17.2 C
Kocaeli
Perşembe, Mayıs 15, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1297

Deprem Tarihi Suç Tarihi

Yıl 1999.Ağustosun 17 si.Gece saat 03.05 te Kuzey Anadolu fayının Düzce,Adapazarı,Yalova,Avcılar güzergahında 7.8 büyüklüğünde bir deprem yaşanıyor.


Devletin yetkilileri bölgeyi afet bölgesi ilan etmemek için 6.7 den başlayıp bilahare arttırarak 7.4 te karar kılıyorlar.


Bu deprem bazı bilim adamlarına göre ancak 1000 yılda bir yaşanabilecek çok şiddetli yıkıcı bir deprem.15-20 bini aşkın insanımız hakkın rahmetine kavuşuyor.Trilyonlarca maddi zarar meydana geliyor.Bir taraftan deprem yaraları sarılmaya çalışılırken diğer taraftan da yargılamalar başlıyor.Yıkılan binalar çoğunlukla 20-30 yıl önce,hatta bazıları 40 yıl önce yapılmış.Binaların projeleri o günkü kanun ve yönetmeliklere göre çizilmiş ve hesaplanmış.Sorumlulukları da aynı kanun ve yönetmeliklere göre yerine getiriliyor.O günkü kanun ve yönetmeliklerde sorumluluk 5 yıl ile sınırlı.İmzalar buna göre atılmış.Hakimlerde bunu değerlendiriyor ve bir çok dosya zaman aşımından rafa kaldırılıyor.Birden bire devreye Yargıtay giriyor.Önce ceza dairesi,sonra hukuk dairesi bir karar alıyor.


”Deprem tarihi suç tarihidir.”.


Yani siz binaları ne kadar önce yaparsanız yapın,ne kadar önce projelendirirseniz projelendirin, yaptığınız işi 17 Ağustos 1999 da yapmış olarak kabul ediliyorsunuz.Kimse bu kararın Anayasaya uygun olup olmadığını tartışmadı.Hiç bir sivil toplum örgütü(Mühendis ve Mimar odaları da dahil)”yahu siz ne yapıyorsunuz.Tüm kanun ve yasaların hükümlerini ve yürürlük tarihlerini nasıl oluyor da 20-30 sene sonraya hatta sonsuza taşıyorsunuz “demedi.O günkü haleti ruhiye de Mühendis ve Mimarlar baş suçlu ilan edildi.Bizim meslek odalarımızda bu ön yargıya aynen uydu.Bakanlar kurulu mağdurların hakkını savunmak adına alel acele “adli müzaheret le alakalı bir kararname çıkarttı.Açılan bütün davalar ve Davalının malına konulacak tedbirler ücrete tabi değildi.Bu da deprem davalarını takip eden bazı avukatların işini kolaylaştırdı.Gerekli veya gereksiz önüne gelen teknik adamın tüm mallarına tedbir koydurdular.Borçlar kanununun 50.maddesi olan müteselsiliyet maddesini bina inşaatların da uygulayarak %5 kusurlu bulunana da tazminatın tamamını ödettiler.Bilirkişi raporlarının bazıları profesörlerin asistanlarınca hazırlandı.Profesörler imzaladılar.Bilgisayar teknolojisi ile yetişmiş bu genç öğretim görevlileri o günlerin şartlarını yorumlamaktan uzaktı.Hesapların elle yapıldığı,İletişimin sınırlı olduğu,malzeme temininde zorluklar yaşandığı,inşaat yapım teknolojisinin ilkel olduğu dönemleri bilmeleri imkansızdı. Yorumlamaları da mümkün değildi.Gördükleri her eksiği kusur kabul ettiler.Hakimlerde bilirkişilere uyunca Yargıtay kararından sonra yargılanan bütün teknik elemanlar suçlu hale geldiler.Proje kusurlarının binaların hasar almasına veya yıkılmasına sebep olup olmadığı,binaların yıkılmasında veya hasar almasında ne kadar etkili olduğu bile yorumlanmadı.Proje deki ufak tefek eksiklikler kusur olarak kabul edildi.Dosyalar iyi tetkik edilmeden acele raporlar düzenlendi.


Verilen %5 ve ya %10 kusur dolayısı ile bu kusura muhatap olan az kusurlu teknik elemanın yukarıdaki kanun maddelerine göre tazminatın tamamını ödeyeceği, malları haraç mezat satılacak olan teknik elemanın kendisinin deprem mağduru haline geleceği nazarı itibara alınmadı.


Hakimler deprem konusunda ihtisas sahibi olmadıkları gibi,atanan bilirkişilerin büyük bir bölümü de konunun uzmanı değillerdi.Betonarme projelerine, hiç betonarme projesi yapmamış, su ihtisası yapmış, mekanik ihtisası yapmış,petrol ihtisası yapmış öğretim görevlileri ve ya uzmanlık alanı farklı olan devlet kademelerinde masa başı görevi yapan mühendisler baktı.Zemin etüdünü jeofizik mühendisleri yerine maden mühendisleri de yorumladı.Hatta bazı bilirkişiler hayatında hiç proje yapmamış veya hiçbir inşaatın yapımının seyircisi bile olmamıştı.Bu kişilerin yorumları davalı mühendislerin mahkum olmalarına sebep oldu.


Bütün bu olumsuzlukların sorumlusu alel acele çıkarılan “deprem tarihi suç tarihidir” kararıdır.”Tutulan kısrak harmanı döver “Atasözüne bu hadiseler tıpa tıp uymaktadır.


1500 civarındaki dosyadan sadece 34 kişi mahkum olmuştur.Bu insanlar 1000 yılın depreminin faturasını üstlenmişlerdir.Kanunları çıkaran bakanlık suçsuz ilan edilmiştir. Projeleri tasdik eden meslek odaları suçsuz ilan edilmiştir.Yönetmelikleri yapan ve projeleri onaylayan Belediyeler suçsuz ilan edilmiştir.Bütün suç teknik elemanların sırtında kalmıştır.Kala kala geriye 34 mahkumiyet ve 250 civarında tazminat dosyası kalmıştır.Bütün bu dosyaların çoğunluğunun bulunduğu vilayet te Kocaeli dir.


Bu insanlar depremin günah keçileri olmuştur.


10 yıl sonra da,hatta 100 yıl sonra da deprem olsa bu Yargıtay kararı 100 yıl önce yapılan yapının yapım tarihini deprem tarihine taşıyacaktır.Genel hukukta böyle bir şey olabilir mi? İnsan gelecekteki şartlara şimdiden imza atabilir mi?


En kısa zamanda bu Yargıtay kararını devre dışı bırakacak şekilde İmar kanununda düzenleme yapılmalıdır.Yoksa gelecekteki bir İstanbul depreminde aralarında meclisteki milletvekillerinin de olabileceği çok mühendis,mimar ve müteahhidin canı yanacaktır.


