13.8 C
Kocaeli
Pazartesi, Eylül 22, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1299

Ergenekon’un da adını kirlettiler

0

Cahiliye Arap toplumunda, Araplar helvadan putlar yaparlar, ona taparlar, karınları acıkınca da yaptıkları putları yerlermiş. Bu olayı hatırladığım zaman yüzümde hep acı bir tebessüm oluşur. İnsanoğlu ne garip değil mi? Önce kendine bir kutsal yapıyor, sonra onu tüketiyor.


Yaptığımız kutsalları bazen yiyor, bazen değersizleştiriyoruz. Aşk gibi yüce bir sözcüğün içini boşaltıyoruz, aşkı basitleştirerek. Mustafa gibi güzel bir ismi Musti ya da Mıstık diyerek, Mehmet gibi manalı bir ismi Memo ya da Memet diyerek bozabiliyoruz. Kutsallık izafe ettiğimiz değerlerimizi, eylemlerimizi tüketmekte, bozmakta kimse elimize su dökemez.


Ergenekon’la, destandaki olaylar akıl dışı da olsa, bir milletin yok olmaya karşı direniş, var olmak için diriliş macerasını anlatırdık öğrencilerimize göğsümüzü kabartarak. Ergenekon destanı ile düşmanın hilelerine karşı uyanık olma gereğini idrak eder, ucunda ölüm de olsa özgürlüğü solurduk ciğerlerimizde derin derin. Barışık olunduğunda doğanın, insanoğlu için hizmetkâr, tanrının ise kendisine şükredenlere lütufkâr, Türklerin hayvan yetiştirme, toprağı işleme, madeni kullanabilme kültürüne daha ilk çağda sahip olduğunu, böylece atalarımızın gelişmişlik düzeyini anlatırdık çocuklarımıza. Destanların doğası gereği anlatılanlar abartılı da olsa, öğrencilerimiz atalarıyla gurur duyarlardı. Öğrencilerimiz, hayvanları kutsallaştırmanın, kültürel az gelişmişlik olarak destanlar döneminde kaldığını öğrenirler, insanoğlunun bulunduğu gelişmişlik düzeyinden dolayı övünç duyarlardı. Üzgünüm, Ergenekon sözcüğü artık bunların hiçbirini düşündürtmeyecek öğrencilerimize. Onlar da belki, benim acıktığımda putunu yiyen Arapları hatırladığımda yaptığım gibi, acı acı tebessüm edecekler.


Atalarının yeniden doğuş öyküsünün anlatıldığı bir destan değil artık, Ergenekon yeni neslin gözünde. Ergenekon, ideolojisi olmayan derin bir çeteleşme, gayeye varmak için bütün yolların meşru kabul edildiği illegal örgüt demek. Devlete egemen olmak için insan kandırmak, eğitmek, satın almak, öldürmek, bu çetenin yöntemleri arasında. Bürokratlar, öğretim üyeleri, iş adamları, yargıçlar, gazete ve televizyon yöneticileri, muvazzaf ya da emekli askerler, bu çetenin kurucuları ve üyeleri arasında. Hiçbir zaman bir ve beraber olamayacağını düşündüğümüz insanlar, bu örgütün çatısı altında kolayca bir araya gelebilmişler. İnsanları mali, itibari, sosyal durumlarına göre fişlemişler, takip etmişler, kameraya almışlar. Cinayet, suikast, kan, gözyaşı, tehdit, entrika, hile sözcüklerini çağrıştırır oldu Ergenekon. Çocuklar bile kurdukları sokak çetelerine Ergenekon ismini veriyorlar.


Kelimeler, anlamlarını, karşıladıkları eylem ya da kişi ile kazanır. “Gül” sözcüğün güzel olması bu çiçeğin güzelliğindendir. “Batak” sözcüğünün çirkinliği, bataklığın çevreye verdiği koku ve pisliktendir. Edebiyatımızda, bir eylem veya varlığın, taşıdığı özelliklerle isminin paralel olmasına “ismiyle müsemma” denir. Bu açıdan baktığımızda kurulan yüksek rakımlı bu çetenin Ergenekon sözcüğüyle uyumlu olduğunu söyleyemeyiz. Bu çeteye ne ad verilmelidir, bunu bilemem; bu benim işim değil; ama Ergenekon’un mana ve imaj olarak kirletildiğine eminim. Ergenekon kelimesinin yüzlerin buruşmasına, kalplerin hüzünlenmesine, insanların birbirlerinden şüphelenmesine neden olacağından endişeliyim.


Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete. Toprağımızı, havamızı, kalplerimizi kirlettik, birbirimize güvenimizi yok ettik, iletişim aracı kelimelerimizi iğdişledik… Sonumuz hayrola! Allah hepimize akıl fikir versin!

“Kullanılma” ve Demokrasi

0

Mustafa Pehlivanoğlu, Cevdet Karakaş, İsmet Şahin, Fikri Arıkan, Cengiz Baktemur, Ali Bülent Orkan, Halil Esendağ ve Selçuk Duracık…


Bu isimler 12 Eylül 1980 askeri müdahalesinden sonra idam edilen bazı gençlerdir. Bunlar, Türkiye’deki rejimi değiştirmek için ortaya çıkmış, demokrasi karşıtı, Türkiye’yi Türkiye yapan değerlerle kavgalı, milli ve manevi değerlerle çatışan ve darbe aracı olarak kullanılan isimler değildir. Bunlar, belki de faşizmle ilgili yeterli bilgiye sahip bile olmadan peşinen faşist olarak suçlanan insanlardır. Türk milliyetçiliği fikrine inanmışlardır. Asıl suçları, Sovyet emperyalizmine olduğu kadar; Amerikan emperyalizmine de karşı olmak idi. Bunlar, emperyalizmler arasında tercih yapmadılar.


12 Eylül 1980 öncesi Türkiye’nin içine düşürüldüğü kanlı terör ortamında ve kargaşada her gün onlarca insanımızın öldürüldüğü ve darbeye yönlendirildiği bir dönemde yaşayan bu gençler; şuurlu vatandaş olmanın bilinciyle milli tepkisini ortaya koyan, devlet otoritesinin kayboluşuna isyan eden isimlerden sadece birkaçıdır. Bunlar, kullanılmadıkları, basından değişik kuruluşlara kadar imtiyazlı ve hayat boyu torpilli çevrelerin yakınlarında bulunmadıkları için isimlerinden pek bahsedilmez. Zaten aile yapıları incelendiğinde, bunların Türk orta sınıfının bel kemiğini teşkil eden aile ve çevrelerden geldikleri görülür. Bunlar, bazı şehir bölgelerinin şımarık ve yabancılaşmış soyguncu çocukları değildir. Maalesef kullanılmış bazı isimlerden bugün çokça bahsediyorsak ve onlara iade-i itibar peşinde bazıları koşuyorsa; bu, bazı çevrelerin günah çıkarmasıdır. Çünkü; devrim yapacağını zanneden ve yanlış adreste kurtuluş aramaya sevk edilen bu gençlerin asıl katilleri; onları olmayacak yollara sürükleyip kır veya şehir gerillasına soyunduranlardır. Devlet güçleri ile çatıştıranlardır. Bu çevrelerin ve onların bugün devamı olanların bir mahcubiyeti vardır. Günah çıkarma isteği, idam edilen bazı gençleri kahramanlaştırma çabası bundandır. 


