11.6 C
Kocaeli
Cumartesi, Kasım 8, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 14

Ezelî Kelâm

     Ezelî Kelâm / Allah’ın sözleri ve Kur’an-ı Kerîm; ilim, kudret gibi İlahî bir sıfattır.

     Bu bakımdan nihayetsiz ve sonsuzdur.

     Sonsuz olan birşeyi yazmak için, denizler mürekkep olsa,

     Mürekkep biter fakat yazılması gerekenler bitmez.

     Yazılacaklar için, mevcut mürekkep yeterli olmaz.

     Yazılması gerekenler; yazılmaları için, sanki “Mürekkep daha yok mu?” derler.

     Bir kimsenin varlığını bildiren, en açık, en kuvvetli delil; onun konuşmasıdır.

     Yüce Rabbin kelâmı ve konuşması da, varlığını, güçlü bir şekilde gösterir.

     İlahî kelâm ve sözleri ise, denizler mürekkep, ağaçlar kalem olup da yazılmaya çalışılsa;

     Mürekkepler biter fakat Yüce Rabbin kelimelerinin yazımı bitmez.  

     Hadsiz, nihayetsiz ve sonsuz İlahî Kelâm’ın ezelî hazinesinden alınan,

     Gayb âlemi hesabına, şehadet / görünür âleme yönelik olan,

     Cin, ins, rûh ve melekle konuşan,

     Her ferdin kulağında çınlayan Kur’an’ın menba ve kaynağı bulunan;

     Ezelî Kelâm’ın kelimelerini saymak için, denizler mürekkep, şuur sahipleri kâtip, bitkiler kalem,

     Hatta zerre ve atomlar kalem ucu olsalar;

     Yine de, saymayı bitiremezler. Çünkü bunlar sonlu, o ise sonsuz.

     Mâlûmdur ki, umulmadık birşeyden kelâmın / sözün meydana gelmesi;

     Kelâmı önemli kılar. Kendini dinlettirir.

     Nitekim, gökyüzü ve bulutlar gibi büyük hacimlerdeki varlıkların;

     Konuşurcasına çıkardıkları sesler bile, ehemmiyetle kendini herkese dinlettiriyor.

     Bilhassa dağ cesametinde olan; sesi alıp veren bir ses cihazının;

     Âhenkli, güzel nağmeleri; kulağın nazar-ı dikkatini daha çok çeker.

     Meselâ, semâvat tabakalarını plâklar kabul edip, yeryüzünün kafasına işittirmek için,

     Meydana gelen; Kur’an’ın Semavî Sadasını radyo ile,

     Hava zerreleri; o harflerin alıcı ve nakledicisi olurlar.

     Elbette bu Kudsî Kur’an harflerine;

     Birer ayna, birer lisan, birer ibre, birer kulak hükmünde olup,

     Kur’an-ı Hakîm’in harflerinin ne kadar önemli, kıymetli ve keyfiyetli olduklarını gösterirler.

     Ve işarî mânâlarıyla demek isterler ki:

     Allah’ın kelâmı / sözü olan Kur’an; o derece canlı ve kıymetlidir ki,

     Onu dinleyen, işiten kulakların adedini, o kulaklara giren kudsî kelimelerin sayısını;

     Bütün denizler mürekkep, melekler de kâtip

     Ve zerre, nokta, nebat ve kıllar birer kalem olsalar, yazmakla bitiremezler.

     Çünkü Cenabı Hakk insanın zayıf, ruhsuz kelâmının adedini; havada milyonlarca çoğaltsa,

     Elbette yer ve göklerin benzersiz Mâliki’nin arz ve semavatta;

     Bütün şuur sahiplerine hitap eden kelâmının herbir kelimesi;

     Hava zerreleri sayısınca kelimeler olur.

     Nasıl ki Kelâm Sıfatı’nın kelimeleri var. Kudretin de cismanî kelimeleri var.

     İlmin de kaderle alâkalı, hikmetli kelimeleri vardır ki; onlar tüm mevcudattır.

     Özellikle canlılar, hususen küçük mahlûkların herbiri, birer Rabbanî kelimedirler.

     Ezelî Mütekellim’e kelâmdan daha kuvvetli bir surette işaret ederler.

     Onların adedini denizler mürekkep olsa,

     Mürekkep biter yazılacaklar bitmez.

     Tüm melek, insan hattâ hayvanlara gelen umûm ilhamlar da, bir çeşit İlahî kelâmdırlar.

     Bu kelâmın kelimeleri, elbette nihayetsizdir.   

     Mutlak Saltanat’ın nihayetsiz askerlerinin aldıkları ilhamlar ve

     O İlahî Emr’in kelimeleri; ne de çok, nihayetsiz ve sonsuzdur.

Türk’ün Örfü; Mevlid ve Kandillerimiz

 “Mevlid Kelimesinin Anlamı” :Hz. Peygamber’i anlatma amacıyla vücut bulmuş önemli ve yaygın türlerden biri “mevlid”dir. Kelime anlamı “doğum zamanı” ve “doğum yeri” demek olan “mevlid”in kavram anlamı; “Hz. Peygamber’in hayatı (doğumu, miraca çıkısı, mucizeleri vb) ve şahsiyetini konu eden manzum eser”dir. Ancak mevlidin “Hz. Peygamber’in doğumu, doğum yıldönümü; doğum yıldönümü sebebiyle yapılan etkinlikler; bu etkinliklerde okunan ilâhi, na’t, kaside” anlamlarında da kullanıldığını unutmamak gerekir. “Mevlid türü eserlerin istisnasız hepsinde ortak olan tek mevzu Hz. Muhammed’in doğumudur. Nübüvvet nurunun yaradılışı, Hz. Âdem’den başlamak üzere diğer peygamberleri dolaşarak Hz. Abdullah’a gelişi, Hz. Amine’nin hamileliği, hamileliği esnasında vuku bulan olağanüstü hadiseler ve mucizeler, nihâyet doğum ve doğumla birlikte Hz. Muhammed çevresinde ve yeryüzünde gerçekleşen mucizeler, Türkçe mevlidlerin temel konularını oluşturur. Ancak pek çok mevlidde doğum hadisesi dışındaki konular da dile getirilmiştir. Bütün mevlidlerde aynı olmamakla birlikte, miraç başta olmak üzere Hz. Muhammed’in bazı mucizeleri, örnek ahlâkı, hayatının bazı safhaları ve nihâyet ölümü de mevlidlerde işlenen konular arasındadır.[1] “Mevlid” Arapça bir kelimedir. Masdar-ı mîmî (mimli masdar), olay, zaman ve yer ismi olarak bu dilde üç mânâsı vardır: doğum-doğmak, doğum zamanı ve doğum yeri. Bu üç mânâ Türkçe’de de kullanılmıştır. Meselâ “Mevlidü’n-Nebî” tamlaması, hem Hz. Peygamber’in doğumunu, hem doğum târihi olan 8 veya 12 rebîülevvel gününü, hem de doğum yeri olan Mekke’deki o mütevâzı evi ifâde eder. Bu kullanışlardan “doğum günü veya zamanı” mânâsı, daha çok öne çıkmıştır. Kelimenin mücerret kullanılışı, sadece Hz. Muhammed’in doğumunu ifade eder. Hz. İsa’nın doğumuna “Milâd” denildiği gibi, Hz. Muhammed’in doğumuna da “Mevlid” denir. Bu itibarla, kelime İslâmî bir terim olarak hem Türkçe’de, hem Arapça’da zamanla Hz. Peygamberin doğum yıldönümlerini, bu yıldönümlerinde yapılan merâsim ve kutlamaları ve bu merâsimlerde okunan Hz. Muhammed’in doğumunu anlatan eserleri ifâde için de kullanılır olmuştur. Kelimenin bu anlam için “Mevlid veya mevlûd” şeklinde telaffuzu ve imlâsı doğru değildir; “mevlûd”, “yeni doğan” demektir ki erkek ismi olarak “Mevlid”, kadın ismi olarak “Mevlüde” şeklinde kullanılır[2].

 “Mevlid Merasim ve Kutlamaları”:

Ramazan ve Kurban bayramları dışında, müslümanlarca mübârek sayılan ve kutlanan beş gece vardır. Bunlar: Receb ayının ilk cuma gecesine (perşembeyi cumaya bağlayan gece) rastlayan Regaib gecesi, aynı ayın 27. gecesine rastlayan Mi’rac gecesi, Şaban ayının I5’ine rastlayan Berât gecesi ve Rebîülevvel ayının 12. gecesi Mevlid gecesi. Bunlara dilimizde “kandil” denir: Regaip Kandili, Mi’râc Kandili, Berât Kandili, Mevlid Kandili gibi. Beşincisi Leyle-i Kadir yani Kadir gecesi‘dir. Örfümüze göre Ramazan ayının 27. gecesi kutlanır.[3]

Dinî bakımdan önemli birer olayın yıldönümü olan bu mübârek gecelerde sevinç alâmetleri olarak ve kutlama maksadıyla, tarihte başta câmiler olmak üzere tekke, zaviye, çarşı, pazar… gibi yerlerde kandiller yakılıp, sokaklar, binalar, bahçeler, şehirler ışıklarla donatıldığı için bunlara kandil geceleri denilmiştir. İslâm ışık dînidir, “nur” dînidir. Kur’ân-ı Kerîm insanlığı aydınlatan Allah kelâmıdır. Bu bakımdan İslâmî kutlamalarda ışığa özel bir önem verilmiştir, İslâmî kudsiyet kavramı içinde mutlaka ışık vardır, nur vardır. Hz. Peygamber’in sağlığında, Dört Halife devrinde ve Emevî saltanatı boyunca herhangi bir mevlid merasimi veya bu maksatla şu veya bu şekilde bir kutlama yapılmamıştır. Abbâsîler döneminde de yoktur; yalnız bu dönemde ve hususiyetle X. Yüzyıl ortalarından itibaren Hz. Peygamber’in 12 Rebîülevvel kabul edilen doğum günü ile ilgili saygı ve kutlama ifade eden davranışlara dair münferit haberlere kaynaklarda rastlanmaya başlanır.[4]

Hz. Peygamber’in Mekke’de Sûk el-Leyl’de bulunan doğduğu eve müminler hürmet gösteriyor. Medine’deki Ravza-i Mutahhara denilen mezarından sonra bu evi de ziyâret ediyorlardı. Bu ziyâretler, bugün de yapılmakta olan evliya türbeleri ziyâretleri gibi idi. Ancak. 12 Rebîülevvelde ziyaretçi sayısı biraz daha çoğalıyordu. Bu hürmetin bir devamı ve yeni bir tezahürü olarak, Abbâsî halîfesi Hârunü’r-Reşîd (hilâfeti: 786-809)’in annesi El-Hayzûrân (öl: 789-90) bu evi mescid hâline getirdi. Daha sonraları burası, yeni mimarî inşalara konu olacaktır. Hz. Peygamber’in doğum günü gibi hicret ve vefat günleri de pazartesiye rastlıyordu. Bu sebeple bazı ileri dindarlar, pazartesi günlerinde nâfile orucu tutuyorlardı. Fakat bu güne mahsus devamlı veya yılda bir herhangi bir merâsim veya ibâdet yapıldığı bilinmiyor[5].

Fâtımî Törenleri

Kahireli târih ve coğrafya bilgini Makrîzî (1364-1442)’den öğrendiğimize göre, Hz. Peygamber’in doğum yıldönümünü kutlamak için ilk defa Şîî-İsmâîlî mezhebinden olan Fâtımîler Kahire’de tören düzenlediler ki X. Yüzyıl sonları ile XI. Yüzyılın başlarındadır. (Fatımî saltanatı: 910-1171, Kahire’nin payitaht oluşu: 973) Bu dönemde Fatımî hâkimiyet ve nüfuzu, Atlas Okyanusu ile Hind Okyanusu arasında uzanıyordu. Kahire’deki hükümdarları “halîfe” sıfatını kullanıyordu. Fâtımîler’in böyle bir tören yaptırmaları Selçuklular’ın zuhuruna kadar hâkim oldukları İslâm dünyâsında, bir güç gösteri olarak yorumlanabilir. Çünkü Hz. Ali, Hz. Fâtıma ve halîfe dedikleri kendi hükümdarları için de bilâhare böyle törenler düzenlediler. Bir rivâyete göre, vezir El-Efdâl zamanında (1094-1121) bu dört merasim ortadan kaldırılmış, fakat sonradan bütün ihtişamı ile yeniden ihya edilmiştir. Hz. Peygamber için düzenlenen de dâhil, bütün Fatımî doğum günü törenlerinde ve kutlamalarında, esas ve unsurlar bakımından Şîî tesiri açıktı. Hepsi şu veya bu ölçüde Şîî tesirleri taşıyan törenlerdi. Fâtımî törenleri gündüz yapılırdı. Bunları tam mânâsıyle halk merasimleri saymak mümkün değildir. Çünkü bu törenlere ancak dînî, siyâsî, mülkî ve askerî yüksek çevreler katılabiliyordu. Merasimle Fâtımî halîfesinin sarayına gidiliyor. Kahire’nin üç büyük vâizi orada hükümdarın huzurunda, şimdi kandil ve bayramlarda dinlediğimiz vaazlara benzer şekilde vaaz ediyorlardı[6]. Fâtımîlerin özellikle yönetici kadrosu ve orduda Türklerin ağırlıklı olduğu dönemde Türk örf ve adetleri uygulamada olmuştur. Fakat “Türklerin Mısır’daki bu üstün durumu Ermeni kökenli Bedr el-Cemâlî’nin (1073-1094) vezir olmasına kadar devam etmiştir. Bu zat göreve gelince Türk komutanları ve askeri birlikleri ortadan kaldırmıştır. Bu tarihten itibaren ise Fâtımî ordusunda Türk etkisi minimize edilmiş ve ordu Ermeni, Arap ve Sudanlı askerlerden oluşturulmuştur[7]”.

Bağdad’da Karşı Gösteriler

Bu Şiî törenlerine ilk mukabelenin, tabiî olarak, sünnî hilâfetin merkezi olan Bağdad’dan yapıldığı anlaşılıyor. Çünkü fiilî nüfuz ve tesiri Bağdad şehrinin içinde bile tartışılır vaziyette de olsa, şeklî bir mevcudiyet olarak, dünyadaki bütün sünnî müslümanların başı sayılan Abbasî soyundan bir halîfe, Bağdad’da oturmakta idi. Bağdad’lı bilgin İbnü’l-Cevzî (1116-1200)’nin anlattığına göre. XI. Yüzyılda Bağdad yakınlarındaki Ukberâ kasabası halkı, ilk defa Mevlid Kandili’ni kutlamıştı. Daha sonra Bağdad’da kutlanan Mevlid Kandili’nde ise, Dicle üzerinde mumlarla donatılmış kayık donanmaları tertîb edilmiş, şehir sokakları büyük boy mumlarla aydınlatılmış, Halk tarafından tertîb edilen şenliklere halîfe ve devlet erkânı da katılmışlardı. Fakat bu şenliklerde resmî bir mâhiyet ve sistematik bir tanzim bahis konusu değildi. Halkın kendi kendine düzenlediği sevinç gösterilerinden ibaretti. Eğlencelik ve seyirlik niteliği ağır basan bu kutlamalarda, Kahire’ye mukabele sâikinin yanı sıra hıristiyanların Hz. İsâ için yaptıkları doğum günü kutlamalarının da bir tesiri olduğu ve emsal teşkil ettiği düşünülebilir. Suriyeli târih ve coğrafya bilgini Ebu’l-Fidâ (1273-1331) Irak Şîîlerinin de Kahire’de yapılan Şîî törenlerini benimsemeleri üzerine, Sünnîlerin de Hz. Peygamberin doğum gecesini kutlamağa başladıklarını ve böylece mevlid alaylarının her iki mezheb mensupları tarafından bir bayram havası içinde kutlandığını söylüyor. Bağdad’da yapılan bu törenleri ve bu mübarek geceyi bir kaside ile dile getiren ilk şair de Ebu’l-Kaasım el-Mutarrız (1144-1213)’dır.[8]

Muzafferüddin Gökbörü

Mevlid merasimlerini sistematik bir şekilde düzenleyen, Selçuklular’ın Erbil Atabeği, yani fiilen Erbil hükümdarı olan Ebû Saîd Muzafferüddin Gökbörü (1154-1232)dür. Meşhur Selâhaddin Eyyûbî’nin de eniştesi (kız kardeşi Râbia Hâtun’un kocası) olan Gökbörü, Beytigin ailesinden bir Türkmen beyi idi. Daha önce Urfa, Harran, Samsat ve civarında hâkim iken 1190’dan ölümüne kadar Erbil Atabeyi olarak hüküm sürmüştür. Muzafferüddin Gökbörü, Haçlı ordularına karşı Selâhaddin Eyyûbi’nin yanı sıra büyük yararlıklar göstermiş bir mücahit gazidir. 1187’de Saffûriya ve Kudüs Haçlı Krallığına son veren Hıttîn savaşlarında, 1189’da Akkâ’nın fethinde büyük yararlılıkları görülmüştü.[9]

Bu mücâhit gazi şahsiyetinin yanı sıra, son derece dindar ve hayırsever bir kimse idi. Bilginleri, fakihleri, sûfîleri himaye ederdi. Sosyal yardım kurumları kurmak bakımından da devrinin en seçkin şahsiyetlerinden biri idi. Erbil’de bir medrese ve sûfîlere mahsus iki hângâh yaptırmıştı. Ayrıca büyük bir misafirhanesi vardı. Erbil’e gelen herkes, orada günlerce yer içer ve giderken de kendilerine yol paraları verilirdi. Bir hastane yaptırmıştı. Bu hastaneyi haftada iki kere ziyaret eder, hastaların muhtaç akraba ve yakınlarına nafaka gönderirdi. Bir dul kadınlar evi, bir yetimhane ve kimsesiz çocuklara mahsus bir yuva yaptırmıştı. Anasız süt çocuklarına süt anneler tutardı. Sakatlar ve körler için de ayrıca dört tekkesi vardı. Bütün bunların masraflarını karşılamak üzere zengin vakıflar kurmuştu. Fakirlere, yaşlılara her gün ekmek, mevsime göre giyecek ve para dağıtırdı. Senede iki defa Suriye kıyı şehirlerine adamlar göndererek haçlı savaşlarında düşman eline düşen müslümanları fidyelerini ödeyerek kurtarırdı. Yalnız dindaşlarını değil, hemşehrilerinden olan gayri müslimleri de para karşılığında serbest bıraktırdığı olmuştur. Meselâ Kudüs fethinde Selâhaddin Eyyûbî tarafından esir edilen 1000 kadar Urfalı Süryânî ve Ermeni’nin de bu suretle yurtlarına dönmelerine yardım etmişti.[10]

Her yıl hac seferleri düzenler, kendi bölgesinden hacca gideceklerin yol güvenliklerini sağlamak için muhafızlar tahsis eder ve memurları eliyle Mekke ve Medine’de muhtaç hacılara ve hastalara harçlık dağıttırırdı. Mekke’de birçok hayır eseri yaptırmıştı. Arafat’a ilk defa Gökbörü su getirtmiştir. Bu hayratlara her yıl külliyetli miktarda para harcardı. En büyük zevki, medrese ve hangâhları ziyaret etmek, misafir olan sûfi ve fakihlerin münakaşa ve münazaralarını dinlemekti Bu şekilde medrese ve hangâhlârda gecelediği çok olurdu. Onun devrinde Erbil, İslâm âleminde herkesin uğradığı bir merkez ve gözde büyük şehirlerden biri hâline gelmişti[11]. 2019 yılında dokuz arkadaş olarak Aydın ve Adil Beyatlı öncülüğünde Türkmeneli-Erbil ziyaretimizde Muzaffereddin Gökbörü caddesinin ismi Barzani yönetimi tarafından Gökbörü’sü kaldırılmış ve sadece Muzafferüddin olarak bırakılmıştı. Demek ki hukuksuz Barzani yönetimi Türk’ün Gökbörü’sünün (Bozkurt’undan)  hatırasından bile çok korkmaktadır.

