27.7 C
Kocaeli
Salı, Eylül 23, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1281

Bu Savaş Bitmez

Bazen, “Kime, neyi, nasıl anlatacaksın?” diyerek çaresizliğimizi ifade ederiz. Atalarımız, “Hayvan yularından, insan sözünden tutulur.” demiş. Bir kişiye söz geçiremiyorsak o insanı neyinden tutabiliriz? Kendisine hiçbir madde veya mana ile sahip olamadığımız varlığın türü ne olabilir? Bakar mısınız, İsrail devleti, teolojideki adıyla Yahudiler, “Ben yaptım, oldu. Bana kimse karışamaz.” efelenmesiyle günlerdir savunmasız Filistin halkını katlediyor, akan kanı, gözyaşını görmüyor, feryatları işitmiyor, dünyayı ciddiye almıyor.

“Bir gün gelecek, bütün Yahudileri niçin yok etmedim diye bana kızacaksınız.” dediği rivayet edilen Hitler’in haklı olduğunu söylemek istemiyorum. Ama adamın bir bildiği varmış, demekten de kendimi alamıyorum. Irk düşmanlığı yaparak, antisemitist olmak de istemem. Önyargıdan, vebadan kaçar gibi uzaklaşmak isterim. Fakat tarihi hakikatlerle bugün yaşananlar arasında büyük paralellik bulunduğunu görmezden gelemem. Siz ister bir ırk olarak değerlendirin ister bir düşünce sistemi olarak değerlendirin, bakınız, Kuran-ı Kerimde Yahudiler için ne deniyor: “Yahudilerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden değiştirir, dillerini eğerek, bükerek ve dine saldırarak (Peygambere karşı) “İşittik ve karşı geldik”, “Dinle, dinlemez olası”, “râinâ” der. Eğer onlar “İşittik, itaat ettik, dinle ve bizi gözet” deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olacaktı; fakat küfürleri (gerçeği kabul etmemeleri) sebebiyle Allah onları lânetlemiştir. Artık pek az inanırlar.” (Nisa / 46) Bu ayetten sonra onlar hakkında söylenecek ne kaldı? Lanetlenmek, ne kadar aşağılık bir durum. Ötesi yok.

Yahudiler, tarihin her döneminde herkesle savaş halinde olmuşlar. Onların savaşları yalnız Filistin halkıyla değil, onlar peygamberlerle savaşmışlar hatta Allah’la savaşa kalkışmışlar. Allah’a iftira atmışlar. Maide suresinin 64. ayetinin bir bölümünde “Yahudiler, Allah’ın eli bağlıdır (sıkıdır), dediler. Hay dedikleri yüzünden elleri bağlanası ve lânet olasılar! Bilâkis, Allah’ın elleri açıktır, dilediği gibi verir…” denmektedir. Allah’a iftira atmak, bir Yahudi ahlakı, karakteri olsa gerek. Yahudilerin hiçbir sözünde dürüst olmadığını bilen Allah, onlara Cuma suresi 6. ayetinde, “De ki: Ey Yahudiler! Bütün insanlar değil de yalnız, kendinizin Allah’ın dostları olduğunuzu iddia ediyorsanız, bunda da samimi iseniz, haydi ölümü temenni edin (bakalım)!” diyerek meydan okumakta ve samimi olmaya davet etmektedir.

İsrail’in şu an yaptığı, kokuşmuş bir ahlakın tezahürüdür. Niçin kokuyor diye pisliğe kızamayız. O koku, pisliğin karakterinde vardır. Her varlık, orijinindeki rayiha ile kendinden söz ettirir. Gülü yücelten de bu niteliği değil midir? Yahudiler, bırakın başkalarına saygılı olmayı, kendi dinlerine bile saygılı değiller. Yahudi inancına göre cuma akşamından cumartesi akşamına kadar geçen süreye Şabat (Sebt) günü denir. Şabat, Tanrı’nın dünyayı altı günde yaratıp yedinci günde dinlenmesini hatırlamak ve o günü kutsamak içindir. Şabat günü Yahudiler için dinlenme günü olduğundan ateş yakmak, paraya dokunmak, arabaya binmek gibi her türlü dünya işi yasaktır. Ancak son katliam, bir Şabat günü başlatıldı.

Şu an, dünya siyasetinin, maliyesinin, medyasının Yahudi egemenliğinde olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu egemenlik, yüzyıllardır yapılan mücadele ile elde edildi. Bunun için localar, örgütler, lobiler kuruldu, savaşlar yapıldı. Peki, Yahudileri buna zorlayan nedir, onlar hangi hesaba göre hareket ediyorlar? Her büyük buhranın temelinde bir Yahudi ile karşılaşıyoruz. Bunun izahı var mı? İzahı; ahlaktır, fıtrattır, karakterdir.

Lafı uzatmaya, gevelemeye gerek yok. Yahudi ahlakı olduğu sürece dünyada, İsrail yaşadığı sürece Ortadoğu’da huzur olmaz. Herkes kendine bir rol biçsin.

 

İş Yapmak mı? Gönül Yapmak mı?

Partiler adaylarını kesinleştirmeye başladı.Bir çok partinin adayları tamamlandı. Bazılarınınki ise bugün yarın tamamlanır. Partiler bazı Belediye başkanlarını tekrar aday gösterdi. Bazılarını ise aday göstermedi. Tekrar aday gösterilenlerin, tekrar aday gösterilmeyenlerle aralarındaki fark daha çok iş becerisi değildir. İşi zaten profesyonel kadro yapıyor. Teklifleri başkanın önüne getiriyorlar. Başkanda önüne getirileni onaylıyor veya onaylamıyor.

Bazı başkanlar eskisi gibi Ankaralarda para peşinde koşturmuyor. Bakanlığın projelere ayırdığı fondan nasıl bir incelik yaparımda belediyeme daha çok kaynak aktarırım diye çabalamıyor. Maliye Bakanının, mahalli idareler genel müdürünün peşinde koşturmuyor. Başbakanı kaynak temini için günlerce, hatta aylarca kovalamıyor. Şıkır şıkır gelen kaynakları harcıyor. Bazen de fazla gelen kaynakları har vurup harman  savurup duruyor. Çünkü zamanının çoğunu düğüne, eğlenceye, basına daha çok çıkma yarışına harcıyor. Asıl işini yapamıyor. Bir taraftan sosyalleşme adına düğün dernek kaçırmazken diğer taraftan vatandaşın taleplerini karşılamakta çok acımasız davranıyor.

Belediye başkanı her talebi tabii ki olumlu olarak karşılayamaz. Muhakkak ki yerine getiremeyecekleri olacaktır. Fakat bunları yerine getirememe esnasında vatandaşa takındığı tavır çok önemlidir. Vatandaşa işinin olamama sebeplerini güzellikle izah ederek gönlünü almak çok önemlidir.

Belediye Başkanları yaptığı işlerin çokluğu ile yeniden seçilmiyor. Kazandığı gönüllerin çokluğu ile yeniden seçiliyor.

Her görevin bir sonu vardır. Hiç bir görev sonsuz değildir.

Belediye başkanları koltuklara hizmet adına aday oluyorlar. Vatandaşa kapılarının ardına kadar açık olduğundan bahsediyorlar. Adaletten, dürüstlükten bahsediyorlar. Vatandaşa oy için adeta yalvarıyorlar. Seçildikten sonra bir kısmı dününü unutuyor. Bazıları vatandaşla içi içe olurken, bazıları belediye duvarlarını kale duvarı sanıyor. Vaatlerde bulunduğu, oy isterken şekilden şekle girdiği vatandaşına karşı arasına kalın duvarlar örüyor. Mesafeler koyuyor.

Demek ki yeniden seçilmenin yolu, ödül kazanmaktan değil  gönül kazanmaktan geçiyormuş.

Hizmet bu alemde iz bırakmak için, öbür alemde sevap kazanmak için yapılır.

En büyük insan, insanlara hakkıyla hizmet eden insandır.

Adaletsiz davranan, hısım akraba kayıran, kin ve nefretle dost arkadaş dinlemeden onları mağdur eden, kendi ile kavgalı olduğu halde, barışık lafları eden, toplumun her kesimi ile ters düşen insanları günü geldiğinde kapının önüne koyarlar.

Yapılanların siyasette cevabı bu ise de, halkın cevabı henüz bu kişilerce hissedilmemiştir. Halk bu işi bu kadar kısa kesmez. Zannetmeyin ki yeniden aday olamadınız diye mağdur ettiklerinizle aranızdaki hesap kapanacak. Zaman zaman onlarla karşılaşacaksınız. Aradan geçen zaman içinde siz onları unuttuğunuz halde onlar sizi unutmamış olacaklar. Alacağınız tepkileri şimdiden görür gibiyim. On sene belediyecilik yaptım. Benim tanımadığım veya aradan geçen zamanda simalarını  unuttuğum bazı insanlarla karşılaştığımda; “Ben sizi belediyeciliğinizden tanıyorum.” dediklerinde yüreğim hopluyor. Acaba bu adamın bir işini görmedikte kendisini incittik. Şimdi milletin içinde sitemmi edecek diye terliyorum. Çok şükür şimdiye kadar hiç böyle bir şeyle karşılaşmadım. Hep dua ettiler. İsterim ki görevi bitenler  içinde böyle olsun. Tersi olursa emin olun bu azap çekilmez.

Kabir azabı gibi bir türlü bitmez.

Not: Görevini hakkı ile yapıp ta tekrar aday olamayanlar, halkın gözünde hak ettikleri değeri yaşayarak görürler. Onlar mutlu insanlardır.

Gaz Müslümanları ve Gaz’ze

“Ey İslam Ümmeti! Birinci vazifen zulmi durdurmaktır.”

Filistin dramının son naklen vahşet sahnesine farz-ı ayn duruşunu sergilediniz ama ya diğer zulümler?

Cizre‘de hapşırsanız Telafer‘den duyulur. Felluce sallansa Şırnak hisseder. 5‘inci senesinde Irak zulmü, Bosna zulmünü 5‘e katladı, gidiyor. Kayıplar 2 milyona, yetimler 4 milyona, evsizler 6 milyona yaklaştı. Ve yüzbinlerce sistematik tecavüz..

Mostar Köprüsü vurulunca yutkunamaz olmuştuk. İmam-ı Azam Camii, Hz.Ali Türbesi vurulurken maç seyrediyorduk. Irak‘taki kardeşlerimizin bir El – Fetih‘i, bir Hamas‘ı bile yok. Lakin Nazi zulmünün bir benzeri olan Irak zulmünde kalp ve kafa olarak yokuz.

Oysa ‘Müslümanın kafirle cihad edenine Türk denir‘ derdi İsmet Özel. Ne kadar zulüm ayeti var; Kur’an okuyan Müsüman yok mu? Yoksa ‘abiler en iyisini bilir‘ veya ‘efendibaba gereğini yapar‘ deyip maç seyrini sürdürüyor muyuz?

Yahudilere ve Siyonizme karşı taşan tepkimiz iş ABD olunca nasıl bıçak

gibi kesiliyor?

Komünizme karşı yapılan cihad Kapitalizme karşı niçin sökmüyor?

Müslümanın imanının anten ayarlarıyla kim oynuyor?

Amerika deyince dizlerinin bağları gevşeyen Müslümanlar, ABD’ye zati

ve subuti sıfatlar yüklemiş olmuyorlar mı?

‘Oku’ diye başlayan bir dinin okumayan mensupları hakkında hüküm

nedir?

Ve en önce biz varacağız Arasat’a kerdeşlerim

Gideceğiz ve en önce biz

Havzın başında bekleyen Peygamber’in yanına

Çünkü biz cihadı alnımızın çatına vurduk

Her sabah şehadeti koyduk dualarıızın başına

diyen İbrahim Sadri‘lerimiz ne işle meşgul?

Zulme en büyük destek tepksizliğimiz (sonuncusu hariç). Zulme en büyük ders ve direniş; b-o-y-k-o-t. Hani hiç yapamadığımız.. hani olay olunca ‘İsrail şaşırma, sabrımızı taşırma‘ diye bağırdığımız ama hadiseler küllenince Ariel‘le yıkandığımız..

Bırakın tüm yabancı ürünleri sadece Şer Üçgeni‘in (ABD, İsrail, İngiltere) ürünlerini almayalım, zulüm kesilir dedik; alışkanlıklarını terkeden olmadı. Bir Marlboro‘yı bile bırakamayan, bir Coca Cola‘dan bile vazgeçemeyen dünyanın kötü gidişine neyle ve nasıl nizam koyacak?

Anlaşılan o ki İslam inancı Müslümanlara bir numara büyük geliyor. Onlar hala particiliği İslamcılık zannediyor. 40 yıldır verilen maya tutmuş; zahiri bizden, batını ecnebilerden bir tür oluşmuş. Camide tadil-i erkan, piyasada Kapitalist racon.

Aldatan bizden değil, zulmeden bizden değil, zulme ortak olan bizden değil; iyi de biz kimiz? Asr-ı Saadet’te kimin izdüşümüyüz? Fitne ve nifak iliklerimizin neresine kadar yükselmiş?

Bize ne lazım: 220 voltluk bir elektro – şok mu yoksa Amerikan uçaklarının İzmit’i ve İstanbul’u bombalaması için mektup mu? Veyahut sıradışı ilahi bir tokat mı?

Gaz‘la çalışan tüm Müslümanlar adına, Gazze’nin yükselttiği tansiyonumuz düşmeden boykotla bedenimizi ve vicdanımızı temizleyelim. Onlar sırayla bizi temizlerken biz de onların necaset markalarını bu toptaklardamn temizleyelim. İran’ın Ayetullahı bile ‘haram‘ fetvası verdi; yok mu arttıran?

Abiler, ablalar.. Efendibabalar, hocaefendiler.. 90‘lı yılların meşhurlarından Patagonya’nın Sesi Radyosu‘ndan sizin için bir istek parçası çalıyorum:

Yürü bre yalan dünya

Senin aslın Amerika

Etekliğin basma olsa

Kefen bezin Amerikan”

Etnik Irkçığın Üstündeki Örtüler

Ergenekon, ülke gündemini adeta devre dışı bırakıyor. Ergenekonla yatıp Ergenekonla kalkıyoruz. Böylece aslında ülkemizde var olan bir de dışarıdan ithal ettiğimiz krizin çapı, yoğun işsizlik ve Deniz Feneri gibi açıklanan ve açıklanmayan birçok yolsuzluklar unutturuluyor. Suçun ferdi olması gerektiği bir tarafa itilip kişiler ve mensup oldukları kurumlar suçlanıyor; TSK başta olmak üzere birçok kuruma kan kaybettirilmeye çalışılıyor. Aslında dışarısı da farklı bir şey istemiyor. Irak’ta askerimizin başına çuval geçirilmesi, Ordunun itibarını zedelemekti. Askeri hastanelerden bir takım sağlık raporlarının dışarı sızdırılması da… TSK Türk Milletinin ordusudur. Onu Güney Amerika ordularıyla karıştırmayalım. Siyasetçi yanlış yapsa TBMM’nin feshi mi gerekir?

Türkiye kurumlararası zıtlaşmadan kurtulmalıdır. Başta iktidar olmak üzere;  Yargıdan elini ve sözünü çekmelidir. Sayın Başbakanın geçen haftaki beyanlarının Yargıya müdahale olmadığını söylemek mümkün müdür? Savcı ve hakimlerin yerini bazı basın ve TV’lerin, köşe yazarlarının almadığı söylenebilir mi? Herkesten önce bunlar gizli kalması gereken belgelere ulaşmakta ve yargısız infazlar yapılmaktadır. Bunlara fırsat verilmemeliydi. Suç, ferdidir ve suçlu da cezasını çekmelidir. Herkes hukuk devletini korumalı ve hassasiyet göstermelidir. Yıllardır Yargı, Yürütme tarafından hedef olarak gösterilmiştir. Bu, kuvvetler ayrılığı prensibinin zedelenmesi, hukuk devletinin yıpratılmasıdır.  Geliniz el birliğiyle ülkenin yararına davranalım.  Rakip ve hedef zannettiğimiz değer ve kurumların altını oymayalım. Bu konuda dış destek de almayalım.

Komplo teorileri ortaya koyup darbe edebiyatı yapacak yerde, Necip Hablemitoğlu‘nun katillerini bulamaz mıydık? Alman Vakıflarının PKK ile olan ilişkilerini neden örtüyoruz? Uğur Mumcu‘nun katilleri nerede? Aklımıza gelen her yeri delik deşik edip hazine arar gibi silâh ve mühimmat arıyoruz. Tozsuz, çamursuz ve oksidi olmadan tertemiz karton kutularda bulunan bu mühimmat da kafaları karıştırıyor. Sayın Pamukoğlu’nun da dediği gibi bütün NATO ülkelerinde bulunan bu malzemenin tahta kutuları nerede? Basit naylon örtüler ve yumurta kabı köpükler neyin nesidir? Sonra neden sadece TRT çekim yapıyor? Özgürlük bu mu? İktidar, anlaşılan seçim propagandası için yeni malzemeler buluyor ve kullanıyor. Bu kadar uğraştıktan sonra bari altın ve benzeri bir şeyler bulabilseydik. Alman dostlarımızın her ne kadar el altından üretimi engelleyecekleri bir gerçek ise de…

Elimde bir rapor var. Türkiye ile başkaları adına kavgalı bir Vakfın sözde Kürt sorununun çözümüne dair bir çalışması bu. Raporu hazırladığı ileri sürülen göstermelik bazı isimler dışında yoğun bir ekip çalışması yapıldığı görülüyor. Raporu TESEV mi hazırladı, yoksa PKK araştırma bürosu mu pek fark edemedim. “Türkiye toplumuna bir duyuru” olarak nitelenen bu çalışmayı nedense hazırlattıran vakıf da ona tam sahiplenemiyor. Vakıf, aracıymış. Demokratikleşme çözülmenin vasıtası mı? Önemli çelişkiler bunlar. Kürt sorununu bir terör sorunu olarak görüyorlar. Ama sadece terör de değil. Kürtlerle devlet arasında bir siyasal sorun genellemesi dikkati çekiyor. Bütün Kürtler demek ki devletiyle kavgalı. Pozitif ayrımcılık (ücretsiz elektrik, su, doğalgaz, kira ve maaş yardımı) ile eşit olmayan haklar talep edilerek Anayasanın 10. Maddesi ile ters düşülüyor. Kürt sorununun çözümünde terörist başının İmralı’daki tecridinin sona erdirilmesi, siyasi haklar, koruculuğun kaldırılması, Bölgedeki bütün mayınların temizlenmesi, operasyonların durdurulması, PKK’nın silâh bırakması için Kürt sivil toplum temsilcilerinin ve siyasi partilerinin aracılığına başvurulması, sicil affını kapsayan geniş bir af, milletlerarası antlaşmalardaki çekincelerin ve zorunlu askerliğin kaldırılması, vicdani ret hakkı da isteniyor. Türkiye’de siyasi partiler etnik merkezli mi kuruluyor? Kürt illeri denen illerimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin illeri değil mi? Raporda ötekileştirme ve etnik ırkçılık görülüyor. Resmi dil dışındaki dillerde kamu hizmetlerinin alınması, Kürtçe vaazlar, anadilde eğitim ve öğrenim talep ediliyor ve yoksulluk etnik boyuttan ele alınıyor. İşbirliğini ifade eden Ermenistan sınır kapısının açılması talebi de ihmal edilmemiş. Yasaklar kaldırılmalı derken medyaya müdahaleden bahsediliyor. Kürt kadınları, Kürt çocukları ve Kürt illeri dışında rapor hiçbir şeyi görmüyor. Siyasiler sık sık Kürt kelimesini kullanmalıymış. Var mı yok mu etnik taassub…    

Siz Anayasayı ve TRT Kanununu çiğneyerek ve bazı mahalli dilleri birleştirerek Kürtçe adı altında TV yayınına geçerseniz; bu talepler az bile sayılır.            

Yanlızlığın Kucağındaki Gazze

Dünya, büyük bir vicdan imtihanını çok kötü geçiriyor.

Soru; (Müslüman) Çocukların katledilmesi normal midir?

Gerçek vicdan sahiplerinin soruya cevabı, elbette ASLA’ dır.

Hem de en yüksek perdeden.

Ancak parantezin içindekinden dolayı, Yahudi, Yahudi asıllı vb. tüm Yahudi türevleri ve Hıristiyan âlemi için soruya YANLIŞ cevap verilmektedir.

Çünkü bu zevatların nazarında bir kişinin Müslüman olması, katledilmesi için yeterli sebep ve çocuk olması, kadın olması da hiç fark etmiyor.

Başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın tüm BARIŞ bezirgânlarının suskunluğu bundandır.

ABD’nin alenen VUR demesinin sebebi de bundandır.

Hepimiz duymuşuzdur;

Eskiden savaş alanlarında yeşil sarıklılar görülürdü, havuzlarda şehitlerimizi temsilen savaşan yaralı balıkların varlıkları konuşulurdu.

Hatırlıyorum da, sanıyorum 1980’li yıllardı. ABD askerleri, İran’daki esirlerini kurtarmak için harekete geçmiş ve ABD Helikopterleri havada çarpıştığından dolayı, hareket hezimete uğramıştı.

Son akıl almaz olaylardan biri de, Beş Parmak Tepesindeki Tank…

Bu galiba son kerametti.

Şunu demek istiyorum;

Acaba o zaman dualarımız kabul görüyordu da, şimdi artık kabul görmüyor mu?

Çok mu günahkâr olduk?

Öyle ya, İslam ülkelerinde İslami kurallar yasaklanıyor,

İslami yaşantı sürdürenler Devlet kapılarından kovuluyor,

Ülke Kamusal alan, şahsi alan, özel alan vs adında parsellenerek, inancı doğrultusunda hareket edenler, bu alanların tümüne girme hürriyetinden mahrum bırakılıyor.

Kazançlarımızın içinde rüşvet var, faiz var, yetim hakkı var, Serhat DUYAR kardeşimin yazdığı gibi Talih Kuşu(!) var.

Komşumuzun aç mı, tok mu’ya gelince;

Komşumuzla tanışmıyoruz ki…

Hal böyle olunca “Neden dualarımız kabul olmuyor” sorusunun cevabı da kendiliğinden ortaya çıkıyor galiba.

Ancak, hiç bıkmadan, usanmadan önce tövbe, sonra dua etmeye devam etmeliyiz.

Bu arada Yahudi katillerin kullandıkları teknolojiyi de göz ardı etmemek gerek.

Allah’ın sevgisini, rızasını, affını kazanma gayretinin yanında, verdiği akıl nimetini de müspet doğrultuda kullanmak suretiyle, teknolojik alanda da kendimizi geliştirmemiz lazım.

İşte o zaman katledilen masum bebeklerin katliamını durdurmamız mümkün olacaktır.

Ve o zaman, katliamı durdurmak için gayri Müslimlerin kapısında merhamet dilenmemize de gerek kalmayacaktır.

O zaman bebeklerin aşağıdaki çığlıklarını değil, sevinç naralarını duyacağız;

Yaşamak adına hayallerim küçüktü,

Üzerime düşen bomba, benden büyüktü.

Bomba değil üzerime, güller yağaydı,

O bomba bana değil, tüm insanlığaydı.

Dostluk İpi

Genç adam iyi bir terziymiş. Bir dikiş makinesi ve küçücük bir dükkânı varmış. Sabahlara kadar uğraşıp didinir ama pek az para kazanırmış. Çok soğuk bir kış gecesi dükkânı kapatırken elektrik sobasını açık unutmuş ve çıkan yangın onun felaketi olmuş. Artık ne bir işi varmış ne de parası.

Günler boyu iş aramış ama bulamamış. Yük taşımış, bulaşıkçılık yapmış, yine de evinin kirasını ödeyecek kadar para kazanamamış.

Sonunda ev sahibinin de sabrı taşınca, küçük bir bavula sığan eşyalarıyla sokakta bulmuş kendini. Mevsim kış, hava ayaz olsa da genç adamın köşedeki parktan başka gidecek yeri yokmuş. Bir sabah iş arayacak derman bulamamış bacaklarında.

Açlıktan ve soğuktan bitkin bir şekilde bankta otururken, kocaman bir araba yanaşmış kaldırıma. Arka kapıyı açmaya çalışan şoförü kızgınlıkla yana itmiş arabadan inen yaşlı adam,

‘Yalnız bırakın beni, parkta dolaşırsam belki sinirim geçer’ diye söylenmiş.

Zengin bir işadamı olduğu her halinden belli olan ihtiyar, birkaç adım attıktan sonra bankta titreyen terziyi görmüş.

Terzi, adamın üzerindeki paltoya bakıyormuş dikkatle. Birden siniri Geçiveren ihtiyar, ‘Zavallı adamcağız kim bilir nasıl üşüyordur, Ona nasıl yardım etsem acaba?’ diye düşünmeye başlamış.

Oysa terzinin düşlediği paltonun sıcaklığı değilmiş. O, çok kalın ve kaliteli bir kumaştan üretilen bu paltonun sahibine hiç de yakışmadığını ve onun vücuduna uygun şekilde dikilmediğini düşünüyormuş.

Yaşlı işadamı terzinin yanına yaklaşıp,

‘Ne o evlat, bu ayazda parkta donmuşsun. İstersen paltomu sana verebilirim’ deyince, ‘Hayır, teşekkür ederim. Ben sadece bu paltonun size göre olmadığını düşünüyordum. Kumaşı fazla kalın ve sizi olduğunuzdan şişman göstermiş’

Diye yanıt vermiş terzi. Yaşlı adam bu cevabı alınca hayli şaşırmış. Çünkü o da üzerindeki paltoya onca para ödediği halde Kendisine bir türlü yakıştıramıyormuş.

‘Soğuktan titrerken nasıl böyle bir şeye dikkat edebiliyorsun?’ Diye soran yaşlı adam, ‘Ben terziyim’ yanıtını alınca ‘Benimle gel, hayat hikâyeni yolda anlatırsın” diyerek arabaya bindirmiş.

Bizim terziyi. Bu karşılaşma, terzinin hayatındaki dönüm noktası olmuş. Böyle yetenekli bir insanın işsiz ve evsiz kalmasına çok üzülen iyiliksever yaşlı adam, terziye bir dükkân açmasına yetecek kadar para Vermiş. Bunun karşılığında tek istediği kendi giysilerini bu genç adamın dikmesiymiş.

Terzi yeniden bir işe hem de kendi işine başlamanın heyecanıyla deliler gibi çalışmaya başlamış. Bu arada yaşlı işadamı da desteğini esirgemiyor, Onu kendi çevresinden zengin kişilerle tanıştırarak yeni siparişler almasını sağlıyormuş.

Küçük dükkân önce kocaman bir modaevine dönüşmüş, sonra da pek çok ünlü marka için üretim yapmaya başlamış. Terzi artık ‘ünlü işadamı’ diye anılır olmuş. Bir gün ihtiyar adam onu ziyarete gitmiş. Terzi çok büyük bir iş bağlantısı yapmak üzere yurt dışına gidecekmiş ve uçağa yetişmesine az bir zaman varmış.

Biraz sohbet ettikten sonra yaşlı adam birden fenalaşmış, kalp krizi geçiriyormuş. Hemen bir ambulans çağırılarak hastaneye kaldırılmış. Yeni işadamımız ise büyük işi kaçırmak istemediği için uçağa yetişmiş.

Yaşlı adam krizi atlatmış ve uzun sure hastanede yatmış, bir yandan da sadece bir kez telefon ederek durumunu soran terziyi bekliyormuş. Fakat terzi daha çok para kazanmak için oradan oraya koştururken bir türlü yaşlı adamı ziyarete gidememiş.

Aradan o kadar uzun bir süre geçmiş ki bu sefer de utancından yaşlı adamın kapısını çalamaz olmuş. Bir süre sonra terzinin işleri yolunda gitmemeye başlamış. Fabrikalarını kapatmak zorunda kalmış ve elinde kala kala yine küçücük bir dükkân kalmış. Utana sıkıla yaşlı adama koşmuş hemen nerede hata yaptığını sormak için. Son derece kırgın olan ihtiyar yine de onu kabul etmiş ama anlatacağı öyküyü dinledikten sonra hemen çıkıp gitmesini istemiş.

Ve başlamış anlatmaya:

‘Bir zamanlar fakir bir oduncu varmış. Ormandaki bir kulübede yaşar ve odun keserek hayatını kazanırmış. Bir gün kulübesinde yangın çıkmış ve bu yangın bütün ormanı kül etmiş. O çevrede kimse ona güvenip iş vermeyince, çıkınını alan oduncu, eşeğine binip yola koyulmuş.

Ağaçların arasında yürürken birinin kendisine seslendiğini duymuş. Başını kaldırınca konuşanın bir bülbül olduğunu görmüş. Bülbül ona ‘Senin haline çok üzüldüm, şimdi öyle bir büyü yapacağım ki eşeğin çok güzel şarkı söylemeye Başlayacak, sen de onunla gösteriler yapıp çok para kazanacaksın

Demiş. gerçekten de eşek birbirinden güzel şarkılar söylemeye başlamış. Oduncu o şehir senin bu kasaba benim dolaşıp eşeğine şarkı söyletiyor ve herkes onları izlemek için birbiriyle yarışıyormuş. Oduncu ve şarkı söyleyen eşeği bütün ülkede ünlenmişler. Bir gün yine bir gösteriye yetişmek için koştururlarken, bülbülün yardım isteyen sesini duymuş oduncu.

Bir kedi bülbülü yakalamış ve yemek üzereymiş. Şöyle bir duraklamış ama gösteriye gitmemeyi, onca parayı kaçırmayı gözü yememiş, arkasına bakmadan kaçmış oradan. Gösteri başladığında ise eşeği her zamanki gibi güzel şarkılar söylemek yerine  Sadece bir eşeğin çıkarabileceği sesleri çıkarmış. Oduncu kendisini şarlatanlıkla suçlayan izleyicilerin elinden canını zor kurtarmış. İşte o zaman bülbül ölünce büyünün bozulduğunu anlamış.

Ben de senin bülbülündüm ve sen beni öldürdün, büyü de o yüzden bozuldu. Keşke güzel giysiler dikerken dostluk ipliğini koparmasaydın…’ Öyküyü dinleyince hemen çıkıp gitmiş terzi, çünkü söyleyecek bir sözü yokmuş…

DOSTLUK İPLERİNİZİ KOPARMAMANIZ DİLEĞİYLE…….

Ergenekon Soruşturmasında Yeni Gelişmeler

Ergenekon soruşturması eski MGK Genel Sekreteri Tuncer Kılınç, eski Yargıtay Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, eski YÖK Başkanı Kemal Gürüz, emekli orgeneral Kemal Yavuz ile bazı muvazzaf subaylar ve eski Özel Harekât Dairesi Başkan Vekili İbrahim Şahin’in de bulunduğu kişilere sirayet etti. İbrahim Şahin’in evinde bulunduğu iddia edilen krokilere göre yapılan kazılarda ele geçirilen silah ve mühimmatın, davanın seyrini ve kaderini değiştirecek önemde olduğu vurgulanmakta.

Bu olaylar üzerine daha önce de yazılmış bir bilgiyi,  “bizzat Bülent Ecevit’ten dinlediği” bir hatırayı son olarak Can Dündar yeniden gündeme getirdi:

“Başbakan olduğu dönemde, Türkiye’nin ‘Sismi’si (İtalyan Gladyosunun bir organı) sayılabilecek Özel Harp Dairesi‘nden tesadüfen haberdar olduktan sonra hemen bir brifing istemişti Ecevit… Başbakanlıktaki brifingi Özel Harp Dairesi Başkanı General Kemal Yamak vermişti. Orada Ecevit’e şunlar söylenmişti:

Özel Harp Dairesi, bir yabancı işgalinde istilacılara karşı gerilla yöntemleri ve yeraltı etkinliğiyle mücadele etmek için kurulmuştu. Adları gizli tutulan bazı ‘vatansever gönüllüler’ bu örgütün sivil uzantısı olarak çalışmak üzere ömür boyu görevlendirilmişlerdi. Gerektiğinde bunların kullanması için de Türkiye’nin bazı yerlerinde gizli silah depoları oluşturulmuştu.”

Ecevit duyduklarından dehşete düşmüştü. O günden sonra her kanlı olayda bu örgütten şüphelenecek, ancak örgütü açığa çıkaramadan Başbakanlığa veda edecekti.”

Ergenekon davasında sanıklar ve tutuklananlara bakılırsa, devletin en üst mevkilerindeki etkili ve yetkili bazı kişilerin resmi görevlerinin yanında “derin devlet” adıyla anılmalarına sebep olan gizli görevleri de olduğu anlaşılıyor.

Devletin açıktan yapamadığı bazı işleri bu “derin devlet” aracılığıyla yaptırdığı ifade ediliyor.

Komünizm tehlikesinin var olduğu bir dönemde NATO ülkelerinde ABD tarafından kurdurulan bu örgütlere genel olarak Gladyo adı verilmişti. İtalyan gladyosu mafya ve mason locasının kontrolüne girip, kirli işlere girişince, SSCB’nin propagandasının da etkisi ile tasfiye edilmişti.

Sadi Somuncuoğlu’nun yorumu bizi bir başka pencereden bakmaya zorluyor: “1990’da Sovyetler Birliği dağılınca, ABD bu örgütün tasfiyesini düşünmeye başlıyor. 1995’ten itibaren de, Türkiye’ye SSCB dağıldığına göre bu örgüte de ihtiyaç kalmadı, tasfiye edilmeli diyor. NATO kanalıyla askerler üzerinden yürütülen bu istek kabul görmeyince siyasi kanallara yöneliyor. 5 Kasım 2007’de Bush-Erdoğan mutabakatı yapılınca, “Ergenekon” üzerinde anlaşma sağlanıyor. Bunu da Fehmi Koru duyuruyor.  ABD bu örgütü niçin istemiyor? Büyük Ortadoğu Projesi haritasına göre, Türkiye dâhil bölgemizdeki devletlerin sınırlarının değişmesi gerekiyor.    ABD bu yolda en büyük engel olarak bu örgütü görüyor.”  

“Özel Harekât Dairesi” böyle bir örgütün kendisi veya parçası ise İbrahim Şahin’in evinde bulunduğu iddia edilen krokiye dayanılarak bulunan silah ve mühimmatın, yürürlükte olan yasalara göre “suç teşkil eden” ancak “devletin birliği ve bekası için gerekli gördükleri” bazı eylemlerde kullanılmış olması ihtimali vardır. Tabii ki burada anlaşılmayan husus “kuvvet komutanlarının bile evinin arandığı bir iklimde Susurluk sorumlusu gösterilen ve sürekli izlenen biri nasıl olur da evinde silah deposu krokisini saklar? Böyle bir kroki var idiyse İbrahim Şahin saklayacak başka yer mi bulamadı? Belli ki işin içinde başka işler var!..

“Yeniden gündeme getirilen “Susurluk” hadisesindeki kayıp silahlarla öldürülmüş olabileceği ifade edilen kişilerin, genellikle uyuşturucu, silah kaçakçılığı ve kumarhaneler işletmeciliği ile kazandıkları kirli paralarla, PKK’ya finans ve silah desteği sağladıkları iddia edilmekteydi. Ayrıca aynı dönemde PKK örgütlenmesi içinde etkin olan, ancak mahkemelerde bu durumun hükme bağlanmadığı, bazı kişilerin de faili meçhul bir şekilde öldürüldüğü haberlerini hatırlıyoruz.

Bu dönem PKK ile mücadelede “örgütün eyleminden sonra takip etme” metodu yerine, onun eylem yapmasına fırsat vermeden proaktif bir mücadele yapma tercihini uygulamaya geçirdiği dönem olmuştu. Bu dönemde devletin terör örgütüyle mücadelede başarılı olduğu genel olarak kabul ediliyor.

Önyargısız bir şekilde aşağıdaki soruların cevabını ve ihtimallerden hangilerinin doğru olduğunu anlamaya çalışacağız. Ancak yaşadığımız süreçte, önümüzde bilinenden daha çok bilinmeyenin olduğu kanaatindeyim.

Zamanında “düzensiz ordu”lara karşı düzensiz ve illegal örgütler kurmakla görevlendirilen asker-sivil bu kişilerin tasfiye edilmesi, “hukuk devletinin önündeki engellerin kaldırılması” anlamına gelecek midir?

İddianameye göre, bu kişiler görevleri sona erdikten veya emekli olduktan sonra da “Türkiye’yi istikrarsızlaştırarak ihtilal yapacak ortamı oluşturmak” suçunu işlemiş olabilirler. Bununla ilgili mahkemeye sunulacak delilleri, savunmaları ve kararı beklemek durumundayız.

  • 1- İnternet Haber’de Zübeyir Kındıra’nın ifadesiyle, “şimdi, Türk Gladyosu tasfiye ediliyor. Olan bu.. Kim yapıyor bu tasfiyeyi? Savcı Öz mü? AK Parti mi? Hayır! Aslında bizzat kurucu güç tasfiye ediyor. ABD yani. İpi çeken ABD’dir…” İddianamenin ana kaynağı Tuncay Güney‘in karanlık kimliği ve ABD’den beslenenlerin tavrı bu görüşü kuvvetlendirmekte.
  • 2- Davada Hükümetin “siyasi intikam” ve “muhalifleri susturma” gibi bir amacı ve yönlendirmesi var mıdır? ABD ve Hükümet karşıtlarının bu vesileyle sindirilmesi ve cezalandırılması mı söz konusu olacak? Yoksa salt hukuk kuralları çerçevesinde kalınabilecek midir?
  • 3- Tasfiye edilmekte olan ekibin yerine yenisi gelecek mi? Yoksa tam bir hukuk devleti içerisinde kalmayı ve terörle mücadeleyi başarabilecek miyiz? Yeni bir ekip gelirse ABD’nin kontrolünde olma ihtimali nedir?

Gündem uygun olursa yargılamanın hukuki boyutunu başka bir yazıda değerlendirmek istiyorum.

Dünyanın Çivisi Çıkmış

Rasim Özdenören, bir denemesinde, Oktavya Paz’ın bir Meksika eğlencesini şöyle betimlediğini yazar: “Bu eğlencede düzen kavramı tümüyle ortadan kalkar, onun yerine kargaşa gelir ve her şeye izin verilir. Her şey başkalaşır, toplumsal, cinsel, kültürel, ırksal ve tecimsel ayrımların ortadan kalkmasıyla geleneksel katmanlar yıkılır. Erkekler kadınlar gibi giyinir, efendiler kölelere, yoksullar zenginlere dönüşür. Askerlerle, rahiplerle, yasalarla alay edilir. Kutsal şeyler çalınır, dinsel ayinlere küfürler savrulur. Her önüne gelenle cinsel ilişki kurulabilir. Bazen de eğlence bir “kara ayine” dönüşür (kara ayin, yani, şeytanın, kötü ruhların kutsandığı ayin). Kurallar, alışkanlıklar, gelenekler çiğnenir. Kısacası toplumun normal haldeki düzeni alt üst olur. Güya böylece toplum eğlence yoluyla kendini zincirlerinden kurtarır, benliğini yadsımış olur. İyi ile kötü, gün ile gece, kutsal olanla kutsal olmayan… her şey karşıtıyla birleşir.”Geçenlerde Amerika başkanı W. Bush, Irak’a gitmiş, orada kendisine bir gazeteci ayakkabı fırlatmıştı. Bu olay için Bush’ın eşi, “Başkan, ayakkabı fırlatma işine çok güldü, yaralanmadı, çok çevik, bildiğiniz gibi o bir sporcu.” demiş.  Meksika’daki eğlenceyi nasıl yorumlamak, Bush’un tepkisini nasıl değerlendirmek gerekir? Dünyanın çivisi çıkmış.

Yaşadığımız coğrafyada ayaklar baş, eşkıya efendi olmuş. Fırsatçılığın adı demokratlık, emperyalizmin adı yardımseverlik olmuş. Beyaz yoğurdu siyah algılayanlar medyaya, siyasete egemen olmuş. Biz, hayvanın, yularından; insanın, sözünden tutulduğunu bilirdik; ama sözün, kendisini bağladığı insan, ortada kalmamış. “Dün dündür, bugün bugündür.” sloganı, yaşam felsefesi haline gelmiş. Olması gerekenler olmadığı gibi, olmaması gerekenler olur hale gelmiş.

1940’larda bir zihniyetin sahibi saf Türk’ü bulmak için kafatası ölçmeyi öneriyordu. Ayni zihniyet, şimdi günün teknik gelişmesine uyum sağlamış olmalı ki, DNA testi öneriyor. Bu zihniyetin Siyonist patentli olanı da bir soyu yok etmek adına yıllardır Filistin halkına esaret hayatı yaşatıyor. Gasp ettiği toprakların gerçek sahiplerini çoluk çocuk, kadın erkek, genç veya ihtiyar demeden her fırsatta yaralıyor, öldürüyor. Bu işi yaparken hiçbir değer tanımıyor. Evleri, ibadethaneleri, hastaneleri, yardım merkezlerini acımasızca bombalıyor. Ekmek kuyruğunda bekleyen günahsız çocukları, potansiyel tehlike olarak gördüğü için, vahşice katlediyor. Kendilerine sağlık ve gıda malzemelerinin ulaşmasını ısrarla engelliyor. Bu zulmü, bir ibadet aşkıyla yapıyor, ortaya koyduğu facianın bir hak olduğunu yüzsüzce söyleyebiliyor. Evladını yitiren annelerin haykırışları, yerdeki yaralı ve cansız bedenler, bu yüzsüz zihniyetin pişmanlık duymasına, özür dilemesine yetmiyor. Belki de bu hukuksuz kararı alanların, bombayı atanların her biri, kendini, bütün değerlerin ters yüz edildiği, Meksika’daki eğlencede zannediyor. Önemli değil, onların nasıl olsa, atılan ayakkabıya gülebilen bir babaları var. Bizde böyleleri için şöyle denir: Al birini, vur öbürüne.

Bu ortamda karamsarlığa gömülmek, “Elden ne gelir ki?” demek bize yakışmaz. Tercihimiz, karanlıklara küfretmekten yana değil, bir mum yakmaktan yana olmalı. Her koşulda, yapılacak bir eylem vardır. Gücü yetenler eliyle, yetmeyenler diliyle her haksızlığa, yanlışlığa müdahalede bulunmalı. Üçüncü grupta kalmak beni korkutuyor. Sizin yeriniz neresi?

İnovasyon

İnovasyon yenilik oluşturabilme kabiliyetidir. Yeni fikirlerin (hizmet, ürün veya metot) bir değer haline dönüştürülmesi hareketidir. Yenilik oluşturma; belirli bir metot dahilinde yapılması durumunda ancak etkin olabilmektedir. Aynı zamanda  yenilik oluşturma  kabiliyeti, yeniliğin hangi hızda oluşturulduğuna da bağlıdır.

İnovasyon sürecinin iki önemli basamağı vardır. Birincisi yeni ve farklı fikirlerin ortaya çıkmasıdır. İkinci basamak ise ortaya çıkartılan fikrin ticarileşmesi katma değer oluşturan ürün, metot veya hizmete dönüştürülme sürecidir.

Küreselleşme sürecindeki dünyada her konuda rekabet son derece önem arz etmektedir. Sıkı rekabet koşullarında var olