10.5 C
Kocaeli
Cumartesi, Kasım 8, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 13

İzmir’in Kurtuluşu

9 Eylül 1933 tarihli Cumhuriyet gazetesinde İzmir’in kurtuluşuna dair bir çizim.

İzmir’in Kurtuluşu, 26 Ağustos’ta başlayan Büyük Taarruz harekâtı sonucu Türk ordusunun Yunan işgali altındaki İzmir‘e 9 Eylül 1922’de girmesini belirten tarih terimidir.

Mudanya Ateşkes Antlaşması ve sonrasında Lozan Barış Antlaşması‘na uzanan süreci başlatması dolayısıyla Millî Mücadele‘nin sona ererek Türk milletinin kurtuluşu ve bağımsızlığını elde edişinin simgesi olmuş çok önemli bir tarihi olaydır.

Arka plan

İzmir’in, 15 Mayıs 1919 yılında Yunan güçleri tarafından işgal edilmesi, Anadolu’da Millî Mücadele’nin başlamasında önemli bir aşama olarak kabul edilir.[3] O tarihe kadar Anadolu’da işgallere karşı dağınık olan düşünce ve örgütlenme biçimleri mevcuttu. İzmir’in işgali, Anadolu insanın direniş ve karşı koyuş düşüncesini körüklemiş, İstanbul’da başlayan işgali protesto mitingleri Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar yayılmış, Damat Ferit Hükûmeti’nin düşmesine sebep olmuştu. Artık İzmir, Anadolu harekâtı için temel sembollerden biri haline getirilmişti ve İzmir’in işgaline karşı protesto mitingleri, her yıl işgalin yıl dönümlerinde, Anadolu’nun çeşitli kent ve kasaba merkezlerinde tekrarlanmakta; konu sürekli gündemde tutulmaktaydı.[3] Birinci İnönüİkinci İnönü, Aslıhanlar-Dumlupınar ve Sakarya Meydan Muharebelerinde Millî Mücadele’nin kazanılmasında önemli adımlar atılmıştı.

Tarihçe

Türk ordusu tarafından 26 Ağustos 1922’de başlatılan Büyük TaarruzKurtuluş Savaşı‘nın son safhası idi. Kesin sonuç beş gün içinde elde edildi. Çalköy‘de bulunan Başkomutan Mustafa Kemal Paşa 30 Ağustos’ta ordulara bir bildiri yayımlayarak tarihî “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emrini verdi.

Taarruz emri ile birlikte İzmir yönüne doğru ilerleyişe geçen Türk ordusu birliklerinin en önünde Fahrettin Altay Paşa komutasındaki 5. Süvari Kolordusu bulunuyordu. Kolordunun üç öncü süvari tümeni (1., 2. ve 14. tümenler) birbiri ile yarış halinde farklı kollardan İzmir’e doğru ilerledi.[5] Şehre ulaşan ilk birlikler 9 Eylül sabahı KadifekaleSarıkışlaKarşıyakaPaket Postanesi‘ ve Hükûmet Konağı‘nda göndere Türk bayrağını çekip İzmir’in kurtuluşunu ilan etmiştir.

Süvarilerin şehre girişi ve İzmir gönderlerine Türk bayrağı çekilmesi

9 Eylül 1922’de Mustafa Kemal Paşa’nın Kadifekale’de dalgalanan Türk bayrağını seyrettiği Belkahve‘deki heykeli

Kadifekale burçlarına Türk bayrağı dikilmesi

Ayrı tümenlere bağlı Türk süvari birlikleri birbiriyle yarış halinde ilerleyerek Kadifekale’ye vardı ve Kadifekale burçlarına birlikte bayrak dikti. Kadifekale’de Türk bayrağını göndere çeken subaylar, Mürsel Paşa komutasındaki 1. Süvari Fırkası öncü birliklerinden Teğmen Celil Bey, Kafkas Tümeni Süvari Bölüğü’nden Teğmen Besim Bey ile 2. Süvari Fırkası 4. Alay komutanı Binbaşı Ali Reşat Bey’dir.[5]

Karşıyaka’da göndere Türk bayrağı çekilmesi

Kurmay Yarbay Suphi komutasındaki 14. Süvari Fırkası, İzmir’e kuzeyden sarkarak, Menemen ve Karşıyaka‘ya ulaşıp bayrak çekti. Kadın savaşçı Kara Fatma, bu öncü birlikler içinde Çiğli‘ye ilk giren süvariler arasında yer aldı.

Sarı Kışla ve Paket Postanesi’ne Türk bayrağı çekilmesi

1. Tümene bağlı bir grup süvari, sabah çok erken saatlerde Yüzbaşı Zeki Bey komutasında Konak’a vararak Sarı Kışla‘ya, yine 1. Süvari Fırkası’ndan Üsteğmen Selahattin ise Paket Postanesi’ne Türk bayrağını çekti.

İzmir Hükûmet Konağı’na Türk bayrağı çekilmesi

2. Tümen 4. Alay Komutan Muavini Yüzbaşı Şerafettin yönetiminde iki bölük de Bornova’dan Konak istikametinde ilerleyişini sürdürmüştü. Şerafettin Bey komutasında yaya olarak en önde giden sekiz er, Bornova‘dan Halkapınar‘a ilerleyişi sırasında Punta‘daki Tuzakoğlu fabrikasına yaklaştıkları sırada fabrika pencerelerinden ani bir ateşe uğradı.[7] Bu olayda 4 asker hayatını kaybetti ve hemen orada defnedildiler Olayda can veren askerlerin isimleri şöyledir: Akşehirli Bekiroğlu Mehmet, Antalyalı Ömer oğlu Hakkı (Sarıarslan), Nevşehirli Ahmet oğlu Seyit Mehmet ve Nevşehirli Ahmet oğlu Ahmet.

Yüzbaşı Şerafettin ve yanındaki birkaç kişi, Kordonboyu’ndan Pasaport İskelesi‘ne geldiğinde bir Rum tarafından atılan el bombası ile hafif yaralandı. Şerafettin Bey, yaralı haliyle ilerlemeye devam ederek saat 10.30’da vilayet konağına geldi

Bu arada 4. alay 2. takım komutanı Teğmen Ali Rıza konağa ulaşıp Yunan bayrağını indirmiş, kendisine bir kadının verdiği el yapımı Türk bayrağını göndere çekmişti. Yüzbaşı Şerafettin’in konağa ulaşıp yanında Teğmen Ali Rıza (Akıncı), Teğmen Hamdi (Yurteri) ve Diyarbakırlı Çavuş Mehmet Raşit ile birlikte alay bayrağını göndere çekmesi ile İzmir’in işgalden kurtuluşu ilan edilmiş oldu.

