25.5 C
Kocaeli
Pazar, Eylül 21, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1310

Demokrasi Herkes İçindir

Öğrencilik yıllarından tanıdığım değerli kardeşim Mehmet Gül’e Allah’tan rahmet diliyorum. Ona son görevini yerine getirmek için cenazesine koşan binlerce vefalı dostumuzu düşünmeye ve dıştan destekli iç ihanet ittifakına karşı güçbirliği içinde olmaya davet ediyorum.


Yargıtay Başsavcısının AKP’nin kapatılmasıyla ilgili açtığı dava, ülke gündemine oturuverdi. Ülkeyi yönetenlerin öyle beyanları var ki; açık birer anayasa ihlalidir. Silahlı bölücü ırkçı terörle Kuzey Irak’ta ve ülke sınırları içinde adeta çatışırken; Sayın Cumhurbaşkanının terör örgütü yandaşı bir partinin yetkililerini Çankaya’da ağırlaması kabul edilebilir değildir. Bir taraftan terör örgütüne karşı askerinizle, polisinizle mücadele vereceksiniz ondan sonra bunları doğrudan veya dolaylı olarak besleyenleri dün Bakanlıklarda, Dolmabahçe Sarayında bugün de Çankaya’da ağırlayacaksınız. Aynı şey İspanya’da yapılabilir mi? İspanya Kralı veya İspanya Başbakanı terör örgütlerini ve onu destekleyen parti olan Batasuna’ya böyle ağırlayıp çelişkili davranabiliyor mu? Dün ve bugün verilen bazı çirkin beyanatlar terör örgütüne destek mahiyetindeki siyasi eylemler, terörle mücadele yasasıyla oynamak, yabancıları yargıya karıştırmak, terör örgütünün siyasallaştırılmasına katkı yapmak, olmadık yerde asker ve güvenlik güçlerini töhmet altında bırakmak, her şeyden evvel şehitlere, gazilere ve bütünüyle Türk Milletine saygısızlıktır.


Hukukun üstünlüğüne ve kendimize, partimize bir takım haksızlıklar yapıldığına inanıyorsak; bizim de önce başkalarına haksızlık yapmamamız gerekir. “Bu iddianame hukukun değil; kin ve garezin ürünüdür” beyanında bulunan Sayın Bülent Arınç, Cumhuriyetle ve Milli Devletle hesaplaşma peşinde olanların kin ve garezinden, Ankara’nın sözde zulmünden kaçıp Brüksel’in şefaatine sığınma meraklılarından habersiz olamaz.


Demokrasi iktidar kadar muhalefete de ihtiyaç duyuran bir fazilet rejimidir. Tenkitten ve aykırı sesten hoşlanmamak demokrasiyi hazmetmemektir. Bu konuda iktidar kötü örnekler vermiştir ve vermeye de devam etmektedir. Gazete ve TV kanalları baskı altına alınmış, ele geçirilmiş, bazı yazar ve yöneticiler görevden uzaklaştırılmış; bazıları da aylardır duruşmaya bile çıkartılmamışlardır. Televizyon ekranlarını partinin yayın organı gibi kullanmak fikir ve düşünce hürriyetini güçlendirmek mi? Yer yer yürütme erki, zaman zaman da basın yargının yerine geçmiş; adeta hükümler verilmiş ve tutuklananlar mahkemeye çıkartılamamıştır. Bu kuvvetler ayrılığına ve demokrasiye saygı mıdır? Sözde çete diye takdim edilenlere tarihi değer taşıyan isimlerin yakıştırılması da bir başka çirkinliktir. Türk kimliğine dolaylı  saldırıdır. Dün bunu aşırı sol yapıyordu, bugün ise, küresel rüzgarların emrindeki sözde ılımlılar, milliyetsiz sağ,  soldan devşirilenler, dış destekliler gerçekleştiriyor.  AKP’nin kapatılma davasının sebebi Kültür Bakanına göre; sözde bir çeteye bağlanıyor. Adeta aydede taşlanıyor.


*                             *                             *


Son günlerde dikkati çeken bir yayını sizlere tanıtmak istiyorum. Gazi Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Çağatay Özdemir tarafından derlenen 2 ciltlik değerli bir eser yayımlandı. “Türkiye’de Sosyoloji ( İsimler- Eserler)Ankara 2008 adını taşıyan bu eser, hayatta olan ve olmayan 68  tanınmış sosyologu hayatları, eserleri ve kültür çevreleriyle bize tanıtıyor. Bu büyük hizmeti gerçekleştirenleri tebrik ederiz. Ayrıca her bir sosyologu hazırlayan geniş ve yoğun bir çalışma ürününü ortaya koyan genç meslektaşlarımızı da kutlarız. Her halde bu 68 sosyologa yeni ciltlerde bazı yeni isimler de eklenecektir.


Eserin birinci cildi 1078; ikinci cildi ise 964 sahifeden meydana geliyor.  Eserde Ahmet Cevdet Paşa’dan Ahmet Rıza Bey’e; Ziya Gökalp’ten Mehmet İzzet, Yusuf Akçura ve Prens Sabahattin’e; Z. F. Fındıkoğlu’ndan Amiran Kurtkan Bilgiseven’e, Mehmet Eröz’den Erol Güngör, Nihat Nirun, Cavit Orhan Tütengil, Baykan Sezer, Cihat Özönder, Mehmet Ali Şevki, Hans Freyer, Orhan Türkdoğan, Niyazi Berkes, C. C. Zimmermann, Tahir Çağatay, Nurettin Şazi Kösemihal, Hamide Topçuoğlu, Mümtaz Turhan, Hilmi Ziya Ülken, Nurettin Topçu’ya kadar bir çok sosyolog hakkında geniş bilgi verilmektedir.

Çekirdekler

Bu gün sizlere büyük depremin ayak seslerinden, Kocaeli afet lojistik merkezinin bu vesile ile daha fazla önem kazanır olmasından, bazılarının siparişle yazdığı ve bize yıllarca okuttuğu tarih kitaplarında hainlerin kahraman, kahramanların ise hain diye tanıtıldığından, siyasi simgelerin türbandan ziyade laiklik, çağdaşlık, gericilik ve ilericilik olduğundan, iktidar mücadelesinin zihniyet mücadelesine dönüştürülmesinden, Aleviliğin din mi, kültür mü, yoksa tarikat mı oluşundan, PKK nın bize yöneltilen düşman tüfeği gerçeğinden bahsetmeyeceğim. Sizleri ve kendimi germeyecek bir konuyu işlemeye çalışacağım.


ALLAH(C.C) tabiatta hiçbir şeyi boşa yaratmamıştır. Duran, yürüyen, yüzen ve uçan tüm canlıların bu dünyada bir görevi vardır. Aynı zamanda cansızlarında bir görevi vardır. (Bizim cansız kabul ettiğimiz bazı nesnelerde hakikatte canlıdır). Dünya nizamı halka şeklinde birbirine bağlı çeşitli zincir kümelerinden meydana gelir.


Bir zincir dizisinin bir halkası koparıldığında o zincir devre dışı kalır. Bu devre dışı kalış sorunları da beraberinde getirir. Bu gün sizlerle duran canlılar içinden çekirdekli canlıları inceleyelim.


Yaratıcımız hiç bir şeyi boşa yaratmadığına göre bir ağaçtaki yüzlerce hatta binlerce çekirdeği de boşa yaratmamıştır. Şayet çekirdeklerin tek görevi toprağa ekildiklerinde yeni bir canlı üretmek olsa idi bir ağaçtaki meyvelerin sadece bir kaçında çekirdek olurdu. Bu çekirdeklerde çoğalmaya yeterlerdi. Çekirdeklerin meyve içindeki dizini bile bir sebebe dayalıdır. Hatta bazı meyvelerin (yeni dünya gibi) çekirdekleri, yumuşak kısımlardan daha fazla hacim kaplamaktadır. Demek ki bu çekirdeklerin çoğalmaktan başka görevleri de var. Ben çekirdeklerin insan yaşamında önemli bir yer işgal edeceğine inanıyorum. Henüz çekirdekler üzerinde odaklanan bir ilmi çalışmayı duymadım. Kimi acı, kimi ekşi, kimi tatlı olan bu çekirdekler muhakkak bir hastalığın şifasıdırlar.


Modern ilaçların kullanılmadığı bazı insan topluluklarında hala daha tabiatın natürel imkanlarından yararlanıldığı bilinmektedir. Hayvanlar bile hastalandıklarında bitki, meyve, yaprak veya kök yiyerek şifa bulmaktadırlar.


Bu bakımdan çekirdekler üzerinde çalışılmalıdır diye düşünüyorum.


Canlılar hakkında da çok bilmediklerimiz var. İlim ve fen ilerledikçe bizler cahilliğimizi keşfediyoruz. Acizliğimizin farkına varıyoruz. Aslında zaman harcamamız gereken o kadar çok konu var ki, insanlığın yararına olacak olanlarla uğraşsak nefes alacak zamanımız kalmaz.


Aslında peygamberimizin övdüğü insanların torunlarıyız. Yine peygamberimizin övdüğü topraklar üzerinde yaşıyoruz. Ne akıl yönünden eksiğimiz var, nede yaşam ortamı açısından eksiğimiz var. Dört mevsimin yaşandığı, bolluklar içerisinde olan bu coğrafya da birbirimizle boşuna sürtüşüyoruz. Bu nimetleri didişmekle koruyamayız. Bir başkaları da bize bizim gibi davranmayacaktır.


Bir ailede kardeşler birbirlerinin nazına nasıl tahammül ederse, millet mevhumunda da tahammül aynıdır.


Bizlerde milletin çekirdekleriyiz. İşimiz sadece üremek değildir. Her birimiz de başkası için şifa vardır. Yeter ki biz arayalım. Birbirimizdeki güzellikleri ve yararları bulmaya çalışalım. Keşfedilmemiş çekirdekler gibi, keşfedilmemiş potansiyel gücümüzü ortaya çıkarmak için gayret gösterelim.


Hiçbir işe yaramaz diye kenara attıklarımız zaman içinde o kadar çoğalır ki iş işten geçtiğinde yalnız kaldığımızın farkına varırız. Hepimiz işe yarayan çekirdekleriz. Bir arada olduğumuzda millet oluyoruz.


Biraz daha kendimize dönelim. Kendimizi keşfetmekle uğraşalım.


Tıpkı keşfedilmeyen çekirdekler gibi…

Evimize Hırsız Girmiş

0

Telefonla haber geldi. Yaz tatilinde kullandığımız deniz kenarındaki evimize hırsız girmiş. Belki, eve girenlerin çalacak fazla bir şey bulamayacağını bilmemin rahatlığıyla, olayı bir süre önemsemedim, hırsızın neler aldığını hiç merak etmedim. Onun ihtiyacına karşılıksa ve çevreye zarar vermemişse aldıklarını helal edebileceğimi düşündüm. Gelen haber öyle değildi. Eşyalar dağıtılmış, evde ayakkabı ile gezilmiş, koltuklar kirletilmiş, sigara izmaritleri yerlere atılmış. Anlaşılan, hırsızlar ihtiyaç sahibi değilmiş. Neler aldıklarını da henüz bilmiyorum; ama bunun bir önemi de yok. Ev, güvenlik açısından korumalı değildi.


Bir hırsızlık eyleminde, çalan ve mağdur olan olmak üzere iki taraf bulunuyor. Hırsızlık, taraflardan birinin izni olmadan ona ait bir değerin gasp edilmesi. Uzun vadeli düşündüğümüzde, taraflardan biri olan hırsızın bu eylemde kazandığı hiçbir şey yok. Mağdur olanın kaybı ise, kişinin çaldırdığı eşyasına verdiği değerle orantılı. Sizin değer ölçüleriniz ne ise, kayıp oranlarınız ve buna bağlı üzüntüleriniz o kadar büyük olacaktır.


Kaybettiğimizde üzüldüğümüz değerlerin türü, bizim kimliğimizi, dünya görüşümüzü ortaya koyar. Paramız var, çaldırabiliriz; eşyalarımız var, çaldırabilir; sağlığımız var, çaldırabiliriz; zamanımız var, çaldırabiliriz; ümitlerimiz var, çaldırabiliriz; inançlarımız var, çaldırabiliriz… Bunlardan hangisinin çalınması bizi üzüyorsa biz hayatımızı onunla biçimlendiriyoruz ve ona göre anılıyoruz.


Bir bebeği aç kalması, bir çocuğu oyuncağının alınması, bir yakınımızı kaybetmek, bizi ağlatabilir. Bizi üzen, ağlatan eşya, olay ve kişiler, hayattaki önceliklerimiz demektir. Önceliklerimiz ne kadar basitse biz o kadar basitiz, ne kadar yüceyse biz o kadar yüceyizdir.


Hastaneler, virüsler tarafından sağlığı çalınan mağdurlarla dolu. Bu mağdurlara biz “hasta” diyoruz. Hastaların, tedavi ile, kısmen de olsa, mağduriyeti giderilebiliniyor. Peki, zamanı çalınanların, ümitleri çalınanların, güven duygusu çalınanların mağduriyeti nasıl giderilecek? Bunun tedavisi yok.


Bilinen hikâyedir: Bir atlı, çölde perişan halde birine rastlar. Ona, heybesinden su verir, ekmek verir. Kendine gelen kişi, adamın eşyalarını atına koyar, bir de onu döverek kaçar. Bu durumu hazmedemeyen yardımsever, eşkıyanın arkasından şöyle seslenir: “Suyu aldın, helal olsun; ekmeğimi aldın, helal olsun; atımı aldın, helal olsun; ama yardımseverlik ve insanlara olan güven duygumu çaldın, bunu sana haram ediyorum.”


Sosyal bir varlık olan insan, birbirinin hırsızı olabiliyor. Bir şirkette ortaklık hukukuna uymamak, yönetimde yetki gasp etmek, günlük hayatta verilen sözlere uymamak, kişilerin hakkına saygı göstermemek, insanların ümitlerini yok etmek, hayallerini yıkmak, zamanlarını almak, adı konmamış hırsızlık türleridir. Çalınan bu tür değerlerin telafisi de mümkün değildir. Taraflar çok kere neler çaldığının ve çaldırdığının farkında bile değildir.


“Sana yapılmasını istemediğini sen başkasına yapma.” öğüdü empatiyi çok güzel özetliyor. Bu, bir ahlak, kültür, idrak meselesi. Şimdi bir daha gözden geçiriniz. Siz nelerinizi çaldırdınız? Benim pek çok hırsızım oldu. Belki onlarla iç içe yaşıyorum. Zamanımı, ümitlerimi, emeğimi, güven duygumu çalan hırsız ya da hırsızları affedebilir miyim? Bundan emin değilim. Başkası da benim için aynı şeyleri düşünüyor olabilir. İyi niyet taşımayan ve nankörlükle nitelenebilen hırsızlara şimdilik hakkımı helal etmek niyetinde değilim.


Size de kendinizi ve ilişkilerinizi gözden geçirmeyi öneririm.

Hakimiyet

Böylesi Demokrasi anlayışına sahip bir ülkenin insanı olmak demokrasi adına utanç veriyor. Koskoca bir yargı organı başkanının yaptığını anlamak mümkün değil. İş o hale geldiki dinle ilgili birşey söylemek korkulacak hale geldi. Milletin çoğunluğunun desteği ile iş başına gelmiş bir partinin kapatılma istemleri açıklanınca insanın güleceği geliyor.


Cumhurbaşkanı, başbakan ve milletvekillerinin dini konulardaki düşüncelerini açıklamaları içlerinde Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanımız İbrahim Karaosmanoğlu’nunda bulunduğu Belediye Başkanlarının dini konuları içeren kitap dağıtmaları nedeniyle suçlu ilan edilmişlerdir. Basından öğrendiğimize göre Karaosmanoğlu bazı kurumlara Kuran-ı Kerim dağıtmış. Seçmenlerinin tamamı müslüman olan bir yerde Kuran dağıtmanın suç olduğu hem de Kuran’ın hurafeler içeren kitap diye nitelenme yapılarak suçlanması olacak işmi? Karaosmanoğlu incil dağıtsaydı acaba yine suçlanacak mıydı? Hem daha önce Sirmen Kuran-ı Kerim dağıttığı zaman neden suçlanmamıştı?


Bu mantıkla hareket edilirse televizyonlarda dini konularda yayın yapmak, gazetelerde yazı yazmak kimbilir camiilerde dinden bahsetmek bile suç olacak. Avrupanın hiç bir ülkesinde böyle bir uygulama görülmemiş. Parti kapatma rekortmeni Türkiye. Son 50 yılda Avrupada ikisi Almanya’da biri İspanya’da olmak üzere üç parti kapatılmış. Almanya’da kapatılan partilerden biri nazist diğeri kominist İspanya’da kapatılan ise terörist parti. Her fırsatta batıcı olduklarını haykıran bizimkiler tam tersine 50 kez parti kapatma davası açıp 24 siyasi partiyi kapatmışlardır.


Bu gidişle siyasilerin camilere gitmeleri yasaklanır. Cumhurbaşkanı veya başbakanlar dini isimler taşıyan islam konferansı gibi kurumların toplantılarına katılmaları partilerin kapatılma nedeni, belediye başkanlarının cami çevrelerini düzenlemeleri görevden alınma nedenleri olabilir.


Bu zihniyet Cumhuriyetin kuruluşunda işbaşında olsaydı meclisin ilk açılış töreninde Hacıbayram Camiinde kılınan namazdan sonra dualar yapılması nedeniyle Atatürk’ün partisine kapatma davası açarlardı. Çanakkale savaşını görselerdi cemaatle namaz kılan komutan ve askerleri görev esnasında ibadet edip, laikliğe aykırı davranıyosunuz diye suçlayabilirlerdi. Daha önemlisi Atatürk’ün Kuran’ın türkçe mealini yapması için Elmalılı Hamdi Yazır’ı görevlendirmesi onu siyasi yasaklı haline getirebilirdi.


Yaşanan bu acayiplikler ülkemizin demokrasisini yaralamış dış dünyada itibar kaybına uğramamıza neden olmuştur. Daha önemlisi ülke ekonomimize büyük darbeler vurmuştur. Bu olayları yaratanlar meydana gelebilecek zararın nerelere varabileceğini düşünmüyor mu hiç? Düşmanın veremeyeceği ziyanı kendi insanımızın vermesi çok yazık. Bunun hesabı kimden sorulacak?


Siyasi partilerin yanlışlarını onları oraya getiren millet değerlendirir. Daha önce de böyle olmadı mı? Dün İktidar olanlar yaptıkları hatadan dolayı bugün mecliste değiller. Millet onların partilerine kilit vurdu. Hakimiyet kayıtsız şartsız milletinse başkaları buna ne karışır.

Euro Komünizmden Ilımlı İslâma

Dünyada soğuk savaşın geride kaldığı, küresel sıcak savaş  örneklerinin ortaya çıktığı bir dönemdeyiz. Buna rağmen, Türkiye  üzerindeki soğuk savaş devam ediyor. Soğuk Savaş artık yeni telekulak skandallarıyla beslenen  YOUTUBE internet kanalına yükleniyor. Mevcut iktidar ve dışa bağımlı siyasetle ters düşenler dinleniyor, teşhir ediliyor  ve yıpratılarak devre dışı bırakılmak isteniyor. Çeşitli önleme tedbirlerine rağmen; asker, sivil bazı telefonların dinlenmesi de dikkat çekici… Kuzey Irak harekâtının  48 saat önce duyurulması da… Bu işin içinde yabancı istihbaratlar eğer varsa, dinleyenlerin ortaya çıkarılması da zor.  Demek ki Telekom’un özelleştirilmesi  bu tür sonuçları da doğurabilirmiş.


Türkiye’de Türkiye ile çatışan yabancı istihbarat örgütlerini ve siyasi gücü arkalarına alan bazı yazar ve ünvanlı kişiler yıldırma ve yıpratma politikalarında görev alıyorlar. Siyasete yön vermeye çalışıyorlar.


Bir dönem Batı ve ABD; Sovyetlerin desteklediği komünist partilerden ve onların yıpratıcı faaliyetlerinden rahatsız oldukları için;  birçok komünist parti içinde Euro-komünizmi desteklemişlerdi. Aslında Moskova eksenli komünizme  cepheden karşı çıkmak yerine; ABD’ye bağlı bir komünist hareket ortaya çıkarılmıştı.  Bu Batılı komünist partiler üzerinde etkili olmuştu.


Günümüzde komünizm ve Sovyet tehdidi gündemden oldukça düşünce; bu defa aynı oyun  İslâm ve İslâmı en iyi temsil eden ülkeler üzerinde oynanmaya başlandı.  Terör bile İslâmla birleştirildi. Beklenenin tam aksine; Batı ve ABD  lâik sistemleri ve lâikliği desteklemek yerine;  Amerika karşıtı radikal İslâmcı ve farklı tonlarıyla muhafazakâr çevrelerin içinde kendine bağlı  üsler yaratmaya çalıştı. Böylece  radikal ve ABD karşıtı örgütler, partiler, küresel liberal sistemin ve zihniyetin içine çekilerek  anti-Amerikancılıkları törpülendi.  Hedef de bu idi.  Artık  bu tuzağa düşen ister muhafazakâr, ister gayri memnun İslâmcı çevreler ABD karşıtı olmak yerine; onunla yoldaş olmuşlardı. Bu yoldaşlık  küresel gücün çıkarlarına uygun  bir demokratikleşme sürecinde birleşme idi.   


Graham Fuller, 2000 yılında Türkiye ile ilgili yaptığı bir yorumda;  koalisyon partilerinde büyük deprem yaşanacağını, Türkiye’nin iki partili bir sisteme dönüşeceğini, Fazilet Partisi’nden kopan bir grup ılımlı İslâmcının  geniş tabanlı  yeni bir siyasi oluşumu doğuracağını belirtiyordu. O’na göre; Türkiye’de kar topu gibi büyüyüp gelişecek olan ılımlı İslâmcılar  yani  Batı ve ABD güdümündeki Euro-komünizme benzer bir gelişme, Türkiye’nin gündemine oturacaktı.  Böylece Fazilet Partisi’nden kopan bir kısım İslâmcı ve de muhafazakâr yeni yolda birleşecekti. ABD’nin demokratikleştirmek istediği Ortadoğu’da ideal bir örnek vardı: Demokrasi ve İslâmın birlikte yaşandığı Türkiye gerçeği… Türkiye, bugün bunun sancılarını yaşıyor. Vatandaşın şaşkınlığı bundan… Bir tarafta alnı secdeye giden, şeklen de olsa işbirliğine açık bu muhafazakârlar; diğer tarafta  sadece lâikliği esas alan ve onu taassuba dönüştürmüş olanların Cumhuriyet ve rejimden yana tavırları.  Bu çelişki türban ve lâiklik kavgaları ile sürüyor; ama malı yabancılar götürüyor. Aynen dün ideolojik  çatışmalarda olduğu gibi….


Bu olumsuz ortamda geçen hafta Isparta Aydınlar Ocağı açıldı.  Kalabalık bir heyetle Isparta’da canlı bir açılışa katıldık ve çeşitli temaslar yaptık. Aynı gün “Demokrasi ve Sivil Toplum Gerçeği” konulu açık oturumda Prof. Dr. Ömer Aksu ve Dr. Nefi Demirci ile beraber konuşmacı olduk. Demokrasimizin sorunlarını tartıştık. Demokrasinin alternatifinin yine demokrasi olduğunu belirttik. Ancak, küresel güce hizmet eden taklitlerinden de sakınılması gerektiğine işaret ettik. Sivil toplum kuruluşları aracılığı ile ülkelerin iç işlerine karışıldığı ve iktidarların kuşatıldığı üzerinde durduk.  Batı demokrasilerinde hiç de hoş görülmeyen örneklerin Türkiye’de demokratikleşme diye yutturulmaması gerektiğini söyledik. Demokrasinin, vatandaşlığı ve milli kimliği reddeden ırkçı bölücülükle bağdaşmayacağını, ırkçı bölücü terörün reçetesinin daha fazla demokrasi olamayacağını belirttik. Basın ve yürütme erkinin yargının yerine geçmemesi üzerinde durduk. Güvenlik ve özgürlükler arasında denge kurulması gerektiğine işaret ettik. Bu vesile ile kuruluşu gerçekleştiren arkadaşlarımızı tebrik ediyor ve başarılar diliyoruz.

Mevlid Kandilinin Önemi

Hz. Muhammed (sav) efendimiz Hicret’ten 53 sene evvel Rebîulevvel ayının on ikinci Pazartesi gecesi sabaha karşı Mekke’nin Haşimoğulları mahallesinde, Safa Tepesi yakınında bir evde doğdu. Bu kutlu günde yani o büyük günde henüz güneş doğmadan âlem nur ile doldu. Âdem aleyhisselâmdan beri babadan evlâda intikal eden nur asıl sahibine ulaştı.


Muhammed aleyhisselâmın nuru, Âdem aleyhisselâmdan itibaren temiz babalardan ve temiz analardan geçerek gelmiştir. Kur’ân-ı Kerimde Şuara suresi 219. ayetinde Yüce Allah şöyle buyurur: “Sen, yani senin nurun, hep secde edenlerden dolaştırılıp, sana ulaşmıştır.”


Peygamber efendimiz Hz. Muhammed’ in (sav) dünyaya geldiği gece, müthiş alametler kendini göstermiştir.


O gece bir yıldız doğdu ve bunu gören Yahudi bilginleri Peygamber efendimizin doğduğunu anladılar. Eshâb-ı kiramdan Hassan bin Sabit şöyle anlatır: “Ben sekiz yaşındaydım. Bir sabah vakti Yahûdînin biri, hey Yahudiler! diye çığlık atarak koşuyordu. Yahudiler ne var, ne oluyor diyerek yanına toplanınca şöyle söyledi: “Haberiniz olsun Ahmed’in yıldızı bu gece doğdu! Ahmed bu gece dünyaya geldi” dedi.


Yine O büyük gecede Medâyin şehrindeki İran Kisrâsının sarayının on dört kulesi (burcu) yıkıldı. O gece gürültüyle ve dehşetle uyanan Kisrâ ve halkı yine kendilerinden bazı ileri gelenlerin gördükleri korkunç rüyaları tabir ettirdiklerinde bunun büyük bir şeye alâmet olduğunu anladılar.


Hz. Muhammed (sav) efendimiz doğduğu gece Kâbe’ deki putlar yüz üstü yere yıkıldı. Urvetübni Zübeyr rivâyet eder: “Kureyşten bir cemâatin bir putu vardı. Yılda bir defâ onu tavâf ederler, develer kesip şarap içerlerdi. Yine öyle bir günde putun yanına vardıklarında onu yüzüstü yere yıkılmış buldular. Kaldırdılar, yine kapandı ve bu durum üç kez tekrarlandı. Bunun üzerine etrafına iyice destek verip diktikleri sırada şöyle bir ses işitildi: “Bir kimse doğdu yeryüzünde her yer harekete geldi. Ne kadar put varsa hepsi yıkıldı. Kralların korkudan kalpleri titredi.” Bu hâdise tam Hz. Muhammed (sav) efendimiz doğduğu geceye rastlıyordu.


Yine o gece Mecusîlerin yani ateşe tapanların bin yıldan beri yanmakta olan kocaman ateş yığınları anîden söndü. Ateşin söndüğü tarihî not ettiler. Kisrânın sarayından burçların yıkıldığı geceye isabet ediyordu.


O zaman insanların mukaddes saydıkları Sâve Gölü de yine o gece bir anda suyu çekilip, kuruyuverdi.


Şam tarafında bin yıldan beri suyu akmayan ve kurumuş olan Semave Nehrinin vadisi de, o gece su ile dolup taşarak akmaya başladı.


Hz. Muhammed (sav) efendimizin doğduğu gece ve daha sonra o zamana kadar görülmemiş bu alametlerden başka pek çok hâdise gerçekleşmiştir. Bunların hepsi son Peygamber Hz. Muhammed (sav) efendimizin dünyaya teşrif ettiğine işaret olmuştur. Çarşambayı perşembeye bağlayan, önemi çok büyük bu gece Mevlid Kandilimizdir.


Bu vesileyle İslam âleminin kandilini kutlar, Yüce Rabbimden bu mübarek günün ülkemiz, vatanımız ve milletlimiz için hayırlara vesile olmasını dilerim.


Saygılarımla.

Sosyal Güvenlik Değil Güvensizlik

Hani; ‘Gelecek bize çocuklarımızdan miras, torunlarımızdan emanet’ti? Hani; Türkiye Cumhuriyeti bir ‘Sosyal Devlet’ti? Geleceğimiz çalınıyor, kazanılmış haklar elimizden alınıyor, sosyal devlet ilkesi ortadan kaldırılıyor. Bunun için 14 Mart Cuma günü saat 10 00 ile 12 00 arasında Türkiye genelinde ve ilimizde tüm sendikaların ortak organizasyonuyla “UYARI AMAÇLI ÇALIŞMAMA HAKKINI2 saatliğine kullanma eylemi gerçekleştirildi.


Bu eylem; siyasetin tamamen dışında, işçi – memur tüm kesimlerin, tüm sendikaların ve meslek örgütlerinin (17 kuruluş) ortak feryadıdır. TBMM’de halen görüşülen bu yasayla çalışanların ve emeklilerin ortak nasırına basılmıştır.


Tasarı ile yapılan düzenlemeler, ülkede yaşayan herkesi olumsuz etkileyecek; sosyal sigorta ve sağlık hakları kullanımını engelleyecek ve ağır hak kayıplarına neden olacaktır. Bu tasarının yasalaştığı tarihten itibaren herkes bu yasa kapsamında çalıştığı süre oranında yeni düzenlemelerden etkilenecektir.


Ayrıca, bu düzenlemeyle birlikte;



  • Emeklilik için kadınlarda 58, erkeklerde 60 olan yaş sınırı kademeli olarak kadın ve erkeklerde 65’e, prim gün sayısı 7 binden 9 bin’e yükseltilmektedir.
  • Malullük ve ölüm aylığı haketmek için aranan 5 yıllık hizmet süresi 10 yıla, 900 günlük prim gün sayısı ise 1800 güne yükseltilmektedir.
  • Aylık bağlama oranı her 360 prim gün sayısı için %2’ye indirilmektedir.
  • Emekli aylıklarının hesaplanmasında kullanılacak katsayının belirlenmesinde refah payının yüzde 100’ü yerine, yüzde 30’u dikkate alınacaktır.
  • Çalışan ve ölüm geliri-aylığı alan çocuksuz dul eş aylığı, yüzde 75’den, yüzde 50’ye düşmektedir.
  • Asgari ücretin 3’te 1’i tutarında, 6 ay süreyle verilmesi kabul edilen süt emzirme yardımı, 1 defaya mahsus bir ödeme olarak düzenlenmektedir.
  • Asgari ücretin 3 katı tutarında verilmesi kabul edilen cenaze yardımı, 1 asgari ücret tutarına indirilmektedir.
  • Yetim kız çocukları için ödenmekte olan evlenme yardımı (çeyiz parası) yetim aylığının 24 katı tutarından, 12 katına düşürülmektedir.
  • Diş protezlerine yaş sınırı getirilerek 18 yaşını doldurmamış veya 45 yaşından gün almamış kişiler protez bedelinin yüzde 50’sini cepten ödeyecektir.
  • Çalışanlar ile emekli dul ve yetimler, özel hastanelerden yararlanmak için sağlık hizmeti bedelinin yüzde 20’sini cepten ödeyecektir.
  • Sosyal Güvenlik Kurumunun oluşturacağı bir komisyonun belirleyeceği tedavi yöntemleri dışındaki tedaviler için, 3 katına kadar fark ödemesi yapılacaktır.
  • Muayene ve tedaviler için şimdilik 2 YTL; protez, ortez ve ilaç bedelleri için yüzde 10 ve 20 oranında değişen oranlarda katılım payı ödenecektir.
  • Genel Sigorta primlerini devletin ödeyeceği kişiler için geçerli olan yoksulluk eşiği, asgari ücretin 3’te 1’i  olarak belirlendiğinden, sağlık sigortası primi ödemeden sağlık hizmetinden yararlanamayacaktır.

Sosyal Güvenlik hakları açısından asla kabul edilemez olan bu yasa derhal geri çekilmelidir. Bu noktada çocuklarımızı ve toplumsal barışı düşünüyorsak harekete geçmeliyiz. Yoksa iş, sözün tükendiği yere varacak.

Güçler Dengesi Bozulunca

Turgut Özal tek başına iktidar olduğu en güçlü döneminde, kendisine iktidarın yüzde kaçını kullanabildiğini soran bir yakınına, uzunca bir düşünceden sonra yüzde yirmisini diye cevap vermiş.


Hem özel sektörde ve hem de kamuda üst düzey yöneticilik tecrübesi, zekâsı, çalışkanlığı ve yetki alanını sürekli genişletmeye çalışan hırsıyla, Turgut Özal gibi biri iktidarın yüzde yirmisini kullanıyorsa, kalanını kimler kullanıyordu?


Kuvvetler ayrılığı ilkesine uygun olarak yasama, yürütme ve yargının iktidarı paylaşması normaldir. Ancak bizim sistemimizde tek başına iktidara gelerek yürütmeye hâkim olan partinin, yasama organı olan TBMM’de de çoğunluğu elde etmesi siyasi iktidarın ve Başbakan’ın gücünü artırmaktadır. Yürütmenin bir parçası sayılan Cumhurbaşkanlığı makamının en azından teorik olarak tarafsız olması siyasi iktidarın bu gücünü sınırlandırmak içindir.


Seçimle iktidara gelen siyasi partiye ilaveten gerçek iktidar gücüne sadece yargı değil, (yasama, yürütme ve yargıyı dolaylı veya dolaysız etkileme gücüne sahip olan) medya, ordu, sendikalar, meslek kuruluşları, odalar, cemaatler, tarikatlar, dernekler ve diğer resmi veya sivil organizasyonlar belli oranlarda ortak olurlar.


AKP ilk defa iktidara geldiğinde her ne kadar yine tek başına iktidar da olsa, 22 Temmuz seçimlerinden sonra ikinci defa ve daha yüksek oy oranıyla yine tek başına iktidar olması kadar endişelere yol açmamıştı.


AKP birinci döneminden itibaren devlet kadrolarında kritik makamlara çoğunlukla milli görüş ekolünden gelen yandaşlarını getirmeye devam etti.


Devletin elindeki TRT’ye ilaveten, TMSF kanalıyla el konulan gazete ve TV kanallarının yönetimini ele geçirdi. Doğan Grubundan da (iddiaya göre özelleştirmelerde sağladığı menfaatler sayesinde) destek almayı beceren AKP, Türkiye medyasında birkaç cılız muhalifin dışında yüzde doksana varan bir kontrol sağlayabildi.


Hak-İş’ e ilaveten Türk-İş yönetimine AKP yandaşlarının seçilmesini, siyaseten etkili birçok oda, vakıf ve kurumun başına AKP destekçilerinin eline geçmesi takip etti. Zaten cemaat ve tarikatların çoğunun baştan beri desteklediği parti AKP idi.


Bütün bunlara ilaveten, 22 Temmuz 2007 seçimlerinden sonra AKP’nin iki numaralı ismi Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasını sağlayan AKP, alışılmış güç dengesini çok ciddi bir şekilde bozmuş oldu. Çünkü AKP’nin ilk döneminde Cumhurbaşkanı olan, A.Necdet Sezer siyasi iktidarın gücünü ciddi biçimde sınırlandıran bir icraat yapmıştı.


