18.8 C
Kocaeli
Pazar, Eylül 21, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1305

Hayatı Yaşamak

Ben hayatı “iki bilinmeyen arasındaki yaşam” olarak tanımlıyorum.


Birinci bilinmeyen ne zaman doğacağımız. İkinci bilinmeyen de ne zaman öleceğimiz. Yani süresi belli olmayan bir yaşam. Bazen çok kısa, bazen de alabildiğine uzun.


100 yaşındaki bir insana sorsanız. Hayat ne çabuk geçti diyecektir. Çünkü hafızada hatıralar iki boyutlu depolanıyor. Tabii ki hapishane ile tatilde geçen zaman birbirinden farklıdır. Birinde zaman çok çabuk geçer, diğerinde ise zaman geçmek bilmez. Öyleyse bulunduğumuz ortamın kıymetini bilmemiz gerekir.


İnsanlar çoğunlukla monoton bir hayat sürüyor. Yaşamlarının bir gün biteceğini biliyor,ama ihtimal vermiyorlar. Bu bakımdan çoğu hayatı yaşamaya fırsat bulamıyor.


Hayatı yaşamak için zengin olmak şart değildir. Şart olan karar vermektir. Her insan mali imkanına göre hayatı yaşama fırsatına sahiptir. Tabii ki hayatı yaşamak sadece hayatta olmak değildir. Çünkü doğan her insan belli müddetle zaten yaşar. Benim kastettiğim hayattan haz almaktır. Ufka bakmakla ufka dalmak arasında çok fark vardır. Ufka bakarken dalarsanız hayallerinizin içinde yol alırsınız. Hele duygusal olmak için sebebiniz varsa bu hayal sizi daha çok mutlu edecektir.


İş adamısınız. Çok ama çok işiniz vardır. Belki de tüm dünyanın imkanlarını siz kazanacaksınız. Egonuzu tatmin etmiş olacaksınız. Size büyük adam diyeceklerdir.Acaba bu denli işin içine dalmak hayatı ıskalamaya değecek midir?Yarınınızdan emin olmadığınız bir yaşamın içinde hiç ölmeyecekmişsiniz gibi hırs makul mü dür? Bir daha düşünün.


Memur veya işçisiniz. İşinizle eviniz arasında yıllarca gidip gelmekten bıkmıyorsunuz.


Yaşıyorsunuz ama, bana kalırsa hayatı değil. Sadece bir kısır döngüyü yaşıyorsunuz.


Halbuki Yüce Yaratıcımız hepimiz için ne kadar çok şey yaratmış. Bizden hiçbir karşılık beklemeden bize sunuyor. Bizlerse bu yaratılanların çoğunun farkında bile değiliz. Yanımızdan, yakınımızdan  geçip gidiyorlar da biz onları kaçırıyoruz.


Sizce çoğumuz böyle yapmıyor muyuz?


İnsan sürekli yaşadığı mekanı arada bir değiştirdiğinde sağlığına da katkıda bulunuyormuş.


Haftada bir gün. Senede bir ay bunun için çok önemli imiş.


En azından bu zamanlarda hayatı yaşamak gerek. Aslında mesai saatlerinden sonrada her gün bir saatinizi hayatı yaşamaya ayırabilirsiniz. Yanınızda olmasından mutluluk duyduğunuz biri ile yol boyu, sahil boyu, patika boyu, tarla içi, orman içi bir yürüyüş sizi mutlu etmez mi?


Sahilde bir kafe de oturmak, deniz kenarında bir şeyler atıştırmak, oltanızı elinize alıp balık tutarak günün stresinden uzaklaşmak, çocuğunuzla uçurtma uçurmak, spor amaçlı hobilerinizin olması yanlış mı olur?


Tabii ki bir mavi yolculuk,  Deniz kenarında beş yıldızlı bir otelde tam pansiyon tatil imkanı, yükseklerde karla buluşmak,en lüks kaplıcalarda sıcak suyun keyfi bambaşkadır. Bu keyifte bir çok zengine nasip olmaz. Onlar işlerine boğulmuşlardır.


Ben size, geliriniz ne olursa olsun hayatı yaşama imkanınız olduğunu anlatmak istiyorum.


Hayatı ciddiye alırsanız, bu ciddiye aldığınız hayatı tekrar yaşama fırsatı bulamayacağınızı kabullenirseniz, hayat gözünüzde daha çok kıymet kazanır.


Aslında insan ölümsüzdür. Sadece belli bir yaşam sürecinden sonra cesediniz ölüyor. Siz ise tekrar yaşama devam etmek için başka bir aleme geçiyorsunuz. Bu yeni alemde yaşam sonsuz.


İmkanları da bu dünyadan çok farklı. Yaşam biçimi de tamamen değişik. Aklınıza gelen her şeyi elde edebileceğiniz bir alem. Üstelik bu sunumlar karşılığında orada sizden istenen bir görev de yok. Ne yaptınızsa zaten bu alemde yaptınız. Oradaki sunumun kalitesi bu alemdeki yaptıklarınızın karşılığı. Demek ki bu alemde usulüne uygun bir yaşam sürdünüzse öbür alemde hayatı sonsuza kadar yaşayabileceksiniz. Üstelik buna bol bol zamanınızda olacak. Orada ticaret yok. Hayat mücadelesi yok. Stres yok. Sizi yoracak yaşam zorlukları yok.


İstediğinizi sadece düşünmekle elde edebileceksiniz. Ben buna inanıyorum.


Demek ki hayatı yaşamak bu dünya da gerekli. Bu dünyada elde ettiklerinizle öbür alemde mutlu olacaksınız. İşin burası çok önemlidir. Ama ayrı bir sohbet konusudur.


Bu dünyada hiçbir şey boşa yaratılmış değildir. Tüm yaratılanlarda insanlığın istifadesi içindir.


Zamanımızı işkolik olarak israf etmeyelim. Kavga ederek ziyan etmeyelim. Sevgi ile pekiştirelim. Dostlukla besleyelim. Fırsatları değerlendirerek bulunduğumuz ortamdan kısa süreli de olsa uzaklaşalım. Kış, yaz, bahar fark etmez. Yılın her mevsiminde ruhumuza ve bedenimize değişiklik fırsatı tanıyalım.


Kendimize Yüce Yaratıcımızın sunduğu imkanları görmeyi yasaklamayalım.


Çantamız daima hazır olsun. Malum artık yaz geldi. Tabiat bir başka güzel.


Bütün bu sözlerim kendim içinde geçerlidir.

Bir Anne Olarak Kadın

0

Sizin için ağlayan göz, yanan yürek kimindir? Sizin için uykusuz geçen geceleri, karşılık beklemeyen sevgiyi kim yaşamıştır? Sizin için terleyen bedenin, dualar eden dilin sahibi kimdir? Almak beklentisi olmaksızın veren, verdikçe mutluluğu artan o bereketli insan, sizin neyinizdir? O, bir kadındır, evrensel ismi annedir onun.


Annemizi hangi gözle gördük, onu ne kadar anladık? Varlığında kıymetini bildik mi, kıymetini bilmek için yokluğunu mu bekledik? Bildiğimiz hikâyedir: Delikanlının ev telefonu gecenin üçünde çalar. Uyku sersemi telefonu açan delikanlı, annesinin sesiyle karşılaşır. Öfkelenir, “Anne, gecenin bu saatinde ne cüretle telefon ediyorsun! Ne söyleyeceksen hemen söyle; uyumak zorundayım.” der. Annesi: “Oğlum, yirmi beş sene önce seni bu gün, gecenin bu saatinde doğurmuştum; yeni yaşın kutlu olsun, diyecektim.” der. Delikanlının elindeki telefon yere düşer, delikanlı yatağa yığılır.


