22.7 C
Kocaeli
Pazar, Eylül 21, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1311

İtiraf Ediyorum

Bir mezar taşında okumuştum. Şöyle yazıyordu;


“Acaba niye buradayım.


Halbuki daha yapacak,


O kadar çok işim vardı ki.”
Evet herkesin yapacak  çok işi var.Hayat modernleştikçe teknoloji geliştikçe insanların yapacak işleri gittikçe artıyor.


Koşturmaca arttıkça zamanın nasıl geçtiği de anlaşılamıyor.


Hiç kendinize sordunuz mu?


“Bu kadar koşturmacanın içinde kendime özel ne kadar zaman ayırdım.”


Bir çoğunuzun cevabının çok az veya hiç olduğuna eminim.


Modern hayat insanlığa konfor sağlıyor ama huzur ve mutluluğunu da alıp götürüyor.


Fiziki ihtiyaçlarımızı sağlamanın peşinde koştururken ruhi ihtiyaçlarımızın olduğunu aklımıza getirmiyoruz.


Kendimizi sevmeyi unuttuğumuz için birbirimizi de sevmeyi unutuyoruz.


Küreselliğin acımasız kurallarına köle olduk.


Kararlarımızı kendimiz veremiyoruz.Birilerinin sahneye yazdığı oyunları oynamaktan kurtulamıyoruz.


Başkaları tarafından sınırlandırılmış bir alanın içinde koşturmaktan yoruluyoruz.


Halbuki Yüce yaratıcı önümüze karşılıksız öyle imkanlar sermiş ki farkında bile değiliz..


Dünyayı kurtarmaya uğraşırken kendimizi kaybetmişiz.


Uzaklara bakmaktan önümüzü göremiyoruz.


Kim bilir kaç kişi sabahın ilk ışıkları ile sahilde rızkını arayan martıları seyredebilmiştir.


Kim bilir kaç kişi çayırlarda yalınayak koşabilmiştir.


Duyuyorum sizi.


Martı seyredecek sahil mi kaldı?


Yalınayak koşacak çayır mı var diyeceksiniz.


Peki yaratanın sunduğu bu karşılıksız nimetleri kim bozdu?


Acaba sorguladık mı?Biz mi bu hale getirdik yoksa,


Dünya böyle mi yaratılmıştı?


Asıl canavar kim?Bizmiyiz?Yoksa yaşamak için sadece doyacağı kadar öldüren hayvanat mı?


Bırakalım şuursuzca koşturmayı.Ruhumuza da bir şeyler sunalım.


Bu dünyada insanca yaşamak için bulunduğumuzu unutmayalım.


Huzuru ve mutluluğu yeniden yakalamak için birazda içimize dönelim.


Kendimizle hesaplaşalım.Eksilerimizin farkına varalım.


Bizim bencilliğimizden başkalarının da zarar gördüğünü bilelim.


Yaratılış gayemizi bulmaya çalışalım.Günlük yaşantımızı sorgulayalım.


Farkındayım bu gün çok derine girdim.Çünkü bende sizin gibiyim.


İddialı olmak,mükemmele oynamak,asla pes etmemek benimde işim.


Benim de zamanım yok,bende çok meşgulüm.


Bedenim yorulup isyan ederken ruhumun istifadesi ne?


Hiç.Kocaman bir hiç.


Geliniz, o kadar meşguliyetlerimiz,gailelerimiz,bitmek bilmeyen projelerimiz içinde boğulmaktan başımızı kaldırarak kendimize zaman ayıralım.


Herkese ödül dağıtmayı vazife edinirken aynı ödülü kendimizden esirgemeyelim.


Aklımıza geleni ertelemeyelim.


Karar verelim  hemen.


Bir argo halk deyimi vardır.Nerde trak orada bırak.


Vücut trak derse iş işten geçmiş olur.


Önümüzde bahar var.Yaz var.Hayata  yeniden merhaba diyen tabiat var.


Ben artık yaşlandım, benden geçti demeyelim.


Her mevsimin güzel olduğu gibi her yaşta bir başka güzeldir.


Yeter ki yaşamasını bilelim.


Ne yapalım yapalım.Kendimize zaman ayıralım.


Sevgiyi önce kendimizle sonra dostlarımızla paylaşalım.


Sevdiklerimizin olduğunu,sevenlerimizin unutulduğunu fark edelim.


Varolan güzellikleri doya doya yaşayalım.


BU DÜNYADAN UCUZA GİTMEYELİM.

Irkçılık Mikrobu

Hareketli bir haftayı geride bıraktık.  Kuzey Irak’a düzenlenen harekâtın durdurulması sadece içeride değil; yabancı basında da geniş şekilde yer aldı. Çekilmeden bir gün önce ABD  Başkanı ve Savunma Bakanının çirkin beyanları oldu. Adeta emir şeklinde anlaşılan bir an evvel çekilin uyarıları ve ardından 24 saat içinde alınan  daha ziyade siyasi görüntülü çekilme kararı, yanlış anlamalara sebep oldu.  Her şeyden evvel zamanlama çok yanlıştı. Bu yanlış zamanlama bir tarafta dururken, siz “Efendim ABD baskısıyla karar almayız”ı kimseye anlatamazsınız. Bu kararı “ikinci çuval” olayına benzetenler de olabilir. Ancak Genelkurmayın açıklaması esas alınmalıdır.


Dışişleri Bakanı dururken Prof. Dr. Davutoğlu’nun  Iraklı yetkililerle danışman sıfatıyla görüşmeye gitmesi  ve hele doğruysa bu seyahat ABD Büyükelçisi ile görüşülüp yapılmışsa bu büyük bir hatadır.


İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecat’ı Türkiye’ye davet etmekten çekinenler, karar değiştirenler, gecekondu Irak yönetiminden ders almalıdırlar. Irak ABD’ye rağmen bu daveti yapabilmiş ve İran Cumhurbaşkanı da Bağdat’ı resmen ziyaret etmiştir. Son yıllarda o kadar fazla gurur ve haysiyetimizi kırıcı olaylarla karşılaştık ki, toplum üzerinde bunun çok kötü etkileri olmuştur. Dış itibarımız da oldukça zedelenmiştir.


Türkiye’de Tekel’i  1.72 milyar dolara British American Tobacco’ya (BAT) satanlar,  Finlandiya Tekeli’nin 4 milyar dolara  özelleştirildiğinin farkındalar mı? Ismarlama bir Vakıflar Yasası çıkaranlar Yunan’ın çıkardığı yasa ile bizimkini karşılaştırdılar mı?


