33.8 C
Kocaeli
Salı, Temmuz 8, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1310

Oyunu Görelim

Osmanlı, vatandaşlarını müslim ve gayri-müslim şeklinde bir ayırıma tâbi tutmuştur. Cumhuriyet yönetimi de Milli Mücadeleye katkıda bulunan ve bağlılık gösteren kimseyi ne dışlamış, ne de reddetmiştir.


Gerek 1982 Anayasasının 66. Maddesinde, gerek 1924 Anayasasının 88. Maddesinde “vatandaşlık bağı”nı milli kimlik olarak kabul etmiştir.


1924 Anayasasında “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur” denmiş; 1982 Anayasası aynı şekilde insanlarımızı kucaklayarak “Türk Devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür” ifadesine yer vermiştir.


Burada hukukilik ön plânda olmasına rağmen, mensubiyet şeklinde bir kültürel belirleyicinin de hesaba katıldığı görülmektedir.


Türk vatandaşlığı Türk soyundan olanlar ve olmayanlar ayırımı yapılmaksızın bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına atfedilen yasal ve siyasi bir statüdür. Kimseyi dışlama veya ötekileştirme söz konusu değildir. Yeter ki; bazıları kendi kendilerini ötekileştirmesin.


Türkiye herhangi bir ayırım yapmamış, çoğu dış etkilerle ve Türkiye’nin iç dinamiklerinden oluşmamış Güneydoğu’daki bazı isyanlara ve ayaklanmalara, Milli Mücadeleyi kırma hareketlerine karşı her devletin yapması gerekeni yapmış, milli devletin ve hukuk devletinin gereğini yerine getirmiştir.


Kürt asıllı bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının mensubu olduğu milli devletin milliyeti, siyasi ve ekonomik çıkarlarını koruması, kollaması, paylaşması vatandaş olmanın bir gereğidir.


Ortadoğu’da Hamasla El-Fetih’i, Şii ile Sünni’yi çatıştıran gücü görelim. Oyunu fark edelim. Kürt ile Kürtçü’yü ayıralım. Etnik taassup bizi topluma ve millete kapanma anlamını taşıyan dar bir etniklik koridoruna sokabilir.


Modern etniklik bu değildir. Milliyetle etnisiteyi rakip gören bir anlayış ilkel etnikliktir (primitive ethnicity).


Dün bazılarını Osmanlı milletinin ayrılmaz bir unsuru olarak görmek, örf-âdetlerinin tanınacağı ve haklarının gözetileceği demek; onların genç Cumhuriyetin de eşit ve anlamlı fertleri yapılacağı demektir. Bundan ayrı millet, ayrı devlet anlayışını çıkarmak maksatlı bir bakıştır.


Milli Mücadele ve kurulan Cumhuriyet iki ayrı millet, iki ayrı devlet için yapılmamıştır. Türk Milli Devleti izinle kurulan bir kavimler ittifakı olmamıştır. Sosyal ve kültürel bir mensubiyet şuuruyla, katılma ve paylaşmayla ortak iradenin şekillenmesidir.


Milletleşme de boy, kabile, aşiret, etniklik taassubunun aşılarak milli seviyede ortak paydalara ve milli kültür anlayışına varmaktır.


Milli ve üniter devletin ortadan kaldırıldığı, fertlerin neden ve niçin bir arada bulunduklarını fark edemedikleri bir durumda demokrasinin ve demokratik hakların, laikliğin tartışılması da çok teorik kalır. Demokrasi, milli mutabakatlar, sosyal ve kültürel bütünleşme ve milli devlet anlayışı üzerinde yükselir.


Demokrasinin temeli bunlardır. Bunlar olmadığı yerde demokrasi bulutlar üzerinde gezinmektir. Demokrasi kendisiyle uyuşmayan, ırk, dil veya dine dayalı ayrılıkçılığın kamuflaj örtüsü olarak düşünülmemelidir. Böyle bir yaklaşım demokrasiyi yıpratmaktır.


Demokrasi tesadüfen bir araya gelmiş kalabalıkların veya insan sürülerinin değil; milletleşmiş, milli mutabakatlarını geliştirmiş ortak paydaları şekillenmiş belirli bir gelişmişlik seviyesine gelmiş toplumların rejimidir. Toplum milletleşmeden geriye çekilip parçaların egemenliğine, boy ve kabile asabiyetine ve etnik taassuba döndürüldüğünde etnik ırkçılık ortaya çıkar ve milletleşme yara alır.


Böyle bir durum demokrasiyle çelişen bir ilkelliktir. Emperyalizme el sallamaktır.


Milli devlete karşı alternatif, mahalli egemenlik alanları açmak, demokratikleşme değil; egemenliğin paylaşılması ve devridir. Hiçbir ciddi milli devlet bunu kabullenemez. Milli devlet milli mensubiyet bilinci arar. Bu, mahalli değer ve özelliklerin reddi de değildir.


Farklılıklar bütünü tamamladığı ölçüde anlam taşır. Bir ülkede hakim kültür reddedilerek farklılıkların bütünü zenginleştirebileceği ileri sürülemez. Parçanın bütünü dışlaması etnik taassuptur veya “etnosantrizm”dir. Küreselleşme süreci son yıllarda etnik farklılaştırmayı ve çatıştırmayı ideolojik çatışmaların önüne geçirmiştir.


Türk, milli devletin ve milliyetin adıdır. Dün de bugün de Türk, bir etnik grup değildir. Türkü etnik grup seviyesine indirmek, Anadolu’da XI. yy.dan da önce var olmuş bir kültür ve medeniyeti egemen kültür olarak reddetmenin bir başka adıdır.

Bayramlık Pantolon

0

Bayramlarımı hep hatırlarım da benimle beraber hatırlansın da isterim. Bayramlar toplumumuzun hep beraber samimi duygularla ve gerçekten katılarak coşku ile kutladıkları güzel duyguların yaşatıldığı sevinç dolu günlerdir.


Bayramlar coşku ve hüznün beraber yaşandığı günlerdir. Büyüklerin hep çocukluklarının bayramlarını hatırladığı günler. Çocukların ise günü birlik kendilerine sunulan en ufak şeylerle dahi mutlu oldukları bir güzelliktir.


Bu bayramı nasıl anılarımın arasına almam ki!


Kayseri’de ramazanın son günleri belki ramazanın ilk olmasa da belki ikinci hadi bilemedik üçüncü olarak tamamını tuttuğum, diğer arkadaşlarımdan daha farklı bir büyüklüğün duygusunu yaşadığım nadir ramazanlardan biriydi. Ramazanın son günleri. Son bahar ile kış aylarının bir biri ile sürtüştüğü hüzünlü bir sonbahar günü. Evde çarşıda mahallede ramazan bayramının sevinci ile yapılan hazırlıklar.


Babam fabrikada işçi, gelir düzeyi düşük, ailesinin kıt kanaat geçindirebiliyor. Her zaman Allah’ın vermiş olduğu rızka hamd eden tevekkül sahibi aile reisi. Ben evin küçük çocuğu, belki en sevileni ama bir o kadar da birçok konuda en son akla geleni, karmaşık bir durum… Nasıl olmasın ki ağabeylerim benden on, oniki yaş büyük, onlar delikanlı. Değişik arkadaş grupları var ve bana göre çok geniş bir çevreleri öncelik onların olsun.


Bayramdan birkaç gün önce balıksırtı desenli kışlık kumaşlarla babam eve geldi.


Ağabeyime:


—Bu kumaşları kardeşinle beraber terziye götürün sizlere bayramlık pantolonlar diksin.


Abim:


– Ben gayrimüslim terziye gidiyorum ona diktireceğim.


– Oğlum o çok pahalı diker. Sen onları Terzi Mehmet’e ver.


Abim:


– Ben benimkini diğerine, kardeşiminkini de Terzi Mehmet’e veririm.


— Zaten laf anlamazsınız ki mübarek günde. Ne yaparsan yap.


O ana kadar belden lastikli sıkmalı pantolonlar giyen çocuğun o bayram delikanlılar gibi belinde köprüsü olan kemer takılabilen bir pantolonu olacaktı. Hiç bu kadar mutlu olmamıştım. Öyle mutluyum ki şehre giden belediye otobüsü durağına ne zaman geldiğimi hiç hatırlayamıyorum. Abime yaptığım iltifat ve şaklabanlıkların haddi hesabı yok o kadar çok sevinçliyim ki.


Ben terzi Mehmedin orada pantolon ölçüsünü verirken etrafa gülücükler dağıtmaya devam ediyorum. Bu arada abim diğer terziye gitti kendi pantolonunun ölçüsünü vererek kumaşını teslim edip geldi. Benim ölçülerim de alınmıştı içim içime sığmaz bir şekilde ağabeyimi bekliyordum.


Terzi Mehmet:


– Arife günü pantolonu teslim alırsınız. Güle güle giyin


Arife gününe kadar her gece balıksırtı desenli pantolonumun hayaliyle yatıp kalktım. Günler sanki geçmiyordu ama. Oruçlu insanların sofra başında huşu ile iftar topunu beklemeleri gibi bende Arife gününü beklemekteydim, sabırla ama acelesi olan bir bekleyiş.


İftar ezanına çok yakın, abim kara yolun dönemecinde tüm heybeti ile göründü. Bir koşuda o kadar yolu oruçlu olarak nasıl koştum ve ağabeyimin yanına vardım şu anda bile hatırlayamıyorum. Elinde gazete kâğıdına sarılmış iki paket vardı. Biliyordum bir tanesi benim pantolonumdu. Belinde köprüleri olan hatta kemer takılabilen balıksırtı kumaş pantolonum. Hayatımda özlemle beklediğim ilk pantolon. Bayramda giyeceğim. Yarın bayram. Arkadaşlarım kim bilir nasıl gıpta ile bakacaklar. Amma havalı olacağım bayramda.


İftar yemeğinden sonra bizi bayrama kavuşturan Rabbimize şükrederek sofradan kalktık. Abim pantolonunu giymiş gerçekten çok şık bir pantolon. Hani zıpkın gibi delikanlı tarife gerek yok ağabeyime bak yeter. Bana;


—Sen de giysene bir de seninkini görelim. Dediler


Zaten içim kıpır kıpır ediyor.


Hemen oracıkta paketi parçalarcasına açarak pantolonu ayağıma geçirdim. Birden herkesten bir kahkaha daha sonra bir suskunluk. Ne olduğunu anlamak için saf saf sağa sola bakıyorum. Herkes de bana bakıyordu. Kendime döndüğümde pantolonun paçalarının dizlerimde olduğunu bir an göre bilmiştim. Şaşkınlıktan ağlayamamıştım bile. Terzi ölçüyü yanlış almış.

Süngü ve Yürek

Mustafa Kemal anlatıyor; Sakarya savaşının bir yerinde telefonla emir veriyor. ‘ Süngü takın ve düşmana saldırın’. Telefondaki komutan, ‘komutanım süngümüz yok’ diyor. Süngü emri veriyor, askerin süngüsü yok! Mustafa Kemal Kendini toparlıyor. ‘Topal Osman ve 70–80 kişilik adamlarının eğri bıçakları var. Alın o eğri bıçakları onlarla saldırın’ diyor.


Ülke olarak şu an geldiğimiz durum itibariyle böyle bir giriş yapmak, anlatmak istediklerimi daha doğru ifade edebilmek için çok önemli doğrusu. Sürekli şehit veriyoruz. O elleri öpülesi annelerin feryatlarıyla irkiliyoruz her gün. Bir annenin en dokunulmazıdır evladı. İğrenç bir oyunun piyonları kalleşçe dokunuyor o evlatlara. Annelerin koklamaya doyamadıkları o gülleri koparıyorlar. O kıyamadığımız bedenleri yine annelerinin kucağına veriyoruz. Vatan toprağına. Vatan bir annedir. Ve biliyorum ki o toprak, sevgiyle, gururla sarıyor evlatlarını. Kendisi için kanının son damlasına kadar savaşmış, canını yüzünde tebessümle onun için vermiş diğer yüz binlerce evlatlarını sarıp kokladığı gibi.


Televizyon kanallarında almış bir hengâme gidiyor. İşi bilen bilmeyen herkes harekât uzmanı olmuş. Onlarca çeşit fikirler atılıyor ortaya. Aslında fena da olmuyor hani. Herkes safını belli ediyor. Toplum meydanlarda, caddelerde tepkisini gösteriyor. Siyasetçiler, yöneticiler ise sansür ve gizlilik peşindeler. Haklı gerekçeleri de olabilir.


Tüm bunları izlerken insanların yüzünde hep aynı şeyi görüyorum. Neler oluyor? Nasıl bu hale geldik? O dönülmez noktaya geldik ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Bu aslında onlarca yıl nasıl uyuduğumuzun ve uyutulduğumuzun resmidir. Dünyanın her yerindeki insanlık bahçelerindeki çeşit çeşit çiçekler, devasa biçerdöverlerle hasat edilirken, yok edilirken, biz sınırlarımız içinde kendimizi güvende hissederek ve hatta kafasını kuma gömmüş devekuşu misali yaşadık. Görmedik, duymadık, bilmedik. Üç maymunu oynadık.


Şimdi kalabalıklar halinde sokaklardayız. Öfke kusuyoruz. Birlik beraberlik gösteriyoruz güya. Toplumsal enerjimizi boşaltmaktan başka bir şey de yaptığımız yok oysa. Gençler, orta yaşlılar mikrofonlara konuşuyorlar. Askere alın bizi diyorlar. Askerlik şubelerinin önleri kalabalıklarla dolu.


Ben bu tepkilerin içinde bulunmayacağım. Bunu derken vatanım için gerektiği yerde canımı da vermeye her zaman hazırım. Tıpkı Atalarım gibi. Evet, çok kızgınım. Çok ikiyüzlü geliyor olanlar bana.


O evlatlar kaybedilmeden önce neredeydiniz demek geliyor içimden. Onlar gibi binlercesi kaybedilirken nerelerdeydiniz? Kendi yaşam argümanlarınız içinde yaşarken, daha çok para için, daha lüks yaşamak için değerlerinizden ödün vererek iğrençleşirken de bu evlatları kaybediyorduk.


Nerelerdeydiniz beyler, hanımlar, gençler? Birbirimizin kızlarına laf atarken, sokaklarda kadınlarımız rahatça yürüyemezken, uyduruk bahanelerle birbirimizi döverken, ülkemiz soyulurken, gitgide bağımlılığa sürüklenirken, iki fikre bölünüp, birbirimizi öldürürken, rüşvet verirken, birbirinizin ekmeğiyle oynarken, birbirimize iftiralar atarken, en iğrenç suçlar artarken nerelerdeydiniz?


Tüm güzelliklerimiz harcanırken nerelerdeydiniz? Vatan Anne’dir diyoruz şimdi. Yıllarca birbirinin o elleri öpülesi annelerine küfredenler nerdeydiniz? Vatan, komşunuzdur. Vatan, ormanlarındır, çocuklardır.


Vatan, birbirimizi gördüğünüzde bir selam vermemizdir. Vatan, deli akan derelerdir, sevgilinizle buluşmaya giderken adımlarınızı attığınız parke taşlardır. Vatan, başkalarının namusunu, onurunu kendinizin bilmektir. Vatan Aşk’tır. Vatan düğündür, cenazedir. Vatan bizi biz yapan her şeydir. NEREDEYDİNİZ? NEREDEYDİK?


Niyetim burada ahkâm kesmek değil elbette. Pkk’ nın sadece bir terör örgütü olmadığını, yeniden şekillendirilen dünyada bir taşeron olduğunu anlatmayacağım. İleride bu konuda daha teknik ve daha ayrıntılı bir yazı çalışmasında bulunacağım.


Yukarıdaki satırlarda duygularımı paylaşmaya çalıştım. Ama şimdi düşüncelerden bahsetmek isterim. Bu büyük oyun oynanırken, iki konuda uyarı yapmak ihtiyacında hissediyorum kendimi.


İlki şudur; Amaç bu ülkeyi ilk etapta iki parçaya bölmek, ayırmak. Büyük Ortadoğu projesinin Türkiye ayağının temelinde bu var. Bunu, bırakın pkk’yı, koca ordularla bile yapamazlar ve bunu kendileri de çok iyi biliyorlar. Bölünmeyi sağlayabilecek tek unsur, milletin kendi içinde çatışmaya başlamasıdır.


Sağ-sol denediler olmadı, Dinli- dinsiz denediler olmadı. Şimdi 30 yıldır başka bir şey deniyorlar. Arada bir hepsini kokteyl de yapıyorlar. İşte duygularım bir tarafa, sokaklarda, meydanlarda, caddelerde büyük kitleler halinde gösterilere karşı olmamın nedeni asıl budur işte.


Hepimiz öfkeliyiz. Acımız bir şimdi. Bir araya geliyoruz ve öfkemiz büyüyor. Bir şeyler yapmak için çıldırıyoruz. O yüzdendir ki, askerlik şubelerinin önü dolu. Pkk’yı yok etmek istiyoruz. Ama bizim direkt pkk terörist’i yakalama durumumuz yok. Bu devletimizin görevi. Ama bu kitleler kontrolden çıktığında, pkk diye güneydoğulu vatandaşlarımıza yönlenirseler ne olacak? Aslında kalleş unsurlarında hesabı budur.


Toplumu ayağa kaldıracak eylemler yaptırarak, toplumun öfkesini, güneydoğulu vatandaşlarımıza kaydırtmak ve dolayısıyla millet içi çatışma ortamını yaratmak. Yoksa 12 değil 112 askerimizi katletseler, Türkiye’mize bir zarar veremeyeceklerini bilmektedirler. Oyun milletimiz üzerinde dönmektedir.


Aman dikkat diyorum. Öfkemizi daha iyi bir insan olmaya yönlendirelim. Daha iyi bir evlat, daha iyi bir baba, daha iyi bir anne, daha iyi bir eş, daha iyi bir işçi, memur, mühendis, simitçi. Her ne isek daha iyi olmaya dönüştürelim.


Birbirimizin namusuna, onuruna saygıya dönüştürelim diyorum. Birbirimizi daha çok sevelim. Bu millet asırlardır her çileyi gördü. Hiçbir zaman iki olmadı. Hep birdi. Hep beraber bu birliği ayakta tutalım ve bunun için sokaklara çıkalım, caddelere gidelim, meydanlara akalım diyorum, Öfke için değil.


İkinci uyarım da şudur; oyunun ikinci perdesi de devlet üzerinedir diye düşünüyorum. Fiili olarak kurulsa da, sözde Kürdistan’ın resmiyet kazanması için Kerkük’ü kendine katması gerekmektedir. Çünkü bu kültür ve petrol şehri olmadan asla devlet olamazlar.


O nedenle ülkemizin tüm unsurlarını yani devletimizin ve ordumuzun dikkat ve enerjisini pkk üzerine odaklayarak Kerkük’ü bizden uzaklaştırma projesidir. Tüm enerjimizi pkk üzerine boşalttırarak, Kerkük’te duran kırmızı çizgilerimizi, pkk seviyesine indirgemektir. Buna da aman dikkat diyorum.


Bu büyük oyun, ne tesadüf ne de öylesine yapılmış eylemler değil diyorum. Irak’a girmeli miyiz? Evet, girmeliyiz. Nereye kadar? Sonuna kadar. Yani bu oyunları alt üst edecek kadar. Ya dünya güçleri? Tepkileri ne olacak? Ne olursa olsun. Hiçbir şey bağımsızlığımızdan ve bütünlüğümüzden önemli değil. Korkmalı mıyız? Neden korkalım? Biz bağımsızlık mücadelemizi o yokluklarda tüm dünyaya karşı vermedik mi? Bedel hesaplanıyor bu günlerde.


Bu millet 180 yıldır bedel ödüyor. Bu millete bedelin ne demek olduğunu anlatmak gibi bir hadsizlikte bulunanlar var. Yok, girersek şu olurmuş, bu olurmuş. Yok, Amerika amca kızarmış. Bataklıkmış. Dünyada tek batak vardır. O da bu milletin 180 yıldır akan kanı. O kana girenler, batar, boğulur yok olurlar.


Bunu da tüm dünya böyle bilsin diye haykırıyorum. Eğer böyle icazet peşinde, birilerini ikna etme peşinde ya da rızasını alma peşinde koşarsak, bırakın kendimizi, onlara karşı bile saygınlığımız kalmayacak.


Atalarımızın kanlarını, canlarını vererek kazandıkları bu saygınlığı peşkeş etmeye hakkımız yok. Hepimiz bir gün öleceğiz elbette. Yüce Mevla’dan, mahşer gününde o yüce şehitlerimizin yüzlerine bakabilecek kadar yüzümüz olmasını nasip etmesini diliyorum.


Yazımın başındaki Mustafa Kemal anısına dönmek istiyorum. Süngü hücumuna kalkılacak. Süngü yok askerde. Bugün süngü var, top var, uçak var, her şey var. O süngüsüz süngü hücumu yapan yiğitlerde olan yürek, bugün de var. Ama o yüreğin üzerini onların medeniyet dedikleri çamurlarla kaplamışız.


Muhtaç olduğumuz kudret, amerikanın, batının izninde değil, damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur. O kanı akıtan yürekte aradığınız kudreti bulursunuz. O öyle yürektir ki, içine bir bakınız. Eşsiz bir iman bulursunuz, cesaret bulursunuz, fedakârlık bulursunuz, kucak kucağa beraber can vermenin onurunu bulursunuz, vatan için canını vermeden sevdiceğine dönmekten ar eden, vatanı anası gibi gören bir sevgi bulursunuz.


Mustafa Kemal Paşa, Hasan çavuş, Şehit Mehmetler, Sırtında mermi, kucağında bebesini taşıyan anneler ve diğerleri… Sizleri o kadar çok özledim ki. Duygularımızın yoğun olduğu bu dönemde, eğer kelimeleri çok sivri kullandıysam özür diliyorum. Mazur görünüz, Sağlıcakla kalınız efendim.

Hastalık Üreten Yaşantı

—Kertenkele, bayramı nasıl geçirdin?


—Üstadım, bir sürüngenin bayramı nasıl geçerse benimki de öyle geçti.


—Bana böyle sitemli konuşma, senin sürüngenlerden yürüyenler sınıfına terfi ettiğini kabul etmiştik.


—Üstadım, bayramda yüreğimin yağını eriten bir olaya tanık oldum, hatırladıkça tebessüm ediyorum.


—Tebessümüne sebep olan olayı öğrenmek isterim.


—Anlatayım. Bir eve ziyarete gitmiştik. Oraya önce beyefendinin emekli polis, hanımefendinin bir lisede müdür olduğu söylenen aile; arkasından ziyaret ettiğimiz ailenin öğretmen olduğunu öğrendiğim akrabaları geldi. Tanışma gerçekleşti, konuşmalar başladı. Emekli polis, ben siyasete girmiyorum, kimseyi suçlamıyorum, dese de ileri geri konuşmaya başladı. Bunun üzerine sonradan gelen ailenin emekli öğretmen hanımefendisi “Hiç değilse, bayramlarda bizi birbirimizden uzaklaştıran siyasi konulara girmesek.” deyince emekli polis, ailesiyle birlikte ev sahibinden izin istemek zorunda kaldı. Evde müthiş bir soğukluk oluştu.


—Kertenkele, bu olayda senin yüreğinin yağını eriten tarafı pek anlayamadım.


—Üstadım, yapmayınız. Siz değil miydiniz bana bayramların işlevini anlatan, özellikle bayramlarda ortak ve birleştirici konuların konuşulmasının doğru olacağını söyleyen?


—Kertenkele, senin sınıf atladığın bir kez daha tescillendi. Dikkat et, insanlar kurulmuş saat gibi çalışıyorlar. Ayarı bozuk saat, ona bakanlara yanlış bilgi verdiği halde onlar, bunun farkında değil. Çağımızda bize öyle bir yaşam dayatılmış ki insanlar bundan ya nemalanıyor ya da değiştirme gücüne sahip değil. Kişinin nerede, ne zaman, nasıl davranacağını bilmemesi ya aptallık ya aymazlık. Her birimiz kurulu bozuk saatin akrebiyiz. Bir çizgi filmde görmüştüm. Taşa takılıp ayağını kıranların imdadına koltuk değneği, sargı bezi, platin, çiçek satanlar sırasıyla geliyorlar; ama kimse bu taşı kaldırmayı düşünmüyor. Bozuk saatin işlemesi için taşın orada bulunması gerekiyor. Depresyona karşı pil bulunmuş. Piller, 15 bin dolarmış. Pillerin satılması için insanların önce depresyona girmesi gerekiyor. Sağlıklı bir yaşam için bataklığı kurutmak varken, hastalara cibinlik, şaplak, tablet, krem ve sprey satmak daha karlı geliyor. Sistem bu! Herkes, birbirinin paraziti olmuş. Kimse, kimsesiz edemiyor; fakat kimse kimsenin faydasına çalışmıyor. Dünya nizamına ayar veren bozuk saatin sistemi şöyle çalışıyor: Dünya yönetmenleri milyar dolarlık küresel şirketleri aracılığı ile insanları beklentiye sokuyorlar. Medya, sözel ve görsel unsurlar, siyaset, eğitim kurumları birer piyon olarak kullanılıyor. Oluşturulan karmaşık zihinsel mekanizmanın kobayı zavallı insanlar, sigaraya, hamburgere, kolaya iştahla sarılıyor. Koltukta pinekleyen; terlik, telefon televizyona mahkûm edilen bir tip ortaya çıkıyor. Bizi yönlendiren güçlerin esiri oluyoruz; fakat bunun farkında değiliz. İrademiz, küresel azmanların elinde. “Kilo veremiyorum, sigarayı bırakamıyorum, kolasız doyamıyorum.” yakınmaları başlıyor. Özgürlüğüne düşkün; fakat özgürlüğünün elinden gittiğinin farkında olmayan, birbirine benzeyen, sıradan insanlar arasındaki silik yerimizi alıyoruz. Üretim ve tüketimdeki çılgınlık, beni korkutuyor. Sen ve ben, hepimiz bir makinenin dişleri durumuna düşürüldük. Hani benim kalbim, hani benim ruhum, hani beni ben yapan yüce değerlerim?


—Üstadım, bu döngüye Dr. Kemal Yeşilçimen “hastalık üreten yaşam tarzı” diyor.


—Kertenkele, beni anlaman, bana yaşama sevinci veriyor. Ayrıca kitap okuyor olmana pek seviniyorum. Bizim neslimiz, bu bozuk saati fark etti. Sizin nesliniz bozuk saate yeni bir ayar vereceğini umuyorum. Her günün bayram olsun.


—Üstadım, bana “deli” demek istemediniz sanırım.


—Sen bu işin delisi olsan ne kaybedersin? Haydi iyi bayramlar!..

Şuradan Buradan Zülfikara Dokunmadan

ABD’li büyük vekil Sherman, PKK’nın pusuya düşürüp şehit ettiği vatan evlatlarımız sebebiyle Ankara gelen sert beyanata karşı cevher yumurtlamış; “Ankara iki kızar, sonra susar.”


Demek ki adamların terazisi iyi tartıyor. Bizi de iyi tartmışlar. Nereye kadar horozlanacağımızı iyi biliyorlar. Hani bir söz vardır. ”Fakir babanın ailesine bile sözü geçmez.” diye.


Bizimde büyük patrona karşı horozlanmamız haddimize mi düşmüş?


Biz Osmanlı torunuyuz da Osmanlıyı kötüler dururuz. Şu Türk düşmanı ermeni dostu Fransa’ya Osmanlının yaptığını hep unuturuz. Acaba adamları bir nameyle korkudan iki yıl dans ettirmediğimiz için mi şimdi bize kinlenirler. ABD’de tarihinde ilk defa ve tek defa Osmanlı ya haraç verdiği için mi bizden intikam almak ister.


…………………..


Condoleezza Rice; “Türkiye, İslam ile Dünyanın geri kalanı arasında köprü vazifesi görmektedir.” demiş. Nedense bu köprüden hep Amerika geçiyor. İslam Ülkelerini sömürüp, geri dönüyor. Bize ise oraları yasak. Aman ha yaklaşırsak gericilik bulaşır.


Zinhar onlarla ticaret yapmak ve yakınlaşmak bizi yobazlaştırır. Biz Avrupalıyız. Avrupalılar hep bizim köprüden geçer. Gider oralarda malını satar ve geri döner. Onlar hiç yobazlaşmaz.


Her şeyin orijinali de var. Yan sanayisi de var. Bizim Ülkemizde de çok yan sanayi var. Onun için sıkça arızalanıyoruz.


Çağdaşlık adına lime lime dökülüyoruz. Ne zaman uyanacağız?


Ne zaman akıllanacağız bilmem ki?


…………..


Diyarbakır’ın Yenişehir Belediyesine ait çocuk korosu ABD de PKK marşı söylemiş.


Burası Türkiye. Özgürlüklerin namütenahi kullanıldığı bir Ülke. Şayet Milli Marş söyleselerdi şaşardım. Büyükleri zaten mecliste.Küçükleri de ABD de tanıtım peşinde. Bölücü başı da nasıl olsa bizden beş yıldızlı otel hizmeti alıyor.


Deveye sormuşlar “Boynun neden eğri?”


Oda cevap vermiş; “Nerem doğru ki?”


………………


Diyanet açıklama yapmış; “Beli veya ayakları rahatsız olanlar sandalyede namaz kılabilir.” diye.


Hiç cami ile alakası olmayanlar hemen bu habere atladılar.”Diyanet, İslam’a yeni yorum getiriyormuş. İnsanlar şimdiye kadar hep bu yüzden eziyet çekmişlermiş. Camidekilerde onlara şimdiye kadar hep ters bakılmışmış.” Halbuki Camilerde yıllardan beri rahatsızlığı olanlar safın kenarında sandalyede namaz kılarlar. Cemaatte onlara yardımcı olur. Bu durum herkesin başına gelebilir. Bu yeni icat edilmiş bir şey değil ki?. Yorumları okuyunca acısak mı?. Gülsek mi? diye insan ikilemde kalıyor. Nedense hep kendini İslam’dan saymayanlar, İslam hakkında yorum yapınca böyle komiklikler yaşanıyor.


İslam cemaatine dışardan gazel okuyanlar. Lütfen işinize bakınız. Bize ait olanı da bize bırakınız. Gölge etmeyin başka ihsan istemez.


………………..


Devlet bakanımızın biri İngiliz vatandaşı imiş. Sayın Tansu Çillerde Amerikan vatandaşı idi.


Bazılarımız akıllıdır. Çift pasaport taşır. İş adamlarımız taşırda vekillerimiz niye taşımasın. Biz pratik zekalıyız. Dışarı çıkar gavur yeminine uyarız. İçeri girer Müslüman yemini ederiz. Acaba Devletler arası çıkarlar söz konusu olduğunda hangi yeminin gereğini yapılmaktadır?. Bunu da sormadan edemiyorum. Benim memurum işini bilirde vekilim niye bilmesin.


…………………..


Geçmişi hep kötüleriz ya. Bu konuda üstümüze yoktur. Padişahların bir çoğu bizim entelektüellere göre vatan hainidir. Onlar 4 kıtada at koşturdu. Biz 80 yılda geri kalmışlıktan kurtulamadık. Hep kendimizi medeni saydık. Atalarımızı geçmişimizin utanılacakları olarak gördük.


Onlar hayvanları bile sevdiler. Onlara hafta da bir gün yük taşımama izni vererek, taşıdıkları yükün kilogramını yasaya bağladılar. Bizlerse sahip olduğumuz hayvanları acımasızca öldürdük. Öldüremediklerimizi süründürdük. Atalarımızın hayvanlardan esirgediklerini biz insanlarımıza reva gördük. Çatalı sol elle tutmakla, yemeği sol elle yemekle modern olduk. Biz Avrupalının bermuda şortu nu kendimize yakıştırdık. Kendi insanımızın haşamasıyla dalga geçtik. Halbuki biri öbürünün güllüsü. İkisi de diz kapağından aşağıda.


Hani derler ya; “insanın akıllısı önündeki işi yapar. Akılsızı ise başkasında hata arar.”


…………….


Referandumu da yaptık. Milletimize hayırlı olsun. Bazıları günler önce millete ilanatta bulundu.


“İktidarı sevmiyorsan kahverengiye bas.”. “Beyaza basarsan iktidarı aklarsın.”


Ne enteresan bir anlayış? Kendini elit görenlerin mantığına bak.


Hani ne demişler; “Şayet bir şey biliyorsan söyle millet seni dinlesin. Şayet hiç bir şey bilmiyorsan sus ta millet seni adam bellesin.”


Aziz Nesin i sevmem ki, dediğini diyeyim.

Asıl Terör Nerede?

TSK’nin önünü açan ve yasal sıcak takiple askeri harekât hakkı veren tezkere nihayet TBMM’nden geçti.


Sayın Genelkurmay Başkanı’nın talebinin 17 Nisan’da olduğu düşünülürse, oldukça geciken ve büyük bir ekseriyetle alınan Meclis kararı ülkemiz için sevindiricidir, itibar kazandırıcıdır ve Türkiye’nin caydırıcılığını artırmıştır. Keşke, 6 aylık bir gecikme olmasaydı…


Ancak, yine de siyasi iktidar askerini rakip gibi görme yanlışından uzaklaşmaktadır. Dışarıya hoş görünmek uğruna askerle farklı düşünüyor görünümünün verilmesi, terörle mücadelede bize zaman ve kan kaybettirmiştir. Şimdi siyasi iktidar dahil birçok çevrenin ayağı yere basmıştır.


Bugüne kadar ülkeyi yönetenlerin beyanlarını alt alta koyarsak; bugün gelinen sonuç birbiriyle çok çelişkilidir. 2002’de iktidara gelir gelmez terörü daha fazla demokrasi ve özgürlükle çözeceğini zanneden iktidar, Eve Dönüş Yasası dahil birçok aflar çıkarmıştır. Terör gerçeğinde İspanya’dan bile ders alınamamıştır. Bölücü ve ırkçı terör örgütünü açıkça destekleyen eski ve yeni bazı milletvekilleri itibar görmüş, Bakanlıklarda ağırlanmışlardır. Bazı yanlış tavır ve beyanlar adeta vatandaşı terör örgütüyle özdeşleşmeye itmiştir.


Asker sınır ötesi harekât için Meclis’ten karar çıkarılmasını istediğinde “İçeride 5.000, dışarıda 500 PKK’lı var. İçeriyi hallettik mi ki; dışarıyı halledelim?” diyebilen herhalde yabancı devlet adamları değildi. Bu beyanla ülkeyi yönetenler Barzani ve terör örgütünün destekçileriyle maalesef aynı çizgide buluşmuşlardır.


Sınır ötesi harekâtı küçümseyen “Bu kadar gittik, bir şeye yaramadı.” diyebilen siyasilerin bugün vardıkları sonuç ibret vericidir. Devlet adamlığı yetersizliğidir. Kaldı ki; sınır ötesi harekât, tedbirlerden sadece birisidir. Erbil ve Süleymaniye’ye giden yolcu uçaklarına hava sahamızı açma gafletini gösterenler, şimdi acaba hiç utanmıyorlar mı?


Irak’ın kuzeyine su ve elektrik Türkiye’den gidiyor. Habur Kapısı kapansa, bir ikincisi açılsa, terör sorunu oldukça değişik bir şekil alırdı. Barzani şirketlerine neden hoşgörülü davranılıyor? Irak’ın kuzeyinde eş dost yatırımlarını müdahale edememenin gerekçesi yapanlar, şimdi bizimle aynı şeyi söyler hale geldiler.


Koordinatörlüğün, Maliki’nin Bağdat-Ankara seferlerinin oyalama olduğunu yeni mi öğrendiniz Sayın Cemil Çiçek? Ortada bir oyun var; ABD Türkiye’yi oyaladı, siyasi iktidar da Türk Milletini… Bugünkü ABD yönetimi Türkiye’nin ne müttefikidir; ne de dostudur. Ancak, ABD’yi de bir bütün olarak görüp düşman ilân etme akılsızlığını göstermeyelim. Herkes kendi milli menfaatinin peşinde olmasına rağmen, Bush yönetimiyle uyuşmayan etkili çevreler de vardır.


PKK terörü dıştan desteklenen bölücü, ırkçı bir harekettir. Teoriye uymamasına rağmen; Marksist kökenlidir. Teorik olarak ırkçılığı reddedenler, bal gibi ırkçılık yapmaktadır. Soyadı Türk olan DTP Genel Başkanı, bir TV programında aşırı sol menşeden geldiklerini itiraf etmiştir.


PKK’dan daha da tehlikelisi; onu siyasallaştıran, Meclis’e sokan iç ve dış ittifakıdır. PKK’dan daha da tehlikelisi; anti-Türk mayınları gibi ortada dolaşıp Türk düşmanlığı yapan, milli kimliği dışlayan, teslimiyetçi, ülkeyi zorla etnik sorunlu hale sokma peşinde olan, TCK’nun 301. Maddesini kaldırmayı içlerine sindirmiş bazı yöneticilerimizdir.


Bunların sahiplenemedikleri anayasa taslağı da ortadadır. Türk, Atatürk, Türk Devleti ve milliyetçilik kavramları yeni taslaktan çıkarılmadı mı? “Türkiye sadece Türklerin değildir.” diyebilen, Türkü milli kimlik ve milletin adı olmaktan çıkarıp Anadolu’da basit bir etnik grup olarak takdim eden eğer Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ise; demek ki asıl terör, Türkiye’de yaratılmak istenen milli kimlik karşıtı terördür. PKK dahil diğerleriyle uğraşmak ve onları yok etmek Türkiye için teferruattır.


Türkiye’ye karşı psikolojik savaşın bir parçası olan, yabancı istihbarat servis mensuplarıyla akraba bazı yazar-çizer ve basın mensuplarının ekranlardan o istihbarat kuruluşlarına hizmet etmeleri daha ne kadar sürecek? Utanmasalar ve elde edebilseler, askeri harekât plânlarını bile ekranlarda teşhir edecekler. Ve bunu da demokrasi ve basın özgürlüğü zannedecekler.


Bugün referandum yapılıyor. Referandumlar iktidar diktalarını hazırlayan siyasi oyuncaklar değildir. Önce oylamaya açılan, daha sonra çıkarılan maddeleriyle bu anayasa değişikliği bir hukuk skandalıdır. Masraflara yazık olmuştur. YSK’ndan 5’e karşı 6 oyla geçen karar hukuk devletini yaralamıştır.

Terör ve Tezkerenin Gereğinin Yapılması

Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en tuhaf ve tartışmalı referandumunu yapmak için sandık başına gitmeye hazırlandığı, 21 Ekim Pazar sabahını Hakkâri Yüksekova’dan gelen acı bir haberle karşıladı.


“Yüksekova’ya 50 kilometre uzaklıktaki Irak sınırının sıfır noktasındaki Dağlıca Beldesi’nden Yeşiltaş’a giden Yüksekova 21’inci Sınır Jandarma Taktik Tugay Komutanlığı’na bağlı Komando Taburu’na ait askeri konvoy Avaşin Köprüsü üzerinde saldırıya uğradı. Ağır makineli silahlar ve roketatarların da kullanıldığı saldırıda 12 asker şehit oldu; 3’ü ağır 16 askerimiz de yaralandı. 13 askerin de kayıp olduğu, süren çatışmalarda 32 teröristin öldürüldüğü bildirildi.”


PKK’nın üslerinin bulunduğu Kuzey Irak’a sınır ötesi bir harekâta imkân veren “Tezkere” 18 Ekim’de, TBMM’den milli iradeyi yansıtan yüksek bir oyla (19 ret oyuna karşı 507 oyla) kabul edilmişti.


Türkiye hemen her gün bir iki vatandaşımızın terör örgütü tarafından şehit edilmesi haberlerine alıştırılmıştı(!) Ancak sınır ötesi operasyon için tezkerenin kabulünden sonra, Beytüşşebap ve Şırnak’taki saldırıların ardından, her bir saldırıda 12–13 kişinin şehit edildiği üçüncü önemli eyleme maruz kaldı.


Bu defa saldırı K.Irak’taki bir PKK kampından gelen ve saldırıdan sonra yine buraya kaçmaya çalışan 200 kişilik bir grup tarafından gerçekleştirildi.


Bu olaydan sonra bir kere daha durum değerlendirmesi yapalım:



  • PKK terör örgütünün Kuzey Irak’taki kendince güvenlikli bölgede kampları vardır ve bu bölgeden ciddi siyasi ve lojistik imkânlar sağlamaktadır. Kuzey Irak’taki Barzani yönetiminden; Irak merkezi yönetimi ve Talabani’den ve özellikle de stratejik işbirliği içinde olduğu ABD’den destek almaktadır.
  • Tezkere’nin çıkması ve sonrasında “tezkere çıktı ama kullanılmayacak” havasını veren açıklamalar, tezkerenin tesirini ve caydırıcılığını azaltıcı etki yapmıştır. Bazı AKP yetkilileri ve destekçilerinin, “şimdiye kadar yapılan 23 sınır ötesi harekâtın (gerçekte 38 büyük harekat yapıldı) hiçbir işe yaramadığı”, “Habur Sınır Kapısının kapatılmayacağı” yönündeki açıklamaları da “korkma, silahım var ama boş” anlamına gelmiştir.
  • Tezkerenin verdiği yetkinin kullanılarak sınır ötesi harekât yapılmasına ABD, AB ve Irak yetkilileri karşıdır. Özellikle ABD, bırakın PKK ve üslerini imha etmek, sınırlardan her türlü geçişi izleyecek teknik imkân ve kabiliyete sahip olmasına rağmen Türkiye’ye herhangi bir istihbarat yardımı dahi yapmamıştır.
  • Bu ortamda PKK örgütü yüksek bir moral içindedir. Türkiye’nin psikolojik harp alanında daha başarılı olması tam bir siyasi kararlılık gösterilmesine, devlet kurumları arasında uyum ve işbirliğine bağlıdır.
  • PKK ile mücadele daha uzun yıllar sürecek gibi gözüküyor. Örgütün dış desteklerinin kesilmesi siyasi kadronun, lojistik destek merkezlerinin ve örgüt üyelerinin tesirsiz hale getirilmesi güvenlik güçlerinin görevidir. Her iki alanda da başarılı olunmadıkça terörle mücadelede sonuç alınamaz.
  • Bir ülkenin komşusu olan bir ülkeye karşı terörün lojistik ve siyasi destek merkezi haline gelmesini uluslararası hukuk himaye etmez. Irak hükümeti terörist örgüte karşı gerekli önlemi almadığı sürece Türkiye’nin hukuken müdahale hakkı vardır.
  • Türkiye’ye düşmanlık anlamına gelen PKK destekçiliğinin maliyetinin ne kadar ağır olabileceği, Barzani, Merkezi Irak Yönetimi ve ABD’ye çok iyi hissettirilmelidir.
  • Askeri mücadelenin 25 yıldır yeterince başarılı olmadığı yanlıştır. PKK, unutmayalım ki siyasi kolu iki milyon oy alan bir kitleden destek almaktadır. PKK yıllarca Türkiye sınırları içinde bağımsız devlet yapılanmasına nüve oluşturacak şekilde, bazı illerimizin “kurtarılmış bölge” oluşturmasını hedeflemiştir. Yapılan mücadele ile PKK’nın bu hedefine ulaşması ve ülkenin bölünmesi engellenmiştir.
  • Kuzey Irak’a girmenin bir bedeli vardır. ABD, AB ve komşularımızdan destek alınabildiği ölçüde bedel azalacaktır. Ancak, halen ağır bir bedel ödüyoruz, Kuzey Irak’a girip PKK’nın beynini ve Barzani’yi etkisiz hale getiremezsek bunun bedeli daha da ağır olacaktır.
  • Ülkenin birliğinin korunması ve vatanın müdafaası için büyük devletlerin iznini almaya kalksaydık İstiklal Harbimizi yapamazdık.
  • “Ekonominin kırılgan olduğu” doğrudur. Sınır ötesi harekâtın en az ekonomik zararla atlatılması hükümetin ve tüm ekonomide etkili oyuncuların görevidir. Ancak Atatürk’ün veciz sözüyle ifade edelim ki, ”söz konusu olan vatansa gerisi teferruattır.”

