6.8 C
Kocaeli
Salı, Eylül 23, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1286

Sakıp Sabancı’dan Başarı Önerileri

0

İş dünyasının renkli siması, değerli işadamı, sanayici Sakıp Sabancıyı 10 Nisan 2004’te kaybettik.

Sakıp Sabancı mütevazi hayatı ve çalışma disiplini ile örnek bir insan ve başarılı bir iş adamıydı. Sakıp Sabancı; Ülkenin en büyük özel teşebbüsü olan Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı iken vefat etti. İş dünyası Sabancıdan çok şey öğrenmişti.

 Sabancı “Para Başarının Mükafatıdır” isimli kitabında; Merhum Hacı Ömer Sabancının, Çocuklarına verdiği tavsiyeleri ve kendi tecrübelerinin yer aldığı kitabı 1985 yılında kaleme almış.

Sakıp Sabancı: ”Çok uyumayın! Her gece üç saat daha az uyursanız, bir senede bir ay daha fazla yaşamak ve düşünmek fırsatını bulursunuz. Bu ekstra ay içinde çalışmakla hem geliriniz artar, hem başarı oranınız yükselir”

“Bir İşadamının başarılı olabilmesi için düzenli bir hayat yaşaması gerekir”

“İnsanın ömrü çok kısadır. Bu kısa ömrünün nerede ise yarısı öğrenmek, tecrübe kazanmak ile geçer ömrünün yarısında insanın elde ettiği birikimleri, geri kalan yarısında ise uygulayıp bunun meyvelerini toplanabilmesi için sağlıklı olması gerekir.”

“Evde dırdır var ise, evdeki huzursuzluğu bütün gün omuzunda taşıyan bir insanın başarılı olması imkansızdır.”

“Fırsatlar hiçbir zaman bitmez, tükenmez gözünü açan fırsatları görür. Yakalamayı becerirse insan başarılı olur.”

“Tasarruf yatırıma eşittir. Tasarrufa önem verin.”

“İyilikleri unutmayın, unutmadığınızı başkalarına hissettirin, gösterin ki bu iyilikler devam etsin.”

Sakıp Sabancı Babası Merhum Hacı Sabancının kendilerine olan tavsiyelerinden ise “Aman evladım kendi bileğinizin hakkıyla kendi gücünüzle iş yapın, güç sahibi olmak güçtür ama gücü koruyabilmek ondan daha güçtür.” Sözleriyle bahsetmiş.

Küresel Krizin yaşandığı bu günlerde Sakıp Sabancı gibi şahsiyetlerin iş dünyasındaki önemini daha iyi anlayarak, kendisini Rahmetle anıyoruz.

CHP ve Yerel Seçimler

0

Partiler iktidar olmak, toplumu dolayısıyla ülkeyi yönetmek için kurulurlar

Toplumlarda tek renkli olmaz.

Değişik inanç düşünce, görüş, mezhep ve meşrebe sahip insanlardan oluşurlar.

Aslında aynı dünya görüşünü paylaşan insanlar içerisinde bile farklı renkler ve meşrepler bulunur.

Toplumu yönetmek için kurulan siyasi partilerin toplumun hepsine hitap etmesi (tüm renk ve meşrepleri içerisinde barındırması ) çok önemlidir.

Toplumun hepsini temsil etmeyen partilerin günümüzde iktidar olma şansı yoktur.

Toplum ile ters düşen, zıtlaşan, toplumun tarihine kültürüne örf-adetlerine yaşam ve giyim tarzına hitap edemeyen onlara saygı duymayan partiler muhalefet de kalmaya mecbur olur. Gittikçe de marjinalleşirler.

CHP, dolayısıyla Deniz Baykal geçmişte yapmış olduğu hataların farkına varmış olmalıdırlar ki bu hataları düzeltmeye kalktılar.

Bu konuda samimi olmalarını temenni ederim.

Samimi olup olmadıklarını zaman gösterecek, yaşayanlar da görecektir.

Millet kendisine değer vereni sever, ama enayi yerine koyanı da affetmez.

CHP’nin bu açılımı parti içerisinde ve kendi seçmeninde eleştiri alsa da samimi olması halinde yakın ve uzun vade de faydasını görür.

AK PARTİ’NİN yapmış olduğu açılımı CHP yapabilir mi? Gerçekleştirebilir mi? Bu konuda ne kadar cesaretlidir?

AK PARTİ Sn. Ertuğrul Günay ve benzerlerini seçilebilecek yerlerden aday yaptı, meclise soktu onlara bakanlık, komisyon başkanlığı vb. önemli görev ve sorumluluklar verdi

Ertuğrul Günay sosyal demokrat düşünce ve yaşantısıyla AK PARTİ hükümetinde bakan oldu. Parti seçmeni de bunu sempati ile karşıladı.

Bu gerçek ve samimi bir açılımdır.

CHP ‘de aynı samimiyeti gösterecek mi, gösterebilecek mi? Daha açık ifade edeyim kamuoyunda muhafazakâr görüşleri ve yaşantısıyla tanınan kaç insanı il ve ilçelerden belediye başkan adayı yapacaktır.

Dede ve babadan CHP’li olan emekli bir imamın aday yapılması kamuoyunu tatmin etmez.

Her gün partiye aday kaydedilen bu çarşaflı ve türbanlı hanımlar kendi kıyafet ve yaşantıları ile meclis üyeliklerine ve parti yönetimine girebilecek görev yapabilecek ve saygı görebilecekler mi?

Eğer CHP bunu gerçekten başarırsa kutlarım. O zaman CHP ve Baykal az da olsa halkın gönlünü almış bir nebze de olsa halkla barışmış olur.

Baykal çarşaf, türban açılımı yaparken o insanların sadece oylarından istifade edeceğini düşünüyorsa fena halde hüsrana uğrar.

Belediye başkan aday adayı olan bu kesimin insanları aday yapılmadığı onların istekleri (yönetime ve meclislere girme istekleri ) karşılanmadığı zaman, o çarşaflılardan bir tanesini bile CHP de görmemiz mümkün olmaz.

İşte o zaman çarşaf açılımı yapan CHP çarşafa dolanmış olur

“Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olur”

Seçimler de önemsiz bir iki göstermelik aday ile belki oylarını bir miktar artırmayı düşünebilirler. Seçimden sonra Allah Kerim önemli olan günü kurtarmak.

Şurasını da unutmamak gerekir;

Yaşar Nuri Öztürk gibi CHP’ ye yakın bir insan CHP de huzur bulamayıp ayrılmak zorunda kalmışsa bu insanlar CHP ile nasıl bağdaşacaklardır.

Türkiye’nin nüfusu gittikçe muhafazakâr (dindar) bir yapıya bürünüyor. Namaz kılan oruç kılanların sayısı 20 sene öncesi ile kıyaslanmayacak kadar fazla.

Genç kız ve evli hanımlardan türban takanların sayısı da ha keza öyle.