Kuzey Irak hareketi dolayısıyla “Her şey silahla olmaz, siyasi çözüm  gerekir” diyen özellikle dış çevreler, hangi siyasi çözümlere vardıklarını ortaya koymalıdırlar. Hangi ciddi devlet  terörle mücadelede devlet olmanın gereklerinden vazgeçerek terör örgütünün taleplerini kabul etmiş ve kültürel hakları çoktan aşmış olan talepler önünde eğilmiştir? Dün kültürel haklar diye ortaya düşenler, AB yolunda verilen tavizlerden sonra  “şimdi demokratik özerklik” ten bahsediyorlar. Önce Demokratik Cumhuriyet  yani Cumhuriyetin demokratikleştirilme adı altında altının oyulması, Ankara’nın devre dışı bırakılarak mahalli birimlerin özerkleştirilmesi, egemenliğin paylaşılması peşinde olanlar, şimdi demokrasi kelimesini kirleterek özerklik peşine düşmüşlerdir.  Zaten kültürel haklar gibi masum haklara sığınanların da asıl amacı buydu. Dün Balkanlar’dan Osmanlı’yı çözülmeye götüren süreç; bugün Ortadoğu’dan yapılıyor. Bazıları gerçekleri “paranoya” zannetse de…


DTP mensuplarının beyanları ve eylemleri hukuk devletine sığıyor mu? Bunlardan soyadı Türk olan anti-Türk bir milletvekili demokratik özerklikten bahsediyor. Solcu bir kitle partisine mensup olduğunu söylemesine rağmen; Türkiye’de toplumsal realitenin tek ırk mantığı olmadığına işaret ediyor. Etnikliğe ilkel gözlükle bakanlar, vatandaşlığı ve anayasal olsa da milli kimliği  reddedenlere ırkçılık mikrobu bulaşmıştır. Kimliğin her şeyden evvel kültürel olduğunu kabul etmeyen, ırk arayışındaki ırkçı ve bölücü bir anlayış, terör örgütünü terör örgütü olarak kabul etmeyen bir kafa yapısı, demokrat ve demokratik olabilir mi? Farklılıkların anayasal güvence altına alınması; milli kimliği ve vatandaşlığı bile reddeden bazı imtiyazlı fertler yaratmak değildir. Anayasadaki ifadeyi  değiştirerek “Vatandaşlık bağı ile bağlı herkes Türk değildir” şeklindeki bir beyan; eğer etnisiteyi (kültürel faktörleri) esas almıyorsa; biyolojik gerekçelere dayanıyor demektir. Zaten adı geçen kişi etnisiteye dayalı bir özerklik peşinde olmadığını söylerken açıkça ırkçılık yapmaktadır. Bu yanlış, bilgisizliğe bağlanamaz. Kürt olarak ifade olunan vatandaşlarımızla yapılan birçok araştırma DTP’lilerin görüşleri ile çelişmektedir. Kürtçe (Kırmançca) ile eğitim ve öğretim, kamusal alanda bunu kullanmaktan bahsedenler vatandaşı ne ölçüde temsil etmektedirler? Bunlar, benzer olmasa da; Avrupa ülkelerinde Türkçe’ye uygulanan ambargoları  görmelidirler. Eğer iddia edildiği gibi bir eritme (asimilasyon) alışkanlığımız olsaydı; bugün Türkiye’de  kültürel gerçekleri dışlayan ırkçı, bölücü hareket görülebilir miydi?  Anadil öğrenme yasağı kaldı mı? Kaldı ki kişinin aidiyetini (mensubiyetini) sadece anadil mi belirliyor?

Bilgi ve Bilgilendirme Meselesi

0

Pek çok yazımızda vurguladığımız bir husus var: Doğru bilginin önemi. Doğru bilgi olmaksızın insanın ne kendisini ne de evreni doğru anlaması ve anlamlandırması mümkün değildir.


Nitekim dinimiz insanın anlamlandırılmasının önemli bir boyutunu “bilgi”ye dayandırmak suretiyle bahsettiğimiz noktanın ne kadar ciddiye alınması gerektiğini ortaya koymaktadır. Öyle ki, Kur’an-ı Kerim’de Hz. Adem’in (A.S.) “halife” olarak yaratılmasının ardından Allah-ü Teala ve melekler arasında geçen konuşmada Hz. Adem’e (A.S.) secde edilmesinin temel değerlerinden biri olarak “bilgi” vurgulanmakta, bir anlamda insanın “bilgi” ile kazanacağı seviyeye dikkat çekilmektedir (Bakara 30-34). Bu sebeple dinimizde ilim öğrenmek kadın – erkek her Müslüman için farz olmuş, “irtica”nın önüne prensip olarak önemli bir set çekilmiştir.   


Hal böyle olunca, ilmin ve dolayısıyla bilginin edinileceği kaynakların niteliği ayrı bir önem kazanmaktadır. Zira bilginin doğru ve güvenilir olabilmesi, alınacağı kaynağın aynı niteliklere sahip olması ve bunları bu niteliklere uygun olarak aktarmasına bağlıdır.


Günümüz itibariyle bilginin temel kaynağının “üniversiteler” olduğunu göz önüne alırsak bahsettiğimiz nokta açısından garip bir durum ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki; üniversiteler bilginin tabiri caizse hem mutfağı hem de temel kaynaklarıdır. Yani bilgi temel olarak burada üretilir ve çeşitli kaynaklara aktarılır. Dolayısıyla üniversitelerin temel işlevi, farklı alanlara dair doğru bilginin üretimi ve bu bilginin sağlıklı biçimde dağılımını sağlamaktır.


Söz konusu işlev, mahiyeti itibariyle ciddi bir yoğunluğu beraberinde getirir. Zira hem yeniden üretmek hem de bunu sağlıklı biçimde aktarmak, yoğun bir mesai, toplumu ve dünyayı doğru biçimde takip ve tahlil edebilme kapasitesi, kurumlarla verimli bir ilişki içinde olma gibi pek çok zorunluluğu gerektirir. Bu yoğunluk sebebiyle de haliyle üniversite mensuplarının işlerini layıkıyla yapabilmek adına tabir-i caizse “kafalarını kaşıyacak” zamanlarının bulunmaması, asıl meselelerinin dışındaki konulara harcayacak vakit ve enerjilerinin bulunmaması beklenir.


Gelin görün ki, ülkemizdeki pek çok kurumda olduğu üzere üniversitelerimizin birçoğunun gündemleri asıl değil “tali” yani yan konularla meşgul edilmektedir. Bu sebeple “çözüm” kaynağı olması beklenen bu kurumlar “karmaşa”nın merkezlerinden biri haline gelmektedir.


Acaba neden?
Yukarıda bahsettiğimiz problemlerin varlığına binaen bilgi üretimi doğru biçimde yapılamazsa kavram kargaşasının yaşanması kaçınılmazdır. Kavram kargaşası bilginin doğru üretiminin ve aktarımının yapılamadığının önemli bir göstergesidir.
Bu durum ise bugün gelinen noktada görüldüğü üzere aynı konu etrafında dahi birbirlerinin ne dediklerini anlayamadan tartışan, sapla samanı birbirine karıştıran ve bunun farkında olmayan “uzmanlar”ın (!) toplumu yönlendirmesine ve neticede “çözümsüzlüğün” çözüm olarak sunulmasına yol açmaktadır.
Halbuki üniversiteler bahsettiğimiz problemlerin çözüm yerleridir. Zira bilgi ve bilgilendirme buralardan sağlanır. Ancak üniversiteler bu durumu problem edinip çözüm aramak, yaşadığımız bilgi kirlenmesine son verme yerine tali konuların tartışılma mekanları oldukça içinde bulunduğumuz bilgi ve dolayısıyla fikir kirliliğinin, kavram kargaşasının son bulması mümkün değildir.
Bu sebeple bilginin ve bilgi edinmenin kutsallığına bunu iş edinen herkesin dikkat etmesi, temelsiz fikirlerin “bilgi” hükmünde insanlara aktarılmamasına özen gösterilmesi ülkemizin içinde bulunduğu kritik süreçte hayati önem taşıyan bir insanlık ve vatan görevidir.
Aksi halde, mesela, din kavramının söz konusu olduğu her ortamda bu kavramla “irtica”yı eşleştirerek hüküm ve fikir ileri süren, dolayısıyla dinin prensipleri ile insanların yanlış uygulamalarını birbirine karıştıran “uzman”ların (!) toplumun önemli bir değeriyle çelişerek çözüm yerine toplumsal kutuplaşmaları tetiklemeleri doğal olacaktır… 

Yoksulluğun, Çaresizliğin Tavan Yaptığı Yer

0

Bir ev var orada, yardıma muhtaç sekiz canın barındığı. Barınmak denmez yaşadıkları hayata. Bir sefalet tablosu onlarınki. Yoksulluğun, çaresizliğin tavan yaptığı yer orası. Genç yaşta inşaat işçisi kocasını kaybeden genç bir anne. Derdini anlatmaktan aciz annenin kol kanat gerdiği tam yedi çocuk. Çocukların biri erkek, altısı kız.


Bir gün dedim ki öğrencilerime, “Bir aile var, yardıma muhtaç.” Yardımseverlik duygusu öğrencilerim organize olup aralarında para topladılar, kuru gıda aldılar. Ziyarete gittik aileyi. Biraz zor bulduk. Girdik gecekonduya akşamüstü. Heyecanla karşıladılar bizi. Pek sevindiler ziyaretimize. Altı kişiydik.


Çocukların bir kısmı geldi yanımıza, birkaçı gelmekten kaçındı. Gelmeyenler ne düşündüler bilmiyorum, belki hallerinden utandılar. İsimlerini öğrendim sırasıyla. Erkek sekiz yandıydı, ismi Hasan. Evin reisi sensin, dedim ona. Kenarda bir bebeğe ilişti gözüm. Ne kadarlık olduğunu sordum. Yedi aylıkmış. Kalbi delikmiş zavallının. Sürekli tedaviye muhtaçmış ve bedensel olarak gelişemiyormuş. Prematüreden farkı yoktu yetimin. En büyükleri on altı yaşındaymış kızların. Onun bir küçüğü on dört yaşında; ama sağ tarafı hiç tutmuyor; felç olmuş çocukluğunda. Üç numaralı kız menenjit geçirmiş ve zihinsel özürlüymüş. Diğer ikisi sağlam görünüyordu. Babaları bir sene önce kalpten ölmüş.


Yoksulluğun, çaresizliğin tavan yaptığı yer orası. “Ne yer, ne içersiniz?” dedim evin hanımına. Boynunu büktü. Komşulardan ve Ay Işığı Derneği’nden ne gelirse, dedi. “Çocuklarımın beşi okula gidiyor, sabahleyin ne bulurlarsa yiyorlar, saat üçe kadar bir şey yemiyorlar orada. Eve geldiklerinde çay, çorba… Günü iki öğünle geçiştiriyoruz.” cümleleriyle halini anlatmaya devam etti çocukların biçare annesi. Yokluğa rağmen bize neskafe ikram etmekten geri kalmadılar. Gönülleri zengindi.


Yakıt sorunu yaşamışlar kış boyu. Birkaç çuval kömürle idare etmişler. Telefonları borcundan dolayı kesikmiş. Birkaç aydır elektrik ve su parasını ödeyemiyorlarmış. “Ne yapalım, onları da keserlerse kessinler.” cümlesiyle anlattı çaresizliğini evin hanımı.


Büyük kız, bize görünmek ve annesiyle birlikte olmak istemiyor izlenimi edindim. Bir küçüklük kompleksi belki onunki. Belki de ergenlik dönemi sendromu yaşıyor o yavru. Çevresinde gördükleri ile yaşadıkları arasındaki derin uçurumu hazmedemiyor. Bu sendromun, özentiyle tehlikeye dönüşebileceğini düşündüm bir an. Hepsi de kız bunların. Allah korusun, potansiyel birer sosyal yara. Sevap isteyenler, yüksek yardımseverlik duygusunu tatmin etmek isteyenler, alın size adres. Orası sizi bekliyor. Gitmediğin, görmediğin yer senin değildir. Sen onların olmazsan onlar hiçbir zaman senin olamaz.


Muş’tan yirmi sene önce gelmişler. Bu sefaleti yaşamaktansa köylerine dönmelerini söyledim. Çocukları köyü istemiyormuş. Evlerini kısa zaman sonra TOKİ yıkacakmış. Otuz beş bin YTL fiyat biçmiş arsaya. “Ben bu parayla ne yapabilir?” diyor kadın. Evet, ne yapabilir?


Bir Türkiye fotoğrafı; yoksulluğun, çaresizliğin tavan yaptığı yer orası. Sosyal adaletçiler, “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” diyenler, gidip görmeli orayı. İbret nazarıyla bakmalı, kendini sorgulamalı. Öğrencilerim Hande, Yağmur, Dilek, İlker, Rukiye “İyi ki geldik, bundan sonra kozmetiğe para vermeyeceğim, kontörlerimi daha hesaplı kullanacağım, bir harcarken iki düşüneceğim.” dediler. Bu aileyi tekrar ziyaret etmek, çocuklara maddi ve manevi destek vermek için aralarında sözleştiler. Ziyaretten hoşnut olduklarını, ders aldıklarını, huzur bulduklarını söylediler. Bana, sebep olduğum için teşekkür ettiler.


