24.8 C
Kocaeli
Salı, Temmuz 8, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1311

Şehitlerimizin Yüzü Suyu Hürmetine!

Tarihe bakıldığında Türk milletinin tarihinin hemen her döneminde
vatan savunması içinde bulunduğu görülür. Anadolu’ya gelmeden önce Orta
Asya’da başlayan vatan mücadelesi, Türklerin Anadolu’yu yurt edindiği
1071 yılından beri devam etmektedir. Yani bizler 936 yıldır bu
topraklar için şehit vermekteyiz. 936 yılın son 100 senesinde de şu an
üzerinde yaşadığımız sınırları kaybetmeme gayesiyle mücadele
etmekteyiz.

Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un Anadolu toprakları için
kullandığı “Şüheda fışkıracak, toprağı sıksan şüheda (şehitler)”
ifadesi, bu süreci çok doğru biçimde vurgulamaktadır. Nitekim
milletimiz hala bu vatan için kan dökmeye devam etmektedir.

Ulusal basında bir köşe yazarının yazısında bahsettiği bir cümle çok
dikkatimi çekti: Kendisine bir büyüğü “devlet yaşlanmaz devletin yaşı
hep yirmidir” demiş. Ne kadar isabetli bir cümle! Geçmişten günümüze
değin yapılan savaşlara bakıldığında vatan için ölenlerin çoğunun genç
olduğu görülmektedir. Mesela Çanakkale Savaşı tarihe o dönemin genç
nüfusunun büyük çoğunluğunun yitirilmesiyle adını yazdırmıştır.

Bugüne geldiğimizde de 1980’lerin başından itibaren yapılan terör
mücadelesinde vatanın bölünmez bütünlüğü için şehit olanların hemen
hepsinin 20’li yaşlarda gençler olduğunu görüyoruz. Türk Devleti’ni tüm
dünyada temsil edenler işte bu gençlerdir. Onlar vatanın bölünmez
bütünlüğünün bizler için önemini lafla değil icraatla, kendilerini bu
topraklar için feda ederek tüm dünyaya göstermektedirler.

Zaman zaman büyüklerimizin “Allah bu memlekete bir zeval vermiyorsa,
bu toprakta yatan şehitlerin yüzü suyu hürmetinedir” diyerek İstiklal
Savaşına şahit olanların şehitlerimizden gelen desteklere dair
anlattıkları olayları hatırlarım. İlk bakışta çoğu insana mistik bir
söz gibi gelse de Kur’an’da şehitlere dair geçen “onlar için ölü
demeyiniz zira onlar diridirler” ifadesi ile bu makamın öneminin
vurgulanmasının, yukarıdaki sözün gerçekliğini ifade etmek için önem
arz ettiğini düşünüyorum.

Ancak gerek maddi gerek manevi anlamda kendilerinden destek
bulduğumuz şehitlerimize karşı bizlerin gösterdiği saygı maalesef
günden güne azalmakta, Türk milleti hafızası zayıf milletlerin başında
gelmeye başlamaktadır.

Nitekim geçtiğimiz günlerde televizyonda gösterildiği üzere,
Çanakkale Savaşı sırasında Kumkale mevkiinde yapılan taarruzda
verdiğimiz şehitlerimizin kemiklerinin yağmur yağdığında hala yüzeye
çıkması, üstüne üstlük bir de üzerlerinden yol geçirilmesi, hafızamızın
nasıl zayıfladığını ve değerlere sahip çıkılmamasının derecesini
göstermesi açısından hayli önemlidir.

Devletimizin esas sahibi olan şehitlerimizin bahsettiğimiz manada
yardımlarına binaen devletimizin milli menfaatlerinin onayının
dışarıdan aranması bizi bir kat daha fazla üzmektedir.

Hala vatanını büyük bir gururla savunan bu kadar genci bulunan genç
bir milletin gücünü dışarıdan aramaya kalkması, hem bu vatan için
canını verenlere hem de vermeye hazır olanlara karşı yapılabilecek en
büyük yanlışlardan biri olduğu gibi milletimizin menfaatlerinin doğru
biçimde gözetilememesi anlamına da gelmektedir.

Bu sebeple dökülen bunca kanın boşuna olmadığını, bilhassa günümüz
için bu kanların yerde kalmayacağını ifade edecek en güzel tavır büyük
önder Atatürk’ün öngörüyle vurguladığı üzere “muhtaç olduğumuz kudreti
damarlarımızdaki asil kanda aramak” olacaktır.

Bu vesile ile mübarek Ramazan Bayramınızı tebrik eder, ihtiyaç
duyduğumuz huzur, mutluluk ve hayırlara vesile kılmasını Cenab-ı
Allah’tan niyaz ederim. Saygılarımla!…

Küresel Isınma

Bugünlerde dünyada bir şeyler oluyor. Televizyonları açtığımızda,
gazete sayfalarını çevirdiğimizde, reklâmlarda hep karşımıza o çıkıyor.
Yeni bir şey; ”Küresel Isınma”.

Aslında hiç yeni değil ama dünya toplumlarının bireysel gündemine
daha yeni yeni oturuyor. Oturuyor kelimesi çok doğal ve masum durdu,
düzeltiyorum, “oturtuluyor”.

Niyetim bu konuda bilimsel ahkâmlar kesmek değil elbette. Zaten öyle
bir bilgi pompalaması yaşanıyor ki(bilgi kirliliği demek daha doğru
olur), ev hanımlarından sokaktaki işportacıya kadar herkes az çok bilgi
sahibi olmuş durumda. Ben konuya başka bir pencereden bakmak istiyorum.
O nedenle kıt olan tarih, siyaset ve sosyoloji bilgi birikimimle komplo
teorileri üretme güdüsünden bir türlü kurtulamıyorum(gerçi küresel
terör, büyük Ortadoğu projesi gibi dönemlerinin dışlanan komplo
teorilerinin artık günümüzün gerçekleri olduklarını unutmamak gerekir).

Şöyle tarihe bir yolculuk yapalım. Bugün “büyük” batının iddia
ettiği ve bizim politika ve bazı ileri aydınlarımızın da sık sık
propagandasını yaptığı bir açılım vardır. “Avrupa ve batı zengin. Onlar
bu zenginliğe demokrasi, insan hakları ve hukukla ulaştılar. O
nedenledir ki biz de zenginleşmek için onlar gibi olmalı, o sistemi
tercih etmeli ve onların içinde olmalıyız…)

Bu nedenle konuya batının zenginliğinden başlamak
istedim.1600-1800’lü yıllar; Avrupa sefalet, açlık, hastalık ve
barbarlık içerisinde kıvranmaktadır. İnsanlık tarihi boyunca hem
dünyadaki diğer uygarlıkların hem de birbirlerini boğazlamaktan
bıkmamışlardır. Bunu da çoğu zaman üstün beyaz ırk ve kutsal din adına
yapmışlardır.

Günümüzde bizim gibi nezih bir milleti bile ırkçılıkla, faşizmle
suçlamalarına aldanmamak gerekir. Zira ırkçılığın zirvesinin yaşandığı
yerdir Avrupa. Irkçılık temellerindeki en önemli yapı taşıdır
Avrupa’nın. Bir başka yazıda bu konuyu çok detaylı ele almak isterim.
Ama girmeden de duramıyorum. Avrupa dünyayı sömürmeye başlar. Sömürge
olarak ele geçirdikleri her yerdi kan ve zulüm içerisinde kuruturlar.
İnsanlarını zincirlere vurup köle yaparlar. Onlara göre derisi farklı
olan insan değildir zaten. Diğer beyaz ırklarda barbardır. Tanrı onları
üstün yaratmıştır. Yeraltında ve yerüstünde ne varsa talan ederler.

Bu hammadde gücüyle sanayileri büyür. Ve eski bir hastalık nükseder.
Kendi insanlarına da ırkçılık yaparlar. Artık kendi emekleri
insanlarını da sömürmektedirler. Emperyalizm doğmuştur. Aslında uzun
zamandır vardır. Biz adı yeni konmuştur diyelim. Ve dünyanın yeni
siyasetinin temelleri atılır. Toplumları katlederek, zincire vurarak,
soykırımlarla sömüren emperyalizm, yeni bir sömürü sistemi geliştirir.
Özetle Hammadde katliamlarla kanla elde edilirken, zorbaca elde ettiği
hammaddelerle yaptığı üretimi, pazarlaması gerekmektedir(bu vahşi
çılgınlık, hammadde pazar kavgalarına dönüşecek, kendilerine ve dünyaya
iki kez kan kusturacaklardır).

1900-2000’li yıllar; Bu yeni sistem bireylerin sömürülmesidir. Bir
şeyi çok iyi fark etmiştir emperyalizm; dünyanın bütün hammaddelerini
alsanız da, ürettiklerinizi satmadan büyüyemezsiniz.

Önce kendilerinden başlarlar. Çılgınca tüketen, bencilce yaşayan,
parayla alabildiği her şeyi kendisinin olduğunu varsayan bir toplum
yaratırlar. Dünyanın geri kalanı umurlarında bile değildir. Çünkü onlar
üstün beyaz Hıristiyan ırktır. Zaten dünyanın geri kalanı insan
değildir. Ama bu farkı ortaya koymaları gerekmektedir. Ve demokrasi ile
insan hakları doğar. Bu evrensel ve güzel kavramlar sizleri
yanıltmasın. Bunlar kendileri içindir. O nedenle demokrasinin ve insan
haklarının dünyanın geri kalanında yaşanmasına hayatta izin vermezler.
Bu onların üstünlüğü ve onların haklarıdır.

Dünya İnsanlığının kanı üzerine kurulmuş bu zenginlik, emperyalizmi
doyurmaz. Şirketler o kadar güçlenmiştir ki, onlara göre sınırlar
devletler yoktur. Dünyayı gerçekte onlar yönetmektedirler. Bu konuyu
ileride başka bir yazıda ayrıntılı bir şekilde ele almak isterim. Bu
güç açlığı kendileri dışındaki fakir dünyayı da tüketim çılgını haline
getirmelerine zemin olmuştur. Öyle ya insanlara her şeyiyle ürün
tükettirmek, zincirlere vurup katletmekten çok daha kolay ve karlıdır.
Fakat bizim gibi köklü milletlerde bunu bir anda uygulamak zordur.

Uzun yıllar alan projelerle kültürel yozlaşma, bencilleşen kişisel
yaşam, değerlerini yitirmiş, dejenere değerlere sahip bireyler
oluştururlar. Matrix filminde olduğu gibi tüm insanlar bir insan
tarlasında, karınlarındaki sırtlarındaki hortumlarla, bir rüyada
yaşayarak, aslında farkında olmadan yaşam enerjileriyle bu dev
sistemleri beslerler. Ama her şeyin bir sonu olduğu gibi bu çılgın
üretim- tüketim kapasitesinin de bir sonu var.

Dünya sınırlı kaynaklara sahip. Ama bize her şeyi tükettiren bu
canavar, felaketi bile kara dönüştürecek formülü bulmuş anlaşılan. Yeni
bir tüketim dalgası yaratıyorlar. Felaketler üretip bunu satıyorlar.

Bize diyorlar ki; “ey dünya insanlığı çok tüketim yaptık, dünyanın
dengesi bozuldu, kaynaklar azaldı. Artık çevreye duyarlı ürünler
üretiyoruz. Dünyayı kurtarmak için bu ürünlerden alın.” Bu felaket
pazarlaması o kadar büyüdü ki, filmler haberler, makaleler insanları
buraya endeksledi. Kısacası harcamaya devam.

Evet, çağımızın yeni kavramı “Küresel Isınma”. Buzlular eriyormuş,
iklimler değişiyormuş. Sonumuz geliyormuş. Aslında yüzyıllardır eriyen
buzullar değil, insanlık ve insanlık değerleri eriyor.

Dünya yaratıldı yaratılalı hep değişiyordu zaten. Bir eriyordu
buzullar, bir donuyordu, Buzul çağları oluyordu. Öyle ya kıtalar bile
yerinde durmuyor, hareket ediyordu. Dediğim gibi eriyen bizleriz,
değişmeyen, milyonlarca insanın kanı pahasına tüketen, zenginleşen ve
tükenen bizleriz. Küresel felaket dünyanın doğasında değil, biz
insanların kendisinde.

Zaten hiç kimsenin de derdi dünyanın yok olması değil, kendi yaşam kalitelerinin yok olması.

İleriki yazılarımda diğer konuları izah etmeye çalışırken kendimce,
bu konulara yine değineceğim. Çünkü hepsi birbirine o kadar bağlı
ki.Bir kelebeğin kanat çırpışının, rüzgara etkisi gibi..

Asude Ayrılık

Ansızın gelen ayrılığı, yeğenim telefonda: “Dayı, annem öldü.”
cümlesiyle bildirdi. İnanamadım, telefon açtım beş dakika sonra: “Oğlum
şaka yapma.” dedim. Ölüm, uzaktı; yakıştıramadım ona ölümü; hayat
doluydu, hem “rind”di hem “zahid”di. Onun ölümüne inanmak için
yokluğunu kabul etmek gerekiyordu. Aile ortamımızda onsuz bir hayat,
gülsüz çiçek bahçesinden beterdi. Gönül zenginliğiyle, her sıkıntımızın
merhemi oldu. Bahçemiz gülsüz, yaramız merhemsiz kaldı.

“Allah’ım, sana en yakın olduğum zaman canımı al.” diye dua
edermiş. Ölümden korkmadığını, ölümü özlediğini; sohbet ve dost
meclislerinde bulunmak, bol ibadet yapmak, herkesten helallik almak ve
çokça yardımda bulunmak istediğini söylermiş son zamanlarda. Onu bizden
çok seven Yaratan, yanına almak için hazırlıyormuş meğer. Her zaman
gafil olan bizler bunu ya anlayamıyorduk ya kabullenemiyorduk. Ebedi
dünyanın yolcuymuş; o kurtuldu, biz öksüz kaldık.

