatmanız mümkün olur. Peki biz öyle mi, yaptık? Tek cevap var, o da “hayır”!

Eğitim, ekonomi, dış politika, üretim, sanayileşme, trafik ve benzeri konularda dünyadaki gelişmeleri gözönüne alır ve doğru öngörülerde bulunursanız ülkenizi ve halkınızı tehlikeler karşısında korumuş olursunuz…

Gökova’ya termik santral yapılmasın diyen köylülere Turgut Özal’ın başbakan sıfatı ile 1984 yılında verdiği cevapları izleyince, köylülerin öngörülerinin bile devleti yöneten siyasetçilerden çok fazla olduğunu gördüm. Bugün de, başta köylüler olmak üzere halkın değişik protestolarla HES, taş ocakları, maden aramaları konusunda haklı olarak itiraz ettiklerini görüyoruz… Meralarda elden tamamen gitmek üzere!

Siyasetçiler halk kadar akıllı değil mi?

Haşa onların aklı var ama Noradunkyan Efendi gibi!

 Yaptıkları işlerin adları ve inançları kadar doğru olduğunu söylüyorlar ama işte burada kader devreye giriyor ve kabak Türk Milletinin başına patlıyor!

Yoksa dünyanın en güzel iç denizi olan İstanbul’daki Haliç’in etrafını fabrikalarla doldurur, müsilaj çıkıncaya kadar Marmara’yı yok edermiydik? Ne diyor bu iktidar: “Demokrat Parti’nin devamıyız!”… Doğru aynı öngörüsüzlükle devam ediyorlar!

Türkiye’de “öngörüsüzlük politikaları” devrededir. Bu öngörüsüzlük bilerek ve kasten yapılan bir öngörüsüzlüktür. Şimdi de tutturmuşlar “Terörsüz Türkiye” diye bir masal!

 Allah bizi bu “öngörüsüzlük ihaneti”nin kötü sonuçlarından korusun…

Anlıyorum ki, bu öngörüsüzlük bizim için zamanı durdurmuş!”

*Not: Karikatür M.K Peker’e aittir

Karamürsel Devlet Hastanesi ve Önder Hekimler

Karamürsel 1950’ lere kadar merkez ilçe nüfusu üç bin, köyleri ile yirmi bin nüfuslu bir ilçemizdir. 1920 lerdeki milli mücadelede önemli hizmetleri vardır. Yunan işgalinde tamamen yakılıp yıkılmış*; ama

yeniden inşa edilmiştir. İnsanları çoğunlukla meyvecilik ve balıkçılıkla geçinirdi. Ürettikleri ürünler mavnalarla, deniz yolu ile İstanbulluların tüketimine ulaştırılırdı. Belediye tabipliği ve sonra hükümet tabipliği şeklinde sağlık hizmetleri vardı. İlk olarak 1952’de Halkevi binasında10 yataklı olarak ilçe sağlık merkezi açılmıştır.

Bu sağlık merkezi ve daha sonra açılan SSK Dispanserinde hekimlik yapmış olan şu isimler bölge insanının unutamadığı; adlarını bazı yerlere vererek vefa gösterdiği insanlardır**.Dr.Abdullah Hayri

SAVDERT, Dr.Rebii PEKERGİN, Dr. Hüseyin KARADENİZ,Dr. Muzaffer ONURAL,Dr.Ahmet EROL, Dr.Ercüment Zafer KOCAER bunlardandır. Ayrıca Karamürselli olup Çapa Tıp Hocalarından

Prof.Dr.Kemal AYDINOĞLU Karamürsellilerin sağlık sorunlarında kapısını çalıp yardım aldıkları bir isimdir.

Sağlık merkezi 1984’de büyütülüp 25 yataklı hale getirilerek Karamürsel Devlet Hastanesi olmuştur. Genel Cerrahi uzmanı olan ve Ankara Numune Hastanesinden gelen Dr.Cemal KUTLUER ilk başhekimidir. Karamürselli Nermin hanımla evlenen bu hekimimiz buraya yerleşmiş 2004’de emekli

oluncaya kadar şehrimizde hizmet etmiştir.1988-89 yılları ve 1992-98 yıllarının başhekimi Dr. Cemalettin PALAZ ‘dır. Kayacıktaki şu anki hastane binasının temeli 1998’de onun zamanında atılmıştır. Burasının on dönüme yakın arazisi Av. Sadi BİLGE tarafından hastane için bağışlanmış olup Belediye Başkanı Özcan ÖZALGIN zamanında sağlık alanı yapılmıştır.

Bu hastanenin 3. başhekimi Çocuk Hastalıkları Uzmanı Adnan CANVEREN’dir. Kendi isteği ile 1987de buraya gelip muayenehane açan bu hekimimiz 1988de ilçe devlet hastanesinde de çalışmaya başlar. 2006 da muayenehanesini kapatıncaya kadar Karamürsellilerin çocukları için 7/24 kapısını

çaldıkları bir hekimdir. 2006 sonrası yalnız hastanede çalışmaya devam etmiş olup 1989-92 yıllarında ve 2023 den beri bu hastanenin başhekimidir.

Dr.Batuhan ASLANTÜRK genel cerrahi uzmanı olup 1989’da Almanya’dan buraya gelmiştir.1998-2005 yıllarının başhekimidir. 99 depreminin zorluklarını yaşamış ve çözümünde çok emek vermiştir.

