7.8 C
Kocaeli
Pazartesi, Eylül 22, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1301

İzmit; Kimsenin Şehri

Ahmet Hamdi’nin “Beş Şehir”i, Ahmet Turan’ın “Altıncı Şehir”i, Cengiz Çandar’ın “Benim Şehirlerim”i, Haluk Dursun’un “İstanbul’da Yaşama Sanatı” var.


Yozgatlı olmanın dayanılmaz bir ağırlığı, Samsunlu olmanın değişik bir ayrıcalığı, Balıkesirli olmanın bir tadı – tuzu, Mardinli olmanın şanı – şerefi, Edirneli, Adanalı olmanın bir güzelliği ve övüncü, Iğdırlı, Kırşehirli, Muğlalı, Zonguldaklı, Siirtli, Aksaraylı olmanın mutlaka övünülecek bir tarafı vardır. Yoksa bile muhakkak ya “yiğidin harman olduğu yer”dir ya da “kutsal topraklar”dır. Yani ki oraya mensup olamamak üçüncü şahıslar için bir büyük nasipsizlik, hatta içten içe bir eziklik sebebi gibidir.


Ya bu şehrin nesi var? Organize Sanayi Bölgeleri hariç. Sesi yok, titreşimi yok, kent kimliği yok. Her yerde ayrılık – gayrılık; birlik ruhu namevcut. Başka illerin o illerde bile olmayan hemşehrizmi burada bol bol var. Rekabet, serbest piyasa ekonomisi gibi de nereye kadar? Sürgit huzursuzluk, mücadele ve çatışma eşiği..


Türkiye’nin kişi başına en çok yıllık geliri olan, en çok vergi vermede 2. gelen, 81 ilden 80’inin doyduğu, cömert ve eliaçık bir şehir. Hele tarihi ve tabi güzellikleri bakımından Türkiye’deki belli başlı illerle bile yarışır. Sanırım, İzmit’i 5 Yıllık Kalkınma Planında dev bir fabrika olarak (Industry City) tasarladıklarını zannediyorlar. Bu kadar verici bir şehre bu kadar hoyratça bakış olur şey değil. Ve bilhassa minnet, vefa, kadirbilirlik gibi insanı hasletler bakımından.


Hayatında hiç Rize’ye gitmediği halde ömrünün sonlarında bile gönül bağını baba – dede mezarının olduğu bu şehre yönlendirmeyenler mi ararsınız, “İzmit’in yerlisi mi olurmuş” pervasızlığını mı? Merak ettim 100 yıl sonra 200 yıldır ayın şehirde – 10 kuşaktır – oturduğu halde kendini farz-ı misal Artvinli, Erzurumlu olarak mı tanıtacak? Elbette amacına uygun çalışan Hemşehri Dernekleri bir sosyal şemsiyedir. Lakin en azından o şehir doğumlu olması, yetişmesi lüzumu var ki o kültürü de temsil edebilsin.


Hemşehri dernekleri tramplen veya siyasi rulet değildir. 130 yıllık Kocaelili ama Karadeniz kökenli bir sülale mensubu olduğum için iğneyi en yakınıma batırmak isterim. Bahçecik; Laz, Gürcü, Muhacir ayrımından çok çekti. Rize kökenli akrabalarım “Trabzonluya kız verilmez” dediler. Trabzon kökenlinin Trabzon kökenliyi, muhacir bir aileden gelenin muhacir esnafı tercih ettiğini de gördük. Kendi iç birliğimizi sağlayamadık ki dıştakiler bizimle uğraşmayı bıraksınlar. Zira onlar bizim kadar bizle uğraşmadılar. Biliyorsunuz; cehennemde her kuyunun başına zebani dikmişler, bizim kuyunun başında görevli yok. Niye? Her çıkanın ayağından çeken biri vardır da o yüzden.


Geçen 28 Haziran ilk kez Hemşehri derneklerinin ortak organizasyonuyla bir birlik heyecanıyla aralandı. Her yıl artarak sürmesi tek temennimiz. Şehrimizdeki olumsuzluklar hepimizi aynı oranda rahatsız ettiğine göre acilen asgari müştereklerimizi hızlı bir biçimde arttırmalıyız.


İzmit; kimsesiz bir şehir. Neden; aidiyet hissedeni az. İstanbul’a yerleşen 2 yılda İstanbullu, İzmirli oluyor da bu şehirde 70 yıl geçiyor, tık yok. İlaveten, 81 ilde kendi adına kurulmuş tek hemşehri derneğine sahip il de bu il. İzmitliler Derneği diğer hemşehri dernekleri kadar gürbüz değil.


Bu şehir sevimli, bereketli, güzel ve çok renkli, yaşanılası bir şehirdir. İster Ballıkayalar’a gidin, ister Beşkayalar’a, ister Hereke Yaylası’na çıkın ister Menekşe Yaylası’na, ister Çenedağı’na geçin ister Kartepe’ye, ister Çoban Mustafa Paşa Külliyesi’nden su için ister Pertev Mehmet Paşa’dan, ister Halıdere’de denize girin ister Kefken’de, ister Aytepe’de kanyon gezin ister Kerpe’de kayalıklardan denize atlayın, ister Karamürsel sepeti alın kendinize hediye ister Kandıra bezi, ister Yeşilçay Deresi’nden denize kayık gezintisi yapın ister Yuvacık Barajı’nda, ister Döşeme’de şelalenin altında alabalık yiyin, ister Maşukiye’de kaşarlı mantar, ister Pişmaniyeyi tercih edin ister Saray Helvası, ister Bağçeşme’deki kuleden bakın şehre ister Soğuksu’dan, ister göletlerde balıklarla gezinin ister sahil bantlarında, Marinalarda, ister Sapanca’da kürek çekin ister Körfez’de yelken, ister Av Köşkü’nde dinlenin ister Gemi Müzesi’nden. Yürüyüş yolunda, tarihi çınarların gölgesinde yürürken elinizde avucunuzda nelerin olduğunu ve burada olmazsanız neleri kaybedeceğinizi – gerçekten – hiç düşündünüz mü acaba?


Bence şimdi tam sırası.

Hilecilik ve Şehirciliğimiz

Falih Rıfkı Atay, “Çankaya” adlı eserinde Ankara’nın başkent olarak imar ve inşasını anlatırken, milletlerarası bir müsabaka ile seçilen şehir plancısı Profesör Yansen’in, Atatürk ile ilk görüşmesinde şu suali sorduğunu aktarır: “Bir şehir planını tatbik edecek kadar kuvvetli bir idareniz var mıdır?”