Annelik nasıl bir duygudur ki yalnız yaşayan bilir onu. Onu, yalnız evladı için sevindiren, ağlatan, ona çile çektiren duygu nasıl izah edilebilir? Kutsallığı, belki de bu duygunun izah edilememesinden kaynaklanıyor. Annelik duygusunu yaşayamayan kadın, kendini eksik hissediyor. Cinsiyetinin gereğini yerine getirememenin ezikliğini duyuyor, gerginliğini yaşıyor. Annelik duygusu, kadını hem tedavi ediyor hem ona yaşama sevinci veriyor. Birileri için yaşadığını bilmek, onun dinamizmi oluyor.


Kişi olarak erkek ve kadın zıt fıtrata sahipler. İkisi de yarım olan zıt fıtratlar bir araya geldiğinde bir mana ifade ediyorlar. Kadın, kişiliğini dişiliğinde buluyor. Dişiliğini anne olmakla tatmin edebiliyor. Bu duygudan yoksun kadınlar ise çok zaman dişiliğini ön plana çıkararak kişilik kazanmaya çalışıyorlar. Bu da kadın cinsini çıkmaz sokakların karanlık noktalarına, sonuçta bunalıma itiyor. Karısının yanlış mekânlardaki kişilik arayışı, erkeği kişilikten yoksun bırakabiliyor. Doğru bir hayat tarzında “etken” olan karşıt cinsler, yanlış bir yaşantı içinde birden “edilgen”leşebiliyorlar. İki edilgen, bir etken etmeyeceğine göre, bu tipler, parazit üreten batıklık sinekleri gibi, toplumda bir kambur ve sıkıntı olabiliyorlar.


“Ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar.”, “Bağdat gibi diyar, ana gibi yar olmaz.” atasözleri kültürümüzde anneye verilen değerin veciz ifadeleri. Bu sözler, bir annenin hem samimiyetine hem yüceliğine vurgu yapıyor. Cennetin, annelerin ayakları altına münhasır kılınması anneler için ayrı bir lütuf. Dünyanın hiçbir ülkesinde ve kültüründe annenin bu denli yüceltildiğini görmedim. Tarihimizdeki örneklerini hatırlarsak, bu sözlerin kuru bir iltifat olmadığını kolayca söyleyebiliriz. Ondaki içtenlik, ondaki özveri, ondaki cesaret, ondaki güç, bu nitelikleriyle tanınan bütün varlıkları geride bırakacak üstünlüğe sahiptir. “Kadınlar zayıftır; ama anneler güçlüdür.” cümlesi ne müthiş bir sözdür.


“Ana” olarak da ifade edilen “anne” sözcüğü bizde istiare yoluyla “merkez, verici, üretici” gibi anlamlar kazanmış. Ana yurt, ana beyin, ana damar ana kıta… sözleri “anne”nin işlevselliğini sembolleştiriyor. Hayatımızda bu kadar yer eden, öneminden dolayı pek çok yere ad olan annelerimize yeterince değer verdiğimizi söyleyemeyiz. Hatırlanmaktan öte bizden bir şey beklemeyen annelerimize saygı ve sevgi göstermek, kendilerine hoşnut olacakları muamelede bulunmak, inancım odur ki, gerçekte bizi yüceltecektir. Vefa duygusu ile değerbilirlik içinde olmak, ancak bu duyguya sahip olanları ve böyle davrananları yüceltir. Biz hayata başlarken, bizim her şeyimiz olan o mübarek insanlar için, hayatlarının sonunda onların bir şeyi olabilmek, hem bir görevdir hem bir erdemdir hem bir emirdir. Yavuz Bülent Bakiler, annesiyle ilgili izlenimlerini bakınız ne güzel şiirleştirmiş: “… / Açılsa üstüm biraz, duyar da gece yarısı / Kalkar yatağından gelir / Bir mübarek el uzanır yorganıma usulca / Bilirim anamın elidir. / Bir merhamet bir sıcaklık bir gurur / Yavrum diyen sesinde / Ve huzurun günde beş vakit nabzı vurur / Beyaz tülbendinde, seccadesinde.

Milli İstiklâlsiz Kalkınma Olmaz!

0

İngiliz Kraliçesi’nin Türkiye’yi ziyareti birçok şeyi konuşulur hale getirdi. Kraliçe’nin özellikle Bursa ziyareti, Kur’an-ı Kerim dinlemesi, Sayın Gül’ü İstanbul Başkonsolosluğu’nda değil de uçak gemisinde kabulü dikkat çekmiştir. Ayrıca, İngiliz uçak gemisinin Montrö Antlaşması’nı çiğneyip çiğnemediği, izinsiz gelip gelmediği gündeme düşmüştür. Sayın Gül’ün Sayın Başbakanla beraber Suudi Kralını Ankara’da oteldeki odasında ziyaret etmesi de itibar kırıcı olmuştur.  


Son yıllarda Batılılarda birden ortaya çıkan Osmanlı hayranlığı, Türkiye’de yeni azınlıklar yaratma gayretleri ve bu yolda hayali bir AB üyeliği aracının kullanılması da gözlerden kaçmamaktadır. Dün Osmanlıyı yok etmek için el ele verenler, onu parçalayanlar, bugün Türkiye’yi milli devlet olmaktan uzaklaştırmak, üniter yapısını bozmak için Osmanlılıktan medet ummaktadırlar. Dün Osmanlıya utanmazca küfredenler, bugün nedense birden Osmanlıcı oluverdiler. Türkiye’ye verilmek istenen yeni düzene uygun olarak anayasa taslakları hazırlatan iktidar, TCK’ndaki 301. Maddeyi de kuşa çevirdi. Mütekabiliyete dayanmayan bir Vakıflar Yasası çıkarıldı. Terör örgütüne mayın satanların uzantıları, Türkiye’de bankaları alıp en kârlı yatırımı yaptılar.


Dış ticaret açığı artmaktadır. Dış ticaret açığının döviz gelirleriyle karşılanamayan kısmı olan cari açığı sıcak parayla ve özelleştirme gelirleriyle karşılamaya sığınılmıştır. Türkiye’ye hazır ve kârlı kuruluşları almaya gelen, doğrudan yatırımdan kaçan yabancı sermayenin dışarıya kâr transferlerine başlaması cari açığı daha da arttıracaktır. Devlet borçlandırılarak -bilhassa son beş yılda anormal artışlarla- dış politikadan ekonomiye kadar ülkenin hareket kabiliyeti sınırlandırılmıştır. Daha sonra halk borçlandırılmış ve sadece borcunu düşünür hale sokularak uyuşturulmuştur. Milli hassasiyeti köreltilmiştir. Ben merkezli yapılmıştır. Sürekli teşvik edilen tüketim kredileri karşılığında hiçbir ülkede olmayacak sayıda dev tüketim mabetleri (merkezleri) yükselmektedir. İşsizlik artmış; küçük, büyük firmalar kapanmış; üretme ithal et anlayışı egemen kılınmıştır. Türkiye’de 4,4 milyon genç okul ve iş dışıdır. Ülke ekonomisi kıskaca alındığından istihdam yaratıcı ve dışarının, küresel sermayenin menfaatlerine uymayan yatırımlar boğulmaktadır.


Birçok alanda olumsuzlukların karşımıza dikildiği bir ortamda biz, Batılı emperyalizme karşı milli direnişimizin, şanlı Milli Mücadele’nin başlangıcı olan Atatürk’ün Samsun’a çıkışını ve 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı’nı kutladık. Önemli birçok limanımızın, sanayi kuruluşumuzun ve bankamızın yabancılara peşkeş çekildiği bir ortamda…


Milli bağımsızlık hiçbir bedel karşılığı pazarlığı yapılabilecek bir değer değildir. O, piyasa fiyatı olmayan kutsal bir değerdir. Onun değerini ve anlamını anlamayanlar, içlerine sindiremeyenler, kendilerini ve ülkelerini açık arttırmaya çıkarırlar. Belli de farkında olmayarak… Milli bağımsızlığın yerine karşılıklı bağımlılık da konamaz. Hiçbir ciddi devlet karşılıklı bağımlılığa dayanamaz. Nitekim, AB’nin geleceğini tehlikeye düşüren de budur.  Her ciddi ülke milli gurur ve haysiyetine düşkündür. Kendini orta malı yapmaz.  Milli bağımsızlık asla dışa kapanma, kendini Dünyadan tecrit etme (soyutlama), siyasi-kültürel ve ekonomik ilişkilerini ortadan kaldırma veya en aza indirme değildir. Dış ilişkiler kendi milli menfaatlerini ona buna ikram etmek değil; karşılıklı farklı milli çıkarları ortak bir noktada birleştirebilmektir. Yabancılarla iyi pazarlık yapabilecek milli duruşa sahip olmaktır.


Cumhuriyet’le taçlanan Milli Mücadele’den zaferle çıkan, milleti yorgun, yıpranmış ve fakir bir halde olan kuruluş Türkiyesi sadece siyasi bağımsızlığı yeterli görmemiş, imkânsızlıklar karşısında pes etmemiş, siyasi bağımsızlığı ekonomik bağımsızlıkla takviye etmiştir. Bundan dolayı İzmir İktisat Kongresi 1923’te düzenlenmiş, Milli İktisat Politikaları ve sanayileşme hedeflenmiştir. Büyük Atatürk de milli istiklâl olmadan anlamlı bir kalkınmanın olamayacağını biliyordu. Bundan dolayı Milli Mücadele “Ya İstiklâl, Ya Ölüm” parolasıyla yapılmıştı.


Günümüzde ise; AB ve ABD’nin  emirlerine uyarsak, IMF ve Dünya Bankası’na teslim olursak, yabancı sermayeyi ülkeye çekeriz ve refaha kavuşuruz zannedilmektedir. Bu yanlış, maalesef seçim sandığından da geçmiştir.

“Artık Demir Alma Günü Gelmiş Zamandan”

0

Elbette, “Tarih tarihçilere bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir.” Elbette, tarih ve dil ‘olmazsa olmaz’larımız arasındadır dedik.


Tarih benim için ilkokul 4’te duvardaki İmparatorluk Haritalarına bakmak, biraz da evdeki atlasların ülke sınırlarıyla oynamaktı.


Liseden Fen Bölümü mezunu bir tarihçi olarak zevkle ve istekle 15-16 yıl fiilen Devlet Okullarında görev yaptık. Alanımızla ilgili ve stratejik analiz sayılabilecek materyallerle (sözlü, yazılı, görüntülü) iç içe olduk.


Tarihten unutamadığım tek sahne Osmanlı’nın dağılışıdır. İşgal gemilerinin İstanbul’a demirlemesi ve giderken Türk Padişahını da alıp gitmeleridir.


Majestelerini (!) ve İngiliz Savaş Gemisi Hazretlerini 90 yıl önceki yerinde görünce afalladım. Benim ülkemde, kaldırılan hanedanlığın deniz aşırı Britanya içeri dişi temsilcisini hemi de ev sahibi olarak izleyince kroki vaziyetine düştüm. Kendi kendime 10’a kadar saydım ve nakavtıma karar verdim.


Bu noktada;


1 – Majestelerini (!) tebrik ediyorum; içimizdeki monarşi özlemini toprağın derinliklerinden çıkararak toplumsal tatmine sebep oldukları için.


2 – Savaş Gemisi Hazretlerini tebrik ederim; çaktırmadan büyük bir aleni işgal acısı yaşattıkları için.


3 – Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül ve eşleri Hayrünnisa Gül Hanımefendiyi tebrik ediyorum; giydikleri frak ve taktıkları İngiliz Nişanıyla şıklıkları mükemmeldi. Elbette nezaketleri ve reveransları da..


4 – Güzide basınımızı ve televizyonlarımızı tebrik ediyorum; Majestelerine (!) karşı en ufak bir saygısızlığın zerresine bile müsaade etmediler. Ana Kraliçeye bağlılıklarını dolaylı dolaysız her türlü yoldan sunmuş oldular.


5 – İstanbul Halkına teşekkür ediyorum; Güzellik, dans, buzağı, domates vb. her türden ‘Kraliçe’ kelimesine gösterdikleri duyarlılık ve avuçlarının birbirine çarpımından çıkan o lahuti sesi bize cömertçe yaşattıkları için.


6 – Kolluk kuvvetlerimizi tebrik ediyorum. MI 5 – 6 demeden İngiliz servisleriyle ortaklaşa sundukları güvenlik çok güzeldi. Biber gazlık bir klakson sesi bile duyulmadı.


7 – Manchester United’e çok teşekkür ediyorum; Şampiyonlar Ligi Finalinde bir başka İngiliz takımını yenerek içimizdeki İngiliz kompleksine son verdikleri için.


8 – Lise ve Üniversitemizdeki tüm tarih öğretmenlerime de teşekkür ediyorum; Kafamı 9 yerinden karıştırdıkları ve 90 sene sonra bana bu idraki bahşettikleri için.


9 – Hamdi Bey’e çok teşekkür ediyorum. Lades diyorum.


Çok şükür diyorum, başka da bir şey demiyorum.

Türk Dünyası’nda Türkçe Eğitim Öğretim

0

TCK’nun 301. Maddesinde malum değişiklikleri yapanlar tarihi vebal altına girmişlerdir. Bundan böyle 1923 öncesine her türlü saldırı, hakaret yapılabilecektir. Tabii 1915 sözde soykırım iddiaları da rahatlıkla gündeme getirilecektir.


Bu maddenin görüşmeleri sırasında TBMM’nde AKP adına konuşan bir Yozgat milletvekilini hayretle izledim. Sağ eğilimliydi ama milliyetçi değildi. Türklüğe hakaret ettiği için Nobel kazandırılan malum yazarı methediyordu. Bu yazar baş üstünde tutulmalıymış. Aslında bugün bu tip yazarlara değer veriliyor. Bunlar Çankaya’da ağırlanıyor. En büyük milliyetçi Türklüğe ve Türk tarihine hakaret eden bu zatmış. Bunu söyleyen yiğidin harmanlandığı toprakların sözde vekilidir. Aslında AKP’ye rey veren muhafazakâr çoğunluk, bu vekilin methettiği Bay Pamuk’un çizgisinde mi? Önemli olan vekilin halkın çizgisinde olup olmadığı değil; halk vekilinden haberdar mı? İşte asıl sorun budur. Türkiye’deki demokrasinin asıl defosu budur.