Ramazan’da teravihlerde Cuma ve Bayramlarda Camiler dolar taşar

Toplum hızla dindarlaşırken doğru olan CHP’nin de bu topluma ayak uydurmasıdır. Aksi takdir de kendi elleri ile kendi sonlarını hazırlamış olular.

Toplum mühendisliği artık etkisini kaybetmiştir Toplum mühendislere sürü olamadığını göstermiştir. Günümdeki strateji topluma göre şekil almaktır.

Bugün CHP denince; varoşlar, asgari ücretle ezilen ve sömürülen halk akla gelmiyor.

İstanbul’da Kadıköy ve Nişantaşı Ankara’da Çankaya akla geliyor.

Bu da CHP’nin sosyal demokrasiden ne kadar uzaklaşıp burjuva partisi haline geldiğini göstergesidir.

Nihayet CHP’nin derin güçlerden ümidini kesip halkı hatırlaması da güzel bir gelişmedir.

Seçimlerden sonra unutmamasını temenni ederim.

Huzurlu ve mutlu yarınlarda buluşmak dileğiyle…

“Maç Dönüşü”

Tercüman Gazetesi’nin 6 Aralık 2008 tarihli nüshasının son sayfasında bir haber dikkatimi çekti. Değerli sanatçı Ebru Gündeş’in Azerbaycan’da verdiği bir konserden bahsedilen haberde, “Ebru jest yaptı ve Azerice şarkı söyledi” deniyor. Muhakkak ki gözden kaçmış olabilir; yoksa, Azeri Türkçesinin Azerice olmadığı herkes tarafından bilinmektedir.

Sayın Gül’ün Ermenistan maçı dönüşünden sonra birçok gelişmenin olabileceğini belirtmiş; bazı gerçeklere işaret etmiş ve bu konuda yanılmayacağımızı söylemiştik. Gelişmeler bizi doğruladı ve gerçekleri ortaya çıkardı. Dış politika dahil birçok konu bulutlara tırmanarak, hayallerle ve dış telkinlerle ele alınabilecek konular değildir. Türkiye’nin diplomatik ilişkileri bulunmayan Ermenistan’la futbol maçına çıkması dahi bir iyi niyet gösterisiydi. Bunu Ermenistan’ı yönetenlerin ve dışarıdan destekleyen diasporanın ırkçı ve fanatik gözlüklerle anlamaları mümkün değildir; ama biz anlamalıydık.

“Efendim, Ermenistan’la yakınlaşırsak diasporanın etkisinden kurtulurlar ve bizden destek beklerler; biz de ticareti geliştirir, sınır kapılarını açarız” hayalleri suya düşmüştür. Sayın Gül’ün bu ziyareti uygun olmamış, itibar kırıcı sonuçlar doğurmuştur. Bu futbol maçı dolayısıyla yapılan ziyarette, sadece ismen bizden olan ve her konuda Türkiye ile kavgalı sözde aydın takım, soykırım anıtını ziyareti bile tavsiye etmişlerdir. Cemal Paşa’nın torunu, acılar için milli maçta bir dakikalık saygı duruşunu da teklif etmişti. Ermeni tarafı “Bir ziyaretle soykırım meselesini unutmamızı beklemeyin” diyordu. Onlara göre diplomatik ilişkiler kurulmalı, sınır açılmalı, sözde soykırım tanınmalı, işgal altındaki Karabağ topraklarından çıkılmamalı, Türkiye Karabağ konusunda tarafsız kalmalı, soykırım tasarısı ABD Kongresinde engellenmemeli ve Doğu sınırımız tartışılmalıydı. Ardından Batı Ermenistan adı verilen Doğu Anadolu’dan toprak ve tazminat talebi gelecekti.

Sayın Gül, “Komşularımızla meselelerimizi konuşarak çözeceğiz” dediğine göre; bunların önemli bir bölümünü konuşulabilir buluyor demektir. Türkiye, Türkiye karşıtı fikirlerin serbestçe söylendiği ve ihanetlerin serbestçe ortaya döküldüğü, ciddi devlet adamlarına hasret çekilen bir ülkedir. Tarih boyu biz, düşmanlarımıza ve ihanet edenlere kucak açarız. Onlara sarılırız. Bu gaflet ile onları hedeflerinden vazgeçireceğimizi zannederiz. Yönetim zaafları bugün de devam ediyor.     

Ermenistan eski Dışişleri Bakanı kendilerine dost bir gazetecimize, Gül’ün gelişiyle söndürüldüğü iddia edilen soykırım anıtının ışıklarının söndürülmediğini söylüyordu. Bu ziyaret dolayısıyla Başkan Bush’tan tebrik ve aferin alınmış; Sayın Cumhurbaşkanı için “Seninle gurur duyuyorum, seni bunun için alkışlıyorum” sözleri söylenmişti. Bir siyasi teşebbüsün hem Ermenistan, hem ABD, hem Brüksel ve hem de Türkiye’nin çıkarlarına hizmet edebilmesinin mümkün olmadığı anlaşılmalıydı.

Milli futbol maçı 2-0 galibiyetimizle bitmiş olmasına rağmen; bu skandal ve zamansız ziyaret, kendilerini ASALA’yla aynı paralelde gören ihanet odaklarını tahrik etmiştir. Nitekim, “Biz de Ermeniyiz” diye bağıranlar, Ermenilerden özür dilenmesi gerektiğini ileri sürebilmiş ve imza kampanyaları açmışlardır.  Asıl onlara göre özür dilenecek olan Ermeniler değil; Ermeni terör örgütleridir. Bu ihanet soytarılarıyla aynı ülkenin vatandaşı olmaktan utanç duyuyoruz. Yarın Ermenistan vatandaşı olmak için müracaat ederlerse şaşmayalım. Ancak,  bunların Türkiye’deki refah ortamını bırakıp gideceklerini de zannetmiyoruz. Bu yapay Ermeniler, aslında vatan sevgisiyle dolu birçok Türk Ermenisinin de gerisine düşmüşlerdir.

Diğer taraftan, 8 Eylül tarihli Sabah’ta ABD’nin Hudson Enstitüsü Müdürü Zeyno Baran’la “Amerika için Erivan ziyareti Ergenekon’dan daha önemli” başlıklı yapılan söyleşi Erivan seferinin ne kadar düzmece ve plânlı yaptırıldığını gösteriyor. Tabii bu bakış açısı Ergenekon’a da ışık tutuyor.

Kısaca “maç dönüşü” bağ bozumu olmuştur.  

Resmin Bütününü Görmek

Sosyal olaylar çok boyutludur, onları bir tek açıdan görmek ve yorumlamak genellikle yanlış veya eksik değerlendirmeye yol açar.

Bu sebepledir ki, iktidarın herhangi bir icraatını, ülke menfaati açısından değerlendirdiğimizde, bir kısmımız çok yararlı bulurken, diğer bir kısmımız son derece zararlı olarak nitelendirebilmekteyiz.

Aynı durum muhalefet için de geçerli. CHP’nin çarşaflı ve türbanlı hanımlara kapılarını açması kimimize göre çok doğru, kimilerine göre de çok yanlış bir açılımdır.

Sadece sosyal olaylar değil, insanlar hakkında değerlendirme yaparken de tek boyutlu değerlendirmelerimiz bizi yanlışlığa sürükler. İyi bir insanın içinde bir kötü taraf, kötü bir insanın içinde de inanılmaz derecede güzel bir iyilik özelliği bulunabilir. Son derece kibar ve zarif birinin, bazen aşırı kaba davranışlarını görmemiz mümkün olabildiği gibi, bazen de tersi olabilmektedir.

Yani gerek sosyal olaylar ve gerekse insanlar karmaşık yapıdadır, tek boyutlu bakış açılarıyla değerlendirmek yanlış olur.

Diyelim ki, ekonomik kriz hakkında hükümetin tavrını değerlendirirken, “kriz bizi teğet geçer” yaklaşımı halkın paniğe kapılmasını engellemek, krizin tesirini psikolojik faktörlerle artırmamak yönünden faydalı görülebilir.

Diğer taraftan şöyle bir değerlendirme de mümkündür: Krizin bu boyuta gelmesi zaten “halkın ekonominin oyuncularına olan güvensizliği” sebebiyledir. Halktan gerçekleri gizlediğiniz zaman bir süre sonra yöneticilere olan güven duygusunun iyice sarsılmasına yol açabilir ki, ileride alınacak tedbirlere inançsızlık ve yöneticilerin tavsiyelerine uymama sebebiyle krizin hasarı büyüyebilir.

****************

Şimdi aşağıdaki resme lütfen dikkatlice bakınız. Resimde gördüğünüz bayanın yaşı hakkında fikir yürütünüz.

yaşlı mı genç miEğer resimde gördüğünüz bayan size göre gençse, bir başka arkadaşınız yaşlı bir bayan gördüğünü söyleyebilir.

Esasında resimde hem bir genç bayan ve hem de yaşlı bir bayan resmi iç içe geçmiş vaziyettedir. Yani hem genç bayanı gören ve hem de yaşlı bayanı gören doğruyu söylüyor. Ancak her ikisinin de gördüğü resmin tamamı değil, dolayısıyla doğru ama eksik bir görüş söz konusudur.

Sosyal, siyasi, kültürel ve insani konuları değerlendirirken genellikle bu resimde olduğu gibi görmeye şartlandığımız şeyleri görürüz.

Yetişme tarzımız, kültürümüz, çevremiz, inançlarımız, tecrübelerimiz resimde bizim gördüğümüz objeyi belirler.

Yarısı su dolu bir bardak için iyimser olanımız “yarısı dolu” derken, kötümser olanımız “yarısı boş” diyecektir.

Mesela eylül ayında Political Researcher Strateji Geliştirme Merkezi’nin yaptığı bir ankette, Almanya’daki Deniz Feneri e.V için öne sürülen yolsuzluk olaylarına Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da dâhil olabileceğine inananların oranı ise yüzde 47,8 olurken, yüzde 34,4’ü ise inanmadığını söyledi. Bu konu ile ilgili fikir beyan etmeyenlerin oranı ise yüzde 17,8 oldu.

Yine Aynı ankette, AKP’nin kendi zenginlerini yaratma çabası içinde olduğuna inananların oranı ise yüzde 57,5’i bulurken, inanmayanların oranı yüzde 24,8’de kaldı.

Konumuz anketteki oranlar değil.  Vatandaşlarımız neden farklı görüşteler, anlamaya çalışıyoruz.

Demokrasi ve çok sesliliğin önemi burada kendini daha çok gösteriyor. Olayları bütün boyutlarıyla değerlendirmek, doğru ve eksiksiz sonuçlara varabilmek için tarafların tamamının sesinin duyulabildiği, eksiksiz bir demokrasi ve bütün görüşlere açık bir rejime ihtiyaç var.

Medyanın bağımsız ve tarafsız olması (veya bütün tarafların medya gücünün eşit olması) kitlelerin resmin bütününü doğru ve eksiksiz olarak görmesi için kesinlikle şart.

obamaYoksa “ben gördüğüme inanırım” derseniz, yandaki resimde olduğu gibi ABD Başkanı Obama’nın dört gözlü ve iki ağızlı olduğuna veya gözünüzün bozuk olduğuna inanmanız gerekecektir.

Eğer bilgisayar tekniklerinden ve photoshop adlı programdan haberiniz yoksa  ikna edilmeniz kolay olabilir.

O halde birbirimizi kıyasıya eleştirirken, bir de karşı tarafın bizim görmediklerimizi de görüyor olabileceğini veya bilmediğimiz bazı bilgilere vakıf olduğu için farklı kanaatte olabileceğini düşünmemiz daha doğru olacaktır.

İster ekonomik kriz, ister Ergenekon Davası, ister Aydın Doğan- R. Tayyip Erdoğan kapışması olsun, gözümüzün önünde cereyan ettiğini sandığımız olayları değerlendirirken göremediğimiz, bilemediğimiz gerçeklerin var olabileceğini peşinen kabul edelim.

Ben yazılarımda, olayları tarafların bakış açılarından görmeye ve yansıtmaya gayret ediyorum. Fotografın bütününü kendi bilgi ve sezgilerimle görmeye çalışarak sizlerle paylaşmaya çalışıyorum. Dileğim odur ki, sizlerin bakış alanınızda yeni pencereler açmam mümkün olsun.

Sivil Toplum ve Sivil Toplum Kuruluşlarının Türkiye Pratiği üzerine…(1)

Türkiye’de Sivil toplum örgütlenmeleri incelendiğinde; 1950 yıllarında çok partili demokratik hayata geçişle birlikte yurdumuzdaki iklim değişikliği sürecinde mesleki muhalefet şekliyle ortaya çıktığı gözlenmektedir. Özellikle mimarların kurumsallaştığı odaların ve diğer meslek gruplarının da katılımı ile yoğunlaşan sivil toplum örgütleri oluşturmaktadır. Bu bağlamda o döneme baktığımızda sivil toplum örgütlerinin, devlet bürokrasindeki siyasal kadrolaşma hareketleri ile iç içe olduğu hatta onlarla paralellik arz eden bir yapıda olduğu görülür. Kendilerinde halkın düşüncelerini ilgili kademeler aktaran bir temsilci gibi görme misyonu yatmaktadır.   Gelişmekte olan ülkenin, yeni yapılanmasında karşılaşılan sorunların, onlara sorularak aşılması gereken merciler olarak algılanmak istemişlerdir.


Doğu Blok’unun 1989 yılında yıkılması ile birlikte dünyada tek süper güç olarak kalan ABD dünyada farklı bölgelerinde ortaya çıkan güç boşluklarını dolduramamıştır. Bütün Dünyaya “yeni Dünya Düzeni” diye Pompalanan süreçde ABD küresel ölçekte siyasi ve politik etkinliğini arttırmak maksadı ile özellikle 90 yılların ortalarında “yumuşak güç” unsurunu yoğun bir şekilde kullanmaya başlamıştır.. STK (Sivil Toplum Kuruluşları) bu yumuşak gücün en önemli araçları haline gelmiştir. Amerikalı diplomatlar bir çok sivil toplum kuruluşu ve sivil toplum liderleri ile doğrudan ilişki kurmuşlardır.


Bu sürecin de etkisi ile sivil toplum, katılımcı demokrasi ve insan hakları gibi konular farklı kesimler tarafından yoğunluklu olarak gündeme getirilir olmuştur. Türkiye’de en büyük STK ‘ların önemli bir bölümü 90’lı yıllarda kurulmuş veya güçlerini bu dönemde artırmışlardır…!!!


1990 yılların ortalarından itibaren hem ABD hem de AB Türkiye’deki sivil toplum ile doğrudan ilişki kurmuş hatta bu ilişkilerin kurumsallaştırması adına ciddi ilişkiler içine girmişlerdir..


AB(Avrupa Birliği) ile Bölge ülkeleri arasında 1990 yılında imzalanan Paris Şartı ve 1993 ‘de gerçekleşen Kopenhag zirvesinde alınan kararlar doğrultusunda Türkiye’de Sivil toplumun gelişimine ciddi katkıları olmuştur..1990 ‘ların sonlarına doğru AB yerli ve uluslararası STK’ lara aktarılan fonlar vasıtasıyla onların kurumsallaşmasını hızlandırmış ve ilişkileri daha kurumsal bir zeminde yürümeye başlamıştır….Buna paralel olarak 1995 yılında Türkiye’nin Farklı illerinde Avrupa Birliği Bilgi Büroları kurulmuş ve aynı yıl AB’nin ilgili kurumları tarafından sivil topluma önemli misyonlar biçen Barselona Bildirgesini yayınlanmıştır..


Sivil toplumla ilgili kavramlarla yoğun olarak Haziran 1996 yılında İstanbul’da yapılan HABİTAT II Zirvesi’nde tanıştı . “Sivil Toplum Kuruluşları” (STK) ifadesi Türkiye’de il kez resmi düzeyde kullanılmıştır. Bu zirve öncesinde , zirveye katılarak Türkiye’yi temsil edecek sivil örgütlerin temsilcileri, İngilizce’de NGO (Non-Governmental Organization)  olarak ifade edilen kavramı Türkçe’ye “Sivil Toplum Kuruluşları” (STK) olarak çevirmişler ve bu şekilde kullanmışlardır. Zamanla da  bu ifade toplum tarafından karşılık bulmuş ve kamuoyu tarafından kabul görmüştür..

Baba Ocağında Kurban Bayramı

15 yılı aşkın bir süreden beri ilk defa baba ocağında Kurban kesmek nasip oldu elhamdülillah.
Kurban Bayramı bitiminin Cuma gününe denk gelmesi büyük bir fırsat oldu.


8 günlük zamanı fırsat bildik ve uzun yıllardan sonra Bayramı Elazığ’da geçirmek, benimle beraber, ailem, annem ve Elazığ’da yaşayan akraba ve dostlarım için de oldukça güzel, neşeli ve hatıralarla dolu bir süreç oldu.


Elazığ’a gidenleri, şehrin hemen girişindeki “Çayda Çıra” heykeli karşılar.


Bu heykel, görüntü olarak tabii ki cansızdır, ancak bunu Elazığlılara inandıramazsınız.


Özellikle gurbette yaşayan Elazığlılar, o tabloda kocaman bir canlı geçmişi görürler.


Elazığ’dan biraz uzunca ayrı kalmış Elazığlıların, şehre girerken karşılaştıkları bu tablo karşısında gözlerinin nemlenmemesi mümkün olmaz.


Çayda Çıra Heykeli


Ve İzzet Paşa Camii;


Dünyanın ilk asansörlü minaresine sahip ve hali hazırda Dünyanın en zengin camii İzzet Paşa…


Zemin katı, özellikle Elazığ’ın tüm kuyumcularının bir arada oldukları kocaman bir pasaj, Tespihçilerin ve dini kitap satıcıların yoğun olduğu modern bir alan,


Bir kat daha aşağısı umumi helâlar ve sıhhi banyolar.


Geliri, ihtiyacının kat kat üstünde.


Şehir Merkezi - İzzetpaşa Camii


Kendisinden daha büyük bir cami Van’da yaptıran İzzet Paşa Camii, hemen 5–6 yüz metre aşağısında, yaklaşık kendi büyüklüğünde ve yine alt katı pasaj olan, aşağıda fotoğrafı verilen Saray Camiini yaptırdı.


Saray Camii


Elazığ’a gidip de Harput’a çıkmamak, lokantaya girip, aç çıkmak gibidir.


Balakgazi Heykeli


O evliyalar otağına çıkıp, Balak Gazi heykelinin dibinden Elazığ’ı seyretmek, ayrı bir haz verir Elazığlılara.


Kış mevsiminde Harput Kalesini gezmek biraz zahmetlidir. Ancak Gerek Balak Gazi heykelinden, gerek Sara Hatun Camii veya Ulu Camiinden seyretmek, insanı tarihin taa ötelerine götürmeye yetiyor.


Harput Kalesi


Aşağıda fotoğraf, Temmuz 2008’de Elazığ’a gittiğimde, gördüğüm perişan halinden dolayı Sayın Elazığ Belediye Başkanı hakkında hiç de güzel olmayan şeyler yazdığım ve Mahalli Basında yayınlanan alanlardan biri olan Bosna Hersek (İstasyon) Caddesi.

Bayağı ihmal edilmiş bir alan idi. Ancak Kurban Bayramında gittiğimde gördüm ki, Sayın Başkanımız sağ olsun, bayağı hummalı bir çalışma başlatmış.


Bosna Hersek Bulvarı


Tabii ki memlekete gidip de eş dost ziyareti ihmal edilmez.


Hısım, akraba ziyareti yanında, Fırat Üniversitesi;


TEF’nden Sayın Doç. Dr. Mehmet Gedikpınar ve İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyelerinden Sayın Mustafa Kırmızıgül’ü ailece evlerinde ziyaret ederek bayramlaşma ve sohbet etme imkânımız oldu.
Türk Kamu Sen Elazığ Şubesi Başkanı Sayın Mehmet Şerif Arıca’yı ziyaret etmek istedik, ancak kendisi o anda Malatya’da olduğundan dolayı sadece telefonda bayramlaşabildik.
Bizim için oldukça kısa süren bir haftalık seyahatten çıkardığım ana fikir ise şu oldu;
Mümkünse Dini Bayramları herkes Baba Ocağında geçirsin.


Unutulmaz ve olağan üstü bir mutluluk.


Gitmeseydim bu kadar özlediğimin bile farkına varmayacaktım.


Ömrümce çok yerler gezdim, çok yerler gördüm de,
Bir başka hoş ülkemin; her köyü, her bucağı…
Hepsini çok beğendim, hepsini çok sevdim de,
İlle de o ocak; ille de Baba Ocağı.


Sayın Doç. Dr. Türker Eroğlu’nun küçük abisi Sayın Bünyamin abi der ya; “Meteristen attık gurbete gurşun, / Alın yazımız; ganadında guşun”
Guş nereye gonar kim bilir?


Ya Rab; Zat’ını seyran ettir, Kendine hayran ettir.
Öyle yaşat ki bizi, ebedi bayram ettir…


Dualarda buluşmak ümidiyle nice bayramlara…

Kurbanla Neyi Kestik?

0

Bayramlarla, çocuklar için hayaller, yaşlılar için hatıralar canlanır. Bir köy çocuğu olarak ilkokulun ilk yıllarında okurken para biriktirme alışkanlığı kazandırılmıştı bana. Toprak bir kumbaram vardı. Bayramlarda, düğünlerde ve diğer zamanlarda verilen metal paraları bu kumbaramın içinde biriktirirdim. Kumbaramı bazen kucağıma alır, sever, onunla hayaller kurardım. Bir gün rahmetli dedem, biriktirdiğim paralarla bir koç alacağını söylemişti. Alınan koç benimdi ve adı, Karagöz’dü. Göz civarı, kulakları ve ağız bölgesi simsiyah, kalan kısmı bembeyazdı. O, tam bir karagözdü. Yanına bir koç daha verdiler, adına Garip dediler. Garip ve Karagöz’le bir yaz tatilini geçirmiş, onları beslemiş, büyütmüştüm. Özellikle Karagöz’le pek samimiydik. Ben, onunla anılır olmuştum.


Kurban Bayramı geliyordu, biz çocuklar sevinçliydik. Önce Garip’im satıldı. Ev için bayram masrafı yapılacaktı. Köylünün ne sermayesi olurdu hayvanlarından başka. Pek üzülmedim Garip’in satılışına. Olsun, Karagöz, hayatımı dolduruyordu. Bana bayramlık alındı mı pek hatırlamıyorum, belki alınmıştır. Pek sevinçliydik; bayramda şeker, fıstık, para toplayacaktık. Hele, para verenlerin kapılarına daha erken gidiyorduk, ellerini daha hararetle öpüyorduk her bayram. Bayram namazından gelindi. Evde olağan dışı bir heyecan vardı. Kahvaltı dahi yapılmadı. Babam, ahırdan Karagöz’ü çıkardı, evin arka tarafına götürdü. Olacaklardan haberim yoktu. Meğer o, kurbanlıkmış. Her ikisi de rahmetli oldu, dedemin, babamın tekbir sesleri arasında Karagöz kurban edildi. O anda, oğlu İsmail’le test edilen Hz. İbrahim sanki bendim. Ben, Karagöz’le test edilmiştim. O anki tepkimi hatırlamıyorum; ama çocuk masumiyetindeki o sızıları yüreğimde hala hissediyorum.


Hikayeyi hatırlarsınız. Hz. İbrahim’in çocuğu olmamaktadır. İlerlemiş yaşına rağmen çocuk özlemi çekmektedir. Rabb’ine yalvarır, çocuğu olduğu takdirde en sevdiğini ona kurban edeceğini söyler. Nihayet İsmail dünyaya gelir; bu sevinçle develer kurban edilir. İsmail yedi yaşına geldiğinde Hz. İbrahim’e rüyasında en sevdiğinin oğlu İsmail olduğu, onun kurban edilmesi gerektiği hatırlatılır. Hz. İbrahim için zor günler başlar. İsmail nasıl kurban edilir? O zaten zor elde edilmiştir. Allah’a verilen söz de önemlidir. İsmail, kurban edilecektir. Hz. İbrahim için sınav çok ağırdır. Bir tarafta oğlu, bir tarafta şeytan, bir tarafta Allah’a verilen söz. Bu anafor, bir kâbus gibi sarmıştır Hz. İbrahim’i. Hz. İbrahim, samimiyet testini kazanır, İsmail’i de kurban etmeden Rabb’inin yardımıyla Rabb’ine vermiş olduğu sözü yerine getirir.


Biz hangi sınavı veriyoruz her Kurban’da? Hz. İbrahim’i kaçımız hatırlıyor, onun hissettiklerini anlıyor ve yaşıyor?  Günümüz dünyasında bakıyorum, çoğumuz Kurban ibadetini sıradan bir ritüel olarak algılıyor. Bazılarımız aldığı kurbanın ekonomik değerini düşünüyor, bazılarımız yeter ki evde kargaşa olmasın düşüncesiyle kurban parasını bir yerlere gönderiyor, bazılarımız kendince yeni yorumlarla bu ibadetini hakkıyla yerine getirdiğini düşünüyor. Kurban ibadetiyle, Hz. İbrahim’in İsmail’le olan diyalogundaki samimiyeti, ıstırabı, teslimiyeti duymuyoruz. Öyleyse biz kurbanı niye kesiyoruz? Kesilen bir kurban mı, bir hayvan mı? Bayramın adı Kurban bayramı mı, hayvan kesme bayramı mı? Kurban ibadetinin, günümüzde, ibadetin özündeki amacına ulaşmadığı kanaatindeyim.


Gerçekleşmesi zor bir önerim var: Kurban edeceğimiz hayvanı çok önceden satın alsak, onu beslesek, sevsek, kendimizden bir parça haline getirsek. Gerçek dünyamızda ve gönül dünyamızda ona yer versek. Kurban günü geldiğinde, sevdiğimizi kurban etmenin hüznünü, aynı zamanda Allah için sevdiklerimizden vazgeçebilme sınavını kazanmanın mutluluğunu duysak. İnanıyorum, kurbanla edindiğimiz terbiye, kazandığımız ahlak, ulaştığımız seciye sonucu, tutsağı olduğumuz dünyacı değerlerden daha rahat kurtulabileceğiz, daha özgür olabileceğiz. Bizi, Yaradan’dan alıkoyan bütün İsmail’lerden yani makamdan, servetten, hazlardan, şöhretten daha kolay vazgeçebileceğiz. Onlara gerektiği kadar değer vereceğiz. Onlar bizim efendimiz değil, kölemiz olacak; biz onların efendisi olacağız.


Hz. İbrahim, bir İsmail sınavını kazandığı için özgür oldu, efendi oldu. Bizi Hz. İbrahim olmaktan alıkoyan o kadar çok İsmail var ki! İsmail’ini kurban edenlerin bayramı kutlu olsun.

Belediye Başkanlığına Aday Değilim

Değerli dostlar,


İnsanın yaradılışı bir birinden çok farklı. Bazısı başarılı bir sanayici, başarılı bir tüccar, başarılı bir ilim adamı olmak ister. Bazısı da başarılı bir  sosyal lider olmak ister.


Ben İlkokuldan itibaren hep sınıf mümessili olmak isterdim. Öyle de oldum. Yüksek tahsilimde kafama koyduğum sınıf başkanlığını da daha birinci sınıfta elde ettim.
Bir taraftan okurken diğer taraftan talebe derneği ve talebe birliği başkanlığı yaptım.
Ayrıca okul dışında iki derneğinde kurucu başkanlığını yapıyordum.


Öğrencilik yıllarım bitince iş  hayatına atıldım. Sosyal görevlerden bir müddet uzaklaşmayı istedim. Bu direncim çok uzun sürmedi. Bir dostumun ısrarı ile kendimi siyasetin içinde buldum. Milletvekilliğinden tutunda Belediye Başkanlığı ve Meclis üyeliği dahil bütün kademelere talip oldum. İki dönem yani 10 yıl Belediye Meclis üyeliği yaptım. Başkan vekilliği dahil yönetimin tüm kademelerinde görev aldım. İl yönetim kadrosunda  8 ay sekreter üyelik yaptım. İstifa edip  Milletvekili aday adayı oldum. Son anda partimin bir milletvekilinden  yediğim çalımla aday olamadım. 1994 yılında Saraybahçe’den Belediye başkanı olarak yarışa girdim. Kaybettim…


Bütün bunları öğünmek için değil, bir meseleyi tespit için yazıyorum.
Mesleğim serbest inşaat mühendisliği ve Müteahhitlik (hiç resmi iş yapmadım) olmasına rağmen, para kazanmaktan ziyade sosyal ve siyaset alanına daha fazla zaman ayırıyordum. İki dönem meclis üyeliğim esnasında siyasete mesleğimden fazla zaman ayırmam sebebiyle, maddi imkanlarımın bir bölümünü bu uğurda harcadım. Buna rağmen siyasetten vazgeçmedim.


Ne zamana kadar?  Bulunduğum yerde yapılan siyaset, ilkelerime ters düşünceye kadar. Ya siyaset yapma arzuma yenik düşecek yoluma ilkesiz devam edecektim. Ya da ilkelerime sahip çıkacak yola devam etmekten vazgeçecektim. İkincisini yaptım.
İnsan deneyimli olduğu konuda gözü kara oluyor. Her ne kadar siyasetten  vazgeçti isem de içimdeki siyaset arzusu hep diri kaldı.


Kızılay İzmit Şube Başkanı olunca içimdeki siyaset arzusunu dizginlemiştim. Çünkü bu görev tarafsızlık istiyordu. Yönetimdeki arkadaşlarıma telkin ettiğim siyaset dışı kalma prensibini kendimde de uyguladım. Ne zaman Kızılay İzmit Şubesi haksız yere sıkıntıya sokuldu. Başkan olarak siyasetten uzak kaldığıma o zaman pişman oldum. Çünkü siyasetin içinde olsa idim, kuruma reva görülen haksız muameleye cesaret edilemezdi diye düşünüyorum.


Zaman zaman siyasetteki deneyimimden dolayı bu köşede  siyasi içerikli yazılar  yazarım. Geçenlerde de İzmit belediye başkanının vasıflarının nasıl olması gerektiğini içeren bir yazı yazdım. Bu yazı Belediye Başkanlığı beklentim varmış gibi algılandı. Aslında böyle bir amacım yoktu. Siyasete bulaşanların içine giren siyasi virüs tıpkı nefis gibidir. Son nefesine kadar asla ölmez. Ben o virüsü kontrol edebiliyorum.


Şehrimizin bir mahalli gazetesinde  köşe yazarı olan Sayın Serpil Çolak hanımefendi yazımı okumuş. Bana telefon açtı. Siyasete bakış açımı sordu. Kızılay Başkanı olarak bazen siyaset yapmadığıma pişman oluyorum sözü kendisine yetmişti. Değerli yazısını yazdı. İlavesiz ve yorumsuz yazdığı yazısından dolayı kendisine teşekkür ederim.


Daha öncede teklifler almama rağmen, bu yazı üzerine teklifler yoğunlaştı.
Gerçekten gururlandım. Büyükşehir Belediye Başkanlığı adaylığından İzmit belediye başkanlığı adaylığına kadar yapılan tekliflere ve teklif yapan siyaset önderlerine buradan teşekkür ediyorum.  Teşekkürümü  bizzat kendilerine de ilettim. Kızılay da yönetim kurulu arkadaşlarımla konuyu müzakere ettik. Teklifler üzerinde yaptığımız değerlendirmelerde, Kızılay çalışmaları ile alakalı daha çok mesafe almamız ve bu yolda sağlıklı yürümemiz için Belediye Başkanlığı gibi yoğun mesai içeren bir görevden uzak durmam gerektiği konusunda uzlaştık. Sebep budur.


Sonuç olarak;


Kızılaycılığa devam ederken, Belediye başkanlığı gibi yoğun mesai ve sorumluluk  isteyen görevi üstlenemiyorum.


Saygılarımla kamu oyuna arz ederim.

Olcay Yazıcı: Bir Vefa Abidesi

”Çatallı yol ağzında şaşırıp kaldım Derviş
Söyle hangi patika gül dağına gidermiş?”
(O.Olcay yazıcı)


Olcay Yazıcı nev-i şahsına münhasır bir şair. Bir hüzün lalesi.
Fırtınalara tutulmuş bir gül.
Yüreğinde tufan taşıyan adı henüz konmamış bir mevsim.
Bir çile dükkanı. Mutluluk yerine sancı satan bir esnaf.
Ölümü hayatın içinde, balı ise çiçeğin özünde arayan bir derviş.
Erguvanların uğultusunda hayatın gizemini arayan bir bilge.
Eylülün kırdığı gülden yeniden filizlenen bir fikir şafağı.
Ve nihayet şiirleriyle ateşi uyandıran, tutuşturan ama ateşin yakamadığı bir Halil İbrahim türküsü…


Elbette O’nun şiir dünyasını kuşatacak bir bakışa sahip değilim. Şiirlerinin derinliğini ölçebilecek bir nefesim de yok üstelik. Ancak şiirlerini okurken müsaade ettiği yere kadar müstesna. Geleneğimiz hem söz hem de terkip olarak şiirlerinde var. Ancak onun şiirleri sadece gelenek değil. Yepyeni bir söyleyiş ve biçim var dizelerinde ama gelenekten bağımsız da değil. Anamın ak sütü gibi bizden ama çağın hikmet hazinelerinden de hâli değil. Hüzün yağmurunun güneşin üzerine süzüldüğünde oluşan bir gökkuşağı belki de. Kesin olan bir şey var ki şiirlerinin içine bezenen hüzün bizim, çile bizim, sancı bizim. Ve dizelerinde dillenen değerler de yıllar var ki kaybettiğimiz bizim kendi yitik malımız.


