16.6 C
Kocaeli
Pazartesi, Eylül 22, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1304

Babacan’ın Konuşması ve Pembe İncili Kaftan

0

Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın Avrupa Parlamentosu’nda “Türkiye’de sadece Hıristiyan azınlık değil, Müslüman çoğunluk da dini özgürlüklerle ilgili sorun yaşıyor” demesi bu hafta en çok konuşulan konuların başında geldi.


Bu söz farklı şekillerde değerlendirildi. AKP’ye yüklenmek için her fırsatı değerlendirenler, “Türkiye İslam’ın en rahat yaşandığı ülke. Babacan AP’da böyle konuşmakla zihninin arka planındaki şeriat özlemini dile getirdi” şeklinde yorumladı. Bu gruba Süleyman Demirel bile aynı kapsamda ve şiddette sözleriyle dâhil oldu.


Ak Parti taraftarı olan yazarların bazıları ise, bu sözlerin pek de yanlış olmamakla beraber, söylenecek yerin Avrupa Parlamentosu olmadığını ve hükümetin şikâyet değil, çözüm üretme makamı olduğunu hatırlattılar.


Bazı muhalifler konuyu, “Babacan’ın manifaturacılıktan, hiçbir devlet tecrübesi olmadan önce ekonomiden sorumlu bakan, daha sonra başmüzakereci ve dışişleri bakanlığına gelişi ile açıklanabilecek, tecrübesizliğe dayalı bir sürç ü lisan hadisesi olarak” açıklamaya çalıştı.


İktidar ve muhalefet arasında taraf olmadan, konuya farklı bir pencereden bakabilen Ömer Lütfi Mete, okuduğum yorumlar arasında en ilgimi çeken yazıyı yazdı:


Bu, ‘Haklısınız, benim devletim çok zavallıdır’ demekle eşdeğerdir. Orada verilecek tek cevap var: ‘Ne yüzle bizde Hıristiyan azınlıkların sorun yaşadığını söylüyorsunuz? Siz kendi içinizdeki Müslüman azınlıklara terörist muamelesi yapmıyor musunuz? Bizde hiçbir zaman Hıristiyanlar böyle bir muamele görmemiştir. Siz önce kendinize bakın!’ “Milli haysiyet terbiyesi” bu cevabı gerektirir! Lâkin neylersiniz ki Atatürk’ün ölümü ile bu terbiye âdeta yasaklanmıştır!”


“Milli haysiyet terbiyesi” ile ilgili İstiklal Harbimizin tarihini ve Mustafa Kemal Atatürk’ün hayat hikâyesini okursanız çok örnek bulabilirsiniz. “Şu Çılgın Türkler” kitabının bu kadar çok okunması “milli haysiyet terbiyesini” aktaran hatıralarla dolu olmasındandır.


Ben daha önceki yüzyıllardan bir hikâyeyi, “Pembe İncili Kaftan” ı hatırlıyor ve hatırlatıyorum. Ömer Seyfettin’in yazdığı ve II. Beyazıt zamanında Şah İsmail’e (İran’a) gönderilen bir elçinin hikâyesini anlatan “Pembe İncili Kaftan”, Türk devletini temsil makamında olan herkesin okuması ve ders alması gereken bir eser.


************************************************


Pembe İncili Kaftan Hikâyesi


Osmanlı ve Safevi devletleri arasında durum gergindir. Şah İsmail acımasız ve “elçiye zeval olmaz” ilkesini dinlemeyen bir zalim, mağrur ve küstah bir devlet başkanıdır. Gönderilecek Osmanlı elçisinin, Padişahın gururunu ve şerefini zedeleyecek her türlü söz ve eyleme canı pahasına da olsa cevap vermesi gerekmektedir.


Muhsin Çelebi adındaki devlet makamı kabul etmeyen, bilgili, cengâver ve normal hayatını ticaret yaparak sürdüren bir zat elçi olarak görevlendirilir. Bu görevi “hazineden bir pul dahi almamak, icap eden muhteşem takımlı atları, süslü hademeleri kendi parasıyla düzmek ve hatta Şah İsmail’in ömründe görmediği, servet değerindeki muhteşem bir elbise olan, ‘pembe incili kaftan’ı alıp giymek şartıyla” kabul eden Muhsin Çelebi, bu masraflar için bütün malvarlığını rehin vererek borçlanır.


Şah İsmail’in Osmanlı elçisini ayakta bekletmek için bırakınız bir şilte, bir seccade bile serdirmemesi üzerine, muhteşem ‘pembe incili kaftanı’ yere şilte gibi serip, üstüne oturan Muhsin Çelebi, eğilmeden bükülmeden, padişahının ve devletinin büyüklüğünü haykırarak görevini yapar ve kaftanı yerde bırakıp salondan çıkar.


Şahın emri üzerine tahtın önüne serili kaftan Türk elçisine yetiştirilir. Muhsin Çelebi, Şah’ın işiteceği yüksek bir sesle: “Onu size bırakıyorum. Sarayınızda büyük bir padişah elçisini oturtacak seccadeniz, şilteniz yok… Hem bir Türk yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz… Bunu bilmiyor musunuz? der.


Devletini en güzel şekilde temsil eden Muhsin Çelebi “pembe incili kaftan”ı geri getiremediği için, rehin verdiği malvarlığını kaybeder ve fakir bir hayat yaşayarak ömrünü tamamlar.


**************************************


Biliyorum, herkesin Muhsin Çelebi veya Mustafa Kemal olmasını beklemek pek gerçekçi olmaz. Ancak kendi meselelerimizi kendimiz çözmek yerine dışarıda yakınmayı ve içişlerimizle ilgili olumsuz gelişmeleri dış destek alarak çözmek girişimlerini hoş karşılamamız beklenmesin.

Bir Toplum Nasıl Çökertilir?

0

Her toplumun kendine has değerleri vardır. Bu değerler bir toplumu tanıtan özelliklerdir.


Mesela Türk toplumunun belli başlı değerlerini ele aldığımızda bunları çalışkanlık, zorluklar karşısında birlik içerisinde olma, aile yapısının güçlülüğü, hangi şartta olursa olsun sadaka almaktan ziyade vermeye çalışma ve özellikle yabancıların bizler hakkında söylediği en belirgin özellik olan Türk kimliğine bağlılık şeklinde özetleyebiliriz.


Ancak bugüne baktığımızda bizi var eden bu değerlerimizin birer birer çökertildiğine şahit olmaktayız.


Nasıl mı?


Daha önceki yazımda bahsettiğim gibi artık uluslar arası arenada milletlerin birbirine hükmetme savaşı karşı tarafa benimsetilmek istenen “imajla” olmaktadır. Özellikle kitle iletişim araçları çizilen imajların halka alıştırılıp benimsetilmesinde çok mühim rol oynamaktadır.


Mesela ülkemizde uzun zamandır televizyonda bilgiden ziyade şansa dayalı yarışma programları yapılmakta ve bu programlar halk tarafından çok tutulmaktadır. Nitekim ülkemizde şans oyunlarının da gittikçe artış göstermesi halka ileride tabiri caizse kumarbaz olma yolunu açmaktadır.


Söz konusu programlar ve oyunlar uzun vadede toplumu kolaycılığa, bu durumun neticesi de ileride herhangi bir zorluk karşısında toplumu mücadeleden yoksun bir zafiyet içerisinde olmaya sevk edecektir.


Üretmekten ziyade tüketmeye yönelik bir politikanın güdüldüğü ülkemizde, bu politikanın bir neticesi olarak, maalesef tarihinde hiç görülmediği bir şekilde sadaka kültürü gelişmiştir. En son yapılan seçimlerde halkın % 47’sine yardım yapılması durumun vahametini göstermesi açısından önemlidir.


Bunun yanında son dönemde devlet politikasında üretimden kaynaklanan para akışından ziyade dünyadaki en yüksek faizi vererek para akışını sağlama yoluna gidilmesi ilerleyen zamanlarda üretim kaynaklarımıza el konulmasına sebebiyet verebilir. Dolayısıyla geçmişte Duyun-u Umumiye tecrübesini yaşamış bir millet olarak tekrar aynı hataya düşmemize neden olacak politikalardan kaçınmamız gerekmektedir.


Dışarıdan milletimizin en önemli özelliği olarak görülen “Türk kimliğine” bağlılık ise son dönemlerde en çok çökertilen değerlerimizin başında gelmektedir. “Ben Türküm” demek artık neredeyse cesaret isteyen bir konu haline gelmiştir.


Uzun zamandır milletimizin milli hassasiyet gösterdiği konular özellikle televizyonlardaki tartışma programlarında sık sık gündeme gelmektedir. Bunun neticesinde halkımız, konuşulmasına bile izin vermediği konulara önce “alıştırılmış”tır. Daha sonra bu alıştırılmışlık “tepkisizliği” getirmiştir. Tepkisizlik ise bir milletin zamanla adeta “modern köle” haline gelmesi demektir.


Netice itibariyle dünyadaki oyun kurucular tarafından çizilen imajlar toplumlara aynı yöntemlerle nüfuz ettirilmek istenmektedir. Anlaşılan o ki Türk toplumuna oyun kurucuların çizdiği imaj “kişiliksiz toplum” şeklindedir. Üzerinde yaşadığımız coğrafyanın her köşesi için toplumumuzun güçlü bir kişilik sergilemesi gerekirken hızla kişiliksizliğe doğru gitmemiz ise tarihe “bir toplumun nasıl çökertildiğine örnek” teşkil ederek geçmemize neden olacaktır.


İyi haftalar!…

Kadim Mahallemiz ve “Mahalle Baskısı”

0

Çok zamandır eski mahallelerimiz hakkında bir yazı yazmak hep içimden geçiyordu. İlber Ortaylı hocanın “Osmanlı Toplumda Aile” isimli kitabını okuyunca bu isteğim iyice artmıştı. ‘Mahalle baskısı’ gibi bir takım içi doldurulmamış, yeni yetme anlam örgüleriyle kirletildiğini ve rencide edildiğini düşündüğüm  “mahalle” kavramının kadim, canlı, sıcak ve samimi muhtevasıyla ilgili bir yazıyı kaleme alma arzum pek fazla ziyadeleşti. Bu konuda İlber hocanın kitabından yararlanarak kadim mahallemiz hakkında bazı kadim bilgileri sizlerle ve kendimle paylaşmak istedim.


Kadim mahalle bir içtimai kültürel birimdir. Sınıf ve statü farklılıklarının şekillendirmediği bir fiziki mekândır. Mesela bir paşanın konağının karşısında, basit bir evkaf kâtibinin aşı boyalı bir evi bulunurdu. İlmiye ricalinden bir efendinin kâşanesinin yanı başında, mahalle suyolcusunun kulübesi hiçbir aşağılık duygusuna kapılmadan yer alabilirdi pekâlâ. Mahalle sakinleri birbirleriyle her gün karşılaşır, etiket farklılıklarına rağmen muhatap olurlar, hallerini hatırlarını sorarlardı. Paşanın vekilharcı ile müderrisin damadı, suyolcu ile evkafın küçük kâtibi aynı kahvehanede hiçbir küçük görme ve görülme vehmine kapılmadan toplanıp görüşebilirlerdi. Mahalle toplumsal sınıflaşmaya göre biçimlenmemiş ve belirgin bir mekân farklılaşması yoktu mesela 19. Yüzyılın başlarına kadar. Geleneksel kadim mahallede dini farklılık hariç, dil ve etnik farklılık önemli değildi; devletin her sınıf ve bölgesinden insanlar belirli kurallar ve etiketler çerçevesinde birlikte yaşardı. 


Müslüman mahallelerini imamlar; gayri Müslim mahallerini ruhani reis ve cemaatin kocabaşı mülki ve beledi bir amir olan kadının mahalle düzeyindeki temsilci olarak yönetirlerdi. İmam, doğum, ölüm gibi nüfus kayıtlarını tutardı. Bir kimsenin mahalleye yerleşebilmesi için mahalle sakinlerinden birinin ve imamın kefaleti gerekliydi. Dolayısıyla imam, zincirleme olarak bütün mahalle halkının kefili olurdu.  Böylece sosyal kontrol mekanizması oluşurdu.


Mahallede zengin ve fakir bir arada yaşarlar, mahalle sakinleri birbirlerinden sorumlu olurdu. İnsanlar mahallenin gözünü ve kulağını üzerlerinde hissederlerdi. Evlerin ince duvarları dışarısını duymayacağı bir sesle konuşmayı icap ettirir ve hane halkı mahalle halkına göre yaşardı. Mahalle insanların zor zamanlarında da, iyi zamanlarında da ailenin içinde bireyin yanı başında olduğu ferdi denetleyen bir çevredir.


Mahalle bir sosyal birim, bir dayanışma muhitidir. Mahalle, aile ile organik bir bağ içindeydi. Doğum, evlenme ve ölüm mahalleyi ortaklaşa ilgilendiren ve dayanışmaya sevk eden olaylardır. Ferdin, evliliğinde, ölümünde, şahidi mahalle halkıdır ve hayatın bu üç safhası o sayede meşrulaşırdı. Çocuk mahalleli tarafından kutsanırdı. Loğusa evini bütün mahalle kadınıyla çoluk çocuk doldurur doldurur boşaltırdı. Çocuk bütün mahalleli arasında büyürdü. Mahalle halkıyla çocuk arasında “amca”, “teyze”, “abla” ve “ağabey” gibi yakınlaştırıcı dört hitapla ilişki kurulurdu.


Mahalleli çocukların zekâsını, öğretmenlerin gayretini takip ederdi. Okuma yazma söken çocuğu, okulun kalfası okuma yazmayı öğrendiğini göstermek için cüz kesesini boynuna tersine asar, elinden tutarak çarşıdan geçirir ve evine götürürdü. Küçük okumuş “Maşallah, Allah zihin açıklığı versin” duaları arasında çarşıdan geçerdi. Esnaf bir elinde maşrapa, “küçük efendi sular seller gibi okumuş” diyerekten, çocuğun ardından su dökerdi.


Okulda ne olduğunu herkesin bildiği gibi; evlerde neler olur herkes bilirdi. Düğün dernek bütün mahallenindir, el emeği göz nuru çeyizin hazırlanmasına, düğün hizmetlerine de herkes katılırdı. Hastalıkta hiç kimse kendi başına kalmazdı. Herkesin asgari bir yardım ve destek göreceği bir yer vardı. Hiç kimsenin cenazesi ortada kalmazdı.  Cenazeyi mahalleli kaldırır, komşular cenaze evine üç gün yemek taşırdı.( Ortaylı, İlber, Osmanlı Toplumunda Aile, 7. Baskı, Pan Yayıncılık, İstanbul 2006; Osmanlıyı Yeniden Keşfetmek, 20. Baskı, Timaş, İstanbul 2007).


Kadim mahallede, modern zaman hastalığı olan bencillik ve bireysellik yoktur. Bu mahallede komşuluk, hastalıkta, hırsızlıkta, ihtiyaçta sigorta görüyordu. Kadim mahallede, sosyal kontrol mekanizması herkes ve her şey üzerinde işliyordu. Mahalleli, mahalle ile ilintili her şeyi “Bizim mahallenin…” diye başlayan, kolektif bir aidiyet ve sahiplenme duygusunu ifade eden cümlelerle dile getirirdi.


Maalesef bu gün birtakım dramatik olaylar yaşanıyor günümüz mahallesinde, evladın ana-babayı katletmesi gibi. “Mahalle baskısı” yerine, bunların sorgulanması gerekir. Geleneksel aile değerlerimizden iyice uzaklaşan veya uzaklaştırılan  ve yine sosyal kontrolün, sahiplenmenin ve aidiyet duygulanın giderek zayıfladığı mahalle kültürünün nelere mal olduğunun iyi hesaplanıp saygı değer okur yazarlarımız (!) tarafından köşelerinde milletimize anlatılsa çok daha iyi olur kanısındayım. 


Ben nostalji yapmak istemiyorum, ama geriye bakıyorum “gittiğimiz yolda en doğruyu mu yapıyoruz diye sormamız gerekir” diye düşünüyorum dostlarım. Sosyal mühendislerimizin nerede hata yaptıklarını iyi düşünse yerinde olur diyorum.


Mahalle baskısını değil de, değerleriyle kaybettiğimiz mahalleyi yeniden nasıl oluşturabiliriz bunu tartışalım hep birlikte.

Engelli Olan Hangimiz?

0

Lütfen bana kızmayın. Hepimiz engelliyiz, özürlüyüz. Bu satırların yazarı da bu satırları okuyan kadar engelli. Engelli olmak, insan olmakla başlıyor. Geçen hafta Engelliler Haftası’ydı. Engelsizler engellileri teselli ettiler, onlara nutuk attılar. Engelsizler, vicdan borçlarını ödediler; ama sözde engelsizlerin, engellilerden daha engelli olduğu gözlerden kaçırıldı.


Bir tarihte bedensel engellilerin katıldığı yüz metre koşusu yapılır. Koşu başlatılır, birkaç saniye sonra engellilerden biri düşer, ağlamaya başlar. Onun ağlamasına dayanamayan diğer engelli geri döner, onu teselli eder. O da ağlar. Diğerleri bu tabloya dayanamaz, hep birden geri dönerler ve ağlayan arkadaşlarını önce teskin ederler, sonra omuzlarına alarak birkaç dakika sonra varış çizgisine grup halinde ulaşırlar. Yarışı seyredenler, bu hareketinden dolayı engellileri dakikalarca alkışlarlar.


Engelsiz biri olarak, siz olsaydınız böyle bir yarışta ne yapardınız. Düşüne bir tekme de siz vururdunuz, demeyeceğim; ama onu görmezden geleceğinize, yarışı birincilikle bitirmek isteyeceğinize eminim. Ben böyle yapardım. Şimdi kim engelli? Onlar bedensel engelli. Benim engelim ya da sizin engeliniz nerede? Engel, kafalarda, yüreklerde olmasın. Kafasında ve yüreğinde engel olanlar için de özel bir hafta, belki de yıl lazım.


Öğretmenliğimin ikinci yılında bir öğrencim oldu. Adı: Osman. Gözleri görmüyordu. Edebiyat notu, onluk not sisteminde ya dokuz ya on olurdu. Lise derslerinin dışında ek ders almadı, üniversite sınavlarına ilk girişte hukuk fakültesini kazandı. Engeli olmayan öğrencilerin çoğu o yıl üniversiteye giremediler. Osman, eminim, şimdi başarılı bir hukukçu olarak bir yerlerde görev yapıyordur.


Yüreğinde engel olanların, bedensel engelliler üzerindeki tahakkümünün bir haksızlık, adaletsizlik olduğunu düşünüyorum. Siyasal, sosyal olayları nedense hep onlar biçimlendiriyorlar. Vicdan freninden yoksun bu özürlüler, sadist duygularını acımasızca tatmin ediyorlar. Bitmeyen bir iştiha, kişiyi kör, sağır eden ideolojik takıntılar, megalomanlığın verdiği bencillik, onların kendi engellerini görmelerini de engelliyor. Yok, sayılan bir engel de tedaviyi reddediyor. Gerçek anlamda tedavisi gereken engel grubu hangisi?


Bedensel açıdan baktığımızda, görmeye, işitmeye, konuşmaya, yürümeye dayalı pek çok engelli türümüz var. Bunlar için hayatı kolaylaştırıcı tedbirler almalıyız. Bunlara uygun protezler geliştirmeli, işler üretmeli, yollar yapmalıyız. Buna bir itiraz yok. Bunları yapmak hem kişilerin hem devletin görevi olmalı. Buna bağlı sosyal politikalar uygulanmalı. Peki, komşusu açken tok yatanların, gördüğü ideolojik temelli halüsinasyonları gerçek zannederek kendinden farklı düşünen ve yaşayanların düşünce ve yaşam tarzına müdahale edenlerin, hiç ölmeyecekmiş gibi sürekli biriktirenlerin, “Her şey benim varlığımla değerlidir.” diyerek jakoben gözlüğü takanların, dünya görüşünü doğru ve güzelden nefret etmeye endeksleyenlerin engelini nasıl kaldıracağız? Bu özürleri ve özürlüleri nasıl tedavi edeceğiz, bunlara hangi protezleri kullanacağız?


Bedenimiz, ruh sağlığımız, sorumlu olduğumuz çocuklarımız, işimiz, birlikte yaşadığımız sosyal çevremiz bize birer emanet. Bu değerleri hem yaşatmak hem korumak hem de onlara gelecek zararlara karşı tedbir almak zorundayız. Bizde bu hassasiyet yoksa biz özürlüyüz, engelliyiz. Yapılacak iş, dürüstçe davranıp teşhisimizi koymak. Doğru tedavi için, doğru teşhis, şart. Teşhisten utanmamak, dürüstlükten ayrılmamak gerek. Niyet iyi olursa bütün engeller düz olur, iş kolaylaşır. Bu tedavi, şüphesiz, eğitimle olur. Eğitim de evin en küçüğünden değil, en büyüğünden başlamalı. Yoksa beyhude bir uğraş olur.


Önce kendimi, sonra bedensel engellilere bir hafta ayıranları, gelecek güzel günler için “Sürekli Engelliler Yılı” ilan etmeye davet ediyorum.

Ve Türkiye Çok Mutlu

Vakıflar Yasası çıktı, Kalkınma oranı geriliyor, Enflasyonda hesaplar tutmuyor, Sosyal barış günden güne bozuluyor…


Önemli mi?


Dağdaki eşkiyanın meclisteki sözcüleri Türkiye Cumhuriyeti Başbakanını tehdit ediyor!


Ne önemi var?


Bu konular önemli olsaydı, özellikle görsel olmak üzere bütün basın bu konuları yeterince işlemez miydi?


Bakın ekranlara, Günlerden beri hangi Önemli! Konular işleniyor:


Yıllardır yaptığı ahlaksızlıkları ile övünen bir hanımefendinin(!) 80 yaşında ölümü birçok Televizyon kanalının bayağı uzun uzun zamanını almakta.


Demek ki Türk ve İslam kültürünü hiçe sayan edepsizlerin edepsizlikleri, Türk halkının yaşadığı sıkıntılardan daha önemli…


İşte kastettiğimiz mutluluğu bu olumsuzlukların bozmaya gücü yetmiyor. Bu gün ve önümüzdeki epey bir süre mutluluğumuz bütün dertlerimizi unutturmaya yetecek!


Neden olmasın Fenerbahçe Sevilla’yı 3-2 yendi…


Hani maça başlarken Sevilla’lı Fransız futbolcu elini Allah’a açıp dua ederken, Fenerbahçeli futbolcunun istavroz çıkadığı maçta.


Terörün, enflasyonun, sağlığın, eğitimin ne önemi var? Avrupa’nın bazı ülkelerinde Türk evleri kundaklanıyor, Türk kardeşlerimiz katlediliyor, ne önemi var? Kalan sağlar yeter bize.


Vakıflar kanunu da ne oluyor?


Sabahın 05’inde bile canlı yayında futbol konuşuluyorsa, konunun öneminden dir!


FB’nin Sevilla’yı yenmesi tabii ki çok güzel, çok gurur verici. FB’ yi gönülden tebrik ediyoruz.


İyi de, tepemizde baykuşlar antreman yaparken, Dünyadaki varlığımıza dazlakların bile tahammülü kalmadığı bu dönemde, taraftarları biri birine düşman yapacak derecede tahrik edici yorumlarla dolu, uzun uzun spor programlarına ne gerek var?


Bu sürenin bir kısmı bari eğitim, kültür, trafik, sağlık, kardeşlik, birlik ve beraberlik için kullanılamaz mı?


Günün 24 saatindeki yayınların, spor ve magazin için harcanan kısmı sizcede çok abartılı değil mi?


Gençliğimizde çok beğendiğim bir slogan öğretilmişti bize:


“Ey Vatan, dinsin gözyaşların. Yetiştik çünkü biz!”


Bu yangının içindeki umursamazlık hastalığının ortasında, en azından şunu haykırmamız gerekmez mi?


Ey vatan ağla, hastayız çünkü biz!


Ama iyileşeceğiz, iyileşmek mecburiyetindeyiz. Çünkü bütün İslam ve Türki devletlerin bizden büyük beklentileri var.


Allah şifalar versin.

Geleceği Dert Edinenler

0

Mars’a gönderilen Phoenix (Anka Kuşu) isimli uzay aracı, bu gezegende hayat olup olmadığını incelemek üzere Mars’a indi. On ay önce yola çıkan “Anka Kuşu” Mars’ın kuzey kutbunda buz halinde bulunduğu tahmin edilen suyu araştıracak. Suyun olduğu yerde insanların yaşayabileceği uygun bir ortamın olabilmesi mümkün görüldüğünden bu çalışmaların sonucundan bilim adamları ümitli görünüyorlar.


Uzay çalışmalarının bu aşamaya gelmesi onlarca yıl süren çalışmaların sonucu. Eğer Mars’ta hayat olduğu anlaşılırsa bu bilginin insanların kullanabileceği hale gelmesi çok uzun yıllar alacak. Yani bugün bu çalışmaları yapan bilim adamlarının ve bu çalışmalar için bütçe ayıran ve destekleyen devlet adamlarının ömürleri bu çalışmalardan faydalanmaya yetmeyecek.


Ama bu çalışmalar yıllar önce başladı ve daha yıllarca da sürecek. Birileri sadece bugünü değil geleceği, çocuklarının, torunlarının geleceğini ve hatta daha sonrasını, birkaç nesil ötesini düşünerek çalışmalar yapıyor.


***********************************


ABD’nin Afganistan ve Irak’a müdahalesinin gerçek sebebinin, gittikçe azalan petrol, doğalgaz gibi enerji kaynaklarının en çok bulunduğu bölgelerde ve enerjinin dağıtım yollarında hâkimiyet sağlamak olduğunu herkes biliyor. 


Ekonomik olarak ciddi atılımlar gösteren Çin, Hindistan ve yeniden devler ligine ağırlığını koymaya başlayan Rusya’nın ihtiyacı olan enerji kaynaklarını bugünden kontrol edemezse çeyrek asır içinde bu ülkelerle rekabette çok zorlanacağını bilen ABD, bugünden tedbir almaya çalışıyor.


Bugün ABD’yi yönetenlerin çoğu çeyrek asır sonra yaşanacak sıkıntıları görmeyeceği halde gelecek nesil ABD’lilerin refahı ve dünya liderliği için bu stratejik hamleleri yapıyor. Bu hamlelerin getirdiği maddi ve manevi sıkıntıları göze alıyor.


***********************************


Batılılar, Osmanlı Devletini yıkmak için çok uzun yılları kapsayan stratejik kararlar aldılar, sabırla uyguladılar ve nesiller süren çalışmalarla hedeflerini 20. yy’ ın ilk çeyreği dolmadan gerçekleştirdiler.


1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması ile Batı sermayesine sağlanan imkânlar ve 1854’te başlayan dış borçlanmanın ekonomik çöküntüyle sonuçlanması ve bunun sonucu Batı’nın siyasi taleplerine dayanamayan Osmanlı. Tamamen Batı’nın isteklerine uygun olarak yapılan ve 1839 Tanzimat Fermanı ile açıklanan düzenlemeler. Daha sonra 1856 Islahat Fermanı ile gelen “reformlar”.


Projenin ilk aşaması Osmanlı Devleti’ni ekonomik açıdan bağımlı kılmaktı. Daha sonra beslenen ve kışkırtılan ayrılıkçı güçlerin karşısında güçsüz kalan Osmanlı’nın parçalanma riskine karşı, denize düşüp yılana sarılması yani siyasi bağımlılık. Son aşama ise cihan devletini yıkıp, parçalarını paylaşmaktı.


Batı’nın bu uzun soluklu projesi harfiyen uygulanmakta iken hesaplara uymayan bir şeyler oldu: Kurtuluş Savaşımız ve yeni Türkiye Cumhuriyetinin kurulması.


Batı’nın halen uzun süreli projelerinin olduğu muhakkak. AB’ ni kurup, dünya güç dengesinde yerini korumak. Ancak bu birlik içinde yer vermek istemediği Türkiye’yi üyelik vaadiyle baskı altında tutarak yarım kalmış Osmanlı projesini tamamlamak.


***********************************


Bir gün SSCB rejiminin çökeceğini, bu rejimin esaretinde inleyen soydaşlarımızla irtibatı kesmemek ve Türk Birliği’ne hazır olmak gerektiğini söyleyen Mustafa Kemal Atatürk’ te, uzun vadeli idealleri ve projeleri olan bir devlet adamıydı. Bir yandan Batı ile ilişkileri iyi tutmaya çalışırken, diğer taraftan Afganistan’la, Ortadoğu ve Kafkaslarla yakından ilgilenmesi bu ufkunun eseriydi.


**************************


Günümüzde bazı aydınlar gibi biz de sık sık endişelerimizi dile getiriyoruz. “AB ve ABD baskısıyla yapılan bazı hukuki düzenlemeler ve yürütülen dış politika uzun vadeli bir projenin aşamalarıdır. Türkiye’nin bağımsızlığı ve bütünlüğü tehlikededir” diye feryat ediyoruz.


Tanzimat’tan bu yana artık “gâvura gâvur demek yasaktır” ancak müjdeler olsun(!) TCK 301 değişti, artık Türklüğe hakaret serbesttir. “Uyum yasaları” adıyla çıkarılan birçok düzenleme yanında “Vakıflar Kanunu”, “Petrol Kanunu”, madenlerimizi yabancıların işletip yüzde 90’ını götürmelerine imkân tanıyan hukuki düzenlemeler, halen tamamen yabancılaştırmaya dönmüş olan özelleştirmeler ve “yabancı sermayeyi teşvik” adına verilen tavizler Türkiye’yi çökertme projesinin parçaları olabilir aman dikkat diyoruz.


Mevcut durumdan nemalananlar ile sadece birkaç senelik ufku olanların böyle bir tehlikeyi görmemesi gerçeği gizleyebilir mi? Tehlikeden bahsedenlerin “vehim ve sebepsiz korku içinde olmakla” suçlanmaları, yaratılan psikolojik yıldırma ortamı birçok sesi kesmiş durumda. İdam korkusu Galile’ye Engizisyon Mahkemesi huzurunda “dünyanın dönmediğini” kabul ettirmişti. Ancak Galile’nin ölüm cezasından kurtulduğu mahkeme salonundan çıkarken söylendiği gibi: “Ama dünya yuvarlak ve yine dönmeye devam ediyor.”

Kurumlarda Halkla İlişkilerin Önemi

Halkla İlişkiler mesleği günümüzün en etkin mesleklerinden biridir. Yakın geçmişe kadar pek de önemsenmeyen bu birim artık tüm kurum ve kuruluşlarda, şirketlerde ilk kurulması düşünülen alan olarak gözükmektedir. Çünkü Halkla İlişkiler, hayatın toplumla ilgili tüm alanlarında geçerli olan, organizasyon ve kurumun “sosyal ruh”unu oluşturan çok yönlü bir çalışmadır.


Halkla İlişkiler, kar amacı gütsün yada gütmesin tüm kurumlar için günümüzde önem kazanan faaliyetlerden biridir. Ekonomik rekabetin artması , uluslararası ilişkilerin önceki yıllara göre kıyaslanamayacak ölçüde gelişmiş olması , kitle iletişimindeki gelişmelerle dünyamızın küçük bir köye dönüşme yolunda hızla ilerlemesi halkla ilişkilerin önem kazanmasında etkili olmuştur.


Halkla ilişkilere yeterince önem verilmeyen kurumlarda bu meslek, hazırlanan basın bültenlerini gazetelere, dergilere veya televizyonlara göndermek şeklinde işlev görmektedir. Halkla ilişkileri bu dar çerçeveye sığdıramayız. Bu sebeple öncelikle halkla ilişkilerin tanımını yapmak gerekir.


Bu kavramın birçok tanımı olmakla birlikte en belirgin olanı; bir kurumun toplumla bütünleşme yönünde harcadığı çabaların tümü olarak ifade edilebilir. Ancak her kurumun yaptığı işlev gereği hedef kitlesinde farklı insan toplulukları olabilir. Örneğin; bir hükümet için halk ülkede yaşayan insanları, bir dernek için kendi üyeleri, bir gazete için okuyucuları, bir spor kulübü için taraftarları, bir firma için müşterileri kapsamına girer.


Halkla ilişkiler departmanının işlevini; belirtilmiş hedef kitleleri etkilemek için hazırlanmış, planlı, inandırıcı iletişim çabası, bir kuruluşu çalışanlarına, müşterilerine, bağlantılı olduğu kişilere sevdirme ve saydırma sanatı, kuruluşun dış çevreleriyle iyi ilişkiler kurulması ve bu ilişkilerin yönetimi, doğru olanı yapıp halk tarafından beğenilme veya dost kazanma politikası gibi fonksiyonlarla da açıklayabiliriz.


Ayrıca halkla ilişkilere; özel yada tüzel kişilerin belirtilmiş kitlelerle dürüst ve sağlam bağlar kurup geliştirerek onların olumlu inanç ve eylemlere yöneltilmesi, tepkileri değerlendirerek tutuma yön vermesi, böylece karşılıklı yarar sağlayan ilişkiler sürdürme yolundaki planlı çabaları kapsayan bir yöneticilik sanatıdır da, diyebiliriz.


Halkla ilişkiler çalışmalarında izlenen belirli amaçlar vardır. Bu amaçlar işletme açısından ve toplumsal açıdan olmak üzere ikiye ayrılır. 



  1. İşletme Açısından

    Günümüzde artık halka açılmayan, onunla bütünleşmeyen, halkın ihtiyaç ve eğilimlerini dikkate almayan işletmelerin uzun ömürlü olma şansları yoktur. Bu nedenle işletmelerin kendi bünyelerinde oluşturdukları halkla ilişkiler politika ve uygulamalarından başta ekonomik içerikli olmak üzere birçok beklentiler vardır. Bu beklentiler özet olarak şöyle sunulabilir:



    • Özel girişimciliği aşılama.
    • İşletmeyi koruma.
    • Finansal güçlenme.
    • Saygınlık Sağlama.
    • Satış artırma.
    • İş gören bulma.
    • Endüstri ilişkilerini geliştirme.

  2. Toplumsal Açıdan
  3. Toplumsal açıdan olaya bakıldığında ise halkla ilişkilerin amaçları şöyle özetlenebilir

    • Halkı aydınlatmak.
    • Halkın yönetimle olan ilişkilerinde işlerini kolaylaştırmak.
    • Halkla iş birliği sağlayarak hizmetlerin daha çabuk ve kolay görülmesini sağlamak.
    • Halkın; dilek, istek, tavsiye, telkin ve şikayetlerini dinlemek, aksaklıkların giderilmesi için çalışmalar yapmak.

Günümüzde halkla ilişkiler işletmenin önemli fonksiyonlarından biri olma niteliği kazanmıştır. Belirli boyutlara ulaşmış her işletmenin bünyesinde halkla ilişkiler bölümü görmek yada uzman elemanların görevlendirildiğine tanık olmak olasıdır. Artık işletmeler kamuoyunu olumlu yönde etkilemek, kalıcı izler bırakmak peşindedir. Toplumun beğeni ve desteğini kazanmış bir işletme kolay kolay yıkılmaz. Bu düşünce ve inancı benimseyen işletmelerin sayısı giderek artmaktadır.   


Kamuoyunda belirli bir firma imajı yaratan işletme uzun dönemde kazançlı çıkar. Halk tarafından dürüst, güvenilir bir firma imajı ile tanınan ve anılan bir firmanın elde edeceği birkaç olumlu etkiden söz edilebilir:



  • Firma ürettiği mal ve hizmetleri pazara kolayca sokabilir. Örneğin; kamuoyunda güvenilir bir kurum kimliği imajı vererek benimsenen bir işletmenin üreteceği her türlü mal ve hizmete ilgi ve güven kolaylıkla sağlanır. Üstelik firma, ürünlerinin fiyatını diğer firma ürünlerine göre daha yüksek tutsa bile pazar payını büyütebilir.
  • Kamuoyunda belirli bir üne sahip olan firmanın kredi kuruluşlarından daha kolaylıkla finansal destek sağlayacağı bir gerçektir. Firma zor günler yaşasa ve finansal darboğazlarla karşılaşsa bile bankalar kredileriyle daha önce iyi ilişkiler kurmuş olan firmaya yardımcı olmaya çalışır.
  • Kuruluşlar kamuoyunda saygın bir şekilde kendilerinden söz edilmesini istiyorlarsa ve tüketici kitlelerle ekonomik çıkarları karşılıklı olarak geliştirme uğraşı veriyorlarsa güçleri oranında halkla ilişkiler çalışmalarına girmek durumundadırlar.

Sonuç olarak, çevre ile ilişkilerini canlı tutan ve sorumluluk bilinci içinde hareket ederek gizlilikten uzak duran kurumlar, başarılı bir şekilde varlıklarını devam ettirirler. Diğer bir anlamda halkla ilişkilere önem veren kurum ve kuruluşlar, hedef kitlesi ile her konuda, etkin iletişim içinde daha başarılı sonuçlara ulaşırlar.


Kaynaklar


Halkla İlişkiler – Prof. Dr. Alaaddin Asna


Halkla İlişkiler Nedir?  – Prof. Dr. Filiz Balta Peltekoğlu


Türkiye’deki Halkla İlişkiler Uygulamaları – Arzu Çekirge Paksoy


Çağdaş İşletmelerde Yeni Bir Güç Olarak Halkla İlişkiler,Tanımı ,Önemi ve Gelişimi – Ramazan Çamlıdere


Ders Notları –  Trakya Üniversitesi

Türkler insan değil mi?

0

İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi tarafından düzenlenen “Çevre ve Din” Milletlerarası Sempozyumu  çok faydalı geçti. İ.Ü. Merkez Binası’nda yapılan  ve iki gün süren toplantıda  din ve çevre konusu  18 oturumla ele  alındı.  Birbirinden güzel ve iyi hazırlanmış tebliğler sunuldu. İslam’da çevreye bakış ve çevrenin korunması  örneklerle işlendi.  İnsan, hayvan ve tabiatın  istismar edilmemesi gereken varlıklar olduğu  ve nimetin değerinin bilinmesine işaret edildi. Tükenmeden tüketim ve çevrenin aşırı istismarının doğuracağı çevre sorunları  ele alındı.  Bu bakımdan İ.Ü. İlahiyat Fakültesi Dekanı Sayın Prof. Dr. Fahri Kayadibi ve arkadaşlarını tebrik ederiz. Bu tebliğlerin çoğunun okullarda, camilerde anlatılması  insanımızın insana,  tabiata ve hayvana olan bakışını değiştirecektir. Yaratılmış her şeyin bir hikmeti olduğu, yaratılana saygının aslında  yaratana saygı olduğu  fark edilecektir.  Maalesef insan  Allah tarafından kendisine  bahşedilen nimetleri kaybettiği zaman onların değerini anlıyor.


Yine geçen hafta “Kosova’dan Telafer’e Türkün Varlık Mücadelesi”  konulu bir toplantı vardı. Konuşmacı olarak katıldığımız bu toplantıda   Kosova’dan Telafer’e Türk’ün insan hakları mücadelesi  ortaya konuldu.  Bir Türkmen şehri olan Telafer’de Amerikan ordusunun ver peşmergelerin halkla nasıl savaştığı ve işkenceler yaptığı gösterilen filmle ortaya kondu.  Böylece Irak’a getirilen emperyal demokrasinin  ne tip bir  zulüm makinesi olduğu  görüldü.  


Aslında evrensel bir değer olan insan hakları konusu  içeride malûm çevrelerce  hep Devlete  ve Cumhuriyete  karşı kullanılır, ama  milli sınırlarımız dışında insan hakları ortadan kaldırılan soydaşlarımızın meseleleri görünmek istenmez.


Doğu Türkistan’da ve Kazakistan’ın Semey bölgesinde gerçekleştirilen nükleer denemelerin  düşük ve sakat doğumlara sebep olduğu bilinmektedir.  Doğu Türkistan’da zorunlu kürtajlar Türklere uygulanır.  Avrupa’da daha önce liberal olan bütünleşme (entegrasyon) politikaları bugün Türk ve İslâm düşmanlığı ile doludur. İslâmı Almanlaştırdıktan sonra  vatandaşlarımızı kabul etmeyi hedefleyen  Almanya’da vatandaşlığa geçmek için  sorulan sorular insan hakları ihlali değil midir?  Irak’ın Balat şehrinde düşürülen nakliye uçağımız  esrarını korumaktadır. Almanya’da, İngiltere’de, Danimarka’da ve diğer Avrupa ülkelerinde vatandaşlarımıza ve bilhassa gençlerimize yönelen ölümle sonuçlanan ırkçı saldırılar  unutulabilir mi?  Avrupa’da evleri ile yakılan vatandaşlarımızın  suçluları yakalanabiliyor mu? Yakalananlar neden takipsizlik kararı ile serbest kalabiliyor? Ludwigshafen’de yakılan ve öldürülen vatandaşlarımızın  ırkçı Alman katilleri  süre aşımından nasıl faydalanabiliyor?  Avrupa ülkelerinde polisin haksız yere işkenceye tabi tuttuğu vatandaşlarımızı koruyabiliyor muyuz?   Viyana’da eşofmanının yakasında ayyıldızlı rozet var diye, hastahane hastahane dolaştırılan ve ölüme terk edilen  vatandaşımızın  yaşama hakkı yok muydu? Bu insan haklarına girmiyor muydu?  Kosova’da  bir dönem  anayasada resmi dillerden biri olarak yer alan Türkçe  neden  devre dışı bırakılmıştır?


Bu ve bu gibi  insan hakları ihlallerini  sorgulamak  ve  yükselen ırkçılıktan, İslam düşmanlığından hesap sormak yerine; biz Türkiye’de  birbirimize karşı çeteler yaratıyoruz. Yargısız infazlar yaparak siyasi linçlere girişiyoruz.  Ergenekon soruşturması iddianamesinin hazırlanması  kaç ay daha sürecek?  Bu bir insan hakları ihlâli değil mi?  Elele vererek asıl uğraşmamız gereken konuları bir tarafa bırakmış, ülkeyi soymak ve soydurmakla  uğraşıyor, küresel  sermaye ile işbirliği yapıyoruz. Hürriyetleri sınırlıyoruz. Tenkit ve muhalefet yapanların gazete ve televizyonlarını ele geçiriyoruz. AB yetkilileri sömürge müfettişi gibi  saygısızca beyanlarda bulunuyorlar. Yönetenlerde ses yok. Meşruiyeti yabancının dudağında arıyoruz. Bu saygısız  AB yetkililerini  bu kadar bağrınıza basıyorsanız; gelin onları milletvekili de yapalım. Yabancı futbolcu olur da; yabancı milletvekili neden olmasın?  Belki dışarıda itibarımız artar! Rusya’yı ayağa kaldıran Putin’den ülkeyi yönetenlerin alacağı o kadar şey var ki… Giderayak Putin  telekomünikasyon, enerji ve doğal gaz kaynaklarına yabancıların girişini yasakladı. Biz ise; en kârlı ve stratejik  kuruluşlarımızı yabancılara  satmıyor, bağışlıyoruz.  Demokrasi, küreselleşme ve AB macerası  adına…

Gençleri Anlamak

0

Gençliğe adanmış bir bayramın ertesinde gençliğimizin istenen vasıflarda olup olmadığını sorgulamak ve konu üzerinde biraz düşünmek yararlı olabilir.


Belki de bütün insanlık hayatı boyunca rastlanan “gençlerde ahlak bozuldu, büyüklere saygı kalmadı” tarzı beylik yakınmalar ve “iletişim imkânlarının artması, sinema, TV, internet gibi hayatımıza giren teknolojik gelişmeler yozlaşmaya yol açıyor, gençlerin ahlakı bozuldu” gibi bilimsel ambalajlı şikâyetler gerçekten doğru mudur? Belki de objektif ve hatta empati (duygudaşlık) ile durumu kavramaya çalışmamız daha uygun olacak.


Zira gençlik dönemini geride bırakmış olanların buna benzer yakınmalarının haksız olduğu, zaten kendi neslinin hazırladığı ve biçimlendirdiği şartların ürünü olandan şikâyet anlamına geldiği söylenebilir.


Sözün başında ifade etmek isterim ki, ben temel değerler bakımından gençlerimizin önceki nesillerden çok farklı olduğunu düşünmüyorum.


Zamanla bazı şekil şartlarında değişiklik olmaktadır. Mesela bizim babalarımızın çocukluk döneminde genellikle, babalar çocuğuna sevgisini alenen göstermez, evladını kucaklamaz, öpmezmiş. Çocuklar ise babalarına saygılarından onu ayakta karşılar, yanında oturmaz, konuşmaz, herhangi bir soru sormazmış.


Bizim nesilde baba evlat ilişkilerinde bazı şekli değişiklikler oldu. Babalar çocukları ile konuşur, sevgisini açığa çıkaran bazı davranışları daha açık yapar hale gelmişti. Çocuklar da artık babalarının yanında oturabiliyordu, ancak bu oturuş derli toplu, kaykılmadan, bacak bacak üstüne atmadan belirli bir edep sınırı içinde olabilirdi.


Yeni nesilde ise, babalar evlatlarına sevgilerini çok daha rahat ifade edebildikleri davranışlar sergiliyorlar. Daha küçüklüğünden itibaren onlarla oynamak, beraber ders yapmak, duygularını paylaşmaktan hoşlanıyorlar. Hatta çoğu ailelerde evin reisliği (mutlak hâkimiyeti) çocuğun eline geçiyor. Çocuklar artık babalarının yanında alabildiğine kuralsız bir şekilde oturabiliyor, hatta “baba sen ayaktasın bana bir su verir misin?” gibi sözler edebiliyor.


Bütün bunlara rağmen ben gençlerimizin çoğunluğunda büyüklerine saygı ve sevgi duygusunun (en az önceki nesiller kadar) var olduğu kanaatindeyim. Hatta çoğumuzun yadırgadığı kulağı küpeli uzun saçlı erkek delikanlılar ile rengârenk saçlı, dağınık kıyafetli genç kızlarımızda da aynı güzel duyguların var olduğunu görüyorum.


Özellikle 14-21 yaş arasında yoğunlaşan kendi kişiliğini oluşturma ve kabullendirme döneminde gençlerin davranışlarındaki farklılık, iki nesil arasında çatışmaların başlangıç noktası olmakta. Bu dönem bizim neslin zihninin alışkanlıklarıyla kavranması zor bazı davranış biçimleri şeklinde tezahür edebiliyor.


Prof. Üstün Dökmen’in bu konuda anlattıkları, birçok ebeveyni rahatlatabilir ve hatta evlatları ile ilişkilerinde güzel gelişmelere yardımcı olabilir. (Aklımda kaldığı şekliyle mealen aktarıyorum) “Kendini arayış döneminde mesela lise çağındaki çocuğunuzun kravatını göğüs hizasında gevşek bağlaması, gömleğinin ucunu dışarıya sarkıtması, ayakkabısını bağlamaması, yırtık kot pantolon, garip resimli tişört gitmesi sizi rahatsız edebilir. Ancak düşününüz ki çocuğunuzun bu özel halini bundan beş sene sonra asla göremeyeceksiniz. Tıpkı bebekliğindeki halini bugün göremediğiniz gibi. Onların bugünkü o çok özel hallerinin keyfini çıkarmaya bakın.”


Ahmet Turan Alkan’ın şu ifadelerine katılıyorum: “Benim için her neslin gençliği ezelle ebed arasındadır ve hep birbirine benzer. Gençken başkalarının tecrübesini ciddiye almayı çok az başarabildim; şimdiki gençlerin de aynı zaafla malûl olduğunu görünce üzülmüyor, gülümsüyorum. Hatta gençliğe mahsus hata ve arızalardan uzak birini gördüğümde tedirginliğe kapıldığım bile oluyor. Yaşlılar gibi davranan bir genç kuşak ne büyük kâbus olurdu!


Gençlerimizin bizim neslimize göre daha sorgulayıcı, araştırmacı, yeniliklere açık ve girişimci olduğunu düşünüyorum. Birçok bakımdan bize göre daha iyi yetiştikleri kanaatindeyim. Eksikleri elbette var, ancak karamsar olmamızı gerektirecek kadar değil.


“Gençlerimiz okumuyor, gençlerimizin para ve şöhret dışında idealleri yok, kutsal hedefleri, uğrunda gerekirse can verilecek yüceliklerle duygusal bağları yok” diye üzülüyoruz. Bu konularda gerekli tedbirlerin alınması muhakkak ki gerekli.


Ancak gençlik dönemini geride bırakmış ve genç evlatları olan nesil olarak kendimize soralım. Biz şikâyetçi olduğumuz konularda ne kadar örnek olabiliyoruz? 


Zira en iyi eğitim sözle, nasihatle değil, örnek olmak suretiyle verilendir.

İşyerleri İnsan Kaynakları Politikaları

0

KOİF’08 VIII. İnsan Kaynakları ve İstihdam Fuarı bu yıl Kocaeli Üniversitesi Umuttepe Kampusünde  15,16,17 Mayıs tarihlerinde yapıldı. Ben sizlere 16 Mayıs Cuma günü “ İşyerleri İK Politikaları” konulu panelde aldığım notlardan bahsetmek istiyorum. Panelin konuşmacıları Uzunyol Holding, Koruma Şirketler Grubu ve Tüpraş İnsan Kaynakları(İK) Müdürleriydi.


İlk olarak şirketlerinin işe alma politikalarını anlattılar. Daha sonra başarıya giden yolda uyguladıkları sistemleri  5S, 6 Sigma, Süreç Yönetimi ve Balanced Score Card olarak tanımladılar.  Yetkinlikler ve Kurumsal Sosyal Sorumluluk projelerine çok önem verdikleri dikkatimi çekti. Şöyle ki, yetkinlikler (davranışlar) konusunda çok hassaslar. Mesela, diyelim şirkete bir mühendis alınacak. Kişinin mühendislik fakültesi mezunu ve dil bilmesi gibi mesleki becerilerinin yanında( deneyim olursa iyi olur ya da staj) yenilikçi, kendisini geliştiren, iletişimi kuvvetli, dinlemeyi bilen, lider özellikleri olan çalışanları aramaktadırlar. Şirketlerde  günümüzde en önemli konulardan birinin değişime ayak uydurabilmek ve  kalifiye çalışanı ellerinde tutmak olduğunu ,yeni neslin zorlayıcı, sorgulayıcı( iyi özellikleri) olduğunu  ve onları kaybetmemek için isteklerini yerine getirmeye çalıştıklarının söylediler.


Dikkatimi çeken diğer konu, çalışanlarını örgüte bağlamak için ne gibi çalışmalar yaptıklarıydı. Çünkü işgörenlerinin, şirketlerinde ne kadar mutlu olurlarsa, ne kadar şirketlerini severlerse kat ve kat fazlasını şirketlerine geri vereceklerini biliyorlardı. Günümüzde artık bilgiye ulaşmak çok kolay. Teknolojiye de parası olan herkes sahip olabilir. Önemli olan kalifiye çalışanlara sahip olabilmektir. Bilgi çağında çalışan en büyük sermayedir. Bu konuya da ayrıntılı olarak anlattılar.  Çalışan Memnuniyeti ve Öneri Sistemi uygulamalarının dışında örgüt vatandaşlığı oluşturabilmek için yaptıkları  faaliyetler şunlardır:



  • Aile oramı yaratabilmek, için çalışanların doğum günleri sembolik hediyelerle de olsa mutlaka kutluyorlar.
  • Sanki bir TV şovu gibi bir yılbaşı çekilişi yapılmaktadır. Tedarikçilerden de destek almaktadırlar. Her çalışandan küçük bir kesinti yapılır bu şov için. Ama her çalışan mutlaka verdiğinin en az beş katı hediye kazanmaktadır. Geçen yıl 5 kişi LCD Televizyon kazanmış.
  • Anneler gününde anneler mutlaka kutlanır.
  • 8 Mart’ta mutlaka bir organizasyon yapılır.
  • Mağazalardan özel  indirimlerden yararlanırlar. Özellikle bir çok sağlık kuruluşundan % 20 indirim kazanırlar.
  • Çalışanların başarılı çocukları aileleri  ve basın çağırılarak, şirket turunun ardından kırtasiye setiyle ödüllendirilir. Bu özellikle çok etkili olmuş. Her yıl başarılı çocukların sayısı artmaktaymış. Kardeşler arasında tatlı bir rekabet oluşmuş.  
  • Piknik ve futbol organizasyonu yapıyorlar.

Burada bahsedilenlerin hepsi, üç şirketin uygulamalarının bize anlattıklarını içermektedir. Bunların dışında Sosyal Sorumluluk Projeleri çerçevesinde fidan dikimi ve yöre halkına sağlık ve eğitim konularında destek olduklarını anlattılar. Önemli olanın sosyal sorumluluk projelerine çalışanlarını ne kadar dahil edebildikleri zaman başarılı olduklarını söylediler.


Son olarak şunu öğrendim. Tüpraş  İK  Müdürü  Nezih Akçınar  aynen  şöyle söyledi. “ İK Müdürlüğü sanıldığı kadar zor bir şey değil. Yapılması gerekenler zaten kitaplarda yazıyor. Sistemleri, prosedürleri yazarsınız önemli olan bunları yönetebilmek. Şirket yönetimleri adil, tutarlı davranabildikleri sürece başarılıdırlar.” Nezih Beyin söylediklerine gerçekten katılmamak mümkün değil.


Saygılarımla.