Mustafa Kemal, Fevzi ve İsmet Paşaların İzmir’e gelişi

Başkomutan Müşîr Mustafa Kemal Paşa, yanında Müşîr Fevzi Paşa ve yaveri Binbaşı Salih Bey ile birlikte İzmir‘e geliyor. (10 Eylül 1922)

Birinci Süvari Tümeni Komutanı Mürsel Paşa bir Fransız harp gemisi telsizi vasıtasıyla, İzmir’e girildiğini Ankara’ya bildirdi. Belkahve‘den tarihi günü izleyen Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, yanında Fevzi ve İsmet Paşalar olduğu halde, 10 Eylül sabahı İzmir’e girdi ve Fahrettin Paşa ile buluşarak doğruca Hükûmet Konağı’na gitti. Konağın balkonundan, başarıyı millete mal eden kısa bir konuşma yaptı.

Takip Harekâtı

Mustafa Kemal Paşa’nın ordulara 1 Eylül’de verdiği tarihi emirle başlayan ve 18 Eylül 1922 tarihine kadar yapılan “Takip Harekâtı” ile bütün Batı Anadolu’daki Yunan askerleri, Türk sınırları dışına çıkarılmıştır. Takip Harekâtı’nın başarı ile sonuçlanması sayesinde İzmit bölgesinden İstanbul Boğazı’na, Balıkesir bölgesinden Çanakkale Boğazı’na kadar Türk ordusu için hayati önem taşıyan diğer stratejik hedefler de İtilaf Devletlerinin işgalinden, olaysız olarak ve barış yoluyla kurtarılmıştır.[12]

Türk ordusunun kazandığı bu zafer, Mudanya Ateşkes Antlaşması‘na giden süreci başlatmış; Türkiye, Mudanya Ateşkes Antlaşması’ndan sonra 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması‘nı imzalayarak bağımsızlığını kazanmıştır.

9 Eylül Anıtı

9 Eylül 1922 tarihinde İzmir’in kurtuluşu sırasında şehit düşen dört askerin anısına, defnedildikleri Halkapınar Şehitliği’nde Dokuz Eylül Anıtı yaptırılmıştır. 1927 yılında yapılan anıtın çevresindeki küçük bahçe 1930 yılında oluşturuldu. Yıllar içinde bakımsız kalan anıt; 1961 ve 1996 yılında yeniden düzenlendi ve ikinci düzenlemede ozan Necmettin Halil Onan‘ın bu anıtın açılışı için yazdığı “Bir Yolcuya” şiiri anıt platformuna monte edilmiştir.[7] Ant, “Vatan-Namus Anıtı” olarak da bilinir.

Basın yansımaları

İzmir’in kurtuluşu haberleri 10 ve 11 Eylül tarihlerinde Anadolu basınında yer almıştır. Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin ilk sayfasında İzmir’in kurtuluşu haberi “Süvarilerimiz Cumartesi günü öğleden evvel 10:30’da İzmir’e girmişlerdir. İzmirliler bu suretle Yunan kâbusundan kurtulmuşlardır” başlığı ile verilmektedir. 13 Eylül tarihinden itibaren ise gazeteler Türk ordusunun İzmir’e girişi ilgili bilgilere yer vermişler; ilerleyen günlerde ise ordunun İzmir’e girişi sırasında yaşanan olaylar anlatılmıştır. Mustafa Kemal’in İzmir’e gelişiyle ilgili haberler ise genellikle 13-14 Eylül tarihlerinden itibaren verilmeye başlanmıştır. İzmir Yangını ile ilgili bilgiler basında 14 Eylül tarihinden itibaren yer almıştır.

10 Eylül 1922’de New York Times gazetesinde yayımlanan haberde, Fransız Deniz Kuvvetleri Bakanlığı’nın aldığı haberlere göre, İzmir‘e giren Türk birliklerinin düzgün davranış sergiledikleri belirtilmiştir.]

İzmir’in kurtuluşu ardından Mustafa Kemal Paşa, yabancı basını kabul ederek görüşlerini açıklamıştır. Bunun ardından 1 Ekim 1922 New York Times gazetesinde o zamana kadar olan kendisiyle ilgili en geniş haber-yorum yayınlanmıştır. Gazetede tam sayfa çıkan bu haberde, 41 yaşındaki Mustafa Kemal Paşa portresi ve “Küllerinden Doğan Türkiye” karikatürü de bulunmaktadır.

https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0zmir’in_Kurtulu%C5%9Fu

Ülkenin Durumunu mu Merak Ediyorsunuz?

Tarım ve hayvancılık Ülkesi olan Ülkemizin ekonomisini yöneten kadronun yetersizliği, başarısızlığı sonucu günlük zamlar sabit gelirliyi zor durumda bıraktığını birlikte yaşıyoruz.
Ekonomistlerimizi Yöneticilerimizi tasvir eden okuduğum anlamlı bir fıkra;
*

Tarih öğretmeni çocuğa sormuş: “Oğlum, Kartaca savaşını kim yaptı?”
Çocuk: “Valla-billâ ben yapmadım hocam…” deyince tarih hocası sinirlenmiş, sınıfın kapısını çarparak çıkmış… Matematik hocasıyla burun buruna gelmiş…
Matematik hocası: “Hayrola hocam? Bu ne sinir?”…
“Sorma…” demiş tarih hocası.
“Çocuğa Kartaca savaşını kim yaptı dedim?”.. “Valla-billâ ben yapmadım hocam…” dedi…”
Nasıl sinirlenmeyeyim?”
Matematik hocası: “Bunlar böyledir hocam…Hem yaparlar, hem de inkâr ederler…” deyince, tarih hocası sinirden düşer, bayılır…
Müdürün odasında kolonyayla kendine getirilince müdür sorar: “Hayrola hocam? Ne oldu ki fenalaştınız?” “Sormayın müdürüm” der tarihçi…
“Derste çocuğa “Kartaca savaşını kimler yaptı?” dedim. “Valla-billâ ben yapmadım demez mi?” Sinirle sınıftan çıkarken matematik hocamız sordu…Durumu anlatınca: “Bunlar böyledir, hem yaparlar, bir de yapmadım derler…” deyince bayılmışım….
“Hocam, şu üzüldüğün şeye bak…” der müdür… “İki satır yazı yazarım Milli Eğitim Bakanlığına, kimin yaptığını hemen ortaya çıkartırım…”
Tarih hocası hastanelik olur…15 gün hastanede yatıp tedavi görerek, bir ay raporlu olarak taburcu edilir…
Evinde dinlenirken postacı sarı bir zarf getirir… Tarih hocası merakla açar zarfı… Milli Eğitim Bakanlığından gelmiştir resmi yazı… “Bu yıl, gerekli tahsisat olmadığından, Kartaca savaşları yapılamayacaktır…
Bilgilerinize…” yazmaktadır..
“İşte ülkeyi yönetenlerin ve ülkenin hali tam da budur!..”
“Birçok muallimi cahil, Devleti zahir, Hırsızı mahir, Milleti çaresiz ve aciz..”