İktidar bu konuyu halletmekten çekiniyor.Deprem mağdurları ayağa kalkacak diye.1500 dosyadan 1400 ü zaman aşımına uğradı.Ne oldu savaş mı çıktı.Zaman aşımına uğrayan dosyalar temiz miydi.Bu dosyalar yargı dışı kalınca ortaya bir adaletsizlik çıkmadı mı?


Ey iktidar sahipleri!


Anayasaya aykırılığı bile tartışılmamış bu Yargıtay kararını devre dışı bırakacak düzenlemeleri bir an önce ele alınız.İçinde haksız yere güme gidenlerinde bulunduğu hapisteki teknik elemanların çilesine bir an önce son veriniz.”Sizlerden biri de gelecek deprem de ne olduğunu anlamadan kendini demir parmaklıklar arkasında bulabilir.” sözümü yabana atmayınız.


Borçlar kanununun 50. maddesindeki ve tüketici kanununun 4. maddesindeki “Müteselsiliyet” hükmünün inşaatlarla alakalandırılmasını engelleyecek yeni bir düzenlemeyi acil olarak meclise getiriniz.


Zira tazminat davalarında haksız yere yeni ocaklar batıyor.Bazı istismarcılar depremden sonra çıkan bu karar ve kararnamelerden istifade ederek DEPREMZADE oluyor.


Ey iktidar sahipleri!


Bu yazımi depremin faturasını ödemeye mahkum olmuş olanların gıyaben talebi olarak kabul ediniz.


Acil olarak lütfen dikkate alınız.

Çözüm

Değneğin iki ucu da pislikli. DEP lilerin meclise girdikten sonra takındığı tavır ve politika bu partinin kapatılmasını gündeme getirmiştir. Bu partinin milletvekilleri dokunulmazlık zırhına bürünerek suç sayılan eylem ve söylemlerine devam ederken sokaktaki sempatizanları ise daha ileri giderek polisimize saldırmaktan bir sakınca görmemektedirler.


Kimi yetkilileri üstü kapalı konuşmalarla yetinirken bir kısmı ise suç olduğu çok açık eylem ve beyanatlar sergileyerek özellikle mahkum olmaya çalışıyor. Tabii bütün bunlar çok aleni bir şekilde cereyan ettiği için anayasa mahkemesi bu partiyi kapatmayı gündeme getiriyor. Burada yargı organları gereğini yapmaktadırlar. Bir suç işlemişse ilgili yasalar neyi emrediyorsa onu yapması kadar tabii ne olabilirki?


Fakat durum hiç de o kadar basit görünmemektedir. O nedenle bazı siyasilerimiz bu partiye mensup milletvekillerimizin dokunulmazlığının kaldırılmasını ve partinin kapatılmasını isterken iktidar partisi ise bu hareketi sakıncalı buldukları için dokunulmazlıkların kaldırılıp partinin kapatılmasına karşı çıkmaktadırlar. Burada siyasilerle yargı arasında farklı düşünceler görünmektedir. Bu da tabiidir. Hukukçular hadiselere hukuki açıdan bakmakta siyasiler ise siyasi açıdan olayların basit olmadığını ifade etmiştik. Bu suçları işleyenler yaptıklarının suç olduğunu bilmiyorlar mı sanılıyor. Dikkat edilirse tamamına yakını eğitimli bu ekibin ısrarla suç sayılan eylemleri yapmaları düşündürücü değil mi? Bunların suç işlemekte ısrarcı tutumları partilerini kapattırmak kendilerini hapse attırmak yandaşlarını sokaklara dökmek içerde kargaşa çıkarmak dış ülkelerdeki sempatizanlarını harekete geçirip ülke aleyhine hava oluşturmak.


Bunların amacı artık belli olmuştur. Bir takım üstü kapalı sözlerle ifade etmeye çalışsalar da asıl niyetleri devletimizden ayrı bir devlet kurmaktır. Bunu daha nasıl söyleyebilirler! Bunların ne yapmak istedikleri artık belli olduğuna göre bunların dışındaki tüm siyasi partilerimiz birlikte hareket ederek devletimizin başına bir bela olarak çökmüş bu tehlikenin savuşturulması için ortak hareket etmelidirler.


Burada devletin bekası söz konusudur. Sadece siyasilerin birlikteliği bile yeterli değildir. Bu konuda yargı, yasama ve yürütme ortak bir programla bu belayı defetmenin çarelerini aramalı ülke bütünlüğüne kastı olanların amaçlarını boşa çıkarmalıdırlar.

Şiiri Sevmek, Şiirle Sevmek

0

—Üstadım, aşağılık kompleksine düşüyorum. Bana şiir oku, diyorsun, okuyorum; bir şey anlamıyorum okuduklarımdan. Ben aptal mıyım, diye düşünüyorum. Şiirden anladığını söyleyenler gerçekten anlıyorlar mı?


— Senin, saf ve samimi halin olmazsa hiç çekilmezsin Kertenkele. Altından anlamak için sarraf olmak lazım; değilsen altın sıradan bir metaldir. Şiir de böyle.


—Yani üstadım, yine bende mi bir kusur var?


—Buna kusur demeyelim. Tüylenmeden uçmaya çalışan kuş gibisin. Önce kuş olduğunu bil, sonra tüylen, sonra kanatlan, sonra taklit et, sonra uç.


—Üstadım, önce kertenkeleydik, şimdi kuş olduk, öyle mi?


—Ne fark eder; biri ayaklı, biri kanatlı. Hep sürünecek değilsin ya, biraz da terfi et ve uç. Bedenin uçmuyorsa gönlün uçsun, şairler gibi.


—Şairler uçar mı Üstadım?


—Tabi uçar. Şairler, bedenlerinin bulunduğu iklimden başka bir iklim yaşadıkları ve bunu okuyanlara yaşatabildikleri zaman şairdirler ve yazdıkları şiirdir.


—Üstadım, yine karışık bir şey söyledin.


—Kertenkele, şiiri yazmak da anlamak da birikim gerektirir. Midesi az gelişmiş birinin somun yemesi nasıl hazımsızlık yaratırsa, kafası az gelişmiş birinin de şiir okuması hazımsızlık yaratır. Bu bir süreçtir. Her zekânın anlayabileceği şiirler vardır. Sen biraz acele etmişsin.


—Üstadım, iltifatlarınıza hayranım. Kuş olduk, az gelişmiş olduk, zaten kertenkeleydik.


—Soru sorman, öğrenme merakın çok güzel; bunlar seni geliştirir. Alınganlığın kötü, bu ise seni köreltir.


—Üstadım, ben de size latife olsun diye söyledim.


—Şiir, tanımı henüz yapılmamış anlatımdır. Herkes kendince bir tanım yapıyor. A. Hamdi Tanpınar’a göre şiir, “Bir iç kale sanatı”dır. A. Haşim, “Şiir, nesre çevrilemeyen nazımdır… Şiir, hikâye değil, sessiz bir şarkıdır.”der, Balzac ise, “Şiir, zekâ ülkelerinde uzun, üzücü yolculuktan sonra doğan şeydir.” der. Nasıl ki her insanın duygu ve düşüncesi birbirinin aynı değilse şiirin tanımı da böyledir. Voltaire, “Bir ulusun duygu ve düşünce sanatlarındaki üstünlüğünün şaşmaz ölçüsünün şiir kültürü” olduğunu söyler. Sait Faik de: “Şiir olmayan yerde, insan sevgisi de olmaz. İnsanı insana ancak şiir sevdirir.” diyerek şiirin, yürekteki sevginin yansıması ve insanları sevmenin aracı olduğunu söyler.


—Üstadım, o sözü ettiğiniz adamların ne söylediği değil, benim için, sizin ne söylediğiniz önemli. Siz ne diyorsunuz şiir için?


—Kertenkele, şiir bir sanattır. Sanat, inancın estetik hüviyet almış şeklidir. Bu kendini renklerle yansıtırsa resim, seslerle anlatırsa müzik, kelimelerle aktarırsa şiir olur. Şiir, kişinin ta kendisidir. Kişinin dünyası, inancı, hayalleri, emelleri, ince ruhu, hatıraları kendini şiirde gösterir. Şair, malzemesi sözcük olan kuyumcudur. Onun duyguları derindir, düşünceleri yüksektir. “Gel-git”leri hem yaşar hem yaşatır. Şöyle bir benzetme yapalım: Çöle düşmüş bir yolcusun. Günlerce susuz kaldın. Nihayet bir matara su buldun. Tam içecekken birileri geldi o suyu elinden aldı. Veya eşkıyalar tarafından yıllar önce kaçırılan bir evladının sağlık haberini aldın, ona kavuştun, onu kucaklamak üzeresin. Evladını tekrar aldılar ve gözlerinin önünde vahşice katlettiler. Bu “gel-git”ler arasındaki sevinç ve üzüntülerinin şiddeti neyse şair bunları yaşayan ve yaşatabilen kişidir. Onun duyguları arasındaki açının genişliği hiçbir canlıda yoktur. Şairlik, kendini, orijininin ya da yaratılışın formülünü, nedenini keşfetmeye adamış yolcunun mesleğidir.


—Üstadım, siz bana yaptığınız iltifatlarda galiba pek haklısınız. Dediklerinizin ancak yarısını anladım, çeyreğine de kendimi layık buldum. Buna göre ben bir hiçim.


—Kendini bilmek, hiç olduğunu anlamakla başlar. Kendini bilen insanın çıktığı ve vardığı durak aynıdır. Bunun adı, “hiç”tir. Şair “hiç”liği bilen, ona değer katan kişidir. Âşık Veysel ne güzel söylüyor: “Güzelliğin on par’etmez / Bu bendeki aşk olmasa / Eğlenecek yer bulaman / Gönlümdeki köşk olmasa” Şairler, eşyadaki sihri keşfettikleri için onlara değer katarlar. Onların eğlendikleri mekânlar farklıdır, gönül sofralarında yerler, eğlenirler. Orası bir zirvedir, oraya herkes çıkamaz.


—Üstadım, bana kızma; ama şairler olmasa insanlık ne kaybeder?


—Senin tek artın, samimiyetin. Anlattıklarım, anlaşılan o ki, bir kulağından girmiş, bir kulağından çıkmış. Sana cevabı Veysel versin: “Tabirin sığmaz kaleme / Derdin dermandır yareme / İsmin yayılmaz âleme / Âşıklarda meşk olmasa” Anlatımdaki şu güzelliğe bakar mısın? Şairler, söz mimarlarıdır; güzeli en güzel biçimde anlatırlar. Onlar, düşünceleriyle, yaşantılarıyla, üsluplarıyla modeldirler. Her şair, âşıktır. Aşkın ateşinde yanmayan, suyundan içmeyen, şair olamaz.


—Üstadım, ben şiir yazabilir miyim?


—Şiir yazabilirsin; ama şair olabilir misin, onu bilmiyorum. Bu, biraz yetenek, biraz gayret, biraz da nasip işi. Güneşte yanmayan meyvenin tadı olmuyor, ateşte pişmeyen yemek hazımsızlık yapıyor. Yolunu bilirsen, aşılmayan dağ yoktur.

Vatanseverlik

Bir gazetede okulu olmayan bir yerde doğan ve büyüyen bu nedenle lise öğrenimine beş yıl geç kalmak zorunda kalan bir işadamının orta dereceli bir kaç okul yaptırdıktan sonra bir de yüksek okul yaptırdığını okuyunca böylesi insanların varlığı insanlarımıza moral veriyor.


Bir önceki Kocaeli Valimizin büyük sermaye kuruluşlarına yaptırdığı okulları hepimiz biliyoruz. Valimiz ekonomik durumu müsait olan kuruluşları okul yaptırmaya zorluyordu. Bu gayretleri sonucu İlçemiz de dahil olmak üzere Kocaeli bir çok okula kavuşmuştur. Eğitimin önemini bilen valimizin eserlerini gördükçe kendisini şükranla anıyoruz.


Ülkemizin ekonomik durumu malum. Bu gerçeği gören bazı varlıklı insanlarımız herşeyin devletten beklenmemesini anladıkları için güzel bir “vatanseverlik” örneği göstererek ülkenin önemli ihtiyaçlarını karşılamayı görev bilmektedirler. Vatanseverlik yalnızca askere gidip savaşlarda ölmek, şehit veya yaralanıp gazi olmak değildir. Öyle olsaydı vatanseverlik askerlerin tekelinde olurdu. Oysa vatanseverlik gencinden, yaşlısına, kadından, erkeğine kadar herkesin hak edebileceği mukaddes bir rütbedir.


Asker vatana sataşanlara karşı savaşır, ölüm pahasına vatanı kollar ama diğerleri her an başka ülkelerle yarış halindeki ülkeleri güçlü kılmak için gayret sarf ederler, yani ülkenin kendilerine sağladığı imkanlarla kavuştuğu güçlerini tekrar vatanın hizmetine sunarlar.


Mevlüt Adıgüzel adındaki iş adamı kendi hayatındaki çektiği sıkıntıları yaşadığı yoksullukları vatandaşları yaşamasın onlar da eğitimden yoksun kalmasınlar diye yaptığı fedakarlık da bir vatanseverliktir. Öğretmenin kaliteli öğrenci yetiştirmesi, öğrencinin başarılı bir eğitim görmesi iş adamının eksik gördüğü alanlarda ülkesinde yatırım yapması işçinin, memurun çalışma hayatında gösterdiği gayret ve fedakarlık ticaretle uğraşan esnafın dürüstlüğü, sanatçıların, sporcuların özellikle uluslararası yarışmalardaki başarılı birer vatanseverlik örneğidir.


