23.8 C
Kocaeli
Pazartesi, Eylül 22, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1297

Tarihi Genetik

0

“Türkler üzerine bir gam dağı çökmüşse bundan üzülünmemelidir. Zira yüzbinlerce yıldızın kanı dökülmelidir ki seher gözüksün.” (1)

Türkler aslan burcudur. Güneş gibidirler ve göksel imparatorluk düşçüsüdürler. Onların krallığı karizmatik ve kader teşvikiyledir. Doğuştan hükmediciler hükmettikçe değişmezler. Yönetmek bazıları için yeme – içme gibidir. Ve bu yüzden 5 Türk bir araya gelse anlaşamazlar, çünkü en az 4’ü lider tabiatlıdır.

Avrupa bir akrep coğrafyasıdır. Ve akrep tabiatlıdır Batı insanı. Kimseyi sokamazsa kendini sokar. Uyuşturucu tecimiyle kendi yavrularını zehirleyen bir mesaidedir. Kurbağayla anlaşan akrebin yarı yolda onu sokması ve ikisinin de ölümüne sebep olması gibi bütün insanlığın bindiği dalı kendileri de o dalda oldukları halde kesiyorlar. Kin, nefret, gayz, haset, azgınlık, vahşet, sapkınlık gibi tüm öğretilerin yasakladığı ne varsa onu kuşanıyorlar. 10 yaş altındaki çocukları bile bilişim ortamında sanal manyaklar ve kana susamış sersemler haline getiriyorlar. Neticede bumerang kendilerine toslayacak. Ne var ki huy çıkmıyor. Etraflarına ateşten bir daire örmekten başka bir çaremiz yok.

Türk Dünyası patlamaya hazır bir tabancadır. Tersten gizli bir toplu tabanca.. Kabzası Yakutistan (Saka), mermi haznesi Türkistan ve namlusu Türkiye. Avrupa’nın alnına çevrili. Ve ağızda mermi..

AB, Türk korkusunun eseridir. Ve bizden korktukları için kurdukları birliğe girmeye çalışıyoruz, daha çok korkuyorlar. Korku onların bin yılı aşkın Ortaçağları boyunca tek bilinçaltları ve ortak duygularıdır. Her ne kadar Yalçın Küçük, korkuyu bir atom bombası olarak ilk Moğollar kullandı diyorsa da korkunun her türlü türevinden, integralinden muhtelif çap ve markada bomba imal edenler ise Batılılar. Adeta korku manyakları.. Gece yarısında cinlerden, perilerden bahsedip de korkan gençler gibi. Korktukça bahsediyorlar, bahsettikçe korkuyorlar.

Bizim yakın zamanlara kadar en büyük kötü adamımız Erol Taş’tı rahmetli. Ve büyük kötülüğü de sevenleri ayırmaktı. Hele birini sırtından vurması artık son raddedir.

Tabi, artık yeterince Avrupalılaştık. Artık bizim de kanlı, irinli, ifritli filmlerimiz çekilmeye başlanıyor. Mutasyon tamamlanmak üzere. Soruyoruz; bu nasıl bir beyin ve bilinçaltıdır ki yılandan Anakonda, köpek balığından Jaws, robottan Frankeştayn, konttan Drakula, köpekten kurtadam, insandan yamyam, oyuncak bebekten Katil Çaki vs. vs. çıkarabiliyor. Dev örümcekler, dev böcekler, uzaylı yaratıklar, maymunlar cehennemi, mumyaların laneti, kötü ruhlar, dirilen ölüler, vesaire.. Kalemler yazmaya, film şeritleri arşivlemeye, insancıklar seyretmeye yetiştiremez. Bu bilincin kuracağı medeniyetten ne olur? Saatli bomba..

Türk’ün iki temel karakteristiği vardır: Teşkilatçılık ve savaşçılık. İlkini 195 adet farklı devlet kurgusuyla örnekleyebiliriz, ikincisini örneklemeye bile gerek yok ki olsa ayrı bir kitap olur. Bu iki vasıf kendini meşru dairede ifade imkânı bulamazsa gayrimeşru ifade eder. Yani teşkilatçılık (örgütçülük) çete misilli modellere, savaşçılık da sokakta, statta ve sağda – solda ‘vur, kır, parçala; bu maçı kazan !’ repliklerine dönüşüverir. Akışını normal seyrine çekmek isteyenler millete hedef gösterenlerdir. Atatürk gibi, Osman Gazi gibi, Tuğrul Bey gibi, Kutluk gibi, Bumin Kağan gibi, Tanhu Mete gibi..

Amerika dediğiniz insanat bahçesi veya milletler kümesi 72,5 parçadan bir uyduruk milliyet çıkarıyor da 298 milyon kişi sinekler gibi etrafında dönüyor. Siz zaten bir olan, birleşik olan, kavileşmiş olan, bin yıldan öte birbirinde kaynamış olan et ile tırnağı sökeceksiniz; biz de Amerikan televizyonkolikleri olarak seyredeceğiz öyle mi?

Her Türk asker doğar. Sonradan çevre şartları onu vejetaryen yapar. Sanki kuvvet ve kudret suçmuş gibi.. Bakın görün, dünyayı şiddet yönetiyor. Hatta şiddetin şer üçgeni; ABD, İngiltere ve İsrail. Şiddete kontra atabileceğiniz gücünüz yoksa hiçsiniz. Demokrasiniz, insan haklarınız, diplomatik reveranslarınız çocuk oyuncağı. Eğleş, dur.

İki büyük vasfın yanında bir de büyük zaaf sahibiyiz. Kültürel kanmışlık. Evvela dil, sonra din, kılık – kıyafet, düşünce, yeme – içme, yaşayış, özenmek, imrenmek, yabancılara öykünmek, değerlerine uzanmak ve dolaylı olarak zıbarmak gibi bir tarihi alışkanlığımız da var. Çin’i altüst eden Türklerin, Çinlilerin içten yıkma oyunlarıyla birbirine düşmesi ve zamanla Çince konuşma, çubukla yeme, bol giyinme, uzletçi düşünme gibi Türk Milletinin genetik yapısını bozacak işlere girmesi, devamen Çinlileşmesi ve Türklükten çıkması gibi. Bir kısım Uygurlar ve bir kısım Göktürkler böyle eridiler. Avrupa’daki Hunlar, Avarlar, Sabarlar, Kumanlar neredeler? Bulgarlar, Macarlar bırakın bizden çıkmayı, bize nasıl bu kadar kanlı – canlı düşman olabildiler. Yoksa hepsi rol kuşanması mı? Bir kısım Farslaşan, Bizanslaşan, Fransızlaşan, İngilizleşen, Amerikanlaşan Türkleri de katarsak Birleşmiş Milletler’e DNA testi mi yaptırmamız gerekecek?

‘İnsanlığın son adası Osmanlı’ysa, (2) dünyanın huzur ve güven ihtiyacı için son şansı Türklerdir. Batı Medeniyeti aradan çekilmeli ve daha fazla cızırtı yapmamalıdır. Kader programında bu misyon Türklere havalelidir. O yüzden ve arslan olması suçundan hem ağ atılmış, hem kafasına vurulmuş, hem iğne yapılmış, hem kafeslenmiş, hem tırnakları sökülmüş, dişleri çekilmiş, hem ayağına prangalar bağlanmış, hem başına bekçi konulmuş, hem de yine korkuluyormuş. Zira arslan arslandır. Hatta bir arslandan daha tehlikelisi yaralı bir arslandır.

(1) Muhammed İKBAL (Tulu-ı İslam)

(2) Mustafa ARMAĞAN

Acilen Bir Bozkurt Lazım

0

Hani derler ya “Bize bizden başka dost yok” diye.
Yok be, bizden de dost olmayanlar var.
Bizi biz yapan değerlerin bütünü, yeryüzündeki kimliğimizi belirlemektedir.
Yıllardır bu bütün üzerinde haince planlar yapıldı, haince ihtilal denemeleri yapıldı, küçük menfaatlere büyük değerler satıldı.
Bunun son sürümü de Ergenekon soytarılığı oldu.
1940’lı yıllarda, “dine artık ihtiyaç olmayacak” diyen zihniyet adeta hortladı.
Öyle ki halkımızın oyları ile milletvekili olmuş muhalefetten bir vekil; Resulullah (sav) efendimize hakaretler yağdırıyor,
Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili; AKP’nin kapatılması ile ilgili “Davadan ne çıkarsa çıksın Türkiye’de kıyamet kopacak” diye felaket tellallığı yapıyor ki kapatılmadı ve felaket de olmadı.
Bir eski Başbakan; “İslam saldırgan bir din” diyor…
Örnekler saymakla bitmez.
Bu bizdenler için bize dosttur diyebilir miyiz?


Bir emekli paşa Ergenekon zanlısı olarak Kandıra F tipinde yatıyor, bir milletvekili teselli ziyaretine gidiyor ve bildik Atatürk ilkeleri manzumeleriyle mesaj kuryeliği yapıyor.
Böylesi bir karışık ortamda, Atatürk’ün istismarı suç değil midir?
Biz neden bizim değerlerimizin tümüne saygı duymayı öğrenemedik?
Bir kısmımız tarihimizi kabullenemiyor, bir kısmımız birtakım kültürümüzü kabullenemiyor, bir kısmımız dini değerlerimizi kabullenemiyor, bir kısmımız kahramanlarımızı kabullenemiyoruz…
Oysa ülkeler iyi veya kötü, tüm varlıklarıyla ülkedir.  
Şimdi bu güzelim Ülkenin temeline dinamit koymak isteyen dış güç mihrakların, iç işbirlikçileri bir bir ortaya çıkmaya başladı nihayet.
İnşallah sonuna kadar gidilir.


Çocukluğumuzdan beri okuduğumuz destanların birinde;
Asırlar öncesi düşman esaretinden kaçmayı başaran iki Göktürk aile, geldikleri yoldan başka yolu olmayan sarp bir yoldan geçerek, gözlerden uzak, ıssız bir alana kurdukları yerleşim yerinde 400 yıl yaşayıp çoğalıyorlar.
Zamanla bu bölgeye sığamaz olduklarından dolayı bir çıkış yolu arayışına giriyorlar.
Girdikleri yerden çıkmaları mümkün değildir.
Tek çare, çoğunluğu demir madeninden oluşan bir dağı, çok miktarda odun ve kömür yakarak eritip bir çıkış yolu açmaktır. Bir geçit açıyorlar ancak açtıkları bu geçitten çıkışları da mümkün olmuyor. Çünkü oldukça karmaşık bir alandır açılan geçit.  
Destan bu ya, çaresizlik yaşayan Göktürkler, bu labirentten bir Bozkurt’un yol göstermesi sonucu, adına Ergenekon denilen sıkışık bölgeden çıkarak geniş alanlara dağılıyorlar.
Ve bugün de Anadolu, Ergenekon misali bir çıkmazın içerisinde.
Bu çıkmazdan kurtulmamızı sağlayacak bir Bozkurt lazım.
Beklenen Bozkurt çıkar mı bilmem ancak, bu bataklıktan çıkmak, Ergenekon çıkışından daha kolay olacağını sanmıyorum.

Değişim Üzerine

0

 


Gazete aracılığıyla, Çukurova Üniversitesi öğretim üyelerinden biri, klima kullanımına karşı bizi uyarmış. Dışarıdaki sıcak ortamdan klimanın bulunduğu serin ortama geçildiğinde, ani ısı değişimine uyum sağlayamayan insan bedeni felç olabilirmiş. Mecbur kalınmadıkça evlerde ve otomobillerde klima kullanılmamalıymış.


Felç, insan bedenindeki herhangi bir uzvun veya mekanizmanın fiziksel iflasıdır. Depresyon da ruhsal iflastır. Her ikisi de bir yetersizlik halidir ve insandaki değişim yasasının ürünüdür. İnsandaki değişime yetmezlik gösteren her mekanizma bir yerde iflas eder.


Değişim nedir, değişim her zaman olumsuz sonuçlar mı verir? Değişim, bir durumdan diğer duruma geçmektir, onun her zaman olumsuz sonuçlar verdiğini söylemek; değişimin yasasını tanımamak, mantığını kavrayamamak, amacını bilmemektir. Değişim, evrenin varlığını devam ettirme yasasıdır. “Artık değişmeyecek hale geldiğin zaman, bitmiş sayılırsın.” der, Bruce Barton. Değişim, bu açıdan bakıldığında, canlılık belirtisidir. Değişim yoksa statiklik vardır. Statik olan ya kokar ya küflenir ya çürür. Bu da bir tür ölüm durumudur. Benjamin Disraeli de değişiklik için “Zevkin annesidir.” der. Lezzetin şahı kabul edilen baklavanın bile fazlaca veya sürekli yendiğinde bıkkınlık yaptığını biliriz. Soframızda farklı tatların olmasını isteriz. Yine göz ya da ruh zevkimizi tatmin için bulunduğumuz odada değişiklik yaparız. Değişiklikten kaçınamayacağımız kesin, o halde ondan kaçmayıp ona egemen olmalıyız. Değişiklikten, değişik olandan ve değişimden ancak “zayıf insanların tiksinti duyacağını” söyler Andre Gide. Claus Moller de “değişimin, gerekli hale gelmeden” yapılması gerektiğini söyler. Kendisini gerekli kılan bir değişimde kişi özne olmaktan çıkar çok kere nesne olur. Değişimi, zorunlu hale gelmeden siz gerçekleştirirseniz işin kumandanı olursunuz.


Waterman’a göre “Değişim, bir şeyleri riske atmaktır. Bu bizi güvensiz kılar. Değişmemek en büyük risktir; ancak nadiren böyle algılanır.” Değişimin elbette bedeli olacaktır. Bu bedel, gül ağacının, fazla gül açması için kesilen dallarından daha büyük değildir. Kesilmeyen dallar, yeni açacak güllere de engel olacaktır. Dostoyevski de “insanların en korktuğu şeyin, yeni bir adım atmak, yeni bir söz söylemek” olduğunu dillendirir. Bu korku, insanın tabiatının zayıflığıyla ilgili olmalı. Beden, ruh sağlığı, düşünce dinamikliği; değişimin anahtarıdır.


Bir değişiklikten korkumuz, her zaman zayıflıkla ilgili olmayabilir. Mükemmeliyetçi yapısı, kişide değişikliğe karşı tedirginliğe yol açabilir. Francis Bacon “Canlı varlıklardan doğan yavruların biçimi ilkin nasıl bozuksa, zamanın doğurduğu yenilikler de böyledir.” benzetmesiyle hiçbir değişimin başlangıçta mükemmel olamayacağını, mükemmelliğin zamanla elde edileceğini söyler.


Fizik dünyasındaki değişimin kendine özgü yasaları var. Bu yasalara karşı çıkmaz, uyum sağlarsak yorulmayız. Ancak konu insan olunca karşımıza aşılmaz dağlar çıkıyor. Voltaire, “Kendini değiştirmenin ne kadar güç olduğunu düşünürsen, başkalarını değiştirmede şansının ne kadar az olduğunu anlarsın.” diyerek bu zorluğa dikkat çekiyor. Bernard Shaw da, “Dünyada değişiklik yapmakla başarılı olan insanlar, değişikliğe kendilerinden başlayanlardır.” diyerek adres gösteriyor.


Değişim, hava kadar su kadar gerçek. Bundan kaçış yok. Evrende her şey değişiyor; değişmeyen tek şey, değişimin kendisi. Burada bize düşen, değişimin yasalarına uymak. Buna inkılap denir. Kaçınılmaz olan bu değişimde bize düşen ikinci görev, değişimi yönlendirmek. “Daima iyiye, güzele, doğruya…” parolamız olmalı.


Her zaman olduğu gibi bugün de önce kendini değiştirmeyi başarmış değişim mühendislerine acilen ihtiyaç var.

4 Yıllık Hesabı Aldık

0

 


28.07.2008 Günü Büyük Şehir Belediye Başkanı Sayın İbrahim Karaosmanoğlu’nun 4 yıllık icraatını bizzat kendisinden dinledik.


Gördük ki 4 yıla gerçekten inanılmaz projeler sığdırılmış.


Görülen o ki, biz rahat yataklarımızda mışıl mışıl iken, o hep bişeyler planlamış.


Sorumluluk duygusu, görev aşkı böyle bir şey olmalı.


4 yılda on bin porojenin gerçekleştirildiğini dile getirdi.


Gerçekten büyük bir rakam ve büyük bir olay, tebrikler.


Hele yapılması planlanan projeler; Taslağını gördüğümüz kadarıyla, moda tabirle devrim niteliğinde.


İnşallah o projeler de Kocaeli halkının kullanımına biran evvel açılır.


Tarih 29 Temmuz. Yani sayın başkanımızın açıklamalarından bir gün sonrası.
63 yaşında bir tanıdığımın konuşması;
Açıklamaları 41TV’den canlı takip etmiş.
Aynen şunları söylüyor;
“Projeler gerçekten büyüleyici. Ancak benim dikkatimi çeken projelerden ziyade, konuşmanın hiç bir yerinde başkanın BEN dememesi, yapılan çalışmalarda tüm çalışanlarının katkısını yüksek sesle seslendirmesiydi”.
Bütün projelere çaycının bile katkısını, üzerine basarak dile getirmek, herkesin hakkını teslim etmek; İşte olgunluk ve büyüklük budur.


Bu sözleri dinleyince 25 yıl eskiye gittim;
1982–83 öğretim yılıydı, yani çeyrek asır öncesi.
Çiçeği burnunda bir öğretmenim ve Kocaeli Endüstri Meslek Lisesi Elektronik Bölümünde göreve başladım.


Kısa süre içerisinde, okul içinden ve okul dışından belli bir çevre edindik.
Okulumuzdaki öğretmen camiasından edindiğimiz bir kaç kişinin yeri bir başkaydı.
Bunların başında da, Mehmet Karagöz ve İbrahim Karaosmanoğlu gelmekteydi.
Bu iki kişi, gerek beyefendilikleriyle, gerek mesleklerindeki başarılarıyla, gerek mesleklerine bağlılıklarıyla, gerek öğrencileriyle ve gerekse çevresindeki kişilerle olan diyaloglarıyla çok büyük değerlerdi.


Sayın İbrahim Karaosmanoğlu’nu o günkü haliyle bir düşündüm;


O vakitler 4 öğretmen arkadaş bir ev kiralamıştık.


Evimiz misafir ağırlamaya müsait idi.


Mehmet Karagöz, İbrahim Karaosmanoğlu ve beraberinde 2–3 öğretmen arkadaşımızla beraber zaman zaman bize uğrarlar ve koyu bir sohbete dalardık.


O ekibin geldiği gün günümüz dolu dolu geçerdi. Ve biz, o günü boşa geçirmediğimize inanırdık.


Sayın İbrahim Karaosmanoğlu’nun beyefendiliği, asaleti, kibirden son derece sıyrılmış olması, o günlerde biz genç öğretmenleri, tabiri caizse eziyordu.
Şimdi o günden bugüne ne değişti diye bakıyorum da, önemli bir makama gelmiş, herkes tarafından tanınan, meşhur biri olmuş Sayın Karaosmanoğlu.
Ama hala gösterişten uzak, hala kibirden eser yok, hala mütevazı, hala alçak gönüllü.
Ee bu durumda ne denir; “Sayın İbrahim Karaosmanoğlu, siz kendinizi aşmışsınız, siz hakikatlere vakıfsınız, siz Yüce Dinimizin yasakladığı gururdan, kibirden arınmışsınız.
Siz, “Çalışanı Allah muvaffak eder” düsturunu kendinize şiar edinmişsiniz.
Ve büyük bir tespit de yapmışsınız; “Çalışınca Oluyor”.
Bunu 4 yıllık icraatınızla ispatladığınıza inanıyorum.
Eminim Kocaeli kıymetinizi bilecektir.


Allah yar ve yardımcınız olsun sayın hocam.

Denge Üzerine

0

 


Denge sözcüğünü ve bundan türetilmiş kelimeleri ve tamlamaları sıkça kullanıyoruz. “Dengesi bozuk”, “ekonomik denge”, “ideal denge”, “iç denge”, “duygusal denge” tamlamaları ve “densiz”, “dengesiz”, “dengeli” sözcükleri hiç yabancımız değil. Bazı dengesizlerin denge sözcüğünü dengeli kullanmadıklarına şahit oluyorum.


Denge; uyum, mizan, eşitlik sözcükleriyle anlamdaştır, denebilir. Denge, bir bakıma zıtlıkların nötrde buluşmasıdır. Denge; her şeyin özüdür, sıfır noktasındaki güçtür. Dengenin olmadığı yerde anarşi, buhran, isyan olur. Depresyon, psikolojik dengenin; enflasyon, ödemelerdeki dengenin; anarşi, özgürlüklerdeki dengenin; kıyamet, kozmik âlemdeki dengenin bozulması ile oluşur.  Dengeden yoksun durumlar, çok kere “tuhaf, anormal” gibi sözcüklerle karşılanır.


Yeryüzündeki her şeyin zıtlıklar dengesine dayandığını akıl sahibi herkes kolayca idrak edebilir. Dolu boşla, tüketim üretimle, isyan sabırla, gece gündüzle, bitiş başlangıçla, siyah beyazla, zengin fakirle, tembel çalışkanla, iyi kötüyle dengelenir. İnsanın yaşamı ve kendisi dengeye dayalıdır. Dengesizlik, her şeyi altüst edebilir. Çünkü dengesizlik; bozukluk, yanlışlık demektir. Tat, lezzet, yaşama sevinci, şükür, kendisine konu olan eylemlerdeki dengeyi yaşamak ve keşfetmekle oluşur. Kirlilik, güvensizlik, inançsızlık, dengedeki insicamın bozulması ile ortaya çıkar. Görsel, devinimsel, sessel anlatımda dengenin sağlamlığı; resimdeki, doğadaki, musikideki ritmi ortaya çıkarır. Denge; formda, renkte, harekette, açık-koyuda kendini gösterir.


Cambaz dengeyi sağlayamazsa telden düşer. Kuş dengeyi tutturamazsa uçamaz. İnsan dengeyi kuramazsa bisiklete binemez. Baba dengeyi sağlayamazsa ailede huzur kalmaz. Denge, evrende ayakta kalmanın sihridir. Fizik, kimya, sosyoloji, psikoloji denge üzerine kurulmuştur. Güzel sanatlara ait bütün eserler dengenin gözetilmesi ile ürün haline gelir. Her ürün, kendisine malzeme olan enstrümanların dengeli kullanımıyla esere dönüşür. Allah, Tevrat’ta Hz Eyüp’e: “Bulutların dengesini, ‘Bilgisi kusursuz olan’ın şaşılası işlerini biliyor musun?” diye seslenirken gökyüzündeki dengeye dikkat çekmektedir.  


Dengede, tek vücut olmak vardır. Denge, çokluğun tekliğidir. Su, hidrojenle oksijenin dengeli birleşiminin sonucu değil midir? Dengede ayrım yok, bölünme yok; birlik var, dirlik var. Ayrılıktan, bölünmeden yana olanlar, birlik, dirlik istemeyenler, dengeyi bozanlardır.


Denge, ölçülü oranda uyumdur. O, bir uzlaşma değildir. İyi ile kötünün, beyaz ile siyahın uzlaşmasında kaybeden iyi ve beyaz olacaktır. Kötü ve siyah, iyi ve beyazın kıymetini bilmek adına gereklidir. Denge olsun diye zararlıyı, kötüyü, siyahı, çirkini öne çıkarmak, onunda haklarını savunmak iyiye, beyaza, güzele haksızlıktır. Dengede uzlaşı değil, ölçülü oranda gereklilik vardır. Bütünlükte ölçünün kaçırılması bu defa dengesizliği doğurur.


Evrendeki dirliği, dengeyi kimyanın, fiziğin, biyolojinin, astronominin orijinindeki yasalar sağlıyor. İnsan olarak buna müdahale gücümüz de hakkımız da yok. Bu güç bizde olsaydı, çoktan, dünyanın sonu gelmişti. Kendimizle ve toplumla barışıklığımız ise irademize verilmiş. Bu barışıklık, hem varlık sebebimiz hem sınavımız.


Kendi içinde “dengeli”, toplum içinde “denge insanı” olmak, şüphesiz çok önemli. İnsanoğlu Kur’an’daki iki ayette: “O Allah ki seni yarattı, seni düzgün ve dengeli kılıp ölçülü bir biçim verdi.  Sakın dengeyi bozmayın.” diye uyarılmaktadır.


Ne mutlu, bu kaotik ortamda dengeyi yakalayıp istikamet bulanlara!

Paranoya” ve Yanlışlar

0

 


İstanbul Güngören’de halkı bombalayanlar ortaya çıkarıldı. Halk düşmanı bölücü ve ırkçı terör örgütü yine çirkin yüzünü gösterdi. Terör örgütü sadece kendinden olanları temsil edebilir. Bazı vatandaşlarımızı temsil ediyor şeklinde konuya yaklaşmak büyük bir yanlıştır. Bu yol terörün ekmeğine yağ sürer. Zaten bu kışkırtma ve tahriklerin (provokasyon) amacı insanlarımızı birbiriyle çatıştırmaktır. Bunu terör örgütü hedefleyebilir. Devlet sorumluluğu taşıması gerekenler hata yapmamalıdır. Sayın Başbakanın Diyarbakır’da bölücü terör olayını “Kürt sorunu” olarak isimlendirmiş olması büyük bir siyasi gaftı. Herhalde “biz de yanlış yaptık” derken kastettiği yanlışlardan birisi de bu olabilir. Böyle bir genelleme son derece isabetsiz ve yanlış olmuştur. Halkla terör örgütü bir tutulamaz. Aslında halka da karşı olan katillere dünyanın her tarafında ne yapılıyorsa, bizde de o yapılmalıdır. Siyasi gaflar hiç bitmiyor. Bir dönem eski TBMM Başkanımız terör örgütü yandaşlarını Dolmabahçe Sarayında kabul etmişti. Başbakan ve bakanlarımızın yine terör örgütü yandaşlarını ve terör örgütü mensuplarını kardeş olarak görenleri ağırlamalarını unutmuş değiliz. En son üzücü ve düşündürücü örnek; Sayın Cumhurbaşkanının Bahreyn Devlet Başkanına verilen ziyafette örgüt üyeliğinden yargılanıp hüküm giyen, milletvekili seçildiği için tahliye olan bir DTP’li hanım milletvekilini Çankaya’da ağırlaması olmuştur. Çankaya sıradan bir yer değildir. Orası Atatürk’ün bize emanetidir. Devletin başı ve başkomutanı orada oturur.


Güngören’deki halkın bombalanması örgütün halktan fazla bir şey beklemediğinin bir işaretidir. Gerek bu olay ve gerek onunla irtibatlandırılan Kerkük’teki çatışmalar-Kürtlere yönelik intihar saldırısı ve ardından Türkmen kuruluşlarına saldırılar- Bölgeyi karıştırarak, tarafları çatıştırarak Irak’tan çıkmama gerekçesi yapacak olanların işidir. Bu olaylarda CİA ve MOSSAD’ın kokusu gelmektedir. Saddam Hüseyin, Sırp katil Karadziç gibi kullanılabilecek ve daha sonra atılabilecek yüzlerce işbirlikçi vardır. Gerçekler ortaya çıktıkça; olayları saptırmak ve olmadık yerlere yamamaya çalışanlar hiç utanmayacaklar mı? TV’lerde yine bunların maksatlı görüşlerine mi müracaat edilecektir? Unvanlı bir özel üniversite rektörü bir hanım hedef şaşırtır gibi konuyu El-Kaide’ye bağladı. ABD’li dostlarımız bundan son derece mutlu olmuşlardır. Bir ünvanlı ve şöhretli siyaset bilimci de yine ekranlardan Ergenekon’u işaret ediyor. Ergenekon’un emrindeki birlik ve kıtalar ve Ümraniyeli bombalar! Darbe paranoyasına kapılanlar masa altlarında, kapı arkalarında darbeci arayışı içindeler… Akla gelebilecek her olay ortalığı karıştırmak ve sözde darbeye zemin hazırlamak için yapılmış… Anlaşılan psikiyatri uzmanlarına çok iş düşecek. Tabii ki bazıları hastalıklarını kabul edebilirlerse…


Ortadoğu’da Türkiye’nin barış ve istikrarın kurulması yolunda aracı olması çeşitli tahrik ve kışkırtmaları arttırmaktadır. Suriye-İsrail görüşmeleri ve Türkiye’nin rolü, Türkiye ile İran arasında artan işbirliği ve temaslar dikkat çekmektedir. Bazıları Bölgemizde bize görev verseler dahi alttan alttan bizi başarısız kılmaya çalışıyorlar.


İran-Irak savaşını sürdürürken Saddam ne kadar ilgi çekiyordu. Katil Karadziç de Bosna’da Müslümanları ABD ile anlaşmalı olarak katlederken iyiydi. Saddam götürüldü. Ancak Sırp katil Karadziç çok akıllı davranarak belki de yeni bir intihar olayına karar vermeden önce! ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı ile anlaştığını ve talimatlarına uyduğunu açıklayıverdi. Dahası ABD Dışişleri eski Bakanı Albright ve Holbrooke’un da ifadelerinin alınması gerektiğini belirtti.


Yakın geçmişte bize Irak’ın kuzeyine harekât yaptırmıyor ve milletlerarası hukuktan doğan haklarımızı tanımıyorlardı. Şimdi istediğimizde ve istihbarat aldığımız taktirde; hava harekâtı yapabiliyoruz. Acaba bunun bedeli Ermenistan’la ilişkileri geliştirmek, tarihi tezlerden vazgeçmek, KKTC’yi ortadan kaldırmak ve Kıbrıs’ın Kuzeyinde sözde yeni bir devlet, daha doğrusu “Türk Belediyesi” kurmak, Irak politikamızı değiştirmek, ekümenikliği tanımak, bağımsızlığı ve egemenliği kısmen de olsa devretmeyi anayasa teminatı altına almak ve ekonomik tuzakları kabul etmek olmasın?

Beyin Yıkama

 


Yıkama denince akla temizleme, kirlerden, kötülüklerden arındırma gelir. Gerek görüntüsünü gerekse içeriğini beğenmediğiniz bir şeyin üzerinde aslınla alakası olmayan şeyler gördüğünüz zaman onu yıkarsınız. Aslı gibi olması için onu temizlersiniz. Bu su ile de olabilir başka malzemelerle de olabilir. Amaç temizleme,arındırmadır. Ama “ beyin yıkama” sözcüğü kullanılırken amaç yukarıda söylediklerim gibi olmamaktadır. Bu iki kelime bir arada kullanılırken beyindeki fikirleri değiştirme anlamında kullanılıyor ki, bu tabir yanlıştır.
Bu zamanda keşke beyinler yıkanabilse. Çünkü basılı ve görsel medya ile birlikte sokaklar insan beynini o kadar kirletiyor ki, kabil olsa da bu kirlenmiş beyinler sık sık yıkansa. Belki bu kadar kötü bir tablo ile karşılaşmayız.


Bence gerek medyadan gerekse sokaktan edinilen kirliliklerle beyin yıkanmıyor. Beynin formatı bozuluyor. İyi düşünceler beyinden çıkarılarak beynin içine her türlü kötülük  belli metodlarla enjekte ediliyor. Küçük yaşlarda playstation oyunları ile çocuklar canavarlaştırılıyor. Magazin sayfaları ile serbest ilişkilere, aykırı beraberliklere alıştırılıyor.
Bir zamanlar kızdığımız, yadırgadığımız görüntülere bizde zamanla alışıyoruz.


Aslında istenende bu. Bu metoda “birden bire  ürkütme, zaman içinde alıştır.” diyorlar.
Sizlerde kendinizi yoklayın. Zaman içinde ne çok şeylere alıştığınızı göreceksiniz.


Alıştığınız bir çok şey önceleri size itici gelmiyormuydu? Ne çabukta alıştınız.
Bu düzenin ahlaksızlığını özgürlük kabul edenler, ahlaki eğitim içerikli müesseseler gördüler mi beyin yıkama tabirini kullanmakta mahir olurlar. Aslında o müesseseler, gerçekten beyni kirliliklerden arındırmaya çalışıyorlar da bu beyefendilerin işine mi gelmiyor?
Hem bataklığı genişletmek için çaba sarf edeceksiniz, hem de sivrisineklerden şikayet edeceksiniz. Bu akıllıca bir iş mi?. Tabiiki değil. Ama yapılan bu.


İnsanlar yaratılırken içleri iyilikler ve güzelliklerle doludur. Onun içindir ki bebeklerin yüzleri tertemizdir. İnsan ne renk olursa olsun o yüze baktıkça hayran olur. Çünkü o yüzde hiçbir kirlilik yoktur. O yüz yaratılırken tertemiz yaratılmıştır. Zaman içinde o  temizlik ve berraklık yaşamın kirlilikleri ile bozulur. Kendini o kirliliklerden koruyanların yüzü 100 yaşına geldiğinde bile aynı güzellikte kalır. Bu devirde bu gibilerin sayısı çok azalmıştır.
Her türlü dalavere ve ahlaksızlığın içine batmış olanların iyilikleri hazmedememesini yadırgamam. Fakat manevi anlamda güzellikleri savunurken beyinler yıkanıyor gibi bir kelimeyi kullanmaktan çekinmeyeni yadırgarım. Bir yurt ta tüp patlar. İçinde yılan taşıyanlar hemen yılanlarını sokağa salarlar. Ortalık karışsın isterler. Ağızlarına gelmedik sözleri söylemekten çekinmezler. Sorarsanız muhafazakardırlar. Fakat yurtları hazmedemezler.


Cemaatler manevi konularda devletin laiklik adı altında dinden kaçışı sonucu doğmuştur. Milletin manevi ihtiyaçları devlet tarafından yeterince yerine getirilmiş olsa idi, ortaya cemaatler çıkmazdı. Bir dönem, insanlar Allah deyince suç sayılmadı mı?
Dindarlar vebalı gibi görülmedi mi?. O günlerden kalan insanların kaç ta kaçı dinini biliyor.
Dindarlık sadece “ ben müslümanım” demekle oluyor mu? Kuralları bilmek gerekmiyor mu?
Öyle ise birileri bu boşluğu dolduracaktır.


Gençliğe unutulan ahlakı birileri öğretecektir. Ana baba hakkını, komşu hakkını, fakir fukara hakkını, yetim hakkını, saygıyı, sevgiyi, devletine bağlılığı, bayrağına sadakati, yan gelip yatmamayı, hortumlamamayı öğretecektir.

Helal Süt – Helal Oy

0

 


İnsanın anasından emdiği sütün helal olup olmaması kültürümüzde çok önemli. Ana ve babalar evlatlarının evlenmesi için uygun görecekleri kız veya erkeğin helal süt emmiş, yani anasının babasının, soyunun ve geçmişinin temiz olmasını ararlar.


İş hayatına ilk atıldığımda bir süt fabrikasında çalışmıştım. Buradaki tecrübem bana sadece emdiği değil, sattığı sütün de insan kalitesini gösteren bir ölçü olabileceğini öğretti.


Süt hile yapmaya çok müsait bir ürün. Su ile çok kolay karışabiliyor. Birçok vatandaşımız sütü satarken içine bir miktar su karıştırarak haksız kazanç elde etmeye çalışıyor. Süt işleme fabrikaları bu hileyi tespit için sütün dansitesini (yoğunluğunu) bomemetre denilen basit bir cihazla ölçerler. Sütün yoğunluğu suya nazaran fazla olduğu için içine su konulmuş sütün yoğunluğu düşer.


Sütün kalitesi için yağ oranı da önemlidir. Çünkü sütten tereyağı üretmek isteniyorsa tereyağı elde etme oranı yükselir. Peynir veya yoğurt üretmek istenirse bu ürünlerin yağlı tipleri daha lezzetli ve pahalı olur. Süt üreticilerinin bir kısmı sütü biraz beklettikten sonra üstte biriken kremasını (yağını) alarak daha düşük kaliteli hale gelmiş sütü fabrikaya satarlar.


Yağın yoğunluğu sütten daha düşük olduğu için, kreması alınmış sütün yoğunluğu yükselir. Fabrikada süt alımı esnasında sadece bomemetre ile yoğunluk kontrolü yapılıyorsa,  bu iki özelliğin de farkında olan hileci süt üreticileri için ikinci bir hile fırsatı mevcut demektir. Şöyle ki kremasını alarak yoğunluğunu yükselttiği sütün içine su ilave etmek suretiyle yoğunluk istenen değere ayarlanabilir. Evinde bir tek ineği olan okuma yazması olmayan köylü vatandaşımız bile, bir bomemetre alarak böyle ince ayarlı çifte hileyi gerçekleştirme konusunda çok becerikli olabilmektedir.


Bu bakımdan süt işleme fabrikasında biz, yoğunluk ölçümüne ilave olarak süt içindeki yağ oranını ölçen daha gelişmiş cihazlarla bu hileleri tespit etmeye çalışırdık.


Komşu bir ilin muhafazakâr bir ilçesinde, süte hile yaparak satmaya çalışan insanımızın toplam süt üreticileri içindeki oranının yüksekliği beni çok şaşırtmıştı. O zamandan beri kanaatim odur ki, eğer süt üretip satıyorsa, bir kişinin dürüstlüğünü gösteren en önemli gösterge sattığı sütün kalitesidir.


Aynı ilçede iki seneye yakın çalıştım. Bu ilçede ormandan kaçak kesim de çok yaygındı. Çok geniş bir ormanlık alanın benim görev sürem içinde kaçakçılar tarafından tamamen ağaçsız bırakıldığına şahit oldum. İlçenin yerlisi bir esnafa, “bu kadar dindar bir halkın bunu nasıl yapabildiğine şaşırdığımı” söylediğimde gülerek, “bizim halkımız devletten çalınanı hırsızlık saymaz” diye cevap vermişti. Bütün milletin her ferdinin hakkının yenilmesi nasıl hırsızlık olmazdı, anlamak mümkün değil.


Bu zihniyetin sadece süt ticareti ile sınırlı olmadığı herkesin malumu.


Geçen seçimlerde aday olan, bir belediyenin üst düzey yöneticilerinden biri belediyeye iş yapan bir müteahhitten yüksek meblağda rüşvet almış. Rüşveti aldığı müteahhide “bunun bir lokması bile boğazımdan geçmeyecek, bunu seçimde harcayacağım” diye söylediğini duymuştum. İnsanların en kolay kendisini kandırabildiğini ve ne kadar kolay yoldan çıkabildiğini gösteren örneklerden sadece biri idi.


Bu politikacı tipini yaratan vatandaşlar olarak kendimize soralım: Aynı kültürün yetiştirdiği politikacı tipinden dürüstlük beklentimiz ne kadar gerçekçidir?


Vatandaş olarak biz gerçekten seçtiklerimizin veya kamu görevlilerinin dürüst olmasını istiyor muyuz? Bize kamu imkânlarından bir miktar haksız kazanç temin etmeleri halinde bunu elimizin tersi ile itebiliyor muyuz, yoksa haram kazancı yiyip, bize bu imkânı verenlerin bütün kusurlarını görmezden mi geliyoruz?


Hırsızlığa, rüşvete, haksız kazanca karşı çıkanların derdi gerçekten bu haramların/suçların kökünün kazınması mı, yoksa birileri yapıyor, ben yapamıyorum kıskançlığı mıdır?


Kimi bir ihaleye, kimi bir tayine, kimisi de bir torba kömüre oyunu satan vatandaşlar varsa ve bunlar güya kamu görevlilerinden dürüstlük beklemekte ise, bunlar sütün hem kremasını çalan ve hem de süt içine su koyan çifte hilecilere benzetebiliriz.


Demokrasimizin selameti için, bu ikiyüzlü hilecileri tespit eden ve etkisiz kılan yeni yöntemler bulmak, seçimlerde kullanılan helal oy oranını artırmak zorundayız.

Suçlu Ayağa Kalk

0

Terör, yine can aldı. İstanbul’daki terör eyleminde ondan fazla ölü, yüzden fazla yaralı var. Daha önce de terör nedeniyle ülkemizin değişik şehirlerinde insanlar ölmüş ve yaralanmıştı. Son çeyrek asırda terör nedeniyle binlerce insan hayatını kaybetti.


Her terör eyleminden sonra yöneticiler, sorumlular bildik beyanatta bulunuyorlar: “Ölenlerin kanı yerde kalmayacak.”, “Hainler bulunacak.” vs. Terör durmuyor, ülkemizde gündemi belirliyor, siyaseti yönlendiriyor. Zaman ayarlı bombalar, artık gündem ayarlı olarak patlatılıyor. Ölenler, hep içimizden biri: Anamız, babamız, kardeşimiz, evladımız…


Terörün mantığı yok. Öldürmenin ne mantığı olabilir ki? Hiçbir neden, öldürmeyi haklı kılamaz. İnsan, en kutsal varlık. İnsan kutsalını yok sayan düşüncenin ve kutsallığına inanılan sözde kutsal inançların, insana hizmet etmesi beklenemez. Terör, yapılan yer ve kişiyle sınırlı kalmaz. Sınırları çizilemeyen dinamittir, terör. Terörü gerçekleştirenin de yaptığı bu eylemden dolayı uzun süre mutlu olması mümkün değil. O halde, terör niçin yapılır?


Bir terör değerlendirilmesinde işin en kolayı, sonuçlar üzerinde konuşmaktır. Bir terörde gerçek suçlu, hiçbir zaman eylemi gerçekleştiren değildir. Eylemi gerçekleştiren kişi, bu eylemin belki de en masum insanıdır. O, ya aklen eksik ya afyon çekmiş biridir, tedaviye muhtaçtır. Her terör eyleminde bir azmettiren yani tetikçi aranır. Gerçek hain odur, terör mağdurlarının gözünde. İnsanlar çok kere onun da bir taşeron olabileceğini düşünmezler. İnce ve ileri düşünmeyi sevmeyiz çünkü biz. Tam ya da az görülenle uğraşmak daha kolaydır. Görünenin arkasında görünmeyen bir suçlu aramak, işimize gelmez. Korkarız onu düşünmekten. Aynayla yüzleşmek tehlikesi belirir belki. Sözüne güvendiğimiz, davasına inandığımız, arkasından gittiğimiz kişilerin; yaptığımız yanlışların, söylediğimiz sözlerin terörde patlayan bombanın pimi olabileceğini kabullenmek istemeyiz nedense.


Örnek, basit olabilir. Yaşadığım bir olayı paylaşmak istiyorum sizinle. Birkaç gün önceydi. Yolda üç öğrencimle sohbet ederken Elif geldi yanımıza. Elif’le devam ettim yola. Bir hayli sohbetten sonra Elif şunları söyledi bana: “Hocam, siz farkında olmayabilirsiniz. Ders yılının ilk günlerinin birinde çantamda sigara görmüştünüz. ‘Elif, bunu sana hiç yakıştıramıyorum.’ dediniz. O günlerde bunalım takılıyordum, sigara içen yeni arkadaşlar ediniyordum. Bu uyarınızdan sonra hem sigarayı hem o arkadaşları terk ettim. Siz bana o uyarıyı yapmasaydınız belki sigara tiryakisi olacaktım ve yanlış arkadaşlar edinecektim. Size çok teşekkür ediyorum. Sizi hiç unutmayacağım. Hayatımda benim için dönüm noktası oldunuz.” “Bunu sana hiç yakıştıramıyorum.” cümlesi benim için her öğrenciye söylenebilecek sıradan cümleydi; ama Elif için hayatını değiştiren cümleydi.


Toplum içinde yaşadığımıza göre, birey olarak yalnız kendimizden sorumlu değiliz. Çevremizde, yaptığımız iyiliklerin ve kötülüklerin kapsama alanına giren çok sayıda insan mevcut. Söylediğimiz sözler, ortaya koyduğumuz davranışlar biz görsek de görmesek de bir yerde yansımasını gösteriyor. Öyleyse söylediğimiz her söz, yaptığımız her eylem öncesi boğazın dokuz boğumlu olduğunu hatırlamalıyız. Bir kötünün dokuz mahalleye zararı olduğu gibi, bir iyinin de en az dokuz mahalleye faydası olacaktır. Terör tarzında karşımıza çıkan bu vahşetin suçlusu, terörist denen kişi ya da kişiler midir?


Bana kimse kızmasın. Bu ülkenin yarınlarını şekillendirecek insanları eğitmede “iyiliği emredip kötülükten sakındırmak” ilkesi eğitimin temel yasası kabul edilseydi ve eğitimciler insan yetiştirmede yetkin olsaydı, ekonomide bu denli çarpıklık olmasaydı, adalet gerçek anlamıyla işlese, herkes adalete güvenseydi, yönetilenler yönetenlerden memnun olsaydı, siyasi liderler ideolojik saplantılara sahip olmasaydı ve sorumsuzca beyanlarda bulunmasaydı, medya menfaat temelli olmayıp halka doğruları aktarsaydı… terör bu kadar can alır mıydı? Bireysel sorumluluğumuzun sonucu olarak insanlara daima güzel sözler söyleseydik, güzelliği telkin etseydik, insanların yaptığı hatalar karşısında gece karanlığı gibi olsak ve hoşgörüde kendimizi zorlasaydık bu kadar insanı teröre kurban verir miydik?


Dürüst olmak zorundayız. Terör var, terörist belli. Şimdi başımızı öne eğip düşünelim: Gerçek azmettirici kim? Suçlu ayağa kalk, dendiğinde hepimiz ayağa kalkalım.

AKP’nin Kapatılmaması Kararı

0

Anayasa Mahkemesinin kararı ile AKP kapatılmaktan, Türkiye muhtemel bir siyasi kaostan kurtuldu. Mahkemenin 6 üyesinin “kapatılsın” 5 üyesinin ise “kapatılmasın” şeklinde oy vermesine rağmen, kapatma için gerekli nitelikli çoğunluk olan 7 üyenin kapatılsın oyu çıkmadığı için parti kapatılmadı.


Yakın tarihimizde böyle kritik sayıyla geçen oylamalar hatırlanacaktır. ABD ordusunun Irak’a, Türkiye üzerinden girmesini sağlayacak 1 Mart 2003 tezkeresi de, (Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması için Hükümet’e yetki verilmesine ilişkin Başbakanlık Tezkeresi) TBMM’de çoğunluk tezkerenin geçmesinden yana oy kullandığı halde, yasal sayı bulunamadığından kabul edilmemişti.  Bu karar da benzer bir yapıdadır.


Nasıl ki, “tezkerenin” nitelikli çoğunluk sağlanamadığı için reddedilmiş olmasının sonuçlarına oy miktarlarının etkisi olmamışsa, AKP’nin kapatılmamış olmasının sonuçlarına da Mahkemenin 6 ya 5 oy veya 11 e sıfır oy ile karar almasının pek bir önemi olmayacaktır.


Yine hatırlanacaktır, 06 Eylül 1987 de siyasi yasakların kalkması için yapılan referandumda kıl payı çoğunluk sağlanabilmişti. Hatta 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in anlattığına göre, dönemin Başbakanı Turgut Özal, havaalanlarında ve gümrüklerde kullanılan ‘hayır’ oyları”nın referandum sonuçlarına katılmamasını sağlamış. Özal, “Eğer o oyları da katsaydık, evet’ler ile hayır’lar arasındaki binde 16’ya denk gelen 75 bin 66 oy farkının kapanacağını ve siyasi yasakların kaldırılamayacağı bilgisini vermiş. Eğer Özal, o ‘hayır’ oylarını da referandum sonuçlarına ekletseydi 1987’den sonra iktidara gelen Demirel, Erbakan, Baykal, Ecevit, Türkeş ile yüzlerce ünlü isim siyaset yapamayacaktı. Ecevit Başbakan, Demirel Cumhurbaşkanı olamayacaktı. Türkiye’nin siyasi ve belki de ekonomik tarihi başka bir şekilde tecelli edecekti.


Önceden belirli olan kurallar çerçevesinde yargılama sonuçlandığına göre herkesin saygı göstermesi veya en azından sonuca katlanması gerekir.


***********************************


Bir ay öncesine kadar ağırlıklı olarak beklenti 7 ye 4 kapatılsın kararı çıkması yönünde idi. Bu beklenti Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçiliş dönemi, bilinen dünya görüşleri ve önceki kararlardaki oylarının rengine göre yapılan tahmine dayanıyordu.


Son haftalarda ABD’de bazı önemli görevlerde bulunmuş kişiler ve daha sonra bazı yabancı finans kuruluşlarının kapatılmama kararının ağır bastığına dair açıklamaları dikkat çekti.


“Borsada bir süredir Ak Parti’nin kapatılmayacağına oynayan ve içeriye yüklü para sokan borsacılar tahmininde haklı çıktı. Yabancı kurum raporlarının da işaret ettiği gibi Ak Parti siyasi hayatına devam ederken, son bir ayda gerçekleşen yüzde 20’lik yükselişin beklentisi gerçekleşmiş oldu.”


Mahkeme üyelerinden 10 kişinin ne yönde oy kullanacağına dair tahminler genelde tuttu. Nihai kararı belirleyici olan bir üyenin oyunun rengini önceden kestirip, ekonomik ve siyasi yatırım yapanların bu becerisini nasıl değerlendirmek gerekiyor?


**********************************


“Ergenekon Davası”nın “Kapatma Davası”na karşı bir rövanş olduğu söylendi, yazıldı, çizildi. AKP kapatılmadığına göre “istikrar” adına, “demokrasi” adına, “Türkiye’nin itibarı” adına “olumlu” bir sonuca ulaşıldığına göre, “rövanş” konusu ortadan kalkacak mı?


Yoksa taraflar kozlarını yeni bir maçta ortaya koymak üzere muhafaza etmeyi mi tercih edecek?


Yani bir yanda Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmak” konusunda AKP’nin söz ve eylemlerini dosyalamaya devam edecek ve zamanı geldiğinde yeniden ortaya çıkaracak; diğer yanda “Ergenekon” davası içine, AKP karşıtı fikir ve eylemlerin odağı olan veya olabilecek kişiler dâhil edilerek “sindirme” operasyonu sürdürülecek mi?


Tarafların kılıçları kınına sokma konusunda istekli olduğunu gösteren işaret pek yok. Oysa bu davanın sonuçlanması güçlü bir muhalefeti de olan, demokrasinin kurallarının yerleştiği bir ülke olmak için, milli iradeyi temsil eden ve toplumun bütün kesimlerini kucaklayan bir iktidara kavuşmak için vesile olabilir.


Milletin bu arzusunu çok görmeyin. Yaklaşmak için lütfen herkes bir adım atsın.