Almancasının çok iyi olması Kızılhaç yetkilileri ile yapılan görüşmeleri daha verimli kılmış ve

yardımların hızla yerine getirilmesine imkan sağlamıştır. Ambulansların temini, 5 ünitelik diyaliz sistemi, 500 bin dolara yakın bedeli olan muhtelif hastane ekipmanlarının bağışı gibi. SSK hastane bahçesine

yapılan ve deprem sonrası sağlık hizmetlerinin sürdürüldüğü prefabrik yapı da bunlardandır.

Kayacık mahallinde yapılan yeni bina 2006’da hizmete girmiş, ilçe merkezi ile prefabriklerde verilen hizmetler burada toplanmıştır. Yeni binadaki başhekim 2010 yılına kadar halen Bursa’da yaşayan Dr

Metin ESKİ, 2012 yılına kadar ise Eskişehir’de yaşayan Dr. Mustafa Doğar’dır. 2012-2016 yıllarının başhekimi ise Metin BALATLIdır. O da 2002de mecburi hizmet gereği Gölcük SSK ya gelmiş ve sonra burada başhekimlik yapmıştır. Halen bu hastanede KBB uzmanı olarak çalışmaktadır.

Dr.Erkan ÇELİK patoloji uzmanı olup kendi isteği ile 2014 de Seka Hastanesi’ne gelmiştir.2016-2022 yıllarında Karamürsel’de başhekimlik görevi yapmıştır. Bu dönemde hasta odalarının tuvaletli tek kişilik hale dönüştürülmesi, kalıcı konutlardaki iş merkezinin poliklinik amaçlı kullanılır şekle getirilmesi, hastane bahçesindeki Atatürk büst ve çevre düzenlenmesi gibi hizmetleri yapılmıştır. Ek bina temelinin

atılması da bunlardandır. Bu işlerde ilçe belediye başkanı İsmail YILDIRIM’ın yardımları ve İl sağlık müdürü Dr. Şenol ERGÜNEY’in destekleri kayda değer ve teşekkürlüktür. Ek bina 2023 de hizmete sokularak 48 yatağa düşmüş olan hasta yatak kapasitesi tekrar 75 e çıkarılmıştır. Dr. Erkan Çelik halen Kocaeli Şehir Hastanemizde hekimlik yapmaktadır.

Bu hastanemiz C sınıfı bir hastanedir. Halen 30 hekim, 8 diş hekimi ile acil dâhil günde 1500 e yakın poliklinik, yılda dört bine yakın müdahale yapılmaktadır. 6 yoğun bakım,7 palyatif bakım yatağı ve

diyaliz hizmetleriyle ilçenin sağlık hizmeti ihtiyacına cevap vermektedir.

Son 40 yılda buradaki hekimliği ile bilinmesi gereken diğer bir isim dâhiliye uzmanı Dr.Beyti KARACAdır. 1986 da mecburi hizmet ile Karamürsel’e gelip yerleşmiştir. 2005 e kadar hem hastahane hem de muayenehanesinde çalışmış, 2005 de emekli olduktan sonra 2011 e kadar da muayenehanesinde hizmet vermiştir. Karamürsellilerin sevip güvenerek her zaman kapısını açabildikleri bu hekimimize ilçe yönetimi vefa göstererek sağlığında adını bir yola vermiştir.

Karamürsel’deki diğer bir hastane SSK Kadın Göğüs Hastalıkları Hastanesidir.1983de 120 yataklı ve Süreyyapaşa Sanatoryumuna bağlı olarak açılmıştır. İlk başhekimi Mihriban ÖĞRETENSOY’dur.1985 de genel müdürlüğe bağlanmış ve başhekimliğine mecburi hizmetten 1984 de buraya gelmiş olan Dr. Nihat YAZICIOĞLU getirilmiştir. Bu hastane başta tüberküloz olmak üzere akciğer hastalığı olan ve yataklı

tedavi gerektiren kadın hastalara hizmet veren bir yerdir. 99 depreminde hasar görüp kapanmıştır. Bahçesine kurulan prefabrik yapılar ile ilçeye sağlık hizmeti vermiştir. Şimdi burada ilçenin yüzme havuzu bulunmaktadır. Dr. Nihat Yazıcıoğlu 2006daki yeni hastanede göğüs hastalıkları uzmanı olarak emekli olduğu 2016 yılına kadar hekimlik yapmış olup bu ilçede yaşamaktadır.

İlçede Atatürk Bulvarı no:53 deki ilk bina 2007’de yıkılmış ve yerine yenisi yapılarak ilçe sağlık müdürlüğü olarak yine sağlık alanında hizmet vermeye devam etmektedir. Bu yazım ile Karamürsel Devlet Hastanesi ve sağlık hizmetlerinde öne çıkmış isimleri yazmaya çalıştım. Bu ilçede sağlık hizmeti vermiş olan tüm sağlık emekçilerinin vefat etmiş olanlarını rahmetle sağ olanları şükran ile anarım.

Yazamadığım isim ve bilgilerin yorumlarınızla tamamlanması dileklerimle,s ağlıcakla kalınız…

* Karşıyakanın Beyleri, Erdoğan Özdemir, Kocaeli Büyükşehir Yayınları

**Bir Deli Bin Veli,Erdoğan Özdemir,Karamürsel Belediye Yayını