Yatalak babamız, kötürüm annemiz, biz kardeşler, iki evladı ve
karşılıksız seven dostlarıyla kabullenemiyoruz onun birden kuş misali
uçuşunu. Bir ayrılık bu kadar güzel olabilir, sevenlerine bu kadar acı
verebilir. Rahmet ayı Ramazan’ın son on gününe girmiştik. Vakit,
ikindiyi biraz geçmiş. Her akşam her birine konuk olduğu bir dostunun
evine gecikerek gitmiş. Seccade istemiş ikindi namazını kılmak için.
Hiçbir rahatsızlık belirtisi yok, secde halinde Rabb’ine kavuşmuş. Her
şey orada bitmiş zaten, kaldırılan hastanenin doktorları “kalp krizi”
demişler. Ölüm gelmiş cihane, baş ağrısı bahane. Akrabalarına,
dostlarına tez ulaşmış kara haber. Hastaneye gittiğimde eğilmiş başlar,
fersiz gözlerle karşılaştım. Hıçkırık sesleri sarmıştı bahçeyi.
İnanamadım öldüğüne, görmek istedim. Gördüm, ablam ölmüştü. Yapacak şey
yoktu, gözyaşlarıyla yüreğimizi serinletmekten başka. O, kendini
dünyanın kirinden arındırarak; fakat anasının, babasının, evlatlarının,
yakınlarının, dostlarının yüreğini dağlayarak gidiyordu. Ne rahat
gidişti o. Tez zamanda terk etti dünyayı. Ertesi gün öğle vakti kabrine
teslim edildi. Hiçbir maddi sıkıntıya sebep olmadı ayrılırken. Kuş gibi
yaşadı, kuş gibi gitti Karacaahmet’in serin servileri altındaki
yuvasına.

Bir can değildi o, canlar canıydı. Yaşadığı hayatı önemsemez,
yaşayanlara hayat verirdi. Bezgin ruhları canlandırır, kötümserleri
iyimser yapardı. Bilgi dünyası dardı; ama gönül dünyası genişti. İlmi
yoktu, irfanı vardı. Azığı, sabır ve tevekküldü. İki kocasının da
kanserden ölümünü görmüştü; hiçbirinin ölümünde gözyaşlarını dışa
vurmamıştı. Yedirmek, içirmek, hediye vermek, insanları birbirleriyle
tanıştırmak, dostluklar kurup pekiştirmek en büyük zevkiydi. Günlük
yaşardı, yarın endişesi yoktu. Ona göre yarının sahibi vardı. Çözümsüz
sorun yoktu, her sorun mutlak bir sebeple çözülürdü. Dünya dertlerini
önemsemediği için rind, Hesap Günü’ne uygun yaşadığı için zahid sıfatı
pek uygundu kendisine. Hesabını veremeyeceği her türlü davranıştan,
sermayeden kaçınırdı, inancını aşırı yaşamaktan haz alırdı. Bir daha
söyleme fırsatı belki bulamam diye bildiği doğruları söylemekten
kaçınmazdı, dönüşü olmayan bir seyahatin yolcusu olduğunu bilirdi. En
zengin oydu; pek çok insanın emek vererek ulaşacağı makama, elde
edeceği itibara o sahipti. Fethettiği bütün gönüllerin dünyalıkları
onun sayılırdı. Dünyacı değildi; fakat dünyanın tadını çıkarmıştı.
Dünyadan alacağı bir şey kalmamıştı, inanıyorum ki şimdi o, öbür
dünyanın tadını çıkarıyor. Yahya Kemal dizelerinde sanki onu anlatıyor:
“Ölüm, asude bahar ülkesidir bir rinde; / Gönlü her yerde buhurdan gibi
yıllarca tüter. / Ve serin serviler altında kalan kabrinde, / Her seher
bir gül açar, her gece bir bülbül öter.”

Ablamız, serin serviler altında şimdi bir gül, biz ise bülbül… Özenilecek bir hayat ve ölüm için kendimize dua edelim.

Siyasi Dengeler–1

22 Temmuz seçimlerinden sonra oluşan siyasi dengelerde AKP’nin
aldığı %46,5 oy oranı en belirleyici parametre oldu. Seçimden önce de
tek başına iktidar olan ve az bir destekle anayasayı değiştirebilecek
konumda olan AKP, milletvekili sayısı bakımından benzer konumda
olmasına rağmen, artan oy oranının sağladığı psikolojik güç ile hareket
alanını daha da genişletti.

İktidarın cumhurbaşkanını seçtirmesi ve yapmak istediği radikal
değişiklikler için meclis içi ve dışı muhalefet direncinin
zayıflamasında, seçimlere katılım oranının yüksek olması ve mecliste
daha çok partinin ve kesimin temsil edildiği bir yapının oluşması da
etkili oldu.

Seçimin üzerinden daha üç ay bile geçmeden AKP iktidarının devamı
için oy kullanan üç ayrı kesimin tepkileri arasında ciddi farklılıklar
kendini göstermeye başladı:

1- İstikrar adına AKP’ye destek veren “liberal” ve “eski solcu”
kesimler Cumhurbaşkanlığını da AKP’nin almasından, yapılmak istenen
yeni Anayasadan ve AKP’nin esas tabanını teşkil eden “milli
görüşçülerin” muhtemel “mahalle baskısından” endişe etmeye başladılar.

Bu kesim AKP’ye oy verdiği halde, başörtüsünün “Atatürk’ün Köşküne”
girmesinden dolayı psikolojik yıkım yaşamakta ve “çağdaş yaşam”
tarzlarına müdahale edileceği korkusu içindeler. AKP’nin bu kadar
güçlenmesinden rahatsız olan bu kesimin öncüleri “liberal”, ve “eski
solcu” aydınlar, Hürriyet Gazetesi öncülüğünde, AKP’nin gerçek
tabanının zafer duygularına gem vurmaya ve iktidarın radikal kararlar
almasını dizginlemeye çalışıyor.

2- “AKP’ye şartsız destek veren” ve kendilerine 2. Cumhuriyetçiler
denilen bir grup var. Bu entelektüel grubun sayısı az, ancak AKP
iktidarının yurt içi ve dışı etkin çevrelerde kabullenilmesini
sağlamada tesiri hayli fazla.

Bu grup, AKP iktidarlarını “evrensel demokrasiye ve dünyalaşma
sürecine geçişe” katkıda bulunduğu gerekçesiyle desteklediğini ifade
ediyor. AB’ye ne pahasına olursa olsun girme taraftarı olan 2.
Cumhuriyetçilerin, Batıdan gelen “insan hakları, demokrasi, özgürlük”
ambalajlı ne kadar proje varsa hepsine kayıtsız şartsız destek olması;
Kıbrıs, Irak gibi dış politika konularında ABD ve AB kaynaklı
görüşlerle tam bir mutabakat içinde olması dikkati çekiyor.

