5.3 C
Kocaeli
Salı, Mayıs 13, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 14

Çanakkale Savaşları

1.Dünya Savaşı sırasında 18 Mart 1915 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu’nun Cevat Paşa’nın komutanlığında zaferiyle sona eren Çanakkale Deniz Savaşları’nın Tarihi Gelibolu Yarımadası süslenerek anıldığı gündür.
*
Çanakkale Zaferi’nin 110. Yıldönümünü kutluyoruz… Tarihî şahsiyetlerimizi anmak yahut geçmişte kazandığımız zaferleri kutlamak bizim için kadirşinaslıktan ziyade bir görevdir. Elbette maziye takılıp kalmayacağız. Yüzümüz geleceğe dönük olacak. Ama gözümüzü de geçmişten ayırmayacağız. Çünkü geçmiş bizim için bir aynadır. Bu aynaya bakarak zaferlerimizi de hezimetlerimizi de göreceğiz. Ve dün yaşadıklarımızdan ders alarak yarınlarımızı inşa edeceğiz…
Peki, Çanakkale Harbi’ne baktığımızda ne görüyoruz? Bu savaştan alacağımız ders nedir?
Öncelikle şunu belirtelim ki, “Çanakkale Savaşı”nı tek başına ele alıp değerlendirmek doğru olmaz. Zira Çanakkale Savaşı, I. Dünya Harbi’nde savaştığımız cephelerden sadece biridir. Evet, Çanakkale’de bir destan yazdık ama diğer cephelerde aynı başarıyı gösteremedik. Esasen göstermemiz de mümkün değildi. Biz en büyük hatayı I. Dünya Savaşı’na dâhil olmakla yapmıştık. Nitekim bizi savaşa sokan maceracı paşalar (Enver-Talat-Cemal) kısa süre sonra durumun vahametini görmüş olacaklar ki İshak Paşa’yı, görüşüne başvurmak üzere Beylerbeyi Sarayı’nda gözetim altında tutulan padişah II. Abdülhamid’e gönderirler. II. Abdülhamid, İshak Paşa’ya şunları söyler:
“Bu vaziyette artık benim verebileceğim bir fikir, tavsiye edebileceğim bir tedbir kalmamıştır. Zira bu zavallı devlet Harb-i Umûmî’ye (I. Dünya Savaşı) sürüklendiği gün münkariz olmuştur. (yıkılmıştır) Sizi bana gönderenler, harbe girmeden önce göndermeliydiler. Dünyanın karalarına ve denizlerine hâkim olan devletlerine karşı Almanya ve Avusturya ile birleşip ateşe atılmak, tarihin ender kaydettiği hatalardandır.”
Diğer taraftan Çanakkale Zaferi elbette bizim için önemlidir. Allah muhafaza, Çanakkale’de mağlup olsaydık sanırım bugün Anadolu’da başkaları olurdu. İşte bunun içindir ki Mehmet Akif, Çanakkale Muharebesi ile Bedir Savaşı arasında bir ilgi kurarak Mehmetçiğe şöyle seslenir:
“Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker//Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer//Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîdi//Bedri’n aslanları ancak bu kadar şanlı idi.”
Mehmet Akif’in, Çanakkale’de savaşan Mehmetçiği “Bedir”de savaşan “ashap”la karşılaştırması basit bir benzetme gibi görünse de aslında şair yukarıdaki mısralarda büyük bir hakikati dile getirmektedir. Çünkü Müslümanlar o gün Bedir’de mağlup olsalardı müminlerin ocağı Medine düşer ve İslâm güneşi daha doğmadan batmaya mahkûm olurdu. Aynı şekilde, düşman Çanakkale’de o gün galip gelseydi başta İstanbul olmak üzere bütün Türk yurdu ve İslâm dünyası işgal edilecekti. Dolayısıyla, Bedir Savaşı ile Çanakkale Harbi arasında bir benzerlik olduğu muhakkak…

*
Zamanın Büyük Britanya İmparatorluğu İngiliz Emperyalizmine karşı
Osmanlının Payitahtı İstanbul’un işkâl edilmesini önleyen Çanakkale savaşları, Osmanlı subaylarının olduğu gibi İngiliz subaylarının da takdirlerine mazhar olmuş olacak 57. Alay Komutanı Yarbay Mustafa Kemal’in savaş tekniğini isabetle kullanması, askerine verdiği cesaret ve taktikler sonucu, savaşın kazanılmasında başrol olmuştur.
Zira Anafartalar Komutanı Mustafa Kemal’in tarihe geçen o meşhur taarruz emri verilen savaşın ne kadar hassas süreçlerden geçtiğini gösterir;
‘’Ben size taarruz etmeyi değil ölmeyi emrediyorum.’’diyecekti.

*
İki yıl sürecek ( 1915/ 17) bu çetin ve zor şartlarda geçen kara ve deniz savaşlarının kazanılmasının verdiği üstün moralin ve güvenin 1919 ruhunun başlangıcı; Kurtuluş Savaşlarının da öncüsü olacaktı.
Zira Çanakkale Zaferinin üçüncü yılında Montrö Mütarekesi sonucu Osmanlı parçalanmış; İngiliz İstanbul Sarayburnu önlerindedir. Anadolu’ya çıkmak üzere görevlendirilen Mustafa Kemal bu tarihte kendisine tahsis edilmiş gemisiyle Samsun’a gitmek üzere İngiliz muhripleri arasından geçerken arkadaşlarına dönerek ‘’geldikleri gibi giderler!’diyecekti. Bilindiği gibi, İngiliz’in desteğinde Yunan’a karşı verilen kurtuluş savaşlarında Başbuğ Mustafa Kemal Yunan’ı İzmir’den denize döker; İngiliz geldiği gibi gider; Osmanlının külleri üzerinde Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti kurulur.

*
Gazi Paşamız Atatürk’ün günümüz Liderlerine ışık tutacak veciz ifadeleriyle:
‘’Artık millet, iki şey için silaha sarılacaktır: Milli sınırlarımız içinde yaşamını, bağımsızlığını ve egemenliğini korumak için! Artık bizim saldırgan bir askeri siyasetimiz olmayacaktır. Cihangirlik sevdasında, savaşarak ülkeleri alma peşinde olmayacağız. O düşünüş biçimini izleme yüzünden en ağır cezaları hala çekmekteyiz. ‘’

*

Anlaşılan o ki, dünyada en büyük talihsizlik bir insanı tanımadan, dinlemeden, eserlerini okumadan o’nun hakkında hüküm vermektir. Sanırım en talihsiz insanlar nankörlerdir. Bu vatan için ter döken, kan döken, can veren herkese sonsuz minnet duyuyoruz. O eşsiz kahraman kadronun tırnağı etmeyen zavallıların, onları küçümseme gayretleri sadece ve sadece ‘’yarının utanç levhaları’’ olacaktır. Diğer Müslüman ülkelerin hali karşısında bugün pırıl pırıl bir Türkiye varsa unutmayalım bu ‘’Atatürk’ün ve arkadaşlarının’’ eseridir.
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranların iradesini, milliyetçi iradenin önemini Türk Düşmanlığı üzerine kurgulanmış ve cemaatçilik örgütlenmesi adı altında bedevi kültüründen beslenen Türk kültür genlerinden mahrum cühelayı ve diğer kanı bozukları görmeliyiz.
En cahilinden bilginine kadar insanları beşine takarak koyunlaştıran ‘’Sahte Din Soslu’’ iki sihirli kelime yeterli olabildi: ‘’Diyalog’’ve ‘’Hoşgörü’’! Çocuklarımız, Türk Kültür DNA’sı ile donanımlı ‘’Kurt Gibi’’ yetiştirilmezse yine olacağı budur.
Başta Ebedi Başbuğ Atatürk olmak üzere, bize bu toprakları vatan kılmak, vatan tutmak için can veren Kuvva-i Milliye şehitleri atalarımız, bu aziz milletin necip evlatları, kutlu ruhlarınız şad olsun.

Selanik Sendromu…

“Yıllar geçse de, tutulduğum bu sendromdan bir türlü kurtulamıyorum! İsimleri değiştirin birçok olayda büyük benzerlikler yaşanıyor… Neden böyle oluyor acaba? Bunun birinci nedeni ilgisizliğimiz ikincisi ise tarih konusunda cehalet içinde oluşumuz! Neyse biz yine hatırlatalım belki kıssadan bir hisse alan olur.”

Uzun yıllardır “Selanik Sendromu”na tutulmuş vaziyetteyim. Belki aile köklerimin oraya dayanmasından ötürü bu rahatsızlığım! Şimdi bana nedir bu “Selanik Sendromu” diyeceksiniz… Anlatayım!

Hain Kara Hasan Tahsin Paşa, Selanik’i tek kurşun atmadan düşmana teslim etmiştir. Doç. Dr. Nuri Yavuz bir makalesinde “Tarihi Türk Şehri Selanik’in kurşun atılmadan düşmana teslim edilmesi, Türk Ordusu’nun şerefli geçmişine ve Türk tarihinin büyüklüğüne sürülen bir kara leke ve komutaya da kötü bir örnektir” demektedir.

Yorgo Kırbaki’nin Hürriyet Gazetesi’nde 15 Temmuz 2012’de yazdığına göre Hain Kara Hasan Tahsin Paşa, Selanik’te “şimdi Yunan Kara Kuvvetleri’ne ait bir müzede özenle korunan mezarında” bundan sonrası bana ait… cehennem zebanileri ile uğraşıyor. Ki bu mezara Yunanlılar tarafından sonra taşınmıştır. Haine Yunan’ın gösterdiği değere bakın!

Yunan araştırmacı – gazeteci Alekos Orologas hain paşa için “O Selanik’in gerçek kurtarıcısı ve hayırseveri” diyor. Yani Türklerden tek kurşun atılmadan Selanik’i kurtaran (!) bir hayırsever… Yine araştırmacı – yazar Vasilis Nikoltsos’a göre, çok sevdiği Selanik’te kan dökülmesini istemiyordu ve bu nedenle de teslim protokolünü imzaladıktan sonra “Selanik kaybedildi ancak kurtuldu (!)” diyordu.

Sakın bizim topraklarımızın bir bölümü için aynı formülü düşünenler olmasın? (Terörsüz Türkiye aldatmacası ile verilecek olduğu söylenen tavizler aklıma geliyor da!)

Ne mantık ama değilmi? Hain Kara Hasan Tahsin Paşa’nın hayatta iki torunu var. Remzi Romanos Mesare ABD’de, mimar olan Şahin Seryios Mesare ise Yunanistan’da yaşıyor.

Bu hain paşaya, Selanik’i savaşmadan teslim et diyen etkili ve yetkili Türklerde var. Ama Yunan teslim aldığı şehirde, 10 yıla varmadan bunların mezarda kemiklerini bile bırakmamış. (Selanik’te artık kolay kolay bir Türk izi bulamazsınız.)

Sonrada işbirlikçi ihanet; Türkiye’de, güzelim Türk şehri Selanik’in; Masonların, Sabetayların, Musevilerin, Rumların kenti olduğunu anlatıp durmuş!

Biz Selanik’in Türkiye’de olduğunu ve bir de Türk şehri olduğunu unutup gitmişiz. Tıpkı Diyarbakır’ın, Hakkari’nin, Şırnak’ın, Erbil’in, Kerkük’ün, Musul’un, Süleymaniye’nin birer Türk şehirleri olduğunu unuttuğumuz gibi…

Aslında bir de Şehit Hasan Rıza Paşa tarafından yürütülen “Şanlı İşkodra Müdafası” var… Kahraman ve cesur bir asker olan Hasan Rıza Paşa, Padişah II. Abdülhamit’e hal edildiğini tebliğ edenler arasında bulunarak velinimetine ihanet eden ve aynı zamanda yardımcısı olan Esad Toptani adında Osmanlı Mebusan Meclisi üyeliğinde de bulunmuş biri yani Drac Mebusu’nun hazırladığı suikastle şehit edilmiştir. Böylece Osmanlı İşkodra’yı da kaybetmiştir. O da ayrı bir hüzünlü konudur.

Aslında benim “Selanik Sendromu”ma çok rahatlıkla bir “İşkodra Sendromu”da eklenebilir. Ama biz kaldığımız yerden devam edelim.

Büyük Önder Atatürk’ün dediği “Bu memleket tarihte Türktü, halde Türktür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır.” sözünü kimse unutmasın… Onun için bizde Türk olan Selanik’i ve benzerlerini asla unutmuyoruz! Yani “Selanik Sendromu”muz bundan dolayı var.

Özellikle de milli ve üniter bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’ne, dünyanın dört bir tarafından biz “Türk Milletine mensubuz” diye adeta yalvararak gelenler ki; bunların belgeleri mevcuttur, Kara Hasan Tahsin Paşalığa ve Esad Toptaniliğe özenmesin. Ne yazık ki, biz herkesin hamisi olduk ama sırtımız hançer yaraları ile dolu!

BDP – PKK’lı (zamanın) milletvekili Emine Ayna “Türk askeri boşuna öldü” diyor. Eğer hain Kara Hasan Tahsin Paşa’nın yaptığı gibi bölücü ihanetle müzakere yolu ile ülkemin toprakları; tek kurşun atmadan ve “Yeni Anayasa” aldatmacası ile “Türk Milletinin hükümranlığına son verilerek” peşkeş çekilecekse, evet Türk askeri boşuna ölmüştür… (Dikkat edin bunları 12 yıl önce yazmışım! Günümüzde yaşananlara bakın Türk uyurken düşman hiç uyumamış.)

Görüyorum ki, 100 küsur yıl sonra da ülkeme Kara Hasan Tahsin Paşa ve Esad Toptani gibi hainlerin mantığı hakimdir. Onlar Selanik’i ve İşkodra’yı ihanetle düşmana teslim etmiştir. Ortaya saçılan İmralı tutanakları (bebek katilinin yeni açıklamaları sizce farklı mı?) ile de aynı ihanetin bugün de yürüdüğüne şahit olmaktayız.

Bu sebeple Milli Şairimiz Mehmet Akif’i (Safahat’ı) ve Mustafa Kemal’i (Nutuk’u) tekrar tekrar okumaya ve anlamaya, her geçen günden daha fazla ihtiyacımız vardır. Onlar bize birliği, dirliği, mücadeleyi, bağımsızlığı ve milliliği işaret ediyor, küreselciliği ve teslimiyetçiliği değil…

“Bir Pazar günü canınızı sıktım değil mi? Ne yapalım, yarın dövünüceğinize bugün canınız sıkılsın!”

Not: Fotoğraf 1910’lu yıllarda minarelerin yükseldiği Türk şehri Selanik’i gösteriyor…

Dizi Filmin Sezon Finalinde Neler Olacak?

Eski Yeşilçam filmlerinin sonuçlarını önceden tahmin etmek çok kolaydı. İyiler kazanır, kötüler yenilir veya cezalarını bulurlardı.

Oysaki Holywood filmleri çok karmaşık ilişkiler ağı içerdiği gibi sonları da beklenmedik şekilde gerçekleşir. Halen ABD filmleri ve bundan etkilenen diğer ülkelerde yapılan filmlerde de buna benzer karmaşık ilişkiler, şaşırtıcı gelişmeler ve sonuçları görüyoruz. Hele bazen yıllarca sürebilen dizilerde her sezon, sonu herkes için sürpriz sayılabilecek bir sahne ile bitiriliyor.

Son zamanlarda Türk sinema sektörü de oldukça iyi bir performans gösteriyor. Özellikle dizi filmlerimiz ister romantik ister politik isterse sosyal içerikli olsun, film karakterlerinin karmaşık ilişkiler ağı ve beklenmedik bölüm ve sezon sonu sahneleriyle izlenilirliğini artırmayı başarıyor.

Dizi filmlerin senaryolarını yazan ekipler reytingler ve izlenme istatistiklerine göre revizyonlar yapıyor. Halkın sürpriz beklentilerini karşılayacak değişikliklerle, insanların merak içgüdüsünü tetikleyerek, oyunun izleyicisi olarak kalmasını sağlamaya çalışıyorlar.

****

Dizi filmlerde olduğu gibi sosyal ve siyasi olaylarda da karakterlerimizin çoğu oldukça karmaşık ilişkiler ağı içindeler.

Kimin elinin kimin cebinde olduğunu tahmin etmekte zorlanıyoruz. Siyasi figürlerden herhangi birinden gördüğümüz ahlaksızlık ve ilkesizlik bizi şaşırtmıyor. İlke ve ülkülerinden şüphe etmediğimiz siyasetçilerin politik tutum ve davranışlarını kökten değiştiğini gördüğümüzde tepkimiz olmuyor. Sadece bu karakter(siz)lerin hangi bedele satıldığınıve dizi filmin bundan sonraki bölümünde hangi rolü üstleneceğini merak ediyoruz.

Muhafazakâr (koyu dindar) ve din dışı bir hayat tarzını benimsemiş çevrelerin ilişkilerini konu alan dizi filmlerde ahlaksız ilişkiler dikkat çekiyor. Bunun gibi, siyaset alanında da ahlaki değerlerine, ilke ve ülkülerine aykırı davranışlar ve ilişkilere çok fazla rastlıyoruz.

Dizi filmlerde daha evliliğinin ilk aylarında bile eşini aldatan kadın ve erkekler gibi seçildiği partiden, hep kötülüğünü anlattığı partiye transfer olan milletvekilleri ve belediye başkanları bizi öfkelendirmiyor. Üstelik siyasilerin aldattıkları sen, ben, hepimiz olduğu halde.

Çok zekice soygun yapan hırsızların başarılı olduğu filmleri izlerken, soyguncuların yakalanmamasını ve aralarındaki sadakate veya menfaate dayanan ilişkilerini alkışlıyoruz.  Hele bu hırsızlar yüksek teknolojiyi iyi kullandıklarında ve en tehlikeli sahnelerden hasar almadan kurtulduklarında mutlu oluyoruz.

“Yolsuzluk, Yoksulluk ve Yasaklar”ı kaldıracaklarını vaat edenlerin siyasi gücünü kullanmak suretiyle, kamu malını bir avuç yandaşa peşkeş çekerek, bu kötülükleri zirveye taşıdıklarında “yerli, milli ve dindar” sayıp alkışlıyoruz. Sabit gelirli milyonlarca insanın hakkını gasp eden bu “zeki ve ağzı laf yapan” figürlerin “başarılarından” mutlu oluyoruz.

Bazı dizilerde ülke yönetiminin en etkili birimlerinde rol alan siyasetçi ve idarecilerin, “en vatansever” diye bilinen kişilerin, aslında yıllardır başka bir ülkenin ajanı olarak görev yaptığını öğrendiğimizde şaşırmıyoruz. Hepimiz dizi filmin heyecanına kaptırmış gidiyoruz, ülkemizde de böyle “hainlerin” olabileceği ihtimalini düşünmek istemiyoruz.

*******************************

Senaryonun Suriye ve Türkiye Ayağı

Ülkelerini yöneten liderlerin çoğu toplum psikolojisi uzmanlarıyla çalışırlar. Otokratik liderler de alacakları kararları topluma kabul ettirmek için bu çalışmaları yaptırır. Önemli kararları almadan önce toplumun nasıl tepki vereceğini öngörmeye çalışırlar. Attıkları her adımda yeni ölçümlemelerle planlarında revizyonlar yaparlar.

Rusya’nın, İsrail’in ve ABD’nin liderlerinin rutin dışı, beklenmedik davranışları da dizi filmlerdeki gibi önceden yazılmış senaryoların uygulanmasından ibarettir.

Mesela Suriye’de Esad’ın başında olduğu Baas rejiminin iki hafta içinde çökertilmesi dizi filmin sezon başı sahnesi olarak zaten önceden yazılmıştı. Bu senaryodan haberi olanlar ABD/ İsrail ve Rusya idi.

Türkiye gibi senaryodan haberi olmayanlar, son anına kadar, Beşar Esad yönetimi ile ilişki kurma çabası içinde idi.

Senaryo karmaşık ilişkiler ağı içerdiği için her sahnesini ilgi ile izliyoruz.

Senaryonun bir ayağı “Rusya- Ukrayna Savaşını sona erdirmekti.” Senaryoyu yazan ABD ve Rusya’nın yazdığı senaryoda Ukrayna devlet başkanı Zelenski ya oyun dışında kalacak veya ülkesini satan bir lider rolü verilecekti. Rusya’ya Ukrayna topraklarının işgal ettiği kısmı verilecek, ABD Ukrayna’nın nadir metallerinin 500 milyar dolarlık kısmına çökecekti.

Senaryonun diğer bir ayağı ise Türkiye’de “Terörsüz Türkiye” adı altında başlatılan süreçti. “PKK ile müzakere” süreci de denilen bu bölüm aslında bir geçiş aşaması. Bir sonraki bölümde Suriye’de PYD/YPG/SDG adlarıyla örgütlenmiş PKK devletçiğinin meşrulaşmasını izleyeceğiz.

Türkiye’deki PKK’lıların Suriye’deki PYD/SDG güçlerine katıldıkları biliniyor. Buradaki “teröristlerin başı” Mazlum Abdi (Kobani) ile Suriye’ye devlet başkanı olan “terörist” Ahmet Eş Şara (Colani) arasında imzalatılan anlaşma metninin yazarları da ABD/ İsrail. Her iki “terörist” artık birer devlet başkanı rolünde.

Senaryonun Suriye ayağında Rusya’nın rolü çok azaldı. Senaryoyu yazanlar sadece ABD ve İsrail. Bu senaryonun bütününü sadece tahmin edebiliyoruz. Her bölümde şaşırtıcı gelişmeler ve dikkatimizi dağıtan bazı aktörler ve olaylar görebiliriz. Mesela bu bölgede IŞİD nasıl türedi, Irak’ın ve Suriye’nin büyük bölümünde nasıl hakim oldu? “En az 30 sene buralarda IŞİD hakimiyetine hazırlıklı olmalıyız” diyen yorumcular neden yanıldı? IŞİD kısa sürede, neden ve nasıl etkisiz hale geldi? Anlayabildik mi?

Suriye’deki filmin senaryosu, BOP denilen dizi filmin senaryosunun bir parçası sadece. Filmin Suriye bölümünü yazanların önceden belirlediği sona doğru gidiyoruz.

*******************************

Devlet Bahçeli Ve Mehmet Şimşek

Bir ameliyat geçirdikten sonra MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin bir karelik dahi görüntüsü yok. Ama (eskiden terör örgütünün Meclis’teki uzantısı dediği) DEM Partilileri telefonla arıyor ve konuşuyor. Sosyal medya hesaplarından uzun uzun görüşlerini paylaşıyor.

Buna karşılık ekonominin kaptanı Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in görüntüsü var ama sesi yok.

Ülke yönetimindeki en önemli etkisi olan iki aktörün bu durumlarının bir benzeri Holywood senaryolarında var mıdır, bilemiyorum.

Mevlit

Aydınlar Ocağı Genel Başkanımız Prof Dr Mustafa ERKAL Hocamızın başlattığı ve her Ramazan ayında icra edilen geleneksel bir duruma dönüşmüş Mevlit duası.
Mekân Dülger zade Camisi—FATİH
Hafızların tilavetiyle gönülleri hoş eden seremoni. Yapılan duaların Aydınlar Ocağının kuruluşundan günümüze Ebedi Âleme kanat açmış üyelerinin adları söylenerek ruhlarına bağışlanması.
Aydınlar Ocağınızın ana misyonu Türk- İslam Kültürünü bayraklaştırıp Ahmet YESEVİ den Yunuslardan Taptuk Emrelerden Hacı Baykamlardan Hacı Bektaşilerden esinlenerek tüzel kişiliğini oluşturmasıdır.
Bugün okunan mevlit ve yapılan dualar; Hz Peygamber Efendimize karşı yapılan methiyeyle adının zikredilmesi bana Seyyit Ahmet Arvasi’ nin bir yazısını hatırlattı;


  • Merhum Seyyit Ahmet Arvasi’nin “DİYALEKTİĞİMİZ ESTETİĞİMİZ” KİTABINDAN…
    İNSANLIK KİMİ ÖZLEDİĞİNİ BİR BİLSE…
    ‘’İnsanlığın içinde bulunduğu “ahval”i düşündüm de Şanlı Peygamberimi ve O’nun aziz kadrosunu özledim. Şu anda hepimiz O’na ne kadar muhtâcız!
    “Kara” ve “kızıl” zulüm idâreleri altında inleyen, sömürülen, “sahte tanrılar” karşısında boyun eğen, “putlaştırılan” kanlı diktatörlerin hayâlleri ile ürperen milyonlarca, hatta milyarlarca insanın hâlini düşündüm. Bütün bu zulüm idârelerini, bu “sahte tanrıları” yıkmak, asrımızda yontulan bütün putları kırmak ve insanlığı, bunların kanlı pençesinden kurtarmak gerektiğini gördüm. Fakat güçsüzlüğüme esef ettim. Bütün bu işleri, muhteşem bir kadro kurarak başaran Sevgili Peygamberimi düşündüm.
    Ve şimdi, nurlu Medine topraklarında “örtüler altında” yatan o şanlı kurtarıcıyı özledim.
    Mazlumları zalim”, “mağdurları gaddar” ilân ederek mahkûm eden mahkemeleri devletin makam ve mevkilerini “yandaşlarına” birer arpalık tarzında dağıtan politikacıları, kendi tahakkümüne ve zümrevî menfaatlerine kapı açan “yazılı bir ihtiras belgesi” olmaktan öte bir değeri bulunmayan “ilkeleri”, birer anayasa ve kanun biçiminde, tertip ve hilelerle “halka kabul ettiren” ve sonra mikrofonlara çıkarak “millî iradenden” söz eden madrabazları ve bütün bunlara seyirce kalan “kuvvet ve kudret sahiplerini” gördüm…
    Ve “Emânetleri ehline vermezseniz kıyameti bekleyiniz.”, “Bir saat adalet bin rekât nâfile namazdan daha üstündür.” diyen ve bunu yaşatan Sevgili Peygamberimi özledim.
    Ezilen, kahredilen, sömürülen milyonlarca dindaşımın ve kandaşımın dertleri ile dertlendiğim için beni kınayan, suçlu ilân eden ve tarihin gelmiş ve geçmiş en kanlı diktatörlerini birer “kurtarıcı” olarak ortaya koyan, mazlumların gözyaşlarını gizleyerek zâlimlere alkış tutan “basın ve yayın” organlarını ve bu durum karşısında susan “örgütleri” ve “bilim adamlarını” gördüm.
    Ve “Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır.”, “Hak yolda akıtılan bir damla mürekkep, şehit kanından daha mübarektir.” diye buyuran Sevgili Peygamberimi özledim.

“Kâinâtın efendisini” sevmeyi, Allah’ın Kitabını yüceltmeyi, tarihin kaydettiği, bütün zaman ve mekânların en büyük kurtarıcısı şanlı Peygamberi rehber edinmeyi “gericilik” sayan; ne idüğü belirsiz “küçük kahramanlar” yontan “çağdaş putperestleri” hüzünle gördüm.

Ve bütün “sahte mabutları” yıkarak Allah’tan başka ilâh olmadığını ilân eden ve insanlığın şerefini kurtaran şanlı Peygamberimi özledim.

“Kara” ve “kızıl” filozofların pençesinde inleyen, aklını yitiren, şaşkına dönen; kapitalizmin, komünizmin, faşizmin, rasizmin, hedonizmin, nihilizmin ve anarşizmin bataklığına saplanan, çıldıran, tepinen, boğuşan milyonlarca insanın yürekler acısı hâlini gördüm de…

“Siz -bütün insanlar- Allah’a muhtaçsınız.” âyetini tebliğ eden ve şaşkın akla, “vahiy” ile yol gösteren şanlı Peygamberimi özledim.

Onun yüce kadrosunu, muhteşem ve mübârek Sahabîler ordusunu özledim.

Asırlarca O’nun nurlu izini takip eden “Ecdâd-ı İzâm”ı özledim.

Yani, Hz. Ebûbekir’leri, Hz. Ömer’leri, Hz. Osman’ları, Hz. Ali’leri ve diğerlerini özledim.

Yani, Selçukları, Alparslanları, Osmanları, Orhanları, Muradları ve Yavuzları ve daha nice gerçek kahramanları özledim’’.
Ruhları şad son durakları cennet bahçeleri olsun!

İz Bırakan Tarihi Sözler

Bazı önemli devlet adamlarının tarihte iz bıraktığı sözleri vardır ki, yeri geldiğinde misal olarak hemen o sözler hatırlanır ve onlara başvurulur. Mesela bunlardan bazıları:             

                Mustafa Kemal Atatürk: “Söz konusu olan vatansa, gerisi teferruattır.”  Sözü, vatan toprağının kupon arazi olarak görülemeğeceğini, toprak su ile yoğrulduğunda çamur arazi, ama kanla yoğrulduğunda ise vatan olarak bilinmesi gerekliliğini hatırlatan önemli bir sözdür. Ayrıca afet ve felaket anlarında bireysel olarak değil de toplumsal düşünceyi öne çıkarmayı amaç edinmiş sözdür.

*

                Fatih Sultan Mehmet: Ey Konstantiniye, ya sen beni alırsın, ya ben seni alırım.” Bu söz, bireysel ya da toplumsal azim ve kararlılıkla hedeflerin peşinden gidildiği takdirde başarılmayacak hiçbir işin olmayacağını öğütlüyor.

*

                Napolyon Bonaparte: “Para, para, para” Sözleriyle Ekonomi ve finansın hayati önemini vurgulayan bu sözü, söz konusu para olduğunda yine en önce hatıra gelen önemli sözlerden biridir.

*

                Yine yakın tarihimizden Süleyman Demirel’in şu sözü: “Adriyatik’ten Çin setti’ ne Büyük Türkiye ideali” Türk Milleti’nin ufkunu açan önemli sözlerdendir.

*

                Yaşları 60’ın üzerinde olanlar, Prof. Necmettin Erbakan’ın şu ayrıştırıcı sözlerini benim gibi acı bir istihza ile hatırlayacaklardır. “Onlar ve bizler…bizim dışımızda olanlar, patates dinindendirler.”

*

                Başbuğ Alparslan Türkeş: “Dünyanın neresinde bir Türk varsa, benim ülkemin sınırları oradan çizilir.” (1972 Berlin Türk Ocağı Konferansı) Türklüğü, Türk Dünyasını bundan daha kapsayıcı, kucaklayıcı bir söz olabilir mi?

                Cumhuriyet tarihinin en uzun iktidarını devam ettiren Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Lideri Tayyip Erdoğan’ın çeşitli vesilelerle söylediği sözler, acı birer hatıra olarak hafızalarımıza nakşedilmiştir. Bunlardan bazılarını hatırlayacak olursak:

                4 Temmuz 2003 günü ABD askerlerinin, Kuzey Irak Süleymaniye kentinde Özel Kuvvetler Komutanlığında görevli biri Binbaşı, 11 TSK mensubu Türk askerinin başlarına çuval geçirilmesi hadisesinden sonra gazetecilerin “ABD’ye NOTA verecek misiniz?” Sorusuna cevabı: “Bir olay olduğunda üzerine pat diye atlanmaz, ne NOTA ‘sı veriyorsunuz, müzik notası mı” olmuştur.

*

                Mustafa Kemal Atatürk’ün: “Köylü milletin efendisidir!” sözüne rağmen Recep Tayyip Erdoğan Başbakanlığı döneminde 11 Şubat 2006 yılında Mersinli bir çiftçi ile aralarında geçen diyaloğa bakar mısınız?

                Çiftçi: “Sayın Başbakan’ım, bu çiftçinin hali ne olacak? Anamızı ağlattınız be, aşkolsun size, aşkolsun. Tarım Bakanı, anayasayı ihlal ediyor. Yetmedi mi? Öldük bittik sayın başbakanım. Sözlerinin ardından Başbakan’ın çiftçiyi yanına çağırarak yaptığı bir sürü hakaretten sonra: “Hadi ananı da al git buradan, babanı da. Anan da ağlasın baban da.” Sözleri tarihe geçmiştr.

*

                27 Şubat 2013 tarihinde Başbakan Tayyip Erdoğan, Mardin – Midyat’ta katıldığı toplu açılış töreninde: “Bir sürecin içindeyiz. Bu süreç, bir çözüm sürecidir. Bu süreçte kimse bizim karşımıza Kürtlükle, Türklükle çıkmasın. Biz her türlü milliyetçiliği ayaklarının altına almış bir iktidarız.” Türk Milliyetçileri yaşadıkları müddetçe bu sözü asla unutmayacaklardır.

*

                17 Kasım 2021 tarihinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Merkez Bankası toplantısı öncesi TBMM’de partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada: “Faiz sebeptir, enflasyon neticedir. Beraber yürüdüğümüz arkadaşlarımızdan faizi savunanlar, kusura bakmasınlar. Bu yolda ben, faizi savunanla beraber olamam olmam.” Sözleri ve “ben ekonomistim” diyerek uyguladığı sistem 3 yıl boyunca Türk ekonomisinde büyük kayıplara sebep olmuştur.

Daha Ne Olsun?

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan, partisinin TBMM’de düzenlenen grup toplantısı ardından bir gazetecinin “Emekli bayram ikramiyesi artacak mı?” sorusuna şu cevabı verdi: “3 bin liradan 4 bin liraya çıktı DAHA NE OLSUN!”

Ben de bir emekli olarak uyarıyorum: İhsan-ı şahaneye “şükretmek” yerine “halkı hükümete karşı kışkırtmak için nifak sokan şer güçlerine” aldırış etmeyin. Devletimiz bütçe imkânlarını kullanarak bizlere bu artışı lütfetti. Bu müjdenin (!) keyfini çıkarın.

Muhalifler “bütçe kaynaklarının yüzde 15’inin faiz ödemelerine gittiğini” söylüyor. Bu kadar faiz gideri olmasa çalışan ve emeklilerin geçim seviyesinin iyileştirilebileceğini iddia ediyorlar. Bir de düşünseler anlayacaklar, faize en çok karşı olan “Nas var size bize ne oluyor” anlayışını her fırsatta dile getiren büyüklerimiz olmasa bütçede yılda iki defa verilen bayram ikramiyelerine 1.000’er TL zam için kaynak bulunabilir miydi?

Yine muhalifler Cumhurbaşkanımızın yurtdışı seyahatlerinde birkaç uçak kullanmasını ve hatta zırhlı araçlarını taşımasını eleştiriyorlar. Ekonomi zorda iken çalışan ve emeklilerden tasarruf ve sabır istendiği halde Sarayda israfın azaltılmadığını söylüyorlar.

Bizim asil ve yüce gönüllü halkımızın, “itibardan tasarruf olmaz” ilkesinden habersiz muhalefete karşı, “Türkiye’nin itibarını arş-ı âlâya” taşıyanlara destek vereceğini bilmiyorlar. Halkımızın önemli bir kesimi “Biz aç kalırız yeter ki yüce devletimizin ve onu yönetenlerin itibarı eksilmesin” dediği halde, biz emeklilere 1.000 TL zam lütfedilmiş, DAHA NE OLSUN?

**********************************

Hukuk Endeksi Abdülhamit Dönemi Seviyesinde

TEPAV’dan Güven Sak’a göre, “Türkiye’de ‘Hukuk Endeksi’ Abdülhamit’in İstibdat Dönemi ile eşdeğer seviyede.”

Bazılarının “kızıl sultan” dediği padişahın, “istibdat dönemi” diye adlandırılan devri iktidarı yani baskı ve sansür uygulamalarıyla anılan dönem ile YENİ TÜRKİYE’nin eşdeğer bir hukuk seviyesinde olması size üzücü gelebilir.

Ama “çöküş sürecindeki Osmanlı devletinde mutlak hâkimiyet sağlayan son padişah” olan 2. Abdülhamit iktidar kanadında “Ulu Hakan Abdülhamit Han Hazretleri” diye saygıyla anılır.

Mademki “Ulu Hakan Hazretlerinin” dönemindeki hukuk seviyesine geldik, DAHA NE OLSUN?

“Ol Padişah Efendimiz” ki, ilk ve son Osmanlı Anayasasını (Kanun-u Esasi) yürürlüğe sokmuş, mutlak güçlerini meşruti monarşi ilkeleri ile sınırlamıştı. Fakat gerek gördüğünde de parlamentoyu feshedip Anayasayı da rafa kaldırabilmiş bir padişahtı.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasasını değiştirip ülkeye “Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemini” getirerek tarihe geçmiş son devlet başkanımız da “ecdadımız Ulu Hakan Abdülhamit Han” gibi yönetim sisteminde köklü değişimler yapmayı başardı. Hatta o kadar ki şimdilerde “yeni Anayasa” ile bir kere daha ülkemizin yönetim sisteminde köklü değişiklikler yapmaya hazırlanıyor.

Bu kadar benzerlikten sonra hukuk endeksimiz “Ulu Hakan” dönemi seviyesine geldiyse DAHA NE OLSUN?

****

Tarihi kaynaklar Sultan Abdülhamit’in en çok toprak kaybeden Osmanlı padişahlarından biri olduğunu yazıyor. (Bu dönemde 1.592.806 km² yani bugünkü Türkiye’nin yaklaşık iki katı kadar toprak kaybedildi.) Cumhurbaşkanının Tarih Danışmanı Murat Bardakçı da bu bilgiyi doğruladı.

Ama “Asrın liderimiz” “Sultan Abdülhamit 33 sene gram yer kaybetmeden Osmanlı’yı yönetti” dediğine itibar etmek gerekir. Çünkü devlet büyüğümüz son sözü söylemiş. DAHA NE OLSUN?

**********************************

2. Abdülhamit’in Hukuka Saygısı

Hukuk tarihimizdeki örnek olaylardan biri, Anayasa Mahkemesi Eski Başkanı Zühtü Arslan tarafından, 25 Nisan 2023 tarihindeki bir törende, Cumhurbaşkanının huzurunda yaptığı konuşmada şöyle anlatılmıştır:

Meşrutiyet Dönemi’nde ünlü şair ve yazar Namık Kemal, adaletin sağlanmasının birinci şartının yargı bağımsızlığı ve hâkim teminatı olduğunu savunuyordu.

Ancak Namık Kemal, adaletin ve yargı bağımsızlığının aslında söylem değil bir eylem meselesi olduğunu tutuklu yargılandığı bir davada tecrübe etmiştir.

Sanık Namık Kemal’i yargılayan İstinaf Mahkemesi Başkanı Abdüllatif Suphi Paşa’dır. Namık Kemal bu hâkime birkaç yıl önce yazdığı bir yazıda “mezar soyguncusu” demiştir.

Başta Padişah 2. Abdülhamid Han olmak üzere etkili yerlerden Namık Kemal’e ceza verilmesi yönünde telkinler yapılmaktadır.

Bunların etkisiyle, başta Namık Kemal olmak üzere hemen herkes mahkûmiyet kararı beklemektedir. Ancak beklenenin tersine, Namık Kemal’i hürriyetine kavuşturan bir karar verilmiştir.

Karar sonrası akşam, kızı Mahkeme Başkanı Suphi Paşa’ya bu kararı verirken korkup korkmadığını sorar. Suphi Paşa’nın cevabı tüm zamanların hâkimlerine unutulmaz bir ders niteliğindedir:

“Yarın Hünkârın da benim de huzuruna çıkacağımız bir hâkim vardır ki, yalnız ondan korkarım!”

****

Siyasi yargılamaların en çok konuşulduğu bir dönemi yaşıyoruz. Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ tutuklandı. Muhtemel Cumhurbaşkanı adaylarından İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkında peş peşe davalar açılmakta ve muhalefet partilerinden seçilmiş bazı il ve ilçe Belediye Başkanları hakkında gözaltı, tutuklama ve yerlerine kayyım atama kararları verilmekte. İktidarın hoşuna gitmeyen açıklamalar yapan gazeteciler, sanatçılar, TÜSİAD yöneticileri, hatta astrologlar gibi her kesimden insanlar yargı sopası ile susturulmaya çalışılıyor.

Türkiye’de ‘Hukuk Endeksi’ Abdülhamit Dönemi ile eşdeğer seviyede” ise; günümüzün siyasi davalarında da Abdülhamit dönemi İstinaf Mahkemesi Başkanı Suphi Paşa gibi yani hukuk ve adaletten başka önceliği olmayan hâkim ve savcılarımızın olabileceğini umut edebiliriz.

DAHA NE OLSUN?

Türkçülük (Milliyetçilik) Yapmak!

Yeniden bunları hatırladım…

Günümüzde yine Türkler açısından enteresan işler oluyor!

Bunlardan bazıları Suriye’de gerçekleşiyor. Türkiye ve Avrupa ile olan ilintilerde var. Bunlardan biri Türkiye’de PKK ile anlaşılmak istenmesi ama bunun da Suriye ve Irak’la hatta İran’la ilgisinin olması bir diğeri de NATO ve AB ilişkilerinde nasıl kullanılacağımız konusu. Tarihimiz ise bu olayları benzer şekilde defalarca yaşadığımızı bize gösteriyor.

Ne yazık ki, bu ülkenin Türkçüleri ve milliyetçileri; uzun yıllardır; Suriyelilerin vatandaşlığa alınması, 20 adanın Yunanistanca işgali, anayasanın Türk milletinin hükümranlığı açısından tartışmaya açılması, bölücülüğün kucaklanması, Türklüğün erozyona uğratılması, ülkenin ekonomisinin, yer altı ve üstü zenginliklerinin yabancıların eline geçmesi ve daha onca kötü gidişat nedenleri karşısında sessiz kalarak gereğini yapmadı… Neden acaba diye sormadan edemiyorum!

Yoksa bu konularda ABD ve onun yerli işbirlikçileri Türkçülere ve milliyetçilere müsaade mi, etmiyor? Yoksa Türkçü ve milliyetçi olarak tanıdıklarımız aslında Türkçü veya milliyetçi gibi gözüküp aslında Türkçü ve milliyetçi olmayan insanlar mı? Ya da Türkiye’nin ve Türklüğün varlığını ABD’ye teslimiyete bağlayanlar mı? Hepsini konuşmamız ve tartışmamız lazım!

Çünkü yukarıda bahsettiğimiz Suriye, Irak ve İran’la ilintili meselelerimiz, bunlara bağlı olarak Türklerin Türkiye’de hükümranlığının sona erdirilmek istenmesi, Türk Ordusunun terhis anlamına gelecek şekilde mevcudunun azaltılması, AB’nin Avrupa’nın güvenliği için Türk Ordusunu kullanmak istemesi, NATO’daki mevcudiyetimizin sorgulanması ve dış politikadaki etkisizlik aslında Türkçüleri milliyetçileri çoktan harekete geçirmesi gereken hususlardı. O zaman bu sessizliğin mutlaka bir nedeni ya da nedenleri olmalı!

Türklerin yüzyıllardır kafası karışık. Kendilerini ne kabul edecekler bir türlü karar verememiş durumdalar! Türkmüler, Arapmılar, Ümmetmiler yoksa karıştıkları mikro etniklere mi, mensuplar bir türlü karar veremiyorlar… Bu sadece teorik bir değerlendirme değil. Aynı zamanda saha da gördüğüm bir gerçeklik.

Türklüğün çok önemli hususiyetleri var. Tarihimiz, insanlık tarihine şekil vermiş. Hani diyorlar ya; Türk’ü tarihten çıkartırsan geriye bir şey kalmaz, bu çok doğru bir tespit.

Hep tekrar ettiğim bir gerçek var. Prof. Dr. Orhan Türkdoğan; Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti devletlerinin şüphesiz Türk devleti olduklarını ancak hiçbir zaman Türkler tarafından sevk ve idare edilmediklerini yazmıştır. Böyle olunca Türk devletlerine hâkim olan gayrı Türkler ancak Türklere ihtiyaç olunca Türkleri ve Türklüğü hatırlamışlardır. Bugün AB’nin Avrupa’nın güvenliği için Türk Ordusunu hatırladığı gibi!

Türk ihtiyaç olduğunda özellikle askerlik işinde daima hatırlana gelir…

Konumuz ise ABD ve onun değişmez müttefiki (şimdi İsrail’de var) İngiltere’nin Türk coğrafyasına ilişkin politikaları ve Türkiye üzerinden yürütmeye çalıştıkları daha doğrusu bloke etmeye çalıştıkları Türkçülük hareketleridir.

Türkiye, Atatürk’ün ölümünden beri Türkçülük ve milliyetçilik hareketlerine soğuktur. Bu nedenle Türklerin ülkesi Türkiye’de Türkçülük ve milliyetçilik hareketleri bastırılmış ve günümüze kadar kontrol altında tutula gelmiştir. Hâlbuki İstiklal Mücadelesi Türk Milliyetçileri tarafından verilmiş ve Türkiye Cumhuriyeti devleti Türk Milliyetçileri tarafından kurulmuştur. Eğer bu devlet ve millet korunacaksa yine Türk Milliyetçileri tarafından korunacaktır.

Türkiye’nin Türklükle ilgili hamlelerinin bugüne kadar ABD ve İngiltere’nin emperyalist planlarına göre şekillendiğini söylersek her halde yanlış yapmış olmayız…

Türkiye’de Türkçüler yıllarca Türk Dünyası ile ilgili uyarılar yapmış fakat devleti idare eden unsurlar bu seslere kulak tıkadıkları gibi aksine bastırma yoluna gitmişlerdir.

Türkiye’nin Türkçülüğü “Ülkücülük” adı altında hatırladığı dönem 1960’lı yıllardır. O dönem Sovyet tehdidinin azdığı bir dönemdir. Türkiye, NATO’nun Güneydoğu Avrupa noktasında ABD’nin sınır bekçiliğini yapan bir konumdadır. Muhtemel bir sıcak savaş için Türkçüler, Ülkücülük adı altında örgütlendirilir. Komünizmle mücadele için kurulmuş dernekleri kuran ve yönetenlere bakın nerede ise tamamı ABD ve İngiltere politikaları kapsamında çalışmış ya da kullanılmışlardır. Sonrasında da Türkçüler iktidara yaklaşınca ABD destekli 12 Eylül yönetimince zindanlarda dumura uğratılmışlardır.

ABD bir yandan Türkiye’deki Türkçüleri hedefleri doğrultusunda kullanırken diğer yandan hem Türkiye Cumhuriyeti’nin hem de Türkçülerin Türk Dünyası ile ilgilenmesine izin vermemiştir.

Aynı dönemde Irak Türkleri; Kerkük ve Musul’la tanınan Türkmeneli topraklarında çok büyük sıkıntılara düçar olmuştur. Suriye Türklerini ise Suriye’de iç savaş çıkana kadar Türkiye’de konuşmak adeta yasaktır. Hâlbuki 1920’li yılların sonunda Halep’te 30 civarında günlük Türkçe gazete çıkmaktadır. ABD ve ortağı İngiltere bu bölgelere kendi menfaatleri için gelip yerleşince bizde oradaki Türkleri daha duyar olduk…

Şimdi de, ABD (İsrail), İngiltere ve Fransa sayesinde her gün Suriye’yi konuşuyoruz.

Buna Balkan topraklarında yaşayan soydaşları, Kırım ve Kıbrıs Türklerini de, eklemek lazım… Şimdi de son dönemde de bizi Libya’ya yönlendiren güç; orada Kuloğlu ve Koloğlu Türklerinin olduğunu bunların nüfusunun da Libya nüfusunun %15’ni oluşturduğunu bize anlatıyor. Adama sormazlar mı; bugüne kadar bu bilgiden niye yoksunduk diye!

Keza Türkçüler, İran nüfusunun yarısının Türk olduğunu anlatıp dururdu. Herkes bunu bir hayal olarak niteler ve gülüp geçerdi. Milli eğitim sistemimiz ise “Dünya Türklüğü” açısından dişe dokunur tek bir laf etmezdi. Şimdi ABD ortakları İngiltere ve İsrail ile birlikte İran’ı dağıtmak ve parçalamak istiyor. Bunun içinde Güney Azerbaycan’daki Türkleri dürtüyor. Traktör futbol takımının oynadığı maçlardaki görüntüleri sosyal medya aracılığıyla yayarak Türkiye Türklüğünü de ajite ederek politik hedefleri kapsamında kullanmaya çalışıyor. Biz de duygusal bir ırkız ya hemen zokayı yutuyoruz.

Aynı politika Doğu Türkistan üzerinde oynanıyor. ABD ve küresel ortaklarının Çin’le bir kavgası var. Bu kavga birileri üzerinde diri tutulmaya çalışılıyor. Uygur Türkleri ABD’nin politikaları yüzünden Çin’in katmerlenen insanlık dışı uygulamalarına maruz kalıyor.

İsrail nasıl Hamas’ı bahane ederek Gazze’de soykırım yapmış ve Orta Doğu’da planlarını uygulamaya koymuşsa Çin’de ABD’nin Doğu Türkistan üzerindeki planlarını bahane ederek Uygur Türklerini yok etmeye çalışıyor.

Buna karşılık Ankara merkezli Türklük ya da Türkçüler veya milliyetçiler ne yapıyor derseniz kendi memleketlerini bile korumaktan büyük bir acziyet içindeler derim!

Türklük, Türkiye dâhil her yerde büyük bir sıkıntı içindedir. Bu sıkıntıların ortadan kaldırılması için Türkler tarafından özgün politikalar ve stratejiler ortaya konulmalıdır. ABD ve ortaklarından bir medet umulmamalıdır. Eğer Türklerin yaşadığı insan hakları ihlalleri için ABD’den medet umulacaksa biliniz ki, Türklerin akıbeti bugünkünden daha feci olacaktır.

Türkiye’de Türkçülüğün kaderini bir CIA (Ruzi Nazar) Ajanının inisiyatifine bırakan, Türk Dünyasına ABD’nin örgütlediği FETÖ’nün okulları ile girmeye çalışmış olan ve işi düştüğü zaman Türklüğü hatırlayan bir devlet anlayışı ile Türk’ü rahata kavuşturmanın imkânı yoktur.

Şahsen ABD ve onun ortağı İngiltere ile birlikte Türkçülük yapmam ya da onlar izin verdiği zaman Türklüğü hatırlamam. Onlarla birlikte Türklüğün hakkını aramanın nerede ise imkânsız (Trump’ın terörle müzakere meselesinde sırtımızı sıvazlaması gibi) olduğunu bilirim. Günlük avuntuları da, Türklüğe faydaymış gibi değerlendirmem.

Türklerin bilmesi gereken en önemli şey; Türk’ün etrafında dönüp duran kavganın tek nedeninin Türklüğün dünya üzerinden silinmesine dönük bir mücadele olduğudur. Her Türk’ün ABD’nin tuzaklarına düşmeden adımlarını buna göre atması gerekmektedir… ABD’ye diklenenlerin de, samimi olmadıklarını bugüne kadar yaptıklarından dolayı görüyor ve düşünüyorum.

Endüstriyel İftar

            Ramazan ayındayız, çok şükür. İftar ve sahur vakitlerini bazen tefekkürle bazen coşkuyla ifa ediyoruz. Evin hanımefendisinin veya annelerimizin hazırladığı yemekleri şifa niyetiyle yiyor, yemeklerden aldığımız lezzetle huzur buluyoruz. Hele aile fertlerinin tamamının sofrada yer alması evlerimizde, eminim, mutluluk iklimi teneffüs ettiriyor.

            İftar ve sahur yemeklerinin hazırlanması ailemizin her bireyinde sıcak telaş ve heyecan oluşturur. Gün içinde hazırlanan yemeklerin kokusu, mübarek Cennet kokusudur sanki. Burnumuz, gözlerimiz, damaklarımız, midemiz lezzet panayırının aparatlarıdır. “İyi ki Ramazan geldi.” deriz

            Endüstriyel iftar dönemine doğru savrulduğumuzu fark ettim bu Ramazan’da. Pandemi sürecinde bir zorunluluk olarak ortaya çıkan, dışarıdan kutu içinde yemek getirtme alışkanlığının yaygınlaşması, evlerimizdeki iftar heyecanını da öldürmüş görünüyor. Son dakikada getirilen yemekler, ev halkında ne heyecan oluşturuyor ne de tazelik tadı taşıyor. Tam bir sanayi ürünü. Donmuş yağlar, kimliğini kaybetmiş gıdalar, damağımızda lezzet oluştursa da midemize oturuyor.

            Evde imkân varken lokanta, restoran, kafe gibi yerlerde yemek yenmesini, bilhassa iftar yapılmasını bir türlü anlayamamışımdır. Ne kültürüme ne alışkanlıklarıma ne de ekonomime uygun düşer böyle bir tercih. İftarım; az olsun, evimde olsun, huzurla olsun isterim.

            Artık, geniş ailemizin büyüğü sayılıyoruz. İftar sonrası kız isteme görevi nedeniyle İstanbul’a gitmem gerekti.  İsteğimin dışında davet sahibinin tercihiyle iftarın ünlü bir köftecide yapılacağı bildirildi. Mekâna çeyrek saat kadar geç intikal ettik.  Birkaç dakikalık otopark sorunu yaşadıktan sonra iftar saati geçmesine rağmen sırada bekleyenleri aşarak bizi sabırsızlıkla bekleyenlere ulaşabildik. Kapıdaki gençlerin “Yer yok” uyarılarını dikkate almadan, bize yer ayrıldığı için zafer kazanmış komutan edasıyla masamızdaki yerimize oturduk. Baygın salatalar, beş zeytin, bir parça pide birkaç saat öncesinden masaya konumlanmış izlenimi veriyordu. Yiyebileceğimiz fazla seçenek de yoktu. Zorunlu tercihimiz, çorba ve köfte olmalıydı. Çorba fena değildi; köfteler, seri üretim yapan makinenin zulmünden kurtulmuş lastik parçalarıydı sanki. Masadaki baharatla lezzet katmasaydım her biri ağız boşluğumda esas duruşa geçecekti. Herkes yemeğini bitirdiği halde ben hala köftelerle meydan savaşı yapıyordum. Çayımı dahi içmeye vakit kalmamıştı. Çatal kaşık sesleri, içerideki telaşın uğultusu, hanemizdeki iftar iklimine oldukça uzaktı. Buna rağmen insanlar, yemek için yer bulabilmenin, tek tip turuncu kıyafetli gençler, müşterilerini bir an önce gönderebilmenin telaşındaydı. Böyle bir ortamda, tuttuğum orucun huzurunu duymam, yediklerimin lezzetini almam mümkün olamazdı. O gün, endüstriyel iftar yapmıştık.

            Önce endüstri girdi hayatımıza, sonra dijital. Bu yenilikler heyecan verdi bize, işimizi kolaylaştırdı. Uzaklar yakın oldu, geceler gündüz… Zorluklar kolaylaştı, ancak insanlar birbirinden uzaklaştı. Evlerimizin konforu arttı, mekânlar genişledi, fakat gönüller daraldı. Lezzeti kaybettik, huzuru kovduk, dostlukları unuttuk. Aşkı, sevgiyi, merhameti, saygıyı, cömertliği edebiyatımıza bizden sonraki nesillerin kullanmayacağı, kıymetsiz miras bıraktık.

            Annelerimiz yemeklerimize sevgilerini, dualarını katardı. Parmaklarımızı yalardık o yemekleri yerken. Babalarımız ümitle, şefkatle bakardı yüzümüze ışıl ışıl gözleriyle, bizler erirdik o sevgi dolu bakışlarla. Hele dedelerimiz, ninelerimiz vardı, toz kondurmazlardı üzerimize; babalarımız sermaye, bizse servettik onlar için, Cennet meyvesiydik. Yer sofrasına otururduk. O zaman dijital kölelik yoktu, endüstri henüz emekliyordu.

            Endüstriyi, dijitali hayatımıza bu kadar sokmak bizim tercihimiz, ancak bilinçsizce bir tercih. İnsani değerlerimizden neyi ne kadar götürdüğünü tahlil etmeden hayatımıza soktuğumuz bir tercih. Mecbur değiliz, pragmatist olmaya. İnsan olmak, sadece insani değerleri yaşatmak ve yüceltmek değildir; her yeniliği, gelişmeyi, teknolojiyi yüksek bilinç ve iradeyle yönetme erdemine sahip olmaktır. “Göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendisinden bir ikram olarak size musahhar etmiştir. Şüphesiz bunda düşünen toplum için önemli ayetler vardır.” (Casiye 13) İlahi buyruğu, bu zaviyeden düşünüldüğünde daha derin anlam kazanıyor.

            Endüstri ve dijitalden uzak iftar herkesin hakkı. Özellikle kendileri adına hayıflandığım orta ve yeni nesle tavsiye ederim.

Tehlikeli Adımlar

     Düşman meçhûl / bilinmez olduğu zaman daha zararlı olur.

     Nitekim, daha kandırıcı olunca bir kat daha habîs / fena olur.

     Hele aldatıcı olursa fesâdı / fenalık ve kötülüğü, çok daha şedîd / şiddetli olur.

     Dahilî / içte olursa zararı daha azîm / büyük olur.

     Çünkü dahilî / iç düşman, kuvveti dağıtır.

     Halkı meşgûl ederek, birlik ve beraberliğin bozulmasına sebep olur. Cesareti azaltır.

     Haricî / dış düşman ise, bil’akis / aksine

     Asabiyeti / din ve müsbet milliyet duygusunu şiddetlendirir.

     Salâbeti / metanet ve dayanıklılığı artırır.

     Nifakın / münafıklığın, ikiyüzlülüğün cinayeti ise,

     Millet, Devlet ve İslâm için, pek büyüktür.

     Zira içinde bulunduğumuz İslâm Âlemi’ni ve özellikle Türkiye’yi

     Zelzeleye ma’rûz bırakan ve büyük sarsıntılara uğratan da bu nifakdır.

     Yani müslüman görünümlü kâfirliktir.

     Bunun içindir ki, Kur’an-ı Kerîm münafıkların fenalık ve kötülüklerine yer vermiştir.

     Türkiye’de son zamanlarda, tecâhül-i ârifâneden / bilmezlikten gelinerek;

     Sûret-i haktan / doğru ve dürüst biriymiş gibi gözükerek, sinsi bir şekilde;

     Demokrasi ve eşitlik kalkanı arkasına sığınarak, Türkiye’nin temelleriyle oynanıyor!

     Türkiye’ye, birlik ve beraberliğini bozacak adımlar attırılmak isteniyor!

     Türk Milleti, bu devletin kurucu unsuru, temelindeki birleştirici faktörü ve âmili iken,

     Türkiyedeki diğer unsurlardan; sadece sıradan biriymiş gibi nazara verilerek;

     Vatanı ve devleti tek başına temsil edemiyeceği gibi, safsatalar ileri sürülerek;

     Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tarihî ve haklı adı üstünde tereddütler uyandırılmak isteniyor!