Geçen hafta 23-27 Nisan 2008 tarihlerinde Kazakistan’da düzenlenen “II. Türk Dünyası Sosyologları Kurultayı”nı ele almıştık. Aslında söylenecek çok şey var. Biz 1990’ların başından beri bağımsızlıklarını kazanan Türk Cumhuriyetlerine bazı dost ve müttefiklerimizin taşeronluğuna soyunarak serbest piyasa ekonomisini tavsiye ettik. Demokrasiye uygun bir kurumlaşmayı sağlayamayan, müteşebbisi yetersiz, zihniyette gelişme sağlayamayan ve piyasanın teşekkül etmediği bu ülkelere serbest piyasa ekonomisini önerdik. Rekabet şartlarının oluşmadığı bir yapıda serbest piyasa ekonomisi kime hizmet ederdi? Adeta daha çorba içmeden tatlı yemeyi tavsiye ettik. Bu ülkelerin çoğunda devletler borçlandırıldı. Ekonomik kaynaklarına el konuldu. Ve aslan payları bunlardan alındı. Daha sonra tüketim kredileriyle halk da borç altına sokuldu. Yapay bir gelişme sağlandı ve halkın refah seviyesi yükselmiş gibi gösterildi. 2003’ten itibaren Dünyadaki likidite bolluğu Türkiye’ye olduğu gibi bu ülkelere de yansıdı. Para, borca gidecek yer aradı. Aslında oyun her tarafta aynı oynanıyor. Küreselleşmenin çarkı Türk Cumhuriyetlerini de öğütüyor.


Türk Cumhuriyetleriyle Türkiye arasındaki ilişkilerde Türkiye Türkçesini anlaşılır ve konuşulur kılmak en önemli konudur. Oysa, Türk okulları denen okullarda Türkçe seçimlik derstir. Belirli bir cemaatin açtığı sözde üniversitelerde de eğitim öğretim dili İngilizce’dir. Kimse kimseyi kandırmasın. Peki, devletin açtığı, her ay 500.000 dolar civarında masraf yaptığı Ahmet Yesevi Üniversitesi’nde durum nasıldır? Türkiye’nin maliyetine katlandığı bir eğitim öğretimin dili Türkçe olmalıdır. O ülkenin Türkçesine de hizmet edebilmeli, evrensel bir dil olan İngilizce’yi de öğretebilmelidir. Oysa, Ahmet Yesevi Üniversitesi’nde durum tam tersinedir. Eğitim öğretim dili Rusça ağırlıklıdır ve Kazak Türkçesidir. Türkçe, sadece Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde geçerlidir ve orada da maalesef Türkçe bilmeyen hocalar vardır. Türkiye’den giden öğrenciler için Türkçe hazırlık sınıfı vardır; ama bu Kazak öğrenciler için söz konusu değildir. Üç ayrı Hukuk Fakültesi’ne neden ihtiyaç duyulmuştur? 15 senedir öğrenim veren Tıp Fakültesi’nin hastahanesi neden açılamamıştır? Bu üniversiteden gelen pis kokular Türkiye’yi kaplamıştır. Lafla milliyetçi olunamayacağı ortaya çıkmıştır. Bu üniversite kesin çözümler beklemektedir. Sorunların ertelenmeye tahammülü yoktur. Yüz kızartıcı ve itibar kırıcı manzaralar ortaya çıkmıştır.


Gerek Kazakistan’daki gerek diğer Türk Cumhuriyetlerindeki üniversitelerle Türkiye’dekiler arasında yakın ilişkiler kurulmalı, ortak ders kitapları hazırlanmalı, ortak kaynak eserler tespit edilmelidir. Bu ülkelerde Rus patronların yerini yeni patronların alması bir çözüm değildir. Sözde demokrat ve hürriyetçi olsalar da… Hedef Türkiye Türkçesinin yaygınlaştırılabilmesidir. Bunun için de Türkçe eğitim öğretim yapan liselere ve yüksek okullara ihtiyaç vardır. Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı’nın yaptığı gibi…


Türk Dünyası’nda yapılacak kurultaylar ve sempozyumlar malum şeyleri tekrar etmekten öte; bu ülkelerde yozlaştırılmamış İslâmi bilgiyi geliştirmeli, Türk kültüründe var olan hoşgörü örneklerini verebilmeli ve Türkiye’nin sosyal ve etnik yapısını çarpıtmadan ortaya koyabilmelidir. Tanıtım eksiklikleri giderilmelidir.                

1 Mayıs

Aradan 20 gün geçmesine rağmen hala neden 1 Mayıstan bahsediyorsun diyebilirsiniz.


Derseniz de bu sözünüzde haklı olabilirsiniz. Elimde değil. Bazı hadiseler birileri tarafından kasıtlı olarak sakız gibi çiğnenmeye ve bu vesile ile devlete saldırıya geçilmeye başlandığı zaman ayranım kabarıyor.


Yıllardır 1 Mayıs geldiğinde yüreğimiz ağzımıza geliyor. Yine birileri yaralanacak veya ölecek. Kim bu ölenler? Vatan haini mi? Hayır. Tersine hainlerin elde ettikleri gafiller. Türbana nasıl siyasi simge deniyorsa,1 mayısta ısrarla  taksimde miting yapmakta o derece siyasi simge. İnsanlar ölmüş kimin umurunda. Asıl hedef hükümeti, dolayısı ile devleti zaafa uğratmak. Ülkeyi eski günlere geri götürmek. Zırhlı arabaların çokça satıldığı,kurşun geçirmez yeleklerin karaborsaya düştüğü,akşam sekizden sonra sokağa çıkılamadığı, iş adamlarının canlı hedef olduğu, enflasyonun azdığı, faili meçhul cinayetlerin tavan yaptığı, hiç kimsenin hiç kimseye güvenemediği günlere dönmek.


Polis ne yapmış? Aldığı talimatla kanunsuz yürüyüşe engel olmuş.


Ne yapmış? Orantısız güç kullanmış.


Nasıl olacaktı bu orantı? Poliste eline sapan alıp, karşılıklı taş mı atacaktı?


Su sıktı da kötümü yaptı?


Kutlama denilen şey, taş, bıçak, sopa, molotof kokteyli gibi vasıtalarla ve tahribat yapma, ateşe verme gibi yollarla mı yapılır?


Polis engel olmasa idi de onlarca insan pisi pisine birbirlerini öldürse mi idi?


İşte o zaman hükümete el birliği ile saldırılmayacak mıydı? Güveni sağlayamadı diye.


Yoksa ezber mi bozuldu? İstenen mi olmadı? Yapılan planlar tutmadı mı?


Vah vah çok üzüldüm. Omuzlarına geçmişte olduğu gibi birer tabut alamadılar. Yumrukları havada sallayıp. Ağızlarına ne geldi ise söyleyemediler. İçlerindeki kızıl salyaları boşaltamadılar. Aralarına gafil insanları alarak onları da bu maksatlara alet etme fırsatı bulamadılar.


Ey bu memleketin kırk yıllık hainleri. Hala bitmediniz.Geberip gitmediniz.


Gençleri kandırıp, özgürlük adına, ezilmişler adına, sosyal adalet adına, eşitlik adına, insanca yaşamak adına iğfal etmekten bıkmadınız.


Asla onlara vaat ettiklerinizi sağlamak gibi bir niyetiniz yok. İşiniz gücünüz sadece kandırmak. Her gün bir yerlerde kan görmek.


Çalışanlar!.


Sendikacıların bazılarının lüks hayatını geçmişte gazetelerde okumadınız mı? Sizin gibi işçi olanların sendikacı olunca kral arabalara bindiğini, 5 yıldızlı, havuzlu sendika malikanelerinde yaşadığını unuttunuz mu? Hakkınızı demokratik yollarla  arayın. Arayın da alet olmayın.


Gençler!


 Sizde okulunuza devam edin. Okulla siyaset bir arada olmaz. İnsanları neden yirmi yaşında askere alırlar. En güçlü ve en deli olduğu zamandır. Adı delikanlıdır. Gözünü kırpmadan denileni yapar. Ülküsü en yüksek noktadadır. Bu yaşta kolay ölünür.


Okulunuzu bitirin. Ondan sonra siyaset yapmak, ülkenizi kurtarmak istiyorsanız önünüz açık. Girin bir siyasi partiye orada istediğiniz kadar mücadele verin.


Şimdiden elma ile armutları birbirine karıştırmayın.


Sessiz çoğunluk!


Sizde o kadar sessiz olmayın. Bi-taraf (Tarafsız) olan sonunda bertaraf olur. Bu Ata sözünü hatırlatırım.


Sokaklara dökülmeyin ama telefon açın, mesaj çekin, mail atın. Bir şekilde kendinizi belli edin.


Bazıları gibi, dünya bunlardan ibaret sanılmasın.


Bir mayısta yapılanlar sabrın taşkınlarıdır. Polis sabrını sonuna kadar korumaktadır.


Nihayet o da insandır.


Hele size biri bir tokat atsa, sarılıp öpeceğinizi mi söyleyeceksiniz. Asla yapmazsınız.


Hele hele sevdiğinizden birini hırpalasalar yok mu? Avazınız çıktığı kadar asılmasını istersiniz. Ateş düştüğü yeri yakar. Geçin bu sosyalist oyunlarını.


Ey sağ duyulu halkım!


Bırak onlar ayağa kalksın. Bırak onlar atlasın zıplasın. Yumruklarını sallasın. Taş atsın. Araba yaksın. Etrafa zayiat versin.


Sen tahriklere kapılma. Ağır ol. Ol olmasına  ama, sessiz olma. Hiç olmazsa;


Sen de oturduğun yerden konuş.

Eğitimin Kalitesi Nasıl Yükseltilebilir?

0

Şu anki eğitim kalitemiz yapılan birçok yeniliğe rağmen maalesef yeterli düzeye gelebilmiş değildir. Elbette ki eğitim camiası içerisinde olan insanlar olarak bu duruma üzülüyoruz, üzülmekten öte bir şey de yapamıyoruz. Bu durum bu milletin, bu ülkenin kaderi değildir. Mutlaka yapılabilecek bir şeyler vardır.


ÖSS ve OKS’ye giren her öğrenciyi mutlaka istedikleri okullara yerleştirmek mümkün değildir. Ama on binlerce öğrencinin bu sınavlardan sıfır puan alması da hoş değildir. Bu durumun birden fazla sebebi vardır. Önce durumu doğru tespit etmek, sonra da uygulanabilir çözümler üretmek gerekir.


Yıllarca eğitim camiasının içerisinde ki bir eğitimci olarak benim görebildiklerim şunlardır:


1-      Eğitim sisteminden kaynaklanan sebepler var.
2-      Müfredattan kaynaklanan sebepler var.
3-      Öğretmenlerden kaynaklanan sebepler var.


Öncelikle şunu belirteyim ki bir bilimsel araştırma değildir. Ama bilimsel araştırmalarda olmayan tespit ve öneriler içerir bir düşünce ürünüdür.


1- Eğitim sisteminden kaynaklanan sebepler nedir diyecek olursanız, merkezdeki isim yapmış bir okul ile sıradan bir okulun öğretmen kadrosu ve eğitim imkânları birbirinden çok farklıdır. Merkezde ki sıradan bir okulla taşradaki okulların imkânları da birbirinden çok farklıdır.


Özel sektör tarafından yapılan okullar çok sevindirici ama onlar da merkezde yol kenarlarına, görünür yerlere reklâm amaçlı yapılmakta olup sadece o çevrelerin insanları ile paralı ve hatırlı insanların çocukları tarafından yararlanılan okullardır. Diğer öğrenciler de böyle bir okulda okumayı sürekli hayal eder dururlar.


Öncelikle bu adaletsizliğin giderilmesi tüm öğrencilerin mevcut imkânlardan eşit yararlandırılması gereklidir. Bu durum liseler için de ilköğretimler için de aynıdır.


ÖSS sistemi terk edilmeli, yerine lise 1’den lise son sınıfa kadar her dönemin sonunda merkezi sistemle birer sınav yapılarak toplam sekiz sınav sonucu alınan puanların ortalamasına göre bilgisayar tarafından tercih ve yerleştirilme yapılmalıdır.


2- Müfredattan kaynaklanan sorunlara gelince, öğrenciyi dershaneye yönlendiren sistem yerine okulu ön plana çıkaran sistem esas alınmalı, dersler dershanelerde nasıl işleniyorsa okullarda da aynı yönteme geçilmeli, kısa yoldan pratik çözümlere ağırlık verilmelidir.


3- Bütün bunların yanında elbette öğretmenlerden kaynaklanan sebepler de vardır. Bunların başında öğretmenlerin kendilerini yeterince yenileyememeleri gelir. Bunun da üç sebebi vardır. 1- Ekonomik sebepler 2- Başarının ödüllendirilmemesi 3- Ek ders ücretlerindeki adaletsizlik.


1- Ekonomik sebepler: Bugün belki öğretmenlerin maaşı diğer devlet memurlarının bir kısmına göre biraz daha iyi görünse de zaruri ihtiyaçları karşılamaktan bile uzaktır. İdeal bir ücret vermeye belki bütçe imkânları el vermiyor olabilirse de aşağıdaki dengesizliklerin giderilerek bir ücret dengesi sağlanabilir.


Bugün birçok öğretmen ya ek ders ücreti alamıyor ya da cüzi miktarda ek ders ücreti alıyor. Bir kısım öğretmenler de tam ücret alabiliyor. Endüstri meslek liselerinde meslek dersleri öğretmenlerinin aldığı ek ders ücreti diğer öğretmenlerin neredeyse yarı maaşı kadar. Bu adalet mi? Ücret alamayan ya da cüzi miktarda ücret alanların ne suçu var? Bunun için şu teklifi öneriyorum.


Ek ders ücretlerinin maaşlara yansıtılması, maaş karşılığı ders saat sayısı 15 saatten 22 veya 24 saate çıkarılır ek dersler de kaldırılır. Bu ders saatinden fazla derse girmek zorunda olan öğretmenlerin alacağı cüzi bir miktar ücret kimseyi rahatsız etmez.


Burada kaliteyi yükseltecek olan esas mesele başarının ödüllendirilmesidir. Bunun içinde şöyle bir yöntem uygulanabilir:


Bu sınav zorunlu olmamakla beraber tüm öğretmenlere yabancı dil sınavına girme hakkı gibi kendini geliştirme sınavı hakkı tanınır. Bu sınav şu şekilde yapılır:


Öğretmenler branşlarına göre  a- meslek bilgisi, b- pedagojik formasyon, c – genel kültür olmak üzere üç bölümden oluşan sınava tabii tutulurlar. Tarihçiyi matematikçiden, matematikçiyi edebiyattan, din kültürünü fizik kimyadan sınava tabii tutarsanız sonuç herkes açısından yıkıcı olur. Sınav sonucu öğretmenler dört kategoriye ayrılır. 100 üzerinden 70 den aşağı puan alanların statüleri değişmez, bordrolarında ki maaşlarını alırlar.


70–80 arası puan alanlar C grubu öğretmen olurlar. Örneğin maaşlarına 150 ytl fark yapılır. 80–90 arası puan alanlar B grubu öğretmen olurlar. Maaşlarına 300 ytl fark yapılır.
90–100 arası puan alanlar A grubu öğretmen olurlar. Maaşlarına 500 ytl fark yapılır. Bu sınava girme hakkı ayrım yapılmaksızın öğretmenlerin hepsine tanınır.


Tabi ki bu fark bütçe imkânları ile ilgilidir. Azaltılabilir ve çoğaltılabilir. Ama siz kalkıp da
30–40 ytl fark yaparsanız kimse bu sınava girmez.


Bu sınav 2–3 sene de bir yapılır. İlk sınavda bu derecelerden birini elde eden ikinci sınava girmezse fark kaldırılır. Yani nasıl olsa B ya da A grubu oldum düşüncesi ile kendini yenilemekten vazgeçmesin. İlk sınavda başarılı olamayanlar da ileriki sınava daha iyi hazırlanıp kendilerini daha iyi yenilesinler.


Zorunlu olmamasına rağmen bütün öğretmenler bu farklardan yararlanmak için sınava hazırlanıp girecektir. Böylece öğretmenler okul dışındaki boş vakitlerini kitap okumakla, ders çalışmakla kendilerini yenilemekle geçireceklerdir. Bu durum eğitim ve öğretime büyük bir ivme kazandıracaktır.


Öğretmenlerin seviyesinin yükselmesi öğrenciye yansıyacak, eğitim-öğretim; düşünen, okuyan, gelişen, sorgulayan ve yarışan bir seviyeye gelecek ve muasır medeniyetin de üstüne çıkacaktır.


Uzman öğretmenlik ve başöğretmenlik ile ilgili önerilerim de şunlardır:


Bu sınavların haricinde A, B, C grubuna dâhil olan her öğretmen isterse uzman öğretmenlik sınavına girebilir. Bu sınavda kota olmamalı. Takdir, teşekkür, maaşla ödüllendirilmeler, alınan belgeler, yüksek lisans ve doktora tezleri değerlendirmeye tabii tutulmamalı. İlgili olan herkes bilir ki takdir, teşekkür vb. hususlar eş, dost, hatır, gönül ve de idareye yakın olma meselesidir. Hak edenden çok göze girene verilir. Elbette ki bazen hak edenlere de verilir. İstisnalar her zaman tenzih edilir.


Uzman olmak isteyen öğretmenler bu sınava girer 100 üzerinden 80 ve yukarı puan alırlarsa uzmanlık rütbesi alırlar. Ayrıca uzmanlık içinde ilave makul bir ücret almalıdırlar. Bu sınavda 2–3 senede bir tekrarlanmalıdır.


Başöğretmenlik sınavına uzmanlık sınavını kazanmış bu görevde 2–3 yıl kalanlar girerler. 100 üzerinden 85 ve yukarı puan alanlar bu haktan yararlandırılırlar. Bunun da tatmin edici ilave bir ücreti olmalıdır.


İşte o zaman eğitim-öğretim şahlanır her şeye kalite ve rekabet gelir, her meslek ve her branş bundan nasibini alır. Öğrencilerimiz, öğretmenlerimiz ve ülkemiz her şeyin en iyisine lâyıktır.

Güvenilir Bir Organizasyon Nasıl Oluşturulur?

İş dünyasında başarı kazanmak için hem kurum içinde hem de partnerlerle güvene dayalı bir ilişki tesis etmek zorunludur.


Güven, çalışma hayatında eksikliğini duyduğumuz bir konu.Güvenin olmadığı bir ortamda işlerde yolunda gitmiyor. En basitinden, sizin güven duymadığınız kişi de size güven duymuyor. Böylelikle ilk sorunlar güvensizlikle başlıyor. Bu da iş yerinde verimsizliğe meydan veriyor. Bu açıdan güven sorunu, şirketler için hayatta kalabilmek açısından yaşamsal bir konu.


Douglas Smith, Harvard Business Update’de yayınlanan bir makalesinde güvenilen bir organizasyon oluşturmanın en temel kurallarından bahsediyor. Dougles Smith’e göre, güvenilir organizasyonlarda bulunması gereken beş temel özellik şöyle:


1. Net bir şekilde ifade edilmiş merkezi bir ideoloji.


Bütün başarılı organizasyonların böyle bir ideolojisi vardır. Diğer adıyla vizyon veya diğer bir ifadeyle gelecekte varılmak istenen nokta. Vizyonu tüm çalışanların benimsemesiyle birlikte. Aynı amaç etrafında toplanılacak ve aynı hedefe hareket edilecektir.


2. Etkili İletişim.


Güvenilir organizasyonların ayırt edici özelliklerinden biri de iç ve dış iletişim konusuna verdikleri büyük önemdir. Şirket içinde hem dikey hem de yatay açıdan bir şeffaflık söz konusudur. Bu şirketler ‘’açık- kitap yönetim’’gibi teknikleri kullanarak, çalışanlarını şirketin performansı ve bu performansa ulaşmak için kendilerinin oynadığı rol hakkında bilgilendirir. Çalışanlar bu sayede ‘’genel tablo’’ hakkında bilgi sahibi olur ve kendilerini organizasyonun başarısının ayrılmaz bir parçası olarak görmeye başlar.


İç müşterileri olan çalışanlarıyla bu güven ilişkisini tesis eden şirketler dış müşterileriyle de benzer bir ilişkiye girer. Müşterileriyle ilişkilerini bir anlık, noktasal bir temas olarak değil, sürekli gelişen bir iletişim olarak görürler. En iyi müşterilerinin hali hazırda sahip oldukları müşterileri olduğunu bilirler. Şirket tarafından değer verildiğini hisseden bir müşteri, bir daha ki sefere yine aynı şirketin müşterisi olacaktır. Kısaca, hem müşteriler hem de çalışanlar çalışma koşulları,ürün ve hizmet kalitesi, gibi konularda şirketin verdiği sözü tutup tutmadığına birinci derecede önem verirler.


3. Çalışanların işe gelmek isteyecekleri bir ortam


Serbest öğlen yemeği, karşılıksız çocuk bakım hizmeti, şirketin sağladığı olanaklarla yapılan tatil, kardan prim dağıtma gibi uygulamaların çalışanları memnun ettiğine kimsenin itirazı olamaz. Ama insanların çalıştıkları şirketi benimsemesinin en önemli nedeni, kendi katkılarının bir değer oluşturduğunu bilmeleri ve saygı görmeleridir. Bu şirketler sık sık çalışanlarının önerilerine başvuruda bulunur buradan çıkan sonuçları gündemlerine alırlar. Fortune dergisinin yıllık olarak yaptığı en iyi 100 Amerikan şirketi anketinde ilk sırayı alan Southwest Airlines’ın bir çalışanı durumu şöyle özetliyor: ‘’Size saygıyla davranıyor iyi ödeme yapıyor ve yetki veriyorlar. Sorunları çözmek için sizin düşüncelerinize başvuruyorlar. Sizi kendiniz olma konusunda cesaretlendiriyorlar. İşe gitmeyi seviyorum!’’


4. İçeride işbirliği, dışarıda rekabet


Çalışanlar arasında rekabeti destekleyerek, kimilerinin ‘’galip’’, kimilerinin ‘’kaybeden’’ olduğu uygulamalara başvurarak şirketler büyük zaman, enerji ve kaynak israf eder. Üstelik bu içe dönük rekabet ne çalışanlara ne de kuruma bir değer katmaz. Bir yarış içindeki koşuculardan hızlı olan diğerlerini geçerek ‘’kazanır’’. Bu kazançtan duyulan tatmin tümüyle bireyseldir. Diğer her şey yarıştan önceki haliyle kalır.


Şirket içinde yaratacağınız rekabetçi bir felsefe, insanları öncelikle kendi ilgilendikleri konulara bakmaya itecek, şirketi ikinci plana düşürecektir. Kısa dönemde bu rekabetin sonucu kişisel tanınmayı öne çıkaran grup sadakatini azaltan ve sonuçta fonksiyonlar, ülkeler ve diller arasındaki işbirliğini güçleştiren bir biçime bürünecektir.


Pek çok şirketinde kavradığı gibi rekabet bir amaç değil, araçtır. Diğer şirketlerle rekabeti öne çıkarırken, çalışanlar arasında ortak bir amaca ulaşmayı öne koyan işbirliğine yüklenmek, hem çalışanlar, hem şirket hem de iş için çok daha iyidir.


5. Paradan daha önemli şeylerde var


İleri teknoloji gerektiren sektörlerde 100 bin doların üzerine çıkan maaşların sözü bile edilmezken, paradan daha üstün şeyler çalışanları şirketlere bağlayabiliyor ve yüksek kalitede iş yapmalarını sağlıyor. Üretkenlik, keyif, eğlence ve gurur arasındaki ilişki parasal ödüllerden daha önemlidir. Bunların yanında insanlara saygılı olmak, atamaları ve yeni işe almaları dikkatli ve düşünceli bir biçimde yapmak, ürün ve hizmet kalitesi üretmek, iyi bir efor sarfetse de tatminsiz olduğunu gösteren kişilerle ilgilenmek, kötü zamanda acıyı paylaşmak, iyi zamanda kazancı paylaşmak önemlidir.


Son olarak şirketlerin performansı düşünüldüğünde, çalışanların tek başına iş yapma olgusu gerçekten ciddi sorunlara yer açabilir. Ancak bu sorunu, insanların katılmaktan gurur duyacakları bir ekip oluşturarak çözebilirsiniz.

Kur’an Referansınız İse

0

Kur’an-ı Kerim’de yer alan bazı ayetler AB ve ABD yetkililerini ve yerli taraftarlarını rahatsız etmektedir.


Hatırlanacağı üzere, AB ve ABD yetkilileri her cuma camilerde okunan Ali İmran Suresi’nin 19. Ayeti, “Allah Katında Yegâne Din İslam’dır” ayetinden duydukları rahatsızlığı bildirmişlerdi. Dönemin ABD Büyükelçisi ABD Savunma Bakan Yardımcısı Eric Edelman, Diyanet’den sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Aydın’a bir mektup yazmış, Hıristiyanlara tehdit olarak algılanan ayetin   hutbeden çıkarılmasını istemişti. AB Türkiye Delegasyonu Başkanı Hans Jörg Kretschmer ise bu konudaki rahatsızlığını bizzat iletmişti. Medyada yer alan haberlere göre, “AKP hükümeti de dayatmalara boyun eğerek hutbelerde bu ayete yasak getirmişti.”


Maide suresinin 51. ayeti de bazı çevreleri rahatsız etmiş, İstanbul’da bir caminin kapısında yazılı olan bu ayet Hürriyet Gazetesi’nde Ertuğrul Özkök’ün konuyu gündeme taşımasından sonra kaldırılmıştı.


Bu ayetin meali şöyle: “Ey inananlar! Yahudi ve Hıristiyanları veli (dost) edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse kuşkusuz o da onlardandır. Şüphesiz Allah zalimler topluluğunu doğruya iletmez.” (Maide suresi 51.ayet)


Bu ayette ve benzer anlama gelen ayetlerde zikredilen “veli” kavramının sözlüklerde çeşitli anlamları verilmekte.


VELİ: İsim olarak: Kayyım, idare eden, sadık dost, seven, tâbi; Fiil olarak: yardım etmek, yönetmek anlamlarına gelir. (Aynı kökten Vali; idare ve tasarruf sahibi.)
Kelimenin bu anlamlarını da dikkate alan Elmalılı Hamdi Yazır, ayeti şu şekilde tefsir ediyor: “Yahudi ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin. Onlara velî olmayınız değil, onları velî tutmayınız, itimat edip de yâr tanımayınız, yardaklık etmeyiniz. Velâyetlerine, hükümlerine, yardımlarına müracaat etmek, mühim işlerin başına getirmek şöyle dursun, onlara gerçek bir dost gibi tam bir samimiyetle itimat edip de kendinizi kaptırmayınız. Özetle onları dost olur sanıp da yakın dostlarınız gibi sıkı fıkı beraberliklere dalmayınız, tuzaklarına düşmeyiniz, isteklerine iştirak etmeyiniz.”


Bazı müfessirler, Kur’an-ı Kerim’de “veli” kavramının hem isim ve hem de fiil olarak kullanıldığını, bu sebeple ayetin mealinin “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları veli (sırdaş, dost ve idareci) edinmeyin…” şeklinde anlaşılması gerektiğini belirtmektedir.
Bu konuda başka bazı ayetlerin mealleri de şöyle:
“Bilmez misin ki göklerin ve yerin mülkü muhakkak Allah’ındır. Ve sizler için Allah Teâlâ’dan başka ne bir velî ve ne de bir yardımcı vardır.”(Bakara Suresi. 107.ayet.)
“Kim Allah’ı, O’nun Resulünü ve iman edenleri dost (veli) edinirse, hiç şüphe yok, galib gelecek olanlar Allah’ın taraftarlarıdır. Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alaya alıp oyuncak edinenleri ve öteki kâfirleri dost edinmeyin..” (Maide Suresi 55–56–57. ayetler)


“Sen dinlerine uymadıkça, ne Yahudiler ve ne de Hıristiyanlar asla senden razı olmazlar… Eğer onların arzu ve keyiflerine uyacak olursan, bilmiş ol ki, Allah’tan sana ne bir dost, ne bir yardımcı vardır.” (Bakara Suresi 120. ayet)


Bu ayetlerin hiçbirisinde Müslüman olmayanlara karşı düşmanlık edin, ticari, siyasi, kültürel ilişki kurmayın denilmiyor. “Onları dost ve yönetici edinmeyin” şeklinde bir talimat var.


Müslümanların, Yahudi ve Hıristiyanlara uymamasını ve yönetici edinmemesini emreden ayetler neden gözden kaçırılmaya çalışılıyor?


Bu konuda Türkiye’nin özellikle AB tutkusunun irdelenmesi gerektiğine işaret eden Prof.  Yaşar Nuri Öztürk’ün ifadeleri dikkat çekicidir:

AB ve ABD gibi zulüm, riya, sömürü toplumlarının, onların içine girip üyesi olmak (Kur’an’ın deyimiyle, içlerine dalmak) suretiyle iş ve emanetlerin başına getirmek Müslüman kitlelerin egemenliğini onların eline vermek, Kur’an-ı Kerim’in değişik bağlamlarda dikkat çektiği büyük felaketlerdendir.”


Hayatlarında “Kur’anı referans aldığına” inanan herkesin,



  1. Türkiye’nin AB üyeliğine, (ilaveten Gümrük Birliği’ne ve egemenliğimizin devredildiği/devredileceği diğer alanlara) bakış açısını;
  2. Türkiye’nin AB, ABD ve onun etkin olduğu IMF vb kuruluşlarla olan ilişkilerini (onların istekleri doğrultusunda çıkarılan kanunlar ve alınan idari tasarrufları);
  3. AKP’nin kapatılma davasına dış destek arayışlarını (AB yetkililerinin yasama ve yürütmeden sonra yargı kurumlarına da müdahalesini);
  4. “Dinlerarası diyalog”, “İbrahimî dinler” kavramları çerçevesinde yapılan faaliyetleri..

Bu ayetlerin ışığında yeniden değerlendirmeleri gerektiği kanaatindeyim.

41 Katlı Otel

Şehrin doğu kesimi olan eski Perşembe pazarı alanı bitişiğinde bulunan yine eski Karayolları arazisine yapılacak çok katlı otel inşaatı dolayısı ile kamu oyunda koro halinde tepkiler başladı. Tıpkı bir zamanlar “köprüyü sattırmayız” dendiği gibi. Kimse burada yapılacak çok katlı yapının teknik olarak nasıl yapılacağını araştırmıyor. Yerin altına inildikçe karşılaşılacak sorunların nasıl aşılacağını sorgulamak yerine sadece hep bir ağızdan belli çevreler şehre yoğunluk katacağından bahsediyor. Tıpkı bir zamanlar “boğaza köprü yerine yapılacağına zap suyuna köprü yapılsın” dendiği gibi.


Real alışveriş merkezi yapılırken şehre yoğunluk katmıyor mu idi? Carefour alışveriş merkezi yapılırken şehre yoğunluk katmıyor mu idi? Outlet Center yapılırken neredeydiniz? İnterteks çalışsaydı şehre yoğunluk katmayacak mı idi? Grant Yükseliş 0tel’in yeri yapı yapmaya çok mu uygundu? Aynı beyler buralar yapılırken neden suspus oldular?


Ben bahse konu bu yapıların yapılmış olmasına karşı değilim. Bunlar şehrin zenginlikleridir.


Kocaeli yıllarca İstanbul’un baskısı altında gelişememiştir. Aynı zamanda o yıllarda şehrin üzerinde söz sahibi olan bazı hakim kişilerin tutucu tavrı şehri kısır bırakmıştır.


Sayın Sefa Sirmen, Başkanlığı döneminde bir atılım gerçekleştirmiştir. Şehrin önünü açmıştır.


Şehre bir zenginlik kazandırmıştır. Bunu kimse inkar edemez.


Tabii ki her yeni Başkan kendi döneminde kendince hizmet etmenin yolunu ve metodunu kendisi tespit eder. Bu dönemde de Sayın İbrahim Karaosmanoğlu şehre hizmet etmeye çalışmaktadır. Sadece siyasi mülahazalarla eleştiri yapmak doğru değildir.


Şehrin bu bölgesi modern gelişime müsaittir. Şehrin içinin yoğunluğunun doğuya kaydırılmasını daha önceleri söylemiyor mu idik. Bu yönetim döneminde yapıldığı için mi kötü oldu? Önceleri çiçekler eleştirildi. “Paralar yeşillikçilere akıtıldı” dendi. Şehir güzelleşince kötümü oldu. Aynı çevreler “şehirde İbrahim Karaosmanoğlu’nun bir eseri yok” diyorlardı. Eser yapılmaya çalışılınca da ver yansın eleştiriliyor. Bu nasıl mantık?


Bu bölgede geniş bir meydan, geniş bir yer altı otopark alanı, şehrin yoğunluğunu doğuya çekecek bir iş merkezi doğru bir yatırımdır.


Burada önemli olan, yapılacak çok katlı yapının yapılacağı zemin dolayısı ile çok derine inilmesi gerektiğinden hafriyat esnasında ortaya çıkacak zorluklardır.


Bu bölgede zemin alüvyon dolgudur. Yer altı su seviyesi D100 Karayolunun doldurularak yükseltilmesi dolayısı ile eski ye göre bir miktar daha yükselmiştir. Satıh sularının deniz deşarjı yolları bu dolgular esnasında kısıtlanmıştır. Yapıların yer altındaki kısımlarını inşa ederken yer altı suyunu kontrol altında tutmak son derece zorlaşacaktır. Yaklaşık 30 metre derinde metrekarede ancak bir ton  yük taşıyabilecek bir zemin vardır. Yüksek yapının bu bölgede sağlıklı olabilmesi için Alüvyon zeminin çıkarılması gerekir. Otuz metre derindeki zemininin içine çakılacak kazıklar ancak o zaman etkili olabilir. Fuar alanında yapılan yapıların altına çakılan kazıkların yapımı esnasında yaşanan komik görüntüleri gördükçe burada da bu görüntülerin yaşanmamasını dilerim.


Bence söylenmesi gerekenler, tartışılması gerekenler bunlardır. Buradaki şehrin pis su tahliye kanallarının nasıl aktarılacağı konuşulmalıdır. Bu vesile ile artacak alt yapı ihtiyacının yeniden gözden geçirilmesi gereği konuşulmalıdır.


Çok eski bir proje olan alt yapı projesinin tasarımının ardından  uzun yıllar geçtikten sonra yapımı ve çalışmasının gerçekleştirilebilmesi dolayısı ile, bu projenin yeterliliğinin yeniden sorgulanması gerektiği konuşulmalıdır.


İçinde teknik adamlarında bulunduğu örgütlerin sadece “İstemezük” tarzında eleştirileri samimi olmamaktadır.
Bu arada şunu da eklemek istiyorum. Bu bölgede imar durumu genelde üç kat. Bazı parsellerde dört kat. Belediye İhale edince kırk kat ta, vatandaşa niye dört kat? Yoksa vatandaşın bulacağı mimar ve mühendisler beceriksiz mi?


Bence bu kat sınırlaması yeniden gözden geçirilmelidir.


Yönetmelikler yenilenmiştir. Bilgisayar teknolojisi ve hesap metodları gelişmiştir. Yapı Denetim müesseseleri vardır. İnşaat yöntemleri kaliteli ve çok katlı inşaat yapmaya elverişlidir.. Artık kaliteli inşaatları vatandaşta yaptırabilmektedir.


Vatandaşın da belki kırk katlı değil ama üç kattan çok fazlasına hakkı vardır.


Bu vesile ile kat sınırlamasının Kocaeli genelinde yeniden ele alınmasında fayda vardır diyorum. Önemli olan alt yapıdır. Alt yapı yeterli ise üst yapı Mühendislik işidir.


Şehir planlamacılarına düşen Şehrin silueti ile alt ve üst yapılarının yeterliliğidir.


Zemin mühendislerine düşende Zeminin sıhhatli okunabilmesidir.


Kat yüksekliğine karar vermek değil.


Bırakalım kaç kat yapabileceklerine İnşaat Mühendisleri karar versin.