23.8 C
Kocaeli
Pazartesi, Eylül 22, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1296

Ülke Güvenliği ve Özgürlük

0

2008 Pekin Olimpiyatları geride kaldı. Çin, hem sportif alanda, hem tanıtımda ve propagandada, hem de iktisadi bakımdan bu işten oldukça kârlı çıktı. Olimpiyatlar zaman zaman istismar edilmiştir. Soğuk Savaş dönemlerinden günümüze siyasi tesirler (meselâ 1980 Moskova Olimpiyatları), misyonerlik faaliyetleri (Barcelona Olimpiyatları) ön plâna çıkmıştır. Ancak, bu defa Çin pazarını ele geçirmek için uğraşan küresel sermaye kendini iyice hissettirdi. Küresel sermayeye yeni alan ve pazarlar açmak, önü açılmış milli devletlere karşı küreselleştirilmeyi pekiştirme, onları bastırma, bu Olimpiyatların dikkat çeken bir özelliğiydi.


Olimpiyatlara katılmak tabii ki önemlidir. Ancak, başarısız değil; başarılı olmak da gerekir. Türkiye’de basın ve yayın kuruluşları, demokrasinin gerektirdiği hürriyete sahip olmadıklarından bizim için hüsran olan sonuçları tartışmadılar bile. En fazla dalda ve sporcuyla katıldığımız bu Olimpiyatlarda toplam 8 madalya ile 37. olabildik. Çoğu yayın kuruluşu Türkiye’nin önüne geçmiş ülkeleri fark ettirmemeye çalıştı. Nedense ilk ona girenlerin dışındakileri öğrenemedik. Özelleştirmeler ve devletin elini ayağını spordan çekmesi, faydalı veya zararlı bazı destekçilere (sponsor) alan açılması ve federasyonların özerkleştirilmesi alınan sonuçlar karşısında tartışılmalıdır. Sporda izlenen politika Anayasamızın 59. Maddesine ters düşmektedir. Ancak, dışarıdan liberal ve sözde yeni bir Anayasa dayatıldığına göre; bu da önemli sayılmayabilir.


Spor kafilemizde dikkat ve ilgi dağılması (konsantrasyon bozukluğu) oldukça yüksek seviyedeydi. Halter ve bazı branşlarda “sıfır çekmeler” sıkça görüldü. Milli duygu ve hassasiyetin, mensubiyet şuurunun yıpratıldığı, milli kimliğini tartışan ve mutabakatsızlıkların kol gezdiği bir ülke spor dahil birçok alanda istenen sonucu alamaz. Çin rüyasında yeni ve çok farklı bir Dünyayı müşahade etmeye çalışan sporcularımız, rüya ve hayal âlemi ortamında sportif yarışmalara adeta yabancılaştılar; dikkatler dağıldı. Birçok sakat sporcunun Olimpiyata neden götürüldüğünü de anlayamadık. Madalyalarımızın çoğunu da son yıllarda vatandaş yaptığımız sporcular aldı.


Olimpiyatlar ve Avrupa Futbol Şampiyonası asıl yönelmemiz ve düşünmemiz gereken noktalardan bizi ayırmamalıdır. Türkiye’nin; milliyetçiliği önemsemeyen, milli menfaatlere sarılmayı, milli davaları kucaklamayı, küreselleşmeye ters gören zihniyet tarafından yönetildiği artık bir gerçektir. Geçenlerde bir haber dikkatlerden kaçmış olabilir. Buna göre; Almanya yabancı yatırımcıları sınırlamak için bazı düzenlemelere gidiyordu. Aynı işi Rusya Devlet eski başkanı Putin de başkanlık görevini bırakmadan önce yapmıştı. Putin, önemli bir karar alarak yabancıların Rusya’nın enerji, doğalgaz, iletişim gibi stratejik sektörlerine yatırım ve hatta araştırma yapmalarını engellemişti. Almanya da ülke güvenliği açısından önem taşıyan sektörlerdeki yabancı payını %25 ile sınırlamaya kararlıdır.


Ülke güvenliğini özgürlüklerin genişlemesine feda eden Türkiye’de ise; bunların tersi yapılıyor. Rusya ve Almanya sınır koyarken; biz sınırları kaldırmayı demokratikleşme ve çağdaşlaşma zannediyoruz. 1995 tarihli yasada yer alan “Özelleştirmelerde sadece Türk vatandaşları hak sahibi olur” ibaresini 2004 yılında değiştirdik. Limanların özelleştirilmesinde yabancı yatırımcı payının üst sınırı olan %49 da değiştirildi.  


Petrol zengini ülkelere ait trilyon dolarlık bağımsız fonların gittiği ülkelerde güvenlik bakımından sorun oluşturması, kara para aklaması karşısında tedbirler alınması OECD tarafından kabul edilmesine rağmen; cari açığı sıcak parayla karşılama gibi yanlış bir yol seçen Türkiye’de olmaması gerekenler oluyor. İktidar günü kurtarmakla uğraşıyor. Düşük kur, sıcak para, yüksek faiz ihracatı ve ülke ekonomisini perişan ediyor. Tüketim ve kredi kartı her şeyin önüne geçiyor. Sosyal sorunlar doğuyor. Yolsuzluklar hayat tarzı oluyor. Kimi vatanı için şehit olup genç yaşında vatan toprağına gömülüyor. Kimi ise; topraktan türlü oyunlarla ve desteklerle gökdelen gibi yükseliyor.       

Cer Hocası ve İncir Ağacı

0

Özellikle köy camilerinde eskiden kadrolu imam pek bulunamadığı için, “cer hocası” denilen bazı kişiler bu görevi yaparmış. Cer hocaları yaptıkları görev karşılığı maaş alamadıkları için köylülerin verdiği para veya erzakla geçimlerini sürdürürlermiş.


1960 lı yıllarda yaşanmış bir olayı aktarmak istiyorum. Gençlik yıllarında aldığı geleneksel eğitimle hocalık yapabilecek bilgilere sahip Ali Efendi, bırakın hocalık yapmayı zamanla yoldan çıkmış, kumar oynamak gibi bazı kötü alışkanlıklar edinmiş.


Zaman zaman kumarda kaybedince parasız kalan Ali Efendi para kazanabilmek için uzak köylere gider, cer hocalığı yaparmış. Bu alanda çok yetenekli olduğu için köylülerin cömert yardımlarına muhatap olurmuş.


Bir gün yine bu maksatla gittiği köy camiinde hutbeye çıktığı zaman bir de ne görsün? Cemaatin içinde onun nasıl bir hayat yaşadığını, kumar alışkanlığını ve yaşantısını bilen tanıdığı bir adam var. Ali Efendi’nin foyasının ortaya çıkması kesindir.


Ali Efendi hemen konuşmasına başlar: “Ey cemaat, siz incir ağacını bilir misiniz?” Cemaat başını sallayarak onaylar. “Bu incir ağacının bilirsiniz ki hiçbir yerinin hatta gölgesinin bile herhangi faydası yoktur. Çünkü reçine akıttığı için altında oturamazsınız.”


“İncir ağacının yaprağını düşünün. İncir yaprağını da ne yemek ne de başka bir maksatla kullanamazsınız. İncir ağacının dalları ve gövdesi de bir işe yaramaz. Bunlardan ne kereste olur, ne de yakacak odun.”


“Fakat kendisi hiçbir işe yaramayan bu ağaçtan öyle nefis, öyle leziz bir meyve çıkar ki, yemeye doyum olmaz. Bu meyve o kadar değerlidir ki, Kur’an-ı Kerim’de ismi zikredilmektedir.”


“Ey cemaat işte ben o incir ağacıyım.”


“Benim kendi özel hayatıma bakmayın, benim ilmime değer verin” mesajını veren bu veciz konuşmadan sonra, köylüler Ali Efendi’ye yine cömert yardımlarını yapmış. İlçeye cebi olarak dönen Ali Efendi, kendisini karşılayan kumar arkadaşlarıyla hemen masaya oturmuş ve bütün paraları kaybetmiş.


Çocukluğumda ilçemde yaşanmış bu hikâyeyi hatırlamama sebep, iktidar partisinde aktif siyasetin içinde yer alan bir dostumun söyledikleri:


“Türk insanı seçimlerde büyük bir heyecanla oy veriyor, seçimlere katılma oranı genelde yüksek oluyor. Ancak seçtiklerimizi denetleme gibi bir alışkanlığımız yok. Oysa ister hükümet, ister belediye yönetimleri bizim günlük hayatımızı ve geleceğimizi ilgilendiren o kadar önemli ve kritik kararlar alıyorlar, bizim paramızı, bizim kaynaklarımızı harcıyorlar, çoğu zaman yapılan olumsuzlukların farkına bile varmıyoruz.”


Toplum menfaatini en üst düzeyde koruması için görev verdiklerimizden bazıları, bulundukları makamların imkânlarını kendilerinin ve yakın çevrelerinin güç ve zenginlik kazanması için kullanıyorlar.


Hatta “kendi şahsi menfaatlerini yabancıların menfaatleri ile birleştirenler” bile olabiliyor.


Daha da esef verici olanı, emanete hıyanet içinde olanlardan bazılarının ağzı iyi laf yapıyor, bizim hassas noktalarımızı çok iyi kullanıyor. Bizleri tekrar tekrar kandırabiliyor.


Yoldan çıkmış Ali Efendiler günümüzde de yaşamaya devam ediyor.


Vatandaş olarak bize düşen, kamu imkânlarını emanet ettiğimiz insanları denetlemek, yoldan çıkmış Ali Efendilere itibar etmemek.

Günümüzde Din ve Siyaset İlişkisi

0

Din ile siyasetin ilişkisi tarih boyunca karmaşık bir yapı olagelmiştir. Özellikle son iki-üç yüzyıl din ve siyasetin konumunun ve birbiri ile olan bağının nasıl olması gerektiği tartışmalarının yoğun biçimde yaşandığı ve günümüze de büyük oranda etkisi olan bir dönemi ifade etmektedir.


Günümüzde din ve siyasetin ilişkisini tartışırken tartışmanın ağırlıklı olarak dinin siyasete etkisi doğrultusunda yapıldığını ve tartışmaların dinin siyasete müdahale etmemesi gerekliliği üzerinde yoğunlaştığını görüyoruz.


Ancak özellikle ülkemizi göz önüne aldığımızda bugün din siyaset ilişkisinde gözden kaçırılan bir nokta olduğunu düşünüyorum: Siyaset dine ve dini anlayışa daha fazla ve tehlikeli biçimde tesir etmektedir.


Nasıl mı?


Gelin beraber düşünelim:


Türkiye’de son birkaç yıldır tartışılan “ılımlı İslam” sözcüğü aslında siyasetin dinden beklentisini ifade etmiyor mu? Buna göre kapitalizmin Hıristiyanlıktan aldığı cevabın yani Protestanlığın benzeri bir cevap İslam’dan da beklenmiyor mu?


Yine din temelli olarak ortaya çıkan şiddetin altında yatan gerçek neden siyasi hesap ve dinin bunlara göre yorumlanması değil midir? Mesela daha yaklaşık bir ay önce ABD konsolosluğuna yapılan saldırıda saldırganların dini yaklaşım ve temellendirmeleri siyasi bir yaklaşımı ifade etmiyor mu?


Aynı şekilde Türkiye’ye baktığımızda dinen açıkça yanlış uygulamalar yapan bazı siyasilerin “kendi siyasi görüşlerinden” olduğu gerekçesiyle bazı dindar muhafazakarlar tarafından eleştirilmekten dahi uzak tutulmaları siyasi bir tutum değil midir? Benzer yanlışlar başka siyasi görüşteki insanlar tarafından yapıldığında yapanların şiddetli eleştiri ve muhalefete maruz kalmaları dine siyaseten bakmanın göstergesi değil midir?


Bahsettiğimiz örnekler çoğaltılabilir.


Şüphesiz dine uygun hareket etmiş olmak veya olmamak siyasi tutum ve tavra göre değil dinin prensiplerinden yola çıkarak anlaşılabilir. Ancak örneklerde de görüldüğü üzere dinen neyin doğru neyin yanlış olduğu günümüzde siyasi akımların yönlendirmelerinden ciddi oranda etkilenmektedir.


Bunun en tehlikeli neticesi ise siyaset üzerinden insanların iman ve inançlarının tartılmaya ve Müslümanlıklarının sorgulanmaya başlanmasıdır ki bu yaklaşım toplum olarak bizi birbirimize bağlayan değerlerin birleştiriciliğini kaybetmesine yol açmaktadır. Bunun tabii sonucu ise aynı kültür içinde dahi sosyal parçalanmaların ve çatışmaların daha derin yaşanmasıdır.


Nitekim dini temel alan çatışmalar hem daha sert hem de daha kalıcı olmaktadır ki tarih bunun örnekleriyle doludur. Zira “sonsuz hayatı kazanma” ümidi, insanların akla hayale gelmeyecek şeyleri yapabilmeleri için önemli bir motivasyon unsurudur ve bu motivasyon yanlışa yönlendirildiğinde ne dine ne de insanlığa sığan fiillerin ortaya çıkması kaçınılmazdır.


Dolayısıyla siyasilerin ve ilim adamlarının meseleyi basmakalıp söylemlerle ele almaktan uzak durmak suretiyle konuya sağduyu ile yaklaşıp problemleri işbirliği içinde değerlendirmeleri ve çözüme yönelik projeler geliştirmeleri zorunluluk haline gelmiştir. Kendini tekrar etmekten öteye gidemeyen tartışmaların meseleye çözüm getirmek şöyle dursun, ayrışma ve çatışmayı tetiklediği ve çözüm için gerekli işbirliği zeminini ortadan kaldırdığını senelerdir yeterince tecrübe etmiş bulunuyoruz!


Dünyada da din – siyaset ilişkisi dahilinde benzer sıkıntıların yaşanması ise bahsettiğimiz etkinin hızla yayılması anlamına geldiği için geç kalınması halinde yanlış yönlendirmelerin kurbanı bu kez toplumun geneli olacaktır.


Bu yüzden meselenin kaynağı değil çözümü olması gerekenlere soruyorum: Bu bedele değer mi?

Değişim Mühendisliği

0

Çağımızda her şey o kadar hızlı yaşanıyor ki, bu hızlı akışa ayak uydurabilmek için sürekli bir değişim içinde olmak gerekiyor. Değişim Mühendisliği kavramı, 1993 yılında Michael Hammer ve James Champy tarafından, Türkçe’ye 1994’de “Değişim Mühendisliği, İş İdaresinde Devrim İçin Bir Manifesto” adıyla çevrilen “Reengineering The Corporation” isimli kitaplarında ortaya atılmıştır.


Değişim Mühendisliği kısaca tanım olarak maliyet, kalite, hizmet ve hız gibi çağımızın en önemli performans ölçülerinde çarpıcı gelişmeler yapmak amacıyla iş süreçlerinin temelden yeniden düşünülmesi ve radikal bir şekilde yeniden tasarlanmasıdır.


Değişim Mühendisliğinde anahtar sözcüğümüz: Yaptığımız işleri neden yapıyoruz? Ve neden bu şekilde yapıyoruz?


Değişim Mühendisliğinde önce şirketin ne yapması gerektiği belirlenir, sonra da bunu nasıl yapması gerektiği. Değişim Mühendisliğinde emin olunan hiç bir şey yoktur. Var olanlar göz ardı edilir ve ne olması gerektiği araştırılır.


İkinci önemli anahtar sözcük radikaldir. Mevcut olanla oyalanıp yapay değişiklikler yapmak değil, eskiyi tamamen fırlatıp atmak demektir. Değişim Mühendisliği işin yeniden icat edilmesi demektir; İşin geliştirilmesi, iyileştirilmesi ya da değiştirilmesi değil.


Üçüncü anahtar sözcük çarpıcıdır. Değişim Mühendisliği performansta önemli sıçramalar gerçekleştirmek demektir. Eğer bir şirket olması gerekenden % 10 geriyse, değişim mühendisliğine ihtiyaç yoktur. Değişim Mühendisliği ancak, büyük bir patlamaya gereksinim duyulduğunda uygulanmalıdır.


Dördüncü anahtar sözcük süreç odaklı olmaktır. Süreçlerin temelden yeniden inşasını gerektirir.


3 tür şirketin değişim mühendisliğine başvurduğu görülmektedir.
a) Başı ciddi boyutlarda belada olan şirketler.
b) Başı henüz derde girmemiş ama yöneticileri, yaklaşan belayı fark edecek kadar ileri görüşlü olan şirketler.
c) Doruk noktasında olan şirketler. ( Bu şirketlerin sorunları yoktur. Rakiplerine karşı üstünlüklerini arttırmak için uygularlar.)


Bazen bu üç tür şirket arasındaki ayırımı şöyle açıklanabilir: Birinci kategorideki şirketler çaresiz durumdadır; duvara çarpmış ve yaralanıp yere düşmüşlerdir.


İkinci kategoridekiler yüksek hızla yol almaktadırlar; ama farları hızla onlara yaklaşan bir şeyi aydınlatır. Bu bir duvar mıdır acaba?


Üçüncü kategoridekiler ise güneşli bir günde arabayla gezintiye çıkmışlardır; görünürde hiçbir engel yoktur ve şöyle düşünürler: “ Durup diğerlerinin çarpacağı bir duvar yapmak için ne kadar uygun bir zaman!”


Değişim  Mühendisliği  Aktörleri


Lider: Değişim Mühendisliği çalışmasını onaylayan ve motive eden üst düzey yöneticidir.


Süreç sahibi: Belirli bir sürecin ve sürece uygulanan değişim mühendisliği çalışmasının sorumluluğunu taşıyan yöneticidir.


Değişim Mühendisliği Ekibi: Belirli bir sürece değişim mühendisliğinin uygulanmasıyla görevlendirilen, bu sürece teşhis koyan, yeniden tasarlanmasını ve uygulanmasını yöneten bireyler grubudur.


Değişim Mühendisliği ekibi 5 – 10 kişi arasında, içeridekiler ve dışarıdakiler olmak üzere küçük gruplardan oluşur.  İçeridekiler, sürecin içerisinde bir süre yer almıştır. Ama çok uzun süre değil. Paradigmaları oluşmaması için istekli, bir süre o bölümde çalışmış, süreci bilen, gelecek vadeden, sözüne güvenilir lider nitelikli kişiler içeridekileri oluşturur. Dışarıdakiler ise, sürecin dışındandır. Hiç değişim mühendisliği uygulamamış şirketlerde şirket dışından da olabilir. Yaratıcı, hızlı düşünebilen, iletişimi güçlü, iyi dinleyici olan süreç odaklı genellikle mühendis kökenli kişiler tercih edilir. İçeridekiler ve dışarıdakilerin bir süreçte (5 – 10 kişi arasında) sayılarının oranları genellikle içeridekiler 3 ya da 2 ise, dışarıdakiler 1 dir.


Bu nedenle dışarıdakiler genellikle pek anlaşamaz. Ama hiç çekişme ya da çelişki çıkmıyorsa üretici olunamadığını gösterir. Aralarından birisini lider seçerler ya da genellikle süreç sahibi atar. Bu kişi uzlaştırıcı, toplantıları ayarlayan, gündemi belirleyen onlardan farkı olmayan birisidir.


İçeridekiler peki bu işe ne kadar zaman ayıracak? % 75 zamanından az olmamalıdır ki kendisini verebilsin. Asıl istenen % 100 zamanını değişim mühendisliğine verebilmesidir. Yani içeridekiler organizasyona girdiği zaman, mevcut yaptığı işi bırakır. İş bitince de yeni süreçte(yaptıkları, ortaya çıkardıkları) görev alır.


İdare Komitesi: Üst düzey yöneticilerden oluşan, şirketin genel değişim mühendisliği stratejisini geliştiren ve stratejinin ilerlemesini izleyen ilke üretme mekanizmasıdır. Projenin kapsamını aşan konularda ya da kaynak tahsisinde ekibin kendi başlarına çözemeyecekleri sorunlarda devreye girer.


Değişim Mühendisliği Çarı: Şirket içinde değişim mühendisliği teknikleri ile araçlarını geliştirmekten ve şirketin ayrı değişim mühendisliği projelerinin birbirlerini güçlendirmelerini sağlamaktan sorumlu bireydir. Lidere rapor verir. Süreç sahibi ile ekibi destekler ayrıca faaliyetlerini koordine eder. Lider üst yönetici olduğu için fazla vakit ayıramaz. Bilgileri Çar’dan alır. Çar tüm şirketteki değişim mühendisliği faaliyetlerinden sorumludur. Yani ekip oluşturulacaksa yardımcı olabilir( içeridekiler ve dışarıdakiler )


İdeal bir ortamda bu roller arasındaki ilişki şöyledir: Lider, süreç sahibini atar; Süreç sahibi, çarın desteği ve idare komitesinin nezaretiyle değişim mühendisliğini uygulayacak bir değişim mühendisliği ekibi oluşturur.


Liderin işi değişim mühendisliğinin büyük çapta uygulanmasıyla, süreç sahibinin işi değişim mühendisliğinin de küçük çapta, yani her bir süreç seviyesinde uygulanmasını sağlamaktır.


Değişim Mühendisliğinin uygulanması esnasında elbette değişime karşı direnişle karşılaşılacaktır.  Özellikle; İşi kaybetme, Yeni İşi Yapamama, Mevcut Çalışma Grubunu Kaybetme, Otorite Kaybı, Belirsiz Gelecek gibi korkuları çalışanların olacaktır. Karşılaşılabilecek direnişe karşı; Bilgileri Paylaşmak, Samimiyet, Tepe Yönetiminin Desteği, Belirlenmiş Kurallara Uymak çok önemlidir. 


Buraya kadar Değişim Mühendisliği nedir? Neden Uygulanmalıdır? Nasıl ve Kimler tarafından uygulanır? Kısaca aktarmaya çalıştım. Umarım başarılı olmuşumdur.


Gelecekte var olabilmek değişimi doğru yakalamak ve eğilimleri, rakiplerden daha önce ve daha iyi anlamayı gerektirir.


Saygılarımla.

Hukukun Devşirilmesi

0

TRT’miz her cumartesi “Sayısal Gece” Programı ve çekilişi dolayısıyla yurdumuzun bir çok köşesini tanıtıyor. İyi, kötü, yeterli veya yetersiz bilgiler veriliyor. Herkes çapına göre iş ve program yapar. Kimseden fazla bir şey beklemeye de hakkımız yoktur. Geçen hafta bu program Trabzon’dan verildi. Trabzon’la ilgili yeterli bilgi toplanmadan göstermelik bir iki çekimle iş idare edilmeye çalışılmış. Bu türlü tanıtım programlarında nedense son yıllarda görüntüye önce kilise geliyor. Bu programda da böyle oldu.


Dışarıya hoş görünebilmek için imar yasalarını da değiştirip kilise evlerin açılmalarını kolaylaştırdık. Bu konuda bir öğretim üyesi milletvekilimiz farklı dinler için okullarda ibadethane açılmasını da bir yasa teklifi haline getirmişti. Ancak teklifi geri çekmek zorunda kaldı. Aslında bu teklifle mescit değil; o görüntü altında okullarda kiliseciklerin açılması esas alınıyordu. Oysa, dini azınlıkların kendi okullarında bu zaten çoktan çözülmüştür. Çokkültürlülük dayatmalarına uyarak yapay sorunlar yaratmak ve bunlara yapay çözümler bulmak son yıllarda çoğaldı.


Öte taraftan Kafkasların Balkanlaştırılma süreci işletiliyor. Amerikan ve Rus çıkarları çatışıyor, Gürcü halkı bunun bedelini ödüyor. Turuncu devrimle beraber Soros yönetiminde siyaset biçimlendirilirse ve ABD temsilcileri iktidara getirilirse sonuç, başka ülkelerde de bundan faklı olmaz. Milli ve haysiyetli duruşa saygılı olmayan güdümlü dış politikalar kalıcı olamaz ve ergeç iflas eder. ABD’ye bu ölçüde bağımlı iç ve dış politika Gürcistan’ı Rusya’nın müdahalesine imkan sağlamıştır. Brüksel veya Washington’dan medet umanlar, oraların şefaatine sığınanlar bu olaylardan ders çıkarmalıdır. Kafkasların iyiden iyiye amerikanlaştırılmasına Rusya’nın direneceği ve karşı çıkacağı belliydi. Ancak, milli menfaatlerinden çok; küresel çıkarlara hizmet edenler bunun farkına varamazlar.


Biz burada asıl Türkiye’yi buhran ve bunalımlara sürükleyecek devşirme ve ısmarlama hukuk sistemi tehlikesinden bahsedeceğiz. Bir ülke kendi bünyesinden, organik gelişmesinden habersiz olarak veya onu hesaba katmadan devşirme ve ithal hukuk sistemleriyle hiçbir yere gidemez. Böyle çarpık ve sosyal bilimlerle ters düşen bir anlayışla sosyal düzen korunamaz, siyasi ve iktisadi istikrar, huzur ve barış sağlanamaz.  


Hukuk, hukuk için değil; toplum içindir. Hukuk, toplumun işlerliğini sağlayan, fonksiyonel, değer taşıyan bir sosyal müessesedir; soyut bir takım yasa ve yönetmelik kalabalığı değil…Toplum ve devlet gerçeği olmadan ne iktisadi faaliyetlere ihtiyaç doğar; ne de hukuka ve mevzuata… Devletsiz hukuk da olmaz. Siyasi ve sosyolojik anlamda bir devlet oluşmadan hukuka ihtiyaç olmaz. Son yıllarda ise, devletsiz ve devlet düşmanlığına dayalı sözde bir hukuk anlayışı gündeme getirilmektedir. Daha doğrusu dışardan tavsiye edilmektedir. Toplumu ve devleti değil; ferdi esas almak, güvenliği değil; sadece özgürlüğü öne çıkarmak, toplumsuz, devletsiz sözde bağımsız fert anlayışına saplanmak önemli bir çelişkidir. Hiçbir ciddi devlet bunlardan birini kutsallaştırmaz; ama aralarında anlamlı denge kurar.


Gerçek hukukçu sosyal gerçekleri hesaba katan, soyut bir takım yasalar yığını altında ezilmeyen sorunlara itibari bakabilen, ülke gerçeklerini hesap edebilen kişidir. Bundan dolayı evrensel hukukun çerçevesinin çizilmiş olması milli hukuk arayışını engellemez, özellikle terör konusunda…


Hukuki metinler ve iddianameler de sayfa sayısının çokluğuna göre değil; muhtevasına göre değerlendirilir. Bir iddianame ilgili ilgisiz bulunan her şeyi kapsamak zorunda değildir. İddia ile bağlantılı olmayan konular iddianamelere girmez. İddianameler objektif belgelerdir. Devletin gizli belgeleri deşifre edilemez. Hukukçu ulusal sorumluluktan pay kapabilmelidir. Bütün ciddi devletlerde bu böyledir. Siyasi beklentiler uğruna olmadık raporlar pazara çıkarılamaz. İddianamelerde gereksiz özel hayatla ilgili konular ancak magazin basına malzeme olabilir. Dinlenen ve bulunan her şeyi hukukçu belge sayamaz. Bu anlayışla bir doktora tezi hazırladığınız taktirde, o tez binlerce sayfa tutabilir; ancak organik bir bütün olmadığı için geçmez.  


Son yıllarda hukuk sistemimizi dış dayatma ve telkinlerle yaz boz tahtasına çevirdik. Bilhassa ceza hukuku ve anayasada bunun sancılarını yaşıyoruz. İleride daha da büyüyen sorunlarla karşılaşabiliriz.

İbret Almak

0

Gazeteler, 17 Ağustos 1999’da yaşanan Büyük Marmara Depremi’nden hiç ders çıkarmadığımızı, ibret almadığımızı yazıyor. On binlerce insanın hayatını kaybettiği bu depreme rağmen insanlar yine yüksek katlı binalar yapıyor, sağlam olmayan binalarda oturuyorlarmış. Güçlendirilmesi gereken binalar güçlendirilmeden ikamete açılmış. Yeni yapılan binaların zeminlerine, statiklerine yeterince dikkat edilmiyormuş. Yine gazetelerin bir başka haberine göre, Gebze’deki tersane işçilerinin iş kazalarında son zamanlarda artış olmuş, işveren işçiye değer vermiyor ve onları kobay gibi kullanıyormuş. Ölümle sonuçlanan kazaların artması, çalışanlara değer verilmeyişinin sonucuymuş. İşverenlerin tamahkârlığından kaynaklandığı iddia edilen kazaların arkası kesilmediği için hükümet, burada gemi inşa eden tersaneleri kapatacakmış.


Bu ve buna benzer haberleri veren gazeteler veya bunlarla ilgili yorum yazan gazeteciler, yazılarının sonunu “Bizden adam olmaz; yaşadıklarımızdan ibret almıyoruz.”  diye bitiriyorlar.


Kendi çapımızda da yaşadıklarımızdan ibret almadığımız durumlara sık sık şahit oluruz. Daha önce aynı sebepten hastalanmamıza rağmen soğuk şeyler yer, soğukta ince giyiniriz. Ceza aldığımız, kaza yaptığımız halde otomobili hızlı kullanır ya da kırmızı ışıkta geçeriz. Belki de otomobilde emniyet kemerini takmayız. Çok yemek yemenin sağlığımıza zarar verdiğini biliriz; ama yemek iştahımızı frenleyemeyiz. Bir konuda tartışma yapmanın bir yarar sağlamayacağını hem biliriz hem başkalarına anlatırız; buna rağmen, yenilen pehlivan güreşe doymaz misali, insanlarla tartışırız. Gustave Droz’un dediği gibi, “Verilmesi en kolay şey, nasihat; alınması en güç şey ibrettir.” Bernard Shaw da  “Tecrübelerimizle biliyoruz ki, kimse tecrübelerinden ders almıyor.” cümlesiyle aynı iddiayı destekliyor.


İbret almak, yaşananlardan ders çıkarmak; ön yargısız davranan, akıllı olan, çıkarlarının esiri olmayan insanların işidir. Tekrarlanan olumsuzlukların; sabırsızlıktan, çıkar tutkusundan kaynaklandığını, istersek, kolayca görebiliriz. Bunun için öncelikle kendimize sonra çevremize karşı dürüst olmak zorundayız.


Hz. Ali, “Başkalarının acılarından, geçmiş felaketlerinden ders alanlar, gerçekten mutlu kimselerdir.” der. Hz. Ömer de  “Olmamış şeyleri soracağına olmuşlardan ibret al.” önerisinde bulunur. Mevlana akıllı insanın “çekilen beladan, dostlarının ölümünden ibret aldığını” söyler. Sadi Şirazi, “Kuş başka bir kuşu tuzağa düşmüş görünce taneye yaklaşmaz, sen, başkalarının başına gelen hatalardan ibret al ki başkaları senden ibret almasın.” diye uyarır. Sokrat ise “Senden önce gelenlerden ibret al; ama senden sonra gelenlere ibret olma.” diyerek ibret almasını bilmeyenlerin, ibretlik duruma düşeceklerini söyler.


Teknolojik oluşumlar ve ilerlemeler için doğanın düzeninden, canlıların yaşantısından esinlenmekte başarılıyız. Uçak teknolojisinde kuşlardan, gemi teknolojisinde balıklardan, makinelerin işleyişinde iskelet yapımızdan yüksünmeden yararlanıyoruz. Esinlenme oranında ibret alma yeteneğimizi kullanabilseydik yükselen teknolojiyle birlikte, özel ve genel yaşamımızda yaptığımız hatalar da azalacaktı. Ancak, bunun böyle olmadığını, yaşamımızın, almadığımız dersler yüzünden çekilmez hale geldiğini, bu nedenle hayatı kendimize zindan ettiğimizi rahatlıkla söyleyebiliriz. Esinlenmeyi içimize sindirdiğimiz kadar ibret almayı da bilmeliyiz. Bunu bir kişilik noksanlığı kabul etmemeliyiz. İbret almaya engel olan tutkularımızı ıslah etmek zorundayız. Bu, bir eğitim işidir. Bunda, yaşanan çevrenin kültürel değerlerinin etkisi inkâr edilemez.


Normal insan kendi tecrübelerini kullanırmış, akıllı başkalarınınkini de… Ancak aptallar ikinci ayaklarını kullanırmış suyun derinliğini anlamak için. Bizim, farkımız olmalı diğerlerinden. Yoksa M. Akif gibi çok hayıflanırız:


Geçmişten hisse kaparmış insan, ne masal şey!


Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?


Tarihi “tekerrürdür” diye tarif ederler;


Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?

Enerji Savaşları

0

Dünyada yaşanan olaylar gösteriyor ki önümüzdeki seneler daha önce birçok bilim adamının açıkladığı gibi enerji ve su, savaşlara neden olacaktır. Şu an için öncelikli mücadele enerji hatlarında meydana gelmektedir.


Vizyonu olan her devlet gelecekte mücadele edilecek konulara karşı önceden kendini garantiye alacak bir plan yapar ve bunu uygular. Nitekim dünya siyasetini şekillendirme hakkının önceliğini kendinde gören ABD, ileride yaşanacak enerji kaynaklarına hakim olma savaşlarına karşı Büyük Ortadoğu Projesi adında bir plan hazırlamış ve bunu aşama aşama uygulamaya başlamıştır.


Bu projenin ilk ayağı olan Irak ve Afganistan’a ABD birebir müdahale etmiş fakat her ikisinde de çamura saplanınca bu sefer kendi yerine adamlarını kullanarak müdahale ettirme yoluna gitmiştir.


Geçtiğimiz günlerde yaşanan Gürcistan-Rusya savaşında da esas neden yukarıda bahsettiğim enerji hatlarında hakimiyet kurmak olup aslında mücadelede Rusya ve ABD arasında olmaktadır.


Hatırlarsanız geçtiğimiz senelerde Soros,  Gürcistan ve Ukrayna’da dernekleri vasıtasıyla para aktarımı yapmış sonuçta her iki ülkedeki hükümeti değiştirmiştir. Turuncu devrim gibi isimlerle adlandırılan operasyonlar sonucunda her iki ülkeye ABD yanlısı başkanlar seçtirilmiştir. Mesela şu anki Gürcistan devlet başkanın eşi ABD’li kendisi de ABD vatandaşıdır.


Dolayısıyla ABD’nin Kafkaslarda yaptığı bu müdahaleler en başta Rusya’nın kurulduğundan beri muhafaza ettiği tarihi politikalarına terstir.


Özellikle Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya üyeliği de söz konusu olursa Rusya’nın Karadeniz hakimiyeti ABD’ne geçecektir. Pek tabiidir ki bu durum Rusya’yı bölgede varlığını korumak için birebir mücadele etmeye sevketmektedir.


İşte geçtiğimiz günlerde yaşanan savaşın arka planı burada yatmaktadır.  ABD teşvikiyle Gürcistan’ın Kuzey Osetya’ya saldırması Rusya için ABD ve yandaşlarına karşı bir gözdağı verme fırsatı doğurmuştur.


Kafkasya enerji yataklarının hakimiyetinin kendinde olduğunu vurgulayan Rusya’nın müdahalesinin sonuçlarını hep birlikte göreceğiz.


Kanaatimce ileride ABD’nin Kafkaslarda yapmak istediği projelerle Rusya’nın güçlenmesini engellemek istemesi, Afganistan’ı işgali ile Çin’i kontrol altıda tutmak istemesi, İran’ı açıkça tehdit etmesi, bu üç ülkenin bir blok oluşturarak ABD’ye karşı savaşma ihtimalini de güçlendirmektedir.


Değerli okuyucular, önümüzdeki günler dünya siyasetinde çok sıcak gelişmelerin olacağını göstermektedir. Dikkat edilirse yaşanan olaylar ülkemizi birebir ilgilendiren bölgelerde meydana gelmektedir.


Ülkemizin bu sıcak ortamda ince bir siyaset gütmesi gerekirken Sayın Turgut Özakman’nın dediği gibi ülkemizde “cehaletin saltanat sürdüğü bir ortamın” var olması bizlerin endişelenmesi gereken esas konuyu teşkil etmektedir.
İyi haftalar!…  

İnanç ve İdeolojiler İnsan Tabiatına Uygun Olmak Zorunda…

0

“1980li yıllardan itibaren İslami çizgideki hanımların bir kısmına ikinci eş olmanın fazileti anlatılıyordu. Yani evli ve hali vakti yerinde bir adamın ikinci eşi olmak bir nevi zühd ve takva sebebi olarak gösterilmekteydi.  Bu sebeple birçok kadın ikinci eş olarak evlenmiş, hatta bazı evli kadınlar da kocalarına ‘uygun’ bir ikinci eş bularak onların tekrar evlenmelerini sağlamışlardı. Ancak bu kadınlardan hiçbiri evliliklerini mutlu bir şekilde sürdüremediler.”


“Bu dönemde İslami çizgideki kadınlara sokakta görünmez olmaları, bu mümkün değilse kendini çirkinleştirmeleri tavsiye ediliyordu.”
(“Zühd, nefsin arzu ve isteklerini denetim altına almak, başkasını kendisine tercih etmek ve imkân olduğu halde nefsi terbiye etmek amacıyla helal olan şeylerden bile vazgeçebilmek demektir. Takva ise, kişinin ahirette azap ve cezaya neden olabilecek her türlü şeyden kendisini titizlikle koruması, günahlardan kaçınıp iyi ve faydalı iş/ eylemleri yapmasıdır.”)


Bu sözleri Kanal7 nin diğer TV kanalı Ülke TV’de geçen hafta içinde yayınlanan bir programda dinledim. Programı sunan Ahmet Murat, program konuğu başörtülü bir hanım yazarla 1980 ve 90 lı yıllarda İslamcı çizgideki hanımların yaşadığı sosyal değişim üzerine sohbet ediyordu. Bu hanım yazarın çevresindeki gözlemlerine dayanarak verdiği örnekler ve vardığı yukarıdaki sonuç ilginçti ve benim münferit olduğunu düşündüğüm gözlemlerimle de örtüşüyordu. Anlaşılan bahsi geçen çevrede sosyal bir nitelik kazanacak kadar yaygınmış.
İnsan yaratılışına aykırı bir yorumun İslam adına benimsetilmesinin çok sayıda insanımızı mutsuz ettiği, birçok ailenin yıkılmasına yol açtığı anlaşılıyor. (Diğer yandan, özel durumlarda verilen bir ruhsatın fazilet olarak yorumlanması doğru da değildir.)


Bu olay bana, Fethullah Gülen’in “Başörtüsü dinin füruata ait bir meselesidir” sözü üzerine yaratılan tartışmaları hatırlattı.


Fethullah Gülen Cemaati’nin önde gelen ismi, Gülen’in onursal başkanı olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın Mütevelli Heyeti Başkanı ve Zaman gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce bu sözün anlamını daha da açan şu açıklamaları yapmıştı:


Dinin özünü anlama sürecine girdik. Biz Anadolu Müslümanlığı diyoruz. Bizim milletimizin Müslümanlık yorumu demek bu. Anadolu Müslümanlığı İslam’ın yumuşak yüzüdür.. Bizim kadınlarımızı da hayatın içinde daha çok göreceksiniz. Biz AB’yle demokratikleşmeyi savunuyoruz. Bu demokratikleşme, kadının görünür olmasını bize kabul ettirecek..”


Oysa aynı söz hakkında, Fethullah Gülen’in 25 yıl boyunca başyaverliğini ve kuryeliğini yaptığını belirten, ancak cemaatle yollarını ayıran Nurettin Veren’in yorumu farklıydı. “30 sene cemaatin ilk giren üyelerine bile, 3 yaşındaki kız çocuklarından, 80 yaşındaki yaşlı kadınlarına, evin içinde dahi örtünmelerini, dışarı çıktıklarında mutlaka yüzlerine peçe örtüp ellerine eldiven takmalarını, topuklarına kadar pardesü veya çarşaf ile örtünmelerini emrederken, başörtüsünün füruat (teferruat) olduğunu bilmiyor muydu? Acaba 30 sene evvel bunları cemaatine emreden Gülen, o zaman mı Kur’an’ ı tersten okuyordu ya da ABD’ ye yerleştikten sonra mı tersten okuyor?”


Gerçekten cemaat içindeki erkeklerin eşi olan birçok kadın eskiden başörtülüydü ve tesettür konusunda ciddi baskı altındaydı. Bugün bu kadınların çoğu tesettürden uzaklaşmış durumda. Bu tür ailelerde yaşanan psikolojik travmalar da ciddi boyuttadır.


İslami çizgideki sosyal kesimlerde yaşanan bu değişimi, “Kur’an’ ı tersten okumakla” izah etmenin doğru olmadığını düşünüyorum. Ayrıca bu çevrelerin yaptığı özeleştiriyi ve yaşadığı değişimi değerli buluyorum.


Bu kesimler dar cemaat kalıplarından Türkiye’nin bütün kesimleriyle diyalog kurmalarını gerektiren çok boyutlu ilişkilere girmek zorunda kaldılar. Bir yandan siyasi iktidar gücüne, diğer yandan çok büyük ekonomik güce ulaştılar. Bu güçleri devam ettirmek bütün sosyal kesimlere açılmayı gerekli kılmakta.


Bu durumda “toplumsal gerçeklerin farkına varmaları” ve dar cemaat kalıpları içinde yorumladıkları din kurallarının dar yorumlarının dinin özünü tam olarak yansıtmadığını görmeleri söz konusu. Çünkü İslam “insanlık var oldukça hükümlerini sürdürecek bir din olduğu” halde, kendi yorumları bırakın yarını, bugünün ihtiyaçlarını bile karşılamamakta, toplumsal katmanlar arasında barış yerine çatışma unsuru haline gelebilmekteydi.


Doğru olan “kadınlarımızın daha çok hayatın içinde olmasıdır.”


Bunu sağlamak için, dinin ve sosyal kuralların doğru ve insan yaratılışına uygun yorumlanması şarttır. Kadınlarımız hem edepli, hem de güzel ve bakımlı olarak sosyal hayatın içinde olmak istiyor. Tesettürlü hanımlar bile şık ve güzel görünmeyi arzu ediyorlar.


Tesettürlü olarak bu hayatın içinde olanlara engel olmak ta, başörtülü olmadan da edepli ve ahlaklı bir şekilde sosyal hayatı yaşayanları suçlamak ta yanlıştır.


“Ahlak, namus, fazilet” gibi kavramlar kapsamında suçlanan ve kısıtlanan kadınlarımız, aslında mağduru oldukları vakaların faili olan erkekler tarafından, iki kere haksızlığa maruz bırakılmaktadır. Sosyal hayatın içinde yer alan kadınlarımızın namus ve ahlakını korumak için öncelikle erkekleri suç işlemekten caydırıcı tedbirleri almak gereklidir.

17 Ağustos 1999 Unutturmayalım mı? Bir Daha Yaşatmayalım mı?

17 Ağustos 1999 da son 1000 yılın en kapsamlı depremini yaşadığımız bölgemizde her yıl etkinlikler yaparız. Afetle alakalı veya değil her sivil toplum örgütü kendine özel bir şekilde ya etkinlik yapar, yada bir etkinliğin içinde olur. Slogan aynıdır.


“Depremi unutmadık. Unutturmayacağız.”


Gerçekten acılı insanların acılarını tazelemekte mahiriz. Mikrofonlara sarılarak göz yaşı akıtıcı konuşmalar yapmakta mahiriz. Televizyonlara, radyolara, gazetelere demeçler vermekte mahiriz. O gün geçti mi iş bitti. Gerek siyasetçiler, gerekse bürokratlar işlerini bitirmişlerdir.


Acılı ailelerin acıları kaşınmış, sırtları sıvazlanmış, içli konuşmalar yapılmış, bir dahaki seneye kadar bu konu kapanmıştır.


Dünde, evvelki günde bunları yaptık.


Değerli okurlarım.


Yollarda yürümekle, meydanlarda toplanmakla, demeçler vererek boy göstermekle afet olgusunun halledildiğini düşünüyormusunuz?. Eminim düşünmüyorsunuz.


Şimdiye kadar Kocaeli genelinde afet konusunda somut bir adım atıldığına inanıyormusunuz? Eminim inanmıyorsunuz.


Ben Kızılay İzmit şube başkanı olarak Afet deposu konusunda somut bir adım atıp, belli noktaya geldiğim halde, afet depomu gerçekleştirebildim mi? Hayır.


Bu gün İstanbul da bir deprem olsa ben Kocaeli de  çuvallarmıyım? Evet.


Şahane bir tıp merkezi işletiyormuşuz. Günde 500-600 hastaya kaliteli bir hizmet sunuyormuşuz. Elde edilen gelirle bir çok kişiye yardım ediyormuşuz. Çok çalışıyormuşuz. Herkes memnunmuş. Bunun o zaman manası olurmu? Hayır.


O gün, bütün basın Kızılay yine sınıfta kaldı diye yazar mı? Evet.


Bu benim özeleştirimdir.


Kocaeli de tekrar afet olursa (ki inşallah olmaz) hiçbir sorunumuz yok. 50 klm yakınımızdaki Türk Kızılay’ına ait Marmara afet depomuzdaki malzemeler yarım saatte kapımızdadır.


Deprem İstanbul da olursa yandık.


Çünkü depomuz sadece oraya hizmet verecek. Bizim ise depomuz yok.


İçim yanıyor. Şu afet depo alanının Özel idareye devrinin gerçekleşmesi bitmeden İstanbul da deprem olmaması için gece gündüz dua ediyorum.


Aslında Deprem  keşke hiç olmasa. Tabiiki bunun içinde dua etmekteyim.
Gelelim. Kocaeli genelindeki afette sorumluluk yükleneceklerin haline.


Öncelikle soruyorum.


996 yılından bu yana Kocaeli genelinde kapsamlı afet tatbikatı yaptıkmı? Hayır.
Gerek sivil savunma Müdürlüğünün, gerekse Belediyelerin depolarında çadır, battaniye, soba, mutfak malzemeleri, hijyenik malzemeler, temizlik ve dezenfektasyon malzemeleri, hastanelerin depolarında ise yeterli sağlık ürünleri varmı? Hayır.


Afet olduğunda bu gibi acil malzemeleri tedarik etmek için gösterilecek çabaların bir manası varmı? Hayır.


Öyleyse unutmamanın ve unutturmamanın bir anlamı kalıyormu? Hayır.


Kendimizi kandırmayalım.


Özel idareye arsa devri gecikiyor diye Milli emlak Müdürlüğünden hiç olmazsa Kızılay a afet deposu yapmak üzere 2 dönüm kadar yer istedim. Cevap verdiler.


“İstediğiniz yer kayıtlarımızda yok.”


Şahsıma istemedim. Şehir için istedim. Koca şehirde Kızılay için bir hayırsever yok mu?


Ulus pazarına 30 dönüm yer bulundu. Hem de anında.


Buradan Başta Büyükşehir Başkan vekili İlyas Şeker e teşekkür ediyorum. İlgisini hiç eksik etmedi. Halen devam ettiriyor. İl Genel Meclis Başkanı Ali Ayaz’a teşekkür ediyorum. Elinden geldiğince ilgilendi. Defterdarımıza teşekkür ediyorum. Üzerine düşeni yapmaya çalışıyor.


“Devletin işi ağır gider.” diye düşünmediğini zannettiğim Sayın Valimize buradan biraz sitem ediyorum. Bana kızacak, ama kızsın. Çünkü Kocaeli’nin başı O.


Fırçayı çekerse kurumlar hızlanır.


1 – Lütfen bu afet alanı işini hızlandırın. Her şey tamam olmadan da hiç olmazsa depo inşaatları başlayabilir.


2 – Lütfen afette görev alacak kurumların iştiraki ile geniş kapsamlı bir tatbikat yaptırın. (bunu birkaç kez söyledim)


Belki hepimiz kendi çapımızda birer cevheriz. Fakat afet anında toplu olarak hareket ettiğimizde organizasyonsuzluktan dolayı  çuvallamayalım.


Bu acıları yaşayanlara artık yaşadıklarını unutturalım. Tekrar tekrar kaşımayalım.
Eğer yapabiliyorsak bir daha yaşatmamanın yöntemlerini hayata geçirelim.

17 Ağustos’u Hatırlamak

0

 


“Unutulmadı ki”
Eminim her okuyan aynı kelimeyi mırıldanacaktır.
Tabiiki unutulmamalı, unutturulmamalı…


Sırlarla dolu bir depremdi Gölcük depremi.
Depremin şiddeti sır, büyüklüğü sır, ölü sayısı sır, İlahi felaket mi, yapay deprem mi? O da sır.
Öyle ya, depremlerde toz oluşurken, duman oluşurken, bu depremde ateş topu oluşuyor.
Bu meyanda Sayın Aydoğan VATANDAŞ’ın iddialarını ve Tesla teorisini ciddiye almak gerekir.
Bu iddiaları araştırmak bize düşmez şüphesiz.
Peki bize ne düşer?
Deprem anında Kocaeli’de olmasam da, sonrasında ve enkazlar yerde iken 3-4 defa uğrayıp, harabeler arasında dolaşırken yaşadığım duyguları kağıda dökerek yaşananları unutturmamak adına bir şeyler yapmak; İşte o an için bana düşen o idi diye düşündüm.
İşte o günlerde, ÖLÜMÜN ÖTESİ başlığı altında yazdığımı dikkatlerinize arz ediyorum.


 


ÖLÜMÜN ÖTESİ


On yedi Ağustos sabahıydı, neler oldu neler,
Ya dul kaldı, ya öksüz bıraktı bazı anneler.
Denizden yükselen ışık, Gölcük’ü aydınlattı,
O aydınlık, yanan nice ocakları kararttı.


Çok depremler olmuştu da, böylesi görülmedi,
Gürleme gökte olur, bu defa yer gürledi.
Neden başımıza geldi bu felaket acaba?
Gemiler karaya vurdu, deniz dibinde araba.


Kimi hayatın cilvesi dedi, kimi feleğin çarkı,
Seldir, depremdir, yangındır; var mıdır farkı?
Birisi boğar, birisi yıkar, öteki yakar,
Ne gençliğe, ne güzelliğe, ne de varlığa bakar.


Uyku her gün sabaha kadar sürmüyormuş,
Demek bazen de üçü iki geçe sona eriyormuş.
Hayat da öyle; ölmek için yaşlanma beklenmez,
Vade ne ise o’dur, bir saniye bile eklenmez.


Bazılarının ömrü bitti, bazılarının sefası,
Kimi yeni sayfa açacak, kiminin bitti sayfası.
Hayat bu, her zaman düşünülen olmuyor,
Deprem bu, herşey yerli yerinde durmuyor.


Bir yanda ağlama sesi, bir yanda çığlık,
Bir yanda morglar taşmış, mazide sağlık.
İnlemek mi, ağlamak mı, anne, kardeş ve evlat,
Sığınmak ancak Allah’a dır, imdat Hu imdat!


Hayatla ölüm arasındaki mesafe nedir?
Tabii felaket mi? Onlar birer bahanedir.
Felaket bu, zaman tanımaz, gelir de geçer,
O an kim kalacak, kim gidecek, Azrail seçer.


Ufukla dağ arası bir adımlık yol gibi,
Yukarı neresi, aşağı nerede, var mıdır dibi?
Yaklaştıkça aradaki mesafe büyür,
İstikamet ne tarafa, kim nereye yürür?


Burası ev idi, şurası okul, orası Cami,
Ana Ayşe, baba Mustafa, arkadaş; Metin, Erol, Sami…
Daha kırk beş saniye önceydi, yaşıyorlardı,
Hepsi tatlı mı tatlı birer, can taşıyorlardı.


Şu yırtık kumaş parçası, bir annenin mantosuydu,
Annenin ölüm sebebi; patronun ucuz çimentosuydu.
Körpe canlar dayanamadı yıkılan duvarlara,
Kurban edildiler, malzemeden çalınan paralara.


Bu binalar ne idi, şimdi ne oldu?
Odalar, mutfaklar cesetle doldu.
Bir kat alçak imiş, beş kat çok yüksek,
Gidene mi üzülsek, kala mı sevinsek?


Öteye nasıl gidilecek, önceden bilinmiyor,
Vakit dolmayınca, istense ölünmüyor.
Bugün sağız da, ya bugünün ertesi?
Hedef nerede, nedir ölümün ötesi?


Ölümün neresidir, önü mü, arkası mı yaşamak?
Önünde mi, ötesinde mi en büyük basamak?
Ölümden ötesi, en büyük basamaktır,
Ölümden ötesi, en gerçek yaşamaktır.