Gökbörü kahramanlığı, mücâhidliği, hayırseverliği ile birlikte, ilkini 1208’de gerçekleştirdiği muhteşem mevlid törenleri ile de ün salmıştır. Sünni İslâm dünyâsı, Bağdad ve Bağdad’da bir kukla vaziyetine düşürülmüş bulunan Abbasî halîfesi, 1055’te Tuğrul Bey’in Bağdad’a girişinden beri Türk himâyesinde bulunuyordu. 1055-56’da Tuğrul Bey, Şîî Büveyhîler’in hâkimiyetine Bağdad üzerindeki baskılarına son vermiş ve Fâtımîler ile mücâdeleye yönelmişti. Bu mücâdele ancak 116. yılında kesin ve nihâî başarıya ulaştı; Selahaddin Eyyûbî kumandasında Kahire’ye giren bir Türk ordusu 1171’de Fâtımî saltanatını yıktı. Böylece İslâm dünyası üzerindeki Fâtımî nüfuz ve tesirine son verildi. İslâm dünyâsında Türk hâkimiyet ve nüfuzu tesis edildi. Barış, huzur, sükûn ve birlik sağlandı. Muzafferüddin Gökbörü’nün muhteşem mevlid törenleri, bu mücâdelenin kültür cebhesinde mühim bir unsuru teşkil eder[12]

Selahaddin Eyyubi ise Mısır, Suriye, Yemen ve Filistin Sultanı ve Eyyubi hanedanının ilk hükümdarıdır. Kudüs’ü Haçlılardan alarak (2 Ekim 1187) kentte 88 yıl süren Frank işgaline son vermiş, Hıristiyanların misilleme olarak düzenledikleri III. Haçlı Seferi’ni de etkisiz hale getirmiştir.[13] Eniştesi Muzafferüddin Gökbörü’den başka ailesindeki diğer Türk adları unutulmamalıdır. Mesela Eyyûbî ordusu Selâhaddin döneminin başlarında (569/1173) Yemen’i feth etmek için yola çıktığında bu orduya Selâhaddin’in abisi Turanşah komuta etmekteydi. Turanşah Yemen’i fethettikten sonra ülkenin yönetimini üstlendi (569-577/1173-1181). Ondan sonra diğer kardeşi SeyfülislamTuğtekin yerine geçti (577-593/1181-1196).[14] Görüldüğü gibi abisi ve kardeşi Turanşah ve Tuğtekin gibi öz be öz Türk isimlerine sahiptirler. Bunlara dikkat etmeden Eyyûbî Türk Hanedanı anlaşılamaz.

 “1067’de Bağdad’da Nizâmiye medreselerini kurmağa başlayan Selçuklu idaresi ve onun vârisleri, doğudan batıya Çin hudutlarından Akdeniz kıyılarına kadar bütün İslâm dünyasında bir ilim ve kültür hareketine girişmiş bulunuyorlar, dönemin belli başlı şehirleri Türk eseri ilim, kültür, sosyal yardım kurumları ve sanat âbideleri ile doluyordu. Selçuklu devleti, medreseler vasıtasıyla bir yandan ilmi koruyarak yükseltiyor ve yayıyordu. Selçuklu idaresi gerek sünnî mezhebler arasında, gerekse mutedil Şîîlerle Sünnîler arasında, hattâ gayri müslimlerle müslümanlar arasında, gayrı insanî ve gayrı âdil bir ayrımcılık gözetmiyordu. Devrin her dinden ve mezhepten müelliflerinin mevsuk (güvenilir) şehâdetleri ile bellidir ki Türk idaresinde, bütün inanç ve mezhebler tam bir hürriyet ve himayeye mazhar bulunuyorlardı”[15]. “Selçuklular ve Atabegler idaresinde, kesif bir Türk nüfus yaşamamasına rağmen meselâ Şam’da Türk eseri 21 câmi, 20 medrese, 9 hângâh ve ribat, yani tekke, 7 hamam, 1 dârülhadis, 1 büyük hastane yaptırılmıştı. Halep’te ise 77 câmi ve mescid, 7 hângâh, 8 medrese ve 8 hamam Türk eseri idi. Selahaddin Eyyûbî’nin de Muzafferüddin Gökbörü’nün de hâmisi olan Atabeg Nureddin’e kadar, Suriye ilimden ve ilim adamlarından mahrumdu; onun zamanında, âlimler, sûfîler, medrese ve ribatlara doldu. Hâdiseyi gerçek boyutlarıyla anlayabilmek ve tarih içindeki yerine oturtabilmek için, Erbil’de XIII. Yüzyıl başlarında düzenlenen törenleri, yıkıcı akımlara karşı, bir yandan siyâsî ve askeri sahada, bir yandan da ilim, sanat, kültür cephesinde yürütülen, böylesine şümullü (kapsamlı) ve zarurî bir mücadelenin bir parçası olarak değerlendirmek gerekir”. “Gökbörü Bağdad’da tertiplenmekte olan Mevlid’ün Nebî törenlerini devamlı, sistemli ve daha muhteşem hale getirdi. Nitekim çok büyük masraflarla düzenlediği bu tören ve şenlikler, bütün İslâm dünyâsında geniş ve derin akisler bırakmış, Mısır’dan başlayarak Kuzey Afrika boyunca bütün Akdeniz İslâm ülkelerine, Mekke’ye, Hindistan ve Türkistan’a doğru yayılmıştır. Ülkelere göre yeni mahalli ve millî renkler kazanmakla beraber, esas noktaları tamamen aynı idi. Bu muhteşem kutlamalar, bütün İslâm dünyasını birleştiren bir îman, kültür ve sosyal birlik hâdisesi oldu. Gökbörü Mevlidlerinin pek çok kaynakta ilk ve başlangıç sayılarak zikredilmesi önemlidir[16].

ERBİL TÖRENLERİ

Erbil, 1211 doğumlu tarihçi İbni Hallîkan (öl: I282)’ın anlattığına göre, Mevlid törenleri için çok önceden hazırlık yapılmağa başlanırdı. Bağdad, Musul, Cezire-i Sincar, Nusaybin ve İran gibi yakın ve uzak çevrelerden birçok fakih, sûfî, vaiz ve hâfızlarla her türlü marifet sahipleri, Muharrem ayından (l.ay) başlayarak Rebîülevvel ayının (3.ay) ilk günlerine kadar Erbil’e gelir ve Melik Muzafferüddin’in yanında toplanırlardı. Atabeg, bu misafirlerini, önceden bu maksad için kurdurup süslettiği çadır sitilinde ahşap evlere yerleştirirdi. Misafirlerin istirahati temin edildikten sonra, onların hoşça vakit geçirip oyalanabilmeleri için şiir ve musikî meclisleri, hokkabaz gösterileri, satranç partileri, günlerce süren sürek avları, çeşitli oyun ve eğlenceler düzenlenirdi. Devamlı ziyafetler, dînî sohbet ve vaazlar, zikir ve semâ törenleri tabiî idi. Son derece cömert, insan tabiatına uygun ve emsalsiz bir misafirperverlikle düzenlenmiş kutlamalardı[17].

Erbil kale kapısından kalenin dışındaki büyük tekkenin kapısına kadar uzanan 20 kadar ahşap ev veya konaktan biri atabeğin kendisine, diğerleri de devlet ileri gelenlerine aitti; yani atabeg ve erkânı da misafirlerinin arasında kalırlardı. Safer ayının (2.ay) ilk gününde yani resmî törenden 42 gün önce ahşap kubbeler süslenir, katlarına şarkıcılar, hayalciler yerleştirilirdi. Melik Muzafferüddin, ikindi namazını kıldıktan sonra ahşap misafirhanelerde neler yapıldığına bakar, misafirleri ile meşgul olur, sonra âdeti üzere tekkede kalarak zikir ve semâa katılır ve sabah namazını müteakip ava çıkar, öğleden sonra da devlet işleri için kaleye dönerdi. Şehrin sokaklarında ve dışındaki misafir konaklarında haftalarca bir panayır canlılığı hüküm sürerdi. Mevlid arefesinde, akşam namazından sonra, başlarında bizzat Atabeğin bulunduğu bir fener alayı, şehrin kalesinden kale dışındaki büyük tekkeye doğru gider, ertesi sabah da halk tekkenin önünde toplanırdı. Bu esnada tekkenin önüne hükümdar için yüksek bir ahşap kule, vaizler için de bir kürsü kurulmuş olurdu. Hükümdar bu kuleden hem vaazı dinler, hem kürsünün etrafında toplanan kalabalığı ve meydanda saflar hâlinde dizilmiş duran cemaati görürdü. Vaaz bitince, ileri gelen misafirleri kule sarayına davet eder, onlara hil’atler yani kaftanlar giydirirdi. Bundan sonra da halka meydanda, ileri gelenlere de tekkenin içinde ziyafet verirdi. O geceyi de daha önceki gecelerde olduğu gibi dervişlerle birlikte zikir ve sema ile geçirirdi. Ayrılırken de misafirlerini çeşitli hediye ve câizelerle ağırlar, ikrama boğardı. Mevlid günü ihtilaflı olduğu için Gökbörü, resmî töreni bir yıl 8, bir yıl 12 Rebîülevvel’de yaptırırdı.[18]

Fatımî törenleri ile karşılaştırıldığında, bu törenlerde bilhassa şu özellik göze çarpmaktadır: Bunlara daha büyük nisbette mutasavvıflar ve halk tabakası iştirak ettiriliyordu. Mevlid alay ve cemiyetlerinin halk arasında kazandığı büyük rağbetin sebebi, bu tören ve toplantıların tasavvufla olan sıkı râbıtasıdır. Hâdisenin bu yönü çok mühimdir. Törenler bir yandan bir panayır ve kültür şenliği görüntüsünde iken, öte yandan da bilgin ve mutasavvıfların katkılarıyla bir kandil gecesi kutlaması rûhâniyetine bürünmüş gözükmektedir. Tasavvuf, bir yandan en seçkin zekâ ve gönüllerin, en ince ve ulvî inanış ve ibâdet zevklerinin ifâdesi olurken, bir yandan da halk kitlelerinin dînî hislerini ifade ediyor, dînin kitleye mâl edilmesi, dînî inanç ve hislerin kitlelerin kalbinde kök salması hareketi olarak gelişiyor ve gerçekleşiyordu. Bu devirde tasavvuf akımları çok kuvvetli idi. 1166’da vefat eden Hazret-i Türkistan Hoca Ahmet Yesevi’nin yetiştirdiği alp erenler, gazi dervişler, Türk ordularının yanı ve önü sıra bir mâneviyât ordusu hâlinde dünyanın her bucağına yayılmışlardı. Ülkelerle birlikte gönüller fethediliyor, taş ve toprakla birlikte ruhlar işleniyor, tevhid inancı ve vahdet fikri etrafında yurtta ve ruhlarda birlik ve barış sağlanıyordu. Bu tezgâhta ruhlar bir Türkistan halısı kadar sıkı ve renkli nakışlarla dokunuyordu. Bu moral değerlere ve rûhî mukâvemete, müslümanların ve “adanmış millet” olarak İslâm’ın bütün sorumluluğunu yüklenmiş olan Müslüman Türkler’in ihtiyacı, zaruret derecesinde aşikârdı. Dînin asıl kaynaklarından feyz alması, dil engeli başta olmak üzere, birçok sebeple mümkün olmayan kitleler, tasavvuf memesinden süt emmiştir. Diğer taraftan 1096 ile 1270 arasında 174 yıl boyunca Hıristiyan Avrupa’nın müslümanlara karşı düzenlediği 8 Haçlı seferi, doğudan Türk devletlerini ve İslâm dünyasını çiğneyerek kurulup gelişen Moğol İmparatorluğunun her ân yaklaşan ve gittikçe ağırlaşan tazyiki, esas itibariyle Müslüman Türklerin omuzuna çöken ağırlıklar ve Müslüman Türkler’in göğüsledikleri dalgalardı. Sûfiler, mutasavvıflar, bu şartlar altında, bir millî-mânevi birliğin harcını karmağa, hamurunu yoğurmaya çalışıyorlardı. Erbil’de Gökbörü’nün hiç kapanmayan ve Mevlid Kandillerinde azamî derecede genişleyen cömert ve keremli sofrasında, insanlara çeşitli güzel yemekler, tatlılar, hediye ve caizelerle birlikte sadra şifâ ruh gıdaları da ikram ediliyor, damak zevklerinin yanında, yüksek ruhî zevkler de tadılıyor ve yaşanıyordu[19].

Mevlid Metinleri

Hz Peygamberin hayâtı, ahlâkı ve gazaları hakkında başta Hişâm (öl: 834) olmak üzere bir çok Arap müelliflerinin “siret” yahut “siyer” adı verilen eseri bulunmakla beraber, mevlidler biraz değişik mahiyette kitaplardı. Mevlid tarzındaki eserlerde Nûr-ı Muhammedi‘nin yaratılışı, öbür peygamberlerden geçerek Hz. Muhammed’e gelişi Hz. Peygamber’in doğumu, doğumundan önceki ve sonraki olağanüstü haller anlatılmaktadır. Hz. Peygamber’i öğen ilk şiirler, Hz. Peygamber’in sağlığında Ka’b bin Züheyr’in Banat Suâd, Busurî‘nin Bürde ve Hamziye‘sidir. Arapça’da bunlara sayısız nazireler yazılmıştır. Mevlid niteliğinde ilk eser olarak İbnü Dihye Ebi’l-Hattab Ömeri’l-Hâfızın (öl: 1235) Erbil’de Gökbörü’ye sunduğu Kitâbü’t-Tenvîr fî Mevlidi’s-Sirâci’l-Münîr adlı eseri kabul edilir. Bu kitap Erbil törenlerinde okunmak için yazılmış ve bu törenlerde okunmuştur. Günümüze bu eserin ancak bir iki parçası ulaşabilmiştir. Ancak Mağrip yani Kuzey Batı Afrika’da Ebü’l-Abbâs Muhammed bin Ahmed el-Azafî‘nin ed-Dürrü’l-Munazzam fî Mevlidi’n-Nebiyyi’l-Muazzam adlı eserinin Kitabü’t-Tenvîr’den önce yazıldığı anlaşılmaktadır. Tabiatiyle bu, ibnü Dihye’nin eserinin değerini ve târihî örneklik rolünü gölgelemez, sâdece Mevlid törenlerinin İslâm âleminde XIII. Yüzyıl başlarında ne kadar yaygınlaştığını gösterir. Bu iki eseri, Osmanlı Türkleri’nce çok sevilen meşhur mutasavvıf Muhyiddin-i Arabi (öl: 1240)’nin el-Mevlidi’l-Cismânî ve’r-Ruhanî, Ebü’l-Hasan el-Bekrî (öl: 1295)’nin el-Envâr ve Miflahü’l-Esrâr, ve er-Ravzatü’n-Nazîre, buna Muhammed bin Eyyûb et-Tazefi‘nin şerhi olan ed-Dürretü’l-Fâhire, Muhammed bin Ali ez-Zâmlekânî‘nin (öl: 1327) Mevlidü’n-Nebî, İbnü Cemâa Abdülaziz‘in Muhtasaru Siyreti’n-Nebî, İbnü’l-Cezerî Şemseddin‘in el-Mevlidü-l-Kebîr ve Zâtü’ş-Şifa fî Siyretin-Nebî adlı eserleri tâkib etmiştir.[20]

Adında “mevlid” bulunan Hz. Peygamber’le ilgili bir iki eser tercüme edilmiş olmakla beraber Farsça mevlid yazılmamıştır. Tercüme edilen bir veya iki kitap da mevlid niteliğinde değildir. Buna mukabil İran edebiyatında pek çok Kerbelâ faciasını işleyen Maktel-i Hüseyinler yazılmıştır.

 SÜLEYMAN ÇELEBİ VE ESERİ

Edebiyatımızda Süleyman Çelebi dışında mevlid türünde eser veren şairlerin listesinin yer aldığı çalışmalar çoktur. Ancak herhâlde ilk ve hemen hepsinin hareket noktasıKâtip Çelebi’nin Keşfu’z-zunûn isimli eseridir[21]: 1. Ahmedî (ö. 1412): Edebiyatımızda ilk mevlid müellifidir. Yazılış tarihi: 1407’dir. Şairin İskendernâme’sinin bir nüshasında bulunur. 2. Süleyman Çelebi (ö. 1422): Vesîletü’n-necât. Yazılış tarihi: 1409’dur. 3. Ârif: Mevlid. Yazılış tarihi: 1437/38.  4. Kerimî İrşâd, Yazılış tarihi: 1458, 5. Gülşenî-i Saruhani (Fatih devri): Mevlid-i Nebi[22]. Osmanlı’da XV. Yy’dan[23] itibaren o kadar çok Mevlid yazılmıştır ki bu da Türklerin Hz. Peygamber sevgisi ile izah edilebilir.

Türk edebiyatında değişik şairler tarafından kaleme alınmış pek çok mevlid mevcuttur. Bunların en meşhuru da Süleyman Çelebi (1351-1422) tarafından XV. yüzyılın hemen başında (1409) yazılan “Vesiletü’n-Necat”tır. Mevlid türü, Tanzimat’tan sonra da varlığını sürdürmüştür. Sıdki Mevlidi (226 beyit), Re’fet Mevlidi (239 beyit), Ruşdi-Mes’ûd Mevlidi (254 beyit), Zeynî Mevlidi (180 beyit), Muhyiddin Mekki Mevlidi (246 beyit), Ziyâî Mevlidi (272 beyit), Salih Nihanî Mevlidi (320 beyit), Fatma Kâmile Hanım-Hâdiyyu’l-Cinân, (223 beyit), v.d. Süleyman Çelebi’nin Vesiletü’n-Necât isimli mevlidinde gelenekleşmiş bir yapıyla karşılaşırız. Genellikle tevhid, münacat, na’t, sebeb-i telif bölümleriyle başlayan mevlidler, dua bölümüyle sona erer. Asıl mevlidi oluşturan aradaki bölümler; Hz. Muhammed’in nurunun yaratılması, bu nurun Hz. Âdem’den Hz. Peygamber’e intikal sureci, doğumu ve mucizelerinin anlatımı ile Hz. Peygamberin övgüsünü içeren merhaba bölümleridir. Dikkat edilirse bu bölümlerde öncelik Hz. Peygamberin hayatının anlatılmasıdır. Ancak o hayatın bütünlüğü yerine belli dönemleriyle sınırlı kalınır. En çok öne çıkan dönem veya olay da, Hz. Peygamberin doğumudur. Bununla birlikte nurunun yaratılması ve bu nurun Hz. Âdem’den kendilerine intikaline kadarki surecin anlatımı da mevlidlerde geniş yer tutar.[24]

Osmanlı’da ikinci Mevlid olan Süleyman Çelebi’nin 1409’da kaleme aldığı Vesîletü’n-Necât adlı eserini yazdığı tarihte 60-65 yaşlarında olduğu tahmin ediliyor. Kendisi Yıldırım Bâyezid Hân’ın divan imamı ve Ulu Cami imamıdır. 1422’de öldüğü en kuvvetli tahmindir. Mezarı Bursa’dadır. Mevlid adıyla bilinen ve yüzyıllardır aralıksız Türk gönüllere hükmeden bu ölümsüz eserden önce veya sonra, herhangi bir eser yazıp yazmadığı hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Eserini Türk milletinin çok yüksek ve çok samimi Peygamber sevgisini dile getirmek ve Peygamberimizin bütün peygamberlerden üstün olduğunu göstermek üzere yazmıştır. Süleyman Çelebi, eserini bir sınır boyu devleti olarak kurulmuş olan Osmanlı Beyliği’nin başkentinde ve İslâmı cihâda adanmış akıncı ruhlu Türkler arasında, onlar için yazmıştır. Timur yenilgisinden sonra devlet fetret halindedir ve toplum karışıklıklar içindedir. Karahanlılar’dan itibaren bütün Müslüman Türk devletlerinin olduğu gibi, Osmanlı nizâmının da temeli sünni akideye dayanmaktadır. Allah’ına Peygamber’ine devletine bağlı, hassas bir îman adamı olan Süleyman Çelebi, bir fâniye kolay kolay nasib olmayacak, ancak Allah’ın yardımı ile mümkün olabilecek bir kudretle, dînini, milletini ve devletini müdafaa etmiştir. Asırlardan beri vatanımızda mevlid cemiyet, alay ve törenlerinin merkezi ve mihrakı bu eserdir. Eser Osmanlı dışında da bütün Türk illerine yayılmış ve asırlardan beri Türk Milleti Allah’ına, Peygamber’ine bağlılığını, sevgisini, saygısını Süleyman Çelebi’nin mısraları ile ifade etmekte; kederine teselliyi, sevincine ortaklığı bu eserde aramakta, doğumdan ölüme kadar her vesilede hayatını bu kitapla manalandırmaktadır. Günümüzde bu şöhret ve itibar daha da artmış bulunuyor. Herhangi bir kitap gibi kıraat edilerek değil, besteli olarak makamla okunur. Dört bahirdir, bu bahirler sırasıyla dügâh, hüseynî, rast ve ırak makamlarıyla okunur. Gelenek bu olmakla beraber, bazı taksimler gibi kısmen belli ezgilerle, kısmen de irticâlî olarak kendisine mahsus bir tavırla da okuna gelmiştir. Mevlid okuyanlara mevlidhân denir. Geçmiş asırların çok meşhur mevlidhanları vardı. Günümüzde de çok kaabiliyetli mevlidhanlar yetişmiş ve yetişmektedir.[25]

Gerek târihî örneklerinde, gerekse günümüzde mevlid alayları ve mevlid cemiyetleri, vatanımızda 1409’dan beri Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-Necât’ı etrafında tertiplenmektedir. Bugün yurdumuzda mücerret “mevlid” denildiği zaman, ilk akla gelen Süleyman Çelebi’nin eseri ve bu eser etrafındaki toplantılardır. Bu toplantılarda Mevlid’le birlikte Kur’an-ı Kerîm, na’t, tevşih, kaside ve ilâhîler okunur, selâtü selâm getirilir. Gül suyu serpilir. Yemekli ise yemek, yemekli değilse bile mutlaka tatlı ve şeker ikram edilir. Kandil gecelerinde minarelere mahyalar asılır. Bu minare ışıklandırma ve mahya asma âdeti, II. Selîm veya III. Murad devrinden beri süregelmektedir. Türkçe’de Süleyman Çelebi’den sonra da mevlidler yazılmıştır. Lâtîfî Tezkiresi’nde bunların XVI. Yüzyılda 100 kadar olduğu kayd edilmiştir. Daha sonra da mevlid yazılmağa devam edilmiş, fakat bunlardan hiçbiri Süleyman Çelebi’nin mevlidi ayarında şöhret kazanamamış ve tutulmamıştır. Esasen hepsi onun tesirinde kalmış ve ona bir nevi nazire niteliğinde yazılmıştır. Bu sonradan yazılanlardan bazı parçaların Çelebi’nin eserine eklendiği veya katıldığı da vakîdir. Büyük şâirler, muhtemelen Süleyman Çelebi’ye ve eserine duydukları saygıdan ötürü, mevlid yazmağa girişmemişlerdir. Bugün 59 mevlid yazarının ismi ve eseri bilinmektedir. Gerek Lâtîfî Tezkiresi’nde belirtilen, gerekse günümüze ulaşabilen eser ve yazar isimleri, Türk milletinin Peygamber sevgisinin topluca ve teker teker birer göstergesi sayılır. Bunlara siyer, Ahmediye, Muhammediye cinsinden eserlerle, din ve tekke şiirleri ve her klasik dîvanda bulunması mutâd olan münâcât, tevhid ve na’tleri de ilâve edersek. Türk dînî edebiyatının gerçekten fevkalâde olan zenginliği görülür.[26]

OSMANLI MEVLİD TÖRENLERİ

Osmanlılar’da daha önce saray, konak, tekkelerde hususi mahiyette yapılan mevlid merasimleri. III. Murad devrinde (1574-1595), 1590’da resmen imparatorluk teşrifatında yer aldı ve halk nazarında gittikçe artan bir rağbetle bir bayram mâhiyeti kazandı, önceleri Ayasofya’da. 1616’dan itibaren Sultan Ahmet Camii nde yapılan mevlid merasimlerine (mevlid alaylarına) pâdişâh, sadrâzam, şeyhülislâm, vezirler, kazaskerler, bilginler, şeyhler, ağalar, müderrisler dâhil, bütün devlet erkânı ve halk katılırdı[27].

İstanbul’da halka açık büyük mevlid alayları, II. Bâyezid devrinden itibaren Kara Mustafa Paşa dergahı’nda yapılırdı. Merasimlerin resmîleşmesinden sonra da bu dergâhtaki kutlamalar devam etmiştir. Pâdişâhın, hünkâr mahfilinde yerini almasından sonra, önce müezzin mahfilinde Kur’ân-ı Kerim tilâvet olunur, bunu takiben ta’rif okunurdu (Hz. Muhammed’in yüksek vasıflarına dâir izahlar. Okuyana ta’rifhân denilirdi). Bundan sonra sırasıyla Ayasofya, Sultan Ahmed şeyhleri ile nöbetli olan şeyh efendiler vaaz verirlerdi. Şeyhler kürsüye çıktıkça hazır bulunanlara şerbet ve buhur (tütsü) dağıtılırdı. Vaaz bitiminde bu şeyhlere dârüssaade ağası tarafından ferace ve samur kürkler ihsan olunurdu. Vaazlardan sonra ilk mevlidhân kürsüye çıkar, bir kısım okuduktan sonra inerdi. Ona dârüssaade ağası tarafından hil’at giydirilirdi. İkinci mevlidhân biraz okuduktan sonra müjdecibaşı, Emîrü’l-Hacc olan beylerbeyi veya vezirin, hacc kafilesinin Şam’a ulaştığını bildiren mektubunu sadrâzama teslim eder, o da reisül-küttâba verirdi. Mektup pâdişâhın huzurunda okunduktan sonra, dârüssaade ağasına samur kürk, reîsülküttâb ve müjdecibaşıya hil’atler ihsan olunurdu. Pâdişâh peşkirağası vasıtasıyla sadrâzama Medine’den gelen hurmadan hediye ederdi. O da bunları çevresine dağıttırırdı. Hurma getiren peşkirağasına para ihsanında bulunulurdu. Üçüncü mevlidhân kürsüye çıkınca Sultanahmed mütevellisi sadrazamın, Ayasofya mütevellisi şeyhülislamın, diğer vakıfların mütevellileri orada bulunan vezir, ulemâ ve ileri gelenlerin (hâcegân) önüne şeker tablaları koyarlar, sonra bu tablalar kaldırılırdı. Mevlidhân kürsüden indikten sonra pâdişâh saraya dönerdi ve bundan sonra halk dağılarak merasim biterdi.[28]

Umumiyetle Sultanahmed’de yapılan mevlid törenleri, daha sonraları Bâyezid, Nusretiye, Beylerbeyi ve benzeri camilerde de yapıldı. II. Mahmud ve Tanzimat’tan sonra, eski teşrifat kaidelerine riâyet edilmekle beraber, devrin anlayışı içinde mevlid alaylarına yeni unsurlar da ilâve edildi: Geliş ve gidişinde pâdişâh için askerî merasim ve bununla beraber bazan resm-i geçit yaptırmak, gece minârelerin, sarayların ve resmî binaların donatılıp aydınlatılması, beş vakit harb gemilerinden ve tophaneden top atılması gibi. II. Mahmud zamanında Mekke’de de ayrıca resmî bir mevlid töreni tertiplenmeğe başlandı. Halen Muhtelif münâsebet ve vesilelerle (doğum, ölüm, sünnet, evlenme, kandil, adak, terhis, haccı kutlama, ev alma, bir işe başlama v.s. gibi sevinç, şükran veya üzüntü ve teselli konusu olan durumlarda) mevlid okunmaktadır, ölüm vesilesiyle okutulan mevlidler, yıldönümlerine veya yıl dönümlerine yakın anma günlerine rastlatılır. Vefattan hemen sonra ise, ya ölünün toprağa verildiği gece veya 40. veyahut 52. gece okutulur. Doğumda, doğumun haftası tercih edilir. Mevlid, Türkler ve bütün müslümanlar arasında çok köklü bir gelenek halindedir ve mevlid merasimleri mukaddesattan sayılmaktadır[29]. Mevlid toplantılarında (cemiyetlerinde) önce Kur’an-ı Kerim tilâvet edilir. Sonra mevlidhânlar Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inden sırayla mûsikî makamlarına uygun olarak bahirler (bölümler) okurlar. Her bahirden sonra Kur’an tilâveti tekrarlanır. Bâzı bahirler arasında ilâhi ve kasidelere de yer verilir. Acısı ağır olacağı için Mevlid’in Vefat (Rıhlet) Bahri (Peygamberimizin ölümünü anlatan kısmı) okunmaz. Velâdet (Doğum) Bahri’nde Peygamber i Ekber’in doğduğunu bildiren beyit

“Doğdu ol saatte ol sultânı-ı din

Nura gark oldu semâvât u zemin”

okunurken ayağa kalkılır ve ara duası yapılır. Kadınlar bu bölümde:

“Geldi bir ak kuş kanadıyla revân

Arkamı sığadı kuvvetle hemân”

beyti okununca doğumlarının kolay geçmesini temenni için uğurlu bir vesile olarak birbirinin belini sığazlarlar. Toplantıda şerbet veya şeker dağıtılması ve gül suyu serpilmesi âdettir. Anadolu’nun bâzı yerlerinde helva, kuru üzüm ve çörek cinsinden şeyler de dağıtılmaktadır. Sonunda yemek yenen yemekli mevlidler de vardır. Mevlid cemiyetleri uzun bir dua ile ve Fatiha okunarak sona erer.[30]

Mevlid kutlamaları ve mevlid merâsimleri, Erbil Atabeği Muzafferüddin Gökbörü’den başlayarak Vesîle-tü’n-Necât’ın yazılış târihinden başlayarak devam eden bir Türk âdetidir. Bugün her seviyedeki mevlid törenleri, dînî ve millî kültürümüzün bir parçası ve sosyal hayatımızın vaz geçilmez tabiî bir müessesesi hâline gelmiştir. Bu haliyle dînî telkinin de en şümullü, en kapsayıcı ve itiraf etmek lâzımdır ki en yüksek seviyesini temsil etmektedir. Hiç şüphe yok ki, Mevlid asırlardan beri Türk kültürünün Türk milliyetinin, Türk maneviyât ve mukaddesatının ana sütunlarından biridir ve böyle olmakta devam edecektir. Vesîletü’n-Necât’ın bu sütun içindeki merkez ve mihrak rolünü bir kere daha belirtmek isterim. Mevlid tek başına bir kültür unsuru değil, birçok kültür unsurlarını bünyesinde toplayan bir kültür yumağı, bir kültür karmaşığıdır. İçtimaî dokuya derinlemesine ve genişlemesine nüfuz etmiş, kök salmıştır. Halkımızın, hangi vesilelerle mevlid okuttuğu, mevlid cemiyetlerinde toplandığı, bir kere daha göz önüne getirilirse, denilebilir ki Türk’ün yaşadığı göklerin altında mevlid okunmayan gün yoktur ve okunan mevlidler zamanın dilimlerine taksim edilirse, mevlid isabet etmeyen bir saat bile kalmadığı görülür. Hâdisenin ehemmiyetini şu basit muhakeme bütün açıklığı ile ortaya koymağa yeter zannediyorum[31]:

Bunun içinde neler var? En başta insanoğlunun en yüce değerleri olan din ve îman var. Beşeriyetin en yüce, en ulvî inanç, duygu ve ürperti kaynağı olan Allah ve Peygamber sevgisi var. Allah kelâmı olan Kur’an var. Şiir hâlinde Türkçe ve en güzel, en duygulu, en içli insan sesi olan Türk mûsikîsi var. En ulvî duygular, en üstün bağlılıklar, en hasbî ve yüce sevgiler, Türkçe şiirle Türk mûsikîsinin nârin kanatlarını takınmış olarak insanların baş ve gönül kulağına söyleniyor, üfleniyor… Hem zihne, hem kalbe hitab var. Işık var, karanlıklar içinde parlayan aydınlık var. Va’z ü nasihat var. En tatminkâr ruh gıdası olan dua ve niyaz var. İkram var ağız tadı ve damak lezzeti var. Ölülerinin ruhlarını da aralarına almış, hâtıralarına bürünmüş halde toplu oturan, toplu duran insanlar, aynı hassasiyet ve rikkatlerle toplu çarpan yürekler var. İman, duygu, fikir, zevk ortaklığı var. Ruh huzuru ve sükûnu var. Derûnilik, dünya tantanasından bir ân için kopup kendi içine dönüş, kendi ruhunu temâşâ, nefs muhasebesi, psikolojik içe bakış var. Rikkatle akan inci tâneleri kadar saf ve kıymetli göz yaşları, yağmur sonrası güneşi kadar aydınlık göz bebekleri, en karanlık çehrelerde beliren cennet tebessümleri ve mahyaların aydınlığı var… Cemâat ruh ve şuuru var. Kardeş ve kaderdaş olma idrâki var. Varlığını bir cemâatin varlığı ile bir ve özdeş kılmaktan ve görmekten doğan kalb kuvveti var.[32]

Her mevlidde Kur’an-ı Kerim, sanki orada bulunan cemaat için yeniden bir kere daha nâzil oluyormuş gibi gönülleri aydınlatır, ruhları serinletir. Her mevlidde Peygamber-i Ekber yeniden bir kere daha doğuyormuş gibi “bütün zerrât-ı cihan” ile birlikte “merhaba’larla ayakta selâmlanır. Alemlere rahmet yeniden iner. Daha doğrusu varlık ve kâinat, adetâ yeniden, var oluşunun sebebini anlar, var oluş hikmeti zâhir olur varlık neş’esi doğar. Mevlidde inanan gönüllerin gözleri önünde gökler açılır, Mi’râc sırrı ayân olur. İnsan olmanın erişilmez şerefi, “Kaabe kavseyn” mertebesinde tecellî eder…Mevlid dinî ve millî bir terbiye müessesesidir. Sessiz sedâsız kendi hâlinde işleyip duran bir millî birlik mektebidir. Mevlid, her noktası Allah’ın Kitâbı’na ve Peygamber’in sünnetine uygun, zarif Türk dindarlığının estetik bir halidir. Neticeten Mevlid, ölümsüz ve doyumsuz “Güzel Türkçedemektir. Türk ruhunun en hassas ince teli olarak inleyen Türk mûsikisi demektir. Bin yıldır İslâm’a adanmış bir millet fertlerinin müşterek vicdânı ve bu vicdan etrafında birbirine kenetlenmesi, her toplanışta birbirine daha çok benzemesi demektir. Mevlid. Allah’a sunduğumuz elimizdir efendim! Mevlid “şefi’ül-müznibîn”, “rahmete’n li’l-âlemin”, “Ahmed ü Mahmûd-ü Muhammed” Efendimiz’in şefaatine arz-ı hâlimizdir efendim! Allah’ın dîdârına “Adı güzel, kendi güzel Muhammed”in “gül yüzü”ne hasretimizdir efendim! Türk milleti, mevlid yazan, mevlid okuyan, mevlid dinleyen, mevlid alayları ile dış ve iç dünyâsını aydınlatan, mevlid sofralarında nimetlenen ve bu sofralarda Allah’ın nimetlerine şükrünü edâ eden millettir ve bu sebeple uzak ve yakın atalarımızın inandığı kat’iyetle inanıyorum ki kıyâmete kadar pâyidar olacak millettir efendim![33]

 “Mefhar – i Mevcudât, Hazret-i Fahr-i Alem / Muhammed Mustafâ yâ Salevât 

Allâh adın zikredelim evvela /Vacib oldu cümle işte her kula 

Allâh adın her kim ol evvel anâ / Her işi âsan eder Allâh anâ 

Allâh adı olsa her işin önü / Hergiz ebter olmaya anın sonu 

Bir kez Allâh dese şevkile lisan / Dökülür cümle günah misli hazan 

İsm-i pâkin pâk olur zikreyleyen / Her murada erişir Allâh diyen 

Aşk ile gel imdi Allâh diyelim / Dert ile göz yaş ile ah edelim……

ATATÜRK VE MEVLİD

Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’a çıktında oradaki temaslarında hem can güvenliğinin olmadığını gör­dü hem de planladığı mücadelenin gerçekleştirilebilmesi için Anadolu içlerine gitmesi gerektiğini biliyordu. Bu nedenle ilk durak olarak Havza’ya gitti. Bir Bektaşi babası olan Ali Baha’nın Mesudiye Otelinde kaldı. Bölge­deki bu nüfuzlu Bektaşi babasının desteği öteki eşrafın da hemen desteğini sağladığı gibi hakların savunulmasını da meşrulaştırdı. Buna ek olarak, bölgede saygı duyulan en etkili din adamı kimse onun davet edilip, ilk Cuma namazında İzmir’in işgali­nin protesto edilmesini ve mevlit okunmasını istedi. Belediye Başkanı bölgenin en saygın ve etkili konuşma­cısı olarak bilinen Sıtkı Hoca’ya haber gönderdi ancak, ulak zamanında yerine varamadığından, Mustafa Kemal’in isteği yerine gelmedi. O ilk Cuma sönük geçti, ikinci Cuma’ya Sıtkı Hoca yetiş­ti, tam Mustafa Kemal’in istediği gibi etkili bir vaaz verdi ve okunan mevlidin ardından da İzmir’in işgalini lanetleyen bir konuşma yaptı. Her şey Mustafa Kemal’in istediği mükemmellikte yürü­yordu. Ancak bir sorun vardı. Ülkede şeker bulunamadığın­dan, camiye toplanmış binlerce insana çekirdeksiz İzmir üzü­mü doldurulmuş külahlarda mevlit şekeri dağıtıldı[34]. Atatürk’ün Türk Kültürünün önemli bir unsuru olan “mevlid geleneğini” uygulaması hayatının her döneminde görülmüştür.

Atatürk’ün, İslâm dîni ve Hz. Peygamber’den (s.a.v) sitayişle ve hürmetle bahsettiği pek çok konuşması vardır. Hz. Peygamber’den bahsederken “Cenâb-ı Peygamber Efendimiz (s.a.v)”, “Fahr-i kâinat Efendimiz(s.a.v)ve onun dönemi söz konusu olduğu zaman da “Peygamberimiz(s.a.v) zaman-ı saadetlerinde” diyerek söze başlardı. Saltanatın kaldırılması nedeniyle devamlı olarak suçlanan Atatürk; 30 Ekim 1922 tarihli meclis müzakerelerinde yaptığı bir konuşmada, Hz. Peygamber’den(s.a.v) sonra gelen râşid halifelerin devlet başkanlığına seçilme usullerine temas etmiş ve konuşmanın bir bölümünde o gecenin Mevlit Kandiline isabet ettiğini belirtmiş ve Hz. Peygamber(s.a.v) hakkında şu cümleleri serdetmiştir: “… Bugün o gündür, filhakika arabi tarihlerinde bu akşam doğum gününün tamam yıldönümüne rastlıyor. İnşallah bu hayırlı tesadüftür (inşallah sadaları). Hz. Muhammed(s.a.v) çocukluk ve gençlik günlerini geçirdi. Fakat henüz peygamber olmadı. Yüzü nûrânî, sözürûhânî, rüşd-i rü’yette bedelsiz, sözüne sadık, hilm-ü mürüvetçe başkalarına üstün olan Muhammed Mustafa(s.a.v), evvela bu hususî ve mümtaz vasıflarıyla kabilesi içinde “Muhammed’ül- Emin” oldu. Ondan sonra ancak kırk yaşında nübüvvet, kırk üç yaşında risalet geldi. Fahr-i âlem Efendimiz nâmütenâhî tehlikeler içinde, sonsuz mihnetler karşısında yirmi sene çalıştı ve İslâm dinini kurmaya ait peygamberlik vazifesini ifâya muvaffak olduktan sonra vâsıl-ı a’lâ-yı alliyyîn oldu.(vefat etti)”[35]

Atatürk’ün geleneksel din anlayışında benimsediği olumlu bulduğu ve oldukça etkilendiği yönler vardı. Bunların başında müslümanlar için kutsal olan aylar ve günler gelmekteydi. Bu bağlamda Atatürk’ün İslam’ın kutsal ayı Ramazan’a büyük önem verdiği açıkça görülmektedir. Atatürk dini öneme sahip günlerde bilhassa Ramazan ayı boyunca toplumda yükselen manevi atmosferden oldukça fazla etkilenmekteydi[36]. Atatürk’ün Ramazan ayında kız kardeşi Makbule’ye: “ Ramazan geliyor annemize hatim okutmayı ihmal etme diye hatırlatmada bulunup hatim okunacak hafıza hediye edilmek üzere bir zarf içinde para verdiği bilinmektedir. Atatürk Ramazan ayı boyunca bazı alışkanlıklardan uzak dururdu. İnce saz heyetini Çankaya’ya sokmaması, Kandil geceleri saz çaldırmaması gibi… Ayrıca Ramazanlarda Kur’an-ı Kerim okutması çeşitli camilerde şehitlerin ruhuna hatmi Şerifler okutması bu ayın anlamını idrak etmiş inanca saygılı bir Müslümanın davranışlarına örnek olsa gerekir[37].

Atatürk Ramazan ayı dışında İslam kültüründe özel kabul edilen günlerde ve gecelerde örneğin Kandil gecelerinde İslam irfanında önemli bir yer tutan Şehitlik inancı gibi konularda zannedildiğinden çok daha hassastır. Her yıl Çanakkale şehitleri için mevlid okuttuğu bilinmektedir Atatürk 1932 yılında Şehit Mehmet Çavuş abidesi önünde okunacak Mevlid için Hafız Yaşar okuru görevlendirmiştir.  “Hafız Yaşar Okur anılarında” 1932 yılında Çanakkale Şehit Mehmet Çavuş abidesinde okunan büyük Mevlit konusunda şunları anlatmaktadır:  O sene Atatürk’ün emriyle Şehit Mehmet Çavuş abidesi önünde okunması muvafık görüldüğünden beni huzurlarına çağırdı bu seneki merasime riyaset etmemi söyledi ve İstanbul müftüsü Hafız Fehmi Efendi’ye de Dolmabahçe Sarayı’ndan telefonla bildirilmişti. Hareketimizden bir gün evvel bu emri alıp programı tanzim ederek akşam saat 6.30’da Galata rıhtımına yanaşmış olan Gül Cemal vapuruna gittim. Vapurun salonunda İstanbul’un Mümtaz hafızlarından Saadettin kaynak, Süleymaniye baş müezzini Hafız Kemal, Beşiktaşlı Rıza, Sultan Selimli Rıza, Beylerbeyli Fahri, Aşir, Muallim Nuri, Hafız Burhan,  Hasan Akkuş, vaiz Aksaraylı Cemal beylerle karşılaştım[38].

