7 C
Kocaeli
Çarşamba, Mayıs 14, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1301

Gül Bahçesi

Hz. Ali (r.a) kendisine neden sıkça mezarlığa gittiğini soranlara şu cevabı vermiş: İki sebebi var.

-Anlattıklarıma itiraz etmiyorlar.

-Arkamdan gıybetimi yapmıyorlar.

Ramazan orucu hicretten bir buçuk yıl sonra farz kılınmıştır. Bu
durum kıblenin Kudüs’ten Kabe’ye çevrilmesinden kısa bir müddet sonraya
rastlar.

Peygamber (sav) efendimiz hayatında dokuz ramazan orucu tutmuştur. Bunlardan 4 ü 29 gün 5 i de 30 gün olmuştu

Lokman Hekim’e:

Bilgeliği kimden öğrendin diye soranlara körlerden öğrendim cevabını
vermiş. Çünkü onlar elindeki değnekle tam araştırma yapmadan adım
atmazlar. Emin olduktan sonra adım atarlar. Bundan dolayı bende bir şey
yapacağım zaman düşünür, faydalı ise konuşur, yararlı ise yaparım.
Faydasız ise bırakmayı ve susmayı tercih ederim.

Necip Fazıl’dan :

Ey akıl nasılda delinmez küfen,
Ebedi oluşan urbası kefen.
Kursa da köprü boşluğa, fen,
Allah derim başka hiç bir şey demem!

Hz. Ali (r.a) buyuruyor ki:

-Karşılığından bir menfaat umarak yapılan ibadet ticaretçinin ibadetidir.

-Korku sebebiyle yapılan ibadet kölenin ibadetidir.

-Allah’ın nimetlerine şükretmek maksadıyla yapılan ibadet hür insanın ibadetidir.

-Makul olan ibadet Allah (cc) rızasını kazanmak için yapılan ibadettir. Allah ancak böyle samimi ibadetleri kabul eder.

Allah Rasülünden:

Herhangi bir devlet başkanı yada idareci kapısını ihtiyaç
sahiplerine kapatırsa yani onları baş başa bırakırsa Allah da af ve
lütuf kapılarını onlara kapatır. Artık onlar ihtiyaçlarını ve dualarını
Allah’a iletemezler.

Şimdi dualarımızın neden kabule şayan olmadığı daha rahat anlaşılıyor.

Üç kişinin duası kabule şayandır.

  1. Mazlumun
  2. Misafirin
  3. Anne – babanın evladına

İbrahim Ethem’e sormuşlar:

İnsan niçin ölümden korkar?

Cevaben: Bütün servetini Dünya için biriktiren ahirete yeterli hazırlık yapmayan o serveti malı mülkü bırakıp gitmek ister mi?

Hadis-i Şerif’te kim Kuran-ı Kerim’i öğrenip de okumazsa sadece
odasının bir köşesine aşarsa Ahirette Kuran ondan şikayetçi olur.

Hadis-i Şerifte: Mallarınızı zekatla koruyun. Hastalarınızı sadaka ile tedavi edin. Belalara karşı dualarınızla hazırlıklı olun.

Lokman Hekime sormuşlar:

Hastamıza ne yedirmemizi tavsiye edersiniz? Oda cevaben:

Aman acı söz yedirmeyin de ne yese olur.

Hasan el-Basri: “Ben ölümden korkuyor ve onu sevmiyorum” diyen birine şu cevabı vermiştir:

Malını geride bıraktığın için sevmiyorsun. Eğer onu ahirete gönderseydin peşinden gitmek isteyecektin.

Alimlerden birisi abidlerden birine “Ben Allah’ın varlığını ispat
edecek yüz tane delil buldum deyince; Abid “O’na ben Allah’a delilsiz
inanıyorum” cevabını vermiş.

Ebu Hureyye den: peygamberimiz (sav) buyuruyor ki:

Nice oruç tutanlar vardır ki, açlık ve susuzluktan başka kazancı
yoktur. Nice gece kalkıp ibadet eden insanlar vardır ki uykusuzluk ve
yorgunluktan başka kazançları yoktur.

Şeyh Sadi’den:

Şeyh Sadi’ye insanlık nerede başlar diye sorarlar. Cevaben: “Teşekkür etmekle başlar” der.

Birisinden iyilik gören kişi “Adam sende canım yapmasaydın derse insan değildir.”diyor.

Önce teşekkür etmesini bilecek insanoğlu insana teşekkür etmeyen Allah’a da şükretmez.

Teşekkür etmesini bilen şükretmesini de bilir. O halde insanın
yaradanına ne kadar şükretmesi lazım. Bir nefeste iki kere şükretmesi
lazım. Niye, nefesi alamasa patlar ölür, aldığı nefesi veremezse çatlar
ölür.

Mevlana’dan:

Selçuklu sultanlarından biri Mevlana’yı ziyaret eder. Bu ziyaret
esnasında Mevlana ya saltanatları arasında ne gibi bir farkın olduğunu
sorar. Hz. Mevlana bu soruya şu cevabı verir:

“Senin saltanatın gözlerin kapanınca ( ölümle ) biter, oysa benim saltanatım gözlerim kapanınca başlar.”

Halid Bin Safvana:

“En aciz en beceriksiz insan kimdir? Diye sormuşlar

O da cevaben:

“En aciz en beceriksiz insan dost aramayandır. Ondan daha acizi ve daha beceriksizi ise bulduğu dostu kaybedendir.” demiş.

Ebu Hureyre’den:

Resulullah (sav) şöyle buyurdu: Kulun rabbine en yakın olduğu zaman
secde de olduğu zamandır. Bunun için secde de iken çok dua ediniz.

Aziz Mahmut Hüdayi hazretleri devrin padişahının gönderdiği hediyeyi
kabul etmeyip, geri göndermiş. Bunun üzerine padişah da o hediyeyi bir
başka alim olan Abdulmecid efendiye göndermiş. Abdulmecid padişahın
gönderdiği hediyeyi kabul etmiş. Bunun üzerine padişah:

Abdulmecid efendi Aziz Mahmut senin kabul ettiğin hediyeyi kabul
etmemişti der. Abdulmecid efendi padişaha hitaben Aziz Mahmut Anka kuşu
gibidir. O öyle şeylere itibar etmez ki. Padişah bu sefer bu cevap
üzerine Aziz Mahmut’a senin kabul etmediğin hediyeyi Abdulmecid efendi
kabul etti dediğinde Aziz Mahmut Hüdayi padişaha cevaben: O deniz
gibidir. İçine bir damla necasetin düşmesiyle kirlenmez der.

Müslümanın Müslüman üzerinde altı hakkı vardır:

1-Karşılaştığın zaman selam vermen.

2-Davet ettiği zaman davetine icabet etmen.

3-Senden nasihat istediği zaman nasihat etmen.

4-Aksırıp da “Elhamdülillah” dediği zaman ona hayır duada bulunup “Yerhemukallah” demen.

5-Hastalandığı zaman ziyaret etmen.

6-Öldüğü zaman cenazesine katılman.

Ramazana Veda Ederken

Değerli dostlar

Bu günkü yazımı biraz farklı yazmak istedim.Yazdığım konu bende
stres yapıyor.Yazı bittiğinde kimyam bayağı bozuluyor.Bu bakımdan hiç
olmazsa ramazanın son günlerinde stresten uzaklaşmak istiyorum.Hele de
bu gece kadir gecesi olunca.

Avrupalıların gıpta ettiği,İsveç te hastanelerde tedavi maksadı ile
kullanılan,vücuda faydaları çokça olan oruç iki gün sonra sona
eriyor.Bu ayda gözlemlediğim insanların dine daha fazla
yaklaştığı.Ayrıca dini vecibelerini yerine getirenlerin giderek genç
nesil olmaya başlaması.İçinde bulunduğumuz ortamın ve yozlaştırmaya
yönelik yayınların var gücü ile insanları dinden uzaklaştırmaya
çalışmasına rağmen dini duygularına daha çok sahip olan nesil giderek
gençleşiyor.Bir taraftan acaba İslamlaşıyor muyuz endişesi,diğer
tarafta laiklik elden gidiyor kaygısı dolayısı ile bazıları
feryad’ü-figan ediyorsa da Türkiye de %99 kesimin giderek artan bir
bölümü kimliğindeki İslam hanesinin gereklerini yerine getirmeye özen
gösteriyor.

Bazıları laikliği;”Din işlerinin devlet işlerinden ayrılması”
yerine” insanların dinine karışmak.Hatta onları dolaylı olarak kınamak”
gibi kullansalar da bu çabaları küçük bir kesimi sindirmekten öteye
gitmiyor.Her insanın mayasında inanmak vardır.Allah a inanmayanlarında
mayasında inanmak vardır. Dehşet anlarında müracaat ettikleri güç
bilinç dışı bile olsa” Yüce Yaratıcı “dır.Kendi sınırları içinde
fanatik dindarlığı suçluları kontrol etmede birinci önemli etken gören
Ülkeler inancı teşvik ederken,kontrol altında tutup sömürmek
istedikleri Ülkelerde de inancı zayıflatmak için azami ölçüde para ve
güç sarf etmektedirler.

Bulunduğumuz coğrafyanın çok önemli olması dolayısı ile bizi doğudan
koparmaya çalışanlar,doğu ile sürekli ekonomik çıkar ilişkileri içinde
oldular.Onların kaynaklarından azami ölçüde istifade ettiler.Bizleri de
gericilik vehimleri ile bu pazardan yıllarca uzak tuttular.

Topraklarımızda petrol bölgelerini işlettiler.Açmak zorunda
oldukları kuyular verimsiz diyerek içine taş doldurdular.Yıllar sonra
bu kuyuların çok verimli olduğu kendi imkanlarımızla kazılmaya
başlanınca anlaşılmıştır.

Maalesef en çok din adına konuşanlar dini bilgi ve tecrübesi olmayanlardır.

”Bana göre” diye başlayan , din hakkında ahkam kesen ve gerçek
bilgilerden tamamen uzak yazılar dine karşı ihanetlerle doludur.Satır
araları okunduğunda bu ihanet daha çabuk anlaşılıyor.Bütün bu dini
saldırılara rağmen sosyete dahil olmak üzere her kesimde inancı daha
rahat ifade etme eğilimi var.İnsanlar inanmak ve kendi ölçülerinde
inancının gereklerini ucundan kenarından yerine getirmeye çalışıyorlar.

Getirmeyene de kimse sesini çıkarmıyor.Ufak tefek lokal olayları
yapan kendini bilmezleri fırsat bilerek bir karış suda fırtına
koparmanın,felaket senaryoları üretmeninde bir alemi yok.

Gereğini yapmamak inanmamak anlamına da gelmiyor.İnanmak kalple,gereği vücutla olmaktadır.

İnanın Avrupalı insan inancı olmayanı sevmiyor ve ondan korkuyor.
Uzun süre yurt dışında kalanlar bu durumu çok daha iyi
bilirler.İnanmayandan her tür tehlikenin geleceğine inanıyorlar.Hangisi
olursa olsun kişinin bir inancı olması gerektiğini
biliyorlar.İnanmayana itimat etmiyorlar.Ona güven duymuyorlar.Onların
bakış açısı budur.

Bu Ülke insanını birileri ne kadar korkutmaya,inanan ve inanmayan
diye bölmeye,kapalı açık diye kavga ettirmeye çalışsa da tabandaki
halkın büyük bir bölümünün böyle bir sorunu yoktur.Her kes kol kola
gezmektedir.Hatta bazı ailelerdeki bireylerin bir kısmı kapalı bir
kısmı açıktır.Hiçte sorun olmamaktadır.Sorun tabanda değil,tavandaki
düzen kuruculardadır.

İyi ki varsın ramazan.

İnsan vücudunu rektifiye eden,dostlukları pekiştiren,dini daha çok
hatırlatan,iyilikleri arttıran,her şeyin sadece bu dünya ile ibaret
olmadığını,ötesinde bir başka alemin olduğunu hatırlatan ramazan.Sana
elveda.

Biliyorum ki seneye sen yine geleceksin.Fakat biz seni görebilecek miyiz.Ya nasip.

İnşallah görürüz.

Değerli dostlar.

Bu güzel ayı üzülerek geride bırakıyoruz.Bu güzel ay hürmetine
aramızdaki kırgınlıkların bir an önce giderilmesini,Ülkemize ihanet
içinde olanların ıslah olmasını,Ordumuzun her türlü dış düşmanlara
karşı daima muzaffer olmasını,Ülke bütünlüğümüzün daim olmasını,tüm iyi
isteklerimize ulaşmamızı,hür,kalkınmış,içte ve dışta itibarını
arttırmış bir Türkiye idealinin gerçekleşmesini ALLAH(C.C) den niyaz
ediyor.

Ramazan bayramınızı can’ı gönülden tebrik ediyorum.

Delik Balonları Şişirmek

Balonun hayatınızdaki yeri nedir? Siz çocukluğunuzda hiç balon
şişirdiniz mi? Rengârenk balonlarınızı şişirirken, uçururken neler
hissettiniz? Balonun, delik olduğu için şişmediğini fark ettiğinizde
veya bin bir gayretle şişirdiğiniz balon patladığında neler düşündünüz?