Hangi boyutunu anlatsam eksik kalacak…


Neresinden tutsam şiirlerini avuçlarımla diğer azalarım buz kesecek.


Duygu desem mesela, şiirlerini okurken çiçeklerin üzerinden kanatlanan kelebeklere döndüğümü ve sonsuza doğru yol alan bir kervanın peşine takılan bir beyaz haleye büründüğümü uzun uzun anlatmam gerek.


Musiki desem, dizelerin arasında gizlenmiş onlarca müzik aletinin bazen bir kır çiçeğinin gülüşünü, bazen dört nala zafere koşan atların nal seslerini elbette çoğu zaman da hüzün lalesinin derin iç çekişlerini büyük bir uyumla terennüm ettiğini anlatmam gerek.


Düşünce desem, gelenekten süzülen ve çağları aşan, nehirden çağlayıp ummana ulaşan, bireysel olmasının yanında ferdi aşıp toplumla kucaklaşan büyük bir bilgeliği söylemem gerek.


Kelime seçimi desem, şiirlerinde kültürümüzün yapı taşları olan eski kelimelerin yeni ile buluşturulup harmanlanarak muazzam şiir kalelerine harç yapıldığını, eksik ve fazla malzeme kullanmadan, tekrara düşmeden, kelimeleri özenli ve özel seçişlerine, nihayetinde de mahirane dil ustalığına dair bahislere derinliğine değinmem gerek.


Kavram ve mana desem, oluşun ve ondan sudur eden oluşumların bütün kavramlarını öz anlamlarını koruyarak ama kendine özgü bir zenginleştirmeyle düzenleyen bir dil işçisinin çabalarından, yeni ve kendine ait semboller kullanarak dinin ve ahlakın doruklarında şövalyelik yapan bir savaşçının destanlarını anlatmam gerek.


Ve aşk…Her dizenin ve her şiirinin ana gayesi. Kırda kaybedip şehirde bulacağımızı zannettiğimiz, yürekte unutup meydanda aradığımız sır. Dünyada izini sürerken elimizden tutup ta bizi dünyaların üzerine kanatlandıran muştu. Şairin çok çarpıcı ifadeleriyle bizleri bazen buz kristallerine dönüştüren bazen de alev kırmızı yanışların sarmalına gark eden donmalarımız ve yanmalarımız…  Bütün bunları anlatmam gerek.


Şair Olcay Yazıcı, şiirleri üzerine araştırmalar yapılıp tezler yazılmış bir büyük şair. Bestelenmiş şiirleri de var tabii ki. Şiirleri üzerine kitaplar da yazılmalı diye düşünüyorum. Bunu fazlasıyla hak ettiğine de inanıyorum.


Benim bu yazıdaki maksadım onun şiir atlasını çizmek gibi bir iddia değil elbette. Ben Olcay Yazıcının bir vefa abidesi olduğundan, şiir yazan ve aynı zamanda şiirlerini yaşayan bir örnek şahsiyet olduğundan bahsetmek niyetindeyim.


Üstad Dilaver Cebeci’yi anma programının düzenlendiği Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesinin hazırladığı ve gayretli sosyolog Ağabeyim Cafer Vayni’nin yönettiği programda yüz yüze tanışma fırsatı bulduğum bu vefa timsali kalender şairimizin uzun süre etkisinde kaldığımı ifade etmeliyim.


Sessizce yanına sokuldum ve kederin ve hüznün bir tomurcuğa dönüştüğü bu muhaykel yüreğe derdimi açtım. “Hocam öğrencilerim sizin şiirlerinizi okuyor, sizi çok seviyorlar ve sizinle tanışmak istiyorlar. Hatta üç öğrencim sizi araştırıyor kendinize dikkat edin. Ancak şiirlerinizi bulmakta zorluk çekiyoruz. Bize bir himmet edebilir misiniz üstadım “deyince merak etmeyin size her konuda yardımcı olacağım dedi. Gecenin ilerleyen saatlerine kadar birkaç güzide insanla birlikte sohbet ettikten sonra yeniden görüşmek üzere vedalaştık.


“Gözden ırak olan gönülden de ırak olur” demiş atalarımız ancak Olcay Yazıcı için bu böyle değildi. Kısa zaman içinde bilgisayarına kayıtlı şiirlerini bize internet üzerinden gönderdi. Hemen çoğaltıp öğrencilerime dağıttım. “Sizin için çalışmalar yapıyorum şimdilik bunlarla idare edin” diyordu mektubunda. Çok mutlu olmuştuk bu vefa örneği davranış karşısında. Böylece hem tozlanmış edebiyat dergilerinin arasında şiirlerinin izini sürmekten kurtulmuş hem de toplumumuzda kaybolmaya yüz tutan ve bizi biz yapan değerlerimizin yeniden farkına varmanın eşsiz doyumunu yaşamıştık.


Daktilomun tuşları / Yitik ömrün düşleri
Soğuk bir cehennemdi / Karasevda kışları
Direnir, dirilirdik her kuşlukta bir daha
Şiire sığınırdık, şiire ve Allah’a


Bir gün okula geldiğimde memurumuz Ferhat Şahin Bey, Olcay Yazıcının aradığını ve okulun adresini istediğini söyleyince yeni bir ümidin parıltıları çağıldadı yüreğimde. Hemen telefona sarıldım. Bize baskısı tükenmiş şiir kitaplarının fotokopilerini göndereceğini söyleyince çok duygulandım. Dün elime geçti bu hazineler. Erguvan Uğultusu, Eylülün Kırdığı gül ve Ateşi Uyandıran Şiirler. Hepsi bir nefeste okunası şiirler.


Bir araya geldiklerinde bir gül demetini andıran öğrencilerimi sınıfta topladım ve yaşadığım bu güzellikleri onlarla da paylaştım; İyilikler paylaşılarak çoğalsın diye.


Kitapları asıl sahiplerine teslim ettim; Eylülün kırdığı güller yeniden yeşersin ve yediveren olsun diye…


Bir öğrencim, Hocam Olcay Yazıcı’nın bazı şiirlerini ezberledim deyince anladım ki zamanıdır artık…


Şimdi…


“Şimdi ateşi uyandırma zamanıdır”

Sağlıklı Anne, Sağlıklı Bebek İçin, Süt İçin

Sağlıklı olmak ve olan sağlık şartlarımızın sürdürülebilmesi için önemli bir etkenin uygun-yeterli ve dengeli beslenmek olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Beslenmede yaş, cinsiyet ve bölgelere göre bazı öncelikler de bilinen hususlardandır. Sıcak yerler ve mevsimlerde sulu gıdaların öneminin artması, yoğun çalışma ortamındakilerin yüksek kalorili gıdalarla takviye edilmesi, hamilelik dönemlerinde ve emzirme dönemlerinde bayanların kalsiyum ve diğer mineraller yönünden zenginleştirilmiş gıdalarla beslenmesinin takviye edilmesi gibi…


Anne sağlığının sürdürülmesi ve daha sağlıklı bebekler dünyaya getirilmesi yönünden beslenme, bu dönemlerinde kadınlar için ayrıca önem kazanır. Hamileliğin getirdiği ek gıda ihtiyacı yeterince karşılanamaz ise anne adayının sağlık kalitesi düşeceği gibi dünyaya getireceği bebeğinde sağlık düzeyi bundan olumsuz etkilenecektir. Bunun için kadınların hamilelik dönemlerinde ve emzirme süresince beslenmelerine daha bir özen gösterme sorumluluk ve mecburiyetleri vardır.


Süt ve süt ürünleri, anne sağlığı için çok önemsenmesi gereken bir gıda çeşididir. Bu içeceğimiz yağ, protein ve mineralleri ile çok yönlü ve önemli destekleyici bir gıdadır. Yeterince alınması annelerin genel, kemik ve diş sağlığını önemli ölçüde korurken, bebek-lerin de  daha sağlıklı gelişmesinde etkili olmaktadır. Süt, 7’den 70’e herkesin vücudu için lüzumlu olan bütün besinleri dengeli olarak içinde bulunduran, vazgeçilmemesi gereken bir gıda kaynağıdır. Normal bir insanın günde bir bardak süt içimi, hamilelik dönemlerinde ise iki bardak süt içimi veya eşdeğerinde süt ürünü yenmesi bu yöndeki ihtiyacı karşılamaya yetmek-tedir.


Türkiye’de kişi başına işlenmiş ve ambalajlanmış süt tüketimi çok azdır. Süt tüketimi Finlandiya’da 139 litre, İngiltere’de 100 litre, Yunanistan’da 65 litre, Almanya’da  50 litre, iken bu Türkiye’de ise kişi başına yılda 6 litredir. Türkiye Süt, Et ve Gıda Sanayicileri  Üreticileri Birliği’nin süt tüketimi  konusunda yaptığı bir araştırmaya göre ise Türkiye’de yılda 23 litre içme sütü, 123 litre de süt ürünü şeklinde bir tüketimimiz mevcuttur. Bu rakam ABD’de 292, AB ülkelerinde ise 342 litre şeklindedir.


İşte bu sebeplerle süt ve süt ürünlerinin tüketiminin artırılması hem sağlığımız hem de bu önemli gıdanın kullanım alışkanlığımızın artırılması yönünde çalışmalar yapılmasının  önemini  göstermektedir.


Kocaeli Büyükşehir Belediyesinin uygulamaya koyduğu “SAĞLIKLI ANNE, SAĞ-LIKLI BEBEK İÇİN, SÜT İÇİN” sloganı ile başlattığı süt yardımı  projesi bu yönleri ile de değerlendirildiğinde önemi çok daha  iyi anlaşılır. Akıl hocalığı tarafımızca yapılan ve projelendirmesinde emeğimin olduğu, ilgililerin takdir ve desteği ile uygulamaya konulan bu proje ile başlangıçta ilimizdeki 50 sağlık ocağı bölgesinde takibe giren Anne ve anne adayları olan vatandaşlarımıza hamileliğin son 3 ayında  ve emzirmenin ilk 3 ayında ayda 12 litre’den toplam 6 ayda 72 litre içme sütü yardımı yapılmaktadır. Bu çalışma ile sağlık ocaklarımızın gebe ve bebek takipleri desteklenmiş olmakta, ayrıca bu önemli gıdanın tüketim alışkanlığı teşvik edilerek anne ve bebek sağlığına destek verilmiş olmaktadır.


Aralık 2005 tarihinde 1200 aile ile başlayan proje Nisan 2006 ayında 5400 aileye çıkmış ve Mayıs 2006’da 6500 aileye ulaşmıştır. Bu proje kapsamında süt yardımı alan ilk ailelerimizin bebekleri 3. yaşını doldurmuşlardır.  2006 yılı boyunca bu çalışma sürdürülerek toplam 12 bin aile bu çalışmadan faydalanmış,   2007 yılı içinde  ilimizin tüm sağlık  ocaklarını kapsayacak şekilde genişletilerek 23.669 anneye,  2008 yılında şu ana kadar 22.003 anneye ulaştırılarak  bu hizmetten yararlandırılmaktadır. Bunların toplamı 58.316 anne olup 3.285.655 litre/kutu  şeklinde bir süt tüketimi demektir.  Bu 3.285 ton yani 10 tonluk 328 tankerlik süt tüketimi demektir.


Böyle bir özgün çalışmanın gerçekleşmesine onay verdiği için Kocaeli Büyükşehir Belediye başkanımız Sayın İbrahim Karaosmanoğlu’na ve bu çalışmanın hayatiyet kazan-masında ciddi bir gayret  gösteren Kocaeli  Büyükşehir Belediyesi Sağlık Daire Başkanlığı yetkilileri ile  bu çalışmayı 18-10-2005 tarihindeki bir protokolle destekleyerek güç veren Kocaeli Valimiz Sayın Erdal Ata ile Sağlık Müdürümüz ve çalışanları, ayrıca çalışmayı alanda bizzat uygulayan sağlık ocağı çalışanlarını tebrik ve taktire layıktırlar. 2009 yılı başından itibaren bu proje, Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanımızın onayı ve  il sağlık müdürlüğün de uygun görmesinden, aylık süt miktarı 6 litreye çekilip (günde 1 bardak süt) hamileliğin 4. ayında başlayıp 4.5.6.7.8.9. aylar ile  doğumdan sonra aşı takip süresi olan bebekliğin ilk 6 ayında verilecek şeklinde devam ettirilecektir. Böylece sağlık ocaklarımızın anne ve bebek takip ve kontrol çalışmalarına önemli bir ilave destek sağlanmış, takip ve kontrol yanında annelerimizin 12 ay süresince bir bardak süt içme ihtiyaç ve alışkanlığı şeklindeki bir amaca daha uzun süre katkı verilmiş olacaktır.


Arzu ederiz ki bu çalışma örnek alınıp ülke geneline yaygınlaşır. Böylece anne ve bebek sağlığı desteklenirken süt tüketiminde de gelişmiş ülkeler seviyesine çıkılır. Bu çalışma halk sağlığı, anne-çocuk sağlığı üzerinde bilimsel araştırma yapan uzmanlarımız için de  konu ile ilgili yeni araştırma imkanları sağlaması umut edilir. İnanıyorum ki bu ve benzeri çalışmaların çoğalması ülkemizin gelişmişlik seviyesi kriterlerini de arttıracaktır.


Sağlıklı ve mutlu günler dileğiyle.