Türkiye’de sosyalist bir rejim kurarak düzeni düzelteceğini zanneden, istismarın ortadan kalkacağını bekleyen, örtülü bir takım hedeflere varmak için teşvik edilen ve idam edilen gençler çok çirkin bir şekilde kullanılmışlardır. Kullanılanlar ile Türk Milletinin ulvi değerlerine yönelmiş saldırılara, milli bütünlüğü ve Cumhuriyeti hedef almış aşırı soldan beslenen ihanet ve tuzaklara karşı direnenleri bir göremeyiz. Aynı kefeye koyamayız. Ölen ve idam edilen herkes için üzülürüz. Ama, kullanılma kelimesini vatanını sevmekten başka bir sermayesi olmayanlara uygun göremeyiz. Kullanılma kelimesinin vatanın birlik ve bütünlüğü için kalbi çarpan, Türk Milleti ile yabancılaşmamış insanlar için kullanılması çok çirkin kaçmaktadır. Bazıları bunu anlayıp kavramayabilir. Herkesten aynı hassasiyeti de bekleyemeyiz. Kimisi hassastır, tepki gösterir; kimisi ise, her ortama ve şarta kendini uydurabilir ve tepki göstermez.


Bir dönem Sovyet tehdidi ve Leninleştirilmiş Marksizmin Sovyetlerin yayılma aracı olarak kullanılmasının milli devletleri nasıl etkilediği bilinmektedir. Bugün ise; ABD çıkarlarına hizmet anlamına gelen siyasi, iktisadi ve kültürel şekillendirme olan küreselleştirilme, Yeni Dünya Düzenine uydurulma gayretleri ile karşı karşıyayız.


Küresel gücün etkisinin arttığı bir ülkede demokrasi şeklen yaşar hale gelmekte ve kan kaybetmektedir. Bu etkinin artışı demokrasinin gerilemesi anlamını taşıdığı gibi; küresel güce hizmet eden, onunla siyasi gelecekleri için işbirliği yapanları da otoriter ve totaliter bir çizgiye sokar. Tek egemen güç olma yolunda ilerletir. Kuvvetler ayrılığı prensibi gözardı edilir. Hukuk devleti parti devletine bürünür. Güney Amerika demokrasi örnekleri gündeme gelir. Küresel güç için önemli olan; bir ülkede demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla yaşaması, yaşatılması değildir. Önemli olan; işleyen düzenin demokrasi adı altında kendi çıkarlarına hizmet edebilmesi, küresel sermayenin payını arttırabilmesi, iktisadi kaynakların talan edilebilmesi, coğrafyaların vatansızlaştırılarak etki altına alınabilmesidir. Buna emperyal demokrasi de denebilir. Bu sapma yola girmemek, girilmişse bir an evvel bu çıkmaz yoldan uzaklaşmak, milli iradenin tahakkuku ve demokrasinin sürdürülebilmesi için şarttır. Yeterli bir demokrasi tecrübesine sahip ülkeler bu tehlikeyi fark ederek ortak tavır almak durumundadırlar.

Algılanması ve Değeri Bakımından Zaman

0

Zaman, alışılmış veya alışılmamış, acı tatlı, karlı zararlı her türlü hareket ve olayın, değişimin ve başkalaşımın vaki olduğu şeydir. Devletler, milletler, nimetler, felaketler onda ortaya çıkar, onda büyür, onda son bulur, onda kalır.


Zaman, varlıkla yokluk arasında iyi ve kötü, nimet ve bela, genişlik ve darlık, sıkıntı ve hastalık, zenginlik ve fakirlik, kar ve zarar gibi zıtları, türlü şaşılacak şeyleri içerside toplayan akıp giden bir nehir hatta bir gemi gibidir.


“Zamanı bir gemi gibi görüyorum, bizimle ölüme doğru
Akıp gidiyor, fakat hareketlerini göremiyoruz”


Zaman ki, insanın ömrünün en kıymetli sermeyesi oluşu ifade eder. İnsan ne kazanacaksa onunla kazanacaktır. Ömür zamandan bir cüzdür. Ömür zamanla akmaktadır. Hatta insan için zaman, ömründen hatta ömrünün içinde bulunduğu andan ibaret değildir. Karsız geçen her an, o güzel sermayeden heder edilen bir ziyan, bir hüsrandır.


Mutasavvıflar,  sofi, ibnü’l-vakt (vaktin oğlu) olmalıdır, yani ömrünün ve özellikle fiilen içinde bulunduğu vaktin kıymetini bilmeli ve onunla yarın ahiret için ne kar, ne hayır elde edebilmek mümkün ise onu kazanmaya çalışmalıdır, demişlerdir.


Ahireti inanmayanlara, “bu günün yarını yoktur”, diye dünya zevkini sürerek gönüllerince kam almak için, “Gün bu gündür, saat bu saattir, ne yapacaksak şimdi yapmalıyız” diyerek, ne olursa olsun vaktini, çıkarını gözetme manasında, ibnü’z-zaman denir.


Vakit bir fırsat ve ömür bütün anlarıyla bir taraftan tükenmek, bir taraftan artmak üzere bulunan nimetlerin asıllarından bir nimet olmak hesabiyle vakit ve zamanın kadrini takdir ile ömrün kıymet ve mahiyetine dikkat nazarını çekmek için asra Allah yeminle söze başlıyor.


İnsan, ömrünün semeresi demektir. Zaman geçtikçe insanın ömrü eksilir ve bundan dolayı kendisinden bir cüz gitmiş bulunur. Nitekim şöyle denilmiştir;


“Her gün geçtikçe benim birazım gider;
Benim için ise ömrümden daha güzel bir şey yoktur.”


O halde o gidenin karşılığında bir çalışma olmaz ise o noksan tam zarardan ibaret olur. İnsan geçen cüzünün yerine ne kazandığını hesap etmez de gün geçtikçe büyüdüğünü sanır. Hatta vakit geçirmekle eğleniyorum, rahat ediyorum diye sevinir. Onun için denilmiştir ki;


“Biz günleri geçiriyoruz diye seviniyoruz;
Hâlbuki her geçen gün ecelden, ömürden bir eksikliktir.”


O şaşılacak olan asr (zaman)a, dehre dikkat ediniz. Çünkü o geçtikçe insan büyüyorum, çoğalıyorum, yaşıyorum zannıyla sevinir, hâlbuki o asır devamlı onun ömrünü yemekte, o geçen gece ve gündüz vücudunu kemirmekte ve bu şekilde o, her an zarar içinde kalmaktadır. “Ancak iman edip de güzel ameller yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka (Onlar ziyanda değillerdir). (Asr, 111/3).


“Hayat bizi aldatıyor, hâlbuki ölümümüz
Onun memesinden sütlerini emiyor.
Böylece kişi, hayatın soluk alıp verişi ile nefesleri arasında
Kendini yaşıyor sanıyor, hâlbuki kefenler dokuyor.”


Yani ölümümüzü emzirip büyüten, kucağında besleyen ana, ölümüm anası hayat iken o bizi aldatıyor. O nefes alış veriş, kefenleri dokuyan mekiklerin hareketinden ibaret iken insan yaşıyorum sanıyor da aldanıyor. Düşünmüyor ki, insanın nefesleri arasında dokunan bedeninin ve derisinin dokuları, kendisini ölüm için saran birer kefen gibidir.


İnsanlar gördükleri fenalıkları, çektikleri sıkıntıları, uğradıkları hüsranları hep dehre, zamana yükleyerek zamandan şikâyet edip, zamanların uğursuzluğundan bahsederler.


“Zaman bozuldu, fesadı var diyorlar.
Zaman bozulmadı, kendileri fesat.”