Bütün şehitlerimize Allah’tan rahmet, yakınlarına ve Türk Milletine başsağlığı diliyorum.

Şehitlere Saygı ve Rahmet

Uzun yıllardır bayramları bayram gibi kutlayamıyoruz. İç ihanet odakları ve onların dış destekçileri bölücü, ırkçı terörü sürdürmekten vazgeçmiyorlar.


Terör örgütü kadar gerekli tedbirleri almayanlar, Terörle Mücadele Yasası’nın içini boşaltanlar, güvenlik güçlerinin elini kolunu bağlayanlar, AB sevdası uğruna olmadık tavizler verenler, sıcak takip ve askeri müdahaleyi yılan hikâyesine çevirenler, Habur kapısını kapatamayanlar, yeni sınır kapısı açamayanlar, bir dönem koordinatörlükle, daha sonra Bağdat temsilcisi Maliki’nin ziyaretleriyle oyalananlar, Irak’ın kuzeyine sivil uçak seferlerine göz yumanlar, Irak’ın kuzeyindeki eş dost yatırımlarını gerekçe yapıp müdahaleden uzak duranlar, Barzani şirketlerine göz yumanlar, terörün azmasına az katkı yapmamışlardır.


Şehitler ölmez demek yetmiyor. Şehitler evet ölmez ama, onların emaneti olan geride bıraktıklarını yaşatmak da bizim görevimizdir. Onlar bizim için öldüler. “Biz onlar için neler yapacağız?” sorusu sadece bayramlarda değil; her gün vicdanlarımızı rahatsız etmelidir.


Bütün Aydınlar Ocaklarımızın en önemli faaliyeti ve hizmeti şehit aileleriyle ilgi ve dayanışma olmalıdır.


Ahmet SARIOĞLU, Tugay SALGAR, Çavuş Bayram GÜZEL, Çavuş Mehmet UYAR, Çavuş Seyfi ALTUNTAŞ, Onbaşı Mehmet YILDIRIM, Onbaşı Mehmet UÇARI, Onbaşı Kasım AKSOY, Onbaşı Şükrü KARATAŞ, Onbaşı Emrah ERYILMAZ, Onbaşı Fethullah SELÇUK, Er Mehmet COŞKUN, Er Sıddık KÜÇÜKGÖZ ve diğer aziz şehitlerimizi saygı ve rahmetle anıyoruz. Onları unutmamak ve unutturmamak, milli duruş ve tepkimizi ortaya koymak yaşayanların görevidir.

Puslu Bayram Yazısı

Birbirimizle uğraşacak ve kısır tartışmaların sürdürüleceği bir
dönemde değiliz. Duygusallık, şahsi çekişmeler ve kendine oynama
hastalığını bir tarafa atıp gerekirse her türlü fedakarlığa katlanıp
ancak birlikte güç olunabileceğini kavramalıyız. Türkiye’nin
kuşatılmasına ve açık ihanetlere karşı yasalar içinde kalarak milli
tepki koymak, tavır almak vatandaşlık görevidir. Milli tepkiyi
yoğunlaştırmak ve gerekli tavrı koymak yerine; suya sabuna dokunmamak,
küçük hesaplar peşinde koşmak, her şeye seyirci olma zihniyeti ve
yenilgi psikolojisi bize çok şeyler kaybettirebilir. Daha işin
başındayız. İtibar ve güveni kaybettikten ve ümit olmaktan çıktıktan
sonra her hangi bir siyasi hareketin başarılı olması mümkün müdür?
Korkularla siyaset yapılabilir mi? Bu soruların cevaplarını vermemiz ve
uzlaşmamız gereken noktadayız. Eğer Türkiye sevdalısı isek… İspanya’da
terör örgütünün cinayetlerine karşı yüz binler yürüyor. Türkiye’de ise;
tepki ve hassasiyet öldürülmeye, bastırılmaya çalışılıyor.

Geçenlerde H. Dink davası ile ilgili tutukluların Adliye’ye
getirilmesinde Adliye aracının önünde “ya sev, ya terk et” yazısının
bulunması, bazılarını fazla rahatsız etmişe benzemektedir. Bunun
yadırganacak bir tarafı yoktur. Öğrendiğimize göre; bunun patenti de
bize ait değildir. ABD’de parklara kadar yayılmış olan bu ifade, ABD’ye
uyum sağlayamayanların, ABD vatandaşlığını içine sindiremeyenlerin
dışlanması anlamına gelmektedir. Sevilemeyen, benimsenemeyen bir yer ve
ülke terk edilir. Bir taraftan anayasal hakları kullanacaksınız, temel
hak ve hürriyetlerden, siyasi ve ekonomik hürriyetlerden istifade
edeceksiniz; ama diğer taraftan Türkiye Cumhuriyeti, milli kimlik ve
Türkiye’nin temel değerleri ile açıkça çatışacaksınız. “Bu ülke bizim
de ülkemiz” diyeceksiniz; ama diğer taraftan “yıllardır Türküz dedik de
Türk mü olduk” deme samimiyetsizliğini göstereceksiniz. Buna hangi
demokratik ülke müsaade ediyor? İnsanın kendisine sunulan bütün
imkanlara rağmen, bir türlü sevemediği, benimseyemediği, kendi kendini
ötekileştirdiği bir ülkede durması, bu ülkenin vatandaşlığında kalma
ısrarı, her şeyden evvel kendi kendisine saygısızlığı ve
samimiyetsizliğidir. Türkiye, nüfusunu arttırmak için her türlü talebi
kabul eden ne bir Belçika’dır, ne de bir yol geçen hanı…

* * *

Her geçen ay ihanetten odaklanan bölücü teröre verdiğimiz şehitler
artmaktadır. Ancak siyasetçi yanlışını bir türlü görmek istememektedir.
PKK katil bir terör örgütüdür. Ama o terör örgütüne dolaylı da olsa
ortam hazırlayanlar, mükafat gibi aflar çıkaranlar, hayali barış
projeleri üretenler, Irak’ın Kuzeyi’ndeki gelişmelere karşı tedbir
almayanlar, tedbirlerden biri olan sıcak takip ve askeri müdahaleyi
pehlivan tefrikasına çevirip tedbir olmaktan çıkaranlar, Terörle
Mücadele Yasasının içini boşaltanlar, güvenlik güçlerinin elini kolunu
bağlayanlar, yetkilerini sınırlayanlar, Brüksel sevdası uğruna olmadık
hoşgörü örneklerini verenler, hukuk devletini işletemeyip üç-beş
belediye başkanını görevden alamayanlar, askeri rakip gibi görenler,
terör örgütünün siyasallaşmasına merdiven olanlar, tepki göstermeleri
gereken yerde susanlar, günü gün etmeye çalışanlar, siyasi irade zaafı
gösterenler acaba PKK terör örgütü kadar suçlu değiller midir? Terör
örgütünün eylemleri durup dururken mi artmıştır? Örgütün taleplerini
demokratik yoldan gerçekleştirmeye çalışmak terörü beslememiş midir?

Her konunun olduğu gibi terörün önlenmesinin ve siyasetçinin tekrar
itibar kazanmasının, demokrasinin yıpranmamasının yolu; devlet
ciddiyetindedir, devlet adamlığı gerektirir, anayasaya saygıdadır ve
hukuk devletini işletebilmektedir. Milli kimlikle oynamak, yapay
kimlikler icat etmek, onunla bununla egemenliği paylaşmak, milli
bağımsızlık yerine karşılıklı bağımlılık adı altındaki teslimiyetçilik,
milli devlet anlayışından uzaklaşıcı tavırlar ortaya koymak, ülkeyi
etnik sorunlu hale sokmak ülkeyi yönetenlerin görevi değildir.

Daha aydınlık bayramlarda buluşmak ümidi ile Ramazan Bayramınızı kutlarım.

Mahalle Baskısı ve Grup Psikolojisi Kıskacında Din

0

Son dönemde gündemimize yeni bir kavram girdi: Mahalle baskısı.

Özellikle dinin uygulama alanına dair hususlarda toplumun bir baskı unsuru olarak ortaya çıkmasına binaen tartışılmaya başlanan bu kavramın ele alınış biçimi zaman zaman yanlış bir din algısına yol açabilecek mecralara kayabilmekte, dinin bu süreci tetiklediği gibi yargılara varılabilmektedir.

Bu sebeple kavramın çağrıştırdığı ve bireysel manada doğru karar alabilmeye önemli bir engel teşkil eden bir diğer kavramın ele alınmasını, meselenin özünde dikkat edilmesi gereken nokta olarak önemsiyorum.

Neyi mi kastediyorum? Grup psikolojisini.

Sosyal psikoloji alanında yapılan çalışmaların ortaya çıkardığı önemli bulgulardan biri, insanların kendi görüş ve doğrularını, eğer toplumun görüş ve doğrularıyla uyuşmuyorsa inkara yönelebildikleri gerçeğidir. Buna göre, mesela herhangi bir nesnenin rengi ayan beyan “beyaz” dahi olsa eğer içinde bulundukları toplum buna “siyah” diyorsa, bireyler bile bile gerçeği inkar edebilmektedirler.

İman gibi kabule dayalı bir kavramı bünyesinde temel taş olarak barındıran din konusunda bahsettiğimiz kavram daha farklı bir önem kazanmaktadır. Zira bu alanda yapılan tartışmaların bir kısmının altında din olgusunun toplumsal baskı ile insanlar üzerinde yaptırım kurmaya “iman” gibi kavramlar üzerinden daha yatkın olması ve bireysel iradenin tehdit altında olduğu iddiası yatmaktadır.

Söz konusu noktadan hareketle ilk etapta belirtmek gerekir ki İslam açısından iman etme sürecinin ilk basamağını bilgi oluşturmaktadır. Yani iman, inanan ile inanılan arasında bilgiden yola çıkılarak kurulan ve bu bilginin tasdik edilip hayata geçirilmesi ile neticelenen bir ilişkidir. Nitekim Hz. Peygamber’e (S.A.V.) gelen ilk emrin “oku” (Alak, 1) olması bu anlamda manidardır.

Dolayısıyla İslam açısından dini hayatın başlangıcının ilk adımı olan iman durumu sadece bir taklitten ve baskıdan ibaret olmayıp, bilgiye, Kur’an’da pek çok yerde ifade edildiği üzere aklı, nefsi ve gönlü birbiriyle uyumlu bir halde kullanmaya dayalı olarak ortaya çıkması beklenen bir süreçtir. En azından hedeflenen iman şekli budur.

Zira Kur’an’a göre getirdiği hakikatleri en iyi anlayacak ve uygulayacak olanlar bilgili insanlardır (mesela bakınız Al-i İmran, 7). Bu sebeple Kur’an, bilinmeyen ve anlaşılamayanın kutsallaştırılmasından doğan bir korkuya dayalı imanı değil, öğrenerek, bilerek ve anlayıp içselleştirerek yerleşecek, saygı – sevgi temeline dayalı bir imanı ister, hedef olarak ortaya koyar.

Söz konusu iman sürecinin bir getirisi olarak bireylerden beklenen tutum ve davranışlar da, yapılan bir hareketin doğru bilgiye dayanarak gerçekleştirilmesi, böyle bir bilgiye uygun olan topluma uygun olmasa dahi yerine getirmekten çekinilmemesidir.

Nitekim bahsi geçen bu husus inkar psikolojisi bağlamında Kur’an-ı Kerim’de yer almaktadır. Öyle ki insanların bazı hakikatleri görememesi veya gördüğü hakikati itiraf edememesi, bile bile inkar etmesi grup psikolojisinin (veya bunun bir diğer yönü olan taklitçiliğin) üzerimizdeki olumsuz bir yansıması olarak kınanmaktadır: “Onlara ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar ‘Hayır! Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler. Ya ataları akıllarını kullanmamış (bir şey anlamamış) ve doğruyu bulamamış idiyseler?” (Bakara, 170)

Dolayısıyla İslam açısından bakıldığında, inkar etmenin temel sebeplerinden biri olarak ortaya konulan grup psikolojisinin ve körü körüne taklidin dinin uygulama alanına dair teşvik edilen bir yönü bulunmamaktadır. Bireyler bilgiyi ve aklını doğru kullanmak suretiyle bunlara uygun düşeni yerine getirmeli, bu kıstaslara uygun olmayan hususlardan topluma rağmen uzak durabilmelidirler.

Bahsettiğimiz bu noktadan hareketle, “mahalle baskısı” kavramı ile vurgulanmak istenen hususun, dinden ziyade kültürel ve sosyal yönünün bulunduğunu dikkate almak ve bu sürece götüren grup psikolojisini göz ardı etmemek, kavram kargaşası açısından hayli önemlidir kanaatindeyim. Zira zorlamanın olmadığını vurgulayan, başkasının haklarını ihlal etmediği sürece her bireyin hür olduğunu belirten bir dine dayanarak böyle bir sürecin meydana gelmesi, din açısından mümkün değildir.

Ancak din eğitiminin doğru bir biçimde yapılamaması neticesinde dinde yeri bulunmayan kültürel unsurlar dini hayatın yönlendirilmesinde daha ağır basarsa, baskının pek çok çeşidini görmek mümkün olacaktır.

Bu ayırımın farkına varamadığımız müddetçe kavram kargaşası ve kör dövüşünden sıyrılıp problemlere kalıcı çözümler getirmek ideali ise sadece hayal olarak kalacaktır…