Sözün bittiği yerde konuşmak; ömre ziyandır, söze haksızlıktır. Hep yukarıya bakanlar ve yukarıdakiler, ne olur, biraz aşağıya bakın ve aşağıdakilerle birlikte yaşayın. İnsan olmanın tadını, mihengini uzaklarda aramayın. Yanı başınızda…

Kurtlar Vadisi’ne Kontra: Pars Narko Terör

6–7 yıl önce seans halinde izlenen Kurtlar Vadisi’nin Osman Sınav’dan sonra Pusu, Terör, Irak gibi versiyonları çıktı. Eş zamanlı olarak Yalçın Küçük kitaplarının (Tekelistan, Tekeliyet) peş peşe çıktığı bir hengâmede Türk insanı ilk kez madalyonun arka yüzüne sahici bakışlar göndermeye başladı. Ve bu beyaz ekranda ilk kez yapılıyordu. Lakin zamanla (ve zamanın uzamasıyla) bu formasyon akışı dezenformasyona dönüşüverdi.


Artık her mahallede birer Polat, ikişer Memati, üçer  beşer de Abdülhey ve Erhan bulunuyordu. Her işe el atan, her işten anlayan, “Ne iş olsa yaparım abi”ciliğin ağır abiliğe çevirisi, yurtiçi ve yurtdışı nurtopu gibi bir kahramanımız olmuştu. Oğuz Kağan’dan Polat Alemdar’a devrolunan bir genetik ve mecburi kahramanlık söz konusuydu.


Arada, bu ifşaattan rahatsız olan kesimler; şiddet özendirici olma cihetinden karşı oluşlarını kampanya şekline döndürdüler. Hatta K.V. Terör’ün PKK organizasyonuyla TV’den kaldırımının gerçekleştiği iddia edildi. Neticede diziyle gerçek hayat her tarafından karışmıştı. Sonra K.V. geleneği bu kesimleri de ajite etmeyecek bir formata çevrildi. K.V. Pusu ile herkesin Polat’ı olma başarısını gösterdi.


Dikkat ediyor musunuz bilmem son 1 senedir K.Vadisinin şiddetinden, işkence sahnelerinden kimse şikâyetçi olmaz oldu. Çünkü ana tema o kesimleri de kuşatan, genel olarak Hükümetin ve Devletin icraatlarına derin anlam yükleyen, her işten bir mana çıkaran bir işlev görmeye başladı. Dahası, artık iktidarın icraatlarının temaşa yeri (yayın organı demiyoruz) haline geldi. Ulusalcılık, vatan’cı – millet’çi çakallar, derin çete (Ergenekon), İskender Küçük pardon Büyük, Hırant Dink Cinayeti, misyonerler, Danıştay Saldırısı, Irak’ta olanlar, PKK ilişkilendirilmeleri, hepsi bir tevil ve bir tekil bakışla verilir oldu. Memleket nezdindeki operasyonların hikmet –i harbiyesi Vadi’den anlaşılır oldu. ‘Şair burada ne demiş’ yerine ‘Polat burada ne demiş’ noktasına geldik.


Derin yapılar, dünyanın her ülkesinde simetrik yapılardır. Osman Sınav, eski göz ağrısına büyük bir kontra attı ve Pars Narkoterör’ü Türkiye’nin gözünün içine soktu. Sarkık bıyıklı, Kafkas adlı, Ortaasya soyadlı, Çerkez istihbarat geleneğinin idealisti kahraman, çok büyük bir adanmışlık organizasyonunun basit bir bireyiydi. İşin ilginci Kurtlar Vadisi’nde çökertilmek istenen ve tukaka gösterilen çete; Pars Narkoterör’de Türk Milletinin tarihi geleneğin bakan tek çıkıydı K.Vadisinde şaklabanlaştırılan Ergenekon, Pars Narkoterör`den birkaç bin yıllık bir geleneğin kutsal devamı gibi veriliyordu. K.Vadisi’nde Polat olmak isteyen gençler PKK’cı, ulusalcı, sermayeci tüm çete ve oluşumları yok etmeye kilitleniyor. Narkoterör’ü seyreden gençler ise birer Pars olarak devletin derinliklerine inerek PKK – Uyuşturucu – Bölücülük  üçgenine balyoz indirmek istiyorlar.


Aynı kanalda, birbirinden kopan iki ayrı dizinin kapışmasına tanık oluyoruz. Hem reyting hem de hayran kitlesi. Bu kadar uzun zaman kahraman olarak hayatta kalan Polat’ın şansı sayıca ve artık iktidar üzerinde de etkili olmak noktasında fazla. Lakin Şamil Baturay da cıva gibi ve harekete geçmeye hazır. Polat’ın biraz yağlandığı ve göbek bağladığı düşünülürse, daha hareketli ve halktan olan Şamil’in şansı yükseliyor gibi.


Acaba aynı karede karşı karşıya gelirlerse ne olur? Bence Polat Alemdar zirvede bırakmalı ve sürüye maskara olmamalıdır. Bana soruyorsanız; “Ölüm, ölüm dediğin nedir ki gülüm; ben senin için Perşembeleri silmeyi göze almışım”.

Dilimiz; Milli Varlığımız

Bu hafta ulusal basında yine ilginç bir haber yer aldı. Haber, kültür ve dilimize ne denli önem verdiğimiz açısından önemliydi. Yabancılara karşı ne kadar özenti içersinde olduğumuzu gösteriyordu.


Ulusal bir gazete de çıkan habere göre; Antalya da, bir mermer firmasında yönetici olarak çalışan 32 yaşındaki Mehmet Çobanoğlu, bir alışveriş mağazasından üzerinde İngilizce ‘’mod pimp’’ yazısı bulunan kazak satın aldı. Birkaç gün sonra kazağı giyen Çobanoğlu, görenlerin alaycı ve tuhaf bakışlarına maruz kaldı. Bazı turistlerin kendisine ‘’Kadın var mı elinde’’diye takılması üzerine şaşkına dönen Çobanolu, kazağın üzerindeki İngilizce ‘’mod pimp’’ yazısının Türkçe de ‘’şık pezevenk’’ anlamına geldiğini öğrendi. Öfkeyle firmaya arayan Çobanoğlu, ‘’biz öyle bir mal satmadık’’ yanıtını alınca aynı gün elindeki fatura ve yanındaki tanıklarla birlikte savcılığa suç duyurusunda bulundu.  Çobanoğlu, tüketici mahkemesine de başvurdu.


Bir özentidir gidiyor. İş yerlerine asmış olduğumuz tabelalar olsun, üzerimize giydiğimiz elbiseler olsun, bunların üzerindeki yazıların yabancı kelimelerden oluşması bizim yabancıya karşı ne kadar özenti içerisinde olduğumuzu gösteriyor. Hatta bu durum moda haline gelmiş durumda. Örnek verecek olursak; mekan adlarına eskidji, kebupchi, fitnes sentir; toplu konut isimlerine metrocity, yeshill, kentplus, bilgisayar terimlerinde de faylı seyv etmek, kopi pest, sıkrin seyvır… gibi yabancı isimler kullanıyoruz.


Bazen konuşmalarımızda bile yabancı kelimelere yer verebiliyoruz. Konuşurken, hayret durumlarında vaw, tamam yerine ok, nabersin gibi kelimeler kullanıyoruz. Yine bu durum bize, yabancıların konuşma tarzlarını örnek aldığımızı gösteriyor.


Toplulukları bir arada tutan unsurlar vardır. Dil birliği, din birliği, siyasi birlik, coğrafya birliği, toprak birliği, renk-ırk birliği… gibi. Dil birliği ise bunlar arasından en önemlisi. Yani dil birliği toplulukları bir arada tutan en önemli etken. Bir birliği dağıtmak isterseniz de önce dili yozlaştırmanız gerekir.  Dilimize de yapılanlar bundan ibaret.


Bir örnekle, ‘’Dillerin Ölümü’’ isimli kitapta, bir dilin hayati tehlikeye girdiğini haber veren emarelerden, bir de yok olma yolunda geçirdiği üç aşamadan bahsediliyor :


Birinci Evre : Yabancı hakim gücün dilinin konuşulması için ağır baskı vardır. Baskı tepeden aşağı teşvikler ve devletin kanunları yoluyla; aşağıdan yukarı halkta özenti ve moda yaratılarak olmaktadır.


İkinci Evre : Çift dilli dönemdir. Ulusal dilin kullanım alanı azalmaktadır. Eğitim her düzeyde yabancı dilden yapılmaya başlanmış, her kesimden insanlar işi gücü bırakıp yabancı dili öğrenme yokuşuna sürülmüştür. Meslek, bilim yerine hiç gereği olmayan yerlerde bile herkes yabancı dil sınavına girmekle meşguldür.


Üçüncü Evre : Gençler artık yabancı dili ulusal dilden daha iyi bilir hale gelmişler, eski dili kullanmaktan utanır olmuşlardır. Velilerle çocuklar kendi dillerinde konuşamaz duruma gelmiş; çocuklar velilerini eski dili biliyor diye geri kafalı yaftasıyla küçümsemektedirler. Bir nesil hatta bir on yıl sonra çift dillilik de kalmamış; ulusal dilin yerini yabancının dili almıştır.


İkinci evrede ulusal dili kurtarmak hala mümkündür. Ancak bu evre çok tehlikelidir ; çift dillilikten ulusal dilin yok olmasına geçiş, kimse farkına varmadan oluveriyor. Çünkü ikinci evrede halk, kamuoyu, üçüncü evrenin kapının hemen arkasında beklediğini bilmemekte ve kayıtsızdır. İkinci evrede tehlike zilleri çalmaya başlamıştır.


Kitap, kullandığımız dilin milli bir varlık olduğunu ve dilimize sahip çıkmadığımızda ne durumlara gelinebileceğini anlatmış. Ama biz, bunun böyle olmadığını dilimize verdiğimiz önemle göstermeliyiz. Dilimizin yetersiz olmadığını, aksine ülke ve millet olarak dünyaya örnek olabilecek kültür mirasına sahip olduğumuzu anlatırcasına, milli varlığımıza sahip çıkmalıyız. Bununla ilgili gerekli düzenlemeleri ve uygulamaları kimsenin yaptırımı olmadan, dilimizin önemini bilerek kendimiz gerçekleştirmeliyiz.

Ekonomi’de Tehlikeli Sinyaller

Türkiye’nin yakın geleceğinde önemli ekonomik gelişmeler bekleniyor. Bu gelişmeyi iktidara en yakın iktisatçılar bile dikkatli bir üslupla ifade etmeye başladılar. 2001 yılındaki kadar şiddetli olmasa da, adına kriz dememek için gerekli özeni göstersekte, ekonomiden ciddi tehlike sinyalleri geldiği muhakkak.


Son göstergelere göre işsizlik artıyor, enflasyon tekrar yükselişe geçti, büyüme oranı son çeyrekte %1,5 a düştü, 2006 yılında yüzde 32 artan özel sektör sabit sermaye yatırımları 2007’nin aynı döneminde yüzde 2.4′ e geriledi,  cari açık yine rekor kırdı.


Bu en temel göstergelerdeki bozulma, henüz ABD de başlayıp bütün dünyayı etkisi altına alması beklenen resesyon (ekonomik durgunluk) etkisinin dışında, çoğunlukla Türkiye ekonomisinin kendi yapısal özelliklerinin sonucu ortaya çıktı.


ABD’den yayılan olumsuz etki nedeniyle dünya ekonomisinde beklenen durgunluk ortaya çıktığı zaman, Türkiye’nin bundan etkilenmemesi mümkün değil.  Son beş yıldır dış dünyadan aldığımız olumlu etkiler, Türkiye’ye akan döviz fazlası, yerini durgunluk ve yabancı sermayenin ülkelerine geri dönüşüne bırakacak gibi. (Bu arada bu sermayenin kaçmaması için dünyanın en yüksek faizini daha da yükselterek vermeye ve en kritik varlıklarımızı yabancılaştırmaya devam edeceğiz.) Bu da demektir ki, göstergelerdeki mevcut bozukluklar daha da derinleşecek, ciddi bir ekonomik kırılmaya doğru gideceğiz.


Beklenen ekonomik sarsıntının 2001 krizi kadar şiddetli olmayacağını, 2001’e göre bankaların yapısının daha sağlam oluşu, döviz rezervlerimizin daha yüksek oluşu ve dövizde dalgalı kurun uygulanması gibi avantajlara dayanarak, söyleyebiliriz.


Şiddeti ne olursa olsun gelecek sarsıntının, üretimin azalması, birçok işyerinin kapanması veya küçülmesi, işsizliğin ve fakirliğin artması gibi ciddi sonuçları olacaktır.


Şubat ayı içinde, 58. ve 59. Hükümetin Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener çeşitli TV kanallarında ekonomide yapılan hatalara dikkat çekti. “2007 yılı rakamlarına bakacak olursak ithalattaki en yüksek artış ara malı ithalatındadır. Artık ara malı ithalatından daha az ihracat yaptığımızı görüyoruz.