Vatanseverlik için vatan edebiyatı yapmak, nutuk atmak, bayrak taşımak yetmez. Vatanseverlik kötü günde olduğu gibi iyi günde de onun için bir şeyler yapmaktır. Herkes bulunduğu konumun özelliğine göre vatanına hizmet eder. Sıradan insanlar ile önemli görevler ifa eden görevlilerin hizmetleri farklıdır. Ama hepsinin amacı birdir o da her an dünyadaki diğer ülkelerle yarış halindeki ülkelerini geri bırakmayıp en öne çıkararak itibarlı, sözü dinlenir bir ülke haline getirmektir.

Küresel Canavar ABD

Ülkemiz yıllardır PKK belası ile uğraşıyor. PKK dediğiniz aslında toplama çete. Fakat destekleri o kadar basit değil. Dünyaya egemen olmak isteyen güçler, bir zamanlar dünyaya egemen olmuş bir imparatorluğun evlatlarının güçlenmemesi için bu basit çete kümesine olağan üstü lojistik ve enformasyon desteği veriyorlar. Bu destekçilerinde başında “Küresel canavar ABD” geliyor.


Giderek itibar kaybeden, dünyaya dağılmış bulunan ekonomik güç odakları sıkıntı içinde olan ABD, içinde bulunduğu çıkmazdan sıyrılabilmesi için dünyayı ateşin içine atmaktan çekinmemektedir. Suudi Arabistan’ı tamamen kendi kontrolunda tutabildiğinden Afganistan’a sudan sebeplerle saldırmaktan çekinmemiştir. Doğu kaynaklarına biraz daha yaklaşmak, doğuda giderek güç odağı oluşturan Çin’i izleyebilmek, yayılmasına engel olabilmek için Afganistan’ı istasyon olarak seçmiştir.


Tamamen uydurma nedenlerle işgal ettiği Afganistan da güç kaybetmektedir. İşgal iddiaları iflas etmiştir. Dünyadaki itibarı inişe geçmiştir.


Öte yandan ülke içindeki ekonomik gücünü oluşturan Yahudi cemaatlerinin asırlık rüyası olan “vad edilmiş topraklar” projesine, babası gibi bu Bush’ta elinden gelen katkıyı yapmak üzere uydurma iddialarla Irak’a yüklenmiştir. Aslında projenin tamamının İran, Suriye, Türkiye ile tamamlanacağını hiç siyasete aklı ermeyenler bile anlayabilmektedir.


Bu projeyi başarıya ulaştırabilmek için dikkatlerin başka alanlara çekilmesi gerekmektedir.


Güneydoğudaki PKK projesi bütünün parçasıdır. Türkiye topraklarından parça koparmanın kolay olmayacağını bilen uzmanlar, kolayca devredilebilecek yeni bir yavru vatan üretme çabasındadırlar. Bosnahersek’te bölünmeye çanak tutarak Sırplara ve Boşnaklara yeni bir devlet hakkı tanıyanlar, bu parçaları AB ye almayı uygun görmekte, sıra Kıbrıs’a gelince iki devleti kabul etmemektedir. Burada sebep Müslümanlıktır. Türkiye bir yandan milliyeti ile ırkdaş devletlerle, diğer yandan Müslümanlığı ile dindaş devletlerle yakın bağlar kurarak güçlenmemelidir.


Çünkü ABD istihbaratı iyi bilmektedir ki; gerek Türk ırkına mensup devletlerin halkı, gerekse İslam dinine mensup ülkelerin halkları Türkiye’yi önlerinde lider olarak görmek istemektedirler. Ama maalesef satın alınmış liderler dolayısı ile bu oluşumun adımları atılamamaktadır.


Bu sebeple Türkiye maddi ve manevi büyük bir veballe karşı karşıyadır. Bu güne kadar idare i maslahatla Ülkeyi idare eden icazetçiler, büyük günahlar işlemişler, memleketimizi güçsüz ve yalnız duruma düşürmüşlerdir. İçte çıkarılan her türlü vaveyla ABD’nin ve diğer sırtlan devletlerin işine yaramaktadır. Geçmişle övünerek, geleceği plansız bırakarak ülkeye ihanet edilmiştir. İçeride bütün yaşadıklarımız teferruattır. Birbirimizle didiştiğimiz bütün konular teferruattır. Birbirimizi itham ettiğimiz bütün suçlamalar düşman ajanlarının dikte ettirdiği doğrultudadır. Onların işine yaramaktadır.


Bu hususları sıkça işlemek zorundayım. Bu zaman çiçek böcek söyleşisi yapacak, kendi aile hayatını anlatacak, magazin haberlerin üstünden yorumlar döktürecek zaman değildir.


Evvelce çift düşmanımız vardı. Rusya tökezleyince ABD tek kaldı. Giderek te azmaya başladı. Bunlara AB canavarları da eklendi. Binlerce kez de olsa birliğimizi korumak ve topluca kalkınmak zorunda olduğumuzu yazacağım. Bıkmadan,yılmadan devam edeceğim.


Ya birlik olacağız. Ya yok olacağız. Önümüzde başka alternatif yok.

Çelişkiler Yumağı

Geçen hafta Aydınlar Ocağımızın “Nasıl Bir Anayasa?” konulu bir açık oturumu vardı. Çok istifadeli geçen bu açık oturum, Atatürk’ün 69. ölüm yıldönümüne isabet etmişti. Milli Mücadelenin muzaffer komutanı, Cumhuriyetimizin kurucusu büyük Atatürk’ü saygı ve rahmetle andık. Bu gibi günlerde iyi bir durum muhakemesi yapmak ve nereden nereye geldiğimizi, daha doğrusu getirildiğimizi görmek durumundayız. Çok zor şartlar altında istilacıya yaltaklanmak anlamına gelen mandacılığı, teslimiyetçiliği yırtıp parçalayarak Milli Mücadele ile Cumhuriyete geçtik. Bu bakımdan Cumhuriyet, Milli Mücadelenin tacıdır. Türk Milleti bir bütün olarak Batılı emperyalistlere direnmişti. Milli Mücadele her şeyden evvel ne bir sınıf hareketi; ne de etnik öncelikli bir harekettir. İki-üç ayrı devlet ve millet kurmak için de yapılmamıştır. Bu milli hareket Batılı emperyalistleri kovarken; yüzünü Doğuya çevirip Sovyet modeli sözde bir halk Cumhuriyeti kurmayacak kadar da şuurlu ve köklü bir harekettir. Bugün biz Milli Mücadeleyi gerçekleştiren başta büyük Atatürk olmak üzere; isimsiz binlerce şehit ve gaziye layık nesiller olamamanın üzüntüsünü duyuyoruz. Türkiye, bilhassa son senelerde nereden nereye getirildi? Cumhuriyeti, milli devleti ve milli kimliği tartıştırılan, açık arttırmaya çıkarılmış bir coğrafya gibi yeni emperyalizmin önüne sürüldü. Eline bir AB oyuncağı verildi; oynatılıp duruyor. Gelip geçen iktidarlar devlet politikası diye ona sarılıyorlar ve her geçen gün Türkiye’nin aleyhine işliyor.


