5.7 C
Kocaeli
Çarşamba, Mayıs 14, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1304

Ümit Üzerine

0

– Üstadım, “Ümit, fakirin ekmeğidir.” diye bir söz okudum geçen gün.
Cümledeki ahenk ve özlülük dikkatimi çekti. Söyleyen, soyut kavramı bir
varlığa benzeterek “somutlanma” yapmış. İnsanlar isterlerse bazı
durumları etkileyici yolla daha anlaşılır hale getirebiliyorlar.

– Kertenkele, sen akıllı şeyler söylemeye başladın. Anlamı az
bilinen terimler kullanıyorsun. Ben sana, hiçbir zaman
büyüyemeyeceksin, sürünmeye mahkûmsun diye “kertenkele” diyordum; ama
sanırım, beni ilk ve son yanıltan sen olacaksın.

– Üstadım, ben kimin yanında yetişiyorum?

– Sana bir somutlanma örneği de ben vereyim, konuyu değiştirmeden.
Cenap Şahabettin: “En geveze kuş, ümittir; içimizde hiç susmaz.” der.

– Üstadım, ben sizin yanınızda sürüngen olmaya mahkûmum; sizin
söyleyişiniz daha edebi oldu. Farkında mısınız, benzetmelerimiz “ümit”
üzerine yapıldı. Beni aşar, bu “ümit” denen şey nedir, fakirin ekmeği
nasıl olur, ümidin geveze kuş olması ne demektir? Burada, benim
anlamadığım yönler olmalı, diye düşünüyorum.

– “Ümit”, Farsça bir sözcük. Türkçede biz buna “ummak” diyoruz. “Bir
şeyin olmasını beklemek, onun gerçekleşeceğine inanmak” diyebiliriz.
İnsanda arzular sınırsız, bitimsiz olduğu için ümit de bitmez. Ümidi,
arzular besler. Arzu, yanımızdaki; ümit, uzaktaki kuştur. O, daima
pırpır eder, arzu isimli yuvadaki kuşu besler.

– Üstadım, derin konuştunuz; ben yine zorlandım.

– Bazı şeyleri anlamak için yaşamak, gerek. Yaşın kaç ki, söylenen
her sözü hemen anlamak gibi bir gaflet içindesin. Atalarımız, senin
beğendiğin o sözü söyleyebilmek için kim bilir kaç yılını verdiler bu
fani dünyaya?

– Üstadım, siz bir keresinde: “Çocuklarınıza susmasını öğretin,
onlar konuşmayı nasıl olsa öğrenirler.” demiştiniz. Ben şimdi
susuyorum; yalnız sizi dinliyorum.

– Ümit, korkuyla değer kazanır. Kişi, korku ile ümit arasında
olmalıdır. Fakirler, kazanmak ümidiyle, zenginler kaybetmek korkusuyla
yaşarlarmış. Burada “fakir” ve “zengin” sözcüklerini hem gerçek hem
mecaz anlamıyla düşünebilirsin. Ümit, bizi yaşama ve geleceğe sıkı
sıkıya bağlarken; korku, geleceğin ve yaşamın sonlu olması gerektiğini
kabul ettirir. Ümit, imanımızın gereği ve sonucudur. Mehmet Akif’e göre
“geleceği karanlık görerek azmi elden bırakmak”, “alçakça bir ölüm”den
başka bir şey değildir. Aristoteles’e göre ümit, “uyanık adamın
rüyası”dır. Ancak uyanık ve diri olanlar içlerindeki ümit kuşunu
besleyebilirler. Yaşayan ölüler, ümit kuşuna yuva olamazlar. “Bir yerde
yaşam varsa, orada umut da vardır.” diyen Cicero da aynı görüştedir.
Ümit, sabır ve inatçılığın izdivacı ile yaşar. Emil Zola, “Ümidin
gidince, yaşamak zevkinin de gideceği” görüşündedir. Ömür kısa, hayat
dardır. Onu uzun ve geniş kılan, ümittir. Öyleyse kendimizi niçin kısa
ve dar sözcüklerine hapsedelim. Hayat, yalnız yaşadıklarımız değil,
yaşamadıklarımızdır aynı zamanda. Yaşayamadıklarımızı hayal ve
ümitlerimizle egemenliğimiz altına alır, onların nesnesi değil, öznesi
oluruz. Hayal ve ümitte sınır yoktur; ancak “denize kapak, göğe direk
olmayacağı”nı da bilmek zorundayız. Mevlana: “Ümitsizlik köyüne gitme;
ümitler var / Karanlığa doğru yürüme, güneşler var.” dizelerinde
görüldüğü gibi ümidi güneşe benzetir. Ümit, hayatın da dinamizmidir
aynı zamanda. “Umut yoksa, girişim de yoktur.” diyen Samuel Johnson,
ümide farklı açıdan yaklaşır. En kötü olan da, S. J. Lee’ye göre
“Ümitten ümit kesmek”tir.

– Üstadım, çok güzel konuşuyorsunuz. Niçin herkes sizin gibi konuşamıyor.

– Konuşmanın lezzetini içtenlik verir. Konuştuğunuz konuda içten değilseniz, inandırıcı olamazsınız. Oscar Wilde:

– “Hepimiz aynı bataklıkta yaşıyoruz; ama bazılarımız yıldızlara
bakıyor.” derken bunu vurguluyor. Ancak yıldızlara bakanlar ümidi size
inandırıcı anlatabilirler. Sözgelimi: “Hiçbir şey ümit etmeyen adama ne
mutlu; çünkü hiç hayal kırıklığına uğramaz.” diyen Alexander Pope, ümit
konusunda konuşsa, sizi etkileyebilir mi, size karşı inandırıcı
olabilir mi? Ümit, tabi ki hayal kırıklığını bağrında yaşatacaktır.
Siz, dikeninden yakınan bir gül gördünüz mü? Görseniz onun yakınmasına
hak verir misiniz?

– Üstadım, hakikaten muhteşemsiniz! Bir konu ancak bu kadar güzel
işlenebilir, dinleyene bu kadar sevdirilebilir. Ben şimdi tam bir ümit
bombası oldum. Keşke ismim “Ümit” olsaydı; ismimle müsemma yaşasaydım.

– Tamam kertenkele, sözlerinde samimi olduğun sürece sen “Ümit”sin!

– Üstadım, son dakikada yine bir göndermede bulundunuz…

Ya Sabır Bunlar da Geçer

2007 yılının Temmuz ve Ağustos aylarında yaşananları inanıyorum ki
tarih ayrı bir başlıkta değerlendirecektir.Birilerine göre 40 yıllık
kazanımlar suya düşmüştür. Birilerine göre ülkemize ileride biçilen
gömlek yırtılmıştır.

Demokrasinin sonucu olarak, siyasetten gelen deneyimli bir dış
işleri bakanı muhalefetin bütün tehditlerine rağmen şimdi Cumhurbaşkanı
olmuştur. Bazıları benim cumhurbaşkanım değil diyor. Bazıları içine
sindiremiyor. Bazıları ideolojisi benim ideolojimle bağdaşmıyor, bu
bakımdan kendisine güvenmiyorum diyor. Sayın Gül ün yıllarca evvel
söyledikleri deşiliyor. Değişti, değişmedi diye enine boyuna aylarca
envai çeşit yorumlar yapılıyor. Merak ediyorum acaba neyi değişecekti.
Namazımı bırakacaktı. İçkimi içecekti. Eşine bikinimi giydirecekti.
Bıyıklarını kesip saçlarını arkada kuyruk mu yapacaktı. Neyini
değiştirecekti. Sanıyor musunuz ki kendisini bir zamanlar devrimci
olarak tanımlayıpta şimdi Atatürkçü geçinenler değişti. Asıl takiyyeyi
onlar yapıyorlar. Bir söz vardır. “Kırk yıllık yani olmaz kani”.

Ortada değişme diye bir şey yoktur. Sadece duruş vardır. Bence Sayın
Cumhurbaşkanının değişmeye ihtiyacı yoktur. Bu kişi bu ülkede
başbakanlık, dış işleri bakanlığı, Başbakan yardımcılığı yapmadı mı?
Beş yıl hükümette icraatın içinde olmadı mı?

Şimdide tamamen demokratik yoldan Cumhurbaşkanı seçildi. Bu
seçim,herkesin sıkı sıkıya sarıldığı demokrasinin sonucu olmadı mı?
Yoksa demokrasi her zaman solun istediği neticelerimi vermeli idi?
Daima bir solcumu zirvelerde olmalı idi? Bu muydu cumhuriyetin
kazanımları. Manevi boyutu olanlar bu ülkenin ikinci sınıf
insanlarımıydı? Onlar hep idare edilen mi olmalıydılar? Böyle
olmadığını bu ülkenin asıl sahibi olan halk gayet açık bir şekilde
söylemedi mi?
Mesaj gayet açık değil mi?. İdare edenin olmazsa olmazı bu ülkenin
vatandaşı olmasıdır. Bu ülkenin bütünlüğüne ihanet etmemiş olmasıdır.
Liyakatli ve deneyimli olmasıdır. Makamı temsil edecek tahsil ve
donanıma sahip olmasıdır.
Bunların hepsi Sayın Abdullah Gül de var mı?

Cevap: Evet var.

Öyleyse bütün aleyhte ve haddi aşan eleştirilere ya sabır.

Tüm çirkin davranışlara ya sabır.Yazılan tüm abuk sabuk yazılara ya sabır.

Yapılan ihtilal çağrışımlarına, hatta bu halden medet ummalara ya sabır.

Tabiî ki kolay değil.40 yıl mücadele vereceksiniz.Bazı makamları
kale haline getireceksiniz. Aslında hiç sevmediğiniz ve mezarını
sürekli istismar vasıtası haline getirdiğiniz insanı tüm
tehditlerinizde kullandığınız halde bu sefer muvaffak olamamış
olacaksınız. Sizin yerinizde kim olsa sinirlenir.

Anayasal güçleri de kullanamadınız. Özlediğiniz 12 Eylüllerde
olmadı. Yurt dışından da kimse müdahale etmedi. Hıncınızı da
alamadınız. Yenilginin bu tür hezimete dönüşmesi de insanı tabi ki
çileden çıkarır. Bunların hepsi doğaldır. Diğer tarafta bizi millet
yapan sessiz çoğunluk aynı vakur tavrı ile zamanını beklemiş, üstüne
düşen görevi zamanı geldiğinde tam olarak yerine getirmiştir. Hiç bir
boşluk bırakmamıştır.

Yasalarda yorumlanacak hiçbir aralıkta kalmamıştır.

Şimdi hazım zamanı. İşinize gelse de gelmese de içinize sindirme zamanı.

Benim içinse yorum farklı. Ben Sayın Cumhurbaşkanından farklı şeyler
beklemiyorum. Hükümetten de farklı şeyler beklemiyorum. Korkanların
korkularını da beklemiyorum. Bana göre şimdi işleri daha zor.
Sorumlulukları daha da artmıştır. Sığınacakları hiçbir bahane yoktur.
Karşılarında pireyi deve yapacak bir sürü muhalif vardır. Yazarından,
çizerinden, politikacısından, memurundan, işçisinden, bürokratına kadar
bir çok insan onları takiptedir. Solculara kalırsa işler böyle
tıkırında yürümez. Buna dayanılmaz. Bu durum kabul edilemez. Onlar
rövanşı almaya kaldıkları yerden devam edeceklerdir.

İktidara düşen görev ise özenle çalışmaktır. Utanmayacaklarını bile
bile onları utandırmaya çalışmaktır.Yolsuzluklarla daha fazla mücadele
etmektir. Belediyeleri daha dikkatle denetlemektir. Tarafsızlıktan
uzaklaşmamaktır. Hak sahiplerine eşit davranmaktır. Siyasetten zengin
olmayı prensip edinmemektir .Siyasete girince kısa zamanda
zenginleşenin dokunulmazlığını kaldırmaktan, onların yasa önünde
kendilerini aklamasından çekinmemektir. Dış düşmanlara karşı dik ve
onurlu duruş sergilemektir. Adam gibi ülkeyi yönetmektir.

Şimdi söylenecek en iyi söz ise şudur;

Bu güne kadar neler geçmedi ki, bunlarda geçer.

Büyük Türkiye İçin Büyük Uzlaşma

0

Toplumları yücelten en büyük manevi güç, birbirin anlama ve uzlaşmadır.

Böyle olmasına rağmen, maalesef bu coğrafyada Tanzimat’tan beri
birbirimizi anlayamadığımızdan dolayı birçok problemle karşılaştık. İki
asırdır didişmekten, bir diğerimizi düşman kamplarına ayırmaktan öte
gidemedik.

Ülkemiz yıllardır bu ayrılıktan dolayı zaman kaybetti. Bu ayrılıklar
kimi zaman Laik-Anti laik oldu, zaman geldi Alevi-Sünni, Sağcı-Solcu
oldu. Bu tezahürler ülkenin gündeminden hiç düşmedi.

Günümüze geldiğimizde, yeniden siyasi üslubun sertleştiği, diyalog
ve uzlaşmanın neredeyse unutulduğu bir çatışma dönemine girdik.
Beklentiler, hesaplaşmalar, hazımsızlıklar, kündeye getirme hırsları
dört bir yanımızı sardı.

Aslında geçmişte millet olarak uzlaşmayı en iyi uygulayan
toplumlardan birisi olduk. Türk tarihi savaşlar, acılar içinde yükselen
uzlaşmaların da tarihidir.

Bu millet önce kendi içinde farklılıklarla uzlaşmış, böylece gücüne
güç katmıştır. Artan bu gücünü, yenidünyalara açılmak için kullanmış,
Asya’nın ortasından başlayıp, Adriyatik Denizine kadar topraklarını
genişletmiştir.

Türk Toplumu, savaşarak ele geçirdiği bu bölgeleri hiçbir zaman
sömürge gibi görmemiş… Buradaki toplumlarla uzlaşan milletimiz yeni bir
medeniyet inşası gerçekleştirerek engin ufuklara yelken açmıştır. Bu
sayede dünya lideri bir devlet meydana getirmiştir.

Uzlaşmayı bir yaşam tarzı haline getirdiği içindir ki, Müslüman-Türk
Millet asırlarca değişik din ve dillere sahip toplumlarla huzur içinde
yaşamıştır.

Gelin görün ki; son yüzyılımızda atalarımızdan bize kalan bu diyalog ve uzlaşma mirasını kaybettik.

Bilhassa devlet mekanizmasındaki elit ruh halkı küçümseyerek onların
arasındaki birlik ruhunu zedelemiştir. “Benim düşünüş ve yaşayış tarzım
doğru; senin ki çağ dışı ve yasak” diyerek toplumda ayrılık tohumları
ektiler. Laik ve irtica paranoyası gündemden hiç düşmedi.

Bir kısım yazarçizer tayfası da kendi gibi düşünmeyen milleti
“göbeğini kaşıyan pis halk” diye isimlendirerek, kendilerini dereke
durumuna düşürdüler.

Bu çekişme ve didişme ortamında ülkemiz maalesef çok güç kaybetti.
İşsizlik, terör, toplumsal sorunlar çığ gibi büyümüş, ülkemiz dünya
klasmanında çok aşağılara gerilemiştir.

Evet; artık uzlaşma eksikliğinden kaynaklanan problemleri, tarihin
karanlık sayfalarına gömmenin zamanı gelmiştir. “Dün, dünde kaldı
cancağızım; bugün yeni bir şeyler söylemek lazım” diyerek, o marazi ruh
halinden kurtulmalıyız.

Farklı hayat tarzlarımızı ve düşüncelerimizi hemen “rejim sorunu” haline getirmekten kaçınmalıyız.

Yeni dönemde vicdanlı aydınlarımıza çok görevler düşmektedir. Akl-ı
selim içerisinde oturup konuşarak asgari müştereklerde birleşmenin
yolunu bulmalıdırlar. Özgürce tartışılmalı, tartışma ise “öteki”ni
kabullenme, onun konumuna saygılı olabilmekle mümkündür. Bir gemide
yolculuk ettiğimizi bilmek ile alakalıdır.

Değerli Dostlar “Büyük Türkiye İdeali” ancak birlik şuurunu
hücrelerinde hisseden toplumlarla gerçekleşebilir. O yüzden
devlet-millet kaynaşmasını sağlayarak, “hep beraber el ele yeniden
Büyük Türkiye’ye” demeliyiz. Tarihte dün bunu başardık, neden bugün
olmasın?

NOT: Bu vesileyle Cumhur’un Başkanı olan Abdullah Gül Bey’e yeni
görevinde başarılar diliyorum. Bu yeni dönemde kalıcı hizmetler
vermesini Yüce Allah’tan temenni ediyorum…

Sayılı Nefes

ABD’de sağlık kontrolünden geçen bir işadamı dostuma, Amerikalı Doktor bu sene tatil yapıp yapmadığını sormuş.

Hastasından işlerinin yoğunluğu nedeniyle tatil yapamadığı cevabını alınca Doktor şöyle söylemiş:

“Kemal Bey şu anda 50 yaşındasınız. Normal şartlarda sağlıklı ve zevk alarak tatil yapabileceğiniz yaş sınırı 65 tir. Bu durumda her şey normal giderse senede bir tatil yapabildiğinizi kabul edersek 15 adet tatil
yapma şansınız kaldı. Unutmayın ki hangi gerekçeyle olursa olsun
yapmadığınız her tatil, bu 15 adetlik hakkınızın birinden vazgeçtiğiniz
anlamına gelmektedir. Tatil hakkınızdan fedakârlık etmeyin, hepsini
kullanmaya bakın.”

Bizim kültürümüzde bu gerçeği daha da kuvvetle vurgulayan bir kavram var: “sayılı nefes.” Gerçekten alıp vereceğimiz nefesimiz bile sayılı.

Dahası bir ömür içerisinde kaç defa karnımızı doyurabildiğimiz, kaç
defa uyuyabildiğimiz, kaç defa cinsel doyuma ulaşabilme şansımızın
olduğu gibi, hayatımızda çok önem verdiğimiz her türlü eylemi sınırlı
sayıda yapabilme imkânımızın olduğunu fark etmek durumundayız.

Bu gerçeğin farkına vardıktan sonra iki türlü tercih yapabiliriz: Birincisi mademki ömür sınırlı ve hayatta yapabileceğim şeyler sayılı, o halde “yiyelim, içelim, eğlenelim, kâm alalım dünyadan” anlayışı ile günü yaşamak ve dünya nimetlerinden azami miktarda faydalanmak.

Bir şarkıcı için 2000 şişe şampanya açtıran görmemiş zenginler, bu
güne kadar 500 kadınla beraber olduğunu gururla açıklayan sözde
sanatçılar böyle bir dünya görüşünün ortaya çıkardığı vakalardır. Yaşı
60 civarına gelince, çeyrek asırlık evliliklerini bozarak genç
metresler edinen zenginlerin bu davranışını tarif eden, “azgın teke sendromu” da aynı anlayışın ortaya çıkardığı hastalıklardandır.

Bu davranışın arka planında yatan, “sayılı nefesler” tükenince başlayacak ikinci bir hayatın olmadığına, ölümün bir yok oluşu ifade ettiğine inanmak olsa gerektir.

Böyleyse, ahirete inancının olmadığını söyleyen ateistlerin içinde
toplum ahlakına ve insan vicdanına uygun, doğru ve güzel davranışlar
gösterenleri nasıl izah edeceğiz? Zannederim akıl yoluyla varamadıkları
ahiret inancına, vicdan dediğimiz ve mahiyetini açıklayamadığımız duygu ile ulaştıkları, ama bunu farklı kavramlarla ifade ettiklerini söyleyebiliriz.

Sayılı nefes” gerçeğinin farkına varanların yapabilecekleri ikinci tercihi ise: Din, vicdan ve/veya hukuk kurallarının çizdiği sınırlar içinde evrensel olarak kabul gören, doğru ve güzel davranışlarla dolu bir ömür sürmek. Geride toplum içinde “hayırla yâd edilen” bir isim bırakmak. Buna ilaveten şuurlu bir ahiret inancına sahipse, “ölümden sonra başlayacak sonsuz hayatın” nimetlerine kavuşmak için “din gününün sahibi yüce yaratıcının” hoşnutluğunu kazanmaya çalışmak.

İnsanlar sadece yoksulluk, yalnızlık, hastalık gibi sıkıntı verici
durumlarla değil, makam-mevki, şöhret, zenginlik ve güzellik verilmek
suretiyle de imtihan edilirler. Bu tarz bir imtihandan başarıyla
çıkanların oranı belki de birinci gruptakilerden daha düşüktür.

Zaman zaman ahirete inandığını düşündüğümüz, ancak bu inancı kuvvetli bir iman derecesinde olmayan, makam
ve şöhret sahibi kişilerin şahsi menfaatlerini, vatan ve millet
menfaatine tercih ettiklerine ve hatta millete ihanet ettiklerine şahit
oluyoruz
. Bazılarının namaz, oruç gibi ibadetlerini yerine
getirdiği halde, hırsızlık, yolsuzluk, devlet malını haksız yere ele
geçirme gibi ağır suç ve günahlara bulaştığını görebiliyoruz.

Bu durumda olanların dışa vuran dindar kimliği sebebiyle, bizzat dine ve dindarlara olan güven duygusunu yıktıkları için, aynı suçu işleyen inançsız kişilere nazaran daha fazla günahkâr oldukları kanaatindeyim.

Milletin emanetini “sayılı günler süresince” tevdi ettiği siyasilerin ve bütün kamu görevlilerinin, muhatap oldukları çetin imtihanda başarılı olmasını diliyorum.

Kapitalizmin Dayattığı Kavram: “Ilımlı İslam”

0

Tarih süreci içerisinde din ile siyasetin ilişkisi farklı boyutlarda
da olsa daima mevcut olmuştur. Bu ilişki siyasi otoritenin dini otorite
tarafından meşruiyet kazanmasının sağlanması, dini otoritelerin
siyaseti yönlendirmesi veya her ikisinin de alanlarını ayırması gibi
farklı boyutlarda ortaya çıkabilmiştir.

Günümüz itibariyle bakıldığında genel anlamda pek çok devlet
tarafından bu ilişkide alanların ayrılması esas alınsa da, bu ayrımın
mahiyetini doğru anlamak gerekir. Zira din insanların dolayısıyla
toplumun hayatında hep var olmuş ve ister inanma ister inkar noktasında
olsun var olmaya da devam edecek olan sosyal bir olgudur.

Sosyal bir olgu olduğu için dinin hayattaki rolünü küçümsemeden
dikkate almak gerekir ki toplum mühendisliği kapsamında projeler söz
konusu olduğunda uygulanmaya çalışılan projelere karşı doğru
stratejiler geliştirebilelim.

Konuya dair maksadımızı açmak için örneklendirelim:

Hıristiyan Avrupa’ya bakıldığında, çok genel bir ifadeyle
kapitalizmin Protestanlığı doğurduğu söylenebilir. Yani diğer bir
ifadeyle kapitalizmin Hıristiyanlıktan aldığı cevap Protestanlığın
doğuşu olmuştur. Dolayısıyla sosyal bir olgu olarak ekonomi ve siyasi
yapılanma yine sosyal bir olgu olan dine tesir ederek dinde “reform”a
yol açabilmiştir.

Kapitalist sistemin gereklerinin yerine getirilmesine (ulus devlet
sisteminin yanı sıra) Hıristiyanlıkta Katolik mezhebinin ve
İslamiyet’in mahiyetlerinin mani olduğu ve “ılımlı İslam” gibi sonradan
“türetilen” kavramların arka planının burada aranması gerektiğine dair
yorumlar da dikkate alındığında Türkiye’nin gündemini daha farklı bir
açıdan okumak mümkün gözüküyor.

Öyle ki, bugün gerek Türkiye’de gerekse dünyada ciddi olayların
cereyan ettiği bir dönemde bulunmamıza rağmen, muhafazakar olarak tabir
edilen bazı basın – yayın organlarında, “İslamcı” olarak nitelendirilen
bazı yazarların gündemini “muhafazakar kadınların ahlaki yapılarını”,
İslam dini açısından kesinlikle uygun görülemeyecek bir mecrada
tartışmaya açmak oluşturmaktadır.

Dini nereden öğrendikleri ve neye göre yorumladıkları belli olmayan
böylesi yazarların ahlak gibi ciddi bir konuyu kadınlar üzerinden hem
de mahremiyet içeren bir hususu esas alarak tartışmaya çalışmaları,
ılımlı İslam kavramı ile yapılmak istenenler içinde, kamu önünde
tartışılamayacak konuları dahi normale indirgemenin bulunduğunu akla
getiriyor. Böylece tartışılacak daha önemli konuların gündemden uzak
tutulması söz konusu olduğu için bu durumun kime yarayacağı da ayrı bir
tartışma konusudur.

Dolayısıyla, İslam dini gibi hayatın her yönünü ciddiye alan ve her
yönüne dair prensipler koyan bir dinin yaklaşımını esas alarak
bakıldığında hoş görülemeyecek siyasi ve sosyal gelişmeler, “ılımlı
İslam” gibi sonradan türetilmeye çalışılan yanlış bir yaklaşım
vasıtasıyla kamunun gündeminden düşürülmektedir. Yani siyasi yapı
sosyal bir olgu olan dini alanın gündemini kendi açısından belirleyip
kullanabilmektedir.

Peki, bunun ekonomik sistemle ne ilgisi var?

Pazarlamada meşhur bir söz vardır: “Reklamın iyisi, kötüsü olmaz.”
Bu tartışmalar esnasında “bir ürünün” de polemik unsuru olarak ortaya
çıkarılması, bahsedilen sözün haklılığını ortaya koymaktadır. Zira
olumlu ya da olumsuz bakılsın, bir ürünün, hatta aynı zamanda o ürünün
alternatifi olan diğer ürünlerin, reklamına da katkıda bulunulmaktadır.
Özellikle tartışmanın ilk sahipleri tarafından. Dolayısıyla ekonomik
sistem de bir ürünün kullanımını temin açısından dini hassasiyetleri
vasıta olarak kullanabilmektedir.

Kısacası, görüşlerimiz ne olursa olsun, din olgusunu ve hayata
etkisini göz ardı etmek, din üzerinden topluma aşılanmak istenenleri
idrak etmekte sıkıntı yaşamamıza sebep olacaktır. Bu sebeple dinin
kaynağından ve doğru biçimde öğrenilmesi, bu alan üzerinden yapılacak
polemiklere alet olmamayı, ayağımızın sağlam basmasını ve “kırmızı
çizgilerimiz” hususunda dik durabilmemizi sağlayacaktır. Aksi halde
alet olacağımız projelerden yakınmaya hakkımız kalmayacaktır…

Köşe Yazarlığı ve Gazetecilik

Gerek gazetecilik yapanların, gerekse köşe yazarlığı yapanların
çoğunun bu konuda herhangi bir eğitimi yoktur. Benim şahsen gazetecilik
gibi bir eğitimim yok. Ben inşaat mühendisiyim. Teklif üzerine bu
köşede yazı yazıyorum.

Durum böyle olduğuna göre ve herkes bu işi yapabildiğine göre konu kamu adına ciddi bir boyut kazanmaktadır.

Bizler bu sütunlarda fikirlerimizi okurlarımızla paylaşıyoruz. Bir anlamda onları etkiliyoruz.

Gazete halka doğru bilgi aktarma vasıtasıdır. Gazetecilik, halk
adına araştırarak özeldeki ve geneldeki olayları doğru bir şekilde
halka aktarma biçimidir. Köşe yazarlığı ise ön yargılı olmadan konuları
yorumlayarak halkın bilincine katkıda bulunma mesleğidir.

Gerek gazete, gerek gazetecilik, gerekse köşe yazarlığı söz konusu
olduğunda gerçeklere bakarak istisnalar hariç olmak üzere durumun böyle
olmadığı açıkça görülmektedir.

Bir konu hakkında araştırma yapılmadan yazılan yazılar ve yapılan
haberler bazen bir şahsın, bazen de bir ailenin ciddi zarar görmesine
sebep olmaktadır. Genelde gelen tepki üzerine yazılan düzeltme yazıları
da birkaç gün sonra yayımlandığından maksat hasıl olmamakta, okur
olayın ilk şekli ile bağlantı kuramamaktadır. Her ne kadar
gazetecilikte “haber köpeğin adamı ısırması değil, adamın köpeği
ısırmasıdır.”denirse de haberi bu şekle sokmak ta doğru bilgi almaktan
geçer.

Haber adına insanları karalamak, kaynağı belli olmayan ve yanlış
olan bir haberi kullanarak, o haber üzerinden yorumlarda bulunmak
dürüst gazetecilikle bağdaşmaz. Çünkü haberin bu şeklinden insanlar
zarar görmektedir. Bunu yapmaya da hiç kimsenin hakkı yoktur.
Bilhassa şahısları ve kurumları ilgilendiren konularda köşe yazarları
daha dikkatli olmalı, iğneyi önce kendilerine batırmalıdır. Hizmet
mesleği olan gazetecilik, hırsı vicdanının önüne geçen insanların
elinde zenginlik mesleği haline gelmektedir. Hammaddesi olan kâğıt ve
mürekkep ile işçiliğin pahalı olduğu bir ülkede, tirajınızda düşükse
gazete sizi zengin etmez. Eğer ediyorsa arkasında kirli ilişkiler var
demektir. Yine aynı şekilde gazetede maaşlı çalışan bir gazeteci bu
meslekten zenginleşmişse onunda ilişkileri sağlıklı değildir.

Genelde astronomik gelirler elde edilen, futbolcu transferi gibi
gazete değişikliğinde yine afaki rakamlardan bahsedilen meslekte
samimiyet ve dürüstlük aranması bence safdillik olur. Bu durum meslek
onurunu ciddi boyutta etkiler.

Bunları niye yazdım.

Son zamanlarda genel basında hakaret boyutlarına ulaşan yorumları,
hiçbir mesnede dayanmayan üretme haberleri, yapılan kavgaları, yazılan
yazıları okudukça gazetecilik mesleğinin giderek halkın gözünden hızla
düşmeye başladığını esefle görmeye başladım. Adına büyük denilen
yazarların bazılarının mal varlıklarına baktıkça bu varlıkların sadece
köşe yazarlığından kazanılmayacağına inandım.

Bunun biraz daha küçük boyutunu yerelde de görmekteyim.

Ayrıca eldeki kalem, insanları bilgilendirmek için değil de tehdit
etmek için, korkutmak için kullanıldığında çok daha çirkin ve tehlikeli
olmaktadır.Bu kalem sahibinden memur bir şekilde korkar ve görevini
gerekli şekilde yapamazsa bu memlekette ne adalet sağlanır,nede yatırım
ve istihdam sağlanır.

Doğru haber toplumu bilinçlendirir ve fertleri kontrol
eder.Yanlışların düzeltilmesinde olumlu bir vasıta olur.Doğru
yapılanları da teşvik eder. Mesleğin amacıda budur.

Son zamanlarda genel basında yaşananları gördükçe hayrete ve dehşete
düşmekteyim. Meslektaş dayanışması adı altında yapılan saldırıları da
esefle okumaktayım.”Biz gazeteciyiz.İnsanı abad da ederiz berbat ta
ederiz.Biz ayrıcalıklıyız.”anlayışı ülkenin hızlı bir şekilde deforme
olmaya başladığının göstergesidir.”Herkes yasalar önünde eşittir.”hükmü
tatbikatta yerini bulmadıkça bu ülkede ciddi bir kalkınma olamaz.Her
konuda olduğu gibi basın alanında da bir reforma ihtiyaç vardık.Eline
kalem alan kırallığını ilan edememelidir. Gazete sahibi güç sahibi
olamamalıdır. Hiçbir zaman halka hizmeti amaç edinmiş bir mesleğin
sahibi olmaktan öteye gidememelidir.Hesap sorulamaz boyutuna
yükselememelidir.

Halkımızın son zamanlarda bilinçlendiğini, tazminat davaları açarak
hakkını aramaya başladığını görmekteyim. Böyle olmazsa önceden olduğu
gibi tüm şer kişilerin birer gazetesi,tüm şirretlerinde elinde birer
kalemi ve köşesi olur. Her konuda olduğu gibi bu meslekte de
dürüstlüğünü muhafaza eden insanların bir şeref abidesi olduklarını da
belirtmek istiyorum. Kanunlar herkese haddini bildirmek için vardır.

Bu günlerde siyasallaşmayan adalete her zamandan çok ihtiyacımız
var.Adil ve tarafsız hakimlere,cesur ve iyi eğitilmiş savcılara çok
ihtiyacımız var.

Kendini dokunulmaz sananlara hak adına,hukuk adına dokunmaları için.

Elli Yaşındaysanız, Hayat Nasıl?

0

— Kertenkele, ilk defa, tuhaflayacağın; ancak hoşuna gidecek bir şey yaptım. Çok beğendiğin, Fransız yapımı dizi film Cedric’i, sırf seni anlayabilmek için seyrettim.

— Bir yaşıma daha girdim. Yaşasın, büyüdüm!

— Söyle bakalım. Cedric’te senin en çok hoşuna giden nedir?

— Hoşuma giden özel bir durum yok; ama oldukça akıcı ve içten bir senaryosu var. Her bölümü ayrı bir macera. O diziyi seyrederken kendimi kaybediyorum.

— Kertenkele, her sanat eseri bir düşünceye dayanır. Bir elmayı yerken elmayı yediğinizi düşünürsünüz; ama bir yandan doğru ya da yanlış birtakım ideolojilerin etkisinde kalırsınız. Sanırım, sen henüz bunun farkında değilsin.

— Üstadım, siz bu filmde ne buldunuz?

— Cedric’in, “Sekiz yaşındaysanız…” diye başlayıp devam eden cümleleri dikkatimi çekti. Nakarat haline gelen bu cümlelerini oldukça anlamlı buldum.

— Üstadım, siz Cedric’in sekiz yaşında olduğunu bilmiyor muydunuz?

— Kertenkele, benimle konuşmalarında, saçmalamana bazen tahammül edemiyorum. Konu, onun sekiz yaşında olması değil. “Sekiz yaşındaysanız, hayat çok zor.”, “Sekiz yaşındaysanız ve âşıksanız, hayat daha güzel.”, “Sekiz yaşındaysanız ve dişiniz ağrımıyorsa, hayat çok güzel.” gibi cümleleri yaşadığı her olaydan sonra tekrarlaması, benim için oldukça musikili ve etkileyiciydi. Sen, bulunduğun yaşa göre, hayatı hiç yorumladın mı?

— Üstadım, ağaran saçlarınız, kamburlaşan beliniz, derinleşen yüz hatlarınız sizin, bana, en az elli yaşında olduğunuzu anlatıyor.

— Sen kendinle ilgilen. Evet, tam elli yaşındayım. Ben, hayata şimdi elli yaşından bakıyorum.

— Üstadım, hayat elli yaşından nasıl görünüyor?

— Anlatayım, “Kurt kocayınca köpeğin maskarası olurmuş.” sözü zaman zaman uygulama alanı buluyor. Her yaş döneminin artı ve eksileri var. Hangisinin fazla olduğu bakış noktanıza bağlı. Bu yaş döneminde kas hareketleri zayıflıyor; göz, kulak, el; işlevini daha ağır gerçekleştiriyor. Zihin faaliyetleri de azalabiliyor; ancak yüksek birikime sahip oluyorsun. İş yapabilmek için gerekli olan enerjiyle birikimin kesişim noktasında olduğunu görüyorsun. Bir ömür içersinde sahip olabileceğimiz maksimum enerji ile maksimum deneyim, bu yaşta buluşuyor, sonraki yaşlarda ters yönde ilerliyor. Tenkitlere alınganlığınız artıyor, nankörlüğe tahammülünüz azalıyor. “Melali anlamayan nesle aşina değiliz.” diyen Ahmet Haşim’i sıkça rahmetle anıyorsunuz. Yüksek birikimi kullanmanın hem hazzını hem rahatlığını duyuyorsunuz. Birikimlerinizin değer görmediğini hissettiğinizde de kırılganlık ya da küskünlük yaşıyorsunuz. İnsanların bana ihtiyacı vardır, biraz daha çalışmalıyım diye düşünürken, bu düşünceyle yüksek motivasyon içindeyken, yaşadığınız bir olumsuzluk, sizi insanlardan soğutuyor, yaşamdan elinizi çekme düşüncesine yöneltiyor. Bazen “Beni anlamayanı, ben hiç anlamam.” diyorsunuz, bazen de kuracağınız yeni hayat için proje üretebiliyorsunuz. Ümit ve bezginlik, hiçbir yaşta bu yaştaki kadar birbirine yoldaş olmuyor. “Gençlikte, günler hızlı, yıllar yavaş geçermiş; yaşlılıkta günler yavaş, yıllar hızlı geçermiş.” derler ya, elli yaşında zamanın hızı sizi ilgilendirmiyor, yaptıklarınızı ve yapacaklarınızı aynı anda düşünüyorsunuz. Başarı-başarısızlık, iyilik-kötülük, sağlık-hastalık, zenginlik-fakirlik gibi temel kavramlar kişinin zihninde ve hayatında anlamını daha net buluyor. Hangi eylemin, düşüncenin boş ya da dolu; yararlı ya da yararsız; gerekli ya da gereksiz olduğunu kolayca anlayabiliyorsunuz. Fiziki, biyolojik fonksiyonlarınızın azalmasını problem etmiyorsanız henüz bir sendrom içinde değilsiniz. Bazen psikolojiniz kolayca bozulabiliyor, kâbuslu geceler hatta gündüzler geçirebiliyorsunuz. Duyguya dayalı öfkeniz, kininiz; hazza dayalı sevginiz, sevinciniz bu defa bilince dayalı olarak yaşanıyor. Birkaç yıl sonra çocuklaşmaya başlayacağınızın korkusuna kapılmıyor değilsiniz. Esen rüzgarın hışırtısı, akan derenin şırıltısı, daldaki kuşların cıvıltısı, gökyüzünün gürültüsü size on sene öncekinden çok farklı şeyler anlatıyor, farklı iklimlere götürüyor. Ozonun kirliliği, gazetelerin üçüncü sayfaları, musalla taşının geçici konukları her zamankinden fazla meşgul ediyor.

— Üstadım, sizi dinlerken ben yoruldum. Elli yaşı, hem tehlikeli hem bereketliymiş? Korkarım, ben yaşayamayacağım bu yaşın gereklerini.

— Nedenmiş o?

— Bizim sülalemizde kimse, elli yaşına ulaşamadı.

— Ecel, bir gelenek işi değil, bir kaderdir. Her yaşın güzelliği vardır.

— Üstadım, sizi biraz karamsar gördüm; Siz değil miydiniz “Dün ölmüştür, yarın doğmamıştır; ilgilenmeye değmez, önemli olan bugünü yaşamaktır.” diyen?

— Beni bu yaşıma kadar kimse tam anlayamadı, anlayan yarınlarda da olmaz. Bir kişi belki anlar ümidindeydim; görüyorum ki o da yanlış anlamış. Anlaşılmadan ölmek, “Bir ömr-i heder imiş!”

Hesaplaşma Yanlışı Ve Irkçılık

0

17 Ağustos 1999 Depreminin üzerinden sekiz sene geçti. Ancak, Genel Seçimlerde siyasetçilere ve özellikle de iktidar partisine beş senedir ne gibi tedbirler aldınız diye pek soran olmadı. Demek ki, bu son derece önemli deprem konusu da diğer milli davalar gibi pek önemsenmiyor. Var mı, yok mu, türban ve türbanlı eş hikâyeleri ortada dolaşıyor.


Laiklik Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerinden birisidir. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti sadece laiklik üzerine kurulmamıştır. Her konuyu buraya çekmek birçok önemli hayati meselenin gözardı edilmesini doğurmaktadır. Yerli yersiz her şeyi laikliğe bağlama ve laiklik üzerine süren kısır tartışmalar, siyasi tercihleri de yanlış etkilemiştir. Cumhuriyetin akıllı dostlara ihtiyacı olduğunu hep söylüyoruz. Yasal bazı şartlara bağlı kalmakla beraber; bizi esas ilgilendiren belirli makamlara gelecek kişilerin zihniyetleridir. Bizim Sayın Gül’ü içimize sindiremememizin sebebi, bizzat Sayın Gül’ün beyanlarıdır ve Türkiye’ye karşı ihanet cephesi kuran milli ve üniter devleti reddeden çevrelere verdiği destektir. Türkiye ile hesaplaşma peşine düşenlerle aynı çizgiye düşmesidir. Bizim için önemli taraf budur.


Cumhurbaşkanı adayı olarak partilerle yaptığı görüşme kapsamında, DTP’ye yapılan ziyarette, terörle mücadelede kararlılığı zedeleyecek yanlışlarda ısrar edilmiştir. Sayın Gül, terörü daha fazla demokrasiyle çözeceğini zannetmektedir. İspanya’dan da mı ders almıyoruz? Terör örgütünün demokrasi ile yakından uzaktan bir ilgisi yoktur. Dün kültürel haklardan bahsedenler bugün ayrı egemenlik, Anayasada tanınma peşindedirler. Hayali AB üyeliği yolunda birçok kültürel hak kabul edildi. Yasalar yumuşatıldı. Ama onların hedefi kültürel haklar değildi. Ayrı bir egemenlik peşinde olmak, ülkenin toprak bütünlüğüne kastetmek, hangi ülkede demokrasi ile bağdaşır? Hangi demokrasi ülkeyi daha iyi bölebilmenin reçetesidir? Terör örgütünün isteklerine silâhla değil de; silâhsız kavuşması, bugün olduğu gibi örgütün siyasallaştırılması neyi değiştirir ki? Eğer mevcut Anayasanın temel ilkelerinden yana iseniz; apayrı bir Türkiye hedefleyenlere karşı tavır alırsınız. Atatürksüz ve Türksüz Anadolu plânlarına hoşgörü ile bakmazsınız. Bu görüşte olanları el üstünde tutup Başbakanlıktaki Komisyonda görev vererek ödüllendirmezsiniz. Tek taraflı ve dış destekli olarak Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenip daha sonra yeri değiştirilen Ermeni Konferansı’na anlaşılmaz bir destek vermezsiniz. Ülkenize ve Silâhlı Kuvvetlerinize yönelen dış saldırı ve hakaretlere siyasetçi olarak siz cevap verirsiniz. Milli kimlik konusunda hassas olursunuz. Sayın Gül’ün basında da yer aldığı gibi; birçok yerde yaptığı konuşma, Atatürk’ün Çankayası’na Cumhurbaşkanı adayı olmakla çelişmektedir.


Son günlerde yine el üstünde tutulan ve mevcut iktidarca da desteklenen malûm koro, hedef olarak Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’nu seçmiştir. Kendisine kin besleyen, sözde Ermeni Soykırımının kabul edilmesinden yana olan malûm şahıs ve çevreler, adeta Halaçoğlu’na karşı yargısız infaza yeltenmişlerdir. Bunların sorunu Halaçoğlu değil; Türkiye’dir. Bir toplantıda bazı Ermenilerin tehcirden kurtulmak ve Anadolu’da kalmak için kendilerini Kürt Alevi olarak gösterdikleri açıklaması, “Kürt Aleviler Ermeni dönmesidir” diye çarpıtılmıştır. Halaçoğlu’nu hedef alanlar ve ırkçılıkla suçlayanlar, Türk’e karşı ırkçılık yapanlardır. Kürt ırkçılığına hoşgörü ile bakanlar, bunu demokratik talep olarak görenler, kültürel değil; biyolojik esaslara göre köken arayanlar ırkçılığın âlâsını yapmaktadırlar.


Bazı Türkmen aşiretlerinin zamanla Kürtleştiği bilinen bir gerçektir ve yeni bir buluş değildir. Rahmetli Prof. Dr. Mehmet Eröz ve Prof. Dr. Orhan Türkdoğan bu konuda güzel eserler vermişlerdir. Bugün bazı Türkmen Köyleri Kırmançça konuşmaktadır. Prof. Dr. Zeki Velidi Togan’ın “Umumi Türk Tarihine Giriş” adlı eserinde Avşar Türkmenlerinin bir kısmının Kürtleştiği ortaya konmaktadır. Aynı görüş, Prof. Dr. Fuat Köprülü’nün İslâm Ansiklopedisi’ndeki “Avşar” maddesinde de yer almaktadır.


NOT: 30 Ağustos 2007 Perşembe günü Edirnekapı Şehitliği’nde saat 15:00’de buluşalım. Şehitlere çok şey borçlu olduğumuzu unutmayalım ve sahip çıkalım.

Azınlığın Çoğunluğa Tahakkümü

Bu yazımda belki diğer yazarlar gibi Cumhurbaşkanlığı ile alakalı bir yazı yazıp gına gelmiş vaziyetinize tuz basmış olacağım için üzgünüm. Şimdiden verdiğim rahatsızlık için özür dilerim.


İnsan bazen sabır sınırlarının zorlandığını gördükçe sinirlerini teskin etmek için çeşitli yollara başvuruyor. Kimi tenhada bağırıp çağırıyor. Kimi birilerine sataşıyor. Kimi ya sabır çekiyor. Bunun için dualar okuyor.


Kimide benim gibi kağıda kaleme sarılıyor. Aklına gelen her türlü cümleyi kâğıda aktarıyor. Deşarj olduktan sonra o kağıtların hepsini imha ediyor. Bu durumda kaç kişi var bilmiyorum ama en azından var olan bir ben olduğumu biliyorum.


Gelelim konumuza;


Bu güne kadar Cumhurbaşkanlığı makamına kimler çıkmadı ki. Asker, sivil, bürokrat, her kesimden birileri cumhurbaşkanı oldu. Fakat son zamanda ne olduysa Dışişleri Bakanlığı yapmış, Başbakanlık yapmış, Üniversite mezunu birkaç lisan bilen, mazisinde hırsızlık, dolandırıcılık, yüz kızartıcı suçlar olmayan bir cumhuriyet vatandaşı köşke çıkmaya liyakatli bulunmuyor. Kim tarafından diyecek olursanız, cevabım %20 tarafından. Bir çok televizyon kanalında olmazın gerekçeleri sıralanıyor. Söz birliği etmişçesine yazarlardan önce aba altından sopa gösterileri yapılıyor, daha sonra ricalarda bulunuluyor. Akıllarınca insanların yumuşak karnını zorluyorlar. Bu azınlığın çoğunluğa tahakkümüdür.


Sayın CHP lideri zaman zaman biz hanımı türbanlı olan Cumhurbaşkanı olamaz demiyoruz diyorsa da, iş icraata gelince nedense beyin altı merkezlerini okuyabilen mütehassıs kesiliveriyor. Ona, vatandaş kahir ekseriyetle “Sayın Baykal artık sen BAYGİT’sin. Düş bu partinin sırtından” diyorsa da, anlaşılan Sayın Tayip Erdoğan la anlaşma yapmış.”Ne yapıp yapıp gelecek sefer seni %77 lerle iktidara getirmeden koltuğu terk etmeyeceğim.”diyor. Bazen insanı düşmanı bile başarılı yapar. Böyle düşman dostlar başına.


Yazarın biri “türban şeriatın emridir. Şeriat: bin dört yüz yıl önce inmiş, asla değiştirilemeyen, asla itiraz istemeyen, asla aksi düşünülemeyen yasalardan oluşur.


Şeriatçı: türbanı-tesettürü vazgeçilmez sayıyorsa, onun dünyasında gizli gizli daha nice vazgeçilmezler vardır.”


Sanki bunları söyleyen Müslüman değil. Bilmiyorum belki öyledir ama bu sözler insanı şüpheye düşürüyor.


Ak partiye oy taşıyanda bu tür sözler değil mi?


Bir de kamusal alan diye tutturmuşlar. Tarifini bile yapmaktan çekiniyorlar. Zira asıl hedef belli. Yollar, hastaneler, okullar, karakollar, mahkemeler, askerlik şubeleri, belediyeler, valilik ve birimleri hepsi kamusal alan. Bu demektir ki ileride buralarda da başı kapalı dolaşmak yasaklanabilir. İleride” hiçbir memurun eşinin başı kapalı olmayacak” denebilir. Zira ortada tarif yok. Neresi yasak, Kimlere yasak belli değil. Ağzı olan, eli kalem tutan kamusal alan belirliyor. Anayasa her türlü yoruma açık. Anayasayı yapanlar bile bazı konularda açıklama yapamıyorlar.


Bence bu seçim artık bu tür aymazlıklara bir çözüm getirecektir. Zaten halkta birilerine dersini verdi. Bu aziz millet “Bırakın bu saçmalıkları. Bizim böyle bir sorunumuz yok. Demokrasinin sahibi biziz. Kimse bizim yerimize demokrasi havarisi geçinmesin. Demokrasi adına tahakküme yeltenmesin. Bazı mahfillere mesaj atanlara biz oyumuzla haddini bildiririz”. demiştir.


Sayın Abdullah Gül Cumhurbaşkanı olacaktır. Ülkede beklenen kaos olmayacaktır. Ömrü olursa bu ülkede görevi sona erene kadar liyakatli bir cumhurbaşkanı olarak sine-i millette yerini alacaktır.


“Türbanlı eş bir kimliktir… O kimlik; Cumhuriyeti istemez..Laikliği beğenmez.. Atatürk ü sevmez..” Bu sözleri söyleyenlere hayret ediyorum.


Bu sözlerin dayandığı bir örnek varmı? Yok. Ama o günün devrimcilerine, bu günün Atatürkçülerine bir örnek var. Devrimciler; 70li yılların başında Üniversitelerde Atatürk’ü Lenin’e benzetmediler mi? Atatürk’e burjuva demediler mi?” Komünizm görüldüğü yerde ezilmelidir.”dediği için Atatürk’e iftiralar etmediler mi?


Komünizme methiyeler düzen onlar değil miydi? Moskova’yı kapı komşusu yapan onlar değil miydi? Rusya çöktükten sonra onlar şimdi Atatürkçü oldu. Kalkıp başkalarına çamur atıyorlar. Bu ne pişkinlik.


Cumhurbaşkanlığını son kale olarak tanımlayanlar Sayın Gül Cumhurbaşkanı seçilirse kalelerine bir gol mü yemiş olacaklar? Hiç sanmam. Çünkü türbanlıların böyle bir iddiası yok. Onlar sadece en azından türbansızlar kadar özgürlük arıyorlar. Buna da hakları var.


Hiç kimsenin merakı olmasın. Türkiye Cumhuriyete devam edecek. Herkes hürriyetinden taviz vermeyecek. Ülke modern konumundan hiçbir şey kaybetmeyecektir. Herkes eskisi gibi işine gücüne bakacaktır.


Sayın Abdullah Gül Cumhurbaşkanlığına yakışacaktır.


Milletimize, Devletimize, Ülkemize, sevenlerine, hatta sevmeyenlerine bile hayırlı uğurlu olsun.

Malazgirt Zaferi’nin 936.Yıl Dönümü

0

Vatan olarak üzerinde yaşadığımız, dört bir yanı şehit kanıyla sulanmış bu toprakları bizlere emanet eden atalarımızın ağustos ayında zafersiz bir günü neredeyse yok gibidir.


26 Ağustos 1071 Malazgirt, 27Ağustos 1389 Kosova, 23 Ağustos 1514 Çaldıran Zaferi, 30 Ağustos 1922 Başkumandanlık Zaferi bunlardan bir kaçıdır.


Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Alparslan ile Bizans İmparatoru Romen Diojen arasında Malazgirt Ovasında meydana gelen muharebe milli, dini, siyasi, askeri neticeleri ve Türk-İslam tarihinin en büyük zaferlerinden biri olması bakımından önemlidir.


Alparslan’ın bu savaştaki amacı Anadolu’nun kapılarının bir daha kapanmamak üzere açmaktı. Bu savaşta mağlup olurlarsa, yeniden Orta Asya içlerine çekileceklerdi.


26 Ağustos 1071 Cuma günü, Alparslan beyazlar içerinde sanki kefen giymişçesine askerlerine şu hitapta bulundu:


“Ey askerlerim ! işte atımın kuyruğunu bağladım. Bir er gibi savaşacağım. Eğer şehit olursam bu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman ruhum göklere yükselecektir.”


Zafere inanmış bir komutan ancak bu kadar veciz konuşabilirdi.


O gün, Cuma namazından sonra başlayan muharebede Sultan Alparslan fevkalade bir savaş taktiği uyguladı. “Bozkır Çevirme Hareketiyle” Türk ordusu hilal şeklinde yayıldı. Türk süvarileri sağdan, soldan ok hücumuyla yoklamaya başladılar. Türk süvarileri hücumlarının boşa gittiğini anlayınca, geri çekilirmiş gibi yaparak geri döndüler. (Sahte Ric’at) Bunun üzerine Bizans ordusu Türkleri takibe başladı. Romen Diojen pusuya düştüğünü geç fark etti. Ama ordusu büyük bir bozguna uğramıştı.


Türk Milletinin yeni yurt edinmesini sağlayan, Malazgirt Zaferi’nden sonra, 15 yıl içinde Anadolu ele geçirildi. Bu zaferle Anadolu’nun tapusu Türklerin eline geçti. Bu bakımdan Malazgirt Zaferi Türk ve Dünya tarihinde bir dönüm noktası oldu.


Alparslan Türk çocuklarına, içinde gururla yaşanır ve uğrunda zevkle ölünür Anadolu’yu “Vatan” diye armağan ediyordu.1071’den sonra milletimiz yeni bir üslup ve medeniyeti, Avrupa’ya mertlikle vakarla tanıtacaktı.


Türk ve İslam tarihinin son 900 yıllık kaderini çizen insanlar, Alparslan ve Malazgirt’te savaşan o mübarek ordudur. Bu savaş sonrası tarihin gidişatı değişmiş, Türk tarihi, İslam tarihi olmuştur.


Asla ummadıkları Malazgirt bozgunu Hıristiyan Batı’yı öyle bir korkutmuştur ki; bu zaferden üç yıl sonra Papa 7. Gregoire Dünya Hıristiyanlarına “Türklere karşı silahlanın” çağrısını yapmıştı. Bin küsur yıl boyunca devam eden ve hala bitmeyen Haçlı Seferleri,


işte bu Anadolu’nun fethinin verdiği acılardandır.


Günümüzde ABD Başkanı George Bush’un Irak işgalinde bahsettiği Haçlı Seferi düşüncesi bu muharebenin Batı Dünyasındaki acılarının sonucudur.


Türk ve İslam Dünyası o mübarek Cuma sabahı, tekbirlerle hücuma kalkan Alparslan’a ve ardındaki şanlı ordusuna daima müteşekkirdir…