Bu söze Atatürk kızmıştır. Ancak uygulamada arsa spekülasyoncuları ile devlet kademelerindeki yetkililerin rant paylaşımı, şahsi menfaatleri için planı delmeleri, ilk gecekondulaşma hareketine göz yummaları gibi sebeplerle, modern bir başkent kurma fırsatının kaçırıldığını anlatan Atay, şu hükme varmıştır: “Sabit olmuştur ki, Mustafa Kemal, şapka ve Latin harfleri devrimlerini başarabilecek kadar kuvvetli bir idare kurmuş, fakat bir şehir planını tatbik edecek kuvvette bir idare kuramamıştı.”


Türkiye Cumhuriyetinin en başarısız olduğu alanlardan birinin şehircilik olduğunu düşünüyorum. Ekonomik ve sosyal olarak sadece bizden daha gelişmiş ülkelerin değil, bizden çok daha geri olan devletlerin şehircilik anlayış ve uygulamalarının, bizden çok ileride olduğu açık bir gerçek. En büyüğünden en küçüğüne kadar (bir kaç istisna hariç) hangi şehrimize giderseniz gidin, cadde boylarında sıralanan binaların diziliş şekli, farklı kat yükseklikleri, bina kimlikleri, ulaşım imkânlar ve yeşil alan eksikliği utandırıcı boyuttadır. (Bu konuda istisna olan şehirlerimizin başında Kayseri geliyor. Modern şehircilik anlayışını yaşatan Kayserililere tebrik ve teşekkürlerimi sunuyorum.)


Cumhuriyetin 85 yıllık macerasında şehirleşme konusunda vardığımız sonuç hiç te iç açıcı değil. Vatan savunmasında eşsiz fedakârlıklar gösteren bir nesil, torunlarına hür bir ülke bırakmak konusunda gösterdiği başarıyı, düzenli ve yaşanabilir şehirler bırakma konusunda neden gösteremedi?


Cumhuriyet tarihimiz boyunca maddi açıdan zengin olarak tanımlanan kişilerden acaba yüzde kaçının zenginliği ranta dayalı veya devlet imkânlarının istismarı sonucudur?


Galiba Türkiye’nin bu durumunun temelinde ahlaki bir zafiyetin yattığını itiraf etmemiz gerekiyor. Toplum olarak “iyi, güzel, doğru, helal ve haram” kavramlarında bir sosyal mutabakatı sağlayamadığımız veya en azından bu kavramları içselleştiremediğimiz ortada. Daha da kötüsü bu zafiyetimiz azalmadığı gibi gittikçe artıyor.


Osmanlı’nın son dönemlerinde şairin, “selam verdim almadılar, rüşvet değildir deyu” şeklinde, şikâyetçi olduğu halin düzeldiğini söyleyebilir miyiz?


“2004 yılından bu yana İstanbul Büyükşehir Belediyesi yaklaşık 4 bin imar planı değişikliği onaylamış ve bu sayı önceki dönemlerde onaylanan tüm imar planı değişikliklerinin birkaç katı” imiş. Sokakta bir anket yapsak, vatandaşlarımıza “bu değişikliklerin kaç tanesi daha iyi bir şehir yaratmak amacıyla yapılmıştır?” diye sorsak, alacağımız cevapların ne olacağını düşününüz. Sadece “Dubai Towers”, “Trump Towers” gibi büyük projelerde değil, ilave kat izni vb yollarla kaymaklı rant imkanı sağlanan bütün imar değişikliklerinde, tarafların dürüstlüğüne ve kamu yararına inanabiliyor musunuz?


“The Wall Street Journal, Türkiye ve Rusya’yı da kapsayan 16 Avrupa ülkesinde hile veya aldatma üzerine bir araştırma yaptırmış. Türklerin yüzde 93’ü vergi hilesinin, yüzde 86’sı sporda şikenin, yüzde 89’u aşk ilişkisinde aldatmanın, yüzde 92’si ise iş ilişkisinde hilenin ciddi bir sorun olduğuna inandığını söylemiş.”


“Araştırmaya göre, Türklerin çoğunluğu Avrupa ülkeleri arasında hilenin en yüksek olduğu ülke olarak önce kendi ülkelerini, ardından İtalya’yı görüyor. Ayrıca yüzde 72’si de hile ve aldatmanın 10 yıl öncesine göre daha yaygın olduğuna inanıyor. 20 bin kişi üzerinden gerçekleştirilen araştırma, hilenin son 10 yılda hızlı bir artış gösterdiği inancının hâkim olduğunu gösteriyor.”


Bu türlü istismarları kanuni ceza korkusu ile önleyemediğimiz gibi, (kendi kimliğini tanımlarken Müslüman olduğunu vurgulayanlar da dâhil), günah korkusunun da caydıramadığını görüyoruz. Kamu yararına karşı, şahsi rant sağlayanlara toplumun bir ayıplamasının da artık kalmadığı, “iş bilenin kılıç kuşananın” şeklinde tanımlanarak, haksız kazanç elde edenlerin saygı bile gördüğü toplumda şehirleşmemiz de düzelmez, gelir dağılımındaki bozulma da iyileşmez.

Wal-Mart Gerçeği

0

Wal-Mart şu an Türkiye pazarına girmedi ama hep konuşulur Wal-Mart Türkiye’ye ne zaman gelecek, biz neler yapacağız diye? Çünkü Wal-Mart gerdiği yeri silip süpürüyor. Wal-Mart bir fenomen. İnsanların alışverişe bakış açını değiştiriyor, fiyatları o belirliyor.


Wal-Mart, bünyesinde 1.6 milyon çalışan barındıran, yılda 7.2 milyar kişinin alışveriş yaptığı, yılın her günü saatte 38 milyon $ lık satış yapılan dünyanın en büyük şirketi. Şöyle bir düşünün, açıldığı bölgede yaşayan insanların % 50’si arabayla 10 dakikada ulaşabiliyorlar ve tüm ürünler % 15 daha ucuz. Nasıl yani diyebilirsiniz? Evet, Wal-Mart en yakın rakibinden % 15 daha ucuz. Şöyle bir hesap yaparsak, ayda 300 milyon mutfak masrafınız varsa bir ayda 45 YTL aynı ürünleri Wal-Mart’tan aldığınız için kar edeceksiniz. Yılda ise 540 YTL. Wal-Mart’ta sadece mutfak malzemeleri yok. Ayrıca mobilyadan bahçe malzemelerine kadar, oyuncaktan bisiklete kadar bir sürü kategori var. Tipik bir Wal-Mart’ta 60.000 değişik ürün var.


Peki Wal-Mart Türkiye gibi bazı büyük pazarlara neden hala girmedi? Çünkü Amerika dışında girmeyi planladıkları her ülkede, Wal-Mart’ın uğraşması gereken bir Amerikan sermayesi karşıtlığı var.  Bu gücün adı milliyetçilik.


Nasıl bu kadar ucuz?


Gelelim şimdi işin diğer boyutuna. Tamam, Wal-Mart çok büyük şirket. Çok büyük alım gücü var. Piyasa fiyatlarını o belirliyor. Ama bu % 15 i nasıl gerçekleştiriyorlar? Kısaca şöyle özetleyebiliriz: Düşük maaşlar, tedarikçiler üzerindeki bitmeyen baskılar, fiyatı ve kalitesi düşük mallar, işlerin yurtdışına gitmesi. Tedarikçiler Wal-Mart’tan çok çekiyor. Bugün 50 liraya aldığını, sonra 45 daha sonra 40’tan almak istiyor. Tedarikçiler için Wal-Mart başlangıçta çok cazip gözükürken daha sonra onun isteklerini yerine getirebilmek için büyük sıkıntılar yaşıyorlar. İflas eden çok şirket var.


Wal-Mart bunu sadece tedarikçilerine yapmıyor. Kendi çalışanların da yapıyor. Milyar dolarlarını yöneten başkan yardımcılarından birinin odasında teşhir için getirilmiş sandalyeler ve şezlong var. Yine kıdemli yöneticiler saat sabah  06:00 da işe gelip akşam 17:00 ila 19:00 arasında çalışıyor. Standart genel müdürlük çalışanı rakiplerine göre % 15 daha fazla çalışıyor.


Bu kadar ucuza satabilmenin bir de diğer boyutu var. Mesela yarım kilo fileto somonu 4.84$ dan yılın belli günleri değil her zaman satıyor. Bunu nasıl başarıyor? Şili’de somon çiftliklerinden getiriyor. Ama oradaki çalışma koşulları (çocuk işçi, fazla çalışma saatleri, çalışma ortamı vs.) yada çevreye zararları (fazla yemlerin okyanusa zararları) kimsenin umurunda değil. Çünkü eğer Wal-Mart bunlara dikkat edin derse fiyatlar % 30’a kadar artabilir. Ya biz? Wal-Mart’tan aldığımız çok güzel bir kazağı çocuğumuza giydirirken, acaba o kazağı yapanı ya da yapılan yeri görsek aynı memnuniyeti duyabilir miyiz?


Toparlarsak Wal-Mart Türkiye’ye gelmedi. Geldiği zaman ne olacak? İlk önce insanlara iş olanağı sağlıyor gözükürken bir – iki yıl içinde rakipleri tek tek kapanacak. Onların sloganı, “Her zaman en ucuz.” Sözlerinde de duruyorlar.


İşte Wal-Mart gerçeği. Hazır mısınız?


Saygılarımla,

Ensemizde Neler Oluyor?

0

Bir taraftan kadim dostumuz(!) ABD, 1 Mart tezkeresinden dolayı, şimdiye dek gizlediği kinini, artık aleni olarak kusmaya başladı ve her fırsatta intikam imasını dillendirmekte…


Uzun yıllardan beri bizden istediği her şeyi kolayca elde eden ABD,  bu tezkerenin reddi ile belki de ilk defa istediğini alamamıştı.


Kinini gizleme gereğinden de, bu alışık olmadığı ret cevabından dolayı vazgeçti.


Son olarak ABD’nin Ortadoğu politikasını şekillendiren Mark Kirk, “ABD eskiden Türkiye’nin AB üyeliği için Almanya ile çarpışmaya bile hazırdı. Ama bizim size ihtiyacımız olduğu zaman siz ortada yoktunuz! 1 Mart tezkeresinden sonra Türkiye’nin önemi yüzde 90 azaldı diyebilirim. ABD artık Türkiye’den hiçbir şeye karışmamasını bekliyor.” diyor.


Yani 100 yılda bir defa, istemeye istemeye (!) sırtımızdan indirdik, sırtımızda taşıdığımız asır bir kalemde yok oldu.


İşte böyle nankör dostlarımız (!) var bizim.


Öyle ya Irak, artık istedikleri gibi kullanabilecekleri kocaman bir alan, İncirlik’e ne gerek var?


Ayrıca hala kullanabilecekleri birkaç devletçik de ellerinin altında.


Mark Kirk denen zat, bu ülkeciklerden Ürdün ve Kuveyt’i kastederek “İkisi de çok iyiler ve bize büyük destek veriyorlar.” diyor. Bu söz de, bizim adımıza aba altındaki sopa…


Bu kapsamda Ermeni soykırım saçmalığını da, bir tehdit unsuru olarak hep gündemde tuttuğunu da unutmamak gerekir.


Diğer taraftan Fransa dışişleri bakanı Erbil’e gelip (illegal) bir elçilik kurduğunu açıkladı. Ki şüphesiz bunu diğer birçok AB ülkesi takip edecektir. (Kurulacak bir Kürt devletinin 48 ülke tarafından tanıyacağına dair haberler dünya basınında 2 yıl önce yayınlanmıştı.)


Ardından yine Fransa öncülüğünde AB ordusu kurma kararı konuşuluyor.


Hem de Türkiye dışlanarak yapılıyor bu organizasyon.


Bu ordunun kontrolü de, yıldızımızın en barışıksız olduğu Fransa, Almanya ve Polonya ya veriliyor…


Ve son kahpelik. Tam bir komedi;


Türkiye’nin sınır ötesi harekâtına Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde dava açıldı.
Hem de Özgürlük getirme bahanesiyle Irak’ı kana bulayan iki ülkeden biri olan İngiltere’nin densiz bir Avukatı tarafından. 


1,5 milyon Irak’lıyı katleden, 800 bini aşkın Iraklı kadına-kıza tecavüz eden çapulcuları görmezden gelen, Avukat mıdır soytarımıdır bilinmez ama birçok Avrupa ülkesinden destek alacağı kesin.


Şanlı bir Osmanlı tarihi bütün ihtişamı ile sayfaları süsledikçe ve biz bu tarihe layık olmayıp, küçük siyasi hesaplar peşinde koştukça bu baskılar devam edecektir.


Bazıları Domatesimizi gümrükten geri gönderecek, bazıları gözümüzün üstündeki kaş’ı fark edecekler.


Eşsiz coğrafi yapımıza salyalar akıtanların baskılarından kurtulmanın yolu;


Gerçek bir eğitim sistemi, iç barış, kendimize saygı, teknolojide bağımsızlık ve başta Bor olmak üzere yer altı potansiyellerimizi harekete geçirerek enerji de güç sahibi olmaktır.


Tabi kendimize ait bir Anayasanın da biran evvel yapılması da şart.


Çünkü dünyanın bir sürü ülkesinden çalıp çırptığımız maddelerle oluşturduğumuz Anayasa bize yar olmadı, cübbeyi demokrasinin üstüne çıkardı, iç barışı sağlamaya yetmedi…


Ve tabii 411’in 9’dan büyük olduğunu kabullenecek vicdanlar…


Ensemizde kirli oyunların oynandığı şu dönemde Cenab-ı Hak, vicdanlarımızı Pentagondan daha uzak eylemesin…

Duygu Sağırlığı

0

-Üstadım, ben de, fıkralara Temel gibi, konu olmak üzereydim.


-Anlat bakayım Kertenkele! Konu nedir, Temel’le ne alakan var senin?


-Üstadım, bir gün, Temel’e tanımadığı biri “Ne kadar espritüelsiniz.” demiş.


-Sonra?


-Temel, her ihtimale karşı, onu vurmuş.


-Bu fıkranın seninle ilgisi ne?


-Doktor, bana sen “aleksitimiksin” dedi. Az kalsın, onu vuracaktım. Bana küfretti sandım. Üstadım, bana doktor niçin öyle dedi?


-Kertenkele, “aleksitimi “, yeni bir terim. Duygu sağırlığı, duygu körlüğü gibi sözlerle karşılanıyor Türkçemizde. Psikiyatrist Kemal Sayar, bu kişilerin, duygularını tanımakta, tanımlamakta, anlatmakta zorluk yaşadığını söylüyor. Bazı duygulara kapalı olmak, bazı duyguları yaşayamamak veya yaşanan duyguları aktaramamak, hep aleksitimi olarak ifadelendiriliyor. Gördüğüm kadarıyla sende duygularını dillendirme yoksunluğu yok; sadece yoğunluktan kaynaklanan bir duygu sağırlığı var. Saplandığın duyguların, başka duyguları yaşamanı engelliyor. Buna ne denir, bilmiyorum; ama fanatiklerde görülen bir ruh hali seninki. Gömüldüğün duygularında o denli yoğunlaşıyorsun ki güneşin, yoğunlaştıkça yıldızları karartmasına benziyor bu halin.


-Üstadım, beni ne kadar güzel tanımışsınız ve tanımlıyorsunuz! Ben ancak bu kadar anlatılabilirim. Size göre ben aleksitimi ve tedaviye muhtaç değilim, değil mi?


-Tedaviye muhtaçlığımız, ruhumuzun ve bedenimizin, yaşamamız için belirlenen standartların altında ya da üstünde olmasıyla belirlenir. Bizde ve çevremizde rahatsızlık uyandıran her belirti, tedaviye muhtaçlığımızın işaretidir. Sözgelimi, bir ağrıdan bedeninin herhangi bir uzvu rahatsız oluyorsa siz bedensel olarak tedaviye muhtaçsınız. Davranışlarınızdan, tutkularınızdan, öfkenizden ya da sevginizden siz ya da başkaları rahatsızsanız tedaviye muhtaçsınız. Takıntıların var mı, öfkelendiğinde zapt edilmez biri mi oluyorsun, sevgin kısa sürede nefrete dönüşüyor mu, başkalarının önemsedikleri sana önemsiz, başkalarının önemsemedikleri sana önemli mi geliyor; bunların tamamının ya da birinin olması, size tedaviyi gerekli kılabilir. Biz, her durumda orta yol denen ölçüyü terk etmemeliyiz.


-Üstadım, Temel, Almanya’da, otoyolda ters yola girmiş. Bunu gören polis, bir taraftan Temel’i kovalıyor, bir yandan da diğer sürücülere, “Dikkat, dikkat; bir araç otoyolda ters istikamette hızla ilerliyor!” diye anons ediyormuş. Anonsu duyan Temel de “Ne bir araç, bu memlekette bütün araçlar ters gidiyor.” diye söyleniyormuş. Bunun gibi, bu memlekette nedense bazıları, benim güldüklerime hiç gülmüyor, anlamsız bulduğum şeyler için yeri göğü inletiyor. Bende mi yoksa bu insanlarda mı bir tedaviye muhtaç hal var?


-Kertenkele, önce şunu bilmeliyiz: Duygular yok edilmez, sadece yön değiştirir. Duyguların şiddetini ve yönünü kişinin yaşı, beklentileri, çevresi, dünya görüşü belirler. Çocukluğumuzda duygularımızı harekete geçiren bir durum, ileri yaşlarda bize anlamsız gelebilir. Beden gibi, duygular da eğitilebilir. Frekansı iyi ayarlanamayan duygular kişiye ve çevreye zarar verebilir. Bize değer katan duyguların yüksekliği de bizi harekete geçiren değerle orantılıdır. Herkes, kendi kitabına göre konuşur, düşünür. Kişi olarak, yönlendirdiğimiz duygulardan da sorumluyuz. Sevgimiz, öfkemiz, merhametimiz, küskünlüğümüz, kinimiz, gururumuz, hüznümüz, kederimiz ne için, neye karşı oldu? Duygularını doğru nedenlere yönlendirmişsen senin korkmana, kendinden şüphelenmene gerek yok. Duygularının sonunda ortaya çıkan eserin niteliği, duygularının doğruluğunun ya da yanlışlığının aynasıdır. Duygu pusulasını doğru kullanan kişi, herkesin “Eyvah!” dediği o günde yaptıklarından pişmanlık duymaz. Bazen, “Bilmiyorum, görmedim.” demek nasıl erdemse bazı duygulara sağır olmak da erdemdir. Bu sağırlık, kişiyi ayrıcalıklı kılar.


-Üstadım, o kadar veciz cümleler söylediniz ki, bunların hangisi sorumun cevabı oldu, anlayamadım.


-Demek ki sende anlama sağırlığı var. Kulağını dört aç. Zihnin uyanık, duyguların istikamet üzere olsun.

Avrupa Birliği Kurumlar Vergisi Uyumlaştırması Ve Türk Vergi Sisteminin Uyumu

0

Avrupa Birliği üye ülkeleri, aralarında oluşabilecek haksız vergisel rekabeti önleyebilmek amacıyla vergi mevzuatlarını yakınlaştırmaya çalışmaktadır. Ancak dolaysız vergilerde uyumlaştırma çalışmaları, üye ülkelerin vergileme yetkisini kısıtlayarak ulusal egemenliklerini de olumsuz yönde etkileyeceği düşüncesinden ve vergi direktiflerinin her ülke tarafından veto hakkına sahip olmasından dolayı yavaş ilerlemektedir. Bu nedenle vergi uyumlaştırmasında dolaysız vergiler açısından önemli mesafeler kaydedemeseler de AB ülkelerinde dolaysız vergiler konusunda var olan farklılıklar belirlenerek bazı ortak görüşlerin alınması gerçekleşmiştir. Türkiye ise 5422 Sayılı Kurumlar Vergisi Kanunu üzerinde büyümeyi hedefleyen, gönüllü uyumu sağlayan, geniş tabanlı ve düşük oranlı kurumlar vergisi sistemini destekleyen düzenlemeler yaparak 21 Haziran 2006 tarihinde kabul edilen 5520 Sayılı Kurumlar Vergisi Kanunu ile AB vergi müktesebatına uyumu sağlamaya çalışmaktadır.


Şekil 1. Türkiye ve AB–27 Ülkelerin 1995–2007 Yılı Kurumlar Vergisi Ortalama Oranları(%)



Kaynak: Gelir İdaresi Başkanlığı, 2007; OECD The Tax System in the Czech Republic, 2000; Worldbank, Comporate Icome Taxation and FDI in  the EU, 2007; Facta Uiversitatis, Corporate Income Tax in EU Countries Analysis, 2002; Ferhatoğlu, 2006a, OECD Taxation of Corporate and Capital Income, 2006.


Şekil 1’de Türkiye ve Avrupa Birliği’nde uygulanmakta olan kurumlar vergisinin 1995 ile 2006 yılları arasındaki oran değişimi gösterilmiştir. Kurumlar vergisi oranlarının indirim eğiliminin açıkça görüldüğü Şekil 1’de, Yeni AB üyesi olan 12 ülkenin coğrafi konum, doğal kaynaklar, nitelikli işgücü gibi bazı rekabet dezavantajını ortadan kaldırmak ve yabancı işletmelerin ticari faaliyetlerini kolaylaştırmak suretiyle yabancı sermayeyi çekebilmek için kurumlar vergisi oranlarını 1995 yılından sonra oranlarını ortalama 12 puan indirerek % 32 seviyelerinden % 20 seviyesine çekmiştir. AB 15 ülkelerinde ise ortalama 8 puanlık bir indirdim gerçekleşmiş ve % 38 seviyelerinden % 30 seviyesine çekildiği görülmektedir. Anlaşılacağı üzere AB ülkelerinde uygulanan Kurumlar Vergisi oranlarında, üye ülkeler açısından uyumlaştırılmış bir oran gerçekleşememiştir. En yüksek kurumlar vergisi oranını % 38,6 ile Almanya, en düşük oranı ise % 10 ile Güney Kıbrıs ve Bulgaristan uygulamakta olup, ortalama oran ise % 25,4’dir.


Türkiye’ de ise kurumlar vergisi oranlarında yıllar itibariyle aynı şekilde bir indirime gidilmiştir. 1981 tarihinde Kurumlar Vergisi oranı % 50 olarak belirlenerek vergi alacağı uygulamasına geçilmiş ve vergi alacağı Kurumlar Vergisi oranının 1/3’si olarak uygulanmıştır. 1983 yılında Kurumlar Vergisi oranı % 40’a, vergi alacağı ise 1/3’e düşürülmüştür. 1986 ile 1993 yılları arasında % 46 olarak uygulanan bu oran, 1994 yılından itibaren 1999 yılına kadar % 25’e indirilmiş ancak buna karşılık kurumun halka açık veya kapalı olması durumuna göre kar payı üzerinden % 10 veya % 20 oranında stopaj alınmaya başlanmıştır. Vergi kaçakçılığını önlemeye yönelik konulan bu stopajlar kurumlar vergisinin alınmasından sonra dağıtılsın veya dağıtılmasın kalan tutar üzerinden kesilir. 1999 yılından 2004 yılına kadar % 30 olarak uygulanan kurumlar vergisi oranı 2004 yılında % 33, 2005 yılında % 30 olarak uygulanmıştır. Türk Vergi Sisteminde gerçekleştirilen yeniden yapılanma ile 2006 tarihinde kurumlar vergisinde belirli ciro veya aktif büyüklüğün altında olan mükellefler için AB–27 ortalamasının altında daha düşük bir oran olan % 20 uygulanarak hem vergi ödemeye olan direnç azaltılıp gönüllü uyumu sağlamak hem de KOBİ’ leri vergisel anlamda teşvik ederek sisteme kazandırılması amaçlanmıştır.


Türk Kurumlar Vergisi Sisteminde uygulanan oranlar, AB ülkelerinde uygulanan Kurumlar Vergisi oranlarının alt ve üst sınır aralığı içerisinde ortalarda yeralmaktadır.


Avrupa Birliği üye ülkeleri açısından Kurumlar vergisinin uyumlaştırılmasında yapılmak istenilen, sermaye ve yatırım hareketlerinin üye ülkelerdeki vergi sistemlerinden etkilenmelerini önleyerek rekabet eşitliğini sağlamaktadır. Bu alan ile ilgili 3 direktif çıkarılmış ve çifte vergilerin önlenmesi, üye ülkelerin şirketlerinin birleşmesi ve devri ile vergi kaçakçılığıyla mücadele konularında çalışmalar yapılmıştır. Birlik ülkelerinde Kurumlar Vergisi uygulamasında kurumların vergilendirilebilir gelirleri tüm birlik ülkelerinde benzer yöntemlerle hesaplanmaktadır. Üye ülkelerin hepsinde vergiye tabi gelirin kazanılması için yapılan harcamalar vergiden düşülmektedir.


Kurumlar vergisine Türkiye’nin uyumu da sınırlı seviyede gerçekleşmektedir. Ancak Türkiye, Kurumlar Vergisi alanında 2006 yılında çıkarttığı yasa ile Avrupa Birliği’ne uyumu artırmış, Kurumlar Vergisi uygulamalarında bütünlük sağlamak amacıyla, kapsam kolay, sade ve anlaşılır bir tarzda modernize edilerek eski kanundaki oran, örtülü sermaye ve kazanç dağıtımı, yurtdışı iştirak kazançları istisnası, tasfiye, devir, istisna ve muafiyetler gibi önemli maddeler değiştirilmiş özellikle şirket bölünmesi ve şirket ayrılması gibi konularda uyum artmıştır. Türkiye’nin uyguladığı %20’lik Kurumlar vergisi oranı ise, AB ülkelerinde uygulanan Kurumlar Vergisi oranlarının alt ve üst sınır aralığı içerisinde ortalarda yer almaktadır.


Üye ülkelerin mal hareketlerinde birbirlerine karşı avantajlı veya dezavantajlı duruma geçmemeleri için, farklı vergi politikaları izlememesi, hatta ortak vergi politikalarının oluşturması ve özellikle Birliğin mali entegrasyonunun sağlanması için oluşturulan bu ortak vergi politikalarının sistemli bir şekilde uygulanması gerekmektedir.

Araftakiler

0

Toplumumuzda dikkat edilirse sosyal bir değişim söz konusudur. Milletimiz içerisinde var olan toplumsal kesimlerde hızlı bir revizyon gerçekleşmektedir. Buna göre; nasıl ki 2002 seçimlerinde hükümet ve muhalefet olarak iki parti seçilmişse bugüne baktığımızda toplumda laik ve anti-laik olarak iki kutuplu bir kesimin oluşturulmak istendiği görülmektedir.


Kanaatimce bu şekilde iki zıtlığa dayalı beyaz ve siyahtan oluşturulmak istenen bir toplumun geleceği pek parlak olmayacaktır. Çünkü toplumların içerisindeki gerginliği hafifleten, toplumda meydana gelebilecek çözülmeyi engelleyen yapıştırıcı unsur grilerdir.


Günümüzde söz hakkı verilmese de yaratılmak istenen iki kutuplu toplum modeline uymayan, bir nevi arafta kalmış bir kesim içimizde mevcuttur. “Bu kesim kimlerdir” diye sorulacak olursa; benim de içinde olduğum,  dini hassasiyetlerinden dolayı başörtülü olup da Cumhuriyet’i kuranlarla ve Cumhuriyet’in temel ilkeleriyle herhangi bir sorunu olmayan, devletin bölünmez bütünlüğünü ve Türk kimliğini savunan bunun yanında üniversiteye başörtülü devam etmek isteyen bir kesim mevcuttur.


Değerli okuyucular, bizler toplumda var edilmek istenen her iki gruptan da rağbet görmeyen bir kesimiz.  Çünkü Cumhuriyet’e sahip çıktığımız için bir kesimin, başörtülü olduğumuz için diğer kesimin tepkisini çekmekteyiz. 


Önemli bir noktayı belirtmeden geçmek istemiyorum: Bu kesim dışarıdan yönlendirme olmadan toplumun geçmişten günümüze yaşadığı toplumsal olayların neticesinde Türk toplumunun kendi  içerisinde harmanlayarak oluşturduğu bir kesimdir. Nitekim toplumumuzda ortaya çıkan ideolojilerin dış kaynaklı olduğu tarihe bakıldığında görülecektir.


Ne var ki uzun süredir toplumumuza bir ideal olarak benimsetilmek istenen, daha çok dünyadaki oyun kurucuların bize uygun gördükleri Modernleşme ile daha sonra Yeşil Kuşak projesinin Türk yorumu olarak değerlendirebileceğimiz bu kesim sosyolog Nilüfer Göle’nin tabiriyle “modern mahrem”i oluşturan bir kesimdir. Türk toplumunun bu iki ideali kendine göre yorumlaması dünyadaki oyun kurucularının da hoşlanmadığı bu kesimi meydana getirmiştir.


 Arafta kalan bu gruba toplumdaki her iki gruptan çeşitli baskılar uygulanmaktadır. Bir grup dış güçlerin Türk milletine çizdiği en son proje olan Büyük Ortadoğu projesinin fikri temeli olan “ılımlı İslam” projesiyle “kimliksizleştirme” baskısını, diğer grup da ancak kendilerine göre modern olan bir şekille toplumda aktif olabilme baskısı uygulamaktadır.


Tüm bu baskılara karşı unutulmamalıdır ki toplumun kendi içinden çıkan her şey uzun süre varlığını sürdürür. Tepeden baskı ile oluşturulmak istenen herhangi bir şey ise toplumda kökleri olmadığı için uzun süre varlığını sürdüremez.


Toplumda var olan bu baskıların direk muhatapları ve şu günlerde son derece popüler bir benzetme olan bir tarafı “imam” bir tarafı da “öğretmen” olarak nitelersek biz arafta kalan bayanlar olarak sosyolog Nilüfer Göle’nin son derece çarpıcı olan yorumuyla “imamın öğretmen olmak isteyen kızlarıyız.”


İyi Haftalar !

Küresel İstilânın Yeni Ortakları

0

Son Avrupa Futbol Şampiyonası sporun değişik boyutlarını ortaya çıkarıverdi. Sportif  temasın sosyal  boyutlarının ne kadar geniş olduğu anlaşıldı. Özellikle Avrupa’da Türk vatandaşlarının kimlik kaybının önlenmesinde, yabancılara karşı yönelen ırkçı saldırılara, İslam ve Türk düşmanlığına karşı adeta milli takımımızın yaptığı maçlar bir panzehir oldu. Bazıları Türkiyelilikten Türk olmaya yöneldiler. İnşallah bu mevsimlik değildir.  Toplumumuz geçici de olsa kendine geliverdi. Bu gelişmelerden,  kimlik kaybını önlemediği için ve yükselen milliyetçiliğe sebep olduğundan dolayı bazı  sivri akıllılar, dışarının işbirlikçileri hoşlanmayabilirler. Türk Milli Takımının başarısı; azmin, inancın, başarı yolunda şartlandırmanın ve Batıya duyulan tepkinin bir sonucudur. Bunu sadece şansla açıklayamayız. Gerek Fatih Terim; gerek futbolcularımız neyi niçin başarmanın gerektiğini fark etmişlerdi. Özellikle aşağılayıcı ve gurur kırıcı  örneklerle dolu hayali  AB üyeliği sürecinde  olup-bitenler kollektif hafızadan çıkacak gibi değildir.


Özellikle İsviçre’nin, dinlerarası kin ve nefret tohumları eken Vatikan himayesindeki Hırvatistan’ın devre dışı bırakılması çok anlamlıdır. Bazıları spor ve siyaset ayrıdır derse de;  bir çok ülke bunun tersini yapmaktadır. Barselona Olimpiyatlarında olimpiyat ruhunu zedeleyen haçlı tişörtlerinin bedava dağıtılması ve yoğun Hıristiyanlık propagandası unutulmamıştır. “Yarı finallerde Türkiye’nin önü kesilmeli” diye yazan Avrupa gazeteleri her halde sadece saç rengimizden hareket etmemektedirler. Bizi final oynamaya layık görmeme, insanları ötekileştirme ve yükselen ırkçılık maalesef spora da yansımaktadır. Biz yok farz etsek de…  Bazıları bizi Avrupalı görmediği için bu Şampiyonada da bulunmamızı yadırgamaktadır.


                             *              *                   *


Geçen hafta yakın tarihimizin bazı sayfalarını aralamaya çalışmıştık. 27 Mayıs 1961 sonrası Anayasanın sağladığı  hürriyet ortamında bu hürriyetlerin nasıl istismar edildiğini, Cumhuriyete ve milli devlete  sosyalist bir rejim ile nasıl makas değiştirttirilmek istendiği ortay konmuştu. Tabi bu arada  asıl amacın, Atatürkçülük örtüsü altında nasıl gizlendiğinin  ortaya koymuş ve bazı  kaynaklar vermiştik. Aslında bu konuda çok belge ve kaynak var.  Bugün hayali bir AB üyeliği uğruna  tavizler vermeyi  dışa açılma ve demokratikleşme zanneden güruh; o tarihlerde  Türkiye’yi Suriye yapmaya uğraşıyorlardı. Türkiye gerçeklerinden uzak,  halka rağmen halkçılık tutkusu peşinde olan, yanlış yönlendirilen bazı gençler de devrime  kır veya şehir gerillası yoluyla ulaşacaklarını zannediyorlardı. Bu gençlere yapılan en büyük hakaret;  devrim yapacaklarını zanneden ağabeylerden gelmekteydi. Atatürk’ü milli devlet kurduğu için suçlayan, O’nu Sovyet modeli bir halk Cumhuriyeti kurmadı diye “burjuva Kemal” olarak suçlayan zihniyet, bugün kendine nasıl olur da ulusalcı diyebilir. Aslında ulusalcılar da kendilerini bunlardan ayırmalıdır. Milli devletten,  Atatürk’ten  ve Cumhuriyetten yana olmayanlar  bugün ulusalcı diye takdim edilemez.  Bunlar efsaneleştirilerek gençlere  örnek gösterilemez.  Eğer gösteriliyor ve bir sevgili hatırlatılmak istenerek diziler çevriliyor ise; bunların Atatürkçülük ile ve ulusalcılık ile hiçbir ilişkisi yoktur. Bunları gördükçe çocukluk yıllarımda  Eminönü Meydanı’nda yılan gösterip kaliteli diye kalitesiz jiletleri satanları hatırlıyorum.


68 Kuşağı içinde sol veya aşırı sol kesimde yer alan insanların  hepsini kötü niyetli  tabiî ki göremeyiz ama; kullanılanlar kullanılmayanlardan daha fazla ise;  68 kuşağını da aklayamayız.  O dönemde TİP’in (Türkiye İşçi Partisi) maksatlı ve yönlendirici çabalarına neden âlet olunmuştur? Macaristan’da ve Çekoslovakya’daki milli uyanışların Rus askeri müdahaleleri ile bastırılmasına karşı çıkan,  “yerli ve güler yüzlü Sosyalizm” hayallerine kapılan Mehmet Ali Aybar neden partiden uzaklaştırılmıştır? O’nun yerine getirilen Behice Boran Atatürkçü ve Sovyet modelini dışlayan bir  ulusalcı mıydı?  


Hafıza kaybına ve saptırmalara dayanarak gerçekler gizlenemez. Genç nesillere yanlış örnekler verilemez. Hele bugün klasik ideolojilerin kan kaybedip çöktüğü; milliyetçi-küreselci ve teslimiyetçi ayırımının netleştiği bir ortamda  daha dikkatli olalım. İnsanlarımızı dünün yanlışlarına tekrar yönelterek küreselleşmenin milli devletleri yok edici, siyasi ve iktisadi niyetlerini gizlemesine ortak olmayalım. Onlara arzuladıkları yeni alanlar açmayalım.

Her Yönden Biz Kazanalım!

Milli maç milli heyecan…


En son geçen hafta Çek’lerle oynadığımız maçta heyecanlı dakikalar yaşadık ve 90 dakikanın sonunda gülen taraf biz olduk.


Milli maç için günler öncesinden hazırlıklarımız başlamıştı. İlk önce kurumlar milli takıma sponsor olmakla desteklerini verdiler. Televizyonda hep o reklamları izledik. ‘’Bunun için doğdunuz’’, Yüreklerimiz ay- yıldız için çarpıyor’’ vs. Tüm bunlar bizi maçı izlemeye daha da motive eden şeyler oldu. Sonra, maçı izlemek için dev ekranlar aradık. Mesela ilimizde Seka Park’a kurulan dev ekran ve Seka Park’ın maç izlenmeye uygun konumu dolayısıyla tercih edilmesi, sevinçlerin ve heyecanın birlikte paylaşılması adına çok güzel bir atmosfer oluşturuyordu. Ve Milli maçı yapacak futbolcularımız vardı son olarak. Onlarda tüm Türkiye’nin yanlarında olduklarını bildiklerinden müthiş heyecanlıydılar maç için. Ama Fatih Terim iyi motive etmişti onları. Onlar için sadece girip kazanmak vardı. İkinci bir alternatifte yoktu. Tüm futbolcular aynı şeyi düşünüyorlardı; kazanacaklardı.


Maç günü geldi. Tüm bu hazırlıklardan sonra herkes ekran başına kilitlendi. Türkiye tek ses tek nefes olmuştu milli maç için.


Maçın başlama düdüğü ile birlikte Çek’lere karşı mücadele etmeye başladık. Fakat Çek’ler maçın ilk yarısı milli takımımıza topa dokundurtmadı neredeyse. Ve dakika 33 olduğunda Koller golünü atarak Çek Cumhuriyetini 1-0 öne geçirdi. Maçın ilk yarısı Koller’in attığı bu golle maç sona erdi. İkinci yarı ise Milli Takımda bir toparlanma gözlendi. İlk yarıya göre daha iyi oynamaya başladı. Fakat yine bir talihsizlik yaşanarak 62. dakika olduğunda Sinko’nun ceza alanına ortaladığı topu, Plasil kayarak ağlarla buluşturdu ve takımını 2-0 öne geçirdi. Çek’lerin attığı bu golden sonra umutlarımız tükendi. Ancak sahadaki 11 ay- yıldızlı futbolcularımız kendilerine güveniyorlardı. Hala Çek’leri yenebilirlerdi. 75. dakikada Hamit’in sağ taraftan yaptığı ortada topla uzak direkte buluşan Arda’nın sert şutunda kaleci Cech’in eline çarpan top köşeden ağlarla buluştu ve sonuç 2-1 oldu. Bu golle birlikte umutlarımız yeniden yeşermeye başladı.Çek Cumhuriyeti önünde 2-0 geriye düşen milli takımımız eşitliği aramak için rakip kaleye yüklenmeye başladı. 88. dakikada Hamit’in ceza alanına ortaladığı topu kaleci Cech elinden kaçırınca, Nihat meşin yuvarlağı boş kaleye gönderdi. Ve sonucu 2-2 yaptı. Bu golden hemen sonra 90. dakikada Nihat’ın ceza yayı üzerinden yaptığı aşırtma vuruşta üst direğe çarpan top ağlarla buluştu ve Türkiye 3-2 öne geçti. Stade De Geneve de adeta Türklerin bayramı yaşandı. Milli takımımız Cenevre de Çek Cumhuriyetini 2-0 dan 3-2 yenmesi ve çeyrek finale yükselmesi ile birlikte Türkiye ayağa kalktı. Ülkenin dört bir yanında maçın bitiş düdüğü ile kutlamalar yaşandı.


Yaşanılan coşku, özellikle milli maç olunca daha da bir başka oluyor. Bu zafer coşkusu bizim zafere ne kadar özlem duyduğumuzu, zaferle adeta hasret giderdiğimizi anlatıyor. Bir gün de olsa tüm yorgunluğumuz, sıkıntılarımız, dertlerimiz unutuluyor. Çünkü sevinmeye çok ihtiyacımız var.


Buradan nereye gelmek istiyorum: Yıllardan beri, üye olmak için kapısında beklediğimizi AB ve Fetih arzusuyla kapısına dayandığımız Viyana’ya bundan böyle futbolla giriyoruz. Kendimizi futbolla kabul ettiriyoruz onlara. Biz kendimizi dünyaya futbol ile kabul ettirtirken bakıyoruz ki onlar her alanda kendilerini kabul ettirmişler. Bizim milli heyecanı yaşadığımız dev ekran Sony marka televizyonlar, üzerine bindiğimiz Mercedes otomobiller, içtiğimiz Marlboro sigaralar, yediğimiz hamburger türü besinleri ayağımıza giydiğimiz Adidas marka spor ayakkabıları … aklımıza ne geliyorsa hepsi yurt dışı menşeli.


Milli heyecanı birlikte yaşadık ve zaferi birlikte kutladık. Şimdi soruyorum size; bu maçı yerli bir ürüne sahip olamayan tüketici konumundaki biz mi, yoksa ürettikleri dev ekran televizyonlara sahip, bindiğimiz arabaların markalarına sahip olan üretici dünya mı kazandı? Yüreğimiz hem maçların kazanılmasından yana, hem de ekonomik, kültürel, teknolojik olarak kısacası her yönden Türkiye’nin kazanmasından yana.

Futbola Hakettiği Önemi Vermek

0

Euro 2008’de son olarak Hırvatistan’ı da yenerek yarı finale kalma başarısını gösteren Milli Takımımız, Avrupa’nın en iyi 4 takımı arasına girdi. Bu başarı sadece Türkiye’de değil, Türk veya Türk dostunun olduğu her yerde büyük sevinçlerle kutlandı.


Kutlamalardaki aşırılıkları ve başarının medyada veriliş şeklindeki mübalağalı manşetleri görünce aklıma Almanya’nın eski cumhurbaşkanlarından Theodor Heuss geliyor: İki dünya savaşında da yenilen gururu kırılmış Almanların milli futbol takımı, 1954 yılında dünya şampiyonu olmuştu. Zafer sarhoşluğuyla Almanya müthiş heyecanlı kutlamalara hazırlanırken, Heuss’un şu cümlesi gazetelerde yer almıştı: “Bunu fazla abartmayın; Alman milletinin istikbali on bir evladının pabucunun ucunda değildir.” Lider özellikleri taşıyan bu devlet adamının tavrı, Alman milletinin yeniden dünyanın en büyük ekonomilerinden birini yaratan gücünün, psikolojik temelini korumasını sağlamıştır.


Bu anekdottan sonra bu tür başarılara susamış Türkler olarak sevincimizi kursağımızda bırakıp, Milli Takımımızın başarısıyla hiç mi övünmeyelim?


Her galibiyetimizden sonra ortak bir milli sevincin yaşandığını, ülkemizin her bölgesinden ve her sosyal kesimden vatandaşlarımızın ortak bir milli heyecanı yaşadığını görüyoruz. Siyasi görüş farkı, sosyal statü farkı, din ve mezhep farkı ortadan kalkıyor, aynı heyecanla, gönülden edilen duaların gerçekleşmesinin verdiği müthiş bir sevinç dalgası herkesi sarıyor. Bu yönüyle futbolda sağlanan başarılı sonuçlar, ortak duygularla coşmaya ve bir millet olmanın güzelliğini yaşamaya sebep oluyorsa elbette bu fırsatı tepmek elbette doğru olmaz.


Yarı finalde Almanya’yı yenersek, milyonlarca Türk’ün Almanya’da işçi olarak çalışması gerçeği değişmeyecek. Orada yaşanan Türk düşmanlığı kalkmayacak. Gurbetçilerimizin içinde özellikle üçüncü nesilden itibaren yoğunlaşan asimile olmuş, köklerinden koparılmış insanlarımızın sayısında azalma olmayacak. Türkler arasında Mercedes, BMW, Opel ve VW araba sahibi olmak itibar kazanma sebebi olmaya devam edecek. Türk markalarının, Alman markaları karşısındaki gücünde bir iyileşme olmayacak.


Ancak Avrupa’nın en iyi takımlarından birine sahip olmanın müthiş bir tanıtım ve propaganda gücü sağladığı inkâr edilemez bir gerçek. Her bir maç, canlı yayında 150 milyon kişi tarafından izleniyor, milyarı aşan insan bu maçları basından takip ediyor ve takımların performansı, ülkeleri hakkında da bir kanaat edinilmesine yol açıyor. Hiçbir reklam kampanyasının bu kadar verimli bir tanıtım imkânı vermesi mümkün değil. Futbolcularımıza, ülkemize bu açıdan da çok ciddi katkı sağladıkları için teşekkür borçluyuz.


“Futbol sadece futboldan ibaret değildir” diye bir söz var. Çağımızda devasa bir ekonomik sektör haline gelen futbol, inanılmaz paraların konuşulduğu organizasyonlar demek. Tabii ki futbolda başarılı olmuş teknik direktör ve futbolcuların her sözü ve tavrı kamuoyunda tartışılan şöhretler haline gelmesi ve kendi sınıflarında hayal dahi edemeyecekleri astronomik paralar kazanmaları, gençlerin gözünde “örnek insan modeli” haline gelmelerine yol açıyor. Yeni nesilden bir kısmı Fatih Terim’i, Fatih Sultan Mehmet’ten daha başarılı buluyor ve rol model olarak seçebiliyor.


Kavramları, değerleri ve başarıları yerli yerine oturtmak lazım. Bunun gerçekleşmesi sorumlu devlet adamları ile kanaat önderlerine bağlı.


Oysaki Turgut Özal’la birlikte başlayan bir gelenek haline geldi: Bizim yöneticilerimiz böyle başarıları millete yedirilmesi zor lokmaları yutturmak, mesela önemli zamları açıklamak için fırsat günleri olarak kullanmayı tercih etmekte. Nitekim elektrik fiyatlarında 1 Temmuzda %22 lik dehşetli zamla başlayan otomatik fiyatlandırma haberi bu hengâmede açıklandı. Sevinçli bir gününüzde olmanızın, böylesine istismar edilmesi sizleri rahatsız etmiyor mu?


Kutlamalarda aşırıya kaçan silahlı sevinç gösterileri, kavgalar ve ölenler, yaralananlar… Hiçbir başarı bunlara gerekçe olamaz, olmamalı.


Futbol beşeri zaaflarımızın da açığa çıkmasını sağlayan bir araç. Nice beyefendi insanın futbol maçlarında hakemlere ve futbolculara ettiği lafların terbiye dozu utandırıcı boyutta olabiliyor. Futbolun aynasında görülen “canavar” ve “terbiyesiz” kimliklerimizi kontrol altında tutmak, iyi ve sosyal bir insan olmanın icabı olsa gerektir.


Futbol elbette önemli. Ancak ona hak ettiğinden fazla önem vermek kişi ve millet olarak gelişmemizi ve olgunlaşmamızı engelleyen bir unsur oluyor.