Cumhuriyet Mitinglerine katılanların ve destekçilerinin endişeleri iyice artmıştı. Bir yandan milli varlıklarının üçer beşer yabancıların eline geçmesine kahrolanlar, diğer taraftan laik devletin din devletine dönüşmekte olduğu endişesi içine girenler AKP’nin güç kullanımındaki muazzam artıştan korkmaya ve derin moral çöküntüye girmeye başladılar.


AKP’nin iktidar gücünü sınırlayan iki önemli güç kalmıştı: Ordu ve Yargı.


22 Temmuz 2007 seçimi öncesinde 27 Nisanda, Ordu’nun e-muhtıra yayınlayarak siyasete müdahalesi seçimlerde ters tepti. AKP’nin oy oranını yükselten bir faktör oldu.


Bu defa Yargıtay Başsavcısı AKP’nin kapatılması için dava açtı. Herkes Anayasa Mahkemesi’nin bu davayı ne zaman ve nasıl sonuçlandıracağını merak ediyor.


Dava muhakkak ki hukuki gerekçelerle açılmıştır. Ancak gerek davanın açılması ve gerekse karara bağlanmasında salt hukukun etkili olacağını beklemek ne kadar gerçekçidir?


Medya, davayı açan Başsavcının A.Necdet Sezer tarafından, seçimden ikinci çıkmasına rağmen seçildiğini; Anayasa Mahkemesinin 11 üyesinden 8’inin ve 4 yedek üyenin tamamının yine A. Necdet Sezer tarafından seçilen üyeler olduğunu, iki üyenin Turgut Özal, bir üyenin ise Süleyman Demirel tarafından atandığını neden hatırlatma ihtiyacını duymaktadır? Bu haberi veren medyanın gerekçesi şöyle: “Yüksek Mahkeme üyelerinin profili, mahkemeden çıkacak karar konusunda ipuçları veriyor.”


Dileğimiz Yüce Mahkeme’nin üyelerinin, kendileri hakkında taraftar kimliği ima edenleri utandıran bir objektiflik içinde, hukuki delilleri değerlendirerek ve siyasi sonuçlarını göz ardı etmeden davayı değerlendirmeleridir.


Güçler dengesindeki bozulmanın değiştirilmesinin, yargı kanalıyla yapılmasını arzu edenler bilmelidirler ki, bu yolla istedikleri hedefe ulaşmaları doğru da değildir, mümkün de değildir. Mahkeme sonucu ne olursa olsun AKP’nin iç ve dış desteğinin artması ihtimali artmıştır.


Daha da önemlisi, kendi gücünü korumak isteyecek olan AKP’nin dış destek bulabilmek uğruna yabancılara daha vahim tavizler vermesi ihtimali de artmıştır.
MHP lideri Devlet Bahçeli’nin açıklaması önemli: “Altmışbeş aydır iktidarda olan bir siyasi partinin kapatılması için dava açılması, hukuki yönleri bir tarafa bırakılsa da, çok vahim siyasi sonuçları olacak bir durumdur.” Bu sözler, Türkiye’nin bu krizi de atlatması için MHP’nin inisiyatif alacağının işareti olabilir.

Çanakkale Savaşı

“Cesaretinizi yitirmeyin ve üzülmeyin. Eğer (gerçekten) inanıyorsanız, mutlaka (insanların) en üstünü olursunuz”(Al-i İmran, 3/139).


Çanakkale harekatı, Almanya, Avusturya-Macaristan gibi ülkelerden oluşan merkezi devletler yanında savaşa giren Osmanlı Devleti’ni saf dışı bırakmak için İngiltere, Fransa, Rusya ve diğer ülke ve milletlerden oluşan İtilaf devletleri tarafından düzenlenmiştir. Bu harekat, I. Dünya Savaşı’nın en önemli askeri faaliyetlerindendir. Osmanlı Devleti’nin Almanya yanında savaşa katılmasıyla İngiltere ve Fransa, Rusya ile doğrudan temas kurmak, Osmanlı Devleti’nin gücün zayıflatmak ve Orta Avrupa’ya hakim olmak amacıyla bu harekatı gerekli görmüşlerdir. Boğazlar’a karşı girişilecek bir deniz harekatı ile İstanbul işgal edilip, Osmanlı Devleti’nin savaş dışı bırakılması amaçlanmıştır.


Nitekim İngiliz ve Fransız deniz kuvvetlerinin bombardımanıyla 3 Kasım 1914’te Çanakkale savaşları başlamıştır. Ancak pek çok başarısız teşebbüsten sonra, tarihler 18 Mart 1915 sabahını gösterdiğinde ise boğaza giren ve tabyaları topa tutan İngiliz ve Fransız filoları, Çanakkale Boğazı’nın iki yakasındaki mevzilerden açılan yoğun ateşin ve dökülen mayınların etkisiyle, büyük zayiat vererek geri çekilmek zorunda kalmışlardır.


Boğazın deniz kuvvetleriyle geçilemeyeceğinin anlaşılması üzere, itilaf devletleri Gelibolu yarımadasının farklı noktalarına çıkartmalar yapmak süretiyle savaşı lehlerine çevirmek istemişler, ancak her defasında da başarısızlığa uğramışlardır. Nihayet büyük hayal kırıklığı ve mağlubiyetle farklı milletlerden ve devletlerden oluşan düşman kuvvetleri, 9 Ocak 1916’da tamamen geri çekilmişlerdir. ( Kurşun, Zekeriya, “Çanakkale Muharebeleri”, DİA, c. 8, s. 205-208).


Kara ve deniz savaşlarında, özellikle Anafartalar muharebelerindeki çarpışmalarda bütün mahrumiyetlere ve mühimmat yetersizliğine rağmen Müslüman-Türk askeri Çanakkale’nin geçilmez olduğunu bütün dünyaya ispatlamışlardır.


Yokluklar içinde ve en zor şartlarda; üzerine saldıran yedi düvele karşı, tarihte benzeri görülmemiş bir destan yazan Müslüman Türk Milleti’nin savaş meydanındaki kahramanlığını ve azmini Başkumandan Gazi Mustafa Kemal söyle anlatıyor: “Karşılıklı siperler arasında mesafemiz sekiz metre idi. Yani ölüm muhakkak. Birinci siperdekiler hiç biri kurtulamadan kamilen şehit düşüyor, ikinciler onların yerine geçiyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir itidal ve tevekkülle biliyor musunuz. Şehit olanı görüyor, üç dakikaya kadar şehit olacağını biliyor, en ufak bir fütur bile getirmiyor, sarsılmak yok. Okuma bilenler ellerinde Kur’an-ı Kerim cennete gitmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler Kelime-i şahadet getirerek yürüyorlar. bu, Türk askerindeki imanı ve ruh kuvvetini gösteren şayan-ı hayret ve şayan-ı tebrik bir misaldir.”( Ruşen Eşref, Mustafa Kemal Çanakkaleyi Anlatıyor 1981, s. 22).   