Bu vahim gerçeği ekonomik kavramların arkasına sığınmadan söylemeye çalışalım. Türkiye, diyelim ki yüz dolarlık ihracat yapabilmek için artık yüz on dolarlık ithalat yapmak durumunda. Tabiî ki bu durumda (döviz giderleri ile gelirleri arasındaki açığı ifade eden) cari açığın kapanması asla söz konusu olamayacak ve cari açık büyüyerek artmaya devam edecektir. Bu durumda ihracatın artmasının da övünülecek bir tarafı yoktur. Çünkü ithalat daha büyük hızla artmaktadır. Bu gidişin sonu iyidir demek mümkün değildir.


Abdüllatif Şener, ikinci olarak özelleştirmelerin katkısıyla ülke ekonomisinin yabancılaşması ve sonuçlarına dikkati çekti. Şener’e göre yabancı yatırımcı, özelleştirmeler aracılığıyla, önce Türkiye’de kazanıp sonra dışarıya kâr transfer ettiği alanlara yönelmektedir.


Bir süre özelleştirmelerden sorumlu iken Başbakanla özelleştirme politikası hakkında görüş ayrılığına düşerek (kendi isteğiyle mi Başbakan’ın emriyle mi bilemiyoruz) bu görevden ayrılan Abdüllatif Şener, “Türkiye’ye gelen yabancı sermayenin sabit telefon, cep telefonu, bankalar, iş merkezleri ve perakende ticaretine geldiğini” vurguladı.


Otoyolların ve Milli Piyango’nun yanı sıra enerji sektörü ve büyük bankaların özelleştirilmesi konularının gündemde olduğuna işaret eden Şener, ‘Bunların hepsi dış piyasalara hitap etmeyen, sadece iç piyasadan kazanan ve bol kazanan fakat özelleştikten (yabancılaştıktan) sonra iç piyasada kazandığını dövize çevirerek dışarıya kâr transfer eden türdendir. Yani dışarıdan döviz getirmediği halde ülkenin cari işlemler dengesinde net açık kalemi oluşturan unsurlar. Dolayısıyla asıl dikkat edilmesini nokta bu diyorum’ diye konuştu.


Bu tespitlerin net sonucu şudur: “Bu tür özelleştirmeler cari açığı büyüten diğer sebeplere ilaveten yeni bir yapısal sorun ekleyecektir.


Bu çıkmaz sokağın sonunda ekonominin duvara çarpmasını kaçınılmaz gören Şener’in, bu vahim sonuç için öngördüğü süre üç yıldır.


Abdüllatif Şener sıradan birisi değil. Hem iyi bir ekonomist ve hem de mevcut iktidarın MKYK üyesi, eski Başbakan Yardımcısı, AKP’nin kuruluşundaki en önemli ilk 3-5 kişiden biri. Şener üç sene içinde bir ekonomik kriz bekliyorsa bunu kimse göz ardı etmemelidir. Özellikle de Hükümet, bari O’nu dinlese de krize giden politikalarında revizyon yapsa ve “parayı veren herkese, her türlü şirketi ve varlığı babalar gibi satarım” zihniyetini terk etse.


Korkuyorum, sanki ekonominin dizginleri bizim elimizde değil. Düşünüyorum ki, ekonomik krizin ötelenmesi dış siyasetle ilgili olabilir. Türkiye ekonomisini dışarıdan yönlendirebilen ABD ve AB’nin baskısıyla çıkarılan “Vakıflar Yasası”nı hiçbir AKP’linin içine sindirebildiğini sanmıyorum.


Ve krize doğru yaklaştıkça, hangi tavizlerin verilebileceğini düşünmekten korkuyorum.

Mason Yakıştırmaları Ve Muhafazakârlık

Son yıllarda çok geniş arşiv ve araştırmaya dayalı olduğu izlenimini veren bazı kalın kitaplar yayınlanıyor. Bunlardan birinde (Efendi II) Aydınlar Ocağı ile ilgili yanlış bilgiler verilmektedir.


Aydınlar Ocağı, fikri çizgisi ve tüzüğü itibari ile masonlara ve mason kuruluşlarına en uzak kuruluştur. Buna rağmen, Derneğimizle ilgili farklı kesimlerden yöneltilen haksız iddia ve iftiralar sürmektedir. Hatta bir dönem içeriden birkaç Ocak yönlendirilerek bu yapılmıştı. Aslında, dernekler teslim alınmak isteniyor. Ocağın kadroları arasında sanki masonlar önemli bir miktarda bulunuyormuş gibi bir intiba uyandırılmaktadır. Dünün ideolojik şartlanmasından ve Soğuk Harp ortamından hâlâ kurtulamayanları ibret ve dikkatle izliyoruz. Üzüntümüz, yapılan yanlışların yazılan doğruları da şüpheli hale getireceğidir. Günümüzde emperyalizm, önü açılmış milli devletlerin üzerine küreselleştirme ile geliyor. Milli ve yerli sesler bastırılmaya çalışılıyor.


Adı geçen eserde Aydınlar Ocağı’nın kurucusu olarak gösterilen rahmetli Fethi Tevetoğlu, Ocağın kurucusu olmamıştır. Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay’ın asistanı ve sabetayist olduğu iddia edilen Dr. Mahzar Osman Usman’ın yine Ocakla hiçbir ilgisi yoktur ve kurucu değildir. İsmi karıştırılan kişi, rahmetli doktor Mahzar Özman’dır. Yine rahmetli Aydın Bolak, Ocağın kurucuları arasında yer almamıştır; ama kurucu diye gösterilmektedir.


Yine çok satan ve küreselleşmenin arka plânını ortaya koyan “Sivil Örümceğin Ağında” isimli kitapta da bazı yanlış bilgiler verilmektedir. Aydınlar Ocağı’nın 1991 yılında, öncesinde ve sonrasında Bodrum Yalıkavak’ta herhangi bir toplantısı olmamıştır. Liberal ve Batıcı Prof. Dr. Aydın Yalçın, Aydınlar Ocağı’na ne üye olmuştur; ne de başkanlığını yapmıştır. Soyadları benzerliği dolayısıyla isimler karıştırılmaktadır.


***


Son yıllarda muhafazakârlık kavramı üzerinde duruluyor. Aslında muhafazakârlık, basit bir korumacılık değil; sistemli bir korumacılıktır. Bir milleti diğerlerinden fark ettirici, ayırt edilebilir özelliklerinin korunarak geliştirilmesidir. Dünyada haklı olarak yükselen bir muhafazakârlıktan ve milliyetçilikten bahsedilmektedir. Bazıları hoşlanmasa da…


Özellikle Soğuk Harp sonrası belirsizliklerin ve siyasi istikrarsızlıkların arttığı, din ve inanç dünyalarının, milli kimliklerin tartıştırıldığı ve önü açılmış milli devletlerin yeni bir dünya düzenine zorlandığı bir ortamda; farklı toplumlardan gelen bu milli refleks sosyolojik bir gerçektir. Önemli olan bu akımın şekilde mi, yoksa mana ve düşünce aleminde mi kök bulduğudur. Tehlikeleri ve tuzakları sezen toplumlarda, yazılı ve görüntülü basın yoluyla fark ettirilmese dahi milli tepki doğmaktadır. Ancak, Türkiye’de yükselen, milli hassasiyetten mahrum şekil muhafazakârlığıdır. Muhafazakâr olduğunu zannedenler, çelişkili tavır ve davranışlar sergilemektedirler. Yunanistan’la bizim çıkardığımız vakıf yasaları arasındaki fark budur. Yunanistan muhafazakâr; biz ise, aşırı liberal romantizmin peşindeyiz.  Batı’da yükselen yabancı ve İslâm düşmanlığı, ırkçılık, çeşitli saldırı ve ev yakma olaylarıyla kendisini göstermektedir. Bu ortam Sarkozy ve Merkel’de görüldüğü gibi, siyasetçileri de etkilemektedir. Türkiye’nin hayali AB yolunda karşılaştığı manzara bunun delilidir. AB militanları şimdi suçu AB’ye atarak işin içinden sıyrılmaya çalışmaktadırlar. Dün de AB, Cumhuriyet ve milli devletten dönüşümün adresi idi. “AB, 28 Şubat’ı yenecek” diye yazıyorlardı. Dünün Ali Kemalleri ve Damat Feritleri bugün de geçerlidir. Dün Milli Mücadelecileri eşkıya, maceracı, 3-5 haydut diye suçlayıp “Payitaht merkezi İstanbul’u da mı bize kaybettireceksiniz” diyenler, İzmir’e ve Anadolu’ya çıkan işgalcilere alkış tutanlar, işbirliği yapanlar; bugün Brüksel’in şefaatinden medet ummuyorlar mı? Bağımsızlık ve egemenlik haklarının devrini hatta misyonerliğin serbest bırakılmasını, yabancıların kâr ve ticaret amaçlı yeni vakıflar kurmalarını, Türk yerine Türkiyeliliği savunmuyorlar mı? Irkçı, bölücü terör örgütü önemli kan kaybettiği dönemlerde, bazı sözde aydınlar dışarıdan güdümlü olarak siyasi çözümü seslendirmiyor mu? Bu, psikolojik savaşın bir parçası değil mi?

Değerlerimizi Yaşatmak ve Yahya Kemal’i Tüketmek

J. P. Sartre’ın, düşüncelerini çekinmeden açıklayan, eleştirilerini pervasızca yapan bir yazar ve filozof olduğu bilinmektedir. Onun acımasız eleştirilerine hedef olanlardan bir de Cumhurbaşkanı De Gaulle’müş. Yakın çevresi Sartre’ın eleştirilerine kızar, De Gaulle’ü, ona karşı kışkırtırlarmış. “Sayın Başkan, bu kadarı fazla, kim olursa olsun herkes haddini bilmeli; siz her şeyden önce Fransa’yı temsil ediyorsunuz.” derlermiş. Bir gün De Gaulle, bunların hiç beklemedikleri ve düşünmedikleri cevabı vermiş: “Evet, ben Fransa’yı temsil ediyorum; ama J. P. Sartre de Fransızları temsil ediyor.”


De Gaulle’ün cevabı, her türlü takdirin üzerinde. Bu cevapta derin bir tarih bilinci, asil bir hoşgörü, engin bir ufuk var. Bu anlayış olduğu içindir ki Fransa bugün Fransa’dır, Sartre Fransa’nın ve insanlığın büyük değerleri arasındadır.


Her büyük sanatçı, önce yetiştiği toprağın, sonra insanlığın ürünüdür, değeridir. Büyük değerler; ayrıştırmaz, kaynaştırır; öldürmez, yaşatır. Onlar, toplumların, insanlığın ortak ruhudur, kutbudur. Homeros, Yunus Emre, Beydeba fikirleriyle insanlık için bir kılavuzdur.


Yahya Kemal Beyatlı; sanatıyla, siyasi duruşuyla, medeniyet anlayışıyla, pratik zekâsıyla, estetik algılamasıyla, etkisiyle, hayatında geçirdiği değişikliklerle bilinmesi gereken milli değerlerimizdendir. Ölümünün 50. yılı olan 2008, Yahya Kemal Yılı ilan edilmiş. Ülkemizin değişik yerlerinde ünlü şairle ilgili programlar yapılıyormuş. Kocaeli Kültür Müdürlüğünce yapılan programa davetliydim. Davete icabet edenler salonu doldurmamıştı. Programda bir emek olduğu gözleniyordu. Ancak benim tanıdığım Yahya Kemal, fotoğrafıyla ve birkaç kitabıyla orada mevcuttu. Bol şarkılı programa gelenler, Yahya Kemal’i tanımaktan çok, söylenen şarkılarla eğlenmiş oldular. Bestelenen şiirlerinden verilen örnekler onu anlamayanlar tarafından seslendirildiğinden kulaklarımız ve vicdanlarımız rahatsız oldu. Program, bildik fıkralarla süslenmek istenince bir hayli seviye kaybetti. İyi bir kumaşın güzel bir elbiseye dönüşmesi için usta ve duyarlı bir terzinin elinden geçmesi gerektiğini bir kez daha anladık. Yahya Kemal, mezarından çıksa, arka sıralardan birine oturup kendisiyle ilgili yapılan programı seyretseydi herhalde kahrolurdu. En azından şunları derdi: “Nerede beni ben yapan annemle ilgili hatıralarım? Nerede ben o dönemin aydın olma modası sosyalistken Fransa’da Albert Sorel’in “Fransa’yı Fransa yapan bin yıllık Fransız toprağıdır.” sözünü derste dinledikten sonra kendime gelişim, kırılma noktam ve yaşadığım düşünce buhranım? Nerede bayram namazına gitmeyen biri olarak Süleymaniye Camii’ne namaz için gidenleri görünce duyduğum mahcubiyet ve bunun üzerine yazdığım Süleymaniye’de Bayram Sabahı isimli şiirim ve bunun hikâyesi? Nerede, düşüncelerindeki değişimi bir türlü tamamlayamayan Ziya Gökalp’e Türk tarihi ile ilgili tesirim, onu yönlendirmelerim? Nerede “Bu dil, ağzımda annemin sütüdür.” diyerek aşkla sevdiğim Türkçeyle ilgili düşüncelerim? Nerede bir medeniyet merkezi olan İstanbul’la ilgili hissiyatım? Nerede şiirimize getirdiğim estetik ruh ve bunun örnekleri?” Her biri bir tez konusu olacak bu sorulardan hiçbirinin cevabını bu programda bulamadık. Bulduğumuz şu: Yahya Kemal Beyatlı; çok yemek yiyen, obur, hafifmeşrep, biraz nüktedan, megaloman bir adam.