ABD ve ilişkili fonlarla münasebetleri iyi olan bu grup, milliyetçi/
ulusalcı ve cumhuriyetçi gruplar tarafından, Büyük Ortadoğu Projesi
kapsamında Türkiye’nin parçalanması ve yeniden düzenlenmesi amacına
hizmet etmekle suçlanıyor.

İkinci Cumhuriyetçiler AKP’nin “sivil ve renksiz Anayasa projesi”nin
destekçisi. “Mahalle baskısı” nedeniyle “çağdaş yaşam” tarzının tehdit
altında olacağı endişelerine katılmıyor.

3- Buna karşılık yıllardan beri kendini mağdur hisseden, seçimle
geldiği zaman bile inandıkları gibi yaşayamadığını, dinine ve
mukaddeslerine saygı gösterilmediğini düşünen AKP’nin gerçek tabanı,
bastırılmış duygularını açığa vurmakla gizlemek arasında tereddüt
ediyor. Bir yanda “geçmişte yaşadığımız mağduriyetlerin intikamını
almalıyız” anlayışında olanlar, diğer yanda da “temkini elden
bırakmadan devlet mekanizmalarını kontrol altına almaya çalışmalıyız”
diyenler var.

AKP iktidarı oy verme konusunda ortak hareket eden, ancak farklı
dünya görüşlerine sahip üç kesimin temsil ettiği siyaset anlayışı
arasından hangisini seçecek?

İster uzun vadeli siyaset düşüncesiyle, isterse devlet adamı
anlayışıyla hareket etsin, Sayın Başbakan ve Hükümetin milletimizin
bütününün hassasiyetlerini dikkate alan tercihler yapması en doğrusu
olacaktır.

İktidar öncelikle seçimlerde millete verdikleri sözleri unutmadan,
“tek millet, tek devlet, tek bayrak” anlayışından milim sapmadan..
“Hukukun üstünlüğü” ilkesinden taviz vermeden.. “Mali, iktisadi ve
idari tam bağımsızlık” umdesine bağlı kalarak.. “Din ve vicdan
özgürlüğünü” sağlamalı ve ekonomik kalkınmayı başarmalı.

Ancak sadece kendilerine oy verenlerin değil, hayat tarzlarına
devlet veya “mahalle baskısı” yoluyla müdahale edileceğinden endişe
edenlerin de; “Türk’süz ve Atatürk’süz Anayasa istemeyenlerin, “vatan
elden gidiyor” korkusunu yaşayanların da duygu ve hassasiyetlerine
saygı göstererek…

Gül Bahçesi

Hz. Ali (r.a) kendisine neden sıkça mezarlığa gittiğini soranlara şu cevabı vermiş: İki sebebi var.

-Anlattıklarıma itiraz etmiyorlar.

-Arkamdan gıybetimi yapmıyorlar.

Ramazan orucu hicretten bir buçuk yıl sonra farz kılınmıştır. Bu
durum kıblenin Kudüs’ten Kabe’ye çevrilmesinden kısa bir müddet sonraya
rastlar.

Peygamber (sav) efendimiz hayatında dokuz ramazan orucu tutmuştur. Bunlardan 4 ü 29 gün 5 i de 30 gün olmuştu

Lokman Hekim’e:

Bilgeliği kimden öğrendin diye soranlara körlerden öğrendim cevabını
vermiş. Çünkü onlar elindeki değnekle tam araştırma yapmadan adım
atmazlar. Emin olduktan sonra adım atarlar. Bundan dolayı bende bir şey
yapacağım zaman düşünür, faydalı ise konuşur, yararlı ise yaparım.
Faydasız ise bırakmayı ve susmayı tercih ederim.

Necip Fazıl’dan :

Ey akıl nasılda delinmez küfen,
Ebedi oluşan urbası kefen.
Kursa da köprü boşluğa, fen,
Allah derim başka hiç bir şey demem!

Hz. Ali (r.a) buyuruyor ki:

-Karşılığından bir menfaat umarak yapılan ibadet ticaretçinin ibadetidir.

-Korku sebebiyle yapılan ibadet kölenin ibadetidir.

-Allah’ın nimetlerine şükretmek maksadıyla yapılan ibadet hür insanın ibadetidir.

-Makul olan ibadet Allah (cc) rızasını kazanmak için yapılan ibadettir. Allah ancak böyle samimi ibadetleri kabul eder.

Allah Rasülünden:

Herhangi bir devlet başkanı yada idareci kapısını ihtiyaç
sahiplerine kapatırsa yani onları baş başa bırakırsa Allah da af ve
lütuf kapılarını onlara kapatır. Artık onlar ihtiyaçlarını ve dualarını
Allah’a iletemezler.

Şimdi dualarımızın neden kabule şayan olmadığı daha rahat anlaşılıyor.

Üç kişinin duası kabule şayandır.

  1. Mazlumun
  2. Misafirin
  3. Anne – babanın evladına

İbrahim Ethem’e sormuşlar:

İnsan niçin ölümden korkar?

Cevaben: Bütün servetini Dünya için biriktiren ahirete yeterli hazırlık yapmayan o serveti malı mülkü bırakıp gitmek ister mi?

Hadis-i Şerif’te kim Kuran-ı Kerim’i öğrenip de okumazsa sadece
odasının bir köşesine aşarsa Ahirette Kuran ondan şikayetçi olur.

Hadis-i Şerifte: Mallarınızı zekatla koruyun. Hastalarınızı sadaka ile tedavi edin. Belalara karşı dualarınızla hazırlıklı olun.

Lokman Hekime sormuşlar:

Hastamıza ne yedirmemizi tavsiye edersiniz? Oda cevaben:

Aman acı söz yedirmeyin de ne yese olur.

Hasan el-Basri: “Ben ölümden korkuyor ve onu sevmiyorum” diyen birine şu cevabı vermiştir:

Malını geride bıraktığın için sevmiyorsun. Eğer onu ahirete gönderseydin peşinden gitmek isteyecektin.

Alimlerden birisi abidlerden birine “Ben Allah’ın varlığını ispat
edecek yüz tane delil buldum deyince; Abid “O’na ben Allah’a delilsiz
inanıyorum” cevabını vermiş.

Ebu Hureyye den: peygamberimiz (sav) buyuruyor ki:

Nice oruç tutanlar vardır ki, açlık ve susuzluktan başka kazancı
yoktur. Nice gece kalkıp ibadet eden insanlar vardır ki uykusuzluk ve
yorgunluktan başka kazançları yoktur.

Şeyh Sadi’den:

Şeyh Sadi’ye insanlık nerede başlar diye sorarlar. Cevaben: “Teşekkür etmekle başlar” der.

Birisinden iyilik gören kişi “Adam sende canım yapmasaydın derse insan değildir.”diyor.

Önce teşekkür etmesini bilecek insanoğlu insana teşekkür etmeyen Allah’a da şükretmez.

Teşekkür etmesini bilen şükretmesini de bilir. O halde insanın
yaradanına ne kadar şükretmesi lazım. Bir nefeste iki kere şükretmesi
lazım. Niye, nefesi alamasa patlar ölür, aldığı nefesi veremezse çatlar
ölür.

Mevlana’dan:

Selçuklu sultanlarından biri Mevlana’yı ziyaret eder. Bu ziyaret
esnasında Mevlana ya saltanatları arasında ne gibi bir farkın olduğunu
sorar. Hz. Mevlana bu soruya şu cevabı verir:

“Senin saltanatın gözlerin kapanınca ( ölümle ) biter, oysa benim saltanatım gözlerim kapanınca başlar.”

Halid Bin Safvana:

“En aciz en beceriksiz insan kimdir? Diye sormuşlar

O da cevaben:

“En aciz en beceriksiz insan dost aramayandır. Ondan daha acizi ve daha beceriksizi ise bulduğu dostu kaybedendir.” demiş.

Ebu Hureyre’den:

Resulullah (sav) şöyle buyurdu: Kulun rabbine en yakın olduğu zaman
secde de olduğu zamandır. Bunun için secde de iken çok dua ediniz.

Aziz Mahmut Hüdayi hazretleri devrin padişahının gönderdiği hediyeyi
kabul etmeyip, geri göndermiş. Bunun üzerine padişah da o hediyeyi bir
başka alim olan Abdulmecid efendiye göndermiş. Abdulmecid padişahın
gönderdiği hediyeyi kabul etmiş. Bunun üzerine padişah:

Abdulmecid efendi Aziz Mahmut senin kabul ettiğin hediyeyi kabul
etmemişti der. Abdulmecid efendi padişaha hitaben Aziz Mahmut Anka kuşu
gibidir. O öyle şeylere itibar etmez ki. Padişah bu sefer bu cevap
üzerine Aziz Mahmut’a senin kabul etmediğin hediyeyi Abdulmecid efendi
kabul etti dediğinde Aziz Mahmut Hüdayi padişaha cevaben: O deniz
gibidir. İçine bir damla necasetin düşmesiyle kirlenmez der.

Müslümanın Müslüman üzerinde altı hakkı vardır:

1-Karşılaştığın zaman selam vermen.

2-Davet ettiği zaman davetine icabet etmen.

3-Senden nasihat istediği zaman nasihat etmen.

4-Aksırıp da “Elhamdülillah” dediği zaman ona hayır duada bulunup “Yerhemukallah” demen.

5-Hastalandığı zaman ziyaret etmen.

6-Öldüğü zaman cenazesine katılman.

Ramazana Veda Ederken

Değerli dostlar

Bu günkü yazımı biraz farklı yazmak istedim.Yazdığım konu bende
stres yapıyor.Yazı bittiğinde kimyam bayağı bozuluyor.Bu bakımdan hiç
olmazsa ramazanın son günlerinde stresten uzaklaşmak istiyorum.Hele de
bu gece kadir gecesi olunca.

Avrupalıların gıpta ettiği,İsveç te hastanelerde tedavi maksadı ile
kullanılan,vücuda faydaları çokça olan oruç iki gün sonra sona
eriyor.Bu ayda gözlemlediğim insanların dine daha fazla
yaklaştığı.Ayrıca dini vecibelerini yerine getirenlerin giderek genç
nesil olmaya başlaması.İçinde bulunduğumuz ortamın ve yozlaştırmaya
yönelik yayınların var gücü ile insanları dinden uzaklaştırmaya
çalışmasına rağmen dini duygularına daha çok sahip olan nesil giderek
gençleşiyor.Bir taraftan acaba İslamlaşıyor muyuz endişesi,diğer
tarafta laiklik elden gidiyor kaygısı dolayısı ile bazıları
feryad’ü-figan ediyorsa da Türkiye de %99 kesimin giderek artan bir
bölümü kimliğindeki İslam hanesinin gereklerini yerine getirmeye özen
gösteriyor.

Bazıları laikliği;”Din işlerinin devlet işlerinden ayrılması”
yerine” insanların dinine karışmak.Hatta onları dolaylı olarak kınamak”
gibi kullansalar da bu çabaları küçük bir kesimi sindirmekten öteye
gitmiyor.Her insanın mayasında inanmak vardır.Allah a inanmayanlarında
mayasında inanmak vardır. Dehşet anlarında müracaat ettikleri güç
bilinç dışı bile olsa” Yüce Yaratıcı “dır.Kendi sınırları içinde
fanatik dindarlığı suçluları kontrol etmede birinci önemli etken gören
Ülkeler inancı teşvik ederken,kontrol altında tutup sömürmek
istedikleri Ülkelerde de inancı zayıflatmak için azami ölçüde para ve
güç sarf etmektedirler.

Bulunduğumuz coğrafyanın çok önemli olması dolayısı ile bizi doğudan
koparmaya çalışanlar,doğu ile sürekli ekonomik çıkar ilişkileri içinde
oldular.Onların kaynaklarından azami ölçüde istifade ettiler.Bizleri de
gericilik vehimleri ile bu pazardan yıllarca uzak tuttular.

Topraklarımızda petrol bölgelerini işlettiler.Açmak zorunda
oldukları kuyular verimsiz diyerek içine taş doldurdular.Yıllar sonra
bu kuyuların çok verimli olduğu kendi imkanlarımızla kazılmaya
başlanınca anlaşılmıştır.

Maalesef en çok din adına konuşanlar dini bilgi ve tecrübesi olmayanlardır.

”Bana göre” diye başlayan , din hakkında ahkam kesen ve gerçek
bilgilerden tamamen uzak yazılar dine karşı ihanetlerle doludur.Satır
araları okunduğunda bu ihanet daha çabuk anlaşılıyor.Bütün bu dini
saldırılara rağmen sosyete dahil olmak üzere her kesimde inancı daha
rahat ifade etme eğilimi var.İnsanlar inanmak ve kendi ölçülerinde
inancının gereklerini ucundan kenarından yerine getirmeye çalışıyorlar.

Getirmeyene de kimse sesini çıkarmıyor.Ufak tefek lokal olayları
yapan kendini bilmezleri fırsat bilerek bir karış suda fırtına
koparmanın,felaket senaryoları üretmeninde bir alemi yok.

Gereğini yapmamak inanmamak anlamına da gelmiyor.İnanmak kalple,gereği vücutla olmaktadır.

İnanın Avrupalı insan inancı olmayanı sevmiyor ve ondan korkuyor.
Uzun süre yurt dışında kalanlar bu durumu çok daha iyi
bilirler.İnanmayandan her tür tehlikenin geleceğine inanıyorlar.Hangisi
olursa olsun kişinin bir inancı olması gerektiğini
biliyorlar.İnanmayana itimat etmiyorlar.Ona güven duymuyorlar.Onların
bakış açısı budur.