Özgür, varlıklı bir ailenin ilk çocuğuydu. İyi bir öğrenim görmüştü.
Öğreniminin bir kısmını yurt dışında yaptı. Para, hiçbir yaş döneminde
sorun olmadı onun için. Amacı, yönetici olmaktı. Ceo sözcüğü,
hayallerini süslüyordu. Birkaç yabancı dil öğrendi. Güçlü bir bedeni
vardı. Çevresi genişti. Balonlu dost meclislerinde mutlaka bulunduğu
için popülerdi ve medyatikti. Ona göre aklın ve paranın çözemeyeceği
sorun yoktu. En büyük güç, bilimdi. Aklı ve bilimi ölçü almayan hiçbir
düşüncenin, inancın değeri yoktu. Bir gün çok sevdiği kardeşinin
ateşler içinde yattığını öğrendi. Ateşin nedeni belli değildi, teşhis
konamıyordu. Bilim, ateşi düşüremiyordu, kardeşi kıvranıyordu. Günlerce
sürdü hastalık. Aşırı dozdaki ağrı kesiciler ve antibiyotikler kıvranan
kardeşin derdine derman olamıyordu. Bir gece vakti karanlığın
sessizliği çınladı kulaklarında. Her şey bitmişti. Ertesi gün,
mezarlıkta kendine geldi. Madem ölüm var, öyleyse niye doğduk, diyordu.
Balonda ikinci delik açılmıştı: Akıl deliği. Tarih kitaplarını okumayı
severdi Özgür. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nda nice servetin bir
değer olmadığını, zenginliklerin kişiyi kurtarmadığı gibi başlarına
dert olduğunu babasının vefatına kadar idrak edememişti. Tersine dönen
işler ve az kalan mirasın kavgası maddenin boğucu dünyasına karşı isyan
ettirmişti onu. Balonda üçüncü delik açılmıştı: Para. “Üç delikli
balonun peşinde koşuyoruz.” diye düşündü Özgür. “Üç delikli balon.
Akıl, bilim, para… Peşinde koştuklarımız birer delikse, biz bu balonu
niye şişiriyoruz? Şişirmek için balonu üfleyenler aslında delikleri
üflüyorlar. Delik varsa, bu balon şişmez.” cümleleri bir pişmanlığın
ifadesi olarak döküldü dudaklarından.

Her insan, dünya balonunu şişirmeye ve onunla oynamaya geliyor.
Hangi balonu şişirdiğiniz ve hangisiyle oynadığınız burada önemli.
Balonda oluşacak delik ya da delikler seçtiğiniz balonla doğrudan
ilişkili. Yunus Emre’ye kulak verelim: “Okumaktan mana ne / Kişi Hakkı
bilmektir / Çün okudun bilmezsin / Ha bir kuru emektir.” Yunus,
dizelerinde en kutsal eylem kabul ettiğimiz ve inancımızın ilk emri
olarak bildiğimiz “okumak”ın bize amacını söylüyor. Hak sözcüğünün
tevriyeli kullanıldığını düşünürsek, Allah’ı bilmeyenin, Allah’ın
koyduğu nizama göre bir yaşam tarzı kurmayanın; doğruluktan, adaletten
ayrılanın okumasının bir “kuru emek”ten öteye geçemeyeceğini
vurguluyor. Tek hedef, Hakk’ı bilmek. Bunun dışındaki bütün uğraşlar,
havanda su dövmek ya da akıntıya kürek çekmek.

Özgür de balonu çok severdi. Renkli balonlar belli bir yaşa kadar
heyecanına heyecan katmıştı. Yaşamak güzeldi. Akıllı ve paralı olmak,
bilimsel düşünmek büyük ayrıcalıktı. Pozitivist gaz, bu balonu orta
yaşlarda patlattı. Balonu şişirmek için zorladığı ciğerleri bir daha
gelir gelmeyecek.

Hâlbuki balon delikti. Geç anladı, taşın sert olduğunu, ateşin yaktığını, suyun boğduğunu…

Sizin balonunun ne durumda? Siz hangi balonu şişiriyorsunuz? Balonunuzda delikler var mı?

Bilim Adamları Neredesiniz?

Yıllardır bilim adamlarını dinlerim. Bazen solcusunu, bazen
milliyetçisini, bazen muhafazakarını dinler, hepsini dinlerken doğru
şeyler söylediklerini düşünürdüm. Onlara hak verirdim. Çünkü meselelere
hepsi ayrı bir pencereden bakıyordu. Zamanla dikkatimi bir şeyler
çekti. Herkes kendi kulvarında belki haklıydı. Fakat ortada bir netice
yoktu. Düşman adım adım amacına yaklaşıyordu. Taşlarını satranç
tahtasında doğru hareket ettiriyordu. Nedense bu alim takımı bir türlü
bir araya gelip meseleleri sözden aksiyona geçiremiyorlardı. Git gide
kendi içimizde bölünüyorduk. Kürt-Türk, Laik-Antilaik,
Cumhuriyetçi-Dinci diye soyut hedefler üretiliyordu. Hudutlarımız
etrafında problemler gitgide büyüyor. Komşularımız Amerikanın
Ortadoğu’yu teslim alma projesine teker teker teslim oluyordu. Dikkat
ediniz. Amerika Irak’ı işgal ettiğinde sadece Petrol Bakanlığının
etrafını korumuştur. Ne Merkez Bankasını, nede başka bir Bakanlığı
koruma gereği duymamıştır. Çünkü ona lazım olan sadece kendi
şirketlerinin Iraktaki petrol tapuları idi. Amerika Ortadoğu projesini
elli yıldan beri uyguluyor. Taşları yerlerine ustaca
yerleştiriyor.Bizim için suni korkular üretiyor. Bizde sazan gibi bu
tuzağa düşüyoruz.

Uyan ey halkım diyemiyorum. Zira önce uyanması gereken bilim
adamlarıdır. Araştırabilen, gerçeğe ulaşma şansı olan bilim
adamlarıdır. Çünkü dış güçlere göre düşman anti laik, dost ise laik
olan değildir.

Onlara göre düşman top yekün Türk milletidir. Ele geçirilmek istenende Türkiye topraklarıdır.

Hedef milleti bağlı olduğu değerlerinden uzaklaştırmak, millet olma
özelliğini yok ederek sürü haline getirmektir. Bu sadece benim fikrim
değildir. Bu tabirleri bir çok konuşmacı bilim adamından duydum. Bende
herkes onları alkışladım. Dağıldıktan sonra aradan geçen günlerde
hiçbir şeyin değişmediğini, fakat ülkenin giderek daha fazla kötü
şeyler yaşamaya başladığını gördüm. Siz hastaya bir yararı olmayan
ilaca iyi ilaç der misiniz? Tabii ki demezsiniz.

Öyleyse bir yerde yanlış var. Ülkeyi sevdiğini iddia edenler
icraatın içinde olmuyorlar. Kendilerini sıkıntıya sokmadan yaşamayı
kendilerine amaç edinmişler. Başka milletlerin bilim adamları da böyle
yapmıştı. Şimdi o bilim adamları çok sıkıntıda. Çünkü o ülkeler artık
istiklalini kaybetmiş. Yine o rahatını bozmayan bilim adamlarının çoğu
ülkelerini terk etmiş. Artık vatanlarında yaşamıyorlar. Böyle giderse
bizimkilerinde başına bu halin gelmesi kaçınılmazdır. Ben duvarın
arkasını görmeye çalışıyorum. Soyut hedefler,soyut düşmanlar hiç ilgimi
çekmiyor. Onların asıl düşmanımız tarafından üretildiğini adım gibi
biliyorum.