Fesat, fenalık zamandan değil, insanların kendilerindendir. Asra (zaman)  yemin edilmekle zamanın önemi hatırlatılmakta ve o zaman bozuldu iddiasını reddetme manası vardır. Zamanın ayıbı kabahati yoktur, o değerli bir nimettir. İnsanlar zamanın kadrini kıymetini bilip de hepsi iyiliğe çalışmadıkları için iyiliğe çalışmayanlar zarardadır, Allah cezalarını verir.


Bu anlamda, “Bizi zamandan başkası helak etmiyor”(Casiye, 45/24) diyen dehriler yanlış yapmış olmaktadırlar. Zira “İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur”(Necm, 53/39) ve “Herkes kendi kazancına bağlıdır.” Tur, 52/51).


“Elindeyse zamana, dur geçme diye dayat
Bir sigara içmekten daha kısa bu hayat
Necip Fazıl


Göz yum cihana aç gözünü dem gelir geçer
Sen göz yumup açınca bu âlem gelir geçer
Abdülhak Molla


“Farz edelim, bankada bir hesabımız var. Her sabah buraya 86.400 dolar yatırıldığını görüyorsunuz. Ne var ki bu parayı akşama kadar harcamak zorundasınız. Ertesi güne transferi mümkün değil ve geri dönüşü yok. Kullansanız da kullanmasanız da hesabınız ertesi sabah sıfırlanıyor ve yeniden 86.400 dolar yatırılıyor. Nakit cinsinden bir yatırım ve birikme söz konusu değil. Her günkü meblağın harcanması gerekiyor.


Bu parayı ne yaparsınız? Her gün bu kadar yüklü bir miktar ile neleri başarmak geçer içinizden ?!..


Gayrimenkul mü? Ne kadar!
Borsa mı? Ne hacet!
Kumar mı? Kaç zaman!
Hayır hasenat mı? Ne kadar!
Evet!…Hangisi ve neden?!..
Düşünün lütfen!..


Yarın bir bankaya gireceksiniz. Kapısında şöyle bir ikaz bulunan bir banka:


Dikkat!..


Sayın müşterimiz,


Zaman adlı bankaya hoş geldiniz. Her mudi gibi sizin de hesabınızda saniyelerle change edilebilecek 86.400 dolar var. Sabah dolup akşam boşalan hesabınızla bu gün iyi bir yatırım yapın. Kullanmadığınız her doların boşa gideceğini günde beş kez size hatırlatacağız. Güle güle harcayınız!..”(Pala, İskender, Gözgü, L&M, İstanbul 2002, s.60-61).


Özetle farz edelim bankada 86 400 YTL veya dolarınız var ve her gün bunu harcamanız gerekiyor. Bunu nasıl harcarsınız?


Evet, zaman bankaya benzer. Siz onunla iyi veya kötü yatırımlar yaparsınız. Çok dikkatli kullanmalıyız zamanımızı, o bizim lehimize ve aleyhimize tarafımızdan işletilmektedir. Unutmayalım…


“Zaman yönetimi üzerine çalışanların sık sık vurguladıkları bir önerme vardır. Derler ki, bir yılın değerini anlamak için onu, üniversite sınavını kazanamayan bir dershane öğrencisinden sormak gerekir..


Bir ayın kıymetini en iyi anlatacak kişi, sekiz aylık prematüre bebek doğurmuş bir anne olabilir.


Bir saatlik zamanın değerini en iyi, bir saat kulesinin altında, elinde çiçek, aylardır hasret kaldığı nişanlısını bekleyen delikanlı bilebilir.


Bir dakikanın önemini, treni kaçırmış bir yolcudan sormak lazımdır.


Bir saniyenin değerini anlamak için, arabasından yaralı çocuğunu çıkarmaya çalışan kazazede sürücünün içinden geçenleri okumak lazımdır.


Bir salisenin ne kadar kıymetli olduğunu da en iyi olimpiyatlarda gümüş madalya kazanan atlet bilebilir.


İmdi,


Hepimiz iyi birer koşucu olamayız elbette; ancak dikkatli birer sürücü olmamız hususunda bizi engelleyen mi var?!..”( Pala, İskender, age., s.61-62)

Kriz Döneminde Ne Yapmalı?

0

Bir ay kadar önce “Ekonomik Kriz Başladı mı?” başlıklı bir yazı yazmıştım. Aralıklı olarak ekonomik konularda görüşlerimi aktarmaya çalışıyorum. Kanaatimce, izlenen ekonomik politikalar, geçmişte yaşanan hatalı politikaların bir tekrarı olup, günü yaşamak uğruna geleceği feda etmek esasına dayanıyor. Hatta girilen riskler geçmiş dönemlerle kıyaslanamayacak kadar büyük, telafisi de çok daha zor.


Benim de katıldığım “ekonomide gidilen yolun sonunun olmadığına” dair görüşlerin adım adım gerçekleşmekte olmasından da büyük üzüntü duymaktayım. Beklenen akıbetin bugüne kadar gerçekleşmemesinin ana etkeni dış ekonomik ve siyasi şartların uygun olmasıydı. Maalesef dış şartlar da artık tersine dönmeye başladı.


****************


Mevcut durumun kötüye gittiğini en bariz göstergelerinden biri olan, “kapanan işyeri sayısı” ile rakamları Şükrü Kızılot’tan aktarıyorum:


“2008 yılının ilk 5 ayında 2007’nin aynı dönemine kıyasla, kapanan işyeri sayısı, yaklaşık yüzde 100 artmış!..”


“5 yıl öncesi ile kıyasladığımızda, 2008’de kapanan işyeri sayısı, 2004 yılına kıyasla yüzde 333 artmış durumda!..”


“2001 krizinde bile kapanan işyeri sayısının, açılan işyeri sayısına oranı 2008 yılındaki gibi değildi!..”


Kapanan işyeri sayısının, son 10 yılın rekoru olduğu bir dönemde, ekonomik tabloya bakıyoruz; o da iç açıcı değil. Enflasyon tırmanışta, yıllık hedefteki yüzde 169 sapma ile “dünya rekoru” Türkiye’de!.. Faiz oranları, sürekli yükseliyor. Dünyada en yüksek faizin ödendiği ülke de Türkiye!.. Uygulanan yanlış para politikası, ülke ekonomisini kısır bir döngünün içine sıkıştırmış durumda. İşsizlik tırmanışta, son 20 yılın en yüksek oranına ulaştı.”


İşyerleri kapanan işverenler ve işsiz kalan çalışanlar için “ekonomik kriz başlamıştır” demek herhalde yanlış olmaz.


**************************


Krize dair ve faillerine yönelik söylenmenin bir faydası olmaz. Sizin için ister kriz başlamış olsun, isterse “ağır bir ekonomik kriz” çok uzakta bir ihtimal olsun, böyle bir durumda ne yapmamız gerektiğine dair bir düşünce egzersizi yapmanın kesinlikle yararı olacaktır.


TV’ de bir yarışma programı veya bir film seyretme süresi kadar bile zamanınızı almayacak böyle bir düşünme eylemi sizin ve ailenizin geleceğini değiştirebilir.


Bir senaryo üzerinden düşünelim. Diyelim ki kriz başladı. Faizler çıldırdı, borsa çöktü, döviz fiyatları hızla yükselmekte. Çok sayıda şirket batmış, işsizlik çığ gibi artmakta. Çek ve senetler karşılıksız çıkmakta, borçlar ödenmemekte. Siz de çalıştığınız işyerinden çıkarılabilir, işletmenizi küçültmek veya kapatmak durumunda kalabilirsiniz. Kurların fırlamasıyla döviz borçlarınızı, faizlerin yükselmesiyle kredi kartı borçlarınızı ödemek bir kâbusa dönüşebilir. Borçlarınızı ödemek için satmayı düşündüğünüz gayrimenkulleriniz para etmez, alıcı bulunmaz olmuştur.