     Türkçe’nin Resmî Dil olmasından, yazık yazıklar olsun ki, bazıları gocunuyor!

     Türkiye’nin “Türkiye” adından, maalesef kimileri rahatsızlık duyuyor!

     Hâlbuki Avrupa bile “Turkey” adını, bizzat kendileri belirlemiş ve koymuşlardır.

     Çünkü karşılarında hep bu milleti görmüş ve bulmuşlardır.

     Çünkü Türkler: “Allah öyle bir topluluk getirecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever.

     Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler

     Ve Allah yolunda cihad ederler.” (Mâide: 54) âyetine muhatap olarak;

     Asırlarca, Kur’an’ın bayraktarlığını yapmışlardır.

     Hangi ülkede resmî dil; birden fazla?

     Hangi ülke isimleri; bir değil, birden fazla!

     İçlerindeki kavim ve unsurlardan biri;

     Tarihî bir fonksiyon icra ettiğinden dolayı, diğerlerinin de onayıyla,

     Devlet ve milleti temsil yetkisini üzerine almış.

     Hiçbir unsur da bundan rahatsız olmamış ve olmuyor.

     Bunun en güzel örneği ABD.

     Çok sayıda kavimlerin yaşadığı, ABD’de birçok dil konuşulduğu halde,

     İngilizce rasmi dil olarak kabul görüyor. Kimse de bundan gocunmuyor.

     Hiçbir Avrupa devletinde;

     Ne tek bir kavim yaşıyor, ne de tek bir dil konuşuluyor.

     Ama her bir Avrupa devletinin; tek bir ismi, tek bir resmî dili var.

     Böyle olmasaydı Avrupa’da Fransa, İngiltere, İspanya ve İtalya gibi devletler de olmayacaktı.

     Milletler; tarihin belli bir sürecinden geçerek; tabii birer eleme ve oluşumlar neticesinde;

     Kendilerine has bir millet ismini alarak ve tarihin açtığı imkânlarla;      Belli bir dilin etrafında kenetlenerek ortaya çıkmış; birer realite ve gerçektirler.

Beyaz Yürüyüş; Büyük Hekim Buluşması

Türk Tabipler Birliği sağlık sistemindeki sorunlara dikkat çekmek amaçlı BEYAZ YÜRÜYÜŞ adını verdiği etkinliği 25 Şubat -1 Mart tarihlerinde yapmıştı. Bu etkinliğe katılıp destek vermek için Kocaeli Tabip Odamızda bir program yapmış; 26 Şubat’ta önce İstanbul’dan gelen heyeti Gebze’de karşılayıp orada bir basın bildirisi okunmuştu. Sonra İzmit merkezde, Fevziye Camii önünde toplanan kişiler ile yürüyüş yolundan yürünülerek eski valiliğin bulunduğu alandaki Atatürk büstünün olduğu yere gelinmiş ve orada konu hakkında konuşmalar yapılarak hem basına hem de iştirakçilere görüş ve düşünceler üzerinde konuşmalar yapılmıştı.

Dağıtılan broşürlerin birindeki hekim ile ilgili şu paragrafı çok anlamlı bulduğum için aynen paylaşıyorum. “Her şeyden ve herkesten çok; doğumdan ölüme insanın en çıplak hallerine şahitlik ediyor, en çaresiz anlarında yardımına koşuyor, güçsüzlerin gücü, çaresizlerin çaresi olmak, ölümle ve hastalıklarla mücadele etmek, sağlık ve esenlik dağıtmak için çalışıyoruz.” Bu meslekte kamu hastanelerinde, muayenehanesinde serbest hekim olarak ve şimdi de bir özel hastanede çalışan kıdemli bir hekim olarak bu etkinliğe katıldım ve bir değerlendirme yapmayı uygun gördüm.

Çalıştığım hastanenin hekim odasında bu etkinliğe katılmak isteyenlerin olup olmadığını sorduğumda aldığım cevaplar ilginç idi. Bir kısım meslektaşlarım tabip odalarının hekimlerin sorunlarını dile getirip çözüm üretmek yerine tek yönlü ve mutlak muhalif(!) yaklaşımlarda bulunduğu için iktidar tarafından ciddiye alınmadığı; bunun için bu ve benzeri etkinliklerin faydasız olduğu şeklinde olmuştu. Bazı meslektaşlarım ise şu anki yönetimin muhalif söylemlere tahamüsüzlüğüne işaret ile şakası bile hoş olmayan Silivri Ceza evinin yolunu öğrenmek istemedikleri şeklinde olmuştu. Doğrusu her iki yaklaşımda demokratik toplumlar için

düşündürücüydü.

Fevziye Camii önünde toplanan katılımcılar Gebze’den gelenler ile birlikte yürüyüş yolundan ellerinde sloganların olduğu pankartlar ile ve zaman zaman sesli sloganlar söyleyerek toplantı alanına gelindi. Görevli hekimler sloganlı beyaz giysileriyle ve katılımcı hekimlerin bir kısmı beyaz hekim gömlekleri ile ilgi çeken bir konvoy oluşturmuş, bu da yürüyüş yolumuzda dikkat çekici bir görüntü meydana getirmişti. Yürüyüşe destek amaçlı gelmiş isimler arasında 80 öncesinin hızlı (!) solcularından Mehmet Toker ve ülkücü-milliyetçilerinden (!) Ahsen Okyar gibi meslekten olmayan isimlerin olması bu etkinliğe ayrı bir zenginlik katmıştı.

Meydanda önce Kocaeli Tabip Odası Başkanı’mız Prof. Dr. Ayşe Engin Arısoy konuştu.

Konuşmasında katılanlara ve basına teşekkür ederek bu etkinliğin sağlıkçı ve sağlık sistemindeki eksiklerin giderilmesi, yanlışların düzeltilmesine dikkat çekmek için yapıldığını ‘Başka Bir Sağlık Sistemi’ vurgusu ile yöneticileri uyarmak için yapıldığını söyledi. 5 dakikaya sıkıştırılmış muayene ile hekimlik yapılamayacağı, bunun vatandaşı da hekimi de memnun etmediğini; önce güvensizlik sonra şiddet dâhil birçok olumsuzluğun sebebi olduğu ve düzeltilmesi gerektiğine işaret etti. Daha sonra TTB başkanı Prof. Dr. Alpay Azap konuşmasında hekimlerin çalışma şartlarındaki zorlukların onları tükenmişlik ve çaresizliğe sürüklediğini, son 20 yılda uygulanan performans sisteminin bunda etkin olduğu ve bunun için yeni bir sağlık sistemine ihtiyaç olduğunu seslendirmek üzere bu etkinliğin düzenlendiğini bildirdi. 1 Martta Ankara’da ülkemizin her yerinden gelecek hekimler ile buluşulup bu etkinliğin daha dikkat çekici olmasını sağlamak istediklerini,         1 Mart 14 Mart tarihleri arasında muhtelif toplantılar ile bu alandaki görüşlerinin açıklanacağı bilgisini paylaştı. Daha sonra bu etkinliğe destek amaçlı gelen STK adına konuşmalar yapıldı. Eczacılar Odası Başkanı Mustafa Sezer, Kocaeli Veteriner Hekimler Odası Başkanı Mehmet Bostancı, Kocaeli Aile Hekimleri Derneği Başkanı,Dr. Funda Atmaca,

Kocaeli Sağlık Emekçileri Sendikası Başkanı Murat Harata konuşmaları ile sağlık sisteminde yeni bir bakış ve düzenleme ihtiyacına işaret eden etkinliğe desteklerini ve başarılı olma temennilerini paylaştılar.

Etkinlik gerek toplanma, gerek yürüyüş ve basın toplantısı sürecinde herhangi bir olumsuzluk yaşanmadan tamamlandı. Burada kullanılan pankart ve sloganlara gelince;

-Yaşamak, yaşatmak istiyoruz

-Emek bizim söz bizim yürüyoruz umuda

-5 Dakikada sağlık olmaz

– Nitelikli tıp eğitimi gibi makul olanlar yanında

-AKP sağlığa zararlıdır

-Sağlık sistemi çöktü gibi aşırı politik, itiraz edilir ve tartışılabilir olanlarda vardı. Bunlarla ilgili bir değerlendirmeyi bir sonraki makalemde yapmak üzere hoşça kalınız.

14 Mart tıp bayramımız kutlu olsun!