Toplantının konusu; “Anayasada neler olmalı, neler olmamalı” üzerine idi. Sözde taslak diye ülke gündemine sürülen Türkiye için değil; ama dışarısı için yararlı olabilecek bu taslak, iktidarca tayin edilen bir heyete hazırlatılmıştı. Dışarının çıkarlarına hizmet edecek bundan daha iyi bir taslak hazırlanamaz. Ancak, nedense gerek siyasi iktidar, gerek her konuda Türkiye karşıtı olan malûm çevreler bu taslağı sahiplenmekten uzaklaştılar. Taslak, cami avlusuna bırakılmış sahipsiz bir çocuk gibi oldu.


Anayasalar milletlerarası ve özellikle milletüstü belgeler değillerdir. Uluslararası metinlerden faydalanılabilir. Ancak, anayasa o ülkenin gerçeklerine ve ihtiyaçlarına, milli devletin kuruluş anlayışına göre şekillenir. Her konu anayasaya tıkıştırılmaz. Mevcut taslakta böyle bir şişkinlik dikkati çekmektedir. Daha da önemlisi; bu taslak Atatürksüz Türkiye, Türksüz Anadolu özlemini dile getirmektedir. Dışarıdan dayatılan ve tasdik bekleyen, ısmarlama, milli devletsiz, milletsiz ve milli kimliksiz aşırı liberal bir taslak hazırlatılmıştır. Demek ki; bunu hazırlatanlar, ülkeyi yönetenler de bu çizgidedir. Ciddi birçok Batılı devlet böyle bir taslağın hazırlanmasına ve tartışılmasına fırsat vermez.


Oldukça değiştirilmiş olan 1982 Anayasasını savunma ihtiyacını duymayız. Ancak, bizim savunmaktan vazgeçemeyeceğimiz değerlerimiz; milli ve üniter yapımız, Cumhuriyetimiz ve milli kimliğimizdir. Aslında, ülkemiz referandum ile hem parlamenter sistem, hem de yarı başkanlık şeklindeki bir keşmekeşin içine sürüklenmiştir. Fertler arasındaki farklılıklar yüceltilip din ve ırk farkları yaratılırken, birliktelikler göz ardı edilmektedir. Milliyet unutulmuş, etniklik tartışılır olmuştur. Amaç, ülkenin ufalanmasıdır. Bu anayasayı hazırlayanlar, hazırlattıranlar buna hizmet etmişlerdir. Nedense kimlik konusunda Batıdaki uygulamalar göz ardı edilmektedir. Almanya, Yeni Göç Yasası ile -evlenme de dahil- iyi Almanca bilmeyeni ülkesine sokmamakta; Danimarka, garip ve çirkin “entegrasyon” testleri uygulamaktadır. AİHM’nin son içtihatları arasında “din ve ırk farkının mutlaka anayasalara girmesi ve buna işaret edilmesi” şartından çok; milli seviyedeki birliktelik esas alınmaktadır. İsviçre, federal bir yapıda olmasına rağmen; herkesi İsviçreli görmektedir. Biz ise; anayasalarımızda Türklüğümüzü, milli kimliğimizi vatandaşlık bağıyla sulandırmaktayız. Bazıları bundan bile rahatsız…


Türkiye, çelişkiler ülkesidir. Biz, hava sahamızı açarak Erbil’e, Irak’ın kuzeyine uçak seferlerine izin verdik. Onlar, Erbil’de Türk kabristanını ortadan kaldırıp üstüne bina yapıyorlar. Bunu yapanlar da sözde Müslüman…. Demek ki; bazı durumlarda din kardeşliği de yeterli olmuyor. ABD, İran’a müdahale niyetinde olduğundan şirketlerine ve iş adamlarına “çekilin” diyor. Bizde ise; şirketlerimiz ve iş adamlarımız Barzani’yi güçlendirmekle uğraşıyorlar. Demek ki sorun, aslında Irak’ın kuzeyinde ve terör örgütünde değil; Ankara’nın göbeğindeki siyasi iradesizliktedir.

Kürt Sorunu mu?

5 Kasımda Başbakan Erdoğan ile Başkan Bush Washington’da görüştü. Başkan Bush’un zirve sonunda yaptığı açıklamada bir cümlesi dikkat çekiciydi: “Türkiye’yi anlıyoruz, teröre karşı işbirliği içinde olacağız. Irak’ın kuzeyinde istikrar(!) çok önemli. Biz gerekli istihbaratı vererek, nokta operasyonu yapılmasını sağlayacağız. Terörist örgütün etkisizleştirilmesine çalışılacak, bu arada Türkiye “Kürt sorunu’nun çözümü için adımlar atacak.”


Bush’un bu açıklamasına, Erdoğan’dan herhangi bir itiraz veya düzeltme gelmedi.


Demek ki, Türkiye istikrarı(!) bozacağı için, Irak’ın kuzeyine girmeyecek. Dış basındaki yorumlara göre, Türkiye “meşru savunma hakkı”nın kullanılması konusunda inisiyatifi ABD’ye bıraktı. Başka bir ifadeyle kapsamlı bir operasyon konusunda Türkiye engellendi. Neçirvan Barzani ile Hoşyer Zebari’nin “Görüşmenin sonuçlarından sevinçliyiz” açıklaması bu yorumu doğruluyor. Biz açıklamanın bu kısmını değil şimdilik “Kürt sorununu çözmek” konusunun ne olduğunu anlamaya çalışalım.


ABD, AB, PKK, DTP ve bazı yazarlara göre terörün gerekçesi “Kürt sorunu”dur. “Kürt sorunu” çözülmeden terör konusu çözülemez. Peki, ABD de PKK ve DTP ile aynı çözümleri mi düşünmektedir?


Önce büyük fotoğrafı görmeye çalışalım. ABD’nin BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) kapsamında sınırlarının değiştirilmesini öngördüğü ülkelerden dördü üzerinden koparılacak toprak parçaları üzerinde “Büyük Kürdistan” kurulmasını planladığı ve bu projenin, Barzani/ Talabani ve Öcalan’ın tasavvurlarıyla örtüştüğü biliniyor.