Önceki kriz dönemlerinden hatırladığınız gibi, bazı kişi ve şirketler krizden hiç etkilenmemiş ve hatta krizi bir fırsata dönüştürerek daha fazla büyümüşler. Krizden çıkış için vazgeçilmez eleman vasfını taşıyanlar işlerini korumakta, kriz öncesi tedbirleri almış şirketler, hiçbir çalışanını çıkarmadan krizden sonrası için hazırlık yapmaktadır.


*******************************


Amacım sıcak bir yaz gününde moralinizi bozmak değil elbette. En ağır senaryoya göre hazırlanmak ve hayatınızı buna göre düzenlemek bir tercih meselesi.


Kriz döneminde ne yapmalı sorusuna cevap aramanın ilk basamağı, olabilecek en kötü senaryonun ne olabileceğinin farkında olmaktır.


Durumunuza göre siz karar vereceksiniz. Geliriniz döviz bazında ise dövizle borçlanmak size zarar vermez. Geliriniz YTL olduğu halde siz, nasıl olsa Amerikan Doları gelecek sene de 1,20 paritesini geçmez deyip, düşük Dolar faizi ile borçlanmayı tercih edebilirsiniz. Gerçekten kriz olmaz ve kurlar da yükselmezse kazanacak olan siz olduğunuz gibi, yukarıdaki senaryo gerçekleşirse kaybedecek olan da siz olacaksınız. Bunun gibi, alınabilecek diğer tedbirler de sizin özel durumunuza ve tercihinize göre belirlenecektir.


“Ne yapmalı” konusunu ileride zaman zaman birlikte tartışabilmek ümidiyle.

Şöhret Olmaya Özenmek Virüs Gibi Zararlı mı?

İnsanların bir kısmı şöhret olmayı çok arzu ederler. Çünkü gerek TV, gerekse Basın insanları şöhret olmaya özendirir. Ayrıca halkın şöhretli insanlara tutum ve davranışı da bu özentiyi körükler.


Hele hele ekonomik durumu zayıf olan ailelerin çocuklarının, ailelerin çektiği yoksulluk zorluğundan dolayı hayattan beklentileri her zaman normal yollardan olmaz. Kolay yoldan belli imkanlara kavuşmayı hayal ederler. Bu yolların başında da şöhret olmak gelir. Çünkü şöhret olunurken geçilen geçitlerden kimse bahsetmez. O yolda yürürken yaşanılanları kimse anlatmaz. Şöhret kulvarına çıkanların çok azı bitiş ipini göğüsleyebildiğinden bu konudan kimse söz etmez.


Genç insan maceraya yatkın insandır. Adrenalini yüksek sporlara en çok gençler talip olur.


Bu bakımdan gençler şöhret yolunda maceraya atılmaktan çekinmezler. Çünkü kaybedecekleri çok şeyi yoktur. Fakat kazanma ihtimali olan çok şeyleri olacaktır.


Bu yüzden bir çok aile parçalanmıştır. Buna örnek olarak Popstar intiharlarını gösterebilirim. Eroine bulaşarak tenlerini satanları gösterebilirim. Şöhret olma yolunda simsarların eline düşerek kayıplara karışanları gösterebilirim.


Velhasıl şöhret bir virüs gibidir. Bir kere insanın içine girmesin. Ondan kurtulmak çok zordur.


Yukarıda bahsettiğim gibi şöhret tutkusunun sebebi medyanın teşviki ve cazibesidir.


İnsanlar onların yaşam tarzlarına, içinde bulundukları lüks yaşama baktıkça hevesleri artmaktadır. Kısa süre önce yokluk içinde kıvranan bu insanların yeni yaşam tarzları insanları cezbetmektedir.


Onların sözleri, yaptıkları, giydikleri, yedikleri, aşkları, kavgaları olay olmaktadır. Serbest yaşam tarzları halk içinde yadırganmamaktadır.


Aile çevresinde her adımı takip edilip baskı altında tutulan genç şöhret olunca mahalle baskısından kurtulmaktadır. Bu sefer kendi yaptıkları başkalarına örnek teşkil etmektedir.


Reyting adı altında insanlar sürekli magazin ile meşgul edildiklerinden yazılı ve görsel basının gündeminin çoğunu bu renkli hayatlar işgal etmektedir.


Mahalleli bir kızın yabancı bir bankadan sperm alıp çocuk yapması hayal bile edilemez.


Şöhret olduğunda bu yadırganmamaktadır. Mahalleli bir kızın evlilik dışı bir veya birkaç erkekle bir arada yaşaması çok zordur.fakat şöhret olunca bu çok kolaylaşmaktadır.


Ülkeyi modernleştirmek ve çağdaşlaştırmak adına her yapılanın mubah olduğu bu ortamda hiçbir şey yadırganmamaktadır. İşin garibi tanganın en incesi giyildiğinde zariflikten dem vurulurken meme ucu veya kilotun kenarı görüldüğünde “ frikik verdi. Bilerek veriyor. Bu kadarı da olmaz ki.” gibi garip bir eleştiri içine girilmektedir.


Aslında bütün bu yapılanlar Ülkeyi gönlü boşalmış, beyni boşalmış, ailesi dağılmış, yalnızlaşmış insanlar topluluğu haline getirerek millet kavramından uzaklaştırmak içindir.


Bir maharetmiş gibi bu yapılanlara kılıf bulmak için çağdaşlık, modernlik, Atatürkçülük kullanılmaktadır.


Sorarım size Atatürk Ülkeyi Avrupalılaştırmak isterken:


Sırf popülerlik olsun diye normal yollar dururken çocuğunuzu  Amerika da ki bir sperm bankasından edinin dedi mi?


Çok kısa zamanda eş değiştirerek “ben çağdaş kadınım. Bir erkeğe uzun zaman dayanamam” diye insanlara kötü örnek olun dedi mi? (Aynısı erkekler içinde geçerli)


Devlete kazık atarak edindiğiniz servetlerle lüks yatlarda, trilyonluk katlarda, son teknoloji  arabalarda, helikopterlerde, uçaklarda keyfedin. Dedi mi?


Fakir fukara edebiyatı yapın, ama servetinizden kuruşunu fakir fukaraya koklatmayın. Aksine onları ırgat gibi kullanın. SSK sını bile ödemeyin. dedi mi?


Her şeyin en pahalısına sahip olmak için yarışarak ülke ekonomisi konusunda aşırı bir umursamazlıkta bulunun dedi mi?


Daha çok para uğruna bütün değerlerinizi, hatta topraklarınızı, kaynaklarınızı satın dedi mi?


Tabii ki demedi. Ne dedi. “Muasır medeniyet seviyesine çıkın.” dedi.


Acaba bu çıkış aile hayatını, örf ve ananeleri, toplum huzurunu, ahlak ilkelerini, Ülke ekonomisini çökerterek mi olacak? Tabii ki hayır. Tam tersine davranmakla olacaktır.


Sonuç olarak şöhret, Ülkemizde zararlı bir virüs haline gelmiştir. Sanatçısından siyasetçisine,


İş adamından bürokratına bir çok insan bu virüsü halkımıza bilerek veya bilmeyerek bulaştırmaktadır.


Toplumu yönlendiren bu kesimler yaşantılarına dikkat etmedikçe daha çok yuvalar şöhret uğruna yıkılacaktır. Aykırı sesler çok miktarda yükselmedikçe (yükseltenleri de dinci diye markaladıkça) bu virüs herkesin kapısını çalabilir.


Gerçek Atatürkçülük bu milleti bu virüsten kurtarmaktır.