Akşam saat yediye doğru Galata rıhtımından ayrılan Gül Cemal vapuru hınca hınç dolu.  Kamaralar evvelden tutulmuş. O kadar kalabalık ki Mevlidhanların bazıları güvertede sabah ettiler. Gece yarısı namazından sonra vapurun salonunda iki Hatmi Şerif ve bir mevlit okundu. Altı hafızdan mürekkep bir heyet tarafından vapurun Kaptan güvertesinde okunan Saliha ve tek bir sedaları semaya yükseliyordu. Sabah saat 9.00’da motorlerle Gelibolu’ya çıkıldı. On hafızdan mürekkep bir heyet kürsü etrafında toplandı. Hep bir ağızdan Tekbir alındı, arkasından tevşih okundu.  Sıra ile hafızlar kürsüye çıkıp mevlidi kıraat ediyorlardı. Tam veladeti Peygamberi okunacağı zaman İstanbul’dan beri merasime riyaset eden müftü Fehmi Efendi’nin tensibiyle:  Yaşar bey Buyurun Veladet bahrini Siz okuyacaksınız dediler. Kürsüye çıktım başladım okumaya.  Hafız Yaşar Okur Çanakkale Şehitlerine Mevlit okurken ansızın yağmur yağmaya başlamış fakat Hafız Yaşar yağmura rağmen Mevlide devam etmişti.

Sonraki gelişmeleri Hafız Yaşar şöyle anlatmaktadır:  ertesi akşam Dolmabahçe Sarayı’na gittim Ata’mın huzurlarına kabul edildim. Çanakkale merasiminin tafsilatını verirken bu fırtına bahsine gelince Atatürk o yağmur ve rüzgâra rağmen Mevlide devam edişime o kadar mütahassıs oldu ki hiç unutamam… elini tekrar tekrar masaya vurarak:  Aferin hafızım Çok güzel yapmışsın vazife başında iken taş yağsa insan yerinden kıpırdamaz diye iltifatta bulundular[39].

Atatürk her fırsatta hurafelerden arınmış, gerçek İslam anlayışının Türk ulusunun gurur kaynaklarından ve sembollerinden biri olacağına dile getirmekteydi. Örneğin İran Şahının 16 Haziran 1934 tarihinde Atatürk’ü ziyareti sırasında Türk ulusunun İslam anlayışından örnekler sunmaya çalışması dikkat çekicidir. Hafız Yaşar Atatürk’ün İran Şahı ile yaptığı görüşmeyi şöyle anlatmaktadır:  Atatürk Şahin şah Hazretleri ile salonun yüksek bir locasında oturuyorlardı. Bir Aralık Seryaver vasıtasıyla beni huzurlarına çağırdılar. Şah Hazretlerine benim hafızımdır diye takdim ettiler ve yanlarına oturttular. Kemali hürmet ve tazimle misafir hükümdarın ellerinden öptüm. Ata:

“Şah Hazretlerine Kerbela şahadetine ait bir mersiye okuyunuz dediler. Emirleri üzerine mersiyeyi İsfahan makamından okudum. Mersiye bitince Atatürk:

“Nasıl efendim diye sordular güzel okuyor mu benim hafızım” Şah hazretleri kendisine has az Azeri şivesi ile Teşekkür ederim diye mukabelede bulundular. Bir de Farisi ayini okumaklığımı emir buyurdular. Farsça hüzzam ayinini okudum. Ata’m misafire dönerek: “ Bir de bizim Türkçe mevlidimiz vardır. Dinlemek arzu eder misiniz? Dediler”. Şahın gösterdiği arzu üzerine Miraç bahrini bilhassa İsfahan makamında okudum. Miraç bahri bitince  Şahın Şah Hazretleri: “İlk defa Türkçe mevlit dinliyorum. Çok hoşuma gitti hafızınızı müsaade ederseniz  İnşallah İran’a bekliyorum dediler. Atatürk de vaat ettiler. O gece Şah Hazretlerinin gösterdiği ilgi üzerine Mevlit şairi Süleyman Çelebi hakkında kendilerine malumat verdiler[40]”.

Bugünde Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Dünyasında Mevlid Türk’ün tarihi ve ecdadı ile birlikte yaşamaktadır. Bazı aydınlar ve ilahiyatçılar mevlid’in bu önemini fark edememekte, onun dine aykırı olduğunu söylemektedir.” Bu örf ile ilgili ayet-i kerimeleri görmemek demektir. Kur’an-ı Kerim her bir toplumun örf ve adetine geniş bir hareket kabiliyeti tanımıştır.

 Türkler örfleri ve geçmiş ecdadı ile birlikte yaşar. Onlarla beraber geleceğe yürür. Mezar taşlarını buna göre şekillendirir. Lâkin Mevlid’i para için okuyanları bu işin ticaretini yapanları da kabul edemeyiz. Dinî duyguları paraya tahvil edenler İslâm ve Osmanlı toplumunda hatta günümüzde örümcek ağı gibi örmüşlerdir. Ahmed Yesevî nasıl dinî nefslerine alet edenlerle mücadele ettiyse bugünkü Türklerde onlarla mücadele etmelidir. Her devirde bu tip insanlar olacaktır. Kandillerimize iyi gözle bakılmaması ise İyi niyetli de olsa farkında olmasa toplumsal edebî ve estetik birikimimizi yok saymak olacaktır. İfrata yahut tefrite düşmeden sırat-ı müstakim’de (orta yol)  olmak gerekiyor. Tabiki kandil gecelerimizin her birini birebir belki Kur’ân’da görülmemektedir. Bununla beraber sadece Kadir suresi bize ne anlatır bir bakalım”. Bursa el yazmaları kütüphanesinde bulunan, 1401 yılına ait, Anadolu Türkçesi bir Kur’ân tercümesindeKadir Suresi[41]Başladum adıyla Tanrı Ta’âlâ’nun ki rızk vericüdür ve rahmet edicüdür. Biz indürdük ya Muhammed bu Kuran’ı Kadir gecesinde ne bildürdi sana Kadir gecesi ne gecedür Kadir gecesi efdaldür bin aydan feriştehler iner yere Cebra’il dahı ol gecede. Tanrı’ları buyrugıyla her iş faşl olur ol gecede selametlığıla ol sabah oluncadur.  (Biz O’nu Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu sen nereden bileceksin? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Ruh o gece Rablerinin izniyle, her iş için inerler. O gece, tanyeri ağarıncaya kadar süren bir selâmettir”.

Evet her insanın bir kadir gecesi vardır. O gece melekler nur halinde insanın melekelerini aydınlatmaya başlar. Bir yeryüzü olan bedeni ışır. Orada ruh ve beden ayrılığı kalmaz. Kur’ân; canlı Kur’ân haline döner. Yahut melekeleri ayet olmaya, konuşmaya işitmeye, görmeye başlar. Oku (ikra) söz değil, Yaradan Rabbinin adı ile soluk olmaya, insanı nefeslendirmeye onun ruhu olmaya ve canlandırmaya başlar. Anne rahminden inen bir bebek gibi yeryüzüne inişin başlar. İntra-uterin (rahim içi) dönemde önce kanla beslenirken biraz sonra posnatal (doğumun hemen ertesi) hava ile beslenmeye başlar. Nefsi ruha dönüşmüş, Kur’ân ve insan yeryüzüne inmiştir.  Kimi insan da gökyüzü gibi anne rahmini iniş yeri sanır. Hâlbuki daha ötesi, ötenin gerisi, gerinin ilerisi; her ikisinin bir merkezi yahut bir nokta olduğu an vardır. Su anne rahmine kan, anne memesine süt olmadan nice mekânı ve zamanı dolaşır gelir. Nice zerrecikler yıldızlar misali evrenimiz oluşmadan serpilmiştir; kâh nokta, kâh dizi olarak.

Bir noktalık an; olan ve olmayan zamanı ve mekânı ihata eder. Irmaklar buhar olup gökyüzüne bulut olmak için indiğinde, sonra bulutlar yağmur olup analarına kavuşmak ister gibi ırmaklara ve deryalara döndüklerinde hangisi inmiş hangisi çıkmıştır? Sular hem çıkmıştır, hem inmiştir.

Yine O’nun âyetlerindendir ki, size hem korku ve hem de umut vermek için şimşeği gösteriyor. Ve gökten bir su indiriyor da onunla yeryüzüne ölümünden sonra hayat veriyor. Şüphesiz ki bunda aklını kullanacak bir kavim için nice ibretler vardır.” (Rum Suresi/24. Ayet) “O Allah’tır ki, rüzgârları gönderir de onlar, bulutu savurur. Sonra Allah o bulutu gökte dilediği gibi yayıp döşer, onu parça parça eder. Nihayet sen onun arasından yağmurun çıktığını görürsün. Sonra onu kullarından dilediğine ulaştırdığında onlar, müjde almış gibi sevinirler. (Rum Suresi/48. Ayet) Kadir Gece’sini anlamayan Kur’ân’ın nereden nereye indiğini anlamaz. İnzal[42]ve tenzil[43] üzerine uzun uzun tefsirler yaparlarda işin püf noktasını göremezler. İşin püf noktası da cümlesi de insandır.  Bir kez noktaya inzal olan, binlerce kez cümleye tenzil olur

 SÜLEYMAN ÇELEBİ HAZRETLERİNİN MEVLİD-İ ŞERİF’İNE NAZİREMİZDİR

(Doğuma kadar)

Lâ’dan geçtik dilde söyledik illa

Kendi özün içre Hakkı kul bula

Her kim bilsin Allah adı zikr eder

Yoktur ona dünya ahret hiç keder

İnsan gözü eylediyse Hak yönü

Asan durur nihayeti hem önü

Gönül Allah derse bir kez imanın

Kalmaz gayri cümle gider güman[1]ın

Her nefesde zikri daim eyleyen

Hakikatle buluşur Allah diyen

Ahlak-ı Ahmet’i rehber bilmeli

Sabr-u şükr ile Allah demeli

Rahmandır rahimdir kıblegahımız

Lütf-u keremiyle kalmaz ahımız

“Tek”sin varlığına asla şüphe yok

Arşları ağlatan ne yazık pek çok[2]

Birliğin varlığın bize çok hayret

Yokluk hiç yoğ iken O vardı elbet

Nur idi sıfatı uçmazdı melek

Burçlarda yıldız yok dönmezdi felek

Elesti Rabbikuma beli eyledi
Kulları bu söze veli eyledi

Kudret denizinde doğar bin Halil[3]

Birliğine olur ayniyle delil

Ol sözdü öz gördü göz oldu cihan

 Olma dese idi felek köz olur o an

Muhammed nurudur varlığa sebep

Şefaat Ya Resul[4] diye talep et

Resulullahın nuru

Hak Teala halk eder bin ademi

Âdem[5]le süsler binlerce alemi

Nur-u Mahmud Safiyullaha kondu

Zübde-i alem[6] bu nurla ilk ve sondu 

O nur ile alnında eyledi karar

Asırlar geçse de layık kul arar

Emanet nur refikten refika geçti

Hasib[7]ten hesaplı bir kulu[8] seçti

İbrahim İsmail buldular bir dem

Tevhidin delili Allaha kasem[9]

Dünya gördü rahmeten lil-alemin[10]

            İlk nur onda buldu ilah-i zemin


[1] Şüpheyle karışık umut

[2] “Rahman çocuk edindi.” dediler. Andolsun ki siz pek çirkin bir şey söylediniz. Neredeyse gökler çatlayacaktı bu söz yüzünden; yer yarılacak, dağlar yıkılıp yerle bir olacaktı: Rahman için çocuk iddia ettiklerinden ötürü.  (Meryem suresi/ 88-91.ayetler)

[3] Dost

[4] O gün şefaat yarar sağlamaz. Ancak Rahman’ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimse müstesna (Tâ-Hâ suresi /109.ayet)

[5] Nübüvvet ve Risalet verilmiş İnsan

[6] Kainatın özü

[7] Hesap gören ( Hasîb olarak Allah yeter) (Ahzâb suresi/39. ayet)

[8] Hz. Şit (AS) terzilerin, dokumacıların hesap bilenlerin piri

[9] Söz vermek

[10] Seni Biz, sadece âlemlere rahmet olarak gönderdik(Enbiya suresi/ 107.ayet)

Süleyman Çelebi Hazretlerinin Mevlid-i Şerif’ine naziremizdir

(Efendimizin Doğumundan sonra)

Doğum

Âmine hatunun rahmi hanesi

Varlığa müjdedir O’nun annesi

Rebiulevvel ayında bir ece

On ikinci günü ışıktır gece

O gece doğdu güldü tüm beşer

Anne gördü o an Miraca sefer

Dedi gördüm İki cihan annesi
Evim Yıldızlara konuk hanesi

Evimden şuleler göğe verdi can

Arş Ahmed yanında kaldı kısa an

Açıldı arşlar kapısı indi üç melek

Sundular suffa[1]dan kundağa yelek

Doğuda batı[2]da melekler bildi

Kâbe’de kalan kıyama dikildi


Cennetten melekler eyler tenezzül[3]

Kâbe onu tavaf da eylemez zül[4] 

Üç dost göründü gözüne aniden

Geldi ezelden belirdi saniyen 

Derler idi nur yüzlü Musa ban[5]isi

Diğer nur Ruhullah İsa annesi 

Asiye’nin ellerinden Meryem’e

Süt pınarlarından bu yavru eme


Amine’yle diz dize oturdular

İki cihan Mustafa’yı sundular 

Dediler yavrun gibi hiçbir oğul

Evvel Ahir Allah’a olmadı kul 

Oğluna biat eden Hakka biat[6]ta

Öyle bir annesin daim taatta 

Ey Âmine devletin sonsuz senin

Doğ Ahlak-ı güzel Muhammed Emin 

Bu gelen ilm-i ledün[7] hasıdır

İçtiğin tevhid irfan tasıdır

İsmi Onun kah Ahmet-i Mahmuddur

Miraç’da adı makam-ı Mahmuddur 

Vakit doldu Âmine dedi tamam
Gelsin cihana o hayr-ül enam[8]

Susadı anne hararet pek katı

İçti “of”[9] duymamış şerbetin hası 

Firdevs cennetinden gelmiş şerbeti

Rabbim lutfeyledi ulu heybeti

Kar ondan hem siyah ılık kalırdı

Bal ile şekerden tadı alırdı 

İçti anı içi dışı nuru pak

Yıldızlara selam etti nuru yak 

Huma kuşu ak kanadı ol revan

Şol doğumu kolay eyle hem heman

Doğdu o dem alemlerin Sultanı

Nura garkdı semavat’ın her yanı

Kurtuluş isteyen iman eyledi

Yetmiş bin Salevat aşkla söyledi

Essalatü vesselamü aleyke ya Resulallah!
Essalatü vesselamü aleyke ya Habiballah!
Essalatü vesselamü aleyke ya Seyyidel-evveline vel-âhirin.

Şefaatinden Cümle Kâinatların nasiplenmesi duasıyla

Saygı ve dostlukla

Hilmi

22. Aralık. 2015

Mevlid kandili


[1] Yetim, kimsesiz, yoksul kişilerin barınağı

[2] Doğu da batı da yalnız Allah’ındır. O halde nereye dönerseniz orada Allah’ın yüzü vardır. Allah Vâsi’dir, varlığı sürekli genişletip büyütür; Alîm’dir, her şeyi en iyi biçimde bilir.(Bakara suresi/ 115.ayet)

[3] Melekler ve Rûh, Rablerinin izniyle o gecede her iş için iner de iner! (Kadr suresi / 4. ayet)

[4] Alçalma üstüne gölde düşmesi

[5] Koruyucusu, büyütücüsü

[6] Sana biat edenler, ancak Allah’a biat etmişlerdir.( Fetih suresi/ 10.Ayet)

[7] Gayb ilmi, gönül ilmi

[8] Mahlukların yaratılmışların en hayırlısı

[9] Peygamberimizin babası doğmadan önce (anne karnında altı aylıktı) annesi peygamberimiz çok küçükken (Altı yaşında iken) vefat etmiştir. Annesi ve babası ondan “üf” bile işitmemişlerdir.

“Rabbin, O’ndan başkasına kulluk etmemenizi ve anne-babaya iyilikle-davranmayı emretti. Şayet onlardan biri veya ikisi yanında yaşlılığa ulaşırsa, onlara: ‘Öf’ bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle.”(İsra suresi/ 23.ayet)


[1] Prof. Dr. İsmail Çetişli, Türk Şiirinde Hz. Peygamber, Akçağ yayınevi, Ankara, 2012, s. 550.

[2] Ayvaz Gökdemir, Türk Kimliği, Kervan kitabevi, Konya, 2004,s. 77.

[3] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 77-78.

[4] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 78.

[5] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 78.

[6] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 79.

[7] Yunus Emre Aydın, Fâtimî Ordusunda Türk Unsuru, USAD, Selçuklu Araştırmaları Dergisi,  Bahar 2020; (12): 337-362.

[8] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 80.

[9] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 81.

[10] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 81.

[11] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 81-82.

[12] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 82.

[13] Geniş Bilgi İçin Bkz. Ahmet Refik Altınay, Haçlılar, (Hazırlayan: Gülay Kırpık) Ötüken Yayınları, İstanbul, 2007.

[14] Dr. Osman Gürbüz,  İktidara Uzanan Yolda Eyyûbî Ailesinin Serüveni, A. Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi [TAED] 48, Erzurum 2012, 387-405.

[15] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 82-83.

[16] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 84.

[17] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 84.

[18] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 85.

[19] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 86.

[20] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 87.

[21] Doç.Dr. M.Fatih Köksal,Mevlid-Name, Mevlid’in Yazılışının 600. yılına Armağan, Kırşehir, 2010,s.40.

[22] Doç.Dr. M.Fatih Köksal, a.g.e.,s.47.

[23] Geniş Bilgi için Bakınız: Doç.Dr. M.Fatih Köksal, a.g.e.

[24] Prof. Dr.İsmail Çetişli,a.g. e.,s.551-552.

[25] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 89.

[26] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 89-90.

[27] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 90.

[28] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 90-91.

[29] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 91.

[30] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 92.

[31] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 93.

[32] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 93-94.

[33] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 94.

[34] Erol Mütercimler, Aynadaki Tarih, ALFA Basım Yayım Dağıtım San. veTic. Ltd. Şti., İstanbul, 2018, s.382-383.

[35] İbrahim Candan, Seni Anlasaydık Bu Hâle Gelmezdik, Akasya Kitap, Ankara, 2005, s. 89.

[36] Sinan Meydan, Bir Ömrün Öteki Hikayesi, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 2003, s. 444.

[37] Sinan Meydan, a. g. e., s. 445.

[38] Ali Güler, Atatürk ve İslam, Halk Kitabevi, İstanbul, 2016, s. 109.

[39] Ali Güler, a. g. e., s 110.

[40] Ali Güler, a. g. e., s 111-112.

[41] Bu nüshayı Trabzonlu Mustafa Efendinin Hemşerisi aziz dostum Bayram Zengin Bey iletmiştir. O’da Sergen Çirkin Bey’den alıntı yapmıştır. Kendilerine minnet duygularımı ifade ederim.

[42] Kur’an’ın bir defa da indirilmesi.

[43] Kur’an’ın parça parça indirilmesi.

CHP’nin Çıkmazı

Türkiye’de ana muhalefet partisi (aslında son yerel seçimlerin birinci partisi) CHP uzunca bir süredir darboğaza sıkışmış durumda.

İktidarın denetimindeki yargının sopası ile fena dayak yiyor. 18/19 Mart 2025 tarihinden bu yana başta İBB Başkanı ve partinin CB adayı Ekrem İmamoğlu olmak üzere onlarca belediye başkanı ve üst düzey yöneticileri tutuklandı. Yetmedi, şimdi de İstanbul İl Başkanlığı yönetimi görevden alındı. Asliye Hukuk Mahkemesinin aldığı bu karar, yalnızca bir teşkilat yönetimine müdahale değil; aynı zamanda “CHP Kurultayının da iptal edilebileceğinin” bir işareti.

Bunlara rağmen, CHP, Meclis’te kurulan “Terörsüz Türkiye Komisyonu”nda kalmaya devam ediyor. Oysa bu Komisyon, AKP, MHP, DEM ve HÜDAPAR’ın aynı masada buluştuğu, dolaylı olarak Öcalan’la müzakereyi meşrulaştıran bir platform.

CHP’nin bu komisyonda bulunması, Öcalan’ı devletle eşit şartlarda müzakere eden siyasi bir figür yapma sürecine meşruiyet kazandırması anlamına geliyor.

Güya bu komisyon Türkiye’nin “daha demokratik” hale gelmesi için çalışıyormuş.

Hukuksuzlukların hedefi olmuş bir partinin, yargı sopasıyla kendini döven aynı iktidarla “demokratik Türkiye inşası” umuduyla masaya oturması, başlı başına bir çelişki.

****

Türkiye’nin önündeki en büyük tehlike, üç farklı hattın devletimizin milli ve üniter yapısını aşındırıcı bir noktada kesişmesidir. Yani PKK/DEM’in etnik talepleri, siyasal İslamcıların milli devlete karşı ümmetçi bakış açısı ve ABD’nin bölgesel projelerinin kesişmesini kastediyorum.

MHP’nin bu sürece dahil edilmesi veBahçeli’nin ‘umut hakkı’ ve teröristbaşı yerine ‘örgütün kurucu önderi’ söylemleri riski çok büyütmüştür.

CHP ise bu tabloda üçüncü yol arıyor ama bıçak sırtında yürüyor: Kürt seçmene umut verirken milliyetçi/ ulusalcı tabanı ürkütmemek istiyor.

TBMM’de Öcalan ve PKK ile müzakereye karşı en doğru ve en net duruşu İYİ Parti gösteriyor. Bu yüzden “ihanet sürecine” karşı ve komisyona üye vermedi.

**********************************

CHP’nin Hesapları ve Tehlikeli Yakınlaşma

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Komisyon’dan ayrılma fikrine sıcak bakmıyor. Bunun arkasında birkaç hesap var:

“Masadan kalkarsak çözüm karşıtı görünürüz.” “DEM tabanıyla bağımız kopar.” “Uluslararası aktörlere (ABD, İngiltere, İsrail’e) ‘biz de demokratik çözümden yanayız’ mesajı vermeliyiz.”

Bu düşünce tarzı, Atatürk’ün partisine yakışmaz. Atatürk’ün çizgisi, dış güçlerden destek beklemek değil, millete dayanarak siyaset yapmaktı.

Yeni CHP’nin iktidar olmak için DEM’den ve başka devletlerden destek alma stratejisi içeride ters tepebilir. Çünkü CHP’nin asıl omurgası, ulusalcı ve Atatürkçü tabandır.

Ayrıca CHP’nin, DEM kitlesinin desteğini alsa dahi milliyetçi sağ seçmenin desteğini almadan iktidar olması ve Cumhurbaşkanı seçtirmesi mümkün değildir.

Ancak DEM seçmeni destek vermese bile, CHP Mansur Yavaş gibi bir adayla, Milliyetçi seçmenin desteğini alabilir, Cumhurbaşkanı seçtirebilir ve seçim iş birliği ile iktidar olabilir.

CHP’nin ulusalcı çoğunluğu, partinin Öcalan’ın adının geçtiği bir süreçte yer almasını kabul etmeyecektir. Bu taban, Lozan’ı bir türlü kabullenemeyen Batı’nın “demokratik çözümden” kastının Türkiye’nin bölünmesi ve Sevr şartlarının hortlatılması olduğunu anlayacak bilinçtedir. Bu kitle CHP’nin masadaki varlığının, Öcalan’la müzakere sürecine meşruiyet kattığını görüyor.

Köksüz ve kimliksiz bir görüntü partiyi eritir.Unutulmasın 1991’de SHP–HEP ittifakı, ulusalcı seçmenin tepkisiyle partiyi eritmişti.

2019’da DEM’in örtülü desteğiyle kazanılan büyükşehirler, “mesafeli iş birliği” sayesinde tepkiye yol açmamıştı. “Kent uzlaşısı” adı altında yapılan iş birliği içinde Öcalan, özerklik, ikinci resmi dil, teröristlere af gibi konuları içermiyordu. Bugün CHP’nin attığı adımlar ise 1991’deki hatadan daha vahimini yaptığı algısı yaratıyor.  

Dış güçlerden “CHP masada kalarak destek alacak” beklentisi de aldatıcıdır. ABD ve İngiltere gibi devletler kendi bölgesel planları açısından “Kürt meselesinde demokratikleşme” söylemini önemsiyor. Ama bu, kendi çıkarları için Türkiye’yi parçalamayı amaçlayan bir yaklaşım. CHP bu hesaba fazla yaslanırsa, içeride “dış güçlerin ajandasına göre hareket eden bir maşa” olarak görülecektir.

Üstelik CHP’nin komisyon üyeleri içinde Sezgin Tanrıkulu ve Türkan Elçi gibi PKK/Öcalan çizgisine yakın politikacıların olması CHP’nin gerçek tabanını endişelendirmektedir.

**********************************

İki Yol Ayrımında CHP

CHP’nin önünde iki yol var: Ya hukuksuzlukları yapan iktidarla aynı masada “demokratikleşme” oyunu oynayacak,” ihanet sürecinin” bir parçası olacak. Ya da Atatürk’ün partisi olmaya yakışan bir tavırla “bu şartlarda demokrasi inşa edilemez” diyerek Komisyon’dan çekilecek.

İlki kısa vadede uluslararası aktörlerin hoşuna gidebilir. Ama CHP’yi iktidara taşımadığı gibi bu tercihi tarihe utanç sayfası olarak geçer. İkincisi ise CHP’nin kendi tabanına güven veren, uzun vadede daha sağlam bir çizgidir.

Unutulmamalı: CHP’yi ayakta tutan esas güç, Atatürk’ün kurduğu parti kimliği ve bunun etrafında şekillenen ulusalcı-milliyetçi kitledir. Bu kitleye güven vermeyen bir CHP’nin, DEM tabanından alacağı oylar da onu iktidara taşıyamaz.

Etik ve politik açıdan doğru olan, CHP’nin kendi tabanına dönük net bir mesaj vermesidir:

“Biz hukuksuzluk yapan iktidarın oyununa meşruiyet kazandırmayız. Demokrasi mücadelesini iktidarla değil, halkla birlikte veririz” demesi gerekir.

CHP, gerçek gücü halkın örgütlü iradesinde aramalı, iktidarın oyun masalarında değil.

CHP, iktidarın yargı sopasına maruz kalmaya devam ederken, aynı iktidarla “demokratik Türkiye inşası” oyununda figüranlık yapmanın anlamsızlığını görmelidir.

Gerçek çıkış yolu; ne ABD’nin planlarına teslim olmakta ne siyasal İslamcıların Cumhuriyet ve milli devlet karşıtı söylemlerinde, ne de PKK/DEM’in özerklik taleplerinde. Çıkış; Atatürk’ün çizdiği yolda milli, üniter ve demokratik bir hukuk devletine kararlılıkla sahip çıkmaktır.

Aksi halde Türkiye Lübnanlaşan veya Suriyeleşen bir ülke olur. Tarih ve Türk Milleti buna sebep olanları affetmez.

Ya İstiklal Ya Ölüm: Sivas Kongresi“

“Burada bir milletin kurtuluşunu hazırlayan kararlar verildi.” (Atatürk, 13 Kasım 1937, Sivas)

Bugün 4 Eylül 2025; Milli Mücadele’nin temel taşlarından Sivas Kongresi’nin 98. yıldönümü… Bağımsızlık savaşımızın ve Cumhuriyetimizin temelleri Sivas’ta atıldı. Mustafa Kemal Paşa, tam 108 gün Milli Mücadele’yi Sivas’tan yönetti. Milli Mücadele’nin Ankara’dan önceki karargâhı Sivas’tı.

MİLLETİN SİNESİ

Mustafa Kemal Paşa, Erzurum’dayken, 20 Ağustos 1919’da, Sivas Valisi Reşit Paşa’dan bir telgraf aldı. Reşit Paşa, Fransız Jandarma Müfettişi Binbaşı Bruno’nun Sivas’ta bir kongre düzenlenecek olursa Fransızların beş, on gün içinde Sivas’ı işgal edeceklerini söylediğini, bu nedenle ya kongreden vazgeçilmesini ya da kongrenin Erzurum’da veya Erzincan’da düzenlenmesini öneriyordu. Mustafa Kemal Paşa telgrafı okuyup bitirdiğinde ilk tepkisi “gülünç” demek oldu; “Azizim Mazhar Müfit, bunlar hakikaten gülünç şeyler” dedi. Sonra dudağında hafif bir tebessümle, “Birer kahve içelim de vali paşaya cevap arz edelim” diye ekledi. Verdiği cevapta, bunun bir blöf olduğunu ve bundan korkmamak gerektiğini belirterek şöyle dedi: “Bendeniz ne Fransızların ne de herhangi bir ecnebi devletin yardımına tenezzül eden şahsiyetlerden değilim; benim için en büyük koruma noktası ve kaynağı milletimin sinesidir.” O gece Mazhar Müfit (Kansu)’ya, Sivas’a hareket ettiklerinde Bruno’nuın Sivas’tan kaçacağını söyledi. “Bir millet ki ‘ya istiklal ya ölüm’ diyor ve bu kararı tamamıyla benimsemiş bulunuyor, bunun karşısına hangi kuvvet çıkar?” diye de ekledi. (Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, C.1, s. 150-158, 162).

ZOR KONGRE

Sivas Kongresi’ne karşı çıkan çoktu. Batı’da Yunan’la çete savaşı veren Kuvvacılar kendilerini birer lider olarak görüyor, bir milli örgütlenmeye ihtiyaç olmadığını düşünüyordu. Sivas Kongresi’ne karar verilen Amasya toplantısında Rauf Bey (Orbay) ve Refet Paşa (Bele) Amasya kararlarını zoraki imzalamışlardı. Balıkesir Kongresi Başkanı Hacım Muhittin “Ne kuvveti var bunların?” diyordu. Kazım Karabekir Paşa ise Sivas’ta toplanmanın varlığımızı kendi elimizle tehlikeye atmak olduğunu belirterek Erzurum Kongresi ile yetinmek gerektiğini söylüyordu.

Sivas Kongresi’ne katılımcı bulmak da kolay olmadı. Sivas’a gelmesi gereken Doğu Anadolu Müdafaai Hukuk Cemiyeti üyelerinden Mutki Aşireti reisi Hacı Musa Bey gelmedi. Siirt Milletvekili Sadullah Bey ortada yoktu. Servet ve İzzet Beyler ise Trabzon’a gitmişler gelmiyorlardı. Bu nedenle Doğu’dan Sivas Kongresi’ne Mustafa Kemal Paşa, Rauf Bey, Raif Efendi, Şeyh Fevzi Efendi ve Bekir Sami Bey katılacaktı. Trakya’dan kimse gelmeyecekti, İzmir’in ardındaki bölgeden birkaç kişi gelecekti, ne içteki Konya ve civarından, ne güneyde Toroslardan, ne Mezopotamya ve civarından, ne de Karadeniz kıyılarından kimse gelecekti. İstanbul’dan ise bir kişi gelecekti. (Lord Kinross, Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu, s. 226). Sivas Kongresi’ne seçilen 40 delegeden 36’sı kongreye katılabildi.

SİVAS YOLLARINDA

Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları Sivas’a hareket edeceklerdi, ancak yeterli paraları yoktu. Müdafaai Hukuk Cemiyeti’nden, emekli Binbaşı Süleyman Bey 900 lira verdi, Cevat Dursunoğlu bu parayı 1000 liraya tamamlayıp Mustafa Kemal Paşa’ya iletti. Sivas yolculuğu bu parayla finanse edildi.

Mustafa Kemal Paşa, 29 Ağustos 1919 sabahı, büyük bir coşkuyla Erzurum’dan Sivas’a uğurlandı. Kafile, 3 otomobil ve 3 atlı arabadan oluşuyordu. Otomobiller hurda haldeydi. Yemekleri peynir, zeytin ve kuru ekmekten ibaretti. Subaşında rastladıkları köylüler de birkaç baş kuru soğan ikram etmişti.

İkindiye yaklaşırken aniden şiddetli bir yağmur başladı. Otomobillerin tenteleri yırtıktı. Herkes bir güzel ıslandı. Mustafa Kemal Paşa da yağmur altında sırılsıklam oldu. Islak halde geceyi geçirecekleri köye gittiler. O gece Paşa’nın ateşi çıktı.

Ertesi gün şafakta yola çıktılar, 30 Ağustos’ta akşam karanlığında Erzincan’a vardılar. Erzincan sokaklarında, “Vatan için canımızı vermeye hazırız” diyenleri duydukça Paşa’nın cesareti, umudu arttı.

Erzincan Boğazı’na girmek üzereyken yanlarına gelen Jandarmalar, “Dersimli çeteler boğazı kapatmış, tehlike var geçilmez” dediler. Jandarmalar, boğazı açmak için gereken kuvvetin ancak bir gün sonra gelebileceğini belirtiler. Fakat Mustafa Kemal Paşa’nın kaybedecek zamanı yoktu. Hemen şu emri verdi: Kendilerine ateş edilirse otomobillerdeki hafif mitralyözlerle karşı konulacak, eşkıya yol keserse arabalardan inilip vuruşulacaktı. Bu karar doğrultusunda yola devam edildi. Ancak Allah’tan hiçbir saldırıya uğramadan boğazı geçtiler. O gece konakladıkları köy evinde Mustafa Kemal Paşa, arkadaşlarına teşekkür ederek şöyle dedi: “Milli dava ancak böyle bir inanç, böyle bir irade ve azimle kazanılabilir. Yaşaması ve muzaffer olması gereken naçiz şahıslarımız değil, milli kurtuluşu sağlayacak olan fikirlerdir.” (Kansu, age, s.194- 203).

SİVAS’TA KARŞILANMA

Mustafa Kemal ve arkadaşları Refahiye-Suşehri üzerinden 2 Eylül 1919 sabahı Sivas’a vardılar. Sivas’a 5 km mesafede çadırlar kurulmuş, neredeyse tüm Sivas halkı Kılavuzan tepesinde Mustafa Kemal Paşa’yı karışlamaya gelmişti. Fransız binbaşının tehdidi yüzünden telaşlanan genç Rasim’i gören Paşa, “Gençler için vatan işlerinde ölmek olabilir, korkmak asla” dedi. Kongrenin düzenleneceği Sultani (Lise) binasına geldiklerinde kafileyi Vali Reşit Paşa karşıladı. Mustafa Kemal Paşa akşam yemekte Reşit Paşa’ya “Binbaşı Bruno nerede?” diye sordu. “Malatya’ya doğru firar ile meşgul…” cevabını aldığında hafif tebessüm etti.

Kongre binası özenle hazırlanmıştı. Bina, Sivas Müftüsü Abdurrauf Efendi, Şekercizade İsmail ve Sığırcızade Hayri’nin evlerinden getirdikleri eşyalarla donatılmıştı. Kongre salonu, değerli Türk halılarıyla kaplanmıştı. Bu arada Sivaslı bir genç kız, çeyizi için özel olarak hazırladığı yatak örtüsünü Mustafa Kemal Paşa’nın kalacağı odadaki yatağın üzerine örtmüştü. Afyonkarahisar adlı bir kahveden kahveler geliyor, delegeler boş vakitlerinde domino oynuyordu. Yemekler tabldot olarak hazırlanıyordu. Genelde kuru fasulye ve pilav çıkıyordu. Sular toprak testiler içindeydi. Güvenlik için bahçeye bir sahra topu yerleştirilmişti.

KONGRE AÇILIŞI

4 Eylül 1919 Perşembe günü öğleden sonra saat 14.00’da kongre açıldı. Mustafa Kemal Paşa kongreyi açarken yaptığı konuşmada “Tarih bir milletin varlığını, hakkını hiçbir zaman inkâr edemez. (…) Vatan ve milletimiz aleyhinde verilen hükümler, ortaya sürülen kanaatler muhakkak ki iflasa mahkûmdur” dedi. Milletimizin “namus” ve “istiklalini” kurtarmak için silaha sarıldığını söyledi.

Daha sonra başkanlık seçimine geçildi. İsmail Fazıl Paşa, kongre başkanlığının sancak adlarının baş harflerine göre nöbetleşe yapılmasını önerdi. Ancak bu teklif reddedildi. Mustafa Kemal Paşa, 3 muhalif oya karşı ezici bir çoğunlukla başkan seçildi.

PARTİSİZLİK YEMİNİ

Daha sonra kongrenin partilerle, özellikle İttihat ve Terakki’yle alakalı olmadığını göstermek için bir yemin hazırlandı. 5 Eylül 1919 Cuma günü birinci celse sonunda delegeler toplantı salonunun kapısında tek tek şu yemini okudu: “Saadet ve selameti vatan ve milletten başka hiçbir şahsi amaç takip etmeyeceğime; İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ihyasına çalışmayacağıma ve mevcut siyasi partilerden hiçbirinin siyasi emellerine hizmetkâr olmayacağıma vallahi, billahi…”

5 Eylül’de padişaha sadakat bildirildi. Mustafa Kemal Paşa, strateji gereği, mümkün mertebe, halife/padişahı karşısına almayıp Damat Ferit Hükümeti’ne cephe alıyordu.

6 Eylül Kurban Bayramı’nın ilk günüydü. Başta Camii Kebir olmak üzere Sivas’ın bütün camilerinde vatanın düşman işgalinden kurtulması için dualar edildi. Ülke işgal altında olduğu için diğer şehirler gibi Sivas’ta da bayram sevincinden eser yoktu. O gün kongre toplanmadı. Sivas Belediyesi’nden bir kurul kongre binasına gelerek Mustafa Kemal Paşa ve delegelerle bayramlaştı.

MİLLİ KARARLAR

7 Eylül günü, Erzurum Kongresi’nin bölgesel kararları tüm yurdu kapsayacak biçimde değiştirilip genelleştirildi. Özellikle Doğu Anadolu Müdafaai Hukuk Cemiyeti’nin adının Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti olarak değiştirilmesi önemliydi. Böylece dağınık haldeki cemiyetler birleştirilip tek bir çatı altında toplandı.

8-10 Eylül arasında, üç gün Amerikan mandası tartışıldı; manda düşüncesi ustaca reddedildi.

10 Eylül’de Kongre kararı gereği Ali Fuat (Cebesoy) Paşa Batı Cephesi Kuvayı Milliye Genel Komutanlığı’na atandı.

11 Eylül’de Temsil Heyeti üyeleri belirlendi. Erzurum’da seçilen 9 kişilik heyete, sonra 1 kişi, Sivas’ta da 6 kişi eklendi. Böylece üye sayısı 16’ya çıktı.

11 Eylül’de İrade-i Milliye gazetesinin çıkarılmasına karar verildi.

12 Eylül’de Cuma namazının ardından Ulu Camii’de halka kongre hakkında bilgi verildi.

12 Eylül’de kongre kararıyla Anadolu ile İstanbul arasında telgraf haberleşmesi kesildi.

Kongre sonunda Mustafa Kemal Paşa’nın yaptığı baskıyla Damat Ferit Hükümeti istifa etti. Yerine ılımlı Ali Rıza Paşa Hükümeti kuruldu. Böylece Anadolu hareketi, İstanbul’a karşı ilk önemli başarısını elde etti.

ALİ GALİP OLAYI

3 Eylül 1919’da İçişleri Bakanı Adil ve Harbiye Nazırı Süleymen Şefik paşalar, Elazığ Valisi Ali Galip’e Kürt aşiretlerinden bir çeteyle Sivas’ı basıp Mustafa Kemal Paşa’yı tutuklamasını ve Sivas Kongresi’ne dağıtmasını emrettiler.

6 Eylül’de Ali Galip, Elazığ’dan Malatya’ya gelip Sivas’a doğru ilerledi. Bu sırada Mustafa Kemal Paşa olaydan haberdar olup gerekli önlemleri aldı. 9 Eylül’de bu konuda kongreye bilgi verdi. Olaya bir de İngiliz Binbaşı Noel karışmıştı.

Üzerine asker gönderilen Ali Galip, adamlarıyla birlikte Malatya’ya kaçtı. Oradan Urfa’ya, Urfa’dan da Halep’e geçti.

11 Eylül’de Mustafa Kemal Paşa, İçişleri Bakanı Adil’e gönderdiği telgrafta, “Alçaklar, caniler, düşmanlarla millet aleyhinde tertiplerde bulunuyorsunuz. Aklınızı başınıza toplayın!” dedi.

Anlayacağınız tek düşman Yunan değildi.



SİVAS’TA MANDA TARTIŞMALARI

Amerikan Chicago Daily News gazetesi muhabiri E. L. Brown, kongreyi izlemesi için Sivas’a gönderilmişti.

8 Eylül günü, kongre açılır açılmaz, İsmail Hami Bey (Danişment), 25 kişinin imzasıyla kongreye Amerikan mandasının kabul edilmesini isteyen bir komisyon raporu sundu. Ancak Mustafa Kemal Paşa raporun görüşülmesine başlamadan önce Mr. Brown’un “resmi bir sıfatla” kongreye katılmadığını, tamamıyla “özel olarak” geldiğini ve Amerika’nın mandayı kabul edeceğini değil, belki etmeyeceğini söylediğini; dahası Brown’ın mandanın ne olduğunu bile bilmediğini belirterek görüşmelerden önce “10 dakika ara” verdi. Böylece Mr. Brown’a güvenerek Amerikan mandası isteyeceklerin fikir değiştirmesini bekledi.

Manda lehine Kara Vasıf Bey, İsmail Hami Bey, İsmail Fazıl Paşa, Bekir Sami Bey, Refet Bey uzun konuşmalar yaptılar. Umutsuzca Amerikan mandasını savunuyorlar, bunun “ehven-i şer” olduğunu söylüyorlardı. İşin ilginci mandanın bağımsızlıkla aynı şey olduğunu bile iddia ediyorlardı. Mustafa Kemal Paşa bu mandacıları “biçareler” diye adlandırıyordu.

TIBBİYELİ HİKMET’İN İSYANI

8/9 Eylül gecesi Mustafa Kemal Paşa odasında bir toplantı yaptı. Mandacıların, yabancı işgali altında “cesaret” ve “ümitlerini” kaybetmiş olmanın verdiği üzüntüyle “hastalıklı bir ruh haliyle” hareket ettiklerini söyledi. “Şerefsiz, istiklalsiz, esir bir millet çocukları olarak yaşamak yerine, efendice ve kahramanca ölmek elbette ki tercih edilir. Bunu anlayamamak ne garip mantıktır?” dedi.

O sırada orada bulunan kongre delegelerinden Tıbbiyeli Hikmet adlı bir genç, biraz da Mustafa Kemal Paşa’nın sözlerinden cesaret alarak yüksek sesle şunları söyledi: “Paşam, delegesi bulunduğum Tıbbiyeliler beni buraya bağımsızlık davamızı başarmak yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunları her kim olursa olsun şiddetle reddederiz. Farzı mahal, manda fikrini siz kabul ederseniz sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcısı değil vatan batırıcısı olarak adlandır ve tel’in ederiz.”

Tıbbiyeli Hikmet’in bu yurtsever çıkışının ardından duygulanan Mustafa Kemal Paşa, çevresindekilere bakarak, “Arkadaşlar, gençliğe bakın! Türk milli bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin” dedi. Sonra Tıbbiyeli Hikmet’e dönerek “Evlat müsterih ol! Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz azınlıkta kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tek ve değişmez: Ya istiklal ya ölüm” dedi. Bunun üzerine yerinden fırlayan Tıbbiyeli Hikmet “Var ol Paşam” diyerek Mustafa Kemal’in elini öptü. Mustafa Kemal Paşa da bu yiğit gencin alnından öptü. (Kansu, age, s.247, 248).

ABD SENATOSU’NA MEKTUP

9 Eylül günü Rauf Bey, Amerikan Senatosu’ndan ülkemizi inceleyecek bir heyet çağırmayı teklif etti. Mandacıları susturmak için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. Mustafa Kemal Paşa, hiç zaman kaybetmeden Rauf Bey’in bu teklifini oya sundu. Böylece oy birliğiyle ABD Senatosu’na başvurmaya karar verildi. Senato’ya sunulmak üzere bir mektup hazırlandı. Falih Rıfkı Atay “gönderilmemiştir, sudan bir karara bağlanıp kalmıştır” dese de mektup ABD Senatosu’na gönderildi. Mektupta özetle “tarafsız bir devlet” olarak ABD’den “Osmanlı İmparatorluğu’ndaki durumları olduğu gibi incelemek amacıyla bir komite göndermesi” isteniyordu. Yani ABD’den “manda” değil, sadece “bir inceleme komitesi” isteniyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın, Nutuk’ta, “özel bir önem vermiş değilim” dediği bu mektupla Sivas Kongresi’ndeki manda tartışmaları bitirildi. ABD o sırada Anadolu’da manda fikrinden çoktan vazgeçmişti. Mustafa Kemal Paşa bunun farkındaydı. Nitekim ABD Senatosu bu mektuba hiçbir cevap vermedi. Sonuçta, Erzurum Kongresi’nde reddedilen “manda”, Sivas Kongresi’nde de kabul edilmeyerek gündemden düşürüldü.

Ne acıdır ki, 1919’da Wilson’un mandasını reddeden Türkiye, 1947’de Truman’ın doktrinini kabul edecekti.

https://www.bing.com/ck/a?!&&p=4bdb2eea3d71eb835300adfc738d417d1ede43d33a0edb15c48f90d7d29bea00JmltdHM9MTc1Njk0NDAwMA&ptn=3&ver=2&hsh=4&fclid=2ff220ae-3355-64c1-2780-324532cc656f&psq=Sinan+Meydan+Sivas+Kongresi&u=a1aHR0cHM6Ly93d3cuZ3VuY2VsbWV5ZGFuLmNvbS9wYW5vL3lhLWlzdGlrbGFsLXlhLW9sdW0tc2l2YXMta29uZ3Jlc2ktc2luYW4tbWV5ZGFuLXQ0NTg3OS5odG1s

Ben Fransızım ama Siz Türk Değilsiniz

Bu sütunda daha önce de yazdım. Pek de derin olmadığı anlaşılan devletimiz… Yok devletimiz değil tabii, iktidarımız, uzun ömrü-saltanatında aynı hatayı ikinci defa yaptı. Kürtler = PKK = Öcalan denklemini kurdu ve teyit etti. Aynen öyle yaptı. PKK münfesih ya, “Kurucu Lider” adına şimdi siyasi partisi konuşuyor. Sonuç aynı. Kürtleri DEM temsil eder, onun lideri de Öcalan’dır. Peki, CHP ileri gelenlerine soralım: Sizin çok sevgili “Kürt seçmen” ne diyor bu işe? Cevap: Vallahi Kürtlere bir şey sormaya fırsatımız olmadı ki. Biz sadece DEM ve Öcalan’la konuşuyoruz.

Özetleyelim: Kürt = Eski PKK, yeni DEM ve onun başı = Öcalan. Kürtler istese de istemese de…

Bir de “Türk seçmen” var değil mi? Bu da yanlış. Ama bir an için doğru kabul edelim. O cephede olan da “Kürt seçmenin” başına gelenin aynadaki aksi gibi. Madem Kürt = PKK = DEM = Öcalan ve madem ki bu blok bize on binlerce şehide mal oldu. PKK ve Öcalan düşmanımızdır. O hâlde… Vahim gidişi görüyorsunuz değil mi.

İşin doğrusu, anayasanın 66’ncı maddesinde yazandır: “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.”

Anayasa değişmedi ama

Siz birkaç hatayı birden yapıyorsunuz. En başta, anayasayı çiğniyorsunuz. Efendim o maddeyi değiştireceksiniz… Bu bir niyet. Fakat niyetler kanunları çiğnemenize ruhsat vermez. Devlet kanunlarla, kanunlar da anayasayla hükmeder. Aksi devlet değil gücü gücü yetene düzenidir, kargaşadır, yıkımdır. Ne yani başkaları da kafalarına göre başka maddeleri değiştireceklerini söylesin ve o maddeler değişmiş gibi mi davransın. Şimdi saçma sapan örneklerle okuyucumu yormayayım.

İkincisi, anayasada da sosyolojik olarak da bir ırkın, bir etnisitenin adı olmayan, daha teknik tabirle etnonim değil demonim olan “Türk” ile Kürt, Arap ve başka etnonimleri eşdeğer kullanıyorsunuz. Vatandaşların yüzüne bağırıyorsunuz: Sen Kürtsün; dolayısıyla Türk olamazsın. Sen Arapsın, Lazsın, Çerkezsin; demek ki Türk değilsin.

Tehlike ne biliyor musunuz? Tehlike sizin böyle saçmalamanız değil, sizin söylediklerinize vatandaşın inanmasıdır. Bir kısmının, “Eh, en büyükler söyledi, biz Türk değilmişiz.”, bir kısmının da “Eh en büyükler söyledi, onlar Türk değilmiş.” demesidir.

Anayasayı ihlalle kalmıyorsunuz. Bal gibi ve açıkça halkın bir kısmını diğer bir kısmı aleyhine kışkırtıyorsunuz!

Deveciyan dersleri: O başka

Tanınmış sunucu ve yazar Banu Avar’ın öneminden ötürü bugün hemen herkesin duyduğu bir röportajı var, Patrick Deveciyan ile. Deveciyan, adından da anlaşılacağı gibi Ermeni asıllı bir Fransız. Fransız parlamentosunun Türklerin Ermeni soykırımı yaptığını inkârın suç olduğuna dair kanunun tasarımını ve kulisini yapan hukukçu. Sayın Avar ile konuşması şöyle:

Banu Avar: Ama siz Ermeni kökenlisiniz.

Patrick Deveciyan: Burası bir ulus devlet ve ben de Fransız yurttaşıyım. Yani Fransız’ım.

Banu Avar: Ama siz değil misiniz Türkiye’de, Kürt, Laz, Çerkez, Süryani denilmeli diyen?

Patrick Deveciyan: O başka.

Sayın Özgür Özel ve kadrosu, bakınız Deveciyan Fransa’nın “Ermeni Seçmen”i değil. Ermeni asıllı olabilir ama Fransız. Ermeni asıllı olabilir ama bir devleti de bir demonimi, bir milleti de var: Fransız. Siz Kürt asıllı, şu asıllı, bu asıllı Türklere Türk diyemiyorsunuz. Siz Türk değilsiniz diyorsunuz. Bize de “Bak bunlar sizden değil” diyorsunuz. Farkında mısınız? Siz hiç siyaset bilimi, hiç sosyoloji okudunuz mu? Okuyan dostlarınız da mı yok?

Deveciyan röportajında en vurucu cümle hangisi biliyor musunuz? Emperyalizmin, kağıtlara çizgi çekip devlet ve milletler yaratmanın, bölmenin, tahrik etmenin özeti olan iki kelimelik cümle: O başka.

Ulus devlet tehdittir

Çünkü dünyada milletler ikiye ayrılır. Mümtaz milletler. Bunlar Fransız, İngiliz, Amerikan, Rus, Alman, İtalyan ve sair milletlerdir. Bir de bu mümtaz milletlerin o günkü ihtiyaçlarına göre inşa edilecek devletler ve milletler vardır. Sykes  ve Picot’un baş başa verip üzerinde el sıkışacağı, Gertrude Bell’in sınırlarını çizeceği, Sir Percy Cox’un dikte edeceği devlet ve milletler vardır.

İşte mümtaz milletler ulus devlet olma hakkına sahiptir. Onların vatandaşları demonimin, yani milletin ismiyle anılır. Aşağılık devletlerin ulus devlet olması ise kötü bir şeydir. Başa bela olurlar. 21 Temmuz’da gazetelerimizde şu haberi okuduk: ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi ve Ankara Büyükelçisi Tom Barrack“Güçlü ulus devletler bir tehdittir. Özellikle Arap devletleri, İsrail için bir tehdit olarak görülür” ifadelerini kullandı. Barrack, “İsrail’in Suriye’yi kontrol eden güçlü bir merkezi devlet yerine parçalanmış ve bölünmüş görmeyi tercih edeceğini” söyledi.

Barrack’ın ne demek istediğini tam anlamadıysanız kurucu lider Öcalan’ın “Demokratik konfederalizm” tezlerini okuyunuz. Ufuk açıcıdır.

Avrupa Türkleri…

Yaşam her millet için ama Türkler için daha fazla değişkenliklerle dolu… Türkler için bu değişkenlikler diğer milletlere göre farklı sonuçlar veriyor.

Türk Milleti, hem yurt içinde hem de dünyanın her köşesinde devamlı bir göç hareketi içinde yani göçü sürekli yaşıyor. Türk tarihi aynı zamanda bir göçler tarihi!

Köyünden kalkıp şehire, şehirde bir mahalleden diğer mahalleye, olmadı büyük metropollere o da yetmezse başka ülkelere hatta kıtalara kolayca yelken açılıyor.

Bu göçlerin elbette sosyolojik, psikolojik, ekonomik ve siyasal nedenleri var. Bu göçler sebebi ile oluşan durum ise Avrupa Türkleri’nde olduğu gibi önümüze kendimizi tanımlamak için yeni bir gerçeklik getiriyor.

Millet olarak kendimizi ya coğrafyaya verilen adla ya da coğrafyalara bizim verdiğimiz adlarla tanımlıyoruz. Örneğin Türklerin yaşadığı yer anlamına gelen Türkiye ya da Azerbaycan Türkleri ve Balkan Türklerinde olduğu gibi…

Millet aynı adı Türk ama bir süre sonra Amerika Türkleri, Avustralya Türkleri, Hollanda Türkleri veya Irak Türkleri (Türkmenler) ya da Suriye Türkleri olarak adları coğrafya ile birlikte anılmaya başlıyor.

“Avrupa Türkleri” kavramı da 1960’lı yılların başından itibaren yoğunlaşan işçi göçü ile günümüzde dördüncü hatta beşinci kuşağa ulaşan ve halen Avrupa ülkelerinde yaşayan insanlarımızı tanımlayan bir kavramdır. Biz henüz bu kavram ile yeni tanışmaya ve bu kavramı çok yakın bir zaman diliminde içselleştirmeye başladık. Daha doğrusu fiili gerçekliği kabullenmek zorunda kaldık. Çünkü onlar Avrupa’ya nereden giderlerse gitsinler artık birer Avrupa Türkü oldular.

Burada Avrupa denilince Balkanları kast etmediğimiz iyi anlaşılmalıdır…

Bugün sayısı tam olarak bilinmese de sadece Türkiye’den Avrupa’ya yerleşen tahmini 7 milyon civarında Türk vatandaşı vardır. Bunların büyük çoğunluğu Türk vatandaşlığını korumaktadır. Bazıları ise yaşadıkları ülkelerin yasal zorlamaları bazıları ise gönüllü olarak Türk vatandaşlığından çıkmışlardır. Ancak bu onların Türk olduğu gerçeğini değiştirmemektedir.

Avrupa Türkleri sadece bahsettiğimiz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından ibaret değildir. Türk Dünyasının dört bir köşesinden Türkler, Avrupa’nın değişik ülkelerine göç ederek gelmişlerdir. Örneğin; Azerbaycan, İran, Irak (Kerkük-Musul), Suriye, Yunanistan, Kuzey Makedonya, Bulgaristan, Romanya, Moldova, Ahıska, Kırım ve diğer Türk yurtlarından sayıları milyonlarla ifade edilen Türkler Avrupa’ya göç etmiştir. Bu Türklerin, lehlerine dönüştürebilirlerse kârlı çıkacakları bir durumdur.

1980 yılından bu yana muhtelif sebeplerle Avrupa’nın birçok yerine gider gelirim. Bu gidiş gelişlerimde yaptığım gözlemlerde insanlarımızın azami düzeyde; milliyetlerini (Türklük aidiyeti), inançlarını, dillerini, kültürlerini, örf ve adetlerini, Türkiye veya geldikleri Türk yurtları ile olan bağlantılarını ve birbirleri ile dayanışmayı koruduklarını gözlemledim. Aksi olsa bugün Avrupa Türklüğünden bahsedilemezdi ve asimile olup giderlerdi.

Varlıklarını korumak için camiler, dernekler, lokaller, spor kulüpleri yetmedi bütün Avrupa’yı kapsayan federasyonlar altında büyük sivil toplum kuruluşları oluşturmuşlardır. Bunun yanında Avrupa’da daima güçlü bir Türk medyası (gazete, dergi, televizyon, internet siteleri vb.) vardır. Örneğin bir dönem Almanya’nın Frankfurt şehri Türk medyasının merkezi olmuştur.

Avrupa Türkleri genelde bir Türk’te görebileceğiniz tüm özellikleri üzerinde taşır. Teşkilatçıdır hemen örgütleniverir. Çalışkandır kısa zamanda birçok işin üstesinden gelir. İstisnalar dışında ailesine bağlıdır, çoluk çocuğuna sahip çıkar. Devletine ve bayrağına sadakatini hiç kaybetmez. Bu bakımdan milli duyguları ve refleksleri kuvvetlidir. En küçük sıkıntıda milletinin ve devletinin yanındadır. Örfünü ve adetlerini önce gurbet diye baktığı ama şimdi kök saldığı Avrupa’da aynen korur.

Bunun somut bir örneğini 2018 yılının Haziran ayında yaptığım Nürnberg seyahatimde çok açık bir şekilde bir kez daha gördüm. Seyahatim Ramazan ayına denk gelmişti. Nürnberg’teki dostlar bizi DİTİB’in camisinin yanında kurulan Ramazan çadırına götürdüler. Gördüğüm manzara sanki Türkiye’de bir şehirde görebileceğim manzara ile aynıydı. İftardan sonra semaverler demlenmiş, çay ve kahvelerle beraber yanında nargile keyfi yapılıyor etraftan gelmiş kadın erkek üç dört bin Türk, teravih namazından sonra büyük bir muhabbetle sohbet ediyorlardı. Kendimi evimde ve Türkiye’de hissettim.

Keza Türkiye Cumhuriyeti devleti, Avrupa’daki Türk vatandaşlarına oy kullanma hakkı tanıdı. Bir seçimde oy kullanmalarını ve ülkelerine sahip çıkarak demokratik haklarını kullanmalarını gıpta ile izledim.

Yine bir 23 Nisan’da da İsveç’in Malmö kentinde idim. Hayatımın en güzel 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramını iki bine yakın Türk’le birlikte burada büyük bir coşkuyla kutladım diyebilirim.

Yanlış anlaşılmasın diye bir hususu özellikle belirtmek isterim. Avrupa Türkleri, Almanya’da yaşayanlardan ibaret değildir. Türkler, Avrupa ülkelerinin tamamında öbek öbek büyük yoğunluklarda yaşamaktadır. Bu sebeple Avrupa’da nereye gitseniz karşınıza bir Türk’ün çıkması büyük bir olasılıktır. Türkçe ile bütün bir Avrupa’da seyahat etmeniz mümkündür. Bu şaşılacak bir durum değildir.

Avrupa Türkleri artık sadece işçilerimizden ibaret değildir. Özellikle yeni nesiller eğitimli ve dil hakimiyetleri kuvvetli insanlardır. Aralarında iş insanı, akademisyen, bürokrat, çeşitli konularda uzmanlar ve siyasetçiler bulunmaktadır. Yani Avrupa’da çok sayıda başarılı Türk yaşamaktadır. Hepimizin bildiği örnek, virüs salgınına karşı aşıyı Avrupa (Almanya)’da yaşayan iki Türk’ün bulmuş olmasıdır. Ayrıca Avrupa Türkleri başta futbol olmak üzere birçok spor dalında önemli başarılar elde etmektedir.

Türkiye’de kurulu olan İŞKUR Kurumu 1960 yılında Almanya’ya giden işçilerimize bastırdığı yazılarla “onurlu ol, zekanı iyi kullan, aileni ve evini unutma, sağlığını koru, bayrağını düşün” başlıkları altında harika tavsiyelerde bulunmuştur. Türklerin çoğunlukla bu tavsiyeleri ve benzer telkinleri dinlediği anlaşılmaktadır ki; günümüzde “Avrupa Türkleri”nden bahsedebiliyoruz.

Türkler, Avrupa’ya kitlesel olarak ilk olarak Almanya ile tam 60 yıl önce 1961’de yapılan anlaşma sonucu gittiler. Geçici olarak gitmişlerdi ama çoğunluğu orada kalıcı olmayı tercih etti. Orası yani Avrupa, nereden gelmiş olurlarsa olsunlar Türkler için yeni bir vatan oldu.

Avrupa Türklerinin ister Türkiye’den gitsinler yada Türk Dünyasının herhangi bir köşesinden gelsinler, müthiş bir hikayeleri var. Azim, direnme ve başarılı olmak için insan üstü denilebilecek bir güç sergilediler. Baştan beri dedik ya, bir Türk’te hangi özellikler var ise hepsi Avrupa Türklerinde mevcuttur diye!

Biz “Türkiye Türkleri”nin onlarla birlikte olmak ve onlar için neler yapmamız gerektiğine dair kafa yormamız ve bilimsel metotlar öncülüğünde tedbirler almamız gerekiyor. Aksi halde bu müthiş gücü heba eder gideriz.

Kanaatimce öncelikle iletişimi kuvvetlendirmeliyiz. Empati yapıp onları anlamaya çalışmalıyız. Onları hiçbir zaman yalnız bırakmadan her açıdan desteklemeliyiz. Yani onları burada “Almancı” orada “Türk” olmak duygusunun açmazından korumalıyız.

Avrupa Türkleri; büyük Türk Dünyası ailesinin şerefli ve onurlu bir üyesidir. Bu aile yani Türk Dünyası, Avrupa Türkleri ile hiç tahmin edilemeyecek bir şekilde daha da güçlü olacaktır. Türk Milleti bu fırsatı ıskalayamaz. Hem onlar hem de bizler meseleye bu şuurla bakmalıyız. Bu sebeple her Türk, Avrupa Türklüğüne ilgi ve ihtimam göstermelidir.

