6.3 C
Kocaeli
Çarşamba, Mayıs 14, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1305

Manda Söğüt Dalına Yuva Yapar mı? Ekonomide Kriz İhtimali

0

Kastamonu’nun Tosya ilçesinden derlenen “Manda yuva yapmış söğüt dalına” diye başlayan türküyü çoğunuz hatırlarsınız. İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuarı’ndan Kastamonulu akademisyen İrfan Kurt bu yöre türküsünü makale konusu yaptı. İlk anda çok manasız gibi gelen bu türkünün sözlerinin sanılanın aksine saçma olmadığı gibi olağanüstü, sıra dışı olayları da anlatmadığını, böyle anlaşılmasının bilgisizlik sonucu olduğunu ortaya koydu.


Manda yuva yapmış söğüt dalına- Aman aman
Yavrusunu sinek kapmış gördün mü, amanin yandım.


Bu ifadelerin gerçek anlamını işin uzmanı bakınız nasıl açıklıyor:


“Türkünün derlendiği Tosya, bilindiği gibi pirinci ile ünlüdür. Çeltik tarlalarının sürülmesinde kullanılan manda, yaz sıcağında serinlemek için az kıllı olan derisini çamura bular. Bunun için de göletlerin kenarlarında bulunan ve dalları da suyun içine kadar uzanan salkım söğütlerin gölgesine yatar. İşte mandanın söğüt dalına yuva yapması budur. “Yavrusunu sinek kapması” yavrunun sinek tarafından ısırılmasıdır. Çünkü yörede kapmak sözcüğü alıp götürmek değil, ısırmak anlamı taşıyor.”


* * *


Konusunun uzmanı olan ekonomistler, Türkiye’nin ekonomik durumunu izah ederken ekonomimizin temel özelliğini ve uygulanan politikaların ana hatlarını şöyle ortaya koyuyorlar:


Türkiye’nin ithal ettiği mal ve hizmetler, ihraç ettiklerinden daima fazla olmaktadır. Bu durumda döviz gelirleri ile döviz giderleri arasında oluşan ve adına cari açık denilen bir fark oluşmaktadır. Bu ikisi arasındaki açığı kapatmak için sıcak paraya ihtiyaç duyulmaktadır.


“Sıcak para Hisse senedi satın almak için, Hazine bonosu ve tahvili satın almak için, bankalardan faiz almak için gelen dövize deniliyor. Sıcak para hareket kabiliyeti bulunan, bağlandığı yerden her an çözülebilecek paradır.”


Cari açık belli bir oranı aştığında ise sıcak parayı getirenler bu ülkenin riskinin büyüdüğünü, yani borçlarını ödeyemeyeceğini düşünerek getirdikleri sıcak parayı daha az riskli ülkelere kaydırırlar. “Daha önce satın aldığı hisse senedini, bonoyu, tahvili satar, bankadan mevduatını alır. YTL’den dövize döner, dövizini alır, çeker gider.”


”Soğuk para hareket kabiliyeti olmayan paradır. Örneğin fabrikaya, arsaya bağlanan paradır.”


”Sıcak para içeri aktığında ekonomi büyür, akış ters döndüğünde yavaşlar. Eğer kaçış büyük ve ani olursa sonuç 2001’deki gibi büyük bir devalüasyon ve krizdir.AKP’nin birinci iktidar dönemine rastlayan beş sene içinde sıcak para Türkiye’yi hayal kırıklığına uğratmadı.” Uluslararası finansman bolluğu ve dışarıdaki düşük faizler, içerideki istikrar ve yüksek faizle birleşince Türkiye’ye sıcak para akışı rekor düzeylere çıktı.


”Yabancı yatırımcıların halen İstanbul Menkul Kıymetler Borsası ve Hazine tahvillerine bağlı yaklaşık 90 milyarı var.”


”Son bir yılda 12 aylık dönemde Türkiye’ye 50.2 milyar dolar sıcak para girişi oldu.” Bu kadar parayı çekebilmek için çok yüksek faiz ödedik. Sadece faiz yüksek değil. Buna ek olarak izlenen yüksek faiz politikası nedeniyle, döviz fiyatı da devamlı ucuzladığı için, döviz getirerek bozduranın, parasını YTL cinsi faize yatıranın getirisi (reel faizi ) daha da artıyor.


Türkiye’ye gelen sıcak para, dünyanın en yüksek oranlı gelirini Türkiye’den kazandığı için geliyor. Ancak bu kazancın Türk halkının sırtından ödendiğini de unutmamak gerekiyor.


ABD’de konut finansmanı piyasasında göze alınan aşırı risklerin gerçekleşmeye başlamasıyla, oluşan likidite sıkışıklığı ve sermaye akışkanlığı problemi, Türkiye’nin ekonomisinin ne kadar kırılgan bir yapıda olduğunu hatırlattı. Uluslar arası sermayenin en riskli ülkelerden gördüğü Türkiye’den, ani ve önemli miktarda sıcak para çekmeye başlaması adeta direkten döndü. Bereket, başta ABD Merkez Bankası (FED) olmak üzere diğer gelişmiş ülke Merkez Bankaları piyasalara para akıtarak ve faizlerle oynayarak gelmekte olan fırtınayı şimdilik durdurdu.


Ancak tehlike henüz geçmiş değil. Dışarıdan kaynaklanacak böyle bir kriz dalgasına dayanmak için Türkiye’nin yeterli hareket alanı da yok.


Türkiye’de son 5 yılda ekonomik mucize yaratıldığını söyleyenler, mandanın söğüt ağacının tepesine yuva yaptığına, sineğin mandayı havaya kaldırdığına inanmamızı sağlamış olabilirler.


Ancak bilim adamlarının gerçekçi açıklamaları ve son dalgada yaşananlardan sonra ekonomimizin kırılgan durumunu ve yaşanması muhtemel risklerin ne olduğunu daha iyi anlıyoruz. Açıkçası bir kriz ihtimali ile ürperiyoruz.


Umalım ve dileyelim ki ABD bu dalgayı krize dönüştürmeden yönetebilsin. Yoksa milletçe yukarıdaki türkünün nakaratını söyleyebiliriz:


Amanin amanin amanin yandım


Tiridine tiridine tiridine bandım
Bedava mı sandın para verip aldım.


Not: Ekonomik açıklamalar için Güngör Uras ve Metin Münir’de yararlanılmıştır.

Koalisyonlar Dönemi

0

İkinci Dünya Savaşı sonrası, teorikte “Soğuk Savaş” dönemi olarak bilinen ancak pratiğe bakıldığında ABD’nin kendi coğrafyası dışında Kıta Avrupa’sı, Ortadoğu ve Balkanların bir kısmında mutlak güç olarak ortaya çıktığı bir dönemin adıdır.


Kısaca SSCB’nin bu bölgelere hediyesi ABD gücüdür. Dünya siyaset arenasının iki kutuplu bir güçle yönetimi şeklinde de bu dönemi ifade edebiliriz.


SSCB’nin dağıldığında ve soğuk savaş dönemi bittiğinde çoğu stratejistler ABD’yi süper güç ilan edip bu gücü elinde bulundurması için ileriye yönelik çeşitli senaryolar üretmişlerdir. Dolayısıyla çift kutuplu dünyadan tek kutuplu dünya düzenine geçiş, ABD’nin mutlak hakimiyetinin zaferi olarak görülen SSCB’nin dağılması ile ortaya çıkmaya başlayan ve “koalisyonlar dönemi” adı verebileceğimiz bir dönemi ifade etmektedir.


Mukayese amacıyla bakıldığında diyebiliriz ki çift kutuplu dünya düzeni içinde her ülkenin belli bir taraf belirlemesi zorunluluğu olduğu için, aynı taraf devletlerinin birbirlerini sorgulaması süreci söz konusu olmamaktaydı. Çünkü her iki taraf için karşılarında bir “öteki” mevcuttu. Fakat dünyada tek güç olarak ABD kalınca bu sefer ABD politikaları sorgulanmaya başlanmıştır.


Aynı şekilde, koalisyon döneminin somut örneklerinden biri olarak, özellikle AB(Avrupa Birliği) kurucu üyelerinden Almanya ve Fransa’nın ABD’nin kıta Avrupa’sına müdahale etmesini tepkiyle karşılaması neticesinde AB’yi ABD karşısında bir diğer güç olarak ortaya koyma çabaları dünya politikalarını takip edenler için aşikar bir durumdur.


Bunun yanında Rusya Federasyonu da kısa sürede toparlanarak, geleceğin enerji gücü olan Avrasya topraklarında ABD ve AB’nin yayılmacı siyasetini engellemek ve karşılarına diğer bir güç olarak çıkmak amacıyla 1996’da Çin, Kırgızistan, Kazakistan ve Tacikistan’ın katılımıyla Şanghay İşbirliği Örgütünü (ŞİÖ) kurmuştur.


ABD’nin dışarıdan gözlemci sıfatıyla katıldığı AB’ne ileride rakip olabilecek Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin katıldığı Karadeniz Ekonomik İşbirliği (KEİ) platformu da yukarıda izah etmeye çalıştığım “koalisyonlar dönemi”ni destekler nitelikli olaylardan biridir.


Sevgili okuyucular, tarihe bakıldığında tüm önemli olayların arkasında yatan nedenlerin başında genel olarak ekonomik çıkarların yattığı görülür. Dolayısıyla bugün de benzer ekonomik çıkarlar sebebiyle savaşlar ve çeşitli örgütlenmeler meydana gelmektedir.


Nitekim 1980’li yılların sonu 90‘lı yılların başlarından itibaren dünyada dikkat çekilen enerji ve su kaynaklarının hızlı tüketimi sorunu, dünya devletlerinin dikkatini Avrasya ve Ortadoğu topraklarına çevirmiştir.


Soğuk Savaş döneminde bu topraklar iki devletin kontrolünde iken SSCB’nin dağılması bu topraklara hakim güç olmak isteyen başka devletleri de ortaya çıkarmıştır. Ancak ABD kendi gücünün sorgusuz sualsiz kabulü için bir “öteki” yaratmasının bilincinde olarak 11 Eylül olaylarını bu yönde kullanmış, öteki sorununu “terör” olarak belirlemiştir. Ardından açıklanan “Bush Doktrini” ile bundan böyle istediği zaman, istediği yere, gerekirse NATO’nun desteğiyle, mümkün olmazsa tek başına güç kullanabileceğini ilan etmiştir. Bu bağlamda Bush Doktrini, ABD yönetiminin dünyaya “tek güç benim” mantığıyla yaklaşması bakımından önem arz eder.


Netice itibariyle çizdiğimiz tablodan, dünya arenasında kıyasıya bir rekabet kavgasının hüküm sürdüğü, yeni dünya düzeninde “ben de varım” mücadelesinin had safhada olduğu anlaşılmaktadır.


Ne var ki tüm bu olanların yanında ülkemizin pasif bir politika izleyip “bekleyelim görelim sonra tavır koyarız” mantığında olması güçler dengesi içerisinde bir piyon vazifesi göreceği anlamına gelmektedir ki tedbir alınmadığı takdirde bu durumun yaratacağı acı sonuçları derinden yaşayacağımız kaçınılmaz görünmektedir. Diliyorum geç kalmadan doğru politikalar üretme şansını yakalarız. Saygılarımla!…

Baş Kim?

0

— Üstadım, bir öykücük okudum, bizim ev haline pek uyuyor.


— Anlat bakılım, neymiş öykücük?


— Bilge kişiye sorarlar: “Bir evin başı erkek midir, kadın mıdır?” diye. Bilge kişi cevaplar: “Tabii ki erkektir.” Devam eder: “ Kadın, ailede boyundur; erkek baştır. Boyun, başı ne yana isterse çevirir.” Üstadım, birebir annemle babam arasındaki ilişkiyi anlatıyor.


— Kertenkele, dediğin doğru, cevap, hoşuna gitmiş olabilir. Ben, burada güzel bir terdit sanatından başka incelik göremiyorum. Boyun dâhil, bedenin bütün uzuvlarını kumanda eden beyin nerede bulunuyor?


— Üstadım yine bir sıfır öndesiniz. Hatamı anladım, ben “baş”ı sadece görünür yönüyle düşünmüşüm. Terdit sanatı nedir Üstadım?


— Bilge kişinin verdiği cevaba dikkat et. Sorulan soruya verdiği cevabın gerekçesini beklenmedik şekilde izah ediyor. Şair: “Dünyanın en ağır işçisi benim / Gün yirmi dört saat / Seni düşünüyorum.” derken siz okuyucu olarak başka bir gerekçe bekliyorsunuz; ama o bir latife yaparak “Seni düşünüyorum.” diyor. Sizin tahmin edemeyeceğiniz bir neden ortaya koyuyor. Buna edebiyatta “terdit” sanatı denir. Ömer Seyfettin’in hikâyelerinde buna sık rastlanır.


— Üstadım, siz bana terdit sanatını izah ederken, baş-beyin ilişkisindeki mecaz-ı mürsel sanatını görmediğimi sanmayın.


— Aferin, aslında doğada pek çok ilişki suyun damlasına benzemesi kadar birbirine yakındır. Doğanın somut yasaları ile soyut yasaları arasında büyük benzerlik vardır. İnsanlar arasındaki ilişkiler, soyut yasalara dayanır. Genellikle bunlar yazılmamış kurallardır, insanın fıtratından çıkan, kendiliğinden oluşmuş yasalardır. Her insanın ve cinsin bir diğeriyle ilişki şekli zaman içinde kendiliğinden oluşur. Bu ilişkileri yazılı hale getirmek, beyhude bir uğraştır. Doğum ve ölüm, iki temel yasa. Paylaşma, dayanışma, üreme vb, diğer yasalardır. Bir varlık, oluş nedenini bir başka varlığa borçludur; ancak kendi içinde bağımsız olmakla birlikte bir bütünün parçasıdır. Her varlık, mikro ve makro derecesinde bir değerdir. Şu üzüm, şu elma, şu armut… Sen bunları son şekliyle tanırsın. Armudu ağaçta taşıyan, onu besleyen nedir? Elmanın, üzümün olgunlaşıncaya kadar hamallığını yapan, işi bitince kendiliğinden kuruyan, bu varlıkları gün yüzüne çıkaran sapları değil midir? Üzümü, elmayı, armudu meyve olarak yerken onun hiç sapını düşünmeyiz; sapın değerini ancak meyve bilir. Bilge kişinin, seni tebessüm ettiren cevabı aslında bir başka hakikati vurguluyor. Somut olarak görünen ilişkilerin arka planında başka bir soyut ilişki vardır. Meyveyi değerli kılan tadıdır, vitaminidir; meyveyi taşıyan dalıdır, sapıdır; dal ve meyve birbirlerine karşı değer üstünlüğü iddia edemezler. Ziraatçı ya da botanikçi gözüyle bakarsak, her meyve kökünden itibaren, toprağı da dâhil olmak üzere, dal ve yapraklarıyla bir bütündür. Hiçbiri bir diğerinden üstün değildir, hepsinin ayrı bir görevi vardır. Her uzvun görevini kusursuz yapmasıyla üründe mükemmeliyete ulaşılabilir. Nedense insanlar, iş bölümünde üstlenilen görevi bir ayrıcalık kabul ediyorlar, bir üstünlük yarışına giriyorlar. Bu algılama; kişilerin, doğayı, insanı, evrendeki yasaların mantığını anlamadığını gösterir. Bu, cahilliktir. Cahil insan da hiçbir zaman bilmenin hazzını duyamaz, mutluluk ikliminin havasını teneffüs edemez.


— Üstadım, boyun, baş; armut, sap; botanik, ziraat; evren, yasa… dediniz; o kadar çok karıştırdınız ki; bir şey anlamadım, kafam iyice bulandı!


— Bilirsin, sular bulanmadan durulmaz.


— Üstadım, siz hep böyle yapıyorsunuz. Sadist duygularınızı benim üzerimde tatmin ediyorsunuz. Size, esprili bulduğumu söylediğim bir öykücük anlattım, beni başka yerlere sürüklediniz.


— Eee, Kertenkele, kaderimiz bu. Neron olsaydım, sadist duygularımı tatmin için Roma’yı yakardım. İyi ki Neron değilim. Bak, bana dünyanın en güzel sözcüğünü söylüyorsun, “Üstadım” diyorsun. Teşekkürler sana”.


— Ben de teşekkür ederim Üstadım. Size durulmuş bir kafa ile döneceğim.

Renksiz Anayasa ve Osmanlıcılık

0

Türkiye’de dikkat çekici şeyler oluyor. Çeşitli kelime ve kavram oyunları neticede bir yerde birleşiyor: Milli mücadele ile kurulan Cumhuriyetimizi ve milli devletimizi tasfiye etmek.


Henüz Meclis Başkanı ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılmadan 22 Temmuz 2007 Genel Seçimleri ardından hemen Anayasa tartışmaları açılmıştır. Aslında, bu tartışmanın açılmasının temelinde bazılarının Türkiye’yi Türkiye yapan değerlerle açık bir mutabakatsızlığı yatıyor.


Anayasa yıllardır tartışılıyor. Bu tartışmanın çoğu kere bir kısır döngü şeklinde sürmesi, bir bakıma bazı hukukçularımıza sosyal bir boyut kazandıramamaktan kaynaklanıyor. Hukuk, toplumun gerçeklerini ve yapıyı dışlayarak ona uymayan yeni bir elbise giydirmek değildir. Topluma tepeden bakarak ona şekil biçmek değildir. Yasaların fonksiyonel olabilmesi saha çalışmalarıyla ve toplumu tanımakla gerçekleşebilir. Bu da Anayasa başta olmak üzere, yasaların sürekli tartışılmasını doğurur. Biz bugün böyle bir ortamı yaşıyoruz. Tarihe bir bütün olarak bakamadığımızdan ve toplumu işleyen ve dönen bir çark, sürekli bir canlı bir organizma olarak düşünemediğimizden, yaşanılan döneme göre tepki anayasaları yapıyoruz. Daha sonra da onları beğenmez hale geliyoruz. Çünkü Sosyoloji ile Hukuk arasındaki ilişkiyi kurmuyoruz.


Şimdi sosyal boyutu ve kültürel yapıyı ihmal etmemizin bedelini ödüyoruz. Tabii işin işine bir de küreselleştirme, önü açılan milli devletlerin küresel güç ve bloklarla çatışması ve Dünyanın yeniden şekillendirilmesi girince; bu defa demokratikleşme ve hürriyetler milli devletlere karşı bir silah olarak kullanılıyor. Dış destekli iç unsurlar görülüyor. Tabii amaç; mili ve üniter devleti değiştirmek, milli kimliği çok kimlikli hale getirmek, yapınıza uysun uymasın çok kültürlülüğü esas almaktır.


Aslında, zaman zaman yeni Osmanlıcılık tartışmaları ve Anayasanın değiştirilerek devletin yapısının bozulma çabaları birbirinden ayrı değildir. Dün Osmanlı düşmanlığı yapanlar, Osmanlıyı hain ilân edenler, eğer bugün Osmanlıya sığınarak Türk ve Türkiye düşmanlığı yapabiliyorlarsa ve bunu Anayasaya taşımak istiyorlarsa; bu sebepsiz değildir. Acaba bugün Türkiye’ye Osmanlı siyasi coğrafyası mı teklif ediliyor?


Sürekli değiştirilen 1982 Anayasasının adeta ortadan kaldırılması anlamına gelen, temel maddelerini reddeden, bazı dış çevreler gibi Atatürksüz Türkiye özlemini taşıyan bir öğretim üyesinin ikinci sıradan AKP listelerinde milletvekili yapılması partinin siyasi bir tercihidir. Bu görüşlere karşı olanların da bu parti içinde bulunması ne anlam ifade eder ki?


Türkiye 22 Temmuz 2007 Seçimleriyle demokrasiye yeni geçen bir ülke değildir. Türkiye’de demokrasi tartışmalarını iki asırlık bir süre içinde ele almak mümkündür. Renksiz Anayasa teklifleriyle öyle bir hava veriliyor ki; sanki son Genel Seçimler sonrası Türkiye sivilleşebilmiştir. Renksiz Anayasa temel ilkelerden yoksun, prensipleri ve ideolojisi olmayan bir anayasadır. Bu anayasa belirsizliklerle dolu ve mutabakatlara açık olmayan bir anayasadır. Normatif ve objektif bir takım hukuk kurallarıyla ve hukuki değerler sistemiyle yetinildiği, devletin kuruluş niteliklerinin ve varlığının gerekçelerinin dışlandığı bir yozlaştırmadır. Böyle bir teklifle Anayasanın değiştirilemez temel maddeleri ve nitelikleri hedef alınmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin temel yapısı ve kuruluş felsefesi dışlanmaktadır. Atatürkçülük, laiklik, milliyetçilik, sosyal hukuk devleti, devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu, Türk milletinin bağımsızlığı ve bütünlüğü, ülkenin bölünmezliği, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, fert ve toplum menfaatlerinin dengelenmesi, resmi dil, milli kimlik, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk milletinin olması, kanun önünde eşitlik, hak ve hürriyetlerin devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak amacıyla kullanılamayacağı, dil-ırk-din ve mezhep ayırımının yaratılamayacağı gibi Türkiye’ye özgü ve itibari maddeler dışlanarak hazırlanacak bir Anayasa Türk milleti için fonksiyonel bir değer taşımaz.


Bu liberalleşme de değildir. En liberal ülkelerin anayasalarında dahi devletin kuruluş felsefesi, korunacak ve korunması gereken değerler sistemi vardır. Devletin varlığının dayandığı prensipler esas alınmıştır. Bunlar değiştirilmez. Renksiz bir Anayasa AB güdümüne ve dayatmalarına uyan ısmarlama bir anayasadır.

17 Ağustos 1999 Saat: 03.02

0

17 Ağustos 1999, O gün Kocaeli, Sakarya, Yalova ve İstanbul başta olmak üzere, Marmara Bölgesinde meydana gelen asrın felaketin de on binlerce insanımızı kaybettik.

Zamanın durduğu, saatlerin akrep ve yelkovanların donduğu, 45 saniye geride kaldığında, gecenin karanlığı yüzyılın felaketinin izlerini taşıyordu.

Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte yaşanan acının ve depremin yıkım gücünün akıl almaz boyutları ortaya çıktı.

Hala gözlerimin önünde o yıkım manzaraları ” Oğlum” diyen annenin feryadı “Babacığım sana ne oldu” diyen evladın haykırışları hala kulaklarımda. Hiçbir şey yapamamanın çaresizliği… Gerçekten büyük bir sabırla imtihandı.

O geceyi yaşayan insanların, hafızalardan bu tabloları silip atması mümkün değil. Aslında hatırladıkça birçok ibreti de almamız gerekiyor.

Kocaeli depremi, ardında yıkık binalar ve yaşamların yanı sıra hasarlı ruhlar da bıraktı.17 Ağustos gecesini yaşayanlar bu psikolojik tramvayı hala yaşıyor. Bugün hala, yüksek binaların üst katına çıkarken, insanlar tedirginlik içerisinde. Deprem öncesine göre insanlar bugün daha çok asabi.

O sabah genç, yaşlı, erkek, kadın, zengin, fakir demeden bütün Türkiye gönüllü olarak deprem bölgesine koştu. Gösterilen toplumsal gayret, felaketin büyüklüğü karşısında yaşanan acıları dindirmeye yetmemiş olsa da, yaralı yüreklere, iyi günde de, kötü günde de hep bir arada olabilmenin güzelliğini tattırdı.

Marmara depreminden sonra Türk tarihinin en büyük sosyal yardımlaşma kampanyasının yaşandığı ise, su götürmez bir gerçek. Deprem sabahı Adana’dan gelen ekmeği, Ayvalık’tan gelen zeytini, Ezine’den gelen peynirin tadını, kokusunu hala unutmuş değilim. Şu soruyu kendi kendime sormuşumdur. Bu insanlar nasıl oluyor da bu yardımları bu kadar kısa bir zamanda deprem bölgesine ulaştırdılar? Türkiye’nin dört bir yanından yardımlaşma duyguları için seferber oldular.

Böyle bir felaketi yaşayan insanların direncini arttıran en önemli etken ise bütün olumsuzluklara rağmen, yaşatılmaya çalışılan manevi değerler oldu. Dinimizin vermiş olduğu o sabır, metanet duyguları içinden çıkılmaz zor durum karşısında, toplumu motive etti.

Depremden çok kısa bir süre sonra, iş yerleri açılmaya, insanlar günlük hayata, sokağa çıkmaya başladılar. Birbirini kısa bir süre de olsa göremeyen hemşerilerimiz veyahut birbirlerinin öldüğünü zanneden insanlarımız İnönü Caddesinde, Fethiye Caddesinde komşularını, dostlarını gördüklerinde sarılıp ağlamaya başlıyorlardı. Bu tablo karşısında en katı gönüller bile dumura uğradı.

Felaketten sonra, birçok vatandaşımız memleketlerine döndüler. Ama gerçek İzmitliler, gerçek Kocaelililer bu bölgeyi terk etmedi. Naylon brandaların, derme-çatma çadırların altında yaşadılar. Çoluk-çocuk perişan bir halde canım İzmit’ imde hayatlarına devam ettiler. Bu memleket onların omuzlarında yükseldi. Yine o parlak günlerine Allah’a şükürler olsun tekrar kavuştu.

Depremlerin meydana gelmesi hususunda insan olarak aciziz. Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğu da bir gerçek… Ama depremin sonuçlarını en az kayıp ve üzüntüyle atlatabilmemiz için önlemler almalıyız.

Bu bölgede deprem sonrasında yapılan kötü güçlendirmeler büyük bir problem arz etmektedir. Okullar, hastaneler hala risk altındadır.

Konuyla ilgili devletimizin bütün birimlerine ve belediyelerimize önemli görevler düşmektedir. Yukarıda zikrettiğimiz acıları tekrar yaşamamamız için radikal önlemler alınmalıdır. Bu sayede ibret alırsak daha az kayıplarla bu felaketlerden çıkış yolunu bulabiliriz.

Bu vesileyle büyük felakette hayatlarını kaybeden deprem şehitlerine Allah’tan rahmet diliyorum. Mekânlarınız Cennet olsun. Kederli ailelere de Sabr-ı Cemil niyaz ediyorum.

Sokakta Yaşayan Kalmasın

Gün geçmiyor ki bir gazetede bu tür haberlerle karşılaşmayalım. Her Türk vatandaşının Anayasal olarak barınma hakkı olduğuna göre, barınma imkanı olmayana da barınak temin etmek devletin görevidir.

Devletin yetkili kurumları kısa zamanda muhtaç barındırma evleri, hatta barınma bölgeleri oluşturmalıdır. Belli kriterler koyup, fakirlik ölçeği belli bir seviyede olan insanlar bu evlere yerleştirilmelidir.

Sadece derneklerin münferit olarak el uzatması ile bu sorunun çözümü mümkün değildir. Vatandaş olarak kabul edilen, sınırlarımız içinde yaşama hakkı tanınan, askerlik yaptırılan, oy kullandırılan her vatandaş, devletin himayesi altındadır. Yaşaması için gerekli asgari yaşam gereçleri devlet tarafından karşılanmalıdır. Şehirlerin yaşam konforuna kavuşması bir ihtiyaçtır. Güzel gözükmesi de bir ihtiyaçtır.

Bu güzelliklerin içinde vicdanları sızlatacak ölçüde mağdur insanların yaşıyor olması da o ölçüde bir eksikliktir. Ortak yaşam felsefesi budur. Varlıklı olanın memnun olduğu, yokluk içinde olanın ezildiği bir düzen sağlıklı işleyen bir düzen değildir. Tabii ki herkese eşit bir yaşam sunulamaz. Böyle bir talepte imkansız bir taleptir.

Yaratıcımız dahi herkesin imkanını eşit yaratmamıştır. Herkes eşit olmuş olsa idi insanların bir birlerine hizmet edebilmesi mümkün olmazdı. Düzen aksar,çalışma azmi yok olurdu. Ben asla eşitliği savunmuyorum. Sadece herkesin yaşama hakkı olduğunu, bu yaşam koşullarının da asgari ölçeğini devletin mutlaka sağlaması gerektiğini düşünüyorum.

Aş evleri çok önemli bir hizmetti. Darülaceze çok önemli bir hizmetti.

Sokağa atılmış kadınlar sığınma evi çok önemli bir hizmetti. Kimsesiz çocuklar evi, kimsesiz genç kızlar evi, Sahipsiz sokak çocukları yaşam evi, sakat insanlar yaşam evi, seyahat esnasında sokakta kalmış insanların barınma evi gibi örneklerini çoğalttığımız bir çok sosyal hizmetlerin gerçekleştirilmesine ihtiyaç var.

Sosyal hizmetler il müdürlüğü sanırım bu işler için var. Var ama bütçesi sınırlı. Yetki alanları sınırlı. Kadrosu sınırlı. Aslında bu kurumun yasal düzenlemeler ile imkan yetki ve sınırları ile kadroları genişletilse sokakta kimse kalmaz. Herkese yaşayacağı bir mekan temin edilir. Bu kurum istismar edilse bile yinede gerçek ihtiyaç sahiplerine verebilecekleri sosyal hizmet anlayışını yerine oturtacaktır.

Ülkenin imkanları genişlerken, yaşam lüksü artarken, sokaklardaki bu manzaralar insanın vicdanını incitiyor.

Ziyanı yok bizim refahımız daha az sağlansın fakat bu tür insanlar artık şehir yaşamında gözümüze batmasın. Onları da barındıralım ve karınlarını doyuralım.

Bu durum beni çok rahatsız ediyor.

Eşyayı Yerine Koymak Lazım

0

— Üstadım, Yusuf Bey, geçen gün, bir dost meclisinde, Veteriner Kamil Bey’e Kangal cinsi köpeğinin kaybolduğunu, gazeteye ilan verdiğini, ilan sonunda köpeğinin bulunduğunu, köpeğin bir süre sonra tekrar kaybolduğunu söyleyerek şimdi ne yapabileceğini, köpeğin kendiliğinden dönme ihtimalinin olup olmadığını sordu. Ben de “Gazeteye tekrar ilan verirseniz, dönebilir.” dedim. Kamil Bey, ona: “Köpeği şımarttınız mı?” diye sordu. “Şımarttık, ona en güzel yiyecekler aldık, onu hep severdik.” cevabını alınca, Kamil Bey: “Dönmez.” dedi. Ben, köpeğin niye dönmeyeceğini anlayabilmiş değilim.

— Kertenkele, balık nerede yaşar?

— Denizde…

— Portakal, nerede yetişir?

— Ilıman iklimin egemen olduğu yerlerde…

Sorularımızı çoğaltabiliriz. Her canlının yetiştiği, fıtratına uygun bulduğu ortamlar vardır. Bir canlıya fıtratının dışında bir ortam sunarsanız, o canlı orada barınamaz. Altın kafeste yaşamak belki başkaları için ayrıcalıktır; ama bülbül için değil. O, “Ah, vatanım!” diyerek dikenli, kıraç dağları tercih eder. Köpeğin de insan ilişkilerinde bir ölçüsü vardır. Şımartmak, pastalar vermek; ona iyilik yapmak değil, onun fıtratını bozmaktır. Fıtratına uygun olmayan, beklentileri ile uyuşmayan bir ortama köpek niçin gelsin? Köpek, köpektir; kedi, kedidir. Aslanla koyunun, köstebekle karganın mutlu olabileceği ortamlar aynı olabilir mi? Fareyi görmek ve yakalamak kediyi mutlu eder; ama köpeği mutlu etmez. Köpeğin kemik sıyırarak elde ettiği saadet, bir kedi için geçerli değildir.

— Üstadım, “Ata et, ite ot vermişler, ikisi de aç kalmış.” diye bir söz duymuştum.

— Tebrikler Kertenkele, müthiş bir aliterasyon örneği!

— Aliterasyon? O ne demek üstadım?

— Aynı sessiz harfi kullanarak bir ahenk oluşturdun. Sözün anlamı güzel, bir de aynı sessiz harfi tekrarlayarak sözü daha da güzelleştirdin. Kertenkele, sen keşfedilmemiş bir maden dağıymışsın!

— Üstadım, benimle yeterince kafa buldunuz.

— Biz konumuza gelelim. Bir tarihte okuduğum öykücükte çocuk, sattığı toz şekeri terazide çok hassas tartan bakkal babasına: “Babacığım, birazcık fazla versen ne olur?” der. Bunun üzerine bakkal: “Çok veren, az da verir; önemli olan ölçüye uygun vermektir.” der. İlişkilerde ölçüye uygun hareket etmek gerekir. Nişangâhta 11’i vurması istenen bir atıcı ustalığını göstermek adına 12’yi vurmuşsa, iyi bir atıcı değildir. 12 vurmakla 10’u vurmak arasında fark yoktur. Her iki atış da hatalıdır. Çocuklarımızı sevgi adına şımartmak, yapması gereken işleri acıma adına onlara yaptırmamak, hak etmedikleri armağanları sunmak yapılan bir iyilik midir? Taş yerinde ağırdır, der atalarımız. Yerini ve niteliğini değiştirir, orijinini bozarsan varlığa haksızlık etmiş olursunuz. Görevimiz, eşyanın orijinini değiştirmek değil, onun taşıdığı özelliklere göre hareket etmektir.

— Buldum, buldum!

— Ne oldu Kertenkele?

— Bazı siyasi partilerin yıllarca uğraştıkları halde niçin bir türlü seçimleri kazanamadıklarını şimdi anladım.

— Kertenkele, senin zeki olduğunu hep söylerdim. Biraz düşünme tembelliğin var. Demokrasilerde seçimi kazanmak için oyların çoğunluğunu almak gerekir. Bizim ülkemiz, mozaik; çoğul yapısı var. Çoğulculuktan uzaklaşanlar, çoğulculuğu görmezden gelenler çoğunluğa ulaşamazlar, seçimleri de kazanamazlar.

— Üstadım, siz de aliterasyon yaparak çok veciz konuştunuz.

— Bir de insanları tanımak lazım. İnsanlar; ateş, su, hava ve toprak olmak üzere dört tabiatlıdır. Bu varlıkların özelliklerini iyi bilirsen, insan tiplerini de daha iyi anlarsın. Mesela, ben senin hava tabiatlı olduğunu biliyorum.

— Üstadım, bana şimdi iltifat mı, hakaret mi ettiniz?

— Gerçeği söyledim. Ne demiştik? Eşyayı yerine koymak lazım.

Temel Prensiplerle Uyum

0

Hayatta emin adımlarla yol alabilmek, hayat girdabı içinde kaybolmadan varlığını devam ettirebilmek ve bu esnada ayakların yere sağlam basmasını sağlayabilmek kişilerin hayata nasıl baktıklarıyla paralel olarak elde edilebilecek kazanımlardır. Sağlam prensipleriniz ve bunları uygulayacak sağlam bir iradeniz varsa hayat sizi değil siz hayatı yönlendirmeye başlarsınız.

Ancak ortama göre değişen bir çizgi izliyorsanız, doğrularınız azalmış veya sınırlarını kaybetmişse, söz konusu duruşu yakalamak mümkün olmaz.

Bunları neden mi vurguluyorum?

Bugün Türkiye’de hakim olmaya başlayan ve kanaatimce hem kısa hem de uzun vadede ciddi problemlere zemin hazırlayan bir yaklaşım bizi endişeye sevk ettiği için.

Bu yaklaşım insanlarımızın, her şartta ve ortamda “doğru, güzel” olan ile yine herkes için “yanlış ve hatalı” olan idraklerinde meydana gelen sapmayı ifade etmektedir. Buna göre temel prensip olarak doğru ve güzel olan, herkesin uyması beklenen prensipler kişilere ve ortama özel olarak uygulamaya tabi tutuluyor, bazı kişilerin bazı menfaatler uğruna bunları ihlal etmesi doğal karşılanabiliyor.

Mesela, “hırsızlığın” her çeşidi herkes için yanlıştır. Ancak bazılarımız, kendi gruplarından olmayanları bu hususta sıkı takip edip eleştirirken, kendi gruplarından kişilerin aynı durumlarını görmezden gelmeye veya mazeret üretmeye çalışmakta hiçbir yanlış görmemektedir.

Eğer sadece bize özel doğrulardan ve yanlışlardan hareket etmeye başlarsak, “evrensel ahlaktan” nasıl bahsedebiliriz?

Hele ki, bahsedilen yanlış, dindar Müslümanlar tarafından, üstelik dini bir mazeret de bulunarak yapılıyorsa, İslam dini gibi evrensel prensipler içeren bir dine uygun yaşamaktan bahsedilebilir mi?

Nitekim İslam dini bireyden ilk etapta şahsi bütünlük ister. Yani söylediği ile yaptığı birbirini tutan, kalbi ve dili ile kendi içinde ve dışarıya olan tutumlarında uyum olan bireylerden oluşan bir toplum hedefler. Bunu hedeflerken de bireylere uyacakları prensipler koyarak onlara yön tayin eder. Yani hakikat anlayışının belirgin olmadığı bir göreceliliğe (rölativizme) bu doğrultuda yer bırakmaz. İnsanların hayatın akışına kapılmalarını değil, bu akışı doğruya yönelik olarak kontrol edebilmelerini temel amaçlardan biri olarak ortaya koyar.

Söz konusu yapısı itibariyle İslam dininde “sana göre, bana göre”den değil “temel kaynakların ne dediğinden” hareketle yola çıkılması da esastır.

Dolayısıyla Müslüman olan bir kişinin kendini rölativist yani göreceli bir yaklaşımla akışa bırakması düşünülemez. O doğrularını her yer ve zamanda yaşamak ve anlatmak durumundadır. Zira hakikat bellidir.

Bu noktadan hareketle sıfatı, konumu ne olursa olsun yapılan yanlış herkes için yanlış, doğru ise herkes için doğrudur. Nitekim ayet-i kerimede: “Sizler Kitab’ı okuyup gerçekleri bildiğiniz halde, insanlara iyiliği emrediyor, kendinizi unutuyor musunuz?” (Bakara 44) buyrularak bahsettiğimiz çifte standardın kapısını da kapamaktadır.

Netice itibariyle, özellikle bir Müslüman olarak, her anlamda tutarlı olmak, inandığınız temel prensipleri şahsiyetsizlik ve adaletsizlik göstermeden yaşamak ve savunmak, ideal insanlardan oluşan bir toplum için atılacak ilk adımdır. Meseleye böyle bakıldığında İslam’ın büyük önem verdiği sosyal bütünleşme de sağlam temellere oturacak, gruplaşma mantığı ile doğru ve yanlışların değerlendirilmesinde görülen yanlış yaklaşım ve tutumlar ortadan kalkacaktır.

Dilerim böyle günler uzak değildir…

Hayat Planlanabilir mi?

0

Aklınızda “Türkiye Cumhurbaşkanının nasıl seçmelidir?” konusu vardır. Bu konuda Türkiye’yi yönetme görevinde olanlar kadar, sorumluluk hisseden vatandaşların da düşünmesi ve fikirlerini paylaşması gerektiği gibi büyük düşünceler içindesinizdir.

Ülkenin daha iyi yönetilmesi için “ortak aklı seferber etmek” üzerine düşüncelerinizi ortaya koymayı, ortak aklın kullanılmasına engelleyen kişilikleri ve unsurları fark ettirmek için çalışmayı planlamışsınızdır.

Ancak çocuğunuzun küçük gibi görünen bir talihsiz kazası sonucu yaşadığı sağlık problemi, bütün bu “büyük ve önemli” zannettiğiniz fikri çabalarınızı gözünüzde değersizleştiriverir. O’nun ameliyatı ve sonrasında yaşayacağı sıkıntıları düşündükçe “olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” sözünün manasını iliklerinizde hissedersiniz.

Bir hafta sonra tatile gitmeyi planlayan yakın dostunuzun hayatında, eşinin ani bir kalp krizi ile kaybedilmesinin yarattığı müthiş boşluğu hisseder ve “yaratıcının büyük planın” karşısındaki “küçük şahsi planların” etkisizliğini ve önemsizliğini iliklerinize kadar hissedersiniz.

Ülkenin, yukarıda bahsettiğim büyük problemleri üzerine kafa yoran sade bir vatandaşsınızdır. Zaman zaman dostlarınızla bu konularda ciddi tartışmalar bile yapmaktasınızdır. Tam bu sırada çeşmenizden akmayan su, bütün diğer konuları önemsiz hale getiriverir. Artık sizin için Cumhurbaşkanın kim olacağı konusunun, sağlık veya temizlik maksadıyla kullanmak istediğiniz bir kova su kadar önemi kalmamıştır.

Önceliklerinizi ve önem sıralamanızı sürekli değiştirmeye zorlayan dış şartlar çoğunlukla sizin kontrolünüzde değildir. Ancak insanoğlunun yeni şartlara uyum sağlamadaki becerisi, önceliklerini değiştirmede gösterdiği esneklik, kendisinde kaderini tayin ediyormuş gibi bir his uyandırabilmektedir.

Zannederim bu aldatıcı hisse kapılmadan “mevcut durum bu ise, ben bundan sonra ne yapmalıyım ki, en az zarar veya en fazla faydayı sağlayabileyim?” şeklindeki bir tepki tarzını seçmek en doğrusudur. Bunu başarabilecek basiret içinde olmak “kendi kaderini tayin etmek” değildir ama bundan sonraki kader seçenekleri arasında tercih hakkını kullanmak demek olsa gerektir.

“Ben hayatımı planlıyorum” diyen kişinin yapabildiği şey, hayatının şu safhasında kaderin önüne koyduğunu düşündüğü yollar arasından birini, daha doğrusu mevcut seçenekler arasında öngörebildikleri arasında bir seçim yapmaktan ibarettir.

Bu bilgiler ışığında yaşadığımız sıkıntılara karşı tepkimizin öncelikle sabır, daha sonra da şükür kavramları perspektifinde olması, hayatı bir eza cefa süreci olmaktan çıkarıp, yaşanılması gereken bir güzellik olarak algılayabilme imkânı verir.

“Yaşanan sıkıntılarla terbiye olmak” veya “çekilen eza ve cefanın olgunlaştırdığı insan olmak” kavramları yerine keşke sıkıntıları çekmeden de olgunlaşabilecek bir akla sahip olabilseydik. Keşke şükür duygusunu, ağır sabır imtihanlarından geçmeden nefsimize hâkim kılabilseydik.

Bunu becerebilen çok az sayıdaki bilge insana toplumun duyduğu gizli ve derin saygının temelinde, nefsin bu olguluğa geçiş sürecinde gösterdiği müthiş direnci hissedebilmesidir diye düşünüyorum.

Yaşadığımız bütün sıkıntıları “bu da geçer ya Hû” tevekkülüyle karşılayıp, yeniden “Cumhurbaşkanı kim olsun” tartışmalarına dönebilecek huzur ve rahatlığına erişebilmeyi diliyorum.

Kocaelilik Ruhu Üzerine

0

Toplumları bir arada tutan en büyük bağ, yaşadığı kente ait olabilme şuurudur. Bu şuuru taşıyan bireylerin yaşadığı şehirler kalkınır, geleceği daha parlak hale gelir. Birlikte, beraberce huzurlu ve mutlu bir şekilde hayatlarını idame ettirirler.

Yaşadığımız kentlere bağlılığımız bu kadar önemliyken, bugün kaç kişi göğsünü gere gere Kocaeliliyiz, İzmitliyiz diyebiliyor?

Birçok sivil toplum kuruluşlarının organizasyonlarına katılmaktayım. Tertip edilen toplantıların tanışma faslında katılımcıların kimisi Türkiye’nin şu ilinden, kimisi bu ilinden, kimisi de o ilinden olduğunu söylemekte, ülkemizin 80 vilayetinden olduğunu vurgulamak gereğini duymaktadırlar. Sıra bana geldiğinde ise birazda hiddetlenerek Kocaeliliyim! Diye haykırma gereği duyuyorum.

Aslında şu soruyu kendimize sormamız gerekiyor. Niye Kocaeliliyim, niye İzmitliyim demekten kaçınıyoruz?

Bu yaşadığımız coğrafya bunu hak etmiyor mu?

Kimsenin atasının, babasının veyahut kendisinin Türkiye’nin başka bir vilayetinden, Balkanlardan, Kafkaslardan, Kocaeli’ne gelip yerleşmelerinin bir sakıncası yoktur. Hatta bu bir kültürel bir zenginliktir. Bu insanları yabancı olarak da görmemeliyiz. Ama bu kente başka bir yerden gelmiş, kentte üç kuşak yaşamış, şehrin sosyal, siyasi birçok alanında rol almış kimselerinde ısrarla Kocaelilik kimliğini reddetmesini de anlamış değilim.

Kocaelilik kimliği bu memlekette yaşayan herkesin çocuklarına bırakacağı en güzel miras olmalı. Çocuklarımıza kent kültürünü verme noktasında aslında hepimiz çaba sarf etmeliyiz. Bu çabayı kent insanı olarak yıllardır veremediğimizden dolayı birçok problemle karşılaştık.

Bölgemize yatırım yapan işadamları İzmit’le kaynaşamadığından dolayı, şehrimizin birçok sosyal meselesinde duyarlı olamadılar. Denizimizi, toprağımızı, havamızı, suyumuzu, sırf sanayi yatırımları için kirlettiler. İşçi istihdamının birçoğunu başka illerden yaptılar.

İzmitlilik ruhu tam gelişmediğinden dolayı, son yıllarda suç oranları yükseldi. Asayişle ilgili problemler her geçen gün artıyor.

Bu ruhu yaşatamadığımızdan dolayı, görüyoruz ki İzmitli esnaf tükeniyor. Mağazamın bulunduğu Ankara caddesinde dükkânlar her geçen gün kapanıyor. En büyük binaları, en geniş iş yerlerini, başka kentlerden gelenler alıyor. İzmit’in yerli aileleri ticaretten çekilip, iş yerlerini kiraya veriyor veya satıyor. Büyük alışveriş merkezleri dört bir tarafımızı sarıyor. Çok yakında Kocaeli’nde Kocaelili esnaf kalmayacak gibi görünüyor.

Yukarıda biraz iç karartan tablo, eğer bir dizi önlemler alınmaz ise her geçen gün daha da çoğalacak gibi görünüyor. Birçok kuruma Kocaelilik bilincini oluşturmak için sorumluluk düşüyor.

Bu yıl sevindirici bir gelişme olarak, Kocaeli Büyükşehir Belediyemiz, İzmit’in kurtuluş günü olan 28 Haziranda “Kocaeli Anadolu Kültürlerinin Buluşma Yeri” adlı etkinlik düzenlemiş, ilimizde ki birçok hemşeri derneği bu organizasyona katılmıştır. Büyükşehir Belediye Başkanımız İbrahim Karaosmanoğlu bu konuyla ilgili “İlimizde pek çok ilden insan var, bunları bir araya getirmek, onları Kocaelilik potasında eritmek büyük bir zenginliktir.” Sözüyle Kocaelilik ruhunun gelişmesine katkısı olacağı kesindir. Etkinlik geleneksel hale getirilmelidir.

100’e yakın hemşeri derneğinin bulunduğu ilimizde, bu dernekleri bir federasyon çatısı altında toplayıp, Kocaelilik ruhu ortaya konulmalıdır.

Bu konuda Kocaeli Valiliği, Kültür Müdürlüğüne de Kocaeli’nde ortak bir kültür oluşturma noktasında büyük sorumluluk düşmektedir.

Sivil Toplum Örgütleri bu ruhu oluşturmak, toplumsal bilinci yaşatmak için paneller, kampanyalar, tertip etmeli; bizi biz yapan değerin Kocaelilik bilinci olacağı vurgulanmalıdır.

Artık “Doğduğum yer, doyduğum yer” söylemi terk edilmeli, “Yaşadığım yer memleketimdir.” Bilinci toplumda yaygınlaşmalıdır. Çocuklarımıza bıkmadan, yorulmadan, bu bilinci aşılamalıyız.

Kocaeli’ni sevenlerin, bu kentte yaşıyor olmaktan keyif alanların, bu kent için çabalayanların, gerçek İzmitlilere, gerçek Kocaelililere ihtiyacı var. Yeter ki bunu sinelerimizde hissedelim.