5.4 C
Kocaeli
Perşembe, Mayıs 15, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1299

Üniversiteli Gençlere Öneriler

Değerli gençler:


Sizler çeşitli illerden geldiniz. Geldiğiniz yörelerin kendine has adetleri, yaşam biçimleri, yasakları, sevapları, yemekleri, giyimleri var. Ailenizin yanınızda idi. Çevrenizin baskısı altındaydınız. Şimdi ise aileniz yanınızda değil. Buradaki yaşamda farklı.Çevre baskısı da yok.


Bir boşluktasınız. Kendinize yeni bir yön vermek zorundasınız. Kendi kişiliğinizi oluşturmak veya kişiliğinizi geliştirmek zorundasınız. Ya onurlu ve başı dik olursunuz. Yada başkalarının yönlendirmesi ile başkasının yolundan gider onurunuzu önemsemez hale gelirsiniz. Böylece başınızı bir türlü dik tutamazsınız.


Siz bir öğrencisiniz. Öğrenciliğinizin dışında memleket meseleleri adına vereceğiniz her uğraş sizi öğrenciliğinizden adım adım uzaklaştıracaktır. Önce kim olduğunuza ve kim olmak istediğinize karar vermelisiniz. Kendinizi geliştireceğiniz alanı iyi tespit etmeli yolunuzu buna göre belirlemelisiniz. Bu halde karar verirken tek başınıza olmak zorundasınız.


Arkadaşlarınızı seçerken geleceğinize yardımcı olacak, sizin yeniden yapılanmanızda rol alacak kişileri tercih ediniz. Dersleriniz dışında kendinize zaman ayırırken gözlemleme yapınız. Daha önce yaşadığınız yörenin dışında geçirdiğiniz zamanlarda kendinizi gözlemlemenin en iyisi olduğunu unutmayınız. Yeni insanlar tanıyacaksınız. Yeni ilişkileriniz olacak. Bazen istemeden yaptığınız yanlışlara üzüleceksiniz. Hatta birileri sizi sosyal olma adına bazı faaliyetlere sürüklemeye çalışacak. Unutmayın ki gerek sosyal, gerekse siyasal her toplu faaliyet sizsi sağlıklı bir eğitimden uzaklaştıracaktır. Öncelikle enerjinizi geleceğinizi şekillendirecek eğitiminize harcamalısınız.


Siyaset daima siyaset kurumunda yapılırsa, yerinde ve zamanında yapılırsa size yararlı olur. Öğrenciliğin içinde siyasi faaliyet öğrenciliğinize engelden başka işe yaramaz. Sizin başarınızı gölgeler. Hele hele ideolojik saplantılar sizin sonunuz olur. Siz önemli bir geçidin başında olan Üniversite öğrencisisiniz. Bulunduğunuz yere, konuma, çevreye alışma aşamasında olduğunuz bu zamanda her zamankinden fazla dikkatli olmalısınız.


Ekonomik durumunuz kısıtlı olabilir. Yeni tanıştığınız arkadaşlarınızın ekonomik durumları ve yaşam biçimleri sizi gıpta etmeye sevk etmemelidir. Çünkü bu kanalda da çeşitli tuzaklar vardır. Bazı guruplar ve kişiler sizin bu yeni adaptasyonunuzdan istifade ederek cazip teklifler getirebilirler. Bunun için zarif dişiler kullanabilirler. Gençliğinizin getirdiği heyecan ve arzularınızı istismar edebilirler.


Bütün bunların en korkuncu ise uyuşturucu alıştırmasıdır. Bu konuda profesyoneller benim bile bilmediğim metotlarla genç öğrencilere yaklaşmaktadırlar. Bu konuda da arkadaşlıklar 1. planda önem taşımaktadır. Gerek yurt gerek sıra arkadaşlığı bu alışkanlığın başlamasına önemli bir etkendir. Derslerine ağırlık veren, hedefini baştan belirleyip, azimle bu hedefe ilerleyen başarılı olacaktır. Bu durumda lazım olacak en önemli güç sağlam karakter yapısıdır.


Unutulmamalı ki Ülkenin refahı, aydınlık geleceği sizin vereceğiniz karara bağlıdır.


Sizler eğitilmiş insanlar olarak Ülkenin gereklerisiniz. ğitimli olmanızın size yüklediği sorumluluklar var. Büyük hedeflere talip olmalısınız. Küçük menfaatlere boğulanlar zayıf kişilik sahipleridir. Sizler umutlarımızsınız.


Sorumluluğunuzu bilerek kendinizi yolun başında yeniden yapılandırınız.


Gelecek nesilde sizi örnek almaktan onur duysun.

Gündem

Bazı ülkelerin gündemi aradan çok uzun zaman geçse bile pek değişiklik arz etmiyor. Maalesef ülkemiz, gündemi değişmeyen ülkelerin başında gelmektedir. Tabii gündem derken ifade etmek istediğim ülke geleceğini belirleyen gündemdir. Yoksa suni gündemler açısından ülkemizin gündem tüketimi üç – dört günle sınırlıdır.


Ülke geleceğimiz açısından değişmeyen başlıca gündemlerimiz ise Ermeni meselesi, Doğu Sorunu ve Kıbrıs sorunudur. Bu üç konu yaklaşık bir yüzyıldır önümüze gelmektedir.


Yüzyılı aşkın bir süredir önümüze gelmelerine rağmen dünya politikasını dizayn edenler açısından stratejik önemi olduğu için bu konular bizim lehimize çözüme ulaşamamaktadır. Üstelik bu konular geçmişte farklı farklı zamanlarda gündeme otururken bugün hepsi birlikte gündemimizi oluşturmaktadır.


Çünkü dünya yeniden dizayn edilmeye çalışılmaktadır. Dünya’nın yeniden dizaynı demek geçmişte ecdadın sahip olduğu Türk –İslam coğrafyasının yeniden dizaynı demektedir. Binaenaleyh bu coğrafya yazılarımda hep bahsettiğim gibi dünya geleceğinin garantisini teşkil eden enerji ve suyun bol olduğu coğrafya olduğu için her zaman cazibe merkezi olmuştur.


Bu coğrafyayı paylaşım faaliyetinin adı geçmişte batılı devletler tarafından “Doğu Sorunu” olarak adlandırılmış, bugün aynı paylaşım faaliyeti “Büyük Ortadoğu Projesi” olarak adını değiştirmiş fakat mahiyetini değiştirmemiştir.


Geçmişin Doğu Sorunu’nun bugünün Büyük Ortadoğu Projesi’nin iki temel ayağı Ortadoğu ve Kıbrıs meseleleri kanaatimce çok yakında çözüme ulaştırılıp artık gündemimizden çıkacaktır. Tabii burada esas sorun gündemden nasıl çıkacağıdır.


Zira yaşanan olaylara bakılırsa kendi topraklarımıza yapılan terör saldırılarına dahi BOP kurucularından icazet alınarak karşılık verilmesine binaen konuların çözüme ulaşma şeklinin ve mahiyetinin yine projeye bağlı olacağı anlaşılmaktadır.


Değerli okuyucular, ecdadımızın 1699 Karlofça Antlaşması İle başladığı toprak kaybı diğer devletler için Osmanlı’nın yenilebilirliği fikrini ortaya çıkarmış, bu tarihten 1923’e kadar kaybedilen topraklar neticesinde ülkemiz bugünkü coğrafi şeklini almıştır.


Dolayısıyla yenilebilirlik düşüncesi bir ülkenin geleceği açısından tehlike arz eden bir düşüncedir ve bahsettiğimiz üzere biz bunun neticesini geçmişte yaşadık. Bu tecrübeye rağmen bugün kendi sınırlarımızı korumada başka devletlerden icazet almamız ülke geleceğimizi şekillendirmedeki acizliğimizi gözler önüne sermektedir.


Netice itibariyle geçmişten günümüze değişmeyen gündem maddeleri karşımızdakilerin geçmişi unutmadığının en büyük delilidir. Buna binaen bizim her geçen gün bu konuların çözüme ulaştırılmasında kaybettiklerimiz ise millet olarak hepimizin oturup düşünmesi gereken en önemli konuların başında gelmektedir.

Kuşlar kahvaltı yaparlar mı?

Rızık: İnsan ve diğer tüm canlı çeşitlerinin hayatlarını devam ettirmeleri için ihtiyaç duydukları gıda ve yiyeceklerdir. Yani Allah Teala’nın var ettiği nimetlerdir.


Okyanusların derinliklerinde bulunan canlılardan balta girmemiş ormanlarda yaşayan hayvanlara, toprağın altında yuvalanan karınca ve solucanlardan, havada uçan kuşlara kadar her canlının rızkını yaratan Allah(cc) dir. Ankebut suresi 60. ayette Cenab-ı Hakk ( nice canlılar vardır ki rızkını yanında taşımıyor. Onlara da size de rızkı veren Allah tır. O her şeyi işitir ve bilir.) buyruluyor. İnsanlara ve diğer canlılara düşen kendileri için yaratılan rızkı arayıp bulmalarıdır. Bu konuda hayvanlar üzerine düşeni hakkıyla yerine getirirler. Her hayvan kendi rızkını arayıp bulur. Onlarda dilenmek yada asalak yaşamak olmadığı gibi, onların Afrikalısı da olmaz.


Yabancı bir bilgin şöyle der: “Allah(cc) her kuşun rızkını verir ancak yuvasına koymaz.”


Kuşlar sabahleyin yuvalarından aç karnına uçarlar, yani kahvaltı yapmadan çıkarlar, eve döndüklerinde karınlarını doyurmuş, varsa yavruları onların da rızkını bulmuş olarak gelirler. Onların stoklama ve yarın gibi dertleri yoktur. Yumurtaların birkaç tanesini kırayım da az yavru olsun, daha rahat yaşayalım, geçim sıkıntısı çekmeyelim gibi bencil bir düşünceye de sahip değildirler. Çünkü bilirler ki rızkı veren Allah’tır. Onlara düşen yuvadan uçmaktır.


Bu konuda insana düşen iki önemli görev vardır. Bir rızkını aramak, iki helal ( meşru ) yollardan aramak. İnsan için takdir edilenden fazlası olmaz. Ne kadar çok çalışsak da takdir edilenden fazlasını elde edemeyiz, yani çok çalışmakla çok kazanılmaz. Kazancın çoğu olmaz ancak helali yada haramı olur. Nasıl mı?


Bir gün Hz. Ali(ra) devesini beklemesi için bir insana emanet eder. Bir müddet sonra gelince devesinin orada fakat yularının ise olmadığını görür. Yeni yular aramak için bir satıcıya uğradığında kendi devesinin yularını görür. Satıcıya bunu nerden aldığını sorar, satıcı; az önce birinin getirdiğini ve on dirheme sattığını söyler. Bunun üzerine Hz. Ali (ra) yazık o kişiye zaten ben deveyi beklemesinin karşılığında ona on dirhem verecektim. Acele etmek suretiyle helal rızkını haram yolla elde etmiş oldu.


Başka bir ayette: “ Allah size verdiği rızkı kesiverse size rızkı verebilecek olan kimdir.” buyuruyor.


Allah Teala kullarına ve tüm canlılara karşı çok merhametlidir. Hiçbir kulunun rızkını inanmadığı için yada inanıp da inancının gereğini yapmadığı için kesmez yada azaltmaz.


Ama bizler kızdığımız komşumuzun bakkalından ekmek almayız, onu cezalandırmak için onlarla olan alışverişimizi keseriz. Çok yaramazlık yapıp bize asi olan çocuğumuz varsa onun harçlığını, bursunu yada ona ve onun gibilerine yaptığımız yardımı keseriz. Oysa yeryüzünde Cenab- Hakk’ın gazabını gerektirecek nice haramlar, günahlar, zulümler işlenmektedir.


Allah Teala rızk konusunda kulları arasında eşit taksimatta bulunmamıştır. Kimine çok, kimine yeterince, kimine de az takdir etmiştir. Kimi de rızkını aramadığı için yada yanlış yerde aradığı için geçim sıkıntısı çekmektedir. Sıkıntı çeken insanlara yardımcı olmak insani bir görevdir, ama insanları tembelliğe alıştırmamak lazımdır. İnsanlara balık vermektense balık tutmayı öğretmek daha doğrudur.


Hz. Ali(ra)’ a bir gün birisi gelerek ya Ali bunca insanı Allah Teala nasıl hesaba çekecektir diye sorunca Hz. Ali (ra) cevaben ona: Onlara nasıl ömür boyu rızıklarını veriyorsa öyle de hesaba çeker der.


Binlerce çeşit canlıyı dünyanın kuruluşundan kıyamete kadar rızıklandırmak mı zordur, yoksa içlerinden sadece insan olanları hesaba çekmek mi zordur?


Zorluklar insanlar içindir, Allah için zorluk olmaz.


İnsanlar kuşlar kadar tevekkül, gayret ve hakkaniyet sahibi olsalar dünyanın hiçbir yerinde açlık, kıtlık ve yoksulluk olmaz.

PKK Milli Refleksimizi Canlandırdı

Japon balıkçılar, tüketiciye ulaşıncaya kadar büyük havuzlarda besledikleri balık yığınlarının, hareketsiz, durgun halleri ile adeta bir erken yaşlanma emaresi gösterdiğini tespit etmişler. Bu balıkların, hareket kabiliyeti olan, diri yapılarını devam ettirebilmeleri için çare aramışlar. Balık yığınının yaşadığı havuzun içine bir küçük köpek balığı atmayı düşünmüşler. Küçük köpek balığının atılmasıyla havuzdaki birkaç balığın kaybedilmesine karşılık, diğer balıklar hayatta kalma mücadelesi verdikleri için, sürekli hareketli ve teyakkuzda yaşamanın verdiği bir dinamizme ve canlılığa kavuşurlarmış.


Son günlerde yaşadığımız PKK terörünün dozunu artırması sonucu, milli reflekslerde gördüğümüz şahlanma bana bu belaya böyle bir pencereden bakma ilhamını verdi.


“Her musibetten bir hayır doğar” denir. PKK terörü belki de en fazla ihtiyaç duyduğumuz bir şeyi yeniden kazanmamıza sebep oldu.


Hep şikâyet ediyorduk, bu milletin üzerine ölü toprağı mı serpildi diye.


Neler yaşamıştık oysaki. Milli varlıklarımızın yabancılara devredilmesine tepki gösterilmesini beklerken tam tersi oluyordu. Medya bankalarımızın, şirketlerimizin, limanlarımızın ne kadar çok para ettiğini, yabancı sermayenin Türkiye’yi tercih etmesine sevinmemiz gerektiğini söylüyor. Borsamız her satışı yükselişlerle kutluyordu. Vatandaşımız ise şaşkın bir halde bu kutlamaları seyrediyordu.


Kıbrıs’ta 15 sene içinde Türk varlığını yok edecek Annan planını AB’ye giriş reçetesi olarak görüyor ve hararetle destekliyorduk. KKTC vatandaşı olan Türkler %70 oranında büyük bir coşkuyla bu planı desteklerken, KKTC’nin bir an evvel tasfiye edilmesini sağlamak isteyen aceleci Rumların bu plana büyük oranda karşı çıkması bile yüzlerimizi kızartmamıştı. Bu referandum sonuçlarına rağmen AB ve ABD’den beklediği desteği alamayan M.Ali Talat’ın (rakiplerinin ifadesiyle) “Kıbrıslı olmaktan Kıbrıslı Türk ve hatta sadece Türk olmaya” doğru bir değişim geçirmesi en büyük kazancımız olmuştu.


AB sosyal ve siyasi içerikli, ABD ise ekonomik konularda hangi kanunları çıkarmamız gerektiğini söylüyor ve tarih veriyordu. Biz de bildirilen tarihe kadar gece gündüz Meclis’i çalıştırarak istenen düzenlemeleri (uyum yasalarını) yapıyorduk, halen yapıyoruz. “Bağımsız Mahkemelerimizin” kararlarına AB komiserleri karşı çıkıyor, bir şekilde müdahil oluyordu.


Bu müdahalelerle gün oldu zinayı suç olmaktan çıkardık, gün oldu “eve dönüş yasası” ile PKK’lıları hapishanelerden çıkararak, yeni militanları eğitmeleri için dağlara çıkmalarına göz yumduk. Gün oldu ayrılıkçı örgütün öncülerinden eski DEP’li Leyla Zana ve arkadaşları Hatip Dicle, Orhan Doğan ve Selim Sadak’ı “uyum yasası” ile süreleri dolmadan hapisten çıkardık. Dışişleri Bakanımız (şimdiki Cumhurbaşkanımız) Abdullah Gül ve Meclis Başkanımız Bülent Arınç tarafından ağırladık.


Bütün bunlar milli refleksimizi harekete geçirmeye yetmedi. Terörün günde birer ikişer vatandaşlarımızı şehit etmeleri de etkili bir milli bir tepkiye yol açmadı.


Şehit cenazelerinde vatandaşlarımızın gösterdiği tepkileri de, Hükümetimiz kendilerine yönelik bir organize hareket olarak tanımlayıp polisiye tedbirler ve sansür yoluyla, bütün topluma sirayet etmesini engellemeye çalıştı. Kuran’da yer alan ifade ile “Şehitler Ölmez” diye haykıranlar küçümsendi, şehit cenazelerinin haber olarak verilmesi yasaklanmak istendi.


Ama anlaşılan bardak dolmaya başlamıştı ki, bir ay içinde her birinde 12-13 sivil ve asker vatandaşımızın şehit edildiği üç PKK saldırısından sonra olan oldu.


Sadece devletimizi yönetenlerin değil, milletimizin de sabrı taştı ve sokaklara döküldü. Siyasi görüş farklılıkları bir yana bırakılarak, ay yıldızlı al bayrağımızın kuşatıcı gölgesinde sokaklara, meydanlara taşan kalabalıklar bir milletin uyanışını müjdeliyor. Hemen her il ve ilçede “teröre lanet mitingleri” düzenleniyor. Gönüllü, kendiliğinden ve heyecanlı katılımlarla genç, yaşlı, kadın, erkek kitleler milli birlik ve kardeşliğimize en küçük bir zarar vermeden, asil ve vakur bir tavırla, milli uyanışı dosta düşmana gösteriyor.


PKK ile çeyrek asrı aşan mücadelesi sayesinde, dünyanın en güçlü ordularından birisi olan, Türk Silahlı Kuvvetleri her an savaşa hazır, eğitimli, modern teçhizatlı ve dinamik bir kuvvet olarak dosta güven, düşmana korku veriyor.


Terör belasının sağladığı, en az bunun kadar önemli diğer kazancımız, sokaklar ve meydanlardan taşan milli uyanış hareketidir. Yeter ki devletimizi yönetenler bu milli heyecanı iyi yönetip, “düşman” üzerinde gerekli caydırıcılığı yaratmayı becersinler.

Mahalle Baskısı (mı?)

Son zamanlarda “akıl tutulması” diye bir söz çıktı. Ben de yıllardır “idrak yoksunu” tabirini kullanıyordum. Her iki söz de belli insanların, belli durumlarını anlatmak için oldukça uygun. “Düşünme özürlü” tamlamasını da pek severim. Bir insan her üç tanımlamayı üzerinde taşırsa, o insanlarla bir konuşmadan sonuç almak mümkün olmuyor. Bir de niyetleri bozuksa, bu insanlar; kişiye pösteki saydırıyor.


Şu mantığa bakar mısınız? Ankara İlahiyat Fakültesi’nde kızlar önce derse başı açık gelirlermiş. 1988”de örtü serbest bırakılmış, kısa sürede kızların hemen hepsi başını kapatmış. Bu bir mahalle baskısıymış. Yine bir başka örnek: Bu ülkede ezan 18 sene zorunlu olarak Türkçe okutulmuş, sonra 1950’de Arapça okunabileceğine ilişkin izin çıkmış. Bunun üzerine ezan tekrar Arapça okunmaya başlanmış, şimdi her yerde ezan Arapça okunuyormuş. Bu da bir mahalle baskısıymış.


Anlayış dergisinin bu ayki sayısında hayal mahsulü bir öykücük okudum: “Züğürkiye isimli bir ülke varmış. Züğürkiye’nin despot mu despot, deli mi deli kralı bir kanun koymuş: ‘Ayakkabıların ayağa giyilmesi yasak; ellere giyilmesi ise serbest olacak. Yolda sokakta ayağına ayakkabı giyenler toparlanıp zindanlara atılacak; ellerine giyenler de değişik şekillerde ödüllendirilecek.’ Aradan yirmi yıl geçmiş. Bizim despot kral ölmüş. Yerine gelen yeni kral ayakkabıların artık, ellerin yanı sıra, ayaklara da giyilebileceğini ferman buyurmuş.” Neticeyi tahmin edersiniz herhalde. Aradan yirmi yıl da geçse, ele ayakkabı giymek serbest de olsa, istisnasız aklı başında herkes ayakkabıyı eline değil, ayağına giyecektir. İşin doğası, bunu gerektiriyor. Mahalle baskısı fobisiyle, eşyanın doğasına uygun olması gereğine karşı çıkanların, özgürlüklerin kazanılması yerine gasp edilmesini savunanların mantığı bu öykücüğe ne kadar denk düşüyor?


Halit Ziya’nın: “Hayat tekâmül ve inkılâptan ibarettir.” sözünü sık kullanırım. İnsan yaşamı süresinde olgunlaşır ve değişir. Bunda etkili olan önce aile, sonra çevredir. “Mahalle” ile kastedilen çevre ise ben bundan hiç gocunmam. Sosyolojide buna “içtima-i murakabe” yani “sosyal kontrol” denir. İnsanların, kendi dünya görüşlerine göre birbirlerini etkilemesi ve denetlemesi doğaldır. Ancak bu ülkede, ben “parti baskısı”, “devlet baskısı”, “medya baskısı”, “YÖK baskısı” vb. adlar altında pek çok baskı türlerine şahit oldum. Bunların baskısına maruz kalanların hiçbiri de bu baskıdan hoşnut değillerdi. İnsanlar birbirlerine düşman edildi, memleketinden kaçırıldı ve soğutuldu, maddi zarara uğratıldı, haklarından yoksun bırakıldı, psikolojik bunalıma itildi. Yine bu baskılar insanlarda özgüven eksikliği, ümit kırılması, yarın endişesi oluşturdu. Bunlar görmezlikten, bilmezlikten gelinerek hayali senaryolar ile temel insan hakkı olan ve inanca dayalı özgürlüklere karşı çıkılması tam anlamıyla “akıl tutulması”dır, “idrak yoksunluğu”dur, “zekâ özürlülüğü”dür. Bunların hiçbir değilse, despotizmdir.


Yardım etmeyenler üzerinde baskı oluşturuyor diye yardımseverlik, takım tutmayanlar üzülmesin diye taraftarlık, okumayanların üzerinde aşağılık duygusu oluşmasın diye kitap okumak, yapmayanlar hayıflanmasın diye spor yapmak, bilmeyenler mahcubiyet duymasın diye yabancı dil öğrenmek, çirkinleri komplekse düşmesin diye güzel olmak ya da güzelleşmek bu nedenle makyaj yapmak, teknolojiden uzak insanlar eziklik duymasın diye bilgisayar kullanımını öğrenmek, cahillerin de haklarını korumak amacıyla çok şey bilmek yasaklansın demenin, “mahalle baskısı” gerekçesiyle temel haklara karşı çıkmadan ne farkı var? Bu iddiaları kanıtlamak amacıyla sağdan soldan tutarsız örnekler bulmak, geçmişten deliller getirmek tam bir garabet örneği. Bu insanlar ya mantıktan ya sosyoloji bilgisinden yoksun. Her toplumun kendine göre dinamikleri vardır. Sosyolojide hiçbir zaman iki kere iki dört değildir.


İçeriden ve dışarıdan kuşatılıyoruz. Dünyanın gidişatını iyi okumak lazım. Akıntıya kürek çekmek, rüzgârı görmezden gelmek, karanlıklara küfretmek değil yapmamız gereken. İt dalaşına gerek yok. Getirdiği yemle yavrusunu besleyen kuş olmak çok güzel. Newton ne güzel demiş: “İnsanlar köprü olacakları yerde duvar ördükleri için yalnız kalırlar.”

Kahrolsun PKK

Hakkari’nin Yüksekova ve Dağlıca ilçelerinde 13 erimiz daha şehit oldu. Diğer şehitlerimizle birlikte bu şehitlerimize de Allah’tan rahmet, ailelerine sabırlar diliyoruz. Mekanları cennet olsun.


Yazıya bu şekilde girmek gerçekten benim canımı acıtıyor. Yapılabilecek olanın en kolayını yapıyorum. Keşke ben de genç olsa idim de askerliğimi bir daha yapsaydım.


Şurasını peşinen vurgulamak istiyorum ki;


Bu olay bir kürt olayı değildir. Kürtlerin çoğunluğu PKK’lı olmadığı gibi, PKK’lıların da çoğunluğu kürt değildir. Şehitlerimiz içinde kürt kökenliler vardır. Kürtler bizim kardeşimizdir


Bu vurgulamayı yaptıktan sonra asıl yazmak istediklerime geliyorum.


Bulunduğumuz jeopolitik ve coğrafi haritamız, Osmanlının mirası oluşumuz, dini kimlik bakımından baktığımızda çevredeki uzak ve yakın komşularımıza olan bağlarımız, dikkate alındığında dünya yöneticileri için Türkiye başı beladan kurtarılmaması gereken bir ülke konumundadır. Çünkü Türkiye’nin komşuları ile geçmişine dayalı bir ortaklık kurma ihtimali dünyaya hakim olma çabasında olanları tedirgin etmektedir. Bu tedirginlik sömürgeci devletlerin bizim üzerimizdeki tehditlerinin devam edeceğini göstermektedir. Önümüze konan terör örgütleri, dün Hizbullah’tı. Bu gün PKK’dır. Yarın bir başka örgüt olacaktır.


Bu gün ise plan Türkiye’nin Irak bataklığında boğulma planıdır. Bu bataklığa saplanan Amerika, pisliğini Türkiye’ye temizletmek istemektedir. Afganistan’a saplandığı gibi Irak’a da saplanmıştır. Kamu oyundan onay alamamaktadırlar. İran saldırma planları sekteye uğramıştır. Artık Rusya da ciddi bir rakiptir. Bazı zamanlarda horozluk yapmaktadır. Bu horozlukta Orta doğuyu bir müddet rahatlatacaktır. Aslında bu durum bence bir fırsattır. Orta doğu kazanının kaynamasını geciktirecektir. Bu durum bizim içinde bir fırsat olacaktır.


Ne zaman ki biz bir oluruz. Bütün oluruz. Yek vücut oluruz. Ülkemizi milli gelir açısından, global etkinlik açısından, askeri caydırıcılık açısından dünyaya kabul ettiririz. İşte o zaman bu sorunlar ortadan kalkacaktır. Birde baş belası ABD’nin başı Rusya ile belaya girse ne güzel olurdu. Bence bunun da bir zamanı var.


Başımızdaki bu tuzağı atlatmak için kararlı ve o derece cesur olmalıyız. Her başarının arkasında bir risk vardır. Bazı riskleri almanın da tam zamanıdır. Sert olan kırılabilir ama kolay ezilmez. Kırılırken de kırana zarar verir. Tüm dünya bilir ki Türk milleti ile şaka yapılmaz. Kullanılabilir ama asla manda yapılamaz. Sömürülür ama asla süründürülemez.


Bu PKK belası geçici müddet için halledilecektir. Plan geciktirilmek üzere şimdilik askıya alınacaktır. Kıbrıs tekrar pişirilecektir. Ermeni sorunu tırmandırılacaktır. Hatta Ayasofya meselesi diye bir mesele icat edilecektir. Kuzeyde Pontus mirası tartışılacaktır. Ege sorunu gündeme getirilecektir. Çünkü Türkiye yer altı zenginliklerini işletmede adım atmıştır. Kıyılarında bulunan petrol rezervlerinin farkındadır. Bor yataklarının, volfram yataklarının zenginliği, enerji kaynaklarını çoğaltacak nükleer santral girişimleri Türkiye’yi bölgede uyanan tehlikeli bir lider namzedi haline getirebilir. Bu sebepten Türkiye sindirilmelidir. Bütün başımıza gelenler sebepsiz değildir. Muhakkak devleti idare edenlerde bunları biliyor.


Şimdi bizim için birlik ve beraberlik zamanıdır. Bu fırsattan istifade ederek hızla ortak paydada birleşip üzerimize düşen ne fedakarlık varsa yapmalıyız. Artık önemsenmeyen ülke değil, aksine önemsenen ve ciddiye alınan bir Ülkenin hazırlanması için Milletçe el ele olmalıyız. tidalden ayrılmamalıyız. Bu lanet terörü kökünden kazıyacak devletimizin yetkili güçleridir. Bu güçler bu işi fevkalade yapabilecek vasıftadırlar.


Bizler gerekli sivil tepkiyi göstermeli, kalanını yetkili ve sorumlulara bırakmalıyız. Onlar hepimizin intikamını alırlar.


Bu konuda gözden kaçırılmaması gereken nokta PKK’nın bu terör olayında taşeronluk görevi yaptığıdır. Bu örgütün lojistik desteğini sağlayan ülkeler, başta Amerika olmak üzere, Fransa, İngiltere hatta Almanya gibi Avrupa Birliği oluşumunda birlikte olmak arzusunda olduğumuz perde gerisi körükleyicilerdir.


Tarafımıza yöneltilen düşmanlığın bir başka sebebi de dini farklılığımızdır.


Zira Dünyada Hıristiyanlık gün geçtikçe taraftar kaybetmektedir. Dini tasallut gittikçe zayıfladığından bu sömürücü devletlerin gücüde gittikçe azalmaktadır.Bu açıdan bakıldığında devletlerin geleceklerini yeniden planlama zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.


En doğuda 2 milyar nüfusu ile Çin, hemen yanı başında 1,5 milyar nüfusu ile Hindistan ve yakın komşuları, 6 milyar dünya nüfusunu nazarı itibara alındığında hakim devletleri her alanda ciddi olarak endişelendirmektedir. Çin kişi başı 10.000 dolarlık milli gelirin planlarını yapmaktadır. Düşünsenize 2 milyar insan ve kişi başı milli gelir 10.000 dolar. Bu boyuttaki kitleden kim korkmaz ki? Şimdiden Çin’in ekonomik istilası korku üretmeye başladı bile.


İstilacı devletlerin 50 yıllık, 100 yıllık olarak yaptıkları Dünya’yı idare etme projeleri bu korkularla doludur. Bizlerinde bu dünya da geçmişine ve bu günkü varlığına yakışır yeni planlar üretmesi şarttır. Bu planların etkili olması da birlik ve beraberliğe bağlıdır. Planı olmayan sadece savunmayı tercih eden bir ülkenin yavaş yavaş eriyip yok olması mukadderdir. Başarının yolunda cesaret bekler. Korkaklık çoğunlukla kaybettirir.


Bu millete korkaklık şimdiye kadar hiç uymadı. Onursuzluk hiç yakışmadı.


Bundan sonrada yakışmayacaktır.


Yüzlerce şehidimizin katili PKK’yı lanetliyoruz. PKK’nın şahsında kapalı kapıların ardında onlara lojistik ve askeri destek sağlayanları da lanetliyoruz.


Hep birlikte haykırıyoruz:


Kahrolsun Pkk… Kahrolsun Onunların İşbirlikçileri…


Kahrolsun Onların Gizli Destekçileri…

Oyunu Görelim

Osmanlı, vatandaşlarını müslim ve gayri-müslim şeklinde bir ayırıma tâbi tutmuştur. Cumhuriyet yönetimi de Milli Mücadeleye katkıda bulunan ve bağlılık gösteren kimseyi ne dışlamış, ne de reddetmiştir.


Gerek 1982 Anayasasının 66. Maddesinde, gerek 1924 Anayasasının 88. Maddesinde “vatandaşlık bağı”nı milli kimlik olarak kabul etmiştir.


1924 Anayasasında “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur” denmiş; 1982 Anayasası aynı şekilde insanlarımızı kucaklayarak “Türk Devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür” ifadesine yer vermiştir.


Burada hukukilik ön plânda olmasına rağmen, mensubiyet şeklinde bir kültürel belirleyicinin de hesaba katıldığı görülmektedir.


Türk vatandaşlığı Türk soyundan olanlar ve olmayanlar ayırımı yapılmaksızın bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına atfedilen yasal ve siyasi bir statüdür. Kimseyi dışlama veya ötekileştirme söz konusu değildir. Yeter ki; bazıları kendi kendilerini ötekileştirmesin.


Türkiye herhangi bir ayırım yapmamış, çoğu dış etkilerle ve Türkiye’nin iç dinamiklerinden oluşmamış Güneydoğu’daki bazı isyanlara ve ayaklanmalara, Milli Mücadeleyi kırma hareketlerine karşı her devletin yapması gerekeni yapmış, milli devletin ve hukuk devletinin gereğini yerine getirmiştir.


Kürt asıllı bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının mensubu olduğu milli devletin milliyeti, siyasi ve ekonomik çıkarlarını koruması, kollaması, paylaşması vatandaş olmanın bir gereğidir.


Ortadoğu’da Hamasla El-Fetih’i, Şii ile Sünni’yi çatıştıran gücü görelim. Oyunu fark edelim. Kürt ile Kürtçü’yü ayıralım. Etnik taassup bizi topluma ve millete kapanma anlamını taşıyan dar bir etniklik koridoruna sokabilir.


Modern etniklik bu değildir. Milliyetle etnisiteyi rakip gören bir anlayış ilkel etnikliktir (primitive ethnicity).


Dün bazılarını Osmanlı milletinin ayrılmaz bir unsuru olarak görmek, örf-âdetlerinin tanınacağı ve haklarının gözetileceği demek; onların genç Cumhuriyetin de eşit ve anlamlı fertleri yapılacağı demektir. Bundan ayrı millet, ayrı devlet anlayışını çıkarmak maksatlı bir bakıştır.


Milli Mücadele ve kurulan Cumhuriyet iki ayrı millet, iki ayrı devlet için yapılmamıştır. Türk Milli Devleti izinle kurulan bir kavimler ittifakı olmamıştır. Sosyal ve kültürel bir mensubiyet şuuruyla, katılma ve paylaşmayla ortak iradenin şekillenmesidir.


Milletleşme de boy, kabile, aşiret, etniklik taassubunun aşılarak milli seviyede ortak paydalara ve milli kültür anlayışına varmaktır.


Milli ve üniter devletin ortadan kaldırıldığı, fertlerin neden ve niçin bir arada bulunduklarını fark edemedikleri bir durumda demokrasinin ve demokratik hakların, laikliğin tartışılması da çok teorik kalır. Demokrasi, milli mutabakatlar, sosyal ve kültürel bütünleşme ve milli devlet anlayışı üzerinde yükselir.


Demokrasinin temeli bunlardır. Bunlar olmadığı yerde demokrasi bulutlar üzerinde gezinmektir. Demokrasi kendisiyle uyuşmayan, ırk, dil veya dine dayalı ayrılıkçılığın kamuflaj örtüsü olarak düşünülmemelidir. Böyle bir yaklaşım demokrasiyi yıpratmaktır.


Demokrasi tesadüfen bir araya gelmiş kalabalıkların veya insan sürülerinin değil; milletleşmiş, milli mutabakatlarını geliştirmiş ortak paydaları şekillenmiş belirli bir gelişmişlik seviyesine gelmiş toplumların rejimidir. Toplum milletleşmeden geriye çekilip parçaların egemenliğine, boy ve kabile asabiyetine ve etnik taassuba döndürüldüğünde etnik ırkçılık ortaya çıkar ve milletleşme yara alır.


Böyle bir durum demokrasiyle çelişen bir ilkelliktir. Emperyalizme el sallamaktır.


Milli devlete karşı alternatif, mahalli egemenlik alanları açmak, demokratikleşme değil; egemenliğin paylaşılması ve devridir. Hiçbir ciddi milli devlet bunu kabullenemez. Milli devlet milli mensubiyet bilinci arar. Bu, mahalli değer ve özelliklerin reddi de değildir.


Farklılıklar bütünü tamamladığı ölçüde anlam taşır. Bir ülkede hakim kültür reddedilerek farklılıkların bütünü zenginleştirebileceği ileri sürülemez. Parçanın bütünü dışlaması etnik taassuptur veya “etnosantrizm”dir. Küreselleşme süreci son yıllarda etnik farklılaştırmayı ve çatıştırmayı ideolojik çatışmaların önüne geçirmiştir.


Türk, milli devletin ve milliyetin adıdır. Dün de bugün de Türk, bir etnik grup değildir. Türkü etnik grup seviyesine indirmek, Anadolu’da XI. yy.dan da önce var olmuş bir kültür ve medeniyeti egemen kültür olarak reddetmenin bir başka adıdır.

Bayramlık Pantolon

0

Bayramlarımı hep hatırlarım da benimle beraber hatırlansın da isterim. Bayramlar toplumumuzun hep beraber samimi duygularla ve gerçekten katılarak coşku ile kutladıkları güzel duyguların yaşatıldığı sevinç dolu günlerdir.


Bayramlar coşku ve hüznün beraber yaşandığı günlerdir. Büyüklerin hep çocukluklarının bayramlarını hatırladığı günler. Çocukların ise günü birlik kendilerine sunulan en ufak şeylerle dahi mutlu oldukları bir güzelliktir.


Bu bayramı nasıl anılarımın arasına almam ki!


Kayseri’de ramazanın son günleri belki ramazanın ilk olmasa da belki ikinci hadi bilemedik üçüncü olarak tamamını tuttuğum, diğer arkadaşlarımdan daha farklı bir büyüklüğün duygusunu yaşadığım nadir ramazanlardan biriydi. Ramazanın son günleri. Son bahar ile kış aylarının bir biri ile sürtüştüğü hüzünlü bir sonbahar günü. Evde çarşıda mahallede ramazan bayramının sevinci ile yapılan hazırlıklar.


Babam fabrikada işçi, gelir düzeyi düşük, ailesinin kıt kanaat geçindirebiliyor. Her zaman Allah’ın vermiş olduğu rızka hamd eden tevekkül sahibi aile reisi. Ben evin küçük çocuğu, belki en sevileni ama bir o kadar da birçok konuda en son akla geleni, karmaşık bir durum… Nasıl olmasın ki ağabeylerim benden on, oniki yaş büyük, onlar delikanlı. Değişik arkadaş grupları var ve bana göre çok geniş bir çevreleri öncelik onların olsun.


Bayramdan birkaç gün önce balıksırtı desenli kışlık kumaşlarla babam eve geldi.


Ağabeyime:


—Bu kumaşları kardeşinle beraber terziye götürün sizlere bayramlık pantolonlar diksin.


Abim:


– Ben gayrimüslim terziye gidiyorum ona diktireceğim.


– Oğlum o çok pahalı diker. Sen onları Terzi Mehmet’e ver.


Abim:


– Ben benimkini diğerine, kardeşiminkini de Terzi Mehmet’e veririm.


— Zaten laf anlamazsınız ki mübarek günde. Ne yaparsan yap.


O ana kadar belden lastikli sıkmalı pantolonlar giyen çocuğun o bayram delikanlılar gibi belinde köprüsü olan kemer takılabilen bir pantolonu olacaktı. Hiç bu kadar mutlu olmamıştım. Öyle mutluyum ki şehre giden belediye otobüsü durağına ne zaman geldiğimi hiç hatırlayamıyorum. Abime yaptığım iltifat ve şaklabanlıkların haddi hesabı yok o kadar çok sevinçliyim ki.


Ben terzi Mehmedin orada pantolon ölçüsünü verirken etrafa gülücükler dağıtmaya devam ediyorum. Bu arada abim diğer terziye gitti kendi pantolonunun ölçüsünü vererek kumaşını teslim edip geldi. Benim ölçülerim de alınmıştı içim içime sığmaz bir şekilde ağabeyimi bekliyordum.


Terzi Mehmet:


– Arife günü pantolonu teslim alırsınız. Güle güle giyin


Arife gününe kadar her gece balıksırtı desenli pantolonumun hayaliyle yatıp kalktım. Günler sanki geçmiyordu ama. Oruçlu insanların sofra başında huşu ile iftar topunu beklemeleri gibi bende Arife gününü beklemekteydim, sabırla ama acelesi olan bir bekleyiş.


İftar ezanına çok yakın, abim kara yolun dönemecinde tüm heybeti ile göründü. Bir koşuda o kadar yolu oruçlu olarak nasıl koştum ve ağabeyimin yanına vardım şu anda bile hatırlayamıyorum. Elinde gazete kâğıdına sarılmış iki paket vardı. Biliyordum bir tanesi benim pantolonumdu. Belinde köprüleri olan hatta kemer takılabilen balıksırtı kumaş pantolonum. Hayatımda özlemle beklediğim ilk pantolon. Bayramda giyeceğim. Yarın bayram. Arkadaşlarım kim bilir nasıl gıpta ile bakacaklar. Amma havalı olacağım bayramda.


İftar yemeğinden sonra bizi bayrama kavuşturan Rabbimize şükrederek sofradan kalktık. Abim pantolonunu giymiş gerçekten çok şık bir pantolon. Hani zıpkın gibi delikanlı tarife gerek yok ağabeyime bak yeter. Bana;


—Sen de giysene bir de seninkini görelim. Dediler


Zaten içim kıpır kıpır ediyor.


Hemen oracıkta paketi parçalarcasına açarak pantolonu ayağıma geçirdim. Birden herkesten bir kahkaha daha sonra bir suskunluk. Ne olduğunu anlamak için saf saf sağa sola bakıyorum. Herkes de bana bakıyordu. Kendime döndüğümde pantolonun paçalarının dizlerimde olduğunu bir an göre bilmiştim. Şaşkınlıktan ağlayamamıştım bile. Terzi ölçüyü yanlış almış.

Süngü ve Yürek

Mustafa Kemal anlatıyor; Sakarya savaşının bir yerinde telefonla emir veriyor. ‘ Süngü takın ve düşmana saldırın’. Telefondaki komutan, ‘komutanım süngümüz yok’ diyor. Süngü emri veriyor, askerin süngüsü yok! Mustafa Kemal Kendini toparlıyor. ‘Topal Osman ve 70–80 kişilik adamlarının eğri bıçakları var. Alın o eğri bıçakları onlarla saldırın’ diyor.


Ülke olarak şu an geldiğimiz durum itibariyle böyle bir giriş yapmak, anlatmak istediklerimi daha doğru ifade edebilmek için çok önemli doğrusu. Sürekli şehit veriyoruz. O elleri öpülesi annelerin feryatlarıyla irkiliyoruz her gün. Bir annenin en dokunulmazıdır evladı. İğrenç bir oyunun piyonları kalleşçe dokunuyor o evlatlara. Annelerin koklamaya doyamadıkları o gülleri koparıyorlar. O kıyamadığımız bedenleri yine annelerinin kucağına veriyoruz. Vatan toprağına. Vatan bir annedir. Ve biliyorum ki o toprak, sevgiyle, gururla sarıyor evlatlarını. Kendisi için kanının son damlasına kadar savaşmış, canını yüzünde tebessümle onun için vermiş diğer yüz binlerce evlatlarını sarıp kokladığı gibi.


Televizyon kanallarında almış bir hengâme gidiyor. İşi bilen bilmeyen herkes harekât uzmanı olmuş. Onlarca çeşit fikirler atılıyor ortaya. Aslında fena da olmuyor hani. Herkes safını belli ediyor. Toplum meydanlarda, caddelerde tepkisini gösteriyor. Siyasetçiler, yöneticiler ise sansür ve gizlilik peşindeler. Haklı gerekçeleri de olabilir.


Tüm bunları izlerken insanların yüzünde hep aynı şeyi görüyorum. Neler oluyor? Nasıl bu hale geldik? O dönülmez noktaya geldik ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Bu aslında onlarca yıl nasıl uyuduğumuzun ve uyutulduğumuzun resmidir. Dünyanın her yerindeki insanlık bahçelerindeki çeşit çeşit çiçekler, devasa biçerdöverlerle hasat edilirken, yok edilirken, biz sınırlarımız içinde kendimizi güvende hissederek ve hatta kafasını kuma gömmüş devekuşu misali yaşadık. Görmedik, duymadık, bilmedik. Üç maymunu oynadık.


Şimdi kalabalıklar halinde sokaklardayız. Öfke kusuyoruz. Birlik beraberlik gösteriyoruz güya. Toplumsal enerjimizi boşaltmaktan başka bir şey de yaptığımız yok oysa. Gençler, orta yaşlılar mikrofonlara konuşuyorlar. Askere alın bizi diyorlar. Askerlik şubelerinin önleri kalabalıklarla dolu.


Ben bu tepkilerin içinde bulunmayacağım. Bunu derken vatanım için gerektiği yerde canımı da vermeye her zaman hazırım. Tıpkı Atalarım gibi. Evet, çok kızgınım. Çok ikiyüzlü geliyor olanlar bana.


O evlatlar kaybedilmeden önce neredeydiniz demek geliyor içimden. Onlar gibi binlercesi kaybedilirken nerelerdeydiniz? Kendi yaşam argümanlarınız içinde yaşarken, daha çok para için, daha lüks yaşamak için değerlerinizden ödün vererek iğrençleşirken de bu evlatları kaybediyorduk.


Nerelerdeydiniz beyler, hanımlar, gençler? Birbirimizin kızlarına laf atarken, sokaklarda kadınlarımız rahatça yürüyemezken, uyduruk bahanelerle birbirimizi döverken, ülkemiz soyulurken, gitgide bağımlılığa sürüklenirken, iki fikre bölünüp, birbirimizi öldürürken, rüşvet verirken, birbirinizin ekmeğiyle oynarken, birbirimize iftiralar atarken, en iğrenç suçlar artarken nerelerdeydiniz?


Tüm güzelliklerimiz harcanırken nerelerdeydiniz? Vatan Anne’dir diyoruz şimdi. Yıllarca birbirinin o elleri öpülesi annelerine küfredenler nerdeydiniz? Vatan, komşunuzdur. Vatan, ormanlarındır, çocuklardır.


Vatan, birbirimizi gördüğünüzde bir selam vermemizdir. Vatan, deli akan derelerdir, sevgilinizle buluşmaya giderken adımlarınızı attığınız parke taşlardır. Vatan, başkalarının namusunu, onurunu kendinizin bilmektir. Vatan Aşk’tır. Vatan düğündür, cenazedir. Vatan bizi biz yapan her şeydir. NEREDEYDİNİZ? NEREDEYDİK?


Niyetim burada ahkâm kesmek değil elbette. Pkk’ nın sadece bir terör örgütü olmadığını, yeniden şekillendirilen dünyada bir taşeron olduğunu anlatmayacağım. İleride bu konuda daha teknik ve daha ayrıntılı bir yazı çalışmasında bulunacağım.


Yukarıdaki satırlarda duygularımı paylaşmaya çalıştım. Ama şimdi düşüncelerden bahsetmek isterim. Bu büyük oyun oynanırken, iki konuda uyarı yapmak ihtiyacında hissediyorum kendimi.


İlki şudur; Amaç bu ülkeyi ilk etapta iki parçaya bölmek, ayırmak. Büyük Ortadoğu projesinin Türkiye ayağının temelinde bu var. Bunu, bırakın pkk’yı, koca ordularla bile yapamazlar ve bunu kendileri de çok iyi biliyorlar. Bölünmeyi sağlayabilecek tek unsur, milletin kendi içinde çatışmaya başlamasıdır.


Sağ-sol denediler olmadı, Dinli- dinsiz denediler olmadı. Şimdi 30 yıldır başka bir şey deniyorlar. Arada bir hepsini kokteyl de yapıyorlar. İşte duygularım bir tarafa, sokaklarda, meydanlarda, caddelerde büyük kitleler halinde gösterilere karşı olmamın nedeni asıl budur işte.


Hepimiz öfkeliyiz. Acımız bir şimdi. Bir araya geliyoruz ve öfkemiz büyüyor. Bir şeyler yapmak için çıldırıyoruz. O yüzdendir ki, askerlik şubelerinin önü dolu. Pkk’yı yok etmek istiyoruz. Ama bizim direkt pkk terörist’i yakalama durumumuz yok. Bu devletimizin görevi. Ama bu kitleler kontrolden çıktığında, pkk diye güneydoğulu vatandaşlarımıza yönlenirseler ne olacak? Aslında kalleş unsurlarında hesabı budur.


Toplumu ayağa kaldıracak eylemler yaptırarak, toplumun öfkesini, güneydoğulu vatandaşlarımıza kaydırtmak ve dolayısıyla millet içi çatışma ortamını yaratmak. Yoksa 12 değil 112 askerimizi katletseler, Türkiye’mize bir zarar veremeyeceklerini bilmektedirler. Oyun milletimiz üzerinde dönmektedir.


Aman dikkat diyorum. Öfkemizi daha iyi bir insan olmaya yönlendirelim. Daha iyi bir evlat, daha iyi bir baba, daha iyi bir anne, daha iyi bir eş, daha iyi bir işçi, memur, mühendis, simitçi. Her ne isek daha iyi olmaya dönüştürelim.


Birbirimizin namusuna, onuruna saygıya dönüştürelim diyorum. Birbirimizi daha çok sevelim. Bu millet asırlardır her çileyi gördü. Hiçbir zaman iki olmadı. Hep birdi. Hep beraber bu birliği ayakta tutalım ve bunun için sokaklara çıkalım, caddelere gidelim, meydanlara akalım diyorum, Öfke için değil.


İkinci uyarım da şudur; oyunun ikinci perdesi de devlet üzerinedir diye düşünüyorum. Fiili olarak kurulsa da, sözde Kürdistan’ın resmiyet kazanması için Kerkük’ü kendine katması gerekmektedir. Çünkü bu kültür ve petrol şehri olmadan asla devlet olamazlar.


O nedenle ülkemizin tüm unsurlarını yani devletimizin ve ordumuzun dikkat ve enerjisini pkk üzerine odaklayarak Kerkük’ü bizden uzaklaştırma projesidir. Tüm enerjimizi pkk üzerine boşalttırarak, Kerkük’te duran kırmızı çizgilerimizi, pkk seviyesine indirgemektir. Buna da aman dikkat diyorum.


Bu büyük oyun, ne tesadüf ne de öylesine yapılmış eylemler değil diyorum. Irak’a girmeli miyiz? Evet, girmeliyiz. Nereye kadar? Sonuna kadar. Yani bu oyunları alt üst edecek kadar. Ya dünya güçleri? Tepkileri ne olacak? Ne olursa olsun. Hiçbir şey bağımsızlığımızdan ve bütünlüğümüzden önemli değil. Korkmalı mıyız? Neden korkalım? Biz bağımsızlık mücadelemizi o yokluklarda tüm dünyaya karşı vermedik mi? Bedel hesaplanıyor bu günlerde.


Bu millet 180 yıldır bedel ödüyor. Bu millete bedelin ne demek olduğunu anlatmak gibi bir hadsizlikte bulunanlar var. Yok, girersek şu olurmuş, bu olurmuş. Yok, Amerika amca kızarmış. Bataklıkmış. Dünyada tek batak vardır. O da bu milletin 180 yıldır akan kanı. O kana girenler, batar, boğulur yok olurlar.


Bunu da tüm dünya böyle bilsin diye haykırıyorum. Eğer böyle icazet peşinde, birilerini ikna etme peşinde ya da rızasını alma peşinde koşarsak, bırakın kendimizi, onlara karşı bile saygınlığımız kalmayacak.


Atalarımızın kanlarını, canlarını vererek kazandıkları bu saygınlığı peşkeş etmeye hakkımız yok. Hepimiz bir gün öleceğiz elbette. Yüce Mevla’dan, mahşer gününde o yüce şehitlerimizin yüzlerine bakabilecek kadar yüzümüz olmasını nasip etmesini diliyorum.


Yazımın başındaki Mustafa Kemal anısına dönmek istiyorum. Süngü hücumuna kalkılacak. Süngü yok askerde. Bugün süngü var, top var, uçak var, her şey var. O süngüsüz süngü hücumu yapan yiğitlerde olan yürek, bugün de var. Ama o yüreğin üzerini onların medeniyet dedikleri çamurlarla kaplamışız.


Muhtaç olduğumuz kudret, amerikanın, batının izninde değil, damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur. O kanı akıtan yürekte aradığınız kudreti bulursunuz. O öyle yürektir ki, içine bir bakınız. Eşsiz bir iman bulursunuz, cesaret bulursunuz, fedakârlık bulursunuz, kucak kucağa beraber can vermenin onurunu bulursunuz, vatan için canını vermeden sevdiceğine dönmekten ar eden, vatanı anası gibi gören bir sevgi bulursunuz.


Mustafa Kemal Paşa, Hasan çavuş, Şehit Mehmetler, Sırtında mermi, kucağında bebesini taşıyan anneler ve diğerleri… Sizleri o kadar çok özledim ki. Duygularımızın yoğun olduğu bu dönemde, eğer kelimeleri çok sivri kullandıysam özür diliyorum. Mazur görünüz, Sağlıcakla kalınız efendim.

Hastalık Üreten Yaşantı

—Kertenkele, bayramı nasıl geçirdin?


—Üstadım, bir sürüngenin bayramı nasıl geçerse benimki de öyle geçti.


—Bana böyle sitemli konuşma, senin sürüngenlerden yürüyenler sınıfına terfi ettiğini kabul etmiştik.


—Üstadım, bayramda yüreğimin yağını eriten bir olaya tanık oldum, hatırladıkça tebessüm ediyorum.


—Tebessümüne sebep olan olayı öğrenmek isterim.


—Anlatayım. Bir eve ziyarete gitmiştik. Oraya önce beyefendinin emekli polis, hanımefendinin bir lisede müdür olduğu söylenen aile; arkasından ziyaret ettiğimiz ailenin öğretmen olduğunu öğrendiğim akrabaları geldi. Tanışma gerçekleşti, konuşmalar başladı. Emekli polis, ben siyasete girmiyorum, kimseyi suçlamıyorum, dese de ileri geri konuşmaya başladı. Bunun üzerine sonradan gelen ailenin emekli öğretmen hanımefendisi “Hiç değilse, bayramlarda bizi birbirimizden uzaklaştıran siyasi konulara girmesek.” deyince emekli polis, ailesiyle birlikte ev sahibinden izin istemek zorunda kaldı. Evde müthiş bir soğukluk oluştu.


—Kertenkele, bu olayda senin yüreğinin yağını eriten tarafı pek anlayamadım.


—Üstadım, yapmayınız. Siz değil miydiniz bana bayramların işlevini anlatan, özellikle bayramlarda ortak ve birleştirici konuların konuşulmasının doğru olacağını söyleyen?


—Kertenkele, senin sınıf atladığın bir kez daha tescillendi. Dikkat et, insanlar kurulmuş saat gibi çalışıyorlar. Ayarı bozuk saat, ona bakanlara yanlış bilgi verdiği halde onlar, bunun farkında değil. Çağımızda bize öyle bir yaşam dayatılmış ki insanlar bundan ya nemalanıyor ya da değiştirme gücüne sahip değil. Kişinin nerede, ne zaman, nasıl davranacağını bilmemesi ya aptallık ya aymazlık. Her birimiz kurulu bozuk saatin akrebiyiz. Bir çizgi filmde görmüştüm. Taşa takılıp ayağını kıranların imdadına koltuk değneği, sargı bezi, platin, çiçek satanlar sırasıyla geliyorlar; ama kimse bu taşı kaldırmayı düşünmüyor. Bozuk saatin işlemesi için taşın orada bulunması gerekiyor. Depresyona karşı pil bulunmuş. Piller, 15 bin dolarmış. Pillerin satılması için insanların önce depresyona girmesi gerekiyor. Sağlıklı bir yaşam için bataklığı kurutmak varken, hastalara cibinlik, şaplak, tablet, krem ve sprey satmak daha karlı geliyor. Sistem bu! Herkes, birbirinin paraziti olmuş. Kimse, kimsesiz edemiyor; fakat kimse kimsenin faydasına çalışmıyor. Dünya nizamına ayar veren bozuk saatin sistemi şöyle çalışıyor: Dünya yönetmenleri milyar dolarlık küresel şirketleri aracılığı ile insanları beklentiye sokuyorlar. Medya, sözel ve görsel unsurlar, siyaset, eğitim kurumları birer piyon olarak kullanılıyor. Oluşturulan karmaşık zihinsel mekanizmanın kobayı zavallı insanlar, sigaraya, hamburgere, kolaya iştahla sarılıyor. Koltukta pinekleyen; terlik, telefon televizyona mahkûm edilen bir tip ortaya çıkıyor. Bizi yönlendiren güçlerin esiri oluyoruz; fakat bunun farkında değiliz. İrademiz, küresel azmanların elinde. “Kilo veremiyorum, sigarayı bırakamıyorum, kolasız doyamıyorum.” yakınmaları başlıyor. Özgürlüğüne düşkün; fakat özgürlüğünün elinden gittiğinin farkında olmayan, birbirine benzeyen, sıradan insanlar arasındaki silik yerimizi alıyoruz. Üretim ve tüketimdeki çılgınlık, beni korkutuyor. Sen ve ben, hepimiz bir makinenin dişleri durumuna düşürüldük. Hani benim kalbim, hani benim ruhum, hani beni ben yapan yüce değerlerim?


—Üstadım, bu döngüye Dr. Kemal Yeşilçimen “hastalık üreten yaşam tarzı” diyor.


—Kertenkele, beni anlaman, bana yaşama sevinci veriyor. Ayrıca kitap okuyor olmana pek seviniyorum. Bizim neslimiz, bu bozuk saati fark etti. Sizin nesliniz bozuk saate yeni bir ayar vereceğini umuyorum. Her günün bayram olsun.


—Üstadım, bana “deli” demek istemediniz sanırım.


—Sen bu işin delisi olsan ne kaybedersin? Haydi iyi bayramlar!..