Avrupa Türklüğüne bir Türk’ün gönlünden yürek dolusu kocaman selamlar…

#AvrupaTürklüğüZafereKoşmalı

Son Halife Abdülmecid Efendi’ye Kesilen Trafik Cezası

Fransız ve İtalyan polisleri 27 Aralık 1922’de Galata Köprüsü’nden otomobiliyle geçen Halife Abdülmecid Efendi’ye trafik cezası kestiler. Makbuz Dolmabahçe Sarayı’nda bulunuyordu.

Özet

Günümüzden 50 yıl kadar önce Dolmabahçe sarayında “Hususi Daire” denen Reisicumhura -Atatürk’e özel- bölümdeki küçük çalışma odasında yazıhanenin dayandığı duvardaki camlı çerçevedeki makbuzun işbu Abdülmecid Efendi’ye kesilen ceza makbuzu olduğu kayıtlıdır. Necdet Sakaoğlu, Atatürk ve İstanbul isimli eserinde şu hatırasını anlatmaktadır: Saray’ın Atatürk dönemini görmüş ve rehberlik yapan bir personeli (Hüseyin Efendi?) öğrendiklerine dayanarak bu iki imzalı trafik cezası pusulasını, Fransız ve İtalyan polislerinin otomobiliyle Köprü’den geçerken Halife Abdülmecide ve temsil ettiği Osmanlı hanedanına hakaret olsun diye kestiklerini, Atatürk’ün de bu belgeyi yakın tarihimiz açısından önemseyerek ziyaretine gelen konuklarına özellikle gösterdiğini kendisinden dinlemiştim. (Daha sonra bu belge bulunduğu yerden kaldırılmıştır)[1]. 1 Kasım 1922’de Saltanat kaldırılmış fakat halifelik Abdülmecid’in şahsına verilmesi Ankara TBM Meclisi tarafından kabul edilmişti. 27 Aralık 1922’de Fransız ve İngiliz polisleri Halife Abdülmecid’e İstanbul’da trafik cezası kesebiliyordu. 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Barış Antlaşması’ndan sonra, 23 Ağustos 1923’ten itibaren İtilaf kuvvetleri İstanbul’dan ayrılmaya başladı. Son İtilaf birliği 4 Ekim 1923 günü Dolmabahçe Sarayı önünde düzenlenen bir törenle Türk bayrağını selamlayarak şehri terk etmişti. Halifelik ise devlet yönetiminde adeta Şiilikteki “Ayetullahlık” unvanı gibi Millet iradesi üzerindeki gölge teşkil ediyordu. 3 Mart 1924 tarihinde yüz yıllarca siyasi bir kurum olan halifelik kaldırıldı.

Anahtar Kelimeler: Nutuk, Halife Abdülmecid Efendi, İstanbul, İşgal güçleri, Trafik cezası

Giriş:

Emevilerde bir zulüm aracı olarak kullanılan saltanat halifelik maskesine büründürülmüştü. Abbasilerde sürekli olarak Türk yahut başka sultanlıklarının himayesinde hayatını devam ettiren yarı siyasî bir kurumdu. Yavuz Sultan Selim Hanla birlikte Ed devlet-ül Türkiye himayesindeki Abbasi halifesinden Osmanlı Türk Hanedanına aktarılmış siyasî hüviyetini öne çıkaran bir makama dönüştü. II. Abdülhamid Han bu unvanı İslam dünyasının gücünü Osmanlı Devletinde toplamak için kullanmıştı. Fakat bu unvan İslam dünyasının çoğu ülkesinde itibar görmüyordu. I. Dünya savaşında da hiçbir dini ve siyasal faydası olmadığı da anlaşılmıştı. Bununla beraber ısrarla Türkiye Cumhuriyeti 29 Ekim 1923 yılında kurulmasına rağmen Halifeliği önemseyen hatta onu dini bir gereklilik sananlar vardı. Henüz Şanlı Türk ordusunun İstanbul’a girmesinden ve işgalcilerin terk etmesinden önce yaşanan trajik manzara son halifeye kesilen trafik cezası idi.

            Atatürk’ün Büyük Nutuk’u Türk Milletini düşünmeye çağırmaktadır:

17 Teşrinisani [Kasım] 1922 tarihli resmi bir telgrafın ilk cümlesi şu idi: “Vahdettin Efendi bu gece saraydan kaybolmuştur.” Bu telgrafnamenin daha bir iki cümlesini 18 Teşrinisani [Kasım] 1922 gününe ait Meclis zabıt ceridesinde okumuşsunuzdur. Fakat telgrafnamenin aslında, kayboluşun kimlerin aracılığıyla vuku bulduğu ihtimalinden ve emanetlerin nasıl muhafaza edildiğinden vesaireden bahseden alt tarafı da vardır. Aynı günkü zabıtta okunmuş olan bir mektup suretiyle, ona ekli –ajanslara yayımlanmış- bir beyanname suretini de tekrar okuyalım:

Mektup Sureti

Bir nüshasını eklediğim resmi beyannamede söylendiği gibi, Zatı Şahane kendisini İngiltere’nin himayesi altına koyarak bir İngiliz harp gemisiyle İstanbul’dan ayrılmıştır. İmza: Harington 17 Teşrinisani [Kasım] 1922[2]

Abdülmecit Efendi’nin Büyük Millet Meclisi’nce halife seçilmesi:

Muhterem efendiler, firari halife, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde makamından indirildi. Yerine, sonuncu halife olan Abdülmecit Efendi seçildi. Meclis’çe yeni halife seçilmeden evvel, seçilecek zatın da padişahlık sevda ve davasına kapılarak herhangi bir yabancı devlete iltica etmesi ihtimalini bertaraf etmek lazımdı. Bunun için, İstanbul’da bulunan memurumuz Refet Paşa’ya, Abdülmecit Efendi ile görüşerek ve hatta elinden Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin hilafet ve saltanat hakkında aldığı kararı tamamen kabul ettiğine dair bir de senet alarak göndermesini yazdım. Bu yazdıklarım yapılmıştır.

18 Teşrinisani [Kasım] 1922 günü İstanbul’da Refet Paşa’ya yazdığım bir şifre telgrafname ile de verdiğim talimatta başlıca şu noktaları kaydetmiştim:

“Abdülmecit Efendi , Halifeyi Müslimin i unvanını kullanacaktır. Bu unvana başka sıfat ve kelime ilave edilmeyecektir. İslam âlemine duyurulmak üzere hazırlayacağı bir beyannameyi aracılığınızla evvela şifre olarak bildirecektir. Tasvip olunduktan sonra tekrar şifre ile ve aracılığınızla kendisine bildirilecek, ondan sonra yayımlanacaktır. Bu beyannamenin metnini başlıca şu noktalar teşkil edecektir:

a) Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kendisini hilafete seçmesinden açıkça memnuniyet beyan olunacaktır.

b) Vahdettin Efendi’nin hareket tarzı tafsilatlı olarak kınanacaktır.

c) Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun onuncu maddesine kadar olan maddelerinin muhteviyatı münasip tarzda ve mühim mana ve özü aynen zikredilmek suretiyle Türkiye devletinin ve Büyük Millet Meclisi’nin ve hükümetinin hususi mahiyetinin ve idare usulünün Türkiye halkı ve bütün İslam âlemi için en faydalı ve en uygun olduğu zikir ve tespit edilecektir.

d) Türkiye millî halk hükümetinin geçmiş hizmetlerinden ve teşekküre değer mesaisinden takdirkarane bir lisan ile bahsolunacaktır.

e) İşbu beyannamede, yukarıda bildirilmiş noktalardan başka, siyasi sayılabilecek bir nokta ve fikir belirtilmeyecektir”.

19 Teşrinisani [Kasım] 1922 tarihli açık bir telgrafla da Abdülmecit Efendi’ye:

“Türkiye devletinin hakimiyetini kayıtsız şartsız milletin kendisinde saklı tutan Teşkilatı Esasiye Kanunu uyarınca icra kudreti ve kanun yapma salahiyeti kendisinde tecelli etmiş ve toplanmış bulunan, milletin yegane ve hakiki temsilcilerinden meydana gelen Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 1 Teşrinisani [Kasım] 1922 tarihinde oybirliğiyle kabul ettiği gerekçe ve esaslar dairesinde yüce Meclis’çe 18 Teşrinisani [Kasım] 1922 tarihinde yapılan celsede hilafete seçilmiş olduğunu” tebliğ ettim (Vesika: 265). 19 Teşrinisani [Kasım] 1922 tarihli bir şifre telgrafname ile Refet Paşa, yazdığımız telgraflara cevap veriyordu. Abdülmecit Efendi, imzasının üstünde Halifei Müslimin ve Hadimülharemeyn (Mekke ile Medine’nin hizmetkarı-Y.N.) unvanının bulunmasının ve Cuma selamlığında kaftan ve Fatih’e ait şekilde bir sarık takınmasının mümkün ve uygun olacağı görüşünü dile getirmiş, İslam alemine yazacağı beyanname muhteviyatı hakkında belirttiği görüşte, Vahdettin Efendi hakkında bir şey söylemek hususunda affını istemiş ve beyannamenin İstanbul gazetelerinde yayımlanması sırasında Türkçesiyle beraber bir de Arapça suretinin yayımlattırılması düşüncesini ileri sürmüş” (Vesika: 266)[3].

Refet Paşa’ya makine başında 20 Teşrinisani [Kasım] 1922 günü verdiğim cevapta, Halifei Müslimin unvanıyla beraber Hadimül haremeynişşerifeyn (Mekke ve Medine gibi iki kutsal yere hizmet eden. (Y.N.) tabirinin kullanılmasını uygun buldum. Cuma merasiminde Fatih’in kıyafetine girmesini gayri tabii (uygunsuz, normal olmayan) buldum. Redingot veya İstanbulin giyebileceğini, askeri üniformanın bittabi söz konusu olamayacağını bildirdim. Yayımlanacak beyannamede Vahdettin’in ismi zikrolunmaksızın eski halifenin manevi şahsiyetinden ve zamanında düşülen derekeden bahsedilmesinin lüzumlu olduğu görüşünü belirttim[4].

Abdülmecit Efendi, babasının adı münasebetiyle de olsa “Han” unvanından vazgeçemiyor

Refet Paşa’dan 20 Teşrinisani [Kasım] 1922’de aldığım şifre telgrafnamenin birinci maddesinde Refet Paşa diyordu ki:

“Abdülmecit Efendi’nin 29 Rebiülevveli tarihli yazılannın altında Halifei Resulullah Hadimülharemeynişşerifeyn cümlesinin altında Abdülmecit bin Abdülaziz Han imzası kullanılmıştır.”

Efendiler, yaptığımız ikazı iyi karşıladığını ifade eylemiş olan Abdülmecit Efendi “Halifei Müslimin” (Müslümanların Halifesi -Y.N.) yerine “Halifei Resulullah”(Peygamberin Halifesi-Y.N .) ve babasının ismi münasebetiyle “Han” unvanlarını kullanmaktan kendini alamamıştır. Birtakım düşüncelerden sonra da Vahdettin hakkındaki beyanattan vazgeçtiğini ve çünkü “başkasının kötü işlerini söz konusu etmek suretiyle bile olsa, bu gibi beyanatın meslek ve karakterine ağır geleceğinin aşikâr olduğunu” bildirmiş. Bu husus, telgrafnamenin ikinci maddesinde yer alıyordu. Telgrafnamenin üçüncü maddesini, benim Meclis Reisi sıfatıyla kendisine halifeliğe seçildiğini tebliğ eden telgrafnameme yazdığı cevap teşkil ediyordu. Bu cevabın başlığı “Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Müşir Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne” diye şahsıma hitap halinde idi. Dördüncü maddede, İslam âlemine tebliğ edeceği beyanname sureti vardı. Bu beyannamenin yazıldığı İstanbul’un “Darulhilafetülaliye” (Yüce hilafet merkezi- Y.N.) olduğu da itina ile kayıtlı bulunuyordu.

21 Teşrinisani [Kasım] 1922 tarihli bir telgrafta, “Halifei Resulullah” yerine evvelce bildirdiğimiz gibi “Halifei Müslimin denilecektir” dedik. Kendisine hilafeti tebliğ eden telgrafnamemize vereceği cevabın şahsıma değil, Türkiye Büyük Millet Meclisi Riyaseti’ne olmasını ihtar ettik. Yazılarında, siyasi, genel hususları kapsayan kelimeler olduğundan ve bunlardan sakınmak lüzumundan bahsettik.

Efendiler, ehemmiyetsiz teferruat gibi kabul edilmesi pek mümkün olan bu izahatımla işaret etmek istediğim esaslı nokta şudur: Ben, şahsi saltanatın ilgasından sonra, başka unvanla aynı mahiyette bir makamdan ibaret olması lazım gelen hilafetin de ilga edilmiş olduğunu kabul ediyordum. Bunun, münasip zaman ve fırsatta telaffuzunu tabii buluyordum. Halife seçilen Abdülmecit Efendi’nin bu hakikatten büsbütün gafil olduğu iddia olunamaz. Hele, kendisinin halife unvanıyla saltanat icrasının sebep ve şartlarını hazırlayıp temin edebileceklerini hayal edenlerin mevcudiyeti düşünülürse, muhatabımızı ve tabii taraftarlarını saf ve gafil zannetmek asla caiz olamazdı[5] . Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Nutuk’taki tespitlerinden sonra olayları özetlemeye devam edelim:

Hanedanın ıskat edilen (tahttan düşürülen) son padişahı, İngilizlere sığınarak İstanbul’u terk eden Vahideddin, Osmanoğulları’na ve kendi kimliğine leke sürmüştü. Buna karşılık Abdülmecid’in takınacağı tavır dikkate alınarak halifeliğin daha bir süre gündemde kalması da bir “Gazi Paşa aklı” idi. Çünkü saltanat ne kadar siyasî ise işlevi olmayan halifelik İstanbul için törensel-gelenekseldi. Kritik bir süreçten geçildiğinden de inanç çağrışımıyla İslam âlemine dönük bir jest olabilirdi. Meclis’te seçim yapılması ise “biat” kavramının özüne uygundu. O tarihlere kadar yaşadığı zafiyetlere ve son sultanının da kaçmasına kar­şın, Gazi Paşa’nın en yakınındakiler bile 600 yıllık Devlet-i Osmaniye’nin yerini yeni bir devletin alacağını tahmin ve tahayyül edemiyorlar, yetişkin şehzadeler kendilerinin ve atalarının o ocağın nimetiyle hayat bulduklarına inanıyorlardı. Bu pek çok aydının ortak bakışıydı. Abdülmecid Efendi de bu yaygın dogmaya güveniyor: Vahideddin sırasını savdığına göre hanedanın ekberi ve erşedi ola­rak sıra bende, bugün halifelik yarın saltanat kararı verilir diyor olmalıydı. O nedenle de saltanatın kaldırılmasına ses çıkarmayarak Millî Hükümet yanlısıy­mış görünmeyi önemsemişti[6].

İstanbul’un ellili yaşlardaki ressam ve müzisyen Halifesi Abdülmecid Efendi sahi kimdi? Dolmabahçe Sarayı’nda niçin oturuyordu? Halife Efendi Hazretleri bir peygamber vekili ise görevi neydi? Aile bireyleri alafranga yaşantıya alışmış ve çağdaştı. Aile ortamında Beethoven, Mozart dinleniyordu! Her şey ne iyi ne güzel dense de 300 odalı koca sarayın anıtsal cümle kapısını açık tutmak için Halife Hazretleri, “TBMM’den Meclis bütçesinin iki katı ödenek talep etmekteydi. Gerçi bu beklenti bile “Meclisin üstünde bir konumdayım!” yani sultan olmalıyım, demekti. İstanbul’daki en büyük Avrupaî sarayda otur­mak, Arapça “şerefü’l- mekan bi’l-mekin” (Konutun saygınlığı onursallığı otu­ranındandır) sözü gereği Dolmabahçe’nin saygınlığı Halife Abdülmecid’le özdeş demekti. Zafer kazanıldı, memleket kurtuldu, ele güne karşı saltanata dönelim, ben de 37. padişah olarak tahta cülus edeyim demek hakkı, hesapça yüklü de beklentisiydi[7].

Dolmabahçe arayı’ndaki -geçici yerleşik- ilk ve son modern halife, bu çıkışıyla, Musa’ya da İsa’ya da yani İstanbullulara da Ankara Hükümeti’ne, kara­vanadan yiyip mektep koğuşunda yatan Ankara’daki zafer kahramanlarına, milletvekillerine de İstanbul’un iğreti işgalcilerine de yaranamadı, haklı görünmek şöyle dursun tepki topladı. İstanbul’daki ziyaretlerinde birkaç arabalık kortejiyle aradığı coşkuyu, alkışı da alamıyordu. Onu görmek için sokağa çıkanlar vardı ama severek saya­rak alkışlamak için değil, “bu cuma neler giymiş kuşanmış” merakındakilerdi. Halife Abdülmecid’in favori gösterileri “Cuma alayı”, yani “selamlık resm-i alileri” idi. Bu tören 1 yıl 3 ay 2 haftada 65 kez yinelenmiş olmalı[8].

Yeni halife galiba her cuma için bir tür dinsel bir promenade (gezi) senaryosu hazırlıyordu: Güzergah ve semt, tarz-görüntü-kıyafet, at, araba … belirliyor, her dönemeçte, caddede, özellikle de bir yakından izlenme amaçlıyor, göz göze gelmek; “Dev­letlü, haşmetlü, şevketlü efendimiz hazretleri! ..” alkış nidaları duymak istiyordu. Özellikle Galata Köprüsü bir seyirlik koridoru konumundaydı. Orada, iki taraflı sıralanan İstanbulluların Halife Hazretleri’ne tezahüratını gösteren fotoğraflar mutlaka olmalıdır. Söz gelişi bir cuma “açık tenezzüh otomobili” ile çıkıyordu. İstanbullular, halifeyi, akıllarına bir artistlik getiremeden ve safça; fesine, papyonuna, kostü­müne, platin ışıltılı ak akalına, ak-pembe çehresine, pek özenli görüntüsüne hayran kalarak gözlemliyordu. Bir başka cuma alayında sarık sarıp alnının yukarısına at nalı kadar sorguç iliştiriyor, öbür cuma atlar koşulmuş saltanat arabasıyla, bir ötekinde kürklü börklü, görkemli ve açık otomobille, bir başkasında .. , nur saçan bir çehreyle arz-ı didar ediyordu! Ama her seferinde coşkulu kalabalıklardan yoksun, tenha ve sesizliğe gömülmüş İstanbul yollarını turlayıp hayli yorulmuş saraya dönüyordu. Keşke saraya dönüşlerinde de defterine gözlemlerini yazsa imiş. Bugün eli­mizde bilmediklerimizi okuyacağımız Son Halifenin Anıları içerikli bir günlük olacaktı! Ortada bir de tezat vardı: Biri, kaldırılmış saltanatın dönüşüne umut bağlayan bir hanedan mensubu, öteki Montesquieu’nün önerdiği demokrasi ve cumhuriyeti bir Doğu ülkesinde yeşertmeyi aklına koymuş Türk subayı. Bu iki adamın yaşamları adece Büyük Cihan Savaşı’nın sonrasındaki 1922-1924 iki yılında kesişti. Biri bu memleket bana atalarımdan kalma derken beriki ulus egemenliği diyordu[9].

Halife Abdülmecid’in türlü çeşitli tavırlarına ise bir anlam veremeyen görmüş geçirmiş İstanbullular da vardı. Kaldı ki halifenin sergilediği tavırlar, günlük sıkıntılara, sorunlara çözüm vadetmiyordu. Yaşlı İstanbul hanımları asırlardan beri öylenen “Sultan yüzüne bakmak sevap” inancını yitirmiş olmalılar ki cadde kenarlarında durup modern giyimli halifeye bakarken: “Bu mu Peygamber halifesi!” diyerek gülümsüyor, “tövbe sümme haşa!” diyor, her cuma başka bir kıyafeti yadırgıyorlardı[10].