Türk Kültür Diliyle Donanımlı Birey

Bugünler Ortadoğu coğrafyasında savaş adı altında çocukları kadınları sivilleri öldüren bir katliam yaşanıyor. İsrail Filistin arasında katliam devam ediyor. İnsanlık çukurlara gömülmüş. Savaşın çevre ülkelere sıçramasını teşvik edenler de pusuda bekliyor…
Bu içler acısı vahşi manzarayı seyrederken daha önce yazdığım bir makaleyi siz mümtaz okurlarımızla paylaşma gereğini hissettim.
*
Türklerin Anadolu coğrafyasını yurt edinmesiyle başlayan Anadolu toprakları tarihi boyunca medeniyetlere beşik olmuş, sevgi, insanlık, hoşgörü zirve yapmış, kendi kültür kodlarımız ise; Ahmet Yesevi’nin önderliğinde Horasan Erenleri, Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaşi Veli, Hacı Bayram Veli, Taptuk Emre, Sarı Saltuk, Somuncu Baba gibi sevgiyi bayraklaştıran, Anadolu’yu İslamlaştıran kültür elçileri ve düşünce üreten manevi önderler olarak insanlığa ışık olmuşlardır..
*
Asırlarca savaşlara rağmen terörizm mevcut olmamıştır. Neyazık ki son kırk yılı aşkındır terör belasıyla iç içeyiz.

*
Birey; birilerinin kulu olmaktan kurtulmuş sadece vicdanının sesine kulak veren, toplumsal yararı bireysel yarardan üstün tutabilen kişidir.
*
Birey; talimatlarla vicdan arasında kalırsa vicdanını devreye sokar kişidir. Bu anlayışı düstur edinebilmektir.
Dolayısıyla birey olma, insan olmanın olmazsa olmazıdır.
*
Demokrasi; insanoğlunun aklıyla ulaşabildiği ideal bir yönetim tarzıdır. Başka bir ifadeyle halkın yönetime direk ya da temsili katılımıdır.
*
Demokrasilerde sağlıklı işleyiş ise toplumu oluşturan insanların “birey” olup olmadıklarıyla direk ilintili bir konudur.
*
Doğu toplumlarında demokrasi serüvenlerinin bir türlü kurumsallaşamamasının nedeni de insanların yığından bireye geçişte ortaya çıkan ” kültürel gecikmeyle” ilgili durumdur.
*

” Demokrasiyi içselleştireceğiz” ifadesinin nedeni de demokrasi kültürü olmadan demokrasinin kurumsallaşamayacağı gerçeğinden kaynaklanmaktadır.
*

Atatürk’le başlayan Milletleşme sürecimizi tamamlamalıyız.” Derken milli iradeyi cemaat – tarikat ve aşiret esaretinden kurtarmayı hedeflemeliyiz.
*
Zira fikri hür vicdanı hür bireylerden oluşan toplum ancak Türk medeniyetinin temel taşlarını döşeyebilir.
*
Hedeflediği Kızılelma Türk’ün aydınlanma çağıdır. Bu çağın temel parametreleri demokrasi, birey olma, sivilleşme hesap verebilirlik, liyakat ve en ömemlisi hukukun üstünlüğüdür. Birey böylesi şartlarda ancak özgür olabilir.
*
Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem ” ise kuvvetler ayrılığı dediğimiz Yasama, Yürütme ve Yargı erklerinin Türk milleti adına kontrol- denge mekanizması içinde çalışması idealidir.
*
Evet, demokrasi kültürü bir günde gerçekleşmiyor. Bunun için bir süreç gerekmektedir. Ne kadar çok çabalarsak hedefe daha çabuk ulaşırız. Bu süreçte yanlışlar, hatalar ve yanlış anlamalarda olacaktır. Ancak bıkmadan usanmadan bu çabaya devam etmek gerekir. Bu çabayı filozofun felsefe nedir sorusuna – “yolda olmaktır. ” Cevabı herhalde en iyi açıklamadır. Bizler hep yolda olacağız. Türk’ün Kızılelmamsı olan demokrasi ve birey olma mücadelemizi vereceğiz.
*

Bilim, düşünce ve sanat insanları doğruları söylemekten korkmaz ve bildiklerini sonuna kadar savunabilme cesareti gösterirlerse;
Hâkimi, savcısı, avukatı; siyasete eklemlenmeden sadece ve sadece adalet üzere olurlarsa;
*
Kamu kaynaklarını kullananlar, haktan- hukuktan ayrılmaksızın, tercihlerini milletten yana kullanırlarsa;
*
Seçilmişler her attıkları adımda, seçmen benden hesap sorar anlayışıyla hareket ederse;
*
Okumak, öğrenmek bir ibadet haline gelmişse;
*
İnsanlar birbirlerinin yaşam tercihlerini sorgulamak yerine, kendileriyle meşgul oluyorlarsa;
*
Şekilci anlayışın yerini, ahlak ve bilgi temelli bir dindarlık almışsa;
İşte oradadır huzur… Oradadır başarı… Oradadır insanlık… Oradadır İslam…
*
Bunlar yoksa
Küçük çocuklara dahi tecavüz edilir; sokakta, çarşıda, evde kadınlar da öldürülür;
Farklı yaşayan, farklı giyinen, farklı konuşan öteki ilan edilir; olmadı tekfir edilir.
*
Böylece, ilim ve irfanın yerini örümcek tutmuş beyinlerin tekrarladıkları teraneler alır ve ortaya garabet çıkar.
Bakın cehenneme dönmüş coğrafyalara, nerede insanlık?

Müjdeli Rivayet

     Müslümanların; İlâhî sıfatları ihlâs / içtenlikle fehmedip / anlayıp inandıkları takdirde; bu İlahî sıfatlar sayesinde, ebedî hayatlarını kazanacakları hakkında rivayet var. Bunun için bir müslüman bilecek ve bilmeli ki:

     Cenabı Hakk; hâşâ pederi / babası olmaktan, veled / çocuk edinmekten, akranı olmaktan ve zevce / eş edinmekten münezzeh / uzaktır.

     Hz. İsa, melekler ve doğan şeylerin ulûhiyetleri / ilâh oluşları kabul edilemez.

     Cismaniyete mahsus veled / çocuk ve vâlidi / babayı nefyetmek ise; veledi, vâlidi / babası ve küfüvvü / dengi bulunanlar ilah değillerdir. Mabud olmaya / ibadet edilmeye lâyık olamazlar.