“Büyük Ortadoğu Projesi ile ilgili en çarpıcı açıklama ABD’nin güvenlikten sorumlu danışmanı (Bugünkü Dışişleri Bakanı) Condoleezza Rice’ın 7.8.2003 Washington Post gazetesinde yayınlanan yazısında görülmektedir. “Transforming The Middle East – Ortadoğu’yu Dönüştürmek.” Rice bu yazısında Fas’tan Basra Körfezine kadar Ortadoğu’da bulunan 22 devletin rejiminin, sınır ve haritalarının değiştirileceğini, Türkiye’nin de bunların içinde olduğunu vurgulamıştı.”


Amerika Birleşik Devletleri Ordusu Generali General Wesley Clark Nisan 2007 de yaptığı bir röportajda ABD’nin hedefini açıklamıştı: “5 yıl içinde yedi ülkeyi ele geçireceğiz: Irak, Suriye, Lübnan, Libya, Somali, Sudan, İran…” (Wesley 1999-Yugoslavya Savaşı sırasında NATO Avrupa Müttefik Birlikleri Başkomutanıydı. 2004’te Demokrat Parti’nin Başkan adayı olarak gösterildi)


Ancak Türkiye bölgede önemli bir güç. Bölgede ABD ve İsrail’le iyi ilişkiler içinde bulunan tek devlet. ABD’nin yakın zamanlı planları arasında İran ve Suriye’nin durumu kritik. Bu bakımdan Türkiye ABD açısından kolayca feda edilemez. Öyleyse ABD’nin önemli kurumlarında hazırlanmış ve tesadüf (!) eseri açığa çıkan, bölünmüş Türkiye haritalarının uygulanması nasıl gerçekleşecek? Usuletle ve suhuletle. Yani bir yandan Türkiye’ye “stratejik müttefiklik” payesini verilecek, diğer yandan bölünmesi için gerekli yapısal zafiyetler içine düşmesini sağlayacak ince ayarlı bir politika uygulanacak.


PKK, “ezilen Kürt halkının temsilcisi” falan değil, ABD, AB ve İsrail’in büyük projesi içinde kendine düşen görevi yerine getiren bir piyondur. İtiraf edelim ki, bu güne kadar kendisine verilen görevi başarıyla yerine getirdi.


Medyada konu üzerinde fikir beyan edenlerin büyük kısmı ya kafa karışıklığından ya da kasıtlı olarak “terör” konusu gündeme gelince PKK ve yandaşlarının kullandığı kavramlarla konuşuyorlar. “Kürt sorunu” diye başlayıp “Kürt halkının yoksulluğu”, “kimlik” ve “kültürel haklar” diye devam ediyorlar.


Karşımızdaki bölücü terörü “Kürt sorunu” , yani “etnik sorun” olarak tanımladığınız zaman insanların sırf bir sosyal gruba veya etnisiteye mensup olduğu için, ayrıma tabi tutulduğunu, vatandaşlık haklarının kısıtlandığını kabul ediyorsunuz demektir. Türkiye’de kendisini Kürt olarak tanımlayan vatandaşlarımız için böyle bir ayrımcılığın olduğunu iddia etmek insafsızlık ve ciddiyetsizlik olur.


Ayrıca bugün bu vatandaşlarımıza verilen kültürel hakların, diğer Türk vatandaşlarının sahip olduğundan da fazlası verilse bile terörün duracağını söylemek mümkün değildir. Çünkü hedef Türkiye topraklarının bir bölümünde yeni bir devlet kurmaktır.


Sözde Kürt aydınlarından birinin ifadelerine bakınız. Hak ve özgürlük terimlerinin “Büyük Kürdistan” hayalleri için kullanılan kavramlar olduğuna ve BOP’a bağladıkları ümitlere dikkat ediniz:


“BOP’ta En Çok Yararlanacak Ulus, Kürt Ulusu Olacaktır… Ortadoğu’da Kürtler, ülkesi dört parçaya bölünmüş ve emperyal bir tarzda hükmedilen bir ulus konumundadır. Güney Kürdistan dışındaki bütün parçalarda, Türkiye, İran ve Suriye’de Kürt ulusunun tüm hak ve özgürlükleri gasp edilmiştir. BOP, Kürtlerin en çok yararlanacağı, projelenmenin hayata geçmesinde taraf olacağı bir projedir. Biz Kürtler, bu duyarlılıkla, BOP’a yaklaşıp, anlamaya, yorumlamaya, proje öncülerine yardım etmeye çalışmalıyız.”


Terörün sebebi “Kürt sorunu” imiş. Hadi canım sende…

Deyim, Bilim, Fare

0

—Üstadım, siz “pabucun dama atılması” deyiminin hikâyesini biliyor musunuz?


—Hayrola, Kertenkele! Deyimlere mi merak sardın; yoksa pabucunla ilgili bir sorunun mu var?


—Üstadım, bir televizyon programında öğrendim, pek hoşuma gitti.


—Anlat bakalım, deyimin hikâyesini.


—Osmanlılar zamanında şehir kethüdası yanına işten anlayan birini de alarak ayakkabıcıları denetliyormuş. Bir ayakkabıcının ayıplı mal yapıp sattığını tespit etmiş. Kendisini bunun için uyarmış ve kontrole bir daha geleceğini söylemiş. İkinci kez gittiğinde aynı ayıplı malla karşılaşınca, kendisine ağır bir ceza vereceği ikazında bulunmuş. Kethüda söz konusu ayakkabıcıya üçüncü kez gittiğinde esnafın ayıplı malı yapmaya ve satmaya devam ettiğini görmüş, laftan anlamayan ve insanları yanıltan bu ayakkabıcının bütün pabuçlarını yanındakiyle birlikte dama atıp onun bu işi yapmasını yasaklamış. Meğer “pabucunu dama atmak” deyimi, “birinin işine son vermek” anlamıyla bu olaydan çıkmış.


—Kertenkele, tebrik ederim; böylece tarihle de ilgini koparmamış oluyorsun. Sana deyim ve atasözü kültürün fazla olsun; daha seri düşünür, meramını rahat ifade edersin, derdim; beni dinlemezdin. Deyimler ve atasözleri bir milletin atalarından aldığı kültür mirasıdır. Bir toplumun büyüklüğünü, kültürel zenginliğini, dünya görüşünü, değerlerini, önceliklerini yansıtan kalıplaşmış veciz sözlerdir. Ancak tarihte iz bırakmış, büyük düşünen milletler böyle bir zenginliğe sahiptir. Yabancılar için de bir milleti tanımanın en pratik yolu, o milletin deyim ve atasözü dağarcığını incelemektir. Biz millet olarak bu yönüyle oldukça şanslıyız. “Zıvanadan çıkmak, püf noktası, kaş yapayım derken göz çıkarmak, küpünü doldurmak, gözden sürmeyi çekmek, iki dirhem bir çekirdek, cemaziyelevvelini bilmek…” deyimleri yaşanmış ilginç olayların hikâyelerinin özetidir. Hangi yaşta ve çağda yaşarsak yaşayalım aynı şeyleri yaşadığımız için deyimler canlılığını korumaktadır. Deyimler ve atasözleri aynı zamanda toplumun, kişilerin hayat kulvarının fotoğrafıdır.


—Üstadım, bazı deyimler zamanla ölecek herhalde.


—Deyimler, dilin bir enstrümanlarıdır. Dil, canlı varlıktır; dili oluşturan sözcükler doğar, gelişir, ölür. Dillerin kendisi de böyledir. Sanırım, senin aklına takılan bir şey var.


—Üstadım, “farenin kediyle oynaması” deyimini Japonlar dama atacak gibi.


—Neyi kast ettiğini bilmiyorum; ama deyim kullanımına hemen alıştın. Anlatımın daha canlı oluyor.


—Üstadım, Japonlar, farelerin beyin hücreleri üzerinde araştırma yapmış, farenin kediden korkmasına neden olan hücreyi öldürmüş, fareler kediden korkmuyormuş, hatta fareler kedilerle dalga geçmeye başlamış.


—Hayda! İşin şimdi rengi değişti. Bir deyimin canlılığını kaybetmesine değil, canlı fıtratı üzerine bu kadar oynanmasına üzüldüm. İnsanoğlu bu denli tecessüs sahibi olmamalı. Genler ve hücreler üzerinde oynanmasının korkunç boyutlara varmasından endişe ediyorum. Kontrolsüz tecessüs başımıza bela olacak gibi. Kalkan olması gereken bilim, art niyetli insanların elinde olursa, kılıç olur. “Faydasız ilimden Allah’a sığınırım.” diyen Peygamberimiz, bilinmesi gerekenlerde de haddi aşmamayı ne güzel anlatmış. Bilim adamları, farelerin biyolojik niteliklerinin insana çok benzediğini söylerler. Bunun için genellikle fareleri kobay olarak kullanırlar. İnsanlarda korku duygusunun yok edileceği tezini, sanırım, önce farede görmek istemişlerdir. Bir an düşünelim, korku duygusu köreltilen bir insan ne olur? Bence bir canavar olur. İntihar bombacılarının önce korku duygusunu gideren uyuşturucular kullandığını unutmayalım. Birkaç yıl önce suni koyun üretilmişti yani koyun klonlanmıştı. Geçtiğimiz günlerde maymun klonlandığını duydum. Bunun üzerine büyük tartışmalar yaşanmış, işin ahlaki boyutu, sonuçları gündeme gelmiş. Bilim adamaları, hukukçular bir karara varamamışlar. Sırada insan klonlanması varmış. Laboratuar ortamında maymundan sonra insan üretmek, insanlığa ne sağlayacak? Bunun getireceği ahlaki, dini, hukuki, siyasi sorunların altından kalkabilinecek mi?


—Üstadım, siz bilimi önemsediğinizi, teknolojiye hayran olduğunuzu, her yeni buluşla insanlığın daha yüceldiğini söylerdiniz, ne oldu size böyle?


—Bilim, bana köstek değil, destek olursa; yaşama sevinci verip insan olma hazzı tattırırsa önemsenir. Yeryüzünde bu kadar aç, muhtaç insan varken gereksiz harcamaları anlayamıyorum. Birkaç gün önce, yıldız sistemi içersinde beşinci bir gezegenin bulunduğunu okudum. Çok büyük yatırımları gerektiren bu keşfin insanoğluna ne faydası var? Yaşadığı günün hakkını veremeyenlerin, yarınlara yatırım yapması ne kadar gerekli ve mantıklı? İnsan hakları veya hayvan hakları diye ortalıkta dolaşanlar niye, ne amaca hizmet ettiği belirsiz bu tür araştırmalara, yatırımlara karşı çıkmazlar? Yoksa onlar da “rant” madalyonunun arka ve masum yüzü mü?


—Üstadım, vermeyince Mabut, neylesin Kul Mahmut! Sizin bu dedikleriniz kaç kişide bilinç haline gelmiş. Bizler, yapılan her yeniliği ve gelişmeyi alkışlayan bizler, belki bir süre sonra yaptıklarından pişman olan bahtsızlar zümresinden olacağız. Siz ne güzel ifade ettiniz; ama biliyorsunuz ki, dünya gezegeninde ipin ucu p…un elinde.


—Kertenkele, deyim kullanmayı öğrendin. Sıra yaşadığın gezgendeki sosyal ve siyasal olayları kavramada…

Musibet

Bir musibet bin nasihatten evladır demiş büyüklerimiz. Atasözlerinin ne kadar doğru ve yerinde olduğunu herkes iyi bilir. Yukarıdaki cümle de aynı mantıkla değerlendirilirse son terör olaylarında şehit olan askerlerimizin tattırdığı acı ile birlikte toplumumuza çok şey kazandırdığına şahit oluyoruz. Her şeyde hayır arayan ve öyle inanan insanlarımız bunda da bir hayır vardır diyorlar.


Haksız sayılmazlar globalleşen dünyamızda toplumumuz etki altında kaldığı propagandalar sonucu adeta başka bir toplum haline gelmeye başlamıştı. Milli duyguların, kutsal kavramların unutulmaya zihinlerden silinmeye başladığı günümüzde şehitlerin oluşturduğu o mukaddes duygular uyanmaya vesile olmuştur inşallah.


Her yer bayraklarla donatılmış tüm araçlarda, tüm evlerin camlarında, balkonlarında bayraklar dalgalanıyor. Bayrak satıcıları talepleri karşılayamaz hale gelmiştir. Sokaklara baktığımız da insanlarımızın askerlerimizi nasıl sahiplendiğini, saldırının sanki bizzat kendilerine yapılmış gibi değerlendirdiklerini görmek milletimize has özelliklerini gösteriyor. Çocuğundan en yaşlısına kadar herkes vatanı için neler yapabileceğini ispatlıyor sanki.


Yediden yetmişe herkesin gösterdiği bu olağan üstü duyarlılık bizleri sevindirirken asıl önemlisi bu olayların birer sıradan terör olayı olmadığını bu insanlarımıza asıl gerçeği anlatmamızın önemli ve şart olduğunu bilmemiz gerek.


Bu olaylar yalnızca bir terör olayı değildir. Terör yalnızca bir araçtır ver amaca ulaşmak için birileri bu araçtan yararlanmaya çalışılmaktadır. Asıl amaç Türk devletinin parçalanması, bölünmesidir. Bilinen siyasi güçler ülkemizde her Türk vatandaşından ayrı tutulmayan Kürt kardeşlerimizi kandırmaya çalışarak onları ayaklandırmaya çalışmaktadırlar. Uluslararası bazı toplantılarda bu konunun gündeme getirildiğini çoğumuz biliyoruz. Bu güçler şimdilik kürtleri yarın bir başka etnik gurubu aynı metodlarla ayırmaya çalışacaklardır.


Farklı etnik kökenlerden olunsa da asırlardır aynı topraklarda yaşamış, aynı kaderi paylaşmış aynı havayı solumuş insanlarımızı birbirine düşürmeye çalışanların yapmak istediklerini anlayıp onların tuzağına düşmemek için halkımıza bu gerçekleri iyi anlatıp gereğini yapmalıyız. Hainlerin bizi birbirimize düşürecek provokasyonlara kanmayalım. Aynı vatanın evlatları olarak düşmanın ekmeğine yağ sürmeyelim.

Teşhis ve Tedavi

Teşhis, kim veya ne olduğunu anlama ve tanıma, araştırarak bir hastalığın ne olduğunu belirleme, adını koyma ve tanıma demektir. Tedavi ise aksayan bir şeyi düzeltme ve ıslah eyleme demektir.


Tıbbi bakımdan da iyileştirmek için ilaç vererek bakma ve gerekeni yapma denektir.


Bu iki kelimeden hareket ederek ülkemiz, dünyamız; düşüncemiz ve yaşayışımız hakkında bir fikir yolculuğuna çıkacak olursak nerelere uğramamız gerekir, hiç düşündünüz mü?


İşe nereden ve nasıl başlamalıyız hiç aklınıza getirdiniz mi?


Bu hayat dedikleri şey nedendir ki, bu kadar zor, sıkıntılı, ağır ve stresli… İşin gerçeği acaba bu mu, yoksa hayat güzel, yaşamak güzel, çalışmak güzel, üretmek güzel, yiyip içmek dolaşıp gezmek güzel mi? Güzel de bu kavgalar, dövüşler, savaşlar.. ölmeler ve öldürmeler ne o zaman?


Büyük balıkların küçük balıkları yutması, kuvvetliyim onun için ben istediğimi yaparım deyenlerin zayıfları ezim ezim ezmesi ne ve niçin? Evet öyleyse insan adına, toplum ve devlet adına dünyanın en büyüğü benim deyenlerin bunca canavarlaşması, yandakileri ve yandaşları değil, karşıda gördüğü insan ve toplumları yok etmek için bunca tuzakları kurması neden?


Siz insandan başka kendi nesline ve hemcinslerine hasım olarak düşmanlık yapan başka bir varlık biliyor musunuz? Bugün insanı huzursuz eden ve onun için problem olan yine insanın kendisidir. Bu da zıtlar bileşkesi insanın kendi fıtratından kaynaklanmaktadır. Fizik ve metafizik, ruh ve beden bir bileşke değil mi? Kanımızdaki lökositler ve eritrositler, akyuvarlar ve alyuvarlar bir bileşke değil mi? İşte bir bileşkede bileşenlerin kalitesi ne kadar önemli ise hacim ve miktarları da o kadar önemlidir. Bu demektir ki, teori ve pratik, nazariye ve ameliye, düşünme ve uygulama arasında denge kuramazsanız güzelim hayat size zehir olur.


Bugün insanlık aleminin teorisinin ve düşünce hayatının eşyanın tabiatına uygun olduğunu söyleyebilir misiniz? İnsanın bırakın çevre ile ilişkisini onun duruşu hakkında ne dersiniz, bugün insanın duruşu normal mi, insan acaba kendi olması gereken yerde duruyor mu?


Kuranda Nur Suresinin 26. ayetinde “Habis kadınlar habis erkekler için, habis erkekler de habis kadınlar içindir. Tayyib kadınlar tayyib erkekler için, tayyib erkekler de tayyib kadınlar içindir” buyrulmaktadır. Bu ayeti tevil ederek çağımıza ve bugün dünyada uygulanan sistem ve düzenlere uyarlayacak olursak kötü sistemler kötü insan üretir, kötü insanlar da kötü sistem kurar; iyi sistemler iyi insan üretir, iyi insanlar da iyi sistem kurar, diyebiliriz. Ben şahsen problemin bugün insanlığın yaşadığı Rönesans medeniyetinin sistem diye aleme sunduğu din-bilim hukuk ve ahlak zemininde mevcut olan yanlışlardan kaynaklandığı görüşündeyim. Onun için bu yanlışları doğrultup düzeltmedikçe insanlık alemine huzur gelmeyecektir.


İnsanlar fen bilimlerinin bilim, soysal bilimlerin ise din olduğunu fark edecekler. Fen bilimlerinde tüm insanlığın aynı düzende ve boyutta olduğu, her din mensubu birey ve toplumların ise kendi dinlerine göre şekillenip ona göre yaşadığı ve yaşaması lazım geldiği anlaşılmalıdır. Şeftali bahçesinden en iyi verimi elde edebilmek için uyulacak kanun ve kurallar tüm insanlar için aynıdır. Ancak aile, eğitim ve öğretim, sosyal yardımlaşma, savaş ve barış anlayışı, siyaset, toplum ve devlet yönetimi meseleleri değer yargılarına göre değişir. Çünkü değer yargılarının temelinde dini duygular, uygulamalar ve inanışlar yatar.


Onun için biz toplumdan topluma değişmeyen tabiat ve ilim dünyasını bir yere bırakarak sosyal bilimler ve deforme olup yabancılaşan ve zararlı hale gelen değer yargıları hakkındaki terim tarif ve tasniflerin yenilenmesi öneriyoruz. O sebeple de ailenin toplumun ve devletin hele hele şu yeniden araştırılıp anlaşılmasını istediğimi din, hukuk ve ahlak kural ve kaidelerin ve de sosyal bilimlerin yenilenmesini istiyoruz.


Bugünkü din-devlet, din-dünya ve din-hayat ahiret ayrım ve tasniflerinin doğru olmadığı kanaatindeyim. Belki bu cümlemizden hemen din devleti mi gibi bir anlam çıkaran ve soranlar olabilir. Biz de hemen onlara İslam’da teokrasi olmadığını, devletin dine değil kazaya dayandığını ve siyasetin de tamamen bir hukuk iş olduğunu söyleyelim.


Sosyal bilimlerin din olduğu yönündeki görüşümüzü az önce yukarıda ifade ettik. Yalnız burada din derken İslam’ın hukuk olan tarafıdır. Bilindiği gibi İslam yalnız inanç ve ibadet yani din değil, aynı zaman da hukuk ve ahlaktır. O sebeple din devlet din dünya ayrımı veya tasnifi yerine biz din-bilim, birey-toplum, fert-devlet ve dünya-ahiret birlikteliği formülünü teklif etmek istiyoruz.


Bize göre Türkiye’mizde ve hatta tüm dünyada bütün dertlere ve tüm hastalıklara tedavi edecek ilacın formülü DİN x BİLİM = TEORİ PRATİK (DÜŞÜNME ve UYGULAMA)