Gerçek bu iken Abdülmecid Efendi’nin, İstanbul’un semtlerinde otomobil gezileri de yaparak halkı hanedana bağlı tutma çabası elbette boşunaydı. Ankara’nın hoş karşılamamasına da aldırmayarak sabırları zorlayan bir aymazlıktan, “yetti” dedirtinceye kadar vazgeçmedi; ressam Halife Hazretleri, her cuma, İstanbul’un akşam gazetelerinde o günkü Selamlık Alayı haber ve dedikodularına koşut Ankara’ya gelen eleştiri haberleri de yer alıyor, gazete nedir bilmeyenlerse yalan yanlış uydurma olmuşları, olacakmışları konuşuyordu. Ordu müfettişi atanan Refet Paşa, Tekirdağ’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrılmadan önce Gazi Paşa’ya bir rapor sundu. Halife Abdülmecid’in, İslam dünyasına Arapça beyanname yayınladığını ve Halife-i Müslimin ve Hadimü’l-Haremeyn sanını kullandığını, imzasını da “Abdülmecid bin Abdülaziz Han” olarak attığını bildirdi. Aslında Refet Paşa, halifeye aşırı saygı gösterileri yaparak eninde onunda onun tahta geçeceği beklentisindeydi. Bunun nedeni kişiseldi: Millî Mücadele’de kıdemi İsmet Paşa’nın üstünde olmasına karşın onun altında konumlandırılması idi. Samsun’a gidişten beri Atatürk’le beraberken İsmet Paşa’nın Millî Mücadele’ye daha sonra katılmasını kendisine karşı bir haksızlık olarak değerlendiriyordu. Vahideddin’in tahttan indirilmesinde Abdülmecid Efendi’nin halife sanıyla tahta iğreti oturtulmasında da rolü olan, ikili de oynayabilen “aykırı” bir generaldi[11].

TBMM’de de halifelik konusu en çok tartışılan konuydu. Oysa tartışılabilir bir tarafı yoktu: Abdülmecid’in halife sanıyla Türkiye’de ve İslam ülkelerinde yapabileceği bir şey yoktu. 27 Aralık 1922’de Hint Hilafet Konferansı’nda Abdülmecid’in halifeliği onanmıştı ama İşgal Kuvvetleri’nin trafik denetçileri Galata Köprüsü’nden geçen Abdülmecidin otomobilini durdurup ceza kestiler. Bu saygısızlığın mesajı, halifeyi tanımamak, “Sen de kim oluyorsun?” demek, aşağılamak, sömürgelerindeki Müslüman toplumlara da benzer mesajlar vermekti. Bu tutum, emperyal devletlerin, İstanbul’daki temsilcilerinin saltanattan soyutlanmış “unvan halifesi”ne değer vermediklerini kanıtlıyordu. Öbür taraftan, sömürgelerdeki Müslüman İsmaililerin lideri olarak Ağa Han, sözde İngiltere adına, halifeliğin saygın konumda ve yetkili bir makam olarak kalması için Türkiye Cumhuriyeti’ne resmen başvurmuştu[12].

Günümüzden 50 yıl kadar önce Dolmabahçe Sarayı’nda “Hususi Daire” denen Reisicumhura -Atatürk’e özel- bölümdeki küçük çalışma odasında yazıhanenin dayandığı duvardaki camlı çerçevedeki makbuzun işbu Abdülmecid Efendi’ye kesilen ceza makbuzu olduğu kayıtlıdır. Saray’ın Atatürk dönemini görmüş ve rehberlik yapan bir personeli (Hüseyin Efendi?) öğrendiklerine dayanarak bu iki imzalı trafik cezası pusulasını, Fransız ve İtalyan polislerinin otomobiliyle Köprü’den geçerken Halife Abdülmecide ve temsil ettiği Osmanlı hanedanına hakaret olsun diye kestiklerini, Atatürk’ün de bu belgeyi yakın tarihimiz açısından önemseyerek ziyaretine gelen konuklarına özellikle gösterdiğini kendisinden dinlemiştim. (Daha sonra bu belge bulunduğu yerden kaldırılmıştı)[13]. 1 Kasım 1922’de Saltanat kaldırılmış fakat halifelik Abdülmecid’in şahsına verilmesi Ankara tarafından kabul edilmişti. 27 Aralık 1922’de Fransız ve İngiliz polisleri Halife Abdülmecid’e İstanbul’da trafik cezası kesebiliyordu. 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Barış Antlaşması’ndan sonra, 23 Ağustos 1923’ten itibaren İtilaf kuvvetleri İstanbul’dan ayrılmaya başladı. Son İtilaf birliği 4 Ekim 1923 günü Dolmabahçe Sarayı önünde düzenlenen bir törenle Türk bayrağını selamlayarak şehri terk etmişti. Halifelik ise devlet yönetiminde adeta Şiilikteki “Ayetullahlık” unvanı gibi Millet iradesi üzerindeki gölge teşkil ediyordu.

Gazi Mustafa Kemal Paşa “1 Teşrinisani (Kasım)1922 de saltanatı milliyenin tahakkukuna dair Büyük Millet Meclisinde cereyan eden tarihî celsede irat buyurdukları mühim nutuk”ta çok önemli bir tespitte bulunuyordu. Bu “Nutuk” saltanatın kaldırılmasının gerekçesini özetliyorsa da esasında Halifelik kurumunun da tarihî kimliğiyle göstermelik olduğunu vurguluyordu:  “Makamı hilâfette dahi Bağdat ve Mısırda olduğu gibi bir kudret veya mülteci (sığınmacı) bir şahsı âciz (çaresiz) değil, istinatgâhı Türki­ye Devleti olan bir şahsı âli (saygın) oturacaktır (Vesika 264)[14]”.

Böylece 3 Mart 1924 tarihinde yüz yıllarca dinî değil tamamen siyasî bir kurum olan halifelik kaldırıldı. Yüzyıllarca güçlü saltanatların gölgesinde İslam dünyasında farklı coğrafyalarda halifeler oluşmuştu. Mustafa Kemal Atatürk’ün 1927 yılında Meclisi ve Türk Milleti’ni aydınlatmak için kendi hazırladığı ve bizzat okuduğu eserinin III. Cildi Belgeler kısmında “1 Teşrinisani (Kasım) 1922” tarihli celsedeki Nutkunda “İslam tarihi, saltanat ve halifelik” kurumlarını bilimsel bir hassasiyetle değerlendirmektedir. Türk aydının mutlaka bu belgeyi (Vesika 264)[15]  okuması ve değerlendirmesi gerekmektedir.

Kaynaklar

Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2015.

M. Kemal Atatürk, Nutuk III.Cilt, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, İstanbul, 1970.

Necdet Sakaoğlu, Atatürk ve İstanbul, İstanbul Büyük Şehir Belediyesi, 2021, İstanbul.


[1] Necdet Sakaoğlu, Atatürk ve İstanbul, İstanbul Büyük Şehir Belediyesi, 2021, İstanbul,  s.217.

[2] Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2015, s.528.

[3] Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, s. 530-531. M. Kemal Atatürk, Nutuk III. Cilt (Vesikalar), Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, İstanbul, 1970.s. 1252.

[4] Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, s. 531-532.

[5] Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, s. 532.

[6] Necdet Sakaoğlu, Atatürk ve İstanbul, İstanbul Büyük Şehir Belediyesi, 2021, İstanbul,  s.212.

[7] A.g.e.,  s.212.

[8] A.g.e., s.213.

[9] A.g.e., s.213.

[10] A.g.e., s.214.

[11] A. g. e., s.215.

[12] A. g. e., s.216-217.

[13] A.g.e.,  s.217.

[14] M. Kemal Atatürk, Nutuk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, İstanbul, 1970., s. 1250.

[15] A.g.e., s. 1239-1251.

Mâlûmat ve İlim

      Bakkalında terazi bulundurmayan biri,

      Bakkallık yapabilir mi?

      Kumaşçı, mağazasında metreyi kullanmadan

      Kumaş satabilir mi?

      Tartma ve ölçme âletine ihtiyaç duymadan,

      Ticaret yapmak mümkün mü?

                                   x

      Hakk’ı hakkıyla bilmeyen

      Ve O’nu doğru tanımayan;

      Haklı ve doğru iş yapabilir mi?

      Hakk’ı, hak olarak kabul etmeyen,

      Hakk’a lâyık, düzgün iş yapabilir mi?

      Hakk söz söyleyebilir mi?

                                   x

      Kur’an’ın gerçek mânâ

      Ve anlamını bilmeyen,

      Kur’an’ı yeteri kadar anlamayan;

      Anlayanlardan da sormayan;                                                                                                                                        

      Kur’an’ı kendine bir rehber,

      İlahî bir yol göstericî olarak almayan kimse;

      Her türden ne kadar sayısız kitap okumuş olursa olsun;

      Elbette büyük bir kültür zenginliğine kavuşmuştur ama;

      Bütün bunlar, onu mâlûmatfuruşluktan;

      Bilgiçlik taslamaktan öteye götürmez! 

      Çünkü mâlûmat, ilim demek değildir.

      İşlenmemiş ham madde hükmündedir.

      İlim sayılacak bir mevkiye yükselmesi ise,

      İnsan için, kullanışlı, faydalı ve yararlı;

      Bir durum aldırılmalarıyla mümkün olur.

                                   x

      Çünkü, Hakk’ı hesaba katmadan kitap okuyan,

      Okuduğu, mütalâa ettiği eserlerdeki;

      Zâtında doğru, güzel ve hak olan fikir ve düşünceleri;

      Gerekli ve gereken yerlere koyamayacağı için,

      Hakikatleri ister istemez elinde zâyi’ etmiş olur.

      İfrat ve tefrit girdaplarında, boş yere döner durur!

      Kimseyi de, kendinden ne memnun, ne de hoşnut eder.

                                             x

      İşte Kur’anî ve İlahî ölçüt ve kıstaslar;

      Mâlûmatların yerli yerinde kullanılmasına, ön ayak olarak,

      Onların ilim hâline geçmelerini sağlar.

      Bu suretle onlar, değer ve kıymet kazanır.

      Evet mâlûmatlarına ilim kisvesi giydiremeyenler;

      Terazisiz dükkân açmaya kalkanlar gibidirler!

      Metre kullanmadan kumaş satmaya yeltenenlere benzerler!    

      Tartısız, ölçüsüz ticaret hayatına girenleri andırırlar!

                                             x

      Böylece Hakk’ın kaçınılmaz sillesine yerler!

      Halkın da büyük bir nefretini kazanırlar!

Yeni Sürecin Akil İnsanları Mecliste

“Terörsüz Türkiye” adıyla başlatılan “PKK ile yeni müzakere süreci” için yetkililer başından beri “pazarlık yok, al ver yok” “terör örgütü şartsız silah bırakacak” dedi.

TBMM’de yasal dayanağı olmayan, hukuka aykırı bir yöntemle Meclis’te bir komisyon kuruldu. Şu ana kadarki çalışmalarından, bu komisyonun bir takım yasal ve anayasal düzenlemeler yapılması için kamuoyunu hazırlamakla görevlendirildiği anlaşılmakta.

Komisyon en son TBMM eski başkanları ile bazı baro başkanlarını dinledi. Görülüyor ki davet edilen ve görüşleri kamuoyuna açıklanan bu kişilere ilk süreçteki “akil insanlara” verilen rolün benzeri verilmiş.

Komisyon’da dinlenen eski TBMM Başkanları komisyon fikrine ve “barış/terörsüz Türkiye” hedefine destek; sürecin hızlanması ve somutlaşması çağrısı bakımından benzer görüşteler. Ancak Bülent Arınç, Hikmet Çetin, Mustafa Şentop, Ömer İzgi ve Binali Yıldırım DEM/Öcalan çizgisine yakın görülebilecek beyanlarda bulundular.

Bülent Arınç (AKP) “umut hakkı ile Öcalan affedilsin, genel af çıkarılsın” dedi. Arınç’ın bu çağrısı, DEM’in Öcalan başta olmak üzere tüm tutuklular için af ve hak talebine çok yakın bir perspektif içeriyor. Yani Öcalan/DEM/Bahçeli/MHP çizgisiyle kesişiyor.

Hikmet Çetin (CHP) “eyleme karışmayanlar için af, silahlı eylem yapanlar için af dışı çözümler/ üçüncü ülke formülü” önerdi. “Bence dağdaki belki de 15-20 kişiyi şu aşamada yurtdışına göndermek lazım” dedi. Bu “PKK terör örgütü üyesi olmak suç olmaktan çıkarılsın” demek. Zaten askerlerimizi ve vatandaşlarımızı öldüren kurşun ve bombaların hangi teröristin elinden çıktığını, uyuşturucu ticaretini hangilerinin yaptığını belirlemek mümkün olamaz. Hikmet Çetin beni şaşırttı, hayal kırıklığı yarattı.

Mustafa Şentop (AKP) “belirli süreli ve takibe bağlı bir af” istedi.

Ömer İzgi (MHP kökenli) açık biçimde 66. maddenin değiştirilmesini önerdi; 1924 Anayasası’ndaki etnisite/din vurgusuz vatandaşlık tarifine dönülmesini savundu. Bu, DEM’in uzun süredir savunduğu “anayasal vatandaşlık” çizgisine en yakın çıkış oldu. İlginç olan, bu çıkışın bir MHP kökenliden gelmesi.

Binali Yıldırım (AKP) “vatandaşlık tanımı gözden geçirilmeli, ilk dört maddeyle çelişmeden eşitlik temelli olmalı; ‘adem-i merkeziyetçi’ idari güçlendirme olur ama federe/ federal olmaz” diyerek yerel güçlendirmeye kapı araladı. Herhâlde ilk etapta Anayasa’nın ilk 4 maddesinin tartışılmasının sürece zarar vereceğini düşünmüş olmalı. Ama “İdari yetki- kaynak artışı ve adem-i merkeziyet” diyerek, DEM/PKK talepleri olan özerklik ve federasyona karşı gibi dursa da bir ara kademeye kapı araladı.

***************************

Bu Komisyon Başarılı Olamaz

Eski başkanların bazıları, farklı partilerden gelseler de kritik noktalarda Öcalan/DEM/Bahçeli çizgisiyle kesişiyorlar.

Erdoğan ve Bahçeli’nin yürüttüğü sürece “milli mutabakat” görüntüsü verilmek isteniyor. Eski başkanların sözleri bu amaca hizmet ediyor.

TBMM komisyonunun resmi görev tanımı ve sınırı belli değil. Ancak vatandaşlarımıza “al-ver yok” diyerek, “PKK ile müzakere yapılmadığı” izlenimi verilerek yürütülen süreçte devlet ve komisyon teröristbaşını muhatap alıyor. Öcalan bir siyasi figür haline getiriliyor.

İlk süreçteki “akil insanlar” ve “Oslo müzakereleri” nasıl başarısız olduysa komisyonun da başarılı olması mümkün değil. Çünkü halka yalan söyleyerek, içeride dile getirilen ve milli reflekse yol açabilecek söz ve talepleri gizleyerek kamuoyu desteği sağlanamaz. Birgün konuşulanlar açıklanır veya müzakere tutanakları açığa çıkıverir.

****

Ama bu açıklamaların bir faydası var: Mevlana’nın sözündeki manada, biz de elbiselerin içinde adam var mı yok mu görebiliyoruz.

Türk Milletine yalan söyleyen ve kandırmaya çalışanları öğreniyoruz.

Mademki pazarlık yok. DEM/Öcalan çizgisinin talepleri olan yasal değişikliklerin yapılması için Komisyonda niye konuşuluyor?

Suriye PKK’sı (PYD/SDG) silah bırakmadan, PKK silah bırakmış sayılamayacağına göre, kimler için ve neden af çıkarmaya çalışıyoruz?

***************************

Diyarbakır Baro Başkanının Komisyondan Talepleri

Diyarbakır Baro Başkanı Meclis’teki PKK Komisyonunda şu talepleri dile getirmiş: Arif Zerevan X hesabında paylaşılan haber şöyle:

“Türkiye Kürdistan Bölgesi Diyarbakır Vilayeti Barosu Başkanı Abdülkadir Güleç Ankara’daki meclis komisyonunda dile getirdikleri talepleri anlatıyor.

 :: 1. Kürdistan’dan dört vilayetin baroları olarak katıldık.

 :: 2. Anayasanın değiştirilmesini, Kürtçenin eğitim dili olmasını, Kürtçenin devlet kurumlarında serbestçe kullanılmasını talep ettik.

 :: 3. Kürdistan Bölgesi’ndeki belediyelerin 1921 anayasasına uygun olarak “adem-i merkeziyetçi” bir yetkiye sahip olmalarını talep ettik.”

****

PKK kanadı içeriden bu bilgileri vermese bu talepleri öğrenemeyeceğiz. Bakın bu sözlerde üniter yapı reddedilmiş, Türkiye’de bağımsız bir Kürdistan bölgesi varmış ve Diyarbakır bu Kürdistan’a bağlı bir şehir gibi anlatılmış. Burada anayasa değişikliği talebi var. Kürtçenin eğitim dili ve ikinci resmi dil olması talebi var. Vatanımızın “Kürdistan bölgesi” dedikleri kısmında “özerklik” talebi var.

Diyarbakır Baro Başkanının bu talepleri doğrudan PKK/Öcalan çizgisinin federal çözüm tezinin tıpkısı.

Ama bu ifadeleri Türk milletine aktarırken makyajlayarak anlatıyorlar. Diyarbakır Barosunun resmi sayfasında bu yöntem kullanılmış.

“Baro Başkanımız Av. Abdulkadir Güleç tarafından komisyonda, Kürt meselesinin demokratik ve barışçıl yollarla çözümü ile demokratikleşme sürecinin gelişmesi için öneriler sunulmuştur” denilmiş. Talepleri ise “Hasta mahpusların tahliyesi, siyasi mahpusların topluma katılması”, “Kürtçe anadilde eğitim hakkı”, “AİHM ve AYM kararlarının uygulanması”, “Kayyım uygulamasına son verilmesi” gibi ifadelerle yumuşatılmıştır.

Ancak DEM’in bile dillendirmekte zorlandığı federalizm ve resmî dil taleplerinin baro üzerinden gündeme ve komisyona taşındığı gerçeği gizlenemiyor.

****

Beni en çok endişelendiren şey, komisyondaki CHP’li üyelerin siyasi görüşü. Çünkü bunlar içinde Sezgin Tanrıkulu ve Türkan Elçi PKK/Öcalan çizgisindeki taleplere çok yakın. Diğer CHP’lilerin PKK/Öcalan çizgisine yakınlığı daha sınırlı, ama yine de kayyım karşıtlığı ve anadil eğitimi gibi başlıklarda örtüşüyor.

[17:48, 31.08.2025] AYDINLAR OCAKLARI BÜYÜK ŞÛRASI – İSTANBUL

53. BÜYÜK ŞÛRASI – İSTANBUL

TASLAK PROGRAM

YER: The Green Park Hotel, Merter

TARİH: 10 – 11 – 12 Ekim 2025

—————————————————

1.Gün – 10 Ekim 2025, Cuma

* 14.00–Otele Yerleşme

* 14.30–Açılış Töreni

* 15.00–Açılış konuşması:

                   Prof. Dr. Mustafa ERKAL

                   Aydınlar Ocağı Genel Bşk.

* 15.45–Protokol Konuşmaları

* 16.00–Şura Konferansı:

                   Çağımızın Tarihi Gerçekleri

                   Prof. Dr. Mehmet ÖZ

                  Türk Ocakları Genel Bşk.

* 19.00–Akşam Yemeği

 ——————————————————-

2.Gün – 11 Ekim 2025, Cumartesi

* 08.00 – Kahvaltı

* 09.00 – Sunumlar

* 10.30 – Çay ve Kahve Molası

* 10.45 – Sunumlar

* 12.30 – Öğle Yemeği

* 13.30 – Sunumlar

* 15.00 – Çay ve Kahve Molası

* 15.45 – Sunumlar

* 19.00 – Akşam Yemeği

* 21.00 – Konser

——————————————————

3.Gün – 12 Ekim 2025, Pazar

* 08.00 – Kahvaltı

* 09.00 – Sonuç Bildirisi Okunması

* 10.30 – Panorama 1453 Tarih

                     Müzesi ziyaret

——————————————————

KATILIM ÜCRETİ

Kişi Başı (İki Kişilik Odalarda): 7.500 TL

İki Kişilik Oda Fiyatı (Toplam):15.000 TL

———————————————————

ÜCRETE DAHİL OLAN HİZMETLER

* Otel Konaklaması

* Tüm kahvaltı, yemek ve ikramlar

* Etkinlik katılımı

* Topkapı / Panorama 1453 Tarih

        Müzesi ziyareti

———————————————————

ÖDEME BİLGİLERİ:

THE GREEN PARK HOTEL MERTER

YEŞİLYURT İNŞAAT VE TURİZM SANAYİ TİCARET A.Ş.

Banka: Garanti Bankası

Şube: 1610 / Taksim Ticari

Hesap No: 6299505

IBAN: TR49 006 2001 6100 0006 2995 05

Son Ödeme Tarihi: 10 Eylül 2025

[17:52, 31.08.2025] Süleyman Uluocak: AYDINLAR OCAKLARI

53. BÜYÜK ŞÜRASI

10 — 11 ve 12 Ekim 2025 tarihlerinde

The GREEN Park Hotel Merter’de

Aydınlar Ocağı Genel Merkezinin

Ev sahipliğinde

İstanbul’da yapılacaktır.

Katılımınızı ve

Katkılarınızı bekleriz.

Saygılarımızla…