Bu Ülke insanını birileri ne kadar korkutmaya,inanan ve inanmayan
diye bölmeye,kapalı açık diye kavga ettirmeye çalışsa da tabandaki
halkın büyük bir bölümünün böyle bir sorunu yoktur.Her kes kol kola
gezmektedir.Hatta bazı ailelerdeki bireylerin bir kısmı kapalı bir
kısmı açıktır.Hiçte sorun olmamaktadır.Sorun tabanda değil,tavandaki
düzen kuruculardadır.

İyi ki varsın ramazan.

İnsan vücudunu rektifiye eden,dostlukları pekiştiren,dini daha çok
hatırlatan,iyilikleri arttıran,her şeyin sadece bu dünya ile ibaret
olmadığını,ötesinde bir başka alemin olduğunu hatırlatan ramazan.Sana
elveda.

Biliyorum ki seneye sen yine geleceksin.Fakat biz seni görebilecek miyiz.Ya nasip.

İnşallah görürüz.

Değerli dostlar.

Bu güzel ayı üzülerek geride bırakıyoruz.Bu güzel ay hürmetine
aramızdaki kırgınlıkların bir an önce giderilmesini,Ülkemize ihanet
içinde olanların ıslah olmasını,Ordumuzun her türlü dış düşmanlara
karşı daima muzaffer olmasını,Ülke bütünlüğümüzün daim olmasını,tüm iyi
isteklerimize ulaşmamızı,hür,kalkınmış,içte ve dışta itibarını
arttırmış bir Türkiye idealinin gerçekleşmesini ALLAH(C.C) den niyaz
ediyor.

Ramazan bayramınızı can’ı gönülden tebrik ediyorum.

Delik Balonları Şişirmek

Balonun hayatınızdaki yeri nedir? Siz çocukluğunuzda hiç balon
şişirdiniz mi? Rengârenk balonlarınızı şişirirken, uçururken neler
hissettiniz? Balonun, delik olduğu için şişmediğini fark ettiğinizde
veya bin bir gayretle şişirdiğiniz balon patladığında neler düşündünüz?

Özgür, varlıklı bir ailenin ilk çocuğuydu. İyi bir öğrenim görmüştü.
Öğreniminin bir kısmını yurt dışında yaptı. Para, hiçbir yaş döneminde
sorun olmadı onun için. Amacı, yönetici olmaktı. Ceo sözcüğü,
hayallerini süslüyordu. Birkaç yabancı dil öğrendi. Güçlü bir bedeni
vardı. Çevresi genişti. Balonlu dost meclislerinde mutlaka bulunduğu
için popülerdi ve medyatikti. Ona göre aklın ve paranın çözemeyeceği
sorun yoktu. En büyük güç, bilimdi. Aklı ve bilimi ölçü almayan hiçbir
düşüncenin, inancın değeri yoktu. Bir gün çok sevdiği kardeşinin
ateşler içinde yattığını öğrendi. Ateşin nedeni belli değildi, teşhis
konamıyordu. Bilim, ateşi düşüremiyordu, kardeşi kıvranıyordu. Günlerce
sürdü hastalık. Aşırı dozdaki ağrı kesiciler ve antibiyotikler kıvranan
kardeşin derdine derman olamıyordu. Bir gece vakti karanlığın
sessizliği çınladı kulaklarında. Her şey bitmişti. Ertesi gün,
mezarlıkta kendine geldi. Madem ölüm var, öyleyse niye doğduk, diyordu.
Balonda ikinci delik açılmıştı: Akıl deliği. Tarih kitaplarını okumayı
severdi Özgür. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nda nice servetin bir
değer olmadığını, zenginliklerin kişiyi kurtarmadığı gibi başlarına
dert olduğunu babasının vefatına kadar idrak edememişti. Tersine dönen
işler ve az kalan mirasın kavgası maddenin boğucu dünyasına karşı isyan
ettirmişti onu. Balonda üçüncü delik açılmıştı: Para. “Üç delikli
balonun peşinde koşuyoruz.” diye düşündü Özgür. “Üç delikli balon.
Akıl, bilim, para… Peşinde koştuklarımız birer delikse, biz bu balonu
niye şişiriyoruz? Şişirmek için balonu üfleyenler aslında delikleri
üflüyorlar. Delik varsa, bu balon şişmez.” cümleleri bir pişmanlığın
ifadesi olarak döküldü dudaklarından.

Her insan, dünya balonunu şişirmeye ve onunla oynamaya geliyor.
Hangi balonu şişirdiğiniz ve hangisiyle oynadığınız burada önemli.
Balonda oluşacak delik ya da delikler seçtiğiniz balonla doğrudan
ilişkili. Yunus Emre’ye kulak verelim: “Okumaktan mana ne / Kişi Hakkı
bilmektir / Çün okudun bilmezsin / Ha bir kuru emektir.” Yunus,
dizelerinde en kutsal eylem kabul ettiğimiz ve inancımızın ilk emri
olarak bildiğimiz “okumak”ın bize amacını söylüyor. Hak sözcüğünün
tevriyeli kullanıldığını düşünürsek, Allah’ı bilmeyenin, Allah’ın
koyduğu nizama göre bir yaşam tarzı kurmayanın; doğruluktan, adaletten
ayrılanın okumasının bir “kuru emek”ten öteye geçemeyeceğini
vurguluyor. Tek hedef, Hakk’ı bilmek. Bunun dışındaki bütün uğraşlar,
havanda su dövmek ya da akıntıya kürek çekmek.

Özgür de balonu çok severdi. Renkli balonlar belli bir yaşa kadar
heyecanına heyecan katmıştı. Yaşamak güzeldi. Akıllı ve paralı olmak,
bilimsel düşünmek büyük ayrıcalıktı. Pozitivist gaz, bu balonu orta
yaşlarda patlattı. Balonu şişirmek için zorladığı ciğerleri bir daha
gelir gelmeyecek.

Hâlbuki balon delikti. Geç anladı, taşın sert olduğunu, ateşin yaktığını, suyun boğduğunu…

Sizin balonunun ne durumda? Siz hangi balonu şişiriyorsunuz? Balonunuzda delikler var mı?

Bilim Adamları Neredesiniz?

