11.5 C
Kocaeli
Salı, Mayıs 13, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 13

Her Gün Okunan Şair

İstiklal Marşı’nın TBMM’nde kabul edilişinin 104. Yıldönümü 12 Mart’ta dahi Ankara’yı her ziyaret edenler, tur operatörlerinin programında olmasa da genelde İstiklal Marşımızın yazıldığı ve şairi Mehmet Akif Ersoy’un Burdur Milletvekili iken bir müddet ikamet ettiği Samanpazarı Hacettepe Üniversitesi Kampüsü içindeki Tacettin Dergâhını ziyaret ederler.

Bugün müze olarak Vakıflara ait Tacettin Dergâhının ayakta kalmaya direndiğini ilk fark eden Ankara Valisi Ömer Naci Bozkurt(1968) olmuştu. Bir müddet sonra ise Tacettin Dergâhı bakımsızlıktan, ilgisizlikten berduşların yatağı olmuş, ayyaşlar şişelerini, camı çerçevesi kırık dergâhta bitirmişlerdi. Bunu ilk fark edenler Türkiye Yazarlar Birliği kurucusu(1978) aydınlar olmuştu. İstiklal ve istikbalimizin yazarı Mehmet Akif Ersoy’u anmak (1976) için gelinen Dergâh bir mezbelelik haline gelmişti. Bunu vilayet, belediye, vakıflar ve üniversite yönetimi nezdinde kınadık, protesto ettik. Hatta yerel yönetimi mahkemeye verdik. Sonrasında davayı kazandık. Tacettin Dergâhı yeniden ele altındı, restore edildi, belli günlerde ziyarete açıldı, Mehmet Akif toplantılarının merkezi oldu. Toplum ve medya büyük alaka gösterdi.

Her yıl 20-27 Aralık Akif Haftasında ve 12 Mart İstiklal Marşı’nın Parlamentoda kabul edilişinin yıl dönümlerinde halk ve resmi zevat, aydınlar, akademisyenler, sivil toplum kuruluşlarının olmazsa olması haleni geldi Tacettin Dergâhı.

Oysa bütün dünyada milli şairler mesela Azerbaycan’da Hüseyin Cavit, Kazakistan’da Ahmet Baytursunoğlu, Kazan’da Gabdulla Tukay, Kırım’da Bekir Çobanzade, Kırgızistan’da Cengiz Aytmatov, Özbekistan’da Ali Şir Nevai, Rusya’da Aleksandre Puşkin, Almanya’da Geothe, İngiltere’de Shakespeare, Fransa’da Boudelaire, Pakistan’da Muhammet İkbal müzeleri, evleri ve çoğu dilde yayınlanmış sergilenen eserleri mevcuttur. Ayrıca tur operatörleri bu yerleri programlarına alarak hem ülkelerini ve hem de aydınlarını tanıtıyorlar. Ülkemizde henüz böyle bir atılım da, endişe de yok. Mehmet Akif Ersoy hatırlarının önemli bölümü İstanbul’dadır, ancak şairimizin ne bir anıt mezarı ve ne de bir Mehmet Akif Ersoy Evi mevcuttur!.

Fikir ve Sanat Vakfı’na Doğru

Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek’i bir ziyaretimizde (1984) Mehmet Akif’in vefatının 50. Yıldönümünde özel bir program yapmıştık. Bakan Zeybek de programımıza arka çıktı. Ancak devletin kamu yararına olan derneklere katkı verdiğini, vakıflara ise projelerine göre yardımcı olduğunu söyledi. Bu bir ipucuydu. Çünkü o günlerde hiçbirimizin projeleri destekleyecek ne gücü vardı ve ne de imkânı, yahut muhiti öne çıkıyordu.

Kurucusu olduğum Türkiye Yazarlar Birliği yönetimindeki arkadaşlarımızla Tacettin Dergahına sahip çıkmaya ve milli şairimize yakışır bir vakfı kurmaya karar verdik. Temaslara başladık. Çok olumlu tepkiler aldık.

Başbakan Turgut Özal’ı bir ziyaretimizde bilgilendirdik. Başarıp başaramayacağımızı sordu. Bir aydın sorumluluğunda iddialı ve gönüllü olduğumuzu anlattık. Sevindi. “Siz bana her zaman ulaşamazsınız. Size Balıkesir Milletvekilimiz İsmail Dayı ile Devlet Bakanımız Prof.Dr.Ercümen Konukman’ı da vereyim. Bana daha rahat ulaşırsınız”dedi ve devam etti “Arkadaşlar Sovyetler propagandasını 70 yıl sanat, edebiyat, spor, çevre ve uzay çalışmalarıyla yaptı. Dünyada hükümetler değişir, ama edebiyat, sanat, kültür ve medeniyet hareketi değişmez, kendini yeniler ve hızlanarak sürer. Önemli ve gerekli bir girişim yapmışsınız. Türkiye’nin tanıtımına ciddi faydalarınız olacak. Devam edin!” Sevincimiz sonsuzdu. Gerçekten de öyle oldu. Sonra da telefonla Tanıtma Fonu Başkanını arayarak “Arkadaşlar size bir program getirecekler. Hukuki ve etik ise yardımcı olalım.” Diye konuştu. İyice yüreklenmiştik.

Vakfımızın ilk Başkanı Yüksek İnşaat Mühendisi M. Atıf Boyacıoğlu, ilk müdürü de yazar Mehmet Çetin oldu. Bir dönemin politikacısı, şairi İsmail Hakkı Yılanlıoğlu hep yanımızda idi. Başbakanlık Müsteşarı Hasan Celal Güzel de, İsmail Dayı da öyle. Kurucular listemizde Yazar Necmettin Turinay, Gazeteci Mehmet Cemal Çiftçigüzeli, Prodüktör Muhsin Mete, Diş Hekimi Fikret Çulhaoğlu, Doç.Dr. Süleyman Hayri Bolay, Şair Yavuz Bülent Bakiler, Yazar Mehmet Doğan, Şair Yahya Akengin, Prof.Dr. Ercüment Konukman, Yayıncı Milletvekili İsmail Dayı, Avukat Sabri Aytemiz, Mühendis Milletvekili M.Gündüz Sevilgen ve Yapımcı Recep Vidin yer aldı.

TYB Hatay Sokak 6/16 Kızılay adresimize bir kardeş kuruluş daha geldi böylece; Mehmet Akif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı. Mehmet Akif’in hatıralarına ve eserlerine sahip çıkacaktık. Ankara Kavaklıdere’deki 12. Noterliğine gittik. 23 Mart 1984 tarih ve 11976 sayılı tasdik senedi, Ankara 12. Asliye Hukuk Mahkemesi 29 Kasım 1984 tarih ve 1984/655 sayılı kararı ile Mehmet Akif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı hayata geçti.

Vira Bismillah deyip Asımın Nesli için yola koyuldu kurucu 14 aydın arkadaşımız.

Safahat Şiirleri 30 Yabancı Dilde

Önce Ankara’daki ismi Mehmet Akif Ersoy olan üç okulumuzun öğretmen ve öğrencilerini Ankara Büyük Şehir Belediye’nin verdiği otobüslerle önce İstiklal Marşımızın kabul edildiği Birinci TBMM’ne, sonra yazıldığı Tacettin Dergâhı’na, en sonda da öğrencilerimizi yarınki Türkiye’nin ruh mimarları olarak, değişik sektörlerde, belki de sorumluluk alacakları TBMM’ne götürüyor, Başkanı ile tanıştırıyor, parlamentomuzu tanıtıyorduk. Ne acıdır ki; yıllardır Ankara Mehmet Akif Lisesi’nde idarecilik yapan bir öğretmenimiz bu programla ilk defa 1. Meclis’e, Tacettin Dergahına ve TBMM’ne geldiğini üzülerek itiraf etti.

Vakıf gönüllülük üzerine kurulmuştu.

Mehmet Akif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı, hayata geçtiğinden bu yana hedef kitlesi gençler oldu. Etkinliklerini genelde üniversitelerle gerçekleştirdi. Özellikle Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi’nin kuruluşundan bu yana ortak programlar yaptı. Üniversite’nin Mehmet Akif Araştırmaları Enstitüsü’nde vakfımız hep temsil edildi, çalışmalara katıldı. İtibar baskılı, büyük boy ve tümüyle vakfın arşivinin kullanıldığı Akif Salnamesi 5 cilt yayınlandı.

Mehmet Akif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı’nın hala sabit bir mekanı yok. Kaynağı ve idari kadrosu bulunmuyor. Gönüllü olarak Akif Dostlarının fedakarlıklarıyla 41.Yaşına bastı. Bu çerçevede 25 kadar Mehmet Akif Ersoy Milletlerarası Sempozyum kitabı yayınladı, 60 kadar Mehmet Akif Ersoy’un Dostları ve Şehirleri dizisi neşroldu, 20 kadar filmi gösterime sunuldu, çok sayıda uluslararası ve ulusal sempozyumlar düzenledi. Safahat’ın şiirlerini değişik dillere tercüme ettirdi.

Safahat Arnavutça’ya tümüyle tercüme edilirken, özellikle İstiklal Marşı Türkiye Türkçesi, Osmanlı Türkçesi, Türkçe ve Arapça harfli, Türk Cumhuriyetleri’nde şive ve lehçe farkıyla konuşulan Azerbaycan, Kazakistan, Kırım, Kırgızistan, Özbekistan, Tataristan Türkçelerine hem latin ve hem de kril alfabesiyle tercüme edilerek yayınlandı. Vakfın tercüme ettirdiği, katkı verdiği, bizzat ilgilendiği diğer yabancı diller de şöyle; Arapça, Almanca, Arnavutça, Boşnakça, Farsça, Fransızca, İngilizce, İsveçce, Kürtçe, Makedonca, Rusça ve Urduca.

Arapça’da ayrıca Akif’in Gölgeler adlı eseri, İbrahim Sabri’nin tercümesiyle Fizilal olarak yayınlandı. Ayrıca İslam coğrafyasında Mehmet Akif Ersoy ile ilgili yazılanlar “İslam Şairi Mehmet Akif” adıyla vakıfça yine Arapça neşredildi.

DÜNYAYA AÇILIM

Yurt içinde İstiklal Marşı Şairi Mehmet Akif Ersoy ve Safahat hakkında Ankara, Akdeniz, Balıkesir, Burdur, Gaziantep, Kastamonu, Kilis Üniversiteleriyle ortak programlar yapıldı. Yurtdışındaki Mehmet Akif Ersoy ve Safahat programları da şöyle gerçekleşti;

*Sırbistan’da Mehmet Akif Ersoy Balkanlarda Kültür, Düşünce Hareketleri ve Yeniden Yapılanması Uluslararası Sempozyumu Novipazar Üniversitesi’yle birlikte hayat bulmuştur 24-31 Mayıs 2009). Novipazar’da ayrıca Türkçe 3000 kitaplık bir kütüphane kurulmuş, Türk Süsleme Sanatları Sergisi açılmıştır. Etkinlik Prizren ve Üsküp’e de taşınarak, program yenilenmiştir.

*Türkiye-Mısır Dostluğunda Bir Köprü; Mehmet Akif Ersoy Uluslararası Sempozyumu bir hafta kadar Kahire Üniversitesiyle ortak yapılmıştır (01-06 Kasım 2010). Kahire’de Ayrıca Sanatçı Esat Kabaklı tarafından Türk Halk müziği Konseri verilmiş, Türk Süsleme Sanatları ile Kadim İstanbul ve Kahire Sergisi açılmıştır.

*Kosova Priştina Üniverstesi’nde Balkanlarda Bir Kadim Şair Mehmet Akif Ersoy Uluslararası Toplantısı (2011) gerçekleştirdi. Akif Resimleri Sergisi açıldı. Arnavutça Safahat tanıtıldı.

*Kazakistan’da Türk Dünyasını Aydınlatanlar Mehmet Akif Ersoy ve Ahmet Baytursınulı Uluslararası Sempozyumu Almatı Yabancı Diller ve Mesleki Kariyer Üniversite’nde gerçekleşmiştir (10-15 Ekim 2011). Almatı’da ayrıca Türk Süsleme Sanatları sergisi açılmıştır.

*Bosnahersek’te Mehmet Akif Ersoy Uluslararası Saraybosna Sempozyumu Uluslararası Saraybosna Üniversitesi’nde hayata geçirilmiştir (21-25 Haziran 2012).

*Azerbaycan’ın Başkenti Bakü’deki Kafkas Üniversitesi’nde Türk Dünyasını Işıklandıranlar; Mehmet Akif Ersoy ve Hüseyin Cavit Uluslararası Konferansı(16-18 Mayıs 2013) hayata geçirilmiş, 113 tebliğ Türkiye ve Azerbaycan Türkçesiyle neşir olunmuştur. Yayınlanan ortak tebliğde de “Yeni nesillere Mehmet Akif ve Hüseyin Cavit gibi sanatçıların yeniden hatırlatılması, yaşatılması, tanıtılması, bütün hususiyetlerinin ortaya çıkarılması, tahlil edilmesi, genç kuşaklara anlatılması küreselleşen ve yozlaşan dünyada toplumun ıslahı ve milli kimliğin kaybedilmemesi açısından çok ehemmiyetlidir” denildi.

*Tataristan’da Türk Dünyasını Aydınlatanlar Mehmet Akif Ersoy ve Abdullah Tukay Uluslararası Kazan Sempozyumu, Kazan Devlet Üniversitesi’nde yapılmıştır (12-18 Mayıs 2014). Rektör Prof.Dr. Redif Zamaletdinova konuşmasında “Mehmet Akif’i geç tanımaktan dolayı üzgünüm. Çünkü soydaşlarımız ve Akif Vakfı, Kazan’a yıllar sonra geldiler. Oysa Sebilürreşat’ın İstanbul İdarehanesi Kazanlı Alimlerin mutlaka uğradığı ve yazılar kaleme aldığı bir mahvilmiş. Ayrıca Sıratatımüstakim dergisi de Türk Dünyasının önemli bir iletişim aracı görevini yapıyormuş. Bu açığı hep birlikte telafi edeceğiz.” Dedi. Kazan’da Akif sergisi açılmış, tablolar hediye olarak bırakılmış ve Türkçe eserlerden oluşan bir kütüphane kurulmuştur

*Pakistan Lahor Pencap Üniversitesi’nde Yunus Emre Enstitüsü’nün katkılarıyla Uluslararası Muhammet İkbal ve Mehmet Akif Ersoy Uluslararası Konferansı(2018) gerçekleştirilmiş, Akif’in hayatı ve şiirlerinden Urduca dilinde örnekler verilmiştir.

*Özbekistan’da Urgenç Üniversitesiyle ortak Müşterek ve Milli Şairlerimiz Mehmet Akif Ersoy ve Abdülhamit Süleyman Çolpan Uluslararası Sempozyumu (07-12 Haziran 2022) gerçekleşmiştir. Ayrıca Özbekistan’da üç ayrı üniversite ile böylesi kültürel etkinliklerin yapılması konusunda sözleşme imzalanmıştır. Sempozyumda iki ayrı amfide 48 tebliğ sunulmuştur. İstanbul’dan götürülen Türkçe Kitaplarla Mehmet Akif Ersoy Hatıra Sınıfı açılmıştır. Her iki milli şair hakkında sinema filmi gösterilmiştir. Sanatçılar Doç.Dr.Süleyman Arguner tarafından bestelenen ve Sanatçı Hüseyin Kıyak tarafından katkı verilen Türkistan Marşı ilk defa bu salonda okunmuş, beğeni kazanmış, üst üste defalarca dinlenmiştir. Akif’in hayatını ve eserini tümüyle Özbek Türkçesine çeviren ve itibar baskıyla yayınlanan eserin mütercimi Şair Mir Aziz Azam ziyaret edilmiştir. Türkiye’den gelen konuklara çapan giydirilmiş, Hive, Buhara ve Semerkant ile Taşkent’te etkinlikler devam ettirilmiştir.

*Yunus Emre Vakfı’yla müşterek Suriye’nin Azez, Afrin, Çobanbey, El Bab kentlerinde Mehmet Akif Ersoy ve Safahat konferansları verilmiş, Arapça milli sanatçımızı tanıtan kitaplar ve resimler sergilenmiştir(24-30 Mart 2024). Ayrıca Kilis Üniversitesi’nde “Mehmet Akif Ersoy’da Medeniyet Algısı“ konulu toplantı düzenlenmiştir.

Bu sempozyumlarda ve etkinliklerde mutlaka hem Mehmet Akif Ersoy’un hayatı, eserleri, hem de söz konusu ülkenin milli şairinin tarihçesi hem Türkçe, hem o ülkenin resmi diline tercüme edilerek yayınlanmıştır.

Türk ve İslam Dünyasını Aydınlatanlar

Mehmet Akif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı ayrıca İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’nin katkılarıyla Türk Dünyasını Aydınlatanlar (12 Aralık 2012) ve İslam Coğrafyasını Aydınlatanlar Uluslararası Sempozyumları (14-15 Aralık 2013) gerçekleştirmiştir.

Sempozyumlarda özellikle ortak dil Türkçe, Türk Birliği, ortak kültürün yeniden filizlenmesi, bilimsel, tiyatro, müzik, görsel ve plastik sanatlar ile kültürel mirasın yenilenmesi, teşvik edilmesi, yeniden üretilmesi, öncelik ve katkı verilmesi, başkentler arasında edebiyat ve sanat trafiğinin artması, sivil toplumların işbirliği yapması, yönetimlerde, ekonomide ve sanatta insanı merkeze alan bir anlayışın geliştirilmesi, hukuk ve insan hakları öncelikli evrensel bir donananıma sahip olunması, temel dillerin öğretilmesi, alimden aydına geçiş sürecinin iyi yöneterek din ve dünya algımızın sağlıklı ve geniş ufuklu bir yapıya kavuşma imkanlarının önünün açılması  konuları müzakere edildi.

Akşamda Münip Utandı’nın solist olarak yer aldığı Cumhurbaşkanlığı Klasik Türk Müziği Korosu Sanatçıları Mehmet Akif Ersoy’un eserlerinden oluşan bir konser vermişlerdir.

Halen yeri, imkanı, kaynağı ve personeli olmayan, gönüllülükle yürüyen Mehmet Akif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı Bayrağını M.Atıf Boyacıoğlu, Yavuz Bülent Bakiler ve Mehmet Cemal Çiftçigüzeli’nden sonra Mehmet Rüyan Soydan mütevelli heyeti başkanı olarak teslim aldı ve Prof.Dr.Turgay Anar, Dr. İbrahim Öztürkçü, Tahsin Yıldırım, Ramazan Minder ve Şaban Özdemir de yeni yönetimi oluşturdu. Mehmet Akif Ersoy ve Dostları ile Safahat konusunda tartışmasız en büyük arşiv de Mehmet Rüyan Soydan ve Mehmet Akif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfında bulunmakta ve programlara katkı vermektedir. Nice 41 yıllara!

(*) Mehmet Cemal Çiftçigüzeli;

Türkiye Yazarlar Birliği(1978) ile Mehmet Akif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı kurucusu(1984) ve yöneticisi. Vakıf onur başkanı. İstanbul İTİA Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Radyo Televizyon Bölümü mezunu. Uluslararası Gazetecilik Örgütü FİJ üyesi. Ankara TRT Haber Merkezinde çalıştı. TRT Teleteks Haberlerini Türkiye’de ilk defa yayına başlattı. Son yayınlanan kitabı Öp Beni Asitane ile birlikte yayınlanmış 30 eseri mevcut.

Görsel, Okutsal Dinlesel

Ramazanın güzel taraflarından biri de iftar sohbetleri. Hem ramazan hem pazar. Siyasetin edepsizliklerinden, harp ve darpten bıkmışsınızdır diye bunu bir sohbet yazısı yapayım dedim.

İnternet çağının getirdiklerinden biri de saf sözün yokluğudur. Şunu demek istiyorum: İster haber olsun ister yorum, ister Web sayfası ister televizyon, metnin veya konuşmanın yanına veya üstüne bir “görsel” yerleştiriliyor. “Görsel” de bu yeni kültürün getirdiği bir kelime; yeni bir kavram. Sel’leri, sal’ları sevmem; Türkçe olmadıkları için. (Tamam, tamam “kumsal” ile “uysal” kardeşler var ama onlar da yanlış örnek.) Görsel her şey olabilir. Çizim, resim, video… Bana kalsaydı “görmelik” derdim. Hani tadımlık, yemelik çekiminden. Bu görmelikler, hele televizyon haberlerinde bazen saçmalık sınırını zorluyor bazen de aşıyor. Hani her ekonomi haberine, emekli maaşlarıya/ ikramiyeleriyle ilgili her habere para sayan bir el veya makine koyuyorlar ya. Her söylenene, her yazılana uygun bir görmelik bulmak kolay iş değil, bazen de imkânsız. Vitrinine saat koyan sünnetçiyi hatırlayın!

Siz hangi “tüh”tensiniz?

Haberlerle karşılaşıyoruz. Haberler bize çarpıyor. Hani haberi veren değil de gizleyen başlıklar atılmış haberler. “Bu da mı olacaktı!”, “Herkes onu konuşuyor!” gibi. Son zamanlarda haberi gizleyen başlıklar gibi haberi gizleyen resimler de çıktı. Hangi görmelik zorunluğu var ya. Görmelik “Bu da mı olacaktı!”daki “bu”yu açık edebilir. Okuyucu haberin neye ait olduğunu anlamasın diye görmeliği de buzluyorlar.

Haberi gizleyen başlıklara, görsellere, “tıklama yemi“ deniyor. Tıklama tuzağı. Gazetecilikte başlık ve ilk cümle haberin özetidir. Öyle öğretilirdi. Sonraki cümleler ayrıntıyı verirdi. İnternetin tıklama tuzaklarında usul bunun tam tersi. Başlık ve ilk cümlelerin görevi bir şey anlatmamak ama merak ettirmek. Merak ettirecek ki tıklayacaksınız. Sonra bir daha, bir daha tıklayacaksınız.

Bu görmelik çağında tıkladığınız zaman bazen metin çıkıyor ve sabredip göz gezdirirseniz yazının ortasından biraz sonra olanın ne olduğunu veya herkesin neyi konuştuğunu anlayabilirsiniz. Bu bir yol. Başka bir yol, tıklamanızın sizi yazıya değil videoya götürmesi. Bu yazı veya video yol ayrımı insanları da ikiye ayırıyor. Bir kısım, “Tüh! Video çıktı.” diyenler. İkinci kısım da video çıkınca sevinip, yazı çıkarsa “Tüh yazı çıktı!” diye üzülenler. Siz hangisindensiniz?

Kitap kargo ister, elektronik hemen gelir

Ben “Tüh video!” kabilesindenim. Neden mi? Çünkü videoda, olup biteni anlamanız için daha fazla zaman harcamanız gerekiyor. Yazıyı şöyle bir tarayıp sizi ilgilendirip ilgilendirmediğini anlayabilirsiniz. Videoda öyle bir imkânınız yok. Gerçi yazılarda da videolarda da asıl habere gelene kadar mümkün mertebe sizi oyalamaya çalışıyorlar. Mesela, “Emeklilerin bayram ikramiyesi nihayet belli oldu” başlıklı haber, eski Roma’da emeklilik var mıydı, yok muydu tartışmasıyla başlıyor. İlgisiz paragraflar birbirine “ise” ile bağlanıyor. “Roma’da emeklilik böyleydi. Kartaca’da ise…” Yazıda böyle istismarları, “Hadi ordan” diye bırakabilir veya atlayabilirsiniz. Videoda çaresizsiniz.

Geçen yüzyılda, taa internet öncesi çağlarda, yurt dışından kitap getirtmenin zorluğunu daha önce anlatmıştım. Proforma faturalar, Merkez Bankası’ndan keşide çekleri falan. Üniversite kütüphanelerinin kurtarıcılığı ve üniversitelerin çoğunda doğru dürüst kütüphane olmayışı…

Sonra internet, sonra Amazon ve kurtulduk. Fakat Amazon’dan kitap getirmek de kolay değildi. Bir kere normal postayla getirtirseniz bir hafta, on gün beklemeliydiniz. Kurye daha hızlıydı ama en az 25 dolar tutuyordu. Bu da kitabın fiyatına yakın bir rakamdı. Onun için bir kitap değil, biriktirip birkaçını birden getirtmeye çalışırdım. Kargo ücreti biraz artabilirdi ama kitap başına düşen azalırdı.

E-kitap ve sesli kitap

Okumanın asıl sürücüsü, tıpkı biliminki gibi meraktır. Merak eden insan okur, araştırır. Merak eden insana bir hafta, on gün postayı bekle demek insafsızlıktır. İşte elektronik kitaplar ve sesli kitaplar bu engeli de ortadan kaldırdı. Her ikisinin birden üstüne atladım. Amazon yıllarca elektronik kitap formatı Kindle’ı Türkiye’ye açmadı. Bu Amazon’la bozuştuğum yıllardır. (Ona küstüğümden Amazon’un haberi yoktu tabii.) Fakat sesli İngilizce kitap deposu Audible’dan ayda iki kitap alıyordum. Ayda iki kitap 14 dolardı. Her bakıma daha ucuz ve daha hızlı. Anında dinlemeye başlayabilirdim. Ama “I ıh…”. Dinlemek okumak gibi değildi. Sonra Amazon Audible’ı satın aldı.

Bu noktalar şahsi tercihlere dayanıyor artık. Ben elektronik kitabı, tabletimden okuyup not almayı, altını çizmeyi, altını çizdiklerimi ayrı bir dosya hâlinde saklamayı falan çok seviyorum. Satın aldığım kitapları bile elektronik kitaba çevirip öyle okuyorum. Buna karşılık elektronik kitaba da “I ıh…” diyen arkadaşlarım var. Dünyada da öyle oldu. Sesli kitap kâğıda basılmış kitabı öldürecek diye tahmin yürütülüyordu. Hâlbuki, elektronik kitap, satış ve okuyucu sayısı itibarıyla, hızlı bir yükselişten sonra yüzde otuz civarında takılıp kaldı.

Yerim bu kadar… Bu sohbet, gelecek Pazar da devam eder.

Ortadoğululaşmanın Çok Yakınındayız

Üç ay önce ORTADOĞULULAŞMANIN NERESİNDEYİZ? Başlıklı bir köşe yazısı yazdım. Rahmetli Prof. Dr. Mümtaz Turhan’ın “Garplılaşmanın Neresindeyiz?” isimli kitabından ilhamla bu soruyu sormamın sebebi, AKP iktidarı döneminde, zihniyetimizin ve yönetim tarzımızın Ortadoğululaşmakta olduğu yönünde oluşan algı idi.

Bu algının oluşması tesadüf olamazdı. Ateş olmayan yerde duman tütmezdi. Bu yüzden bu algıyı oluşturan etkenlerin neler olabileceğini öğrenmek için şu soruları kendimize sormamız gerekiyordu:

“Türkiye’nin siyaset ve yönetim anlayışı ne ölçüde Ortadoğu ülkelerine benzemektedir? Kuvvetler ayrılığı olan bir demokrasi var mıdır? Seçimler önceden belirlenmiş kurallara göre ve yarışan herkese eşit şartlarda yapılmakta, milli iradenin tam tecellisi için gereken demokratik şartlar sağlanmakta mıdır?

Özellikle CB Sistemine girdikten sonra yargı ne kadar bağımsız ve tarafsız? Demokratik kurumların işleyişi nasıl etkilenmiştir? TBMM’nin etkinliği yok denecek mertebeye düştü mü?  Batı’da bağımsız olan kurumlar Türkiye’de tek adamın iradesine bağımlı mı?”

Sadece son bir haftada olanlara baktıkça bu soruların cevabı çok daha açık ortaya çıktı. Bu cevaplar demokratik hukuk devleti olma iddiasındaki bir ülke için hiç de olumlu değil.

*********************************

İmamoğlu’na Yargı Sopası

Gelecek Cumhurbaşkanlığı seçiminde CHP’nin en güçlü adayı İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu idi. 18 Mart’ta, İmamoğlu’nun 30 sene önce aldığı üniversite diplomasını iptal eden bir idari karar alındı. Bu karar bir İdare Mahkemesi kararı ile yürütmesi durdurulmadıkça veya kaldırılmadıkça, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu CUMHURBAŞKANI ADAYI olamayacak.

Ayrıca Ekrem İmamoğlu hakkında, O’nu SİYASİ YASAKLI hale getirebilecek peş peşe davalar ve soruşturmalar açılıyor.

İmamoğlu’na açılan davalar serisi Ocak 2023’te açılan “AHMAK DAVASI” denilen, “YSK üyelerine hakaretten” açılan dava ile başladı. Bu dava İstinaf Mahkemesinde bekletiliyor.

İmamoğlu’nu siyasi yasaklı hale getirebilecek diğer davalar şunlar:

11 Ocak 2023’te Beylikdüzü Belediye Başkanlığı dönemine bir ihalede İhaleye Fesat Karıştırmak iddiasıyla açılan dava yerel mahkemede devam ediyor.

14 Kasım 2024’te Usulsüz Harcama soruşturması açıldı. “Görevi kötüye kullanma” suçu ile itham ediliyor.

20 Ocak 2025 Başsavcı Akın Gürlek’e yönelik sözleri nedeniyle başlatılan soruşturmada “Tehdit, terörle mücadelede görev almış kişiyi hedef gösterme” ile suçlanıyor.

27 Ocak 2025’te, bir bilirkişiye yönelik sözleri sebebiyle, “Yargı görevini yapanı etkilemeye teşebbüs” iddiasıyla soruşturma açıldı.

22 Şubat 2025’te başlatılan “sahte diploma” soruşturmasında “Resmî belgede sahtecilikle” suçlanıyor.

Bu davalardan birinden bile ceza alırsa, Ekrem İmamoğlu “MUHTAR BİLE OLAMAYACAK.”

*********************************

Gerçekten Turpun Büyüğü Heybede İmiş

Bu soruşturma ve davaların hedefinin “İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanı adayı olmasını engellemek” olarak değerlendiriliyordu.

Fakat bu hafta gördük ki hedef daha büyükmüş.  Gerçekten “turpun büyüğü heybede” imiş.

Önce 18 Mart 2025’te İstanbul Üniversitesi Yönetim Kurulu İmamoğlu ve 28 kişinin İşletme Fakültesinden mezun olarak aldıkları diplomalarını iptal etti. Bu idari karar Mahkeme tarafından kaldırılmazsa, Ekrem İmamoğlu Cumhurbaşkanı adayı olamayacak. Ancak Belediye Başkanlığı için üniversite diploması gerekmediğinden Belediye Başkanlığına devam edebilecekti.

Hemen ertesi gün, 19 Mart 2025’te, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu ile aralarında İBB tepe yöneticileri, Şişli ve Beylikdüzü belediye başkanlarının da olduğu 106 kişi sabaha karşı başlatılan operasyonla gözaltına alındı.

İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasına gerekçe gösterilen “yolsuzluk, terör” gibi suçlamalar çok ağır suçlar. Savcılık açıklamasında, Türkiye’nin en büyük belediyesinin başkanı ve muhtemel Cumhurbaşkanı adayı “suç örgütü lideri” olarak nitelendiriliyor.

Çok olağanüstü bir faktör gidişatı değiştirmezse, İmamoğlu’nun tutuklanacağı, uzun bir yargılama sürecini tutuklu olarak hapiste geçireceği ve İBB’ye ve bazı ilçe belediyelerine KAYYIM atanacağı tahminleri yapılıyor. Olursa, çok yanlış şeyler bunlar.

Bunlar demokratik hukuk devleti olan ülkelerde rastlanan olaylardan değil. Türkiye’de benzer bir olay R. T. Erdoğan’ın, İBB Başkanı olduğu dönemde, Siirt’te okuduğu bir şiir sebebiyle 4 ay 10 gün hapse konulup, siyasi yasaklı hale getirilmesiydi. O günün mazlumu Erdoğan’ın iktidarında daha ağır zulümlerin yaşanmasını açıklamak zor.

Bundan başka (demokrasinin kesintiye uğradığı darbe dönemleri ve FETÖ’cü yargı ve bürokratların yaptığı operasyonlar hariç) benzer bir olay bugüne kadar yaşanmadı.

Bu sebeple muhalefet kanadı, Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’ın tutuklanmasıyla başlayan ve Ekrem İmamoğlu ile devam eden, yargı operasyonlarını “SİVİL DARBE” veya “SİYASİ DARBE” olarak tanımlıyor. Bazıları da “FETÖ dönemi uygulamalarına” benzetiyor.

*********************************

Ekonomi ve İç Barış

Bu gelişmelerden benim anladığım şey iktidarın “ekonomiyi düzeltme” diye bir hedefi artık yok. Çünkü bu olaylardan sonra ülkeye yabancı para ve yatırım daha az gelecek, gelen kısım da daha yüksek faizle gelebilecek.

Vatandaşlarının diploması, tapusu, özgürlüğü konusunda hukuki bir güvence görmediği bir ülkede huzur olmaz, ekonomik ilişkiler gelişmez; nitelikli insan gücü ve yerel sermaye yurtdışına kaçar.

İktidar bir yandan terör örgütü lideri aracılığıyla, teröristlerle ve onların meclisteki uzantılarıyla birlikte “İÇ BARIŞI SAĞLAMAK” veya “İÇ CEPHEYİ GÜÇLENDİRMEK” projesi yürütüyor. Diğer taraftan muhalif rakiplerini terör örgütü ile ilişki ve iltisakla suçlamak yaman bir çelişki. DEM Partili Ahmet Türk’ü belediye başkanlığından alıp, yeni süreçte O’na rol ve değer vermekten de büyük çelişki.

Son hafta operasyonlarıyla “ülke içi barışı sağlamak” hedefi inandırıcılığını kaybetti.

Erdoğan eğer ekonomiyi düzeltebileceğine veya “yeni açılım sürecinin” olumlu sonuçlanacağına inansa muhtemel rakiplerinden korkmazdı. “Karşıma kim çıkarsa çıksın yine seçilirim” diye düşünürdü.

Hukukun siyasallaştığını gösteren uygulamaların ülkeye çok yönlü zararı olacağı kanaatindeyim.

Gittikçe otokratik liderlerin yönettiği ülkelere daha çok benzer hale geliyoruz. Korkarım ki, ORTADOĞULULAŞMANIN ÇOK YAKININDAYIZ.

Millet ve Milliyet Önemli mi yoksa?

Geçen asrın sonunda, sözde “bilimsel” sosyalizmin saldırısı devam ederken ona karşı dillendirilen itirazlardan biri, “insan tabiatına aykırılık” idi. Buna, aynı anlamda, “İnsan fıtratına aykırı.” diyenler de vardı. Mülkiyet duygusu, sahiplik, insanın fıtratına kazınmıştı. Evlatlarına miras bırakmak, hayata bir avantajla başlamalarını sağlamak da öyleydi; doğuştandı.

O tarihlerde genetik henüz bugünkü şöhrete ulaşmamıştı. Onun için bu özelliklere “insanın genlerine kazınmıştır” yerine “fıtratındadır”, “tabiatındadır” diyorduk.

Bilimsel sosyalist devlet SSCB, bu tezi yalanlamak için bir şeyler yapmak zorundaydı. Yapacakları da “bilimsel” olmalıydı tabiatıyla… İnsanın fıtratı diye bir şey olmadığını, genetiğin etkisinin sıfır olduğunu ispatlayacaklardı. Stalin, bu bilimsel ispat işini Lysenko denilen bir şarlatana verdi. Lysenko, soğukta yetiştirilen buğdayın soğuk şartlarına alışacağını iddia etti. Soğukta yetiştirilen buğday, tohumluk olarak kullanılırsa kışın ürün verecekti. Sovyetler Birliği tarımı Lysenko’ya emanet edildi. İtiraz eden bilim adamları sindirildi. Bunlardan biri, Vavilov, hapse atıldı ve hapiste öldü. Tabii ne buğdayın fıtratında ne de canlıların fıtratında böyle bir özellik vardı.

Fareler ve insanlar

Sosyalistlerin hoşlandığı biyoloji, ana-babanın kazandığı özelliklerin çocuklara geçeceğini iddia eden Lamarck teorisiydi. “10 nesil farenin kuyruğunu keserseniz 11. nesil kuyruksuz doğar.” veya “Pehlivan babanın oğlu da pehlivan olur.” gibi düşünceler. Lamarck’ı niçin seviyorlardı? Mülkiyet, miras bırakma, akraba kayırma gibi duygular kapitalizmin sonucuydu ve kapitalist ortamda yetişmeyen nesiller bu duygulardan kurtulacaktı. Sosyalist ortamda büyüyen çocuklar sosyalist olacaktı. Tıpkı kuyrukları kesilen fareler gibi!

Lamarck’ın teorisi deneylerle çürütüldü. Olan, nesiller boyunca kuyruklarını kaybeden farelere oldu. Fakat Lamarck ve Lysenko’nun asıl eziyeti farelere değil insanlaraydı. Tarımın direksiyonu Lysenko’ya verildi. Gel gelelim yazlık buğday, kışlık buğday olmadı; soğukta yetiştirilen tohumluklar kışın başağa durmadı. SSCB’de milyonlar açlıktan öldü.

İşte Apo’nun “reel sosyalizm”i böyle bir şeydi.

Bütün bunları nostalji olsun diye anlatmadım. “Bilimsel Sosyalizm”, rahmetli Cemil Meriç’in “idrakimize giydirilen deli gömlekleri” dediği ideolojilerden sadece birisidir. Kendine liberalizm veya ümmetçilik diyen başka deli gömlekleri de var. Bunlar da tıpkı “reel sosyalizm” gibi insan fıtratını, bilimin terminolojisi ile insan genetiğini reddediyorlar. Bir sol cins ve bir sağ cins, milliyet duygusunun insan doğasında bulunmadığı, bunun kötü milliyetçilerin uydurması olduğu iddiasındadırlar.

Bize uymayan

Lamarckism’e, Lysenkoism’e ne kadar benziyor değil mi? “Siyasi Ümmetçiler” de “Uçuk Liberaller” de “Bilimsel Sosyalistler”e benzemek istemez. Gel gör ki deli gömleği deli gömleğidir. Üç ideoloji de uymayan doğayı emir-kumanda ile uyan doğa hâline getirebilecekleri kanaatindedir. Dünya ve tabiat, ideolojilerine uymuyorsa ne gam; ideolojileri değil dünya ve tabiat hatalıdır.

Geçen yazılarımın ikisinde Columbia Üniversitesi Sosyal Psikoloji ve Kültür Psikolojisi profesörü Michael Morris’in, Tribal adlı kitabından bahsetmiştim. Tribal bir baş eser. Fakat yazdıkları izole, eşi benzeri olmayan iddialar değil. Artık sosyal psikolojide doğruluğu tartışılmayan sonuç, insanı insan yapan şeyin toplum içgüdüsü olduğudur. Bu toplum ve topluma uyum içgüdüsü insanı zayıf kaçkın bir yaratık olmaktan kurtarmış. Klandan başlayan ilk topluluklar zaman içinde sülale, kabile, boy ve nihayet millete ulaşmış. Bağlayıcı güç, Azar Gat’ın “kin-culture” dediği, akrabalık- kültür bağı. Sosyal psikolojinin bu tartışılmayan sonucunu ilk araştıran isim, eski bir bilimsel sosyalist Türk, Mustafa Şerif Başoğlu! Bu başka yazıların konusu.

Kültür birleştirir

Tribal kitabının alt başlığı milliyetçiliğe övgü anlamına gelen bir slogan gibi: Bizi Ayıran Kültür İçgüdüleri Bir Araya Gelmemizi Nasıl Sağlar.

Michael Morris kitabına başlarken uçuk liberal, uçuk hümanist diyebileceğim bir tutumun özrünü diliyor. Onun özrüyle bitireyim:

“Kabileciliğe uyanmış ve onu savunan biri olarak yazıyorum. Eskiden toplum gruplarıyla ilgili içgüdüleri insan ilişkilerinde zararlı bir güç olarak görürdüm. Ben de (sizler gibi) rasyonellik, yaratıcılık ve ahlakı, insanlığın ayırt edici özellikleri olarak görerek yetiştirildim ve uyumluluk, statü arayışı ve gelenekçiliği yanlış diye değerlendirdim. Ancak bir davranış bilimci olarak on yıllar boyunca öğrendiklerime dayanarak, eski beşerî bilimler dünya görüşümün naif ya da en azından eksik olduğunu fark etmeye başladım. Kabile içgüdülerimiz, başka yönleriyle zeki bir türü engelleyen sistem hataları değildir. Bunlar, türümüzün evrimdeki yükselişini sağlayan ve bugün hâlâ en büyük başarılarının çoğunu yönlendiren ayırt edici özellikleriydi. Bunlar gelişmemizi engelleyen insani zaaflar değil; özgün kültürlerimizi yaratan insani süper güçlerdir.”

Konudan Konuya  (53)

     Bütün kuvveti; ihlâs, içtenlik, samimi oluş ve hakta bilmeli. Çünkü kuvvet hakta ve ihlâstadır.

     Nitekim, üç tane bir rakamı, bir arada yanyana olmazsa, üç kıymetindedir. Fakat adediyet sırrı ile bir araya gelseler; yüz on bir kıymetinde olur.                                                                                                               

     Dört tane dört rakamı, ayrı ayrı olsalar; on altı kıymetindedir. Eğer matematiksel olarak bir çizgi üstünde yanyana gelseler, bu takdirde dört bin dört yüz kırk dört kuvvet ve kıymetinde olur.

     Hakikî ihlâs sırrı ile on altı fedakâr askerin kıymeti ve manevî kuvveti dört binden geçtiğine, pek çok tarihsel olaylar şahit ve tanıklık ediyor.

     Kemiyet / sayı çokluğunun, keyfiyete / sayı azlığı ve kaliteye göre önemi yok. Asıl ekseriyet / çoğunluk keyfiyete / kaliteye bakar.

     Tarihsel olaylar bu hükmü onaylamakta. Nitekim hakikî ve samimî bir ittifakta, her bir fert, diğer arkadaşlarının gözüyle de bakabilir ve onların kulaklarıyla da işitebilir. Sanki on hakikî ittihat edip birleşmiş kişilerin her biri; yirmi gözle bakar, on akılla düşünür, yirmi kulakla işitir. Yirmi el ile çalışır bir mahiyet göstererek; manevî bir kıymet alır. Büyük bir kuvvet kazanmış olur.

     Çünkü iman / inanç hem nur, hem kuvvettir. Hakikî ve asıl olan iman ve inancı elde edenler; kâinata meydan okuyabilir. İnançları nisbetinde, olayların baskısından kurtulabilir.

x

     Herhangi bir hususta, elden gelen yapıldıktan sonra, sonuç menfî / olumsuz da olsa, tabii karşılamalı. Yani menfî netîce karşısında bile, hay huy etmek ve boş yere tepinmek yerine; mes’eleye yeniden odaklanıp, mutlaka güzel bir sonuç almanın yoluna koyulmalı. Yersiz şikâyetler yerine, önceki hareketlerindeki yanlışlıkları görerek, bunlara tekrar yer vermeden; başarı yoluna  daha azimli ve kararlı olarak, yeniden çıkmalı.

     Meselâ insan; kaçırdığı uçağı için üzülüp dövünerek, geç kaldığı için, içi içini kemirir iken, biraz sonra uçağın düştüğünü öğrenerek; bu sefer kederi, sevince dönüşür.

     Çünkü insan, kendisi için neyin hayırlı olduğunu bilemez. Bazan hayır umduğunda şer, şer sandığında hayır olabilir. Bize düşen, her durumda gerekeni yapmak. Menfî / olumsuz sonuçlar; insanı tembelliğe düşürmeden; başlangıçtaki kararlı, azimli ve gayretli oluşa tekrar ve yeniden sarılmalı.

 x   

     İnsan, sahip olduğu her şeyin devamlı olmasını istiyor. Meselâ elbisesinin eskimesini istemiyor. Daimî olmayan, sürekli bulunmayanı tercih etmiyor.

     İçimizdeki devam hissi, isteği ve arzusu; her zaman kendisini hatırlatmakta; ihtiyar, istek ve tercihlerimize yön vermekte.

     Hakikaten insan; bir nimete veya bir lezzete mazhar olduğu zaman, en evvel fikrini bozan ve insana vesvese veren, o nîmetin veya o lezzetin devam edip etmeyeceği düşüncesidir.

     x

     Görüyoruz ki, çoğunlukla gaddar, fâcir / günahkâr zâlimler nimetler içinde pek rahat yaşıyorlar.

     Yine görüyoruz ki; ma’sûm, mütedeyyin / dindar, fakir mazlumlar; zahmetler, zilletler, tahkirler, tahakküm ve baskılar altında can veriyorlar.

     Bu vaziyetten bir zulüm kokusu gelir.

     Halbuki kâinatın şehadet ve tanıklığıyla adalet ve İlahî hikmet;

     Zulümden pâk ve münezzeh / temizdir.

     Öyle ise, İlâhî adâletin tam ma’nasıyla tecellî etmesi / görünmesi için,

     Haşre / yenide dirilmeye ve Mahkeme-i Kübrâ’ya /

     Âhiretteki büyük mahkemeye lüzum vardır ki;

     Biri cezasını, diğeri mükâfatını görsün.

     Çünkü: Allah; ihmal etmez, imhâl eder.

     İhmal etmez / bigâne ve kayıtsız kalmaz.

     İmhâl eder / mühlet ve müddet verir ki, kul aklını başına alarak kendisine dönsün.

Protokol İşgüzarlığı veya Bir Çuval İnciri Mahvetmek

            KO-MEK, Kocaeli Büyükşehir Belediyesinin “Halk Üniversitesi” unvanıyla tanıttığı eğitim kurumu. Üç yüz yetmiş sekiz branşta, kırk dört kurs merkezinde, üç yüzden fazla usta öğreticisi ile tam bir eğitim seferberliği faaliyeti. Her yaştan insan katılabiliyor kurslara. Ben de emeklilik dönemimde çok istifade ediyorum kurslardan. Bu projenin mimarlarına ve uygulayıcılarına her zaman şükranlarımı sundum, sunmaya devam edeceğim.

            KO-MEK, kurslar dışında da birtakım etkinlikler yapıyor. Bunlardan biri de bereketiyle gelen Ramazan ayına katkı sunmak. “Seyr-i Ramazan” adıyla bir gece düzenlemiş. Tamamen iyi niyetle hazırlanmış programın içeriği, davetlileri memnun edecek nitelikteydi.

            Bende, yıllardır hizmet aldığım KO-MEK’e karşı bir aidiyet oluştu. Davet edildiğim programa iştirak etmeyi görev bildim, ömrünü öğretmen ve yönetici olarak eğitime adamış iki arkadaşımı da misafir olarak götürdüm. Gereğinden fazla mihmandarla karşılaştım binaya girişte. Salonda, yer gösterme yoktu, herkes istediği yere oturuyordu. Ben ve misafirlerim, beşinci sıradaki boş koltuklara oturmaya karar verdik. Oturacağımızı fark eden bir görevli “Burası protokole ait.” diyerek bizi uyardı. Bizden önce de aynı sıraya bir ilkokul çocuğunu oturtmuşlardı. Şimdilik kimsenin olmadığını, protokol sahibi kimseler geldiğinde kalkabileceğimizi söyledim, kırgın vaziyette. Misafirlerimle sohbete dalmıştık ki yine bir genç hanımefendi gelerek oturduğumuz yerin protokole ait olduğunu, oturduğumuz yerden kalkmamız gerektiğini söyledi. Birileri tarafından gönderildiği belliydi. Aynı cevabı verdim, yerimizden kalkmadık; çünkü ben ve misafirlerim nezaketi aşan bir durumla karşı karşıyaydık. Program başladı, öndeki yerler dolmadı, yapılan bir anonsla öndeki boş yerlerin doldurulması istendi. Tam bir komediydi; aramızda gülüştük. Bizim bulunduğumuz sıraya da beklenen protokol gelmeyince KO-MEK çalışanları doluştu. Anladık ki protokol dedikleri, KO-MEK’in çalışanları, çocukları, ana-babalarıymış.

            Bazen usul, esastan önce gelir. Sunulması bilinmeyen aş, boğazda dizilir, mideye oturur, hazımsızlık yapar. Kültürümüzde, misafir ev sahibinin baş tacıdır. Teşrifatçıların bize karşı tavırları, bu tavırlara sebep olan kişilerin direktifleri sebebiyle uğradığım mahcubiyet, büyük emeklerle hazırlanan geceyi benim gözümde kıymetsizleştirdi. Huzurum kaçmıştı. Bu nasıl bir anlayıştır? Protokol dediğiniz nedir, kaç kişidir, neden buna ihtiyaç duyulur? Gecenin manevi havasına uygun mudur? Yoksa kraldan fazla kralcı olmak mıdır, protokol gelecek diye beş sıra yeri boş bırakmak ve oturanları kaldırmak, daha sonra da misafirlerden, boş kalan yerlerin doldurmasını istemek? Bana göre, geceyi hazırlayanların, basiretsizliği, işgüzarlığı, iş bilmezliğidir.

            Protokol sıfatına sahip olmak veya protokolde bulunmak nasıl bir duygudur, gelenektir, anlayıştır? Bunu hiç anlamış değilim. Hangi kültürün eseridir? Kompleks midir, statü müdür, saygı mıdır, elde edilmiş hak mıdır, kendini bilmezlik midir, yalakalık mıdır, dalkavukluk mudur? Nereden bakılırsa bakılsın, hangi sorunun cevabı olursa olsun, hoş durum değil; üstenci anlayışın eseridir. Diğer taraftan ezikliğin kabullenişidir. Sınırları belirsiz, istismara her zaman açık bir hiyerarşidir. Kendisine protokol denen kişi gelmediyse solonda tiyatro, camide cenaze namazı, davette yemek, konferans salonunda toplantı, ilan edilen vakte rağmen başlamıyor, başlatılmıyor.

            Adına ister hiyerarşik düzen densin ister sınıflandırma ister kategorize etme densin, istismara açık sosyal yapımız var. Kişilere bu sosyal yapı içinde hak edilmemiş yetkiler veriyor, itibar gösteriyoruz. Bu da yetkilendirilmiş kişilerde üstenci bakış, megalomanlık, bencillik, narsisistlik oluşturuyor. Toplum zemininde de bu düzen, sosyal kırılmalara, özgüvensizliğe, kendini değersiz görmeye yol açıyor. Değerlilik, Allah katındadır. Kullar arasındaki değerlilik veya statü farklılığı algısı, yapaydır, sosyo-psikolojik bir hastalıktır. “Şeyh uçmaz, uçurulur.” kültürü ve “Padişahım çok yaşa!” geleneği ile yetişen toplumumuzun da bir kibirliler sınıfına zemin hazırladığı, samimiyetsiz davranışlarıyla bu duyguyu beslediği, inkâr edilemez bir gerçek.

            Kişileri kibirlilik girdabına sokup putlaştırmanın, hatta şeytanlaştırmanın anlamı yok. Bu anlayış, ilkelliktir. Birbirimizi ezmenin de hiç gereği yok. Biz bizeyiz; kimi kimden daha üstün göreceğiz, değerli kılacağız? Aileyiz, komşuyuz, aynı yollarda yürüyen, aynı mahallede yaşayan sakinleriz. İçtiğimiz su, yediğimiz ekmek, teneffüs ettiğimiz hava, ısısından ve ışığından faydalandığımız güneş aynı. Mazimiz aynı, ülkümüz aynı. İyisiyle kötüsüyle bu toprağın çocuğu, bu toprağı bize vatan yapan dedelerin torunlarıyız.  Hepimiz dokuz aylığız. Yok aslında birbirimizden farkımız. Neden birimizi diğerimizden üstün kılıyor, saman alevi kadar güçsüz değerler üzerine itibar devşiriyor, böylece sosyal yaralar açıyoruz?

            Uzağa gitmeye gerek yok, dost da düşman da burada, hemen yanımızda; belki içimizde…

Kâinat, Büyük Bir İnsan İnsan, Küçük Bir Kâinat

     Maddî yönden kâinat, insandan büyük. Mânevî yönden ise, insan, kâinattan büyük.

     İnsan küçüklüğüyle beraber; kâinatı zikriyle, fikriyle, hayal ve tasavvuruyla ihata ederek;

     Mânen onu biliyor, tanıyor. Dimağında ve kalbinde ona yeteri kadar yer verebiliyor.

     Onunla hem-hâl olabiliyor. Onunla oturup kalkabiliyor.

     Fakat muazzam büyüklüğü, akıl almaz imkânları insana sunmasıyla beraber,

     Kâinat kendinden habersiz, kendine karşı duyarsız bir mahiyet arzetmekte.

     İşte bu bakımlardan ötürü; bir karınca, küçüklüğüyle beraber kâinattan;

     Mânen büyüktür. Çünkü, kâinat gibi kendinden bihaber / habersiz değildir.

     “O mahiler (balıklar) ki, derya içredir fakat deryayı bilmezler!”

     Tıpkı balıkların su içinde oldukları hâlde, suyu göremedikleri gibi, çünkü,

     Su  içindedirler. Bu yüzden suyu göremezler! Sudan başka bir şey yok ki görebilsinler.

     Kâinat, kendisiyle karşılaştırma yapabileceği, kendinden başka bir şey olmadığı için,

     Varlığı onun için bir şey ifade etmez.

     İnsana gelince, insan; kâinat ağacının en son ve en kapsamlı meyvesi.

     Yunus’un “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm.” dediği gibi,

     İnsan; lâfzî / sözel kitap olan Kur’an’ın;

     Taşa toprağa bürünerek, maddî bir cisim yani kâinat olarak,

     Yani cismanî / kevnî bir kitap hükmündeki Kâinat Kur’anı’nın en büyük maddî âyeti.

     Kâinat sarayının en mükerrem misafiri.

     Kâinat Sarayı’ndaki tasarrufa yetkili tek temsilci.

     Kâinat şehrinin arz denen mahallesinin bahçesinde ve tarlasında

     Vâridat ve sarfiyatına, ekilip biçilmesine nezarete memur ve bunun için,

     Sayısız fen ve sanatlarla techiz edilip donatılmış mahlûkatın yegâne nâzırı.

     Kâinat ülkesinin arz memleketinde, Ezel ve Ebed padişahı olan Yüce Allah’ın;

     En yetkili bir müfettişi. Arzın ve dünyanın bir çeşit halîfesi.

     Üstelik küçük büyük tüm hareket ve yaptıkları kaydedilen, yetkin bir tasarruf sahibi.

     Evet, bu küçük insan; gök, yer ve dağların kaldırmasından çekindikleri en büyük emaneti /

     Allah’ı bir bilip; O’nu tanıma, O’nu bilme ve O’nun istediği gibi olma keyfiyetini yüklenmiştir.

     Bundan dolayı insanın önünde, seçmekte serbest bırakıldığı iki acip yol vardır.

     Yolunun üstünde olan ve karşısına çıkartılan ve seçimi kendisine bırakılan bu iki acip yolun biri;

     Seçen insana; ilelebet mesut ve bahtiyar olacağı bir sonucu kazandıracak.

     Diğeri, yolun bitiminde onu her iki cihanın kaybedeni olacak şekilde

     Bedbaht edecek fecî bir sonuçla yüz yüze getirecektir.

     Kısaca insan, Ulu Yaratıcı’nın bütün isimlerini kendinde aksettirme

     Ve kendinde tecellî ettirme kapasitesine sahip.

     Pek tabii ki, böyle vasıf ve isimlerle donatılan insandan;

     Kâinatta seçilmiş, seçkin ve hiçbir canlıya verilmemiş meziyetlerle donatılan;

     Maddeten çok küçük, fakat mânen çok büyük insandan;

     Ona lâyık bir tarzda teşekkür etmesi zımnen isteniyor ve bekleniyor.

   “Gerçek şu ki; Biz (yokluktan varlığa getirerek, varlık içinde can vererek,

     Canlılar içinde ruh üfleyerek, üflenen ruh içinde ona akıl ve irade vererek,

     O akıl ve iradeye yol haritası olan peygamberler ve vahiyler göndererek

     Ve ebedî cennet hayatı kazanma gibi çok değerli bir fırsat vererek)

     Âdemoğlunu (diğer varlıklardan daha üstün ve) şerefli kıldık. (Hizmetine sunduğumuz

     Vasıtalarla da) onları karada (havada) ve denizde taşıdık. (Dünyayı bir sofra yaptık.)

     Kendilerini temiz ve güzel şeylerden rızıklandırdık ve (bütün bunlarla)

     Onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.” (İsra: 70, Veli Tahir Erdoğan)

Çanakkale Neden Geçilmez?

18 Mart 1915 yılında gerçekleşmiş olan Çanakkale Savaşı,  Osmanlı İmparatorluğu ile “İtilaf Devletleri” arasında cereyan eden çok önemli bir muharebedir.

Tarihten silinmek istenen bir devletin, esir ve zelil edilmek istenen bir milletin toprağını, bayrağını, namusunu, şerefini, ecdadından yadigâr olan tüm kutsal değerlerini korumak adına; canını seve seve verdiği, ama bu değerlerinden, vatan topraklarından bir zerresini bile düşmanına teslim etmediği, vatanına sevdalı; 213.882 koç yiğidinin hayatlarını seve seve adadıkları destanın adıdır.

             Bu destan; Çanakkale sırtlarında ‘’Allah’ın Adını Yürekten Haykıranların’’ kanlarıyla yazılmıştır. O mübarek kanlardan, vatanın bağrında miskler saçan güller, papatyalar, nergisler, laleler, sümbüller vb.  filiz vermiştir. Bu yüzden Çanakkale’nin dağları, dünyanın en paha biçilmez en nadide çiçek bahçesidir ve şüheda kokmaktadır.  

            Dünya var olduğu sürece, Türk Milletini tarih sahnesinden silmek isteyen emperyalist güçler; tarih sayfalarını aralayıp, Çanakkale’yi neden geçemedik? Diye sorguladıklarında:

             Büyük Türk Ulusunun inancına, vatanına, bayrağına, milletine, devletine olan sevdasını görecek, vatan bellediğimiz “bu gazi toprakları ele geçirmeye kalkışmanın bedelinin neler olduğu” gerçeğini bir kez daha hayretle ve gıptayla öğreneceklerdir.

             İngiliz donanmasının Çanakkale Boğazına ilk saldırısı, 3 Kasım 1914 tarihinde yapılan Seddülbahir Kalesi bombardımanıyla başlamıştır. Bu saldırının ardından; Çanakkale seferinin fikir babası Winston Churchill’in 25 Kasım 1914 tarihinde İngiliz Savunma Konseyinde yaptığı konuşma dikkat çekicidir:

            ‘’Osmanlı İmparatorluğunun ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Daha dünkü Balkan Savaşı bozgunu bunun kanıtı değil mi? Donanmamız bir vuruşta Çanakkale Boğazı’nı ele geçirebilir. Topkapı açıklarında görülmesi bile, bu hasta adamın ellerini kaldırıp teslim olması için yeter de artar bile…’’

            Ancak Çanakkale’de; büyük hezimete uğrayan düşmanın ve Churchill’in karşısında hiç tahmin edemediği, aklına dahi getirmediği bir gerçek vardı: Savaş meydanlarının yiğit askeri Mehmetçiğin sarsılmaz imanı ile vatan, bayrak ve millet sevdasıydı.

            Bu hezimeti izleyen İngiliz kuvvetleri komutanı, General Hamilton, yaşananları şöyle anlatmıştır: “Gebe dağlar Türk doğurmakta devam ediyor.’’

            Evet, o destanın yazıldığı tarihte, Çanakkale’nin dağlarından, taşlarından, ağaçlarından, hülasa vatanımıza kucak açan ‘toprak ana’ dan adeta Mehmetçik fışkırmıştır. Çünkü o gazi topraklar; işgal edenlerin, mazluma zulmedenlerin değil, Allaha büyük bir tevekkülle iman edenlerin, hayatlarını vatanı için seve seve feda edenlerin yurduydu.

            Sarsılmaz bir imanla bu kahramanlar; İngilizlere, Fransızlara, Anzaklara, Hindulara, kısacası katil ve insafsız bu yığınlara tarihin en acı yenilgisini Çanakkale’de tattırdı.

            “Bu savaşlarda; 47.000 Fransız, 205.000 İngiliz/Hintli, Avustralyalı, Yeni Zelandalı (Anzak) Senegalli ölmüştür. Bu savaşlarda İngilizler, acımasızca ve sinsice müstemlekelerinin askerlerini de kullanmıştır. 

İstanbul’dan Çanakkale’ye giden “18 yaşındaki askerlerin” resmini görmüşsünüzdür. Ya da “Onbeşliler” türküsünü hepimiz dinlemişizdir. İşte onlar da böyle düşünüyorlardı: Belki öleceğiz ama teslim olmayacağız…

Tarihte iz bırakan kimi yaşanmışlıklar hüzünlüdür, acılarımızı depreştirir. Fakat Çanakkale, öyle kutlu ve anlamlıdır ki, ağrısı gurur vermekte, yaralı gönüllerde yanık türkülere dönüşmektedir.

Andıkça bir o kadar onurlandıran, başımızı dik tutmamıza vesile olan, böylesine eşsiz bir destanı, yeni nesillerin hücrelerine ilmek ilmek işlemek gerek. Bu yüzden, yediden yetmişe her kesin, savaşın geçtiği yerleri gezip görmesi, gerçekleri öğrenmesi, özümsemesi, içselleştirmesi, dersler çıkarması ve ibret alması elzemdir.

Çünkü Çanakkale öylesine devasa bir destandır ki, aynısının değil, benzerinin bile tekrarlanması, her bakımdan asla mümkün değildir. Yazıldığı yer vatan toprakları, başrollerde yer alan Mehmetçik’tir. Her sahnesi kanla icra edilen ve 213.882 koç yiğidin şehadetine, onulmaz acılara, gözyaşlarına, ıstıraba, çileye, sönen ocaklara   mal olan bir destandır.

Çanakkale savaşları, aynı zamanda düşman tarafından akla hayale gelmedik vahşetin, zulmün, hilenin, kalleşliğin, adaletsizliğin, uygulandığı, akla hayale sığmayan,  insanlığı utandıran haksız ve çirkin bir saldırıdır. Bu saldırıda vahşi, gaddar, acımasız, canavarlaşmış düşmanlar rol almış, her türlü çirkin ve rezilliklerle bir milleti yok etmeye çalışmıştır.

Buna rağmen Mehmetçik, bu canavarlığa ve her türlü çirkinliğe, merhametini, vefasını, şefkatini, mertliğini, sabrını, tevekkülünü vb. hasletlerini katarak, insani boyut getirmiş, akılların almadığı, gücün yetmediği taş kalplerin anlayamadığı ibret sahneleri icra etmiştir.

 Feryatlarına dayanamadığı düşmanını, şefkatle sırtlayarak cephe gerisine taşımış, düşmanına siperden sigara atmış, düşmanını bir nebze de olsa utandırarak insanlık dersi vermiştir.

Bire karşı on kat düşmana eyvallah etmemiş, rakipleri her türlü konforla, modern silahlarla donanımlı iken, O cepkenine taşlardan düğme yapmış, yırtık ve söküğünü kendi dikmiş, peksimetini yanındakiyle paylaşmış, kurşun yağmuru altında, ölüme tebessüm ederek, huşu ile cemaatle namaz kılmıştır.

Çanakkale Savaşı dünyada deniz, kara ve havada harp silahlarının birlikte kullanıldığı ilk savaştır. Çanakkale Savaşı, ilklerin zaferidir. İngilizler, uçak gemisini ilk defa kullanmışlardır. Fransızlar, balon gemisi kullanmışlardır.

Çanakkale, dar alanda yapılan çok yoğun bir savaştır. Savaşta 1 metrekarelik alana 6 bin mermi düşmüştür. 600 milyonda bir olan 2 merminin çarpışma ihtimali Çanakkale’de defalarca gerçekleşmiştir.

Sonuç olarak, Çanakkale Savaşı, sadece bir askeri başarı değil, aynı zamanda Türk milletinin; fedakârlığını, sabrını, ahde vefasını, dayanışmasını, cesaretini, şükrünü, cesaretini, kararlılığını ve hoşgörüsünü vb. karakterlerini, simgeleyen bir destandır.

Vatan ve vazife uğruna hayatlarını seve seve feda eden tüm şehitlerimizi rahmetle, minnetle anıyor, aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum. Ruhları şad olsun…

Hayatta olan gazilerimize saygılarımı, dualarımı göndererek,  sağlıklı, hayırlı ömürler, diliyorum.