Bizler şunu iyi biliyoruz ki, zaferlerin kazanılmasında maddi sebepler gereklidir. Bu sünnetullah gereğidir. Nitekim Allah’ın(c.c.), “Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayınız. Onlarla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve bunlardan başka sizin bilmediğiniz fakat Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz…” (Enfal, 8/60) ayeti, bu gerçeği çok net bir şekilde ortaya koymaktadır. Ayrıca Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de, ilk Müslümanların  Allah yolunda canlarıyla ve mallarıyla mücadele ettiklerini vurgulamaktadır. “Fakat Elçi ve onunla beraber inananlar, mallarıyla, canlarıyla cihat ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve işte başarıya erenler onlardır”.( Tevbe, 9/88).


Ne var ki, Osmanlı Devleti, Çanakkale muharebelerinde deniz, kara ve hava asker sayısı, silah ve teçhizatı yönünden itilaf devletlerine göre çok güçsüz bir durumda idi. Çanakkale’de savaşan kuvvetler arasındaki dengeye bakıldığı zaman, çok büyük tezatın olduğu görülmketedir. Düşman kuvvetleri, bölgeye 18 zırhlı, 12 kruvazör, 27 muhrip, 506 top, 12 denizaltı, 1 uçak gemisi, 1 balon gemisi, 36 mayın gemisi, 2 hastane gemisi, 87 nakliye, 222 çıkarma gemisi ile 42 uçaktan ibaret savaş malzemesi ile İngilizler 400 bin asker (Avustralya ve Yeni Zelanda= Anzak, Kanada, Hindu, Yunan ve Yahudi birlikleri dahil), Fransızlar da 80 bin askeri yığmışlardır.


Türk ordusunun ise, imkanlanları sınırlıydı. Topu, tüfeği  sayılıydı. Mehmetçik yarı açtı durumdaydı. Top yetersizliğinden, düşmana çok görünmesi için soba borularıyla top görüntüsü verilmişti. Kum torbası dahi yeterli değildi. Bazen gönderilen kum torbası, kum doldurulacak yerde askerlerin harap olmuş ve parçalanmış elbiselerinin tamiri için kullanılıyordu.


Ancak Çanakkale geçilememiş ve zafer elde edilmiştir. Maddi güçün zayıflığına rağmen hangi güç zafere ulaştırmıştır? Hiç kuşkusuz bu, Allah’a ve Resulüne iman ve sevgi, vatana bağlılık gibi dini ve milli ulvi değerlerden oluşan manevi güç bir idi.  Zira Savaşan kuvvetler bakımından boğaz ve kara muharebeleri değerlendirilecek olunsa, Çanakkale savaşları; silahla imanın çarpışması anlamına gelmektedir.


Allah yolunda, vatan uğrunda canla ve malla mücadelenin yanında, Allah’a olan imanın ve güçlüklere karşı dayanma azminin (sabır) de zaferlerin kazanınmasında çok önemli bir etken olduğunu aşağıdaki zikredeceğimiz ayet-i kerimeler de idraklerimize sunmaktadır.


“Karşılaşan şu iki toplulukta sizin için bir ibret vardır: bir topluluk Allah yolunda çarpışıyordu, öteki de nankördü, onları, gözleriyle kendilerinin iki katı görüyorlardı. Allah dilediğini yardımıyla destekler. Elbette (bunda) gözleri olanlar için bir ibret vardır. ( Ali İmran, 3/13).


“(Allah müminlere yardım eder.) Nitekim Allah, zayıf durumda bulunduğunuz Bedir’de de size yardım etmişti. O halde Allah’tan korkun ki, şükredesiniz. O zaman sen müminlere: “Rabbimizin, size, indirilmiş üç bin melek ile yardım etmesi, size yetmez mi?” diyordun. Evet, sabreder, korunursanız; onlar hemen şu dakikada üzerinize gelseler, Rabbiniz size nişanlı beşbin melekle yardım eder. Allah bu (yardım va’di)ni sırf size müjde olsun  ve kalbleriniz bununla güven bulsun diye yaptı. Yardım, yalnız, daima galip, hüküm ve hikmet sahibi Allah katındandır. İnkar edenlerden bir kısmını kessin ve perişan etsin de umutsuz olarak dönüp gitsinler diye (size yardım eder). (Ali İmran, 3/ 123-127).


Çanakkale muharebelerinde, tek başına bir iman abidesi halinde düşmana karşı duran Müslüman Türk’ün mücahit evlatlarının,  o günün modern silahlarının karşısında iman kuvveti vardı. Mehmetçik, emperyalist Batı’nın gökleri uçak, denizleri donanma ile dolduran gücüne karşı iman dolu göğsünü siper etmişti.  Dünyanın en güçlü orduları karşı, böylesi sınırlı imkanlarla savaşan ve göğsünü kurşunlara siper eden kahraman Mehmetçiğin cephesi sarsılmamıştı. Bu durum, Milli şairimiz Mehmet Akif tarafından şöyle dizelere dökülmüştür:


“Cehennem olsa gelen, ğöğsümüzde söndürürüz!
Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz yürürüz!
Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa…
Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa..
Değil mi cephemizin sinesinde iman bir,
Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir,
Değil mi sinede birdir vuran yürek .. yılmaz!
Cihan yıkılsa emin ol, bu cephe sarsılmaz.”


Düşmanın Akdeniz Kuvvetler Komutanı Hamilton:


“…Sadece bugün 1800 şarapnel attık. Aylardan beri gece gündüz savaş gemilerimiz Türk mevzilerini bombalıyor. Son derece hırpalanmış Türkleri koruyan ALLAH’larından ayırmak için başka ne yapılabilir?…diye sorduktan sonra şöyle diyordu:


“Bizi Türkler’in maddi gücü değil, manevi gücü mağlup etmiştir. Çünkü onların atacak barutu bile kalmamıştı. Fakat biz, gökten inen güçleri müşahede ettik. Sanki biz daha buralara gelmeden, akıbetimiz kararlaştırılmıştı. Ve şimdi de üzerimizde icra ediliyordu”.


Bir İngiliz Amiral de: “…Toprağı şarapnellerimizle delik deşik ettik. Bir kalburun yüzü gibi birbirine temas eden daireler haline getirdik. Artık bu toprakta bir canlının mevcudiyetine müspet ilim ve akıl inanamazdı. Fakat biraz sonra kabarttığımız bu tümseğin altından elinde süngüsü ile bir Türk neferinin “ALLAH!”diye fırladığını görünce aczimizi anladık” diye çaresizliğini belgeliyordu.


Öte yandan bu harekatın fikir babası ve uygulayıcısı olan İngiliz Deniz Bakanı Çörçil ise, o rezil yenilgiden sonra mahkemede baskı altında kalınca çaresiz şöyle haykıracaktır: “Anlamıyor musunuz, biz Çanakkale’de Türkler ile değil, ALLAH ile harp ettik. Tabii ki yenildik…”


Çanakkale’de ölüme meydan okurcasına arslanlar gibi dövüşen ve şaire “Cihan yıkılsa emin ol, bu cephe sarsılmaz” dizelerini söyleten, ateş altında süngüsünden kurduğu mihrap önünde namazını kılarak Kanlısırt’taki  nöbetine koşan Mehmetçik, iman ve vatan destanını, Çanakkale geçilmez diye yazmıştır. Çanakkale destanını öğrenmek ve yeni nesillere öğretmek de Müslüman-Türk milletinin şeref  borcudur.


“Cesaretinizi yitirmeyin ve üzülmeyin. Eğer (gerçekten) inanıyorsanız, mutlaka (insanların) en üstünü olursunuz”(Al-i İmran, 3/139) ilahi beyanın ruhuna sahip olundukça, Çanakkale geçilmez, vatan bölünmez, şehitler ölmez ve toplu attıkça sineler onu top sindiremez.

Mevlid Kandili

0

Mevlid Kandili
Kutlu Doğum Haftası


19 Mart Çarşamba günü mevlid kandili yani peygamberimizin doğum yıl dönümüdür. Tüm insanlığa hayır ve mutluluk getirmesi dileğiyle yazıma başlamak istiyorum. Alemlere rahmet olarak gönderilen peygamber (sav) doğmadan iki ay önce babasını kaybetmiştir. O bir yetim olarak dünyayı şereflendirmişti. Altı yaşında annesini kaybedince de hem yetim hem de öksüz oldu. Çocukluğu ve gençliği anne şefkatinden baba sevgisinden mahrum geçmişti. O’nu öpüp okşayan kucaklayıp sevip koklayan ne annesi ne de babası vardı.


O böyle bir ortamda büyüyor tüm insanların sevgi ve takdirini kazanarak “Muhammedül Emin” oluyordu.


Bu emin kişi kırk yaşına geldiğinde insanlığı karanlıktan aydınlığa çıkarmak için peygamberlikle görevlendiriliyordu. O insanları seviyordu, O’na inananlarda O’nu seviyordu.


Ayeti Kerimede “Sizden çabam karşılığında bir şey (ücret) istemiyorum. İstediğim tek şey içerisinde yakınlık olan sevgidir. ” İçerisinde yakınlık olan sevginin ne olduğunu anlamak için önce yakınlık olmayan sevgiyi tanıyalım.


Bu sevgi uzak bir sevgidir. Sevdiğini uzaktan sevmektir.
Sevginin bedelini ödememek için sevdiğine uzak durmak bilerek ve isteyerek onun yanında yöresinde önünde ve arkasında yer almamak mücadelesine katılmamaktır. Özetle bedava sevmektir. Günümüzde istisnaları tenzih ederim bizim gibi Müslümanların peygamber sevgisi gibi. Avami tabirle “Kuru kuru kadan alam/ Takır takır kurban olam” böyle işi nenemde yapar dedemde.


Sevgi hayatın bire sonsuz veren en değerli tohumudur. Fakat onu doğru zamanda doğru yere doğru biçimde ekmek gerekir. Ektikten sonrada bakımını ve hizmetini yapmak gerekir. Otunu ayıklamak, sulamak, büyütmek ve beslemek yani emek vermek gerekir. İşte peygambere duyulan sevgi böyle bir sevgi olmalıdır.


Peygamberler insanları Allah’ın dinine çağırmalarını, onların hidayetine sebep olmaları karşılığında ücret istemezler. Onların ücreti Allah’a aittir. Onların istediği içerisinde yakınlık olan sevgidir. Bedeli ödenmiş sevgi seveni sevilene yakın yapar. Seven sevilene yakın olunca Ehl-i Beyt’ten olur. Tıpkı Selman-i Farisi gibi.


Selman ne araptı ne de Haşimoğullarından.
Peygamberimiz(sav) “Selman bizdendir, Ehl-i Beyt’tendir.”Buyurmuştur.
Ama Selman bu sevginin bedelini ödemişti. O zamanının hatırı sayılır bilge kişilerindendi. Tanımadığı halde peygambere olan sevgisi onu Medine’ye kadar getirmişti. Malı, mülkü, makamı tüm dünyevi zenginlikleri terk ederek sıradan bir insan olarak Medine’ye gelmişti. İşte peygamberi sevmek ve sevginin bedelini ödemek budur. Her bir sahabenin buna benzer sevgi hikayeleri vardır.


Tıpkı hicret gecesi suikast düzenleneceğini bile bile Resullah’ın yatağına yatmayı göz göre göre ölüme gitmeyi kabullenen Hz. Ali gibi.


Tıpkı Allah yolunda infak emri gelince tüm malını Allah ve Resulü yolunda tasadduk eden Hz. Ebubekir gibi. Artık seni canımdan da çok seviyorum diyen Hz. Ömer gibi. 20 yaşlarında hayatın baharında dar ağacını boylayan Hz. Hubeyb ve arkadaşı Hz. Zeyd gibi. Allah hepsinden razı olsun. Bu sevgi öyle bir sevgi idi ki Taif dönüşü atılan taşlardan peygamberi korumak için vucudunu ona siper edip pervane gibi dönen kan revan içerisinde kalan azaldı kölesi Zeyd gibi.


O’da öyle bir peygamberdi ki kendine ve Müslümanlara yapılan tüm işkencelere rağmen düşmanlara beddua etmiyordu. Çünkü O insanlara rahmet olarak gönderilmişti. İnsanları sever kimseye tepeden bakmaz, kimseyi hor görmezdi.


 Hz. Enes (ra) on sene peygambere hizmet ettim bana bir sefer olsun şunu niye şöyle yaptın bunu niye böyle yapmadın diye kızmadı. İnsanlara değer verir. Onlarla istişare eder, çıkan neticeye uyardı. Ben peygamberim benim dediğim olacak diye bir tavır sergilemezdi. Uhud ve Hendek savaşlarında olduğu gibi. Çocukları sever, onları öper, saçlarını okşar ve onlarla şakalaşırdı. Yanlış yapana kızmaz onlara doğruyu anlatırdı.


Bir gün peygamberimiz ve arkadaşları mescitte sohbet ederlerken bedevinin biri gelir. Mescidin içerisine küçük abdestini bozar. Bunu gören sahabiler kızar Hz. Ömer ayağa kalkarak kılıcını çeker bu ne saygısızlık, bu ne cüret diye bedevinin başını kesmek ister. Bunun üzerine peygamber (sav) Hz. Ömer’e dur ya Ömer der. Bir kova su getirmelerini emreder. Bevledilen yeri temizletir. Bedeviyi de bir daha böyle yapma diye affeder. Bir an için ölüm korkusuna kapılıp da sonra affedildiğini gören bedevi Müslüman olur.


Bizim ecdadımızda görmeden onu sevmiş, sevgisinin bedelini ödemiştir. Rivayet olunur ki Ahmet Yesevi hazretleri 63 yaşına geldiğinde peygamberimiz bu yaşta vefat etti diyip yerin altında kendine bir çilehane yaptırıp kırk küsür sene orada gün yüzü görmeden yaşamıştır.


Peygamberi sevmek onu örnek almak hayatımızı ve yaşantımızı ona benzetmekle mümkün olur. O’nun sünnetine tabii olmakla mümkün olur. O’nun dürüstlük ve güvenilirliğini örnek almakla mümkün olur. Acaba yaşantımız O’nun yaşantısına ne kadar benzer?


Allah (cc) bizi kendisine gerçek manada kul peygamberine ümmet eylesin. Mevlid kandilinizi tebrik eder ülkemize, İslam alemine ve tüm insanlığa hayırlar getirmesini temenni ederim.


93. yıl dönümünde Çanakkale şehitlerimizi rahmetle anıyoruz, ruhları şad makamları cennet olsun.