Yıllardır bilim adamlarını dinlerim. Bazen solcusunu, bazen
milliyetçisini, bazen muhafazakarını dinler, hepsini dinlerken doğru
şeyler söylediklerini düşünürdüm. Onlara hak verirdim. Çünkü meselelere
hepsi ayrı bir pencereden bakıyordu. Zamanla dikkatimi bir şeyler
çekti. Herkes kendi kulvarında belki haklıydı. Fakat ortada bir netice
yoktu. Düşman adım adım amacına yaklaşıyordu. Taşlarını satranç
tahtasında doğru hareket ettiriyordu. Nedense bu alim takımı bir türlü
bir araya gelip meseleleri sözden aksiyona geçiremiyorlardı. Git gide
kendi içimizde bölünüyorduk. Kürt-Türk, Laik-Antilaik,
Cumhuriyetçi-Dinci diye soyut hedefler üretiliyordu. Hudutlarımız
etrafında problemler gitgide büyüyor. Komşularımız Amerikanın
Ortadoğu’yu teslim alma projesine teker teker teslim oluyordu. Dikkat
ediniz. Amerika Irak’ı işgal ettiğinde sadece Petrol Bakanlığının
etrafını korumuştur. Ne Merkez Bankasını, nede başka bir Bakanlığı
koruma gereği duymamıştır. Çünkü ona lazım olan sadece kendi
şirketlerinin Iraktaki petrol tapuları idi. Amerika Ortadoğu projesini
elli yıldan beri uyguluyor. Taşları yerlerine ustaca
yerleştiriyor.Bizim için suni korkular üretiyor. Bizde sazan gibi bu
tuzağa düşüyoruz.

Uyan ey halkım diyemiyorum. Zira önce uyanması gereken bilim
adamlarıdır. Araştırabilen, gerçeğe ulaşma şansı olan bilim
adamlarıdır. Çünkü dış güçlere göre düşman anti laik, dost ise laik
olan değildir.

Onlara göre düşman top yekün Türk milletidir. Ele geçirilmek istenende Türkiye topraklarıdır.

Hedef milleti bağlı olduğu değerlerinden uzaklaştırmak, millet olma
özelliğini yok ederek sürü haline getirmektir. Bu sadece benim fikrim
değildir. Bu tabirleri bir çok konuşmacı bilim adamından duydum. Bende
herkes onları alkışladım. Dağıldıktan sonra aradan geçen günlerde
hiçbir şeyin değişmediğini, fakat ülkenin giderek daha fazla kötü
şeyler yaşamaya başladığını gördüm. Siz hastaya bir yararı olmayan
ilaca iyi ilaç der misiniz? Tabii ki demezsiniz.

Öyleyse bir yerde yanlış var. Ülkeyi sevdiğini iddia edenler
icraatın içinde olmuyorlar. Kendilerini sıkıntıya sokmadan yaşamayı
kendilerine amaç edinmişler. Başka milletlerin bilim adamları da böyle
yapmıştı. Şimdi o bilim adamları çok sıkıntıda. Çünkü o ülkeler artık
istiklalini kaybetmiş. Yine o rahatını bozmayan bilim adamlarının çoğu
ülkelerini terk etmiş. Artık vatanlarında yaşamıyorlar. Böyle giderse
bizimkilerinde başına bu halin gelmesi kaçınılmazdır. Ben duvarın
arkasını görmeye çalışıyorum. Soyut hedefler,soyut düşmanlar hiç ilgimi
çekmiyor. Onların asıl düşmanımız tarafından üretildiğini adım gibi
biliyorum.

Argo tabirle gaza gelmeye, olmuşa binmeye hiç müsait değilim. Geçmişe ait hafızası olmayanlar tuzakları fark edemezler.

Sayın bilim adamları!

Birbirinizi yemeyi bırakın. Bir zaman sonra birileri hepinizi yiyecek. Hatta hepimizi yiyecek.

Lütfen beraber olalım. Düşman bildiklerinizle ön yargınızı bir kenara bırakarak yarım saat sohbet edebildiniz mi?

Hayır mı diyorsunuz? O zaman en kısa zamanda sohbet edin. Kısa zaman sonra hiçte düşman olmadıklarını anlayacaksınız.

Bu hepimiz için geçerli.

Ben dik duran ve diyalog kurabilen insanları seviyorum. Sütlaç gibi
bulunduğu kaba göre şekillenen insanlardan da çekiniyorum. Onlardan
kimseye fayda gelmez.

Ülkesine borçlu olan, bu ülkenin kendisine bir hayli yatırım yaptığı
insanlar. Yani bilim adamları. Ülkeye borcunuzu ödemek, boşa konuşmak
değildir. Konuşmayı aksiyona geçirmektir. Bir araya gelmektir. Ortak
bilgiyi yöneticilere kabul ettirmektir. Lütfen bunu yapınız.

Size ihtiyacımız var.

Anayasa Oyunu

Şırnak’ta bölücü terör örgütünün halka yönelen katliamını ve 12
vatandaşımızın şehit edilmesini protesto ediyor; onlara Fatihalar
gönderiyoruz. Örgütün aslında halka karşı olduğunu belgeleyen bu olay
yeni değildir.

Anayasa taslağı konusunda “efendim, ortada bir şey yok; bu taslak
AKP’yi bağlamaz” sözleri söylenebiliyor. Bu siyasi pişkinlikle ortaya
çıkanlar sanki bir çalışma grubu kurmamış, bu grubu isimlendirirken
siyasi kanaatlerine göre hareket etmemişler ve ortada hiçbir şey
yokmuş. Demek bu, bir anket veya kamuoyu yoklamasıdır. İktidar kendine
yakın bulduğu, yabancılara hoş gelecek bir metni hazırlayacak yol
arkadaşlarını seçmiştir.

Bu anayasa ne sivildir; ne de yenidir. 174 maddeli 1982 Anayasasının
8-10 maddesi hedef alınmıştır. Bu Anayasa sivil de değildir; çünkü,
anti-Türk ve anti-devletçi değerlendirmeleri taşımaktadır. Bunu
hazırlayan sicili belli insanlar da milli devlet, milli kimlik ve
Cumhuriyetle yabancılaşmış kimselerdir.

1982 Anayasasının ilk 3 maddesinin değiştirilemez ve değiştirilmesi
dahi teklif edilemez ifadesi 4. maddeden alınmış, oldukça geriye 134.
maddeye değiştirilerek taşınmıştır. Teklif edilen ve tasarıda yer alan
56. maddede milletin isminin Türk olduğu dışlanmıştır. Milli Güvenlik
Kurulu ile ilgili 91. maddede Başbakanın başkanlığında denerek,
kuvvetler ayrılığı prensibi yürütme lehine güçlendirilmektedir.
Jandarma Genel Komutanı Kurul dışına çıkarılmaktadır. Bunun gerekçesi
de Jandarma Genel Komutanlığının İçişleri Bakanlığına bağlı olmasına
bağlanmaktadır. Acaba Genel Kurmay nereye bağlıdır?

Tasarıda madde 94 de “milletlerarası tahkime ancak “yabancılık”
unsuru taşıyan uyuşmazlıklar için gidilebilir” ifadesinde yabancılığın
ne olduğu anlaşılır değildir. Oysa, bu taslağın hazırlanış
gerekçelerinden birisi anlaşılır olmaktır. Mahkemelerin bağımsızlığı ve
tarafsızlığı başlığı altında kimsenin mahkemelere ve hâkimlere emir ve
talimat veremeyeceği, tavsiyelerde bulunamayacağı belirtilmektedir. Bu
maddenin benzeri 1982 Anayasasında da vardı; ama, bizzat Sayın Başbakan
Elif Şafak davasına müdahale edici beyanda bulunmuştu. Hâkimler ve
Savcılar Yüksek Kurulu yürütme ağırlıklı hale getirilmektedir. TBMM
tarafından 5 asil üyenin seçilecek olması yanlış bir müdahaledir. 1961
Anayasasındaki madde bundan dolayı değiştirilmişti. Anayasa Mahkemesine
de yürütmenin müdahalesi artmaktadır.

1982 Anayasasının başlangıç metninin 1980 Müdahalesinin izlerinden
arındırılması doğrudur. Ancak, burada ifade edilen Türkiye
Cumhuriyetinin kuruluş felsefesini ve temel ilkelerini ifade eden
anlamlı cümleler neden devre dışı bırakılmıştır? Türkiye gecekondu bir
devlet midir? Tasarıyı hazırlayanların nerede “Türk”, “Atatürk” ve
“Türk Milleti”, “kutsal Türk Devleti” varsa değiştirdikleri
düşünülürse; bunun altında yatan sebep daha berraklaşır.

Taslak, ferdi, vatandaşlık duygusundan uzaklaştırmakta, onu tek,
bağımsız ve Türk Milletinden kopuk ele almaktadır. Bundan dolayı
“birey” odaklı demektedir. Bu değişikliğe gerekçe olarak 18.yy dan bu
yana anayasacılıkta ortaya çıkan değişmeler gösterilmesinin yerine;
ülkenin ihtiyaçları asıl gerekçe olmalıydı. Burada, Batıdaki devlet ve
fert ilişkileri ile bizdeki durum aynıymış gibi ele alınmaktadır.

Tasarıyı hazırlayanların milliyetçilikle ırkçılık arasındaki sosyal
mesafeyi bilmedikleri veya art niyetli oldukları anlaşılmaktadır. Türk
milliyetçiliği, etnik köken çağrışımı yapmaz, ırkçı, şövenist ve
yayılmacı da değildir. Bundan böyle bir anlam çıkaranlar günümüzde
yükselen milliyetçiliği bile fark edemeyen dar kafalılardır. Etnik
özelliği ne olursa olsun; hiçbir TC vatandaşının milliyetçi bir tavır
almasını engelleyen sınırlamalar yoktur. Yeter ki, farklılıklar
kutsallaştırılmaya çalışılmasın. Dışa kapalı ilkel etniklik peşinde
koşulmasın. İnsanlar kendi kendilerini öteki olarak görmesin.

Tasarıda 1982 Anayasasının değişik kısımlarında yer alan “ülkenin
bölünmez bütünlük ilkesi”nden rahatsız olup bunu farklılıkları dışlama
ya da bastırma olarak nasıl görülebiliriz?

Yaşasın Gerginlik!

Türkiye’de geçtiğimiz 6-7 yıldır yeni bir siyaset formülü belirlendi: “Gerginlik”.

“Gerginlik yaratarak siyaset yapmak” olarak açıklanabilecek bu formül, görülmektedir ki halk üzerinde bu siyaseti güdenler açısından olumlu etki yaratmaktadır.

Bu tarz siyasetin özellikle seçimlerden önce veya ülke geleceği açısından önemli bir karar alınacağı zaman halkın gündemini farklı noktalara çekip gerginlik yaratarak asıl meselenin teğet geçilmesi şeklinde tezahür ettiği artık hepimiz için aşikar bir durumdur.

Nitekim ülkemizde yeni anayasa çalışmaları yapılırken konun “Türkiye Malezya olur mu?” sorusuna kilitlenmesi de yukarıda izah etmeye çalıştığım gerginlik siyasetinin son şeklidir. Zira şu anda dikkatler yeni anayasadan ziyade bu soru üzerindedir ve “Malezya olur muyuz?” sorusu tartışılırken yeni anayasanın hazırlanma süreci doğru dürüst takip edilememektedir.

Halbuki ülke geleceği açısından esas önemli olan yeni anayasanın siyasi ve sosyal içeriğidir. Vatandaşlarımızı kısır döngü içerisine sokup çeşitli bloklara ayırmak, ileride ülke bütünlüğü gerektiren konularda ortak karar çıkmamasına sebebiyet verebilir.

Çünkü bizim tarihi geçmişimize bakıldığında milletimizin keskin hatlarla bloklaşmaya son derece müsait olduğu görülmektedir. Mesela son dönem tarihimizde CHP ve DP rekabeti sırasında milletimizin camilerini bile CHP ve DP olarak ayırması ve farklı düşüncede olanların aynı camide bile ibadet yapmamaları bu duruma belirgin bir örnek teşkil etmektedir.

Değerli okuyucular, bu dönem ülke geleceğimiz açısından önemli bir dönemeçtir. Çünkü geçmişten bu yana gelen Ermeni sorunu, Kıbrıs, Kuzey Irak ve AB gibi hayati konuların hepsi bir anda çözüme ulaştırılmak istenmektedir. Dolayısıyla milletimizin sürekliliğini belirleyecek konuların bir gerginlik ortamında oldu bittiye getirilmesi, konulara dair menfaat sahiplerine “yaşasın gerginlik” dedirtmektedir.

Ancak ülke geleceğimizi tayin edecek konuların bir kaos ortamında, milletimizi farklı konularla oyalayarak ve çeşitli bloklara ayırarak tartışılması, böylece konunun esas mahiyetinden uzaklaştırılması, sadece böyle bir ortamdan çıkarı olan menfaat sahiplerine uygun bir çözüm getireceği için ileride tamiri mümkün olmayan yaralar açar.

Etrafımıza baktığımızda Azerbaycan, eski Yugoslavya ve hatta bir nevi Irak’ın içinde bulunduğu kaos ortamının tek neticesi parçalanmak olmuştur. Önümüzde bu tarz örnekler mevcutken hala bizim gerginlik ortamı üzerine kurulu bir siyasetin oltasına takılmamız, geçmişi çok çabuk unuttuğumuzun en önemli göstergelerinden biridir.

Sonuç olarak belirtmek isterim ki; hayatın hangi kademesinde olursa olsun meydana gelen gerginlik insanın kişisel hayatını nasıl olumsuz etkiliyorsa, insanların oluşturduğu bir kurum olan devlette meydana gelen gerginlik de aynı sıkıntıları doğurur.

Bir gemi batıyorsa içindekilerle beraber batar. Bugün içimizde yaratılmak istenen gerginlik ve kutuplaşmaların neticesi, içinde bulunduğumuz geminin batması olacaktır, ki bu durum hepimizin boğulması demektir. Bu sebeple ülkemiz üzerindeki menfaat sahiplerinin gerginlik politikası stratejisine dur demek ve hepimizin geleceğini belirleyecek konularda yekvücut olmak temennisiyle saygılarımı sunuyorum.