Toprağı sevmeyen kişi, çiftçi; koyunu sevmeyen şahıs, çoban; kumaşı sevmeyen fert, terzi olamaz. Malzemesiyle özdeşleşmeyen, onun ruhunu okuyamayan hiçbir usta kalıcı ürün ortaya koyamaz. İnancımızın, tarihimizin, kültürümüzün mimarı, temsilcisi olan değerlerimiz de onlara layık kişiler tarafından, onların ruhunu rahatsız etmeyecek programlarla tanıtılmalıdır. Onları yaşatmak vefa borcumuzdur. Borç, tüketerek ödenmez.


Güzel bir hüsn-i ta’lil sanatıyla “Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden, /  Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden.” diyen Yahya Kemal’in, gittiği yerden memnun olmasını arzularız. Ruhu şad olsun.

Harekâtın Psikolojik Sonucu

Her şey ne kadar iyi gitmeye başlamıştı. Hükümet diplomatik ilişkileri çok iyi yürütmüştü. Kara harekâtı hakkında görüş ifade eden devletler Türkiye’yi haklı buluyor, desteklemeyenler bile PKK’ya karşı sınır ötesi bir harekâtı anlayışla karşılıyordu. ABD ortak düşmanımız ilan ettiği terör örgütüne yönelik kara harekâtı için anlık istihbarat desteği vermeye devam ediyordu.


Ordumuz, atalarından tevarüs ettiği kahramanlık ruhunu en zor şartlarda elle tutulur, gözle görünür bir açıklıkta göstermekle kalmıyor, teknolojik imkanları en üst düzeyde kullanırken, yapılan masrafları son kuruşuna kadar helal ettiriyordu..


Her şey iyi gidiyordu.. Hükümet ve Genelkurmay mensupları ayaküstü demeçler ve lüzumsuz ifadelerden kaçınan bir dikkat ve özen içindeydiler.  Tepede görünen bu birlik ve beraberlik görüntüsü topyekûn milletimizi ortak heyecan ve duygulara sürüklüyordu.


Yahya Kemal’in bir milletin nasıl olması gerektiğini ifade eden mısralarında olduğu gibiydik sanki:


“Dili bir, gönlü bir, imanı bir insan yığını;
Görüyor varlığının bir yere toplandığını…”


ABD Dışişleri Bakanı ile Başkan Bush’un “Türkiye’nin harekâtı iki haftada bitirmesi gerektiğini” söylemesinden sonra Hükümetimizden ve Genelkurmay Başkanımızdan gelen açıklamalar ne kadar gururumuzu okşamıştı.


Bu sözlerin üzerinden 24 saat geçmeden ordumuzun Irak’ın kuzeyinden geri çekildiğini öğrendik. Hem de ilk olarak Barzani’nin ağzından. Bu durum “Türkiye’nin sınır ötesi operasyonu ABD’nin izni ile ve ancak O’nun istediği sınırlar içinde yapabildiği” şeklinde algılanmasına yol açtı.


Barzani’nin açıklamasından saatler sonrasında bile Türkiye Başbakanının “Ulus’a Sesleniş” konuşmasının kaydını yaptırırken, “harekâtın başarıyla devam ettiğini” söyleyişi ise Hükümet ile Genelkurmay arasında ciddi bir kopukluk olduğunu gösteren vahim bir durumdu.


Kara harekâtı askeri açıdan kesinlikle başarılı idi. Vurulan hedefler ve etkisiz hale getirilen terörist sayısı önemliydi. Ancak harekâtın asıl amacı Türkiye’nin kendisi açısından gerekli gördüğü her durumda sınır ötesi operasyon yapabileceğini ve eşkıyayı ininde vurabileceğini göstermekti.


Ordumuzun sürpriz geri çekilmesi, harekât boyunca Türk Ordusunun asimetrik güç üstünlüğü ve “ABD’nin kendilerini sattığı” düşüncesinin yarattığı moral bozukluğu ile psikolojik yıkım içindeki PKK, Barzani ve sempatizanları için adeta bir hayat öpücüğü oldu.


Genelkurmay’ın, Hükümetin ve Cumhurbaşkanı’nın “harekâtın sona ermesi kararında ABD’nin etkisi olmamıştır, önceden planlandığı şekilde sona ermiştir” şeklindeki açıklamaları maalesef inandırıcı olmamıştır. Gerçek ne olursa olsun vatandaşlarımızın bizi yönetenlere karşı duyduğu bu inanç kaybı da ciddi bir olaydır.


Eğer Türkiye, ABD ile yapılan ön anlaşmanın dışında bir harekât yürütmeye kalkışmış ve ABD resmi kanallarla ilettiği görüşünü dinlemediğini gördüğü Türkiye’ye medya üzerinden de duyurduğu bir baskı uygulamışsa.. Bu baskıya Türkiye direnç gösterememişse.. Diplomatik ve siyasi fiyasko söz konusudur.


Yok eğer Türkiye’nin harekâtı zaten sona erdireceğini bilen ABD, kendi talebi sonucu Türk Ordusunun geri çekildiği izlenimi vererek Türkiye’ye “kazık attıysa”.. PKK ve Irak’ın kuzeyindeki Kürt unsurlara oyunun sadece ve sadece kendi kontrolünde ve kendi yazdığı senaryo dâhilinde oynanabileceğini, “tek güvencenin ABD olduğunu” göstermiş olmaktadır. Daha da ötesi Türk milletinin kazandığı özgüvene ciddi bir darbe vurmuştur.


Her iki durumda da, Türkiye kazandığı askeri başarıyı, siyasi alanda gösterdiği beceriksizlikle harcamıştır.  


Bu beceriksizlikten sonra, harekâtın amacı olan “Irak’ın kuzeyinin terör örgütü için emniyetli bir bölge olmadığını göstermek” hedefine tam olarak ulaşmak, ancak bundan sonra yapılacak daha kapsamlı başka bir sınır ötesi kara harekâtı ile mümkün olabilecek. Yazık…