Lütfen önden buyurun.

Karacaoğlan’ın Elif’i

0

Bir gerçeği yanlış öğrenmişseniz yanlış bilirsiniz. Yanlış bilgi, yanlış hükmü ve yanlış öğretmeyi doğurur. Yanlış iliklenen ilk düğmeden sonraki bütün düğmelerin yanlış yerde bulunacağı gibi.


Biz, Karacaoğlanı’ı elinde sazıyla diyar diyar dolaşan, gittiği her yerde gerçek ya da hayali sevgilisi “Elif”i” soran, edebiyatımızda beşeri aşkın temsilcisi halk şairi olarak öğrendik ya da o bize böyle öğretildi. Onun, edebiyata biraz ilgi duyan hemen herkesin kolayca hatırlayacağı “İncecikten bir kar yağar / Tozar elif elif diye / Deli gönül abdal olmuş / Gezer elif elif diye” dörtlüğünü okuyunca şimdiye kadar Karacaoğlan’a haksızlık yaptığımı, onu yeterince keşfedemediğimi düşündüm. Karacaoğlan, sanatıyla, düşünce ve gönül enginliğiyle gözümde yüceler yücesi bir şair oldu.


Şair dörtlüğü semai tarzında, 4 + 4 = 8’li hece ölçüsüyle yazmış. Bu durum, şiirde okuma kolaylığı sağlıyor. Dili, oldukça anlaşılır. İkinci ve dördüncü dizelerde yarım kafiye kullanmış. Aynı dizelerdeki “elif elif diye” redifi ile dörtlük aynı sözcükleri tekrarlamanın lezzetini veriyor okuyucuya. Enstrümansız ahenk, dörtlüğü hafızanızdan silinmez kılıyor. Elif sözcüğünün kendisinde var olan musiki, tekrir sanatıyla sanki hem bu dörtlükte hem şiirin bütününde bir ritim oluşturmuş. Bu ahenk, kişide, şiiri tekrar tekrar okuma isteği yaratıyor; dörtlüğün, bu biçimiyle dilinize pelesenk olduğunu fark ediyorsunuz.


Dörtlükte, “tozmak” ve “gezmek” eylemlerine bağlı iki özne var: Kar ve gönül. Her iki özne aynı nesneyi söylüyor: Elif. “Kar”ı ve “gönül”ü harekete geçiren “elif” ne olabilir, nasıl bir şey olabilir? Varlıklar onu sayıklıyor, insanlar onu sayıklıyor. “Kar”, güzelliğin, beyazlığın, temizliğin, özlemin, saflığın sembolü. Kar söylemiyle genelleştirilen evrendeki her güzel varlık “elif”i sayıklıyor. Elif, her güzel varlığın özlemi olarak algılanıyor. Gönüller de “elif” diyor durmaksızın. “Elif” diyen gönlün bir niteliği var: Deli. Ancak deli olan gönül elif diyebilir. “Deli”nin edebiyatımızdaki karşılığı “mecnun”dur. Mecnun deyince de  “Leyla ve Mecnun” hikâyesindeki, gözü Leyla’dan başka varlık görmeyen, soluduğu her nefese, attığı her adıma, selam verdiği her nesneye Leyla’yı soran Kays akla geliyor. Elif, şairi “deli” etmiştir. Şair, kendisi için “deli” sıfatının yanında bir de “abdal” sıfatını kullanıyor. “Elif elif diye” sayıklamasının sebebi “abdal” olması. “Deli” olduğu için mi “abdal”, “abdal” olduğu için mi “deli”; bu çok önemli değil. Her iki sıfat da birbirinin hem nedeni hem sonucu; ancak her iki sıfatın nedeni “elif” özlemi. Abdal, sözlüklerde, “manevi güçleriyle tabiata ve insana hükmeden, sayıları kırk veya yedi olan, kendilerini gizleyen, az yiyen, az içen, az uyuyan, az konuşan, yardıma layık olanlara yardım eden büyük veli” diye tanımlanıyor. Abdal, bugünkü söylemiyle “kötülüklerden arınmış kişi” diyebiliriz. “Abdal”laşmış deli gönlün sayıkladığı tek varlık, dilin söylediği tek sözcük, “elif”. İncecikten yağan kar bile tozarken “elif” diyor, erirken “elif” diyor. Evren orkestrasındaki her enstrümana ayar veren “elif” kim olabilir?


Kimine göre şiirdeki “elif” muhayyel bir sevgilidir ya da bütün güzellerin ortak adıdır. Karacaoğlan’ın gittiği her yerde bir “elif”i vardır; çünkü o, her güzele gönül vermektedir. Böyle düşünmek, Karacaoğlan’a saygısızlık olur. Dörtlükte çizilen kompozisyon, seçilen kelimeler, “elif”in, bu manada anlaşılmaması gerektiğini gösteriyor. Ayrıca, “elif” tesadüfen seçilmiş bir sözcük de değil. Elif, Arap alfabesinin ilk harfidir, rakam olarak da 1’dir. Allah sözcünün Arap harfleriyle yazılışında farklı bir orijinallik vardır. Sondan itibaren atılan her harften sonra çıkan her sözcük yine Allah anlamına gelmektedir, kalan son harf olan elif, yine “Allah” demektir. Sevgili için seçilebilecek pek çok sözcük varken şairin, şiirinde“elif” sözcüğünü seçmesi tevriye sanatından başka bir şey değildir. Tevriye, bir sözcüğü iki gerçek anlamını düşündürecek şekilde kullanmaktır.


Somutlaşan her ilişkimizde ve ihtiyacımızda “elif”in ötesinde bir “Elif” görmek için 17. yüzyılda yaşamak, bir Karacaoğlan olmak gerekmez. “Elif” diye tozuyan karlara, “Elif” diye gezen abdallaşmış deli gönüllere ne mutlu!

“Darbe suçu” ve “cumhuriyeti korumak” nasıl ayırt edilir?

0

“Darbe suçu” ve “cumhuriyeti korumak” nasıl ayırt edilir?


Ergenekon” adı soruşturma kapsamında gözaltına alınanların ihtilal yaparak meşru düzeni değiştirmek gibi bir maksatları ve bu maksada uygun teşkilatlanmaları var mı bilemiyorum. Ancak emekli subayları bırakın, muvazzafların dahi ihtilal yapabilmeleri için uygun bir toplumsal yapının oluşmasının ön şart olduğu herkesçe bilinmektedir.


İhtilal yapmak maksadıyla örgüt kurdukları iddia edilen emekli generaller için, bir an iddiaların doğru olduğunu farz edelim. Bu maksatlarına uygun eylemi muvazzaf iken yani emirlerinde en az iki ordu komutanlığı gücü varken yapmadıklarına göre, şartların uygun olmadığını görmüş olmalılar. Emekli olduktan sonra böyle bir niyet içine girdilerse, güçlerinin azalmış olmasına rağmen, muhtemelen Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’sinde belirttiği şartların oluştuğuna inanmış olmalarını düşünmek gerekir.


*******************


Atatürk “Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti’ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmek” görevini her ne kadar gençliğe vermiş olsa da, gençlik izafi bir kavram olup kendisini genç hisseden her Türk vatandaşı bu görevin kendisine verildiğini hissedebilir.


Bugün Türkiye’de sadece birkaç emekli subay değil, vatandaşların muhtemelen yüzde 15-20 sinin “aziz vatanın kalelerinin zaptedilmiş, tersanelerine girilmiş” ve “memleketin toprakları ve varlıklarının (özelleştirme ve yabancılara mülk satışıyla) bilfiil işgal edilmiş” olduğuna inanmış olduğunu sanıyorum. Yine büyük bir yüzdede vatandaşımızın  “iktidara sahip olanların gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunduğuna, hatta bu iktidar sahiplerinin, şahsî menfaatlerini, yabancıların siyasi emelleriyle tevhid ettiğine” inandığını söylemek herhalde abartılı olmaz.


Halkın yarısına yakınından oy almış bir iktidara karşı, oy vermeyenlerin önemli bir kesiminde böylesine farklı kanaatin oluşması ilginçtir. Ama böyle bir zıtlaşmanın varlığı da gerçektir.


Bir kısım (asker veya sivil) insanımız da, “bu ahval ve şerâit içinde, Türk istiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmak”  benim vazifemdir diye düşünmüş olabilir. Bu düşünceyi eyleme geçirenler varsa onları bulup maddi delillerle hukuk önüne çıkarmak emniyet ve yargının meselesi.


Bu yazımızın konusu “Ergenekon” soruşturmasında gözaltına alınanların suçlu olup olmadığını tartışmak değildir. Ancak bu kadar ağır iddialarla yargılananların kamuoyunda ciddi bir tepki görmemesi ve hatta önemli bir kesim (ana muhalefet partisi, medyanın çoğunluğu ve önemli bir vatandaş kitlesi) tarafından “iktidar tarafından mağdur edilmiş kahraman vatan evlatları” olarak kabul edilmesinin sebeplerini anlamaya çalışıyorum.


********************


Gerçekten vatandaşların özgür ve bağımsız olmadığı, ülkenin imkân ve kaynaklarının bir kişi, grup veya yabancı ülkeye aktarıldığı için “fakr ü zaruret içinde” kaldığı bir durum varsa, “isyan veya ihtilal hakkı” doğar mı? Böyle bir hak varsa bu şartların doğduğuna karar verme yetkisi kime ait olacaktır?


John Locke’un (17.yy) “meşruiyetini yitirmiş yönetim karşısında halkın isyan hakkına sahip olduğuna” dair görüşü “Ergenekon” davası sanıklarına gerekçe teşkil edemez. Halk adına meşruiyetin yitirildiği fikrine dayalı bir darbe planı varsa bile, 2007 seçimleri halkın bu fikri doğru bulmadığını göstermiştir.


**************


Demokrasilerde meşru hükümetin icraatından rahatsız olan vatandaşın ilk seçimde oyunu başka partiye vermekten başka seçeneği yoktur. Buna itiraz etmek demokrasinin en temel kuralına inanmamak anlamına gelir. Meşru iktidarı seçim harici illegal bir yolla yıkmaya çalışmak suçtur.


Diğer taraftan, çoğunluğun oyu ile gelmiş ve kurduğu dikta rejimi ile ülkesini felaketlere sürüklemiş (Hitler gibi) diktatörler ve rejimlerini de düşünürseniz, vatandaşların her hal ve şartta meşru idareye (çoğunluğun seçimi ile işbaşına gelse bile) uyması ne kadar gerçekçi ve ne kadar doğrudur?


Bu soruya cevap vermek zor. Ayrıca verilen cevaplar da her zaman aynı derecede doğru olamaz. Atatürk’ün Padişahın emrine karşı çıkması, müfettişlik görevinden istifa ederek milli mücadeleyi başlatması meşru idareye karşı çıkmaktı ve mer’i hukuka göre suçtu. Milli Mücadele başarılı olmasaydı herhalde cezası idam olacaktı. (Tarık Buğra, Küçükağa romanında halkımızın bir kesiminin, meşru ama esir konumdaki idareyi temsil eden Padişah ile o günkü haliyle isyancı çete görüntüsü veren Kuvayı Milliye arasında tercih etmekte yaşadığı kararsızlığı çok güzel anlatır.)


Cumhuriyet döneminde yaşanan iç isyanlar da, Talat Aydemir’in 1963’teki ihtilal teşebbüsü de meşru yönetime karşıydı ve başarısız olarak failleri cezalarını çektiler. Bu hareketleri Milli Mücadele ile aynı kefede değerlendirmek elbette mümkün değildir.


*******************


İhtilalların sadece başarılı olması ve devlet gücünü ele geçirme imkânını bulması meşruiyetini sağlar mı?  Büyük ölçüde evet. (Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun ifadesiyle: “Darbede başarılı olanları yargılayamazsınız. Ancak eyleme geçilmesi suç olur.”)


1982 İhtilalını yapan Kenan Evren ve arkadaşları serbest ve itibar içindeyken, “Ergenekon” davasında gözaltında olanlar “darbeye teşebbüstenyargılanacaklar.


Darbede başarılı olanlar bile uzun vadede halk desteğini almak zorundadır. 1982 darbesi halktan önemli oranda destek almayı başarmıştı.


**********************


Türkiye’de hala darbeci suçlamaları ile ihtilal teorilerini tartışıyor olmak bile üzücü. Vatandaşlarımızın yasal yollardan çıkmadan bilinçli bir şekilde yurttaşlık görevlerini ifa etmeleri dileğimizdir. Herkes, meşru hukuk düzeni içinde siyasi mücadele yapabilir, birey olarak veya sivil toplum örgütleri içindeki faaliyetleri ile kamuoyu oluşturma gibi yollarla beğenmediği iktidarın yerine, beğendiği kadro ve fikirlerin işbaşına gelmesine çalışabilir.


Vatandaşlarımızdan bir kısmı kendini “öz vatanında garip ve parya” gibi görüyorsa.. Veya siyasal ve ekonomik olarak hür ve bağımsız bir Türkiye’de yaşayamamaktan şikayetçi ise.. Kendi inanç ve yaşama biçimine müdahale edilmek endişesinden kurtulamıyorsa..  Bu endişeleri gidermek konusunda öncelikli görev ve sorumluluk siyasal iktidara ve yargı organlarına ait olsa gerektir.

Müslüm Baba Öldü, Müslümcülük Yaşıyor

0

Ben bir Müslümcü’yüm. Ve Müslümcülük isyankârlıktır. Devrana, dertlere, sevgilere, ezilmişliğe, belirsizliğe, dünyalık hırslara ve yaşamaya, hayata isyan. İsyan bir problemin çığlık olup haykırılmış halidir. Kaportacı çıraklarının, overlokçu kızların, kahvelerde iş sırası bekleyenlerin ve hayattan artık hiçbir şey beklemeyenlerin, ölümle kol kola gidenlerin müziğidir.


Sessiz büyüyen bir devrimdi Müslümcülük. Ve bunun en az farkında olan kişisiydi Müslüm Gürses. ‘Arı balı yapar fakat izah edemez’ misali ne yorum gücünün ne de müziğinin kitleler üzerindeki sağaltıcı gücünün farkındaydı o. Her topluluk – bilhassa ezilmişler – ritmini arar yükselmek için. Bazen ritim de yaşanan hayat gibi ağır ve sislidir.


Müslüm Gürses müziğinin mistik bir yanı vardır. Seans nöbetleri vaziyetinde dinlenir. Her terapi sonrasında güçsüzlüğün anormal gücü ruhlara nüfuz eder. Müslümcülük tarikatı derken mecaz yapılmıyor desek yeri var. Dini teşekküller içindeki Müslüm yasağı da belki bundandır. Mefhum-u muhalifinden ötürü. Dahası bu mistik / müzikal yapının ve sosyal dokunun dini ritüelleri vardır. Cehri zikircilere benzetebileceğimiz ‘Jilet Çekme’ töreni dıştan bakıldığında kanlı, acı verici bir sahnedir. Oysa temel manada bir cezbe, bir kendinden geçiş ve dünyadan sıyrılış halidir.


Jilet atarak kendine acı çektirebilmek aslında tersinden bir meydan okumadır. Feleğin sillesi hikâye, benim kendime verdiğim zarardan daha büyük bir zarar veremezsiniz. Sen de kim oluyorsun? Kendi vücudumda tasarruf hakkına sahibim. Tam bağımsızım. Dahası düşmanın her türlü meşakkatine karşı ve açıktan gıda – güvenlik – gelecek endişesi yaşayan bir insan için psikopatlık veya psikopat adaylığı bir korunma şemsiyesidir. Hatta Milletvekili dokunulmazlığıdır. Müslümcünün toplum dışılık noktasından toplumsal kabule sokulduğu yerdir.


70’li yılların ideolojik, 80’li yılların hayat kavgalarını hissederek en çok yaşayan ve sömürülen kesim bu müzikle var oldu ve varlığını hissettirdi. İsyanın, eylemin, sloganın yasaklandığı; şarkının, türkünün, yumruğun yönünün bile sembolleştiği bir hengâmede hesapları bozdu; sıra dışı ve hesap dışı bir yönelim adresi oldu. Ve sonra geldi çattı değişim. 90’lı yılların Serbest Piyasa Ekonomisi ve 2000’li yılların Küreselleşme teraneleri tüm toplumla beraber Müslüm Gürses’i ve bir kısım Müslümcüleri de değiştirdi. Yokluğa, sevdasızlığa, çileye, kedere, dert çekmeye ve ezilmeye şerbetli olanlar tüküre geldikleri dünyalık metalar için can atar bir noktaya gelmiş / getirilmiş göründüler.


Önce Pop Müzikle buluşturuldu Müslüm. Nilüfer’le, Sezen Aksu’yla, Bob Dylan ’la.. Böylece modalaştırılıp tüketime açıldı. Ardından Rumelihisarı’nda veya sosyete mekânlarında boy göstertilerek ehlileştirildi, legalleştirildi. King Kong’un Afrika’dan New York’a getirilip bir büyük kafeste sergiye çıkarılması durumudur olan biten. Ardı sıra televizyon programlarıyla Müslüm Gürses’in aslında içi boş ve asılsız yani zararsız olduğunun halka arzı gerçekleşti. Böylelikle Müslüm Baba da toplumsallaştı. Zira toplumun da içi boştu. Sıradan ve sürüden olmak toplumun temel karakteristiği idi.


Hususen Müslüm Gürses’i evcilleştiren de sonradan evlendiği Muhterem Nur’dur. Afrika’daki dev gorili bulan ve sonra ona âşık olan gazeteci veya araştırmacının Beyaz Batılı Madam’ı pozisyonundadır Muhterem Hanım. Ve Türk klasiklerindendir. Su akarken küpünü dolduracaksın meselinden.. Kadınların çoğu muhafazakârdır. Hem biriktirmeyi hem de kâr muhafızlığını severler. Erkekler onlara nazaran devrimci sayılır. Amma velâkin onların da bir dönüştürücü özelliği vardır. Tıpkı Türk Toplumu ve Globalizasyon gibi. Yeryüzünün adalet ve şecaat timsali arslan modelli millet hem koyunlaştırıldı hem de sürüleştirildi.


Namerde muhtaç olmamaktan ihtiyaçlara esir olmaya geçiş evrimi. ‘İtirazım Var’ diyen Müslüm, artık ‘İhtiyacım Var’ diyecek ve bir Müslümcünün en fazla tiner çekmek için; o da gece gireceği bir Bankamatiğin de değil bankanın bizzat içine girecekti. Yeni bir elbiseye, uzun bir tatile tüm kitleyi ve koskoca bir maziyi satacaktı. Müslümcülükte yavuklu için, manita için, sevgili için bir başka Müslümcü satılabilir, Müslümcülüğün kitabında da yeri vardır. Ama bunca damar ve bunca jiletten sonra kapitalizme satılacağını rüyasında görse inanmazdı hiç kimse. Gerçi bu Türkiye’nin ikinci ‘Baba’lık macerasının ikinci pazarlama versiyonuydu.


Varoşların öfkesi, lanetli sınıfın sesi, ezilenlerin isyan ifadesi ve kontrol edilemezlerin çılgın iradesi; ezene, zulmedene, murakabe merkezine böylelikle teslim edilmiştir. Ne var ki bu teslimiyet zımnendir. Zira teslim alınan sadece ekole adını verenin simgesel kişiliğidir. Oysa Müslümcülük, Müslüm Gürses’le ilgili fakat yapı olarak ondan bağımsız bir oluşumdur. Arızi duruma karşı toplumsal bir cevaptır. Refleksel olarak sosyo – psikolojik bir dışavurumdur.


Müslüm Baba’yı bundan sonra kaloriferin kıyısında ip kovalayan bir kedi, başını ev sahibinin oğlunun okşadığı bir yavru köpek, bir gazoz kapağı yada bir çöp kutusu olarak da görebiliriz. Popüler kültür iciğine – cücüğüne kadar kullanır (tüketir) ve atar. Sistem potansiyel olarak en keskin muhalifini ve en kontrol edilemez gözükenini Şeytan’ın elma provokasyonuyla birlikte devşirdi, dönüştürdü. Ama Müslümcüler hala ‘tövbe, tövbe’ diyor.


Müslümcülük kendiliğinden oluşan bir tarihi yapıdır. Yapının oluşum sürecindeki zulüm verileri durdukça benzer yapılar farklı adlarla varlığını sürdürecektir. Tersi insan ruhuna aykırıdır, hatta hakarettir. Yarın bir Amerikalıyla beraber bir reklamda veya dizide de görebilirsiniz Müslüm’ü. Ama bu Müslümcülerin Amerikalılarla işbirliği yapacağını göstermez. İşbirlikçiler işgalcilere sınırlı – sorumlu kılavuzluk yaparlar ama her iki tarafında ilk harcayacağı bunlardır.


Sonra Müslümcülük deruni ve meselesi olan insanların hasbelkader kurduğu bir külttür. Bu mesele de kendi içinde aşılacak ve ruh parametresi yeni isyanların açlığını bastıracaktır.


Niecthze’nin ‘Tanrı öldü’ söylemine karşı ‘Nietchze öldü, Tanrı yaşıyor’ cevabı gibi olsun son söz: MÜSLÜM GÜRSES ÖLDÜ, MÜSLÜMCÜLÜK YAŞIYOR.

“Yeni Osmanlıcılık” Tuzağı

0

Türkiye’de çeşitli kelime ve kavram oyunları, yeni ve çağdaş diye yutturulmaya çalışılan modeller, neticede bir yerde birleşiyor: Milli mücadele ile kurulan Cumhuriyetimizi ve milli devletimizi tasfiye etmek, O’nu tanınmaz hale getirmek… Bunun gerekçesi de; demokratikleşme ve insan hakları örtüsü… Aslında, çeşitli tartışmaların  açılmasının temelinde, bazılarının Türkiye’yi Türkiye yapan değerlerle açık bir mutabakatsızlığı yatıyor. Yabancıları anladık da; ismen bizden olanlara acaba ne demeli?


İşin içine bir de küreselleştirme, küresel masallarla esir alma, önü açılan milli devletlerin küresel güç ve bloklarla çatışması ve Dünyanın yeniden şekillendirilmesi girince; bu defa demokratikleşme ve hürriyetler milli devletlere karşı bir silâh olarak kullanılıyor. Dış destekli iç unsurlar açıkça görülüyor. Tabii amaç; milli ve üniter devleti değiştirmek, milli kimliği çokkimlikli hale getirmek, yapınıza uysun uymasın çokkültürlülüğü esas almaktır. Size bunları dayatanlar, kendileri uygulamasalar da…


Zaman zaman Yeni Osmanlıcılık tartışmaları ve Anayasanın veya bazı kanunların (Mahalli Yönetimler Yasa Tasarısı, Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısı, TCK’nda 301. Madde, Vakıflar Yasası, ekümeniklik vb.) değiştirilerek devletin yapısının bozulma çabaları birbirinden ayrı değildir. Dün Osmanlı düşmanlığı yapanlar, Osmanlı’ya küfredip hain ilân edenler, bazı müttefikleriyle beraber eğer bugün Osmanlı’ya sığınarak Türk ve Türkiye düşmanlığı yapabiliyorlarsa; Türk Milleti yerine, hiç de uygun olmayan bir coğrafyada ve etnik yapıda karmaşık bir Osmanlı Milletini tekrar yaratmak ve bunu Anayasaya taşımak istiyorlarsa; bu sebepsiz değildir. Acaba bugün Türkiye’ye dünün Osmanlı siyasi coğrafyası mı teklif ediliyor? Bu mümkün değil… Küresel güç ve bloklar bunu kabullenemez. Çünkü; bölgesel seviyede ve kıta seviyesinde sağlanacak barış, huzur ve istikrar bunları o bölgelerde barınamaz hale getirir.


Yeni Osmanlıcı akım; “çok hukukluluk ve çok etniklilik” üstü bir siyasi birliktelik ve Avrupa’da gelişen milliyetçilik hareketleriyle kendini feshetmek durumunda kalmış, egemen güçler tarafından parçalanmış, dünün siyasi gerçeği olan Osmanlı’ya yeni bir kılıf biçiyor. Bazılarına ilk bakışta hoş ve sevimli gelse de… Oysa, tarihin köprüsü altından çok su akmış, farklı etnik unsurları adem-i merkezi bir idare ve siyasi rejim vasıtasıyla bir arada tutmayı hedefleyen bu bütünleştirme anlayışı, artık tarihi bir nitelik taşımaktadır. Tarih denen nehir, çıktığı kaynağa geri dönemez. Denize akan bir akarsu, dağa tırmanamaz. Günümüzde geriye artık dönülemez bir şekilde milletleşme ve milliyetçilik yükselmektedir. Bazen milliyetçiliğin hatta ırkçılığa dönüşmüş “mikro”suna da şahit olunmaktadır. Bunun bir çok örneğini ülkemizde yaşıyoruz. Dün Yugoslavya örneği, bugün Belçika’da Brükselli, Valon ve Flaman ayrımı gibi birçok örnek ortadayken; gerçekleri görmemek veya daha da çirkini küresel güç ve blokların taşeronluğuna sığınarak Türkiye’ye yeni elbise denemek, çok çirkin bir işbirlikçiliktir.     


Artı ve eksisiyle Osmanlı bizim milli tarihimizin bir parçasıdır. Osmanlı da farklı dönemleriyle farklı değerlendirilmelidir. Bugün milli sınırlarımız dışında kalmış Osmanlı beşeri coğrafyasının unsurlarıyla ilgilenmek, onların demokrasi ve insan hakları sorunlarına eğilmek, Türkiye’nin dış güvenlik çemberini güçlü kılmaktır. Anadolu’ya yönelecek emelleri kırmaktır. ABD ve AB bu konuda bize yardımcı oluyor mu? Bu coğrafyada yaşayan soydaş ve dindaşlarımıza ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapan küresel güç ve AB’nin ayıplarını gizleyerek Türkiye’ye Yeni Osmanlıcılık adı altında bir model tavsiyesi, bize Balkanlar’da ve Ortadoğu’da yeni görev ve ödevler yüklemesi yeni bir tuzaktır. Büyük Ortadoğu projesi’nin asbaşkanı olmak gibi… Ilımlı İslâm ve eyalet sistemi, federasyon, Ortadoğu Birleşik Devletleri, İstanbul merkezli Marmara Devleti örnekleri gibi…


Türkiye’den Somali’ye, Afganistan’a, dün Kore’ye, Lübnan’a asker göndermesi istenir; ama Irak’a istenmez. Balkan ve Ortadoğu ülkelerinin bizden ürkmeleri için her şey yapılır, hatta Irak’tan ileride konfederasyona uygun toprak bile teklif edilir. Ama, Gökçeada ve Bozcaada AB tarafından elimizden alınmak istenir. Kıbrıs’ta KKTC tasfiye edilerek tek devlet, tek vatandaşlılık dayatılır.  

Neler Oluyor?

0

Son zamanlarda ülkemiz gündemi o kadar hızlı ve ilginç gelişmelerle dolu ki insan ister istemez neler oluyor bize demekten kendini alamıyor. Geçtiğimiz senelerde ülkemizde bir argümanı sıklıkla duyardık: “Şeffaf devlet ve siyaset.” Her kesimin benimsediği bu argümanın en son geldiği nokta siyasetteki karşılıklı restleşmelerin son derece şeffaf hale gelmesidir.


Nitekim bugünlerde siyasetteki restleşmelerin en şiddetli halini yaşamaktayız. Gelinen nokta itibarıyla yaşanan restleşmenin galibi kanaatimce ülke geleceğimizin belirlenmesi açısından son derece önemli rol oynayacaktır.


Çünkü Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu andan itibaren ülkemizin hem iç politikasında hem dış politikasında yaşadığı sorunlar “şeffaflık” sayesinde son zamanlarda herkesin kendi görüşünü rahatlıkla ifade ettiği bir ortam sağlamış, bu ortam toplumumuzda safların keskin hatlarla belirlenmesine rol açmıştır. Safların keskinleşmesi ise restleşmelerin şiddetini artırmıştır.


Bu restleşmelerin sonucunda bir kazanan ve kaybeden olacaktır. Kanaatimce hangi taraf kazanırsa kazansın ülke içerisinde bir tasfiye söz konusu olacaktır. Ülkemiz için yeni bir dönem başlayacaktır.


Bu dönemde ülke ya eskilerin tabiriyle “istibdad” dönemi yaşayacak, ya da geçmişte yarım kalmış olan “istiklal mahkemeleri” sürecini geçirecektir. 


İstibdad dönemi ile ifade etmek istediğim herşeyin tek bir elden yönetilerek bu yönetimi eleştirmenin yasak olduğu bir nevi Ortadoğu devletlerinin yönetim biçimi gibi içeriye karşı dikta ancak dış sermaye ve oyun kuruculara ise son derece açık bir politika içerisine girmiş bir yönetim modelidir.


İstiklal Mahkemeleri süreci ise Kurtuluş Savaşı sırasında ve Cumhuriyetin kuruluş aşamasında yönetime ve rejime muhalif olanların yargılandığı mahkemeler şeklinde özetleyebileceğimiz bir süreçtir. Bu süreci anlamak için tarihimize bakmak yeterlidir.


Değerli okuyucular, bulunduğumuz coğrafyanın gittikçe önem kazandığı, uluslararası dengelerin yeniden oluşturulduğu bir dönemde ülkemizde yaşanan gerginlikler millet olarak geleceğimize dair yapabileceğimiz bir sıçramayı yapmamızı engelleyeceğinden bu süreçte kaybeden yine geleceğimiz olacaktır.


Bu sebeple kendi geleceğimiz için karşılıklı restleşmelerden ziyade millet olarak birlik içerisinde bir kalkınma planı yapmamız, önümüzden geçen trenlere sadece el sallamak yerine binmemize yardımcı olacaktır kanaatindeyim.


İyi Haftalar!…