     Çünkü, Yüce Allah varlıklara karşı doğurma ve doğmayı hissettirecek bütün bağ, ortak ve yardımcı ve hemcinslerden uzaktır. Belki mevcudata karşı nisbeti, hallâkıyeti / yaratıcılığıdır. Sadece “Ol!” demesiyle icat eden bir emir ve ezelî iradesi ile, isteyerek ve seçerek icat eder. Mecburiyet ve zaruret altında olarak ve iradesi dışında bir şeyler yapmak gibi, kemaline aykırı herbir rabıta ve bağla ilişiği yoktur.

     Çünkü Yüce Allah ezelî, ebedî, evvel ve âhirdir. Hiçbir cihette ne Zât’ında ne sıfatlarında, ne fiil ve işlerinde nazîri / benzeri dengi, misli ve misali yoktur.

İnsan  Ebed  İçindir

     Acaba bu insan zanneder mi ki başı boş kalacak? Asla! Belki değil, muhakkak ki insan, ebed için yaratılmıştır. Ya Ebedî Saadet’e / Cennet’e namzed, veya Cehennem’e adaydır. Küçük büyük, az – çok her amelinden / yaptığı bütün işlerden hesaba çekilecek. Ya taltîf edilecek / lütûflara gark edilecek, ya da tokat yiyecek / hak ettiği neticeye müstahak olacaktır.

Hastalık

     Hastalık, insanların sosyal hayatında en önemli ve gayet güzel olan hürmet / saygı ve merhameti telkîn eder / aşılar. Çünkü insanı vahşete ve merhametsizliğe sevk eden; kendini hiçbir şeye muhtaç görmeme hâlinden kurtarır. Çünkü “Şüphesiz insan, kendisini ihtiyaçtan kurtulmuş görmesinden dolayı gerçekten haddini aşar!” âyetinin sırrıyla, sıhhat ve âfiyetten gelen bir gaflette bulunan, kötülüğü emredici bir nefis; hürmete lâyık çok kardeşliklere karşı hürmeti hissetmez. Şefkat ve merhamete muhtaç olan musîbetzedelere ve hastalıklara merhameti duymaz. Ne vakit hasta olsa, o hastalıkla aczini ve fakrını anlar, hürmete lâyık olan kardeşlerine karşı hürmeti hisseder. 

İnsan,  En  Güzel  Sûrette

     İnsan, en güzel sûrette yaratıldığı, ona gâyet geniş imkân ve kabiliyetler verildiği için, yerden ta arşa, zerreden tâ güneşe kadar dizilmiş olan makam, mertebe ve derecelere girebilir ve düşebilir bir imtihan / sınav meydanına atılmış, nihayetsiz düşüş ve yükselişe giden iki yol; onun önünde açılmış bir kudret mucizesi ve yaratılış neticesi ve şaşılacak bir san’at eseri olarak şu dünyaya gönderilmiştir.

İncir  ve  Zeytin

     Yüce Allah, tîn / incir ve zeytin ile yemin vasıtasıyla kudretinin büyüklüğünü, rahmetinin mükemmelliğini ve büyük nimetlerini hatırlatarak; aşağıların aşağısına giden insanın yüzünü o tarafa çevirip; şükür, fikir, iman ve sâlih / iyi ve güzel ameller ile, ta en yüce mertebeye kadar mânen ilerleme kaydedebileceğine işaret ediyor. Nimetler içinde tîn / incir ve zeytini tahsisinin sebebi ise, o iki meyvenin çok mübarek ve faydalı olması, yaratılışlarında nimet ve dikkate değer çok şeyler bulunmasıdır.

Zenginlik,    İşte Bu!

08.09.2025

“Çalışmayı, Sağlığı ve Eğtimi Asla İhmal Etmeyiniz”

Semahat Aracı

Bana bu sözü söyleten, 7 ağustosta katıldığım Tıp Fakültesindeki bir törendir. Bu tören İbrahim Vefa Aracı’nın yönetim kurulu başkanlığını yaptığı Koruma Klor Alkali gurubunun yeni bir bağış hizmetinin tanıtılması idi. Törende yeni yapılan Zümran Aracı Ameliyathanesi ve bazı kliniklere sağlanan teknik imkanlar tanıtılmıştı. Böylece Tıp Fakültesi hastanemizde robotik cerrahi dahil yeni teknik imkanlar ve diğer bazı bölümlerde daha iyi sağlık hizmeti verilme imkanına kavuşulduğunu öğrenmiştik.

Bu tören bana 90 lı yıllardan itibaren kendi branşımda sağlık hizmeti verdiğim baba Şükrü ve anne Semahat Aracı ile ilgili hatıraları yeniden yaşattı. Şükrü amcanın telefonu ile, mutlaka saat 9 da kan ve idrar numunelerini almaya giderdim. Zamandaki dikkati yanında Semahat teyzenin sağlık ve ilaç bilgilerini yazdığı defterdekileri paylaşmasındaki dikkat ve titizliği hayran bırakıcıydı. Şükrü amcanın eşine gösterdiği bu ilgi ,sevgi ve şevkat olağanüstü denilecek şekilde olup 2007de vefatına kadar devam etmiştir. Bu hassasiyet daha sonra        evlatları tarafından 2009 daki vefatına kadar sürdürülmüştü. Semahat Teyze hastalığına rağmen her zaman güler yüzü ile insana umut ve güven veren, güzel iltifatları ile insana neşe katan, öncelikle evlatlarına ve sonra çevresine hayır dualarını eksik etmeyen bir insandı. Her ikisini de rahmetle anarım.

Kocaeli Kent Konseyliği Başkanlığım zamanında şehrimizde yaşlı bakım merkezi yokluğu ve bu alanda bir yatırımının yapılması ihtiyacını Büyük Şehir Başkanımız İbrahim Karaosmanoğlu ile paylaşmıştım. Onun onayı ile İbrahim Aracı’ya bu alanda yapacağı bir bağışın önemini annesini de hatırlatarak paylaşmış, yönetimin her türlü desteği vereceği bilgisini iletmiştim. Konuya olumlu bakması üzerine belediye başkanımız, Rektörümüz Prof.Dr. Sezer Komsuoğlu’yu arayıp böyle bir çalışma için onun da teyidini almıştı. Daha sonra Semahat Aracı Yaşlı Bakım Merkezi adının verileceği bu yer için Kocaeli Üniversitesi, Kocaeli Büyükşehir ve Koruma Klor Alkali A.Ş. arasında bir protokol imzalanarak 2014 yılında temeli atılmıştı. (Ocak 2014 yerel gazeteler).

Üniversitenin hazırlattığı bu proje Büyükşehirin desteği ve Aracı ailesinin imkanları ile yapılmıştır. 6 katlı ve12 bin metrekare kapalı alanlı, alt katında rehabilitasyon hizmetine uygun havuzu dahil en iyi malzemelerle yapılmıştı. 5 yıldızlı otel standardındaki bu bina 2018 de tamamlanıp hizmete hazır hale getirilmişti. Çevre ve altyapı konusundaki yatırımları ve yol ihtiyacını da belediyemiz tamamlamıştı. Burada bakıma muhtaç ve tıbbi desteğe ihtiyacı olan yaşlılara bakım hizmeti, ailelerine de bakım eğitimi hizmeti verilecekti*. Bu hizmetin Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı ile işbirliğinde yürütülmesi planlanmıştı. Ama bazı bürokratik engeller bu işbirliğine engel olmuştu. Bu sorun o günün Rektörü Prof. Dr. Saadettin Hülagü’nün çalışmaları ile çözülmüştür. Böylece burası tamamen tıp fakültesine bağlı olmak üzere Semahat Aracı Onkoloji ve Palyatif Bakım Merkezi adı verilerek 2019da hizmete açılmıştır. Açılış Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın da iştiraki ile yapılmıştır.

Semahat Aracı Onkoloji ve Palayatif Bakım Merkezinde ne gibi hizmetler verilmektedir;

-Onkoloji Servisi: 40 yatak imkânı ile yatarak tedavi gerektiren hastalara bakılmaktadır.

-Kemoterapi Salonu:Günde 120 hastaya ayaktan tedavi hizmeti verilmektedir. Kanser tedavisinde kullanılan ilaçların hekim gözetiminde ve uygun şartlarda yapılması gerekmektedir. Burada bu imkanlar en iyi ve uygun şekli ile hastalara sunulmaktadır.

-Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon hizmetleri:40 yatak imkanı ile yatarak tedavi gerektiren hastalara hizmet verilebilmektedir.80 hastaya da robotik tedavi uygulaması dahil ayaktan fizik tedavi ve rehabilitasyon, verilen hizmetlerdendir.

-Göğüs Hastalıkları bölümüne bağlı 4 yataklı uyku laboratuvarı mevcuttur.

-20 yataklı palyatif bakım bölümü. Tedavi imkanı kalmamış fakat sağlık hizmeti desteği ihtiyacı olanlara bu hizmet verilmektedir.

Türkiye’de kendi alanında tek olan bu hastanemizde yılda 10 bine yakın poliklinik ve 5 bine yakın yataklı tedavi hizmeti verilmektedir. Aracı ailesinin bağışı ile yapılmış bu merkezimiz gibi bu törende tanıtılan yerler Tıp Fakültesi hastanemizin hizmetlerinde önemli imkanlar sağlamaktadır.

Bu ailenin örnek alınacak pek çok yönü vardır. Sahibi oldukları Koruma Klor Alkali A.Ş.nin sosyal sorumluluk bilinci ile yaptıkları bir kısım hizmetlerin tanıtımının yapıldığı bu törende İbrahim Vefa , Zümran, Kemal ve Ayşe ARACIYA plaketleri verilip teşekkürler edildi. Bizler de bu ailenin haklı gururunu alkışlarken hemen yan koltuğumda oturan Galip Ataman beye “işte esas zenginlik bu” demiştim. Ayrıca bunun gibi iş insanları ve kurumlarımızın daha çok olması temennilerini de paylaşmıştık.

Zevkle ve gururla takip ettiğimiz böyle bir tören sebebiyle fakülte başhekimimiz Prof.Dr. Görkem Aksu ve Rektörümüz Prof.Dr. Zafer Cantürk’ü de ayrıca kutlarım. Kocaelimiz için her geçen yıl daha da itibarlı hale gelen Üniversitemiz ve Tıp Fakültemiz ile ilgili güzelliklerin artarak devam ettirilmesi temennilerim ile…

CHP’ye Müdahale Veya Demokrasiye Darbe

Yargının siyaseti dizayn aracı haline geldiği bir tabloda, sadece CHP’nin değil, demokrasinin geleceği sorgulanıyor.

Önce CHP İstanbul İl Başkanlığı yönetimi -İstanbul Asliye Hukuk Mahkemesi kararı ile- görevden alınıp kayyıma (çağrı heyetine) devredildi. 15 Eylül’de yapılacak duruşmada ise Ankara Asliye Hukuk Mahkemesinin kurultayın da geçersiz olduğu (mutlak butlan) kararını vermesi bekleniyor. Böylece Özgür Özel ve yönetimi de görevden uzaklaştırılacak. Parti kayyım olarak atanacak kişiye (muhtemelen Kemal Kılıçdaroğlu’na) devredilecek.

Bunlar CHP yönetimini zor kararlar vermeye zorlayacak. Belki “direniş veya sivil itaatsizlik” eylemleriyle tanışacağız. Belki de CHP’nin bölünmesi veya yönetimin yeniden şekillenmesine sebep olabilecek.

Bu tablo bize hiç de yabancı değil. 2016’da MHP’de yaşanan süreci hatırlayalım. Gemerek Asliye Hukuk Mahkemesi, yetkisi olmadığı halde olağanüstü kurultayı durdurarak Devlet Bahçeli’nin koltuğunu korudu. Başta Meral Akşener ve Ümit Özdağ dahil muhalifler partiden ayrıldı, MHP AKP’nin “stepnesi” haline geldi.

Gemerek’te MHP’nin hatta Türkiye’nin geleceğini yargı dizayn etti. Bugün aynı senaryo CHP için sahneleniyor.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, MHP ve CHP operasyonları arasında sadece bir yöntem benzerliği değil, amaç benzerliği olduğunu vurguladı:

“Bahçeli koltuğunu korumak için MHP’nin iradesini Erdoğan’a rehin etti; bugün aynı yöntemle CHP’nin iradesi ipotek altına alınmak isteniyor” anlamında konuştu.

****

CHP, Mart ayından bu tarafa yönettiği belediyelere yapılan operasyonlardan bunalmıştı. Yeni adli yılın başlamasıyla, yargı doğrudan CHP örgütünü tanzim aracı olarak kullanılmaya başlandı.

Tıpkı Gemerek Asliye Hukuk Mahkemesi gibi CHP’nin İstanbul örgütü ve büyük kurultayı konusunu gören Asliye Hukuk Mahkemelerinin de tamamen yetkileri dışında kalan konularda karar veriyor olması yargının siyasallaştığı iddialarını güçlendiriyor.

Gemerek mahkemesi örneği gibi, benzer bir senaryonun CHP için de gerçekleşebileceği öngörülüyor. Yani mahkeme kurultayı geçersiz sayabilir, “mutlak butlan kararı” verebilir. Böyle olursa yapılan yalnızca CHP’nin iç işleyişine değil, Türkiye’de muhalefetin varlığına ve demokrasiye doğrudan müdahale anlamına gelir.

Bugün mesele CHP’nin kurultayı değildir. Mesele, Türkiye’de demokrasinin hâlâ yaşayıp yaşamadığıdır. Eğer bir partide seçilmiş delegelerinin kararlarını bir mahkeme geçersiz kılabilirse, yarın hiçbir siyasi iradenin güvencesi kalmaz. Adaletin olmadığı yerde demokrasi olmaz.

*********************************

CHP Ne Yapacak?

CHP Parti yönetimi yargı sopasından bir yandan hukuki, bir yandan siyasi manevralarla kurtulmaya çalışıyor. 15 Eylül’de verilmesi beklenen mutlak butlan kararı ile Genel Başkanlık yetkileri kayyım olarak atanacak Kemal Kılıçdaroğlu’na geçerse, partinin oy oranı bakımından en güçlü olduğu bir zamanda, parti örgütü yeniden şekillenecek.

Buna karşı CHP Parti yönetimi delegelerin noter tasdikli dilekçeleri ile 21 Eylül’de olağanüstü kurultay yapma kararı aldı. Böyle yapılacak kurultayda Genel Başkanın müdahalesi söz konusu olamayacak. 15 Eylül’de Asliye Hukuk Mahkemesi mutlak butlan kararı verip kurultayı geçersiz saysa ve Kılıçdaroğlu’nu kayyım atasa bile kayyım genel başkan sadece 6 gün görev yapabilecek.

Bu hamleye karşı iktidar ve yargıdan nasıl bir karşı hamle gelir bilemiyoruz.

CHP’nin bir olağanüstü kurultayla süreci düzeltmeye çalışması yeni davalarla, yeni mahkeme kararlarıyla engellenirse ne olur? İşte asıl tehlike burada yatıyor.

Bu durumda Türkiye, “yargı darbesi” kavramıyla karşı karşıya kalır. Çünkü artık mesele seçim kaybetmek ya da kazanmak değildir. Mesele, muhalefetin kendi varlığını sürdürebilmesidir.

Putin rejiminde olduğu gibi muktedirin izin verdiği kadar bir sözde muhalefet ile demokrasi olmaz. İktidarın muhalefeti -yargı yoluyla da olsa- kendi istediği biçimde düzenleyebilmesi, siyasal hayatı tek parti dönemlerinden bile daha dar bir çerçeveye hapseder.

Bu noktada kamuoyunun sessiz kalması, en büyük tehlikedir. Sessizlik, otoriterleşmenin en büyük destekçisidir. Bu nedenle, demokratik reflekslerin güçlendirilmesi, hukukun üstünlüğü ilkesinin savunulması ve siyasi partilerin kendi iç işleyişlerine müdahale edilmesine karşı ortak bir duruş sergilenmesi gerekir.

Bu aşamada CHP kanadında artık daha sık “direniş, sivil itaatsizlik, sokakta siyaset” gibi kavramları kullanılmaya başladı. Bu şaşırtıcı değil. Çünkü, Özgür Özel’in “Gemerek– MHP örneği” üzerinden yaptığı hatırlatma, CHP’yi ya iradesini iktidara teslim eden ya da direnen bir parti tercihiyle yüz yüze bırakıldığını gösteriyor.

“Direniş, sivil itaatsizlik, sokakta siyaset” kavramları meşru hakların dile getirilmesi olsa da CHP için iki ucu keskin kılıçtır.

Bu yöntemler doğru strateji ve taban sahiplenmesiyle demokrasi mücadelesini güçlendirir, topluma umut verir. Ancak kötü yönetildiğinde kutuplaşmayı artırır, orta sınıf seçmeni ürkütür, iktidarın baskıcı söylemine malzeme sunar.

*********************************

Kamuoyu Desteği Şart

CHP’nin yargı sopasıyla etkisizleştirme operasyonlarına kamuoyunun sessiz kalması, en büyük tehlikedir. Sessizlik, otoriterleşmenin en büyük destekçisidir. Bu nedenle, demokratik reflekslerin güçlendirilmesi, hukukun üstünlüğü ilkesinin savunulması ve siyasi partilerin kendi iç işleyişlerine müdahale edilmesine karşı ortak bir duruş sergilenmesi gerekir.

İktidara düşen ise, kısa vadeli siyasi kazançlar uğruna yargıyı araç olarak kullanmak yerine, uzun vadeli demokratik istikrarı gözetmektir. Unutulmamalıdır ki, “adalet devletin temelidir” ve yargının güvenilirliği zedelendiğinde iktidarın da meşruiyeti sorgulanır.

Yargı, siyasetin değil, hukukun hizmetinde olmalıdır.

Yargı, iktidarın siyasi rakiplerini dizayn aracı haline geldiğinde, kamuoyunun ve demokratik kurumların refleks göstermesi hayati önem taşır. Barolar, akademi dünyası, sivil toplum kuruluşları ve medya, yargının bağımsızlığına yönelik bu tür müdahalelere karşı ses yükseltmelidir. Aksi takdirde, Türkiye’de siyaset yalnızca iktidarın kontrol ettiği bir alan haline gelir ve halkın iradesi yetkisiz mahkeme kararlarıyla geçersiz hale getirilir.

Unutmayalım, “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ve demokrasilerde partileri mahkemeler dizayn etmez; partileri, ancak halkın iradesi şekillendirir.  

Sebep – Sonuç, Sebep – Sonuç

24 Ağustos Pazar yazımda sosyal bilimlerde sebep-sonuç bağlantısı hakkında düşündüklerimi yazmıştım. Okuyucu pek ilgilenmeyecek diye de endişeliydim. Hiç de öyle olmadı. 42 yorum gelmiş ki hiç de az değil. Yorumcular kendi aralarında kavgaya tutuştuklarında yorum sayısı artıyor ama bu 42 öyle değil. Kavga döğüş yok; düşünce var. Eski dostlardan Mümtaz’er Türköne bile lütfedip yazmış, sağ olsun.

İki nottan sonra dokunup dokunup bıraktığım, şu Kuantum Teorisi’ndeki determinizm veya indeterminacy, belirlilik X belirsizlik yahut muayyeniyet X muayyeniyetsizlik meselesine gireyim.

Notlarımdan birincisi: Benim de Ayhan Tuğcugil’in de – ki o benim 1970’lerdeki müstearım – pozitivist olduğu doğru değildir. Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin “Metot – İlim, İdeolojiler ve Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi” başlıklı 7.’nci bölümünde pozitivist tutum sorgulanıyor, “Bilim ideolojilerin, bilim fikir sistemlerinin, bilim dinlerin yerini tutabilir mi?” diye soruluyor ve kesin bir şekilde “Hayır!” deniyor. “Kesin bir şekilde” dememin sebebi şu: O kitap kavga günlerinde yazıldı. İşim ihtilalin merkez karargâhında, ODTÜ’deydi. Özetle, bugün olsa pozitivizm tenkidimi o günkü kadar kesin ifade etmezdim. Uzun uzun alıntı yapmaya yerim yetmez. Zaten kitap piyasada, merak eden alıp okusun. Havayı teneffüs etmeniz için bir cümleyi alayım: “Türkiyeli aydının Batı’ya karşı aşağılık duygusunun doruğa çıktığı devirlerde; dejenere okumuşların Türk milliyetine ait her şeye, bu arada özellikle Türk kültürüne ve İslamiyet’e savaş açtıkları dönemlerde bu tür fikirler memleketimizde geniş akisler yapmıştır, hâlâ da yapmakta.”

Verstehen?

İkincisi Popper. En beğendiğim, bilim felsefecisi. Bilimi “yanlışlanabilir varsayımlar” diye tanımlaması harika. Şimdi soruyorum: Sosyal bilimlerde determinizm yoksa onların sonuçlarını yanlışlayabilir misiniz? Determinizm varsa mesele yok. Determinizm yoksa yanlışlamanız mümkün değil; o zaman da bilim olmazlar. Weber’in verstheninin bu sıkıntısı var. . Ahmet’in versthen’i Hans’ınkinden farklı ise ne olacak? Şöyle mi geçiştireceğiz, “Sosyal bilim bu, narrative canım; anlatı anlatı…” Ne demiş Rutherford (Atom çekirdeğini bulan Nobel’li fizikçi), “Sosyal bilimlerin varabileceği tek sonuç şudur: Bazıları yapar, bazıları yapmaz.”

Ernest Gellner’in yorumu da hoş: Poitiers’de Müslümanlar kazansaydı İbn-i Weber diye biri çıkar, Haricî Etik ve Kapitalizmin Ruhu’nu yazardı!

Bu akşam ay tutulacak

Şimdi gelelim determinizme. Determinizm, “aynı sebepler aynı sonuçları doğurur” kabulünden ibarettir. Sebepleri değiştirerek sonuçları değiştirebileceğiniz düşüncesidir. Bizim evrenimizde, yani kütlelerin gramla, kilogramla, hızların saniyede metre, saatte kilometre ile ölçüldüğü evrende, ister bir uçak ister bir top mermisi ister ay, güneş ve dünyanın birbirine göre hareketi olsun başlangıç şartlarını biliyorsanız, sonuçta ne olacağını da bilirsiniz.

Canlı örnek: Bakınız bu akşam dolunay olacak. Ve iyi bakınız, çünkü bu akşam o dolunay tutulacak.

Bize göre tuhaflıklar bizim evrende değil mikrokainatta ve bir de makrokainatta. Bu evrenleri hayatımız boyunca doğrudan gözleyemiyoruz. Dolayısıyla onlarla ilgili önsezilerimiz yok. Bu yazıda mikrokainatı ve Kuantum Teorisi’ni ele alacağım. Makrokainat da çiftli izafiyetle ondan daha az garip değil.

Newton kaç yaşındaydı?

Efendim, bizim evrende, Newton kanunlarının geçerli olduğu boyutlarda mekanik sistemler taneciklerden ibarettir. İşte siz başlangıçta bütün taneciklerin yerlerini ve hızlarını bilirseniz bir süre sonraki yerlerini ve hızlarını hesaplayabilirsiniz. İşte determinizm budur. Hani bu akşamki ay tutulmasını bildiğimiz gibi. Bu kadar… Bu kadar değil. O taneciklerin birbirine etki ettikleri kuvvetler olabilir, dışardan onlara etki eden kuvvetler olabilir, ışık ve başka dalgalar olabilir. Ama bunların hepsinin davranışını da biliyoruz. Zaten hareketin kanunlarını bulan Newton, yerçekimin kanunlarını da buldu, bunları kullanabilmek için diferansiyel ve entegral hesabı keşfetti, sonra ışığın kırılmasını, renklere ayrılmasını falan da buldu. Bütün bunları keşfettikten sonra gidip 25. doğum gününü kutladı.

Başlangıçtaki yer ve hızları bil, sonraki, hem de çok sonraki yerleri ve hızları hesaplayabilirsin. Mikro evrende işte bunu yapamıyorsun. Çünkü yeri ölçerken hızı rahatsız ediyorsun; hızı ölçmeye kalkarsan taneciğin yeri değişiyor. Bizim evrenimizin ölçülerine göre pek az değişiyor, Planck sabiti mertebesinde. Ama atomların boyutlarında Planck sabiti küçük değil.

O halde başlangıç yerlerini ve hızlarını aynı anda bilmek mümkün değil ki sonuç yer ve hızlarını hesaplayayım. İşte bazen Sean Carroll’a bazen Steven Weinberg’e atfedilen, “Determinizmin duvarında Planck sabiti kadar bir çatlak var.” sözü bundan doğuyor.

Boşboğazlığımdan, sonuca varmadan yerimi bitirdim. Devam edecek ve determinizmi kurtaracağım. Bir de dengede olmayan termodinamik sistemlerdeki belirsizlik var, kaos var. İlerde ona da şöyle bir dokunurum. Prigogine’in hakkı kalmasın.

Türkiye’de Etnik İhanet!

Yazdığım yazılarda, Atatürk’ün Bursa Nutku’ndan yola çıkarak memleketin içinde bulunduğu duruma ve gençlerin görevine dair yorumlar ile İstiklal Savaşı’nda, Türk Milletinin davranışlarını ve sonuçlarını ve de bugün verilmesi gerektiğine inandığım “demokrasi yoluyla varolma savaşı”nın bunu örnek alması gerektiğini, anlatıyorum.

Bir kere daha kanaatimce verilmesi gerektiğine inandığım “demokrasi savaşı”nın ya da Türk Milleti bakımından verilmesi gereken var olma mücadelesinin önündeki en büyük sorun, yüzyıllardır varlığı tartışmasız bir gerçek olan “etnik ihanet”tir.

Peşinen söyleyeyim, bu yazıya ve başlığına ilham olan rahmetli Necdet Sevinç ağabeyin “İstiklal Harbi’nde Etnik İhanet” adlı kitabıdır. Necdet Sevinç, iyi ki; bu kitabı yazmıştır da o dönem yaşananlar içinde, etnik ihaneti bütün tarafları ile bugün bir kez daha görebiliyoruz.

Dikkat ederseniz, Türk adını Türkiye’den ve Türk’ün yaşadığı her toprak parçasından silme planı vardır. Türkiye’ye hakim olan kara zihniyet, bu nedenle “Türk” adını kullanmaz ve her şeye “millet” der, “Türkiyelilik” kavramını teşvik eder, bölücülerle uzlaşma arar ve 36 etnik parçayı dilinden düşürmez. Onlarca yıldır süren bir şeydir bu! Yani günümüze has değildir.

“Yeni Anayasa” dayatmalarının altında yatan, mevcut anayasadan “Türk” tanımlarının çıkarılmasıdır. Bu birçok hedefin yanında, asıl hedeftir. Böylece benim defaatle belirttiğim gibi, Türkiye’de Türk hükümranlığına hukuken son verilmesi amaçlanmıştır. Sadece Türkiye’demi dersiniz? Irak ve Suriye’de Türkmenlerin, Kıbrıs’takilerin, Yunanistan ve Bulgaristan’daki Türklerin durumuna bakıp bunun bütün Türk coğrafyasında geçerli olduğunu net olarak söyleyebilirsiniz…

Kara zihniyetin, bütün yöntemleri deneyerek başta dini, ekonomik ve siyasi olmak üzere her türlü baskı unsurunu kullanarak ülkede hakimiyet kurması, sahip oldukları zihniyetin Türk’e düşman küresel güçlerce kesişmesi sebebiyledir.

Mikro etnikçilerin, Osmanlı’dan günümüze kadar ihanetleri çok açıktır. Ve bu mikro etnikçiler kendileri için en uygun zemini günümüzde bir kez daha bulmuşlardır.

Bu dönem, bölücü terörün arkasındaki yapının kazandığı mesafeler onların da iştahını kabartmış ve kendi hesaplarını da, niyetlerini açık etmeden, PKK’nın elde edeceği kazanımlar üzerinden yürütmeye başlamışlardır. Yani pkk, bir takım haklar elde eder ve kendini hukuki zeminde meşrulaştırırsa, onlarda benzer haklar talep edebiliriz düşüncesindedirler.

Burada karşımıza bir etnik ihanet kardeşliği çıkmaktadır!

Bu nedenle mikro etnikçiliği ortaya çıkaranların ülkeyi getirdiği uçuruma aldırmaksızın, o küçük akılları ile bir partinin eteğine sarılarak, günümüzdeki gelişmeleri çok çalışarak ve destekleyerek ayakta tutmuşlardır.

Kara zihniyetin iktidarında, devlet zayıflamış olduğundan, Müslüman ve gayrimüslim mikro etnik ırkçılar, aynen İstiklal Harbi’nde olduğu gibi hortlayarak ortaya çıkmıştır.

Türk Milletince ve özellikle Türkler tarafından verilecek olan “Demokrasi Yoluyla Var Olma Savaşı”nda, kara zihniyetin etrafını bir zırh gibi örerek, onu korumaya alan bu mikro etnik ırkçılar ve onların çalışmaları, önemle göz önünde bulundurulmalıdır.

Dikkat edin, bunlar Suret-i Hak’tan yana gözükürler. Türk’üm, Müslümanım adım Ahmet, Mehmet derler. Yetmez ise dedesinin Çanakkale’de, babasının İstiklal Harbi’nde şehitliğini anlatırlar. Türk bayrağını da ellerinden düşürmezler. Bunlar yetmezse Hac hatıraları da dinleyebilirsiniz. Size devlet kasasından yardım bağlatabilir hatta cebinden çıkartıp borç bile verebilir. Dediğim gibi, bunlar Türk’ü yanıltmak ve Türk düşmanlığını politika haline getirmiş olan kara zihniyetin etrafında geçilmez bir duvar örme çabasındadırlar ve çok da başarılıdırlar.

Türk Milletinin vereceği “Varolma Savaşı”nda karşısında bulacağı ve mücadele edeceği en büyük kitle budur. Bunlar her yere sızmıştır!

Küresel güçlerin ve onun ülkemizdeki taşeronu kara zihniyetin, Türklüğe karşı takındıkları tavrı anlamak için rahmetli Necdet Sevinç’in kitabından iki örnek verelim.

… İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiser Vekili Tom Hohler, İngiliz Dışişleri Bakanlığı Doğu Masası Şefi George Kidston’a bir mektup yazdı. Mevcut şartlardan faydalanılarak İstanbul’un işgal edilmesi lazım geldiğinden söz edilen mektupta şöyle deniyordu:

“… Burasının Türkler tarafından yönetilmesine son vermek için şimdiki şartlardan yararlanılmazsa çok yazık olacak. Bu şehri herhangi bir yönetim altında görmeye hazırım. Yeter ki, bu yönetim, Türk yönetimi olmasın.”

Aslında müttefikler, Amerikan Başkanı Wilson’un isteği üzerine 10 Ocak 1917’de Türkiye’nin ortadan kaldırılmasını savaş sebebi olarak açıklamışlardı. Şöyle diyorlardı:

“… Uygar dünya bilmektedir ki, müttefiklerin savaş amaçları her şeyden önce ve zorunlu olarak Türkler’in kanlı istibdadına düşmüş halkların kurtarılması ve Avrupa uygarlığına kesinlikle yabancı olan Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa dışına atılmasıdır.”

Bu politika İstanbul’un fethinden itibaren Avrupalılar’ın takip ettikleri politika idi.

Bu politikanın günümüzdeki takipçilerini şimdi anlıyorsunuz değil mi? Bugün neler yapılmak istendiğini düne bakarak daha iyi görebiliyorsunuz değl mi? Onun için önümüzdeki günler Türk Milleti için çok çetin geçecektir.

Bu “Demokrasi Yoluyla Varolma Savaşı”na hazırlanırken ve savaşılırken “mikro etnik ırkçılar”ı göz ardı etmeyin ve hesabınızı da ona göre yapın. Çünkü sorun bebek katili bölücü Öcalan ve avanelerinden ibaret değildir.

Etnik ihanetin merkezi haline gelmiş olan merkezlerde ifade edilen “Yeni Paradigma” tanımının da, Türk Milleti için neler ifade ettiğini bir düşünün. Bu ifade Türk’ün hükümranlığını kaybettiği yeni bir devlet demektir. Devletinizi kaybedince her şeyinizi kaybedersiniz. Yüz küsur yıl önce de bunu yapmaya çalışıyorlardı bugün de öyle!

Birde Necdet Sevinç’in “İstiklal Harbi’nde Etnik İhanet” kitabını hala okumadı iseniz, mutlaka bulup okuyun…