Argo tabirle gaza gelmeye, olmuşa binmeye hiç müsait değilim. Geçmişe ait hafızası olmayanlar tuzakları fark edemezler.

Sayın bilim adamları!

Birbirinizi yemeyi bırakın. Bir zaman sonra birileri hepinizi yiyecek. Hatta hepimizi yiyecek.

Lütfen beraber olalım. Düşman bildiklerinizle ön yargınızı bir kenara bırakarak yarım saat sohbet edebildiniz mi?

Hayır mı diyorsunuz? O zaman en kısa zamanda sohbet edin. Kısa zaman sonra hiçte düşman olmadıklarını anlayacaksınız.

Bu hepimiz için geçerli.

Ben dik duran ve diyalog kurabilen insanları seviyorum. Sütlaç gibi
bulunduğu kaba göre şekillenen insanlardan da çekiniyorum. Onlardan
kimseye fayda gelmez.

Ülkesine borçlu olan, bu ülkenin kendisine bir hayli yatırım yaptığı
insanlar. Yani bilim adamları. Ülkeye borcunuzu ödemek, boşa konuşmak
değildir. Konuşmayı aksiyona geçirmektir. Bir araya gelmektir. Ortak
bilgiyi yöneticilere kabul ettirmektir. Lütfen bunu yapınız.

Size ihtiyacımız var.

Anayasa Oyunu

Şırnak’ta bölücü terör örgütünün halka yönelen katliamını ve 12
vatandaşımızın şehit edilmesini protesto ediyor; onlara Fatihalar
gönderiyoruz. Örgütün aslında halka karşı olduğunu belgeleyen bu olay
yeni değildir.

Anayasa taslağı konusunda “efendim, ortada bir şey yok; bu taslak
AKP’yi bağlamaz” sözleri söylenebiliyor. Bu siyasi pişkinlikle ortaya
çıkanlar sanki bir çalışma grubu kurmamış, bu grubu isimlendirirken
siyasi kanaatlerine göre hareket etmemişler ve ortada hiçbir şey
yokmuş. Demek bu, bir anket veya kamuoyu yoklamasıdır. İktidar kendine
yakın bulduğu, yabancılara hoş gelecek bir metni hazırlayacak yol
arkadaşlarını seçmiştir.

Bu anayasa ne sivildir; ne de yenidir. 174 maddeli 1982 Anayasasının
8-10 maddesi hedef alınmıştır. Bu Anayasa sivil de değildir; çünkü,
anti-Türk ve anti-devletçi değerlendirmeleri taşımaktadır. Bunu
hazırlayan sicili belli insanlar da milli devlet, milli kimlik ve
Cumhuriyetle yabancılaşmış kimselerdir.

1982 Anayasasının ilk 3 maddesinin değiştirilemez ve değiştirilmesi
dahi teklif edilemez ifadesi 4. maddeden alınmış, oldukça geriye 134.
maddeye değiştirilerek taşınmıştır. Teklif edilen ve tasarıda yer alan
56. maddede milletin isminin Türk olduğu dışlanmıştır. Milli Güvenlik
Kurulu ile ilgili 91. maddede Başbakanın başkanlığında denerek,
kuvvetler ayrılığı prensibi yürütme lehine güçlendirilmektedir.
Jandarma Genel Komutanı Kurul dışına çıkarılmaktadır. Bunun gerekçesi
de Jandarma Genel Komutanlığının İçişleri Bakanlığına bağlı olmasına
bağlanmaktadır. Acaba Genel Kurmay nereye bağlıdır?

Tasarıda madde 94 de “milletlerarası tahkime ancak “yabancılık”
unsuru taşıyan uyuşmazlıklar için gidilebilir” ifadesinde yabancılığın
ne olduğu anlaşılır değildir. Oysa, bu taslağın hazırlanış
gerekçelerinden birisi anlaşılır olmaktır. Mahkemelerin bağımsızlığı ve
tarafsızlığı başlığı altında kimsenin mahkemelere ve hâkimlere emir ve
talimat veremeyeceği, tavsiyelerde bulunamayacağı belirtilmektedir. Bu
maddenin benzeri 1982 Anayasasında da vardı; ama, bizzat Sayın Başbakan
Elif Şafak davasına müdahale edici beyanda bulunmuştu. Hâkimler ve
Savcılar Yüksek Kurulu yürütme ağırlıklı hale getirilmektedir. TBMM
tarafından 5 asil üyenin seçilecek olması yanlış bir müdahaledir. 1961
Anayasasındaki madde bundan dolayı değiştirilmişti. Anayasa Mahkemesine
de yürütmenin müdahalesi artmaktadır.

1982 Anayasasının başlangıç metninin 1980 Müdahalesinin izlerinden
arındırılması doğrudur. Ancak, burada ifade edilen Türkiye
Cumhuriyetinin kuruluş felsefesini ve temel ilkelerini ifade eden
anlamlı cümleler neden devre dışı bırakılmıştır? Türkiye gecekondu bir
devlet midir? Tasarıyı hazırlayanların nerede “Türk”, “Atatürk” ve
“Türk Milleti”, “kutsal Türk Devleti” varsa değiştirdikleri
düşünülürse; bunun altında yatan sebep daha berraklaşır.

Taslak, ferdi, vatandaşlık duygusundan uzaklaştırmakta, onu tek,
bağımsız ve Türk Milletinden kopuk ele almaktadır. Bundan dolayı
“birey” odaklı demektedir. Bu değişikliğe gerekçe olarak 18.yy dan bu
yana anayasacılıkta ortaya çıkan değişmeler gösterilmesinin yerine;
ülkenin ihtiyaçları asıl gerekçe olmalıydı. Burada, Batıdaki devlet ve
fert ilişkileri ile bizdeki durum aynıymış gibi ele alınmaktadır.

Tasarıyı hazırlayanların milliyetçilikle ırkçılık arasındaki sosyal
mesafeyi bilmedikleri veya art niyetli oldukları anlaşılmaktadır. Türk
milliyetçiliği, etnik köken çağrışımı yapmaz, ırkçı, şövenist ve
yayılmacı da değildir. Bundan böyle bir anlam çıkaranlar günümüzde
yükselen milliyetçiliği bile fark edemeyen dar kafalılardır. Etnik
özelliği ne olursa olsun; hiçbir TC vatandaşının milliyetçi bir tavır
almasını engelleyen sınırlamalar yoktur. Yeter ki, farklılıklar
kutsallaştırılmaya çalışılmasın. Dışa kapalı ilkel etniklik peşinde
koşulmasın. İnsanlar kendi kendilerini öteki olarak görmesin.

Tasarıda 1982 Anayasasının değişik kısımlarında yer alan “ülkenin
bölünmez bütünlük ilkesi”nden rahatsız olup bunu farklılıkları dışlama
ya da bastırma olarak nasıl görülebiliriz?

Yaşasın Gerginlik!

Türkiye’de geçtiğimiz 6-7 yıldır yeni bir siyaset formülü belirlendi: “Gerginlik”.

“Gerginlik yaratarak siyaset yapmak” olarak açıklanabilecek bu formül, görülmektedir ki halk üzerinde bu siyaseti güdenler açısından olumlu etki yaratmaktadır.

Bu tarz siyasetin özellikle seçimlerden önce veya ülke geleceği açısından önemli bir karar alınacağı zaman halkın gündemini farklı noktalara çekip gerginlik yaratarak asıl meselenin teğet geçilmesi şeklinde tezahür ettiği artık hepimiz için aşikar bir durumdur.

Nitekim ülkemizde yeni anayasa çalışmaları yapılırken konun “Türkiye Malezya olur mu?” sorusuna kilitlenmesi de yukarıda izah etmeye çalıştığım gerginlik siyasetinin son şeklidir. Zira şu anda dikkatler yeni anayasadan ziyade bu soru üzerindedir ve “Malezya olur muyuz?” sorusu tartışılırken yeni anayasanın hazırlanma süreci doğru dürüst takip edilememektedir.

Halbuki ülke geleceği açısından esas önemli olan yeni anayasanın siyasi ve sosyal içeriğidir. Vatandaşlarımızı kısır döngü içerisine sokup çeşitli bloklara ayırmak, ileride ülke bütünlüğü gerektiren konularda ortak karar çıkmamasına sebebiyet verebilir.

Çünkü bizim tarihi geçmişimize bakıldığında milletimizin keskin hatlarla bloklaşmaya son derece müsait olduğu görülmektedir. Mesela son dönem tarihimizde CHP ve DP rekabeti sırasında milletimizin camilerini bile CHP ve DP olarak ayırması ve farklı düşüncede olanların aynı camide bile ibadet yapmamaları bu duruma belirgin bir örnek teşkil etmektedir.

Değerli okuyucular, bu dönem ülke geleceğimiz açısından önemli bir dönemeçtir. Çünkü geçmişten bu yana gelen Ermeni sorunu, Kıbrıs, Kuzey Irak ve AB gibi hayati konuların hepsi bir anda çözüme ulaştırılmak istenmektedir. Dolayısıyla milletimizin sürekliliğini belirleyecek konuların bir gerginlik ortamında oldu bittiye getirilmesi, konulara dair menfaat sahiplerine “yaşasın gerginlik” dedirtmektedir.

Ancak ülke geleceğimizi tayin edecek konuların bir kaos ortamında, milletimizi farklı konularla oyalayarak ve çeşitli bloklara ayırarak tartışılması, böylece konunun esas mahiyetinden uzaklaştırılması, sadece böyle bir ortamdan çıkarı olan menfaat sahiplerine uygun bir çözüm getireceği için ileride tamiri mümkün olmayan yaralar açar.

Etrafımıza baktığımızda Azerbaycan, eski Yugoslavya ve hatta bir nevi Irak’ın içinde bulunduğu kaos ortamının tek neticesi parçalanmak olmuştur. Önümüzde bu tarz örnekler mevcutken hala bizim gerginlik ortamı üzerine kurulu bir siyasetin oltasına takılmamız, geçmişi çok çabuk unuttuğumuzun en önemli göstergelerinden biridir.

Sonuç olarak belirtmek isterim ki; hayatın hangi kademesinde olursa olsun meydana gelen gerginlik insanın kişisel hayatını nasıl olumsuz etkiliyorsa, insanların oluşturduğu bir kurum olan devlette meydana gelen gerginlik de aynı sıkıntıları doğurur.

Bir gemi batıyorsa içindekilerle beraber batar. Bugün içimizde yaratılmak istenen gerginlik ve kutuplaşmaların neticesi, içinde bulunduğumuz geminin batması olacaktır, ki bu durum hepimizin boğulması demektir. Bu sebeple ülkemiz üzerindeki menfaat sahiplerinin gerginlik politikası stratejisine dur demek ve hepimizin geleceğini belirleyecek konularda yekvücut olmak temennisiyle saygılarımı sunuyorum.

Ekonomide Mevcut Dengeler Sürdürülemez

Mevcut düzenin sürekliliği anlamına gelen “istikrar”, son seçimlerde
de iktidarı belirleyen en önemli kavramlardan biri oldu. Muhalefetin ne
yapacağına dair net bir kanaat edinemeyenler ile “düzende süreklilik”
isteyenlerin tercihi AKP iktidarının devamından yana oldu.

Bu tercihi yapanların istikrar adına oy vermesi, şüphesiz iktidarın
aynı şeyleri yapmasını istemek değil, değişen şartlara ve gayelere
uygun olarak ve büyüyen hedeflere varmak için benzer stratejik
politikaların tekrarlanmasını istemek anlamına geliyor.

Kısacası halkımız iktidarın izlediği politikalar sonucu oluşmuş
dengelerden genel olarak memnundur ve bu dengelerin korunacağı veya
geliştirileceği bir yönetim istemektedir.

Bugünkü yazımızda sosyal ve siyasi dengeleri bir yana bırakıp sadece
ekonomideki dengelerin sürdürülebilir olup, olmadığını incelemeye
çalışalım.

Türkiye son 5 yıldır sürekli bir büyüme göstererek bu alanda
istikrarlı bir çizgi yakalamış gözüküyor. Ancak Ege Cansen’in
ifadesiyle, “İktisadi kıstaslara göre, AKP iktidarı döneminde ekonomide
yüz güldürücü sonuçlar alındığı doğrudur. Ancak ortada abartılacak bir
başarı yoktur. Gerek enflasyonun düşmesi, gerek büyüme açılarından
Türkiye’nin performansı, Latin Amerika ve Doğu Avrupa’daki emsal
ülkelerle aynı düzeydedir hatta düşüktür. Ekonomimizde gözlemlenen
iyileşme, büyük çapta küreselleşmenin bir sonucudur. Dünyada kum gibi
döviz vardır. Bu yüzden, “yüksek faiz-ucuz döviz”e dayalı demode bir
istikrar politikası izleyen Türkiye, 65 milyar dolar ticaret ve 35
milyar dolar cari açığa rağmen krize girmiyor.”

Son verileri değerlendiren iktisatçılar kamu finansman dengesinin
bozulmaya devam ettiğini, özellikle dış ticaret açıklarının ürkütücü
boyutlara geldiğini vurguluyorlar. 2001 yılında dış ticaret açığının
milli gelire oranı yüzde 7.1 iken, şimdi bu oran yüzde 14’e fırladı.
Dünyada döviz bolluğunun verdiği imkânla ve dünyanın en yüksek reel
faizini vermek suretiyle bu açığı finanse etmeye devam ediyoruz.

“Bir yıldan diğerine milli gelirden çok daha hızlı artan dış açıklar
bir noktada kaçınılmaz olarak tıkanmaya neden olacaktır.” Bir süre
sonra Uluslararası piyasalar elverişli olmaya devam etse bile, dış
açıkları finanse etmekte zorlanacağız. Yani mevcut dengenin
sürdürülmesi mümkün görülmemektedir.

İhracatımız artarak yıllık 100 milyar dolar seviyesine geldi. Ancak
ihracatın önemli bir bölümünde giderek artan ithal ara malları
kullanılmakta. Bu ara mallarını üreten Türk sanayii çökme noktasında.
Buna rağmen dış ticaret açığı büyümeye devam etmekte.

Ekonomide yaratılan toplam katma değerin (ürettiğimiz mal ve
hizmetlerin) giderek ithalata daha fazla bağımlı olmasının arkasındaki
ana sebep Türk Lirası’nın reel olarak değerlenmesidir. Bunun sonucu
olarak özellikle “ucuz ithal ürünlere” olan iç talep artışı da ilave
bir faktördür.

Gerçek bir ekonomik istikrar için herkes “yüksek faiz, düşük kur”
politikasının çıkmaz sokak olduğunu biliyor. Nitekim en son TOBB
Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu Kur politikasını eleştirerek, dolar
kurunun 1.2 YTL’nin altına indiği gelinen aşamada, ihracatçılar başta
olmak üzere tüm üyelerinin şikayetçi ve zor durumda olduğunu açıkladı.
Dövizin geldiği noktadan çok rahatsızız” diye konuştu.

Diğer yandan faizin bu kadar yüksek olmasının da bir diğer
rahatsızlık kaynağı olduğunu ifade eden Hisarcıklıoğlu, “Bütün
sanayicilerde şikâyet var. Çünkü dövizin geldiği noktada arkadaşlar zor
ihracat yapıyor. Faizlerden dolayı içerdeki tüketim de kısılıyor” dedi.

Ancak bu politikadan vazgeçmeye yani faizlerin dünya ortalamalarına
düşürülmesine, “enflasyonu artıracağı” gerekçesiyle Merkez Bankası
karşı çıkıyor. Kur yükselmesi, (döviz kurlarının düşmeye devam
etmesinden yararlanarak) dövizle borçlanan iş adamları ve Hazine’nin de
işine gelmiyor. Devlet borçlarından daha yüksek seviyeye gelen döviz
bazlı özel sektör borçları, kurların yükselmesi halinde bu iş
adamlarını ciddi sıkıntıya sokacaktır. (Hazine’nin yayınladığı
bilgilere göre Haziran sonu itibariyle Türkiye’nin dış borcu 226 milyar
dolardır. Özel sektör borçları ise yılbaşında 120 milyar dolar iken
altıncı ayın sonunda 138 milyar dolara fırladı.)

Kurların yükselmesi “ucuz ithal malını” seven halkımızın da hoşuna gitmeyecektir.

Ekonomistlerin üstü kapalı olarak ve bazı iktisadi kavramlarla hissettirmeye çalıştığını biz daha açık bir şekilde söyleyelim:

Ya yumuşak geçiş politikaları (faizlerin kademeli olarak
düşürülmesi, kurların yavaş yavaş yükseltilmesi) ile bazı kesimlerin
canı yakılmaya başlanacak ve bu can yakma biraz zamana yayılacağı için
istikrar görüntüsü bozulmayacak. Veya sürdürülemez dediğimiz
politikaların devamı ile şartlar zorlayacak ve milletçe topyekûn
canımız yanacak.

Planlı Yaşamak ve Düzeni

Yaşadığımız toplumda bireyler genellikle günlük yaşam içinde önüne
ne gelirse onunla yetinerek yaşamayı kendilerine yol seçmişlerdir. Asıl
amaç insanların bir gün, bir hafta, bir ay sora ki veya yıllarını
planlaması o kişinin düzenini ve hayattan olumlu beklentiler içinde
olmasını sağlar.

Biz çocuklarımızın hayatları boyunca nasıl planlı çalışmaları ve
hayatlarını bu düzen içinde sağlamaları gerektiğini anlatacağız.

Çocuklara sorumluluk vermek, başarılı bir yetişkin olabilmeleri
için gereken adımların ilkidir Anne babaların bilmesi gereken nokta,
alışkanlıkların kazandırılmasının belli zamanlar gerektirdiği, doğal
ortamlarda sabırlı yaklaşmanın esas olduğudur. Sonuçta tüm çabalar
küçük küçükte olsa sonuçlarını verecektir.

Çocuklarınızın zamanlarını iyi değerlendirebilmeleri, günü
yakalayabilmeleri için Bu gün ne yapacaksın? sorusu çok önemli bir
sorudur. Gününü planlama alışkanlığı kazanamayan çocuklar, yakın
gelecekte görev ve sorumluluklarını erteleme, yarım bırakma, vazgeçme
gibi davranışlar sergilerler. Oysa planlama, çocuğun özdenetim
becerisini kazanmasında temel koşullardan biridir.

Bu gün ne yapacaksın? sorusunu sormak:

Çocuğun bir gün öncesinden yarın ne yapacağının planını yapmasına
teşvik ediniz. Planlamada her türlü kararı kendisinin vermesini
sağlamak planın uygulanmasını kolaylaştıracaktır. “Yarın ne yapacağını,
ne zaman yapacağını, ne kadar zamanda yapacağını belirleyebilirsin.
Bunları belirlerken iyi düşün, planlama yaptıktan sonra değiştirme
şansın olmayabilir.”

Tüm bunları çocuklarımıza yaptırırken ebeveynler olarak onlara
yardım ve desteklerimizi esirgememeliyiz. Bunlardan daha önemlisi
bizler de hayatımızı örnek bir planlama ile yönlendirmek ve örnek olmak
zorundayız.

Neler yaptırabiliriz?

  • Günlük işleri bütünle ilişkilendirmesine yardımcı olunabilir.
    Aylık ve haftalık takvim üzerinde önceden belirlenmiş ve istenen
    sorumluluklar yazılabilir.
  • Günlük yapılacaklar listesi hazırlatılabilir.
  • Yapılacaklar listesindekileri tamamladıktan sonra çocuk ödüllendirilebilir.
  • Hatırladığı
    ve düzenli olduğu her davranışı fark edilmeli, bunu nasıl başardığı
    sorulmalıdır. Bu belli stratejiler geliştirmesini sağlayacaktır.
    Sonrasında takdir edilmelidir.
  • Büyük işler küçük parçalara bölünebilir.
  • Kontrol listesi hazırlanabilir.
  • Belli eşyaları ait oldukları yere koyma konusunda yer belirlenip, kural oluşturulabilir.
  • Hatırlama konusuna odaklanılmalı. Unuttuğu ve aksattığı iş için
    kendini suçlu hissetmesine izin vermeden, bir daha böyle bir sorunda ne
    yapması gerektiğine dikkat çekilebilir.
  • Sürekli kurtarıcısı olunmamalı. Sorumlulukları ve yaptıklarının sonuçlarıyla baş başa bırakılabilmelidir.
  • Kızmak yerine daha düzenli olması için neler yapması gerektiği
    öğretilmelidir. Küçük yaş çocuklarının yaşının üzerinde beklentiye
    girmeden yönlendirilmeye, yardıma, tekrara ve onlar için hazırlanmış
    programa ihtiyaçları vardır.

Ayrıca bunun bir oyun olmadığını ve onların bu programın
kendileriyle ilgili bölümünü üstlenmelerini beklediğinizi bilmeleri
gerekir. Çocuğun organize olmakta zorlandığı etkinlik için basit bir
plan hazırlanıp odasına asılabilir. Arada “planın nasıl gidiyor?” gibi
yumuşak bir hatırlatma yapmak çocuğun hedefe yaklaşmasına yardımcı
olabilir.

Belki de en önemlisi ebeveynler olarak yaptığımız planları
planladığımız şekilde uygulamak olmalıdır. Çocuklarımız için yapılan
plan ayrıntılarında onları kesinlikle ihmal etmemeliyiz. Çünkü en
önemli ayrıntı çocuklarımızdır.

Zekat

Lügat manası: Temizlik, bereket ve çoğaltmak gibi manalara gelir.

Zekatta size ait olmayan paranın sizin paranızdan ayrılmasıyla geriye kalan para tamamen size ait olup temizlenmiş olur.

Zekatı verilen parayı Allah Teala bereketlendirir. Cimrilik
yapmadığınız ve başkasının hakkına tenezzül etmediğiniz içinde onu
çoğaltır.

Istılahta ise: Sırf Allah rızası için zenginlerin mallarının bir kısmını Müslüman fakire vermesidir.

Zekat mal ile yapılan bir ibadettir. Yapılan bir işin ibadet
olabilmesi için sırf Allah rızası için yapılması şarttır. Eğer işin
içerisinde riya var ise o iş ibadet olmaktan çıkar.

Zekatı şöyle algılamak daha doğrudur: Zekat olarak verdiğiniz para
size ait bir para değildir. O sahibine ulaştırılmak üzere size emanete
bırakılmış bir paradır. Zekat vermek emaneti zamanı gelince sahibine
vermek demektir.

Zekatı vermemekle emanete el koymak veya başkasına ait olan bir parayı gasp etmek arasında bir fark yoktur.

Zekatı verdiğiniz kişi onu istediği gibi harcama yetkisine de sahiptir. Nereye harcayacağına siz karışamazsınız.

Zekat: Hicretin ikinci yılında farz olmuş islamın şartlarından bir
tanesidir. Cemiyet ve fert üzerinde önemli bir yere sahiptir.

K. Kerim’de 32 yerde zekat vermeyi, 2 yerde de zenginlerin malında
fakirlerin de hakkı olduğuna dair hükümler vardır. “Namazı kılınız,
zekatı veriniz.”

“Müminlerin mallarında dilencinin ve dilenmeyen fakirin hakkı vardır.” (Zariyat 19)

Esas itibarı ile zekat iki kısımdır. Birincisi farz olan zekat, ikincisi vacip olan fıtır sadakasıdır.

Zekat verilecek mallar:

1-Altın, gümüş, ticaret mallarının, üretme veya süt için beslenen hayvanların zekatı

2-Ekinlerle meyvelerin zekatı. Buna öşür de denir.

Zekatın fevri oluşu: Zekat farz olunca hemen geciktirmeden verilmelidir. Geciktirilirse insan günaha girer.

Zekatın farz olmasının şartları:

  1. Müslüman olmak: Gayri Müslimler zekat vermezler.
  2. Akıllı olmak: Deliler mükellef olmadıkları için zekat vermezler.
  3. Buluğ çağına girmiş olmak: Çocukların mallarından zekat verilmez.
  4. Hür olmak: Kölelerle, tutsak olanlar zekat vermez.
  5. Nisab miktarı mala sahip olmak: Asgari miktara nisab denir. Nisaba sahip olmayan insanlar dinen zekat vermek zorunda değildir.
  6. Nisabın üzerinden bir yıl geçmiş olması: Bu son iki madde mal ile ilgilidir.

Gasp edilen, vakfedilen, ticari olmayan mal ve eşyanın zekatı yoktur.

Zekatın nisabı: Zekatın farz olması için malın nisaba ulaşması
şarttır. Nisabtan az ise zekat farz olmaz. Zekat malı üzerinden bir
sene geçmesi lazım.

Bir yıl geçmez ise zekat farz olmaz. Sene başında nisaba ulaşan mal sene içinde azalıp
çoğalabilir. Sene sonunda nisabı koruyorsa zekata tabidir. Nisabtan az olursa zekat vermez. Zekatta esas olan kameri yıldır.

Bunun içinde zekatlar daha ziyade ramazan ayına göre ayarlanır.

Nisabın miktarı: 81 gram altın veya ona denk döviz, Türk parasıdır.
Bu paranın üzerinden bir kameri yıl geçince eldeki para 81 gram altın
veya üzerinde ise eldeki mevcut olan paranın miktarı üzerinden zekat
verilmesi mecburidir.

Zekatta tabi olmayan mallar:

Aslı ihtiyaçlar: Yazlık- kışlık ev veya apartman daireleri, ev
eşyaları ve mobilyalar, araba, kullanılan silahlar, sanat aletleri,
altın ve gümüş olmayan süs eşyaları, ticaret için olmayan ilim
kitapları bir insanın mesleği ile ilgili olan araç ve gereçler zekata
tabi değildir.

  • Kirada olan daire ve dükkanın mülkiyetinden değil de gelirinden zekat verilir.
  • Ticari amaç için kullanılan araçlarında geliri üzerinden zekat verilir.
  • İnsanın borcu var ise borcunu çıktıktan sonra elindeki malların
    toplamı 81 gram altın veya ona denk paraya eşitse zekat vermesi
    gerekir.
  • Zekat fakirin hakkı olduğu için onu mutlaka sahibine vermek
    gerekir. Zekat vermemek fakirin hakkını gasp etmektir ve büyük
    zulümdür.

Zekat kimlere verilir:

  1. Fakirlere: Nisaba malik olmayanlara
  2. Miskinlere: Hiçbir şeyi olmayan günü birlik geçinenlere
  3. Zekat memurlarına: Bu günümüzde yok
  4. Muellefei kulüb: Zararından korunmak veya faydalı hale getirmek
    istediğiniz gayri Müslimlere verilir. Hz. Ömer zamanında bu olay
    kaldırılmıştır.
  5. Kölelere: Bu günümüzde yok
  6. Borçlulara: Borcunu ödemekte zorlananlara
  7. Allah yolunda olanlara: Allah yolunda cihat edenlere, ilim tahsil eden fakir insanlara
  8. Yolculara: Malından uzak düşmüş gariplere: Günümüzde geçerli değildir.

Zekat kimlere verilmez:

  • Gayri Müslimlere: Sadaka verilebilir.
  • Cami, okul, yol, köprü, çeşme, okul, yurt, kurs dini olsun veya
    olmasın vakıflara bunların inşaatının tamirine, teçhizine,
    dekorasyonuna onların borçlarına zekat verilmez.
  • Zekatı mümkünse ihtiyaç sahibi olan insanlara bizatihi kendimizin
    vermesi daha doğrudur. Fakat güvendiğimiz istismar etmediğinden emin
    olduğumuz kurumlar aracılığı ile de zekatı fakirlere ulaştırabiliriz.
  • Güven vermeyen haklarında çokça değişik söylentiler olan sosyal
    yada dini amaçlı kurumlara zekat parası verilmemelidir. Fakat bunlara
    isteyen kişiler yardım yada bağışta bulunabilirler.
  • Zenginlere verilmez
  • Koca karısına, karı da kocasına veremez.
  • Usul ve furuuna ( bir kişi babasına dedesine çocuğuna çocuğunun çocuğuna ) zekat veremez.
  • Haşimoğullarına zekat verilmez. Peygamber efendimizin soyundan
    gelen ihtiyaçlı insanlara zekat parası değil de kendine ait paradan
    vermek gerekir.
  • Zengin bir adamın fakir olan hanımına ve zengin adamın fakir babasına zekat verilir.

Zekat verirken şunlara dikkat edilmesi gerekir:

  • Mümkünse zekatı nakti olarak vermek daha doğrudur.
  • Eğer zekatı ayni ( gıda, giyecek yada yakacak ) olarak verilecekse sorulup ta ihtiyacı olan şeyleri almak lazım.
  • Herkes makarna, bulgur vb. şeyler götürürse bu doğru olmaz.
  • Zamanı geçmiş, satılamayan, yenilemeyen, giyilemeyen, içilemeyen, bozuk mallardan zekat verilmez.
  • Son kullanma tarihi geçmiş zeytin, peynir vb. yiyecekleri zekat olarak vermek fakire hakarettir.
  • Giyilemeyen elbise ve ayakkabıyı da aynı şekilde zekat olarak vermek fakirlere saygısızlıktır.
  • Zekat olarak verdiklerimiz yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz şeylerden olmalıdır.
  • Borç olarak verilip de alınamayan para zekata sayılamaz.

Allah Teala cümlemizi zekatını zamanında ve eksiksiz olarak veren kullarından eylesin.

AMİN

Şiddet: Batı’nın Genetik Şifresi

Yeryüzündeki ilk şiddet olayı Hz. Adem’in zamanına kayıtlıdır. Kabil’in Habil’e yaptığını günümüzde Batılılar herkese yapıyor.

Batı Medeniyeti Kabilimsi bir medeniyettir. Şiddet bu medeniyetin
bilinçaltıdır. Onların mitolojik tanrıları bile ehl-i
şiddettir.(Bakınız, Zeus)

1100 senelik Ortaçağ boyunca derebeyliklerde korku ve dehşet içinde
şeytan ve ifrit türlerini tasnif ederek yaşamışlar. Keşiflerle şiddet
ihracına çıkmışlar; Kızılderili’lerin, Maya’ların, İnka’ların,
Aztek’lerin, Maorinlerin, Aborijinlerin canına okumuşlar.

Sonra ver elini sömürgecilik. “En iyi zenci, ölü zencidir” atasözü..
Ku Klux Klan’ın günümüzde hala aktif olduğunu ve Bush gibi
Evangelistlerle dirsek temasında olduklarını biliyor muydunuz?

Cemil Meriç; ‘İzm’ler idraklerimize giydirilmiş deli gömlekleridir’
diyordu. İdeolijilerin hep bu zulüm coğrafyasında ihtilaller ve
katliamlar arasından doğduğunu biliyor muyuz?

Batı’nın katliam dosyası öyle kabarık ki klasörlere sığmaz,
bellekler almaz. Sokak ortalarında köpekler gibi itlaf edilen
Protestanlara uygulanan dini terörden tutun da her 6 ayda bir yenisiyle
tanıştığımız biyolojik teröre kadar geniş bir spektrumda türevleri var.
Hatta bu yüzden Durmuş Hocaoğlu; ‘Terör ve Batı ikiz kardeş gibidir’
der.

Genetik şiddet ya da Batı’nın şiddet geleneği yüzyılın bütün
gelişmelerinde kendisini gösterir. Televizyonuyla, müziğiyle,
kültürüyle, ekonomisiyle hep şiddetin ve dehşetin mümessili oldular.
Onların bilinçaltlarına bizim hayallerimiz bile yetişemedi.
Kurtadamlar, Vampirler, Frankeşyan’lar, dev yılanlar, katil bebekler,
insan yutan köpek balıkları, uzaylı yaratıklar vesaire.. Hem kendileri
huzur bulmadılar hem de insanlığa rahat, huzur vermediler.

Yalçın Küçük’ün ifadesiyle her ne kadar korkuyu bir atom bombası
olarak kullanmayı keşfedenler Moğollar olduysa da batı’nın tarihi
şiddetin tarihidir. Günümüzde her türlü şiddet sonuç alıyor. ABD
dünyayı sistematik bir şiddetle yönetiyor. Sadece 1946-75 yılları
arsında amaçlarına ulaşmak için 215 defa askeri güce başvurmuşlar, 19
defa da nükleer silah kullanma tehdidi savurmuşlar.

Gezegenimiz ABD, İngiltere ve İsrail’in oluşturduğu Şer Üçgeni’yle
yönetiliyor. Hele İsrail’inki şiddetin adeta kutsanmasıdır. Bir de
bunların yapay uzantıları olan taşeron terör var. Görevleri her ülkede
şiddetin canlı ve diri kalmasını sağlamak. 23 yıldır bu vatanda PKK
terörüne verdiğimiz kanın ve canın acısını iyi biliriz.

Dolayısıyla yukarıda sıraladığımız bataklıkların kurutulamadığı bir
süreçte sivrisineklerle mücadele hobi olmaktan öteye gitmez. Hatta
sivrisineklere saz çalmaya benzer.

Okullarda, sokaklarda, trafikte, ekonomide yayılan şiddeti
engellemek istiyorsanız Batı’yla münasebetlerinizi gözden
geçireceksiniz. Çünkü Batılılaştıkça şiddet paritemiz artıyor.

Son sözü Basra’lı Ömer söylesin:

Demokrasi bizim eve de isabet etti

Bir gün sonra anladım ayaklarımın koptuğunu..

Babamın vücudunda

Tam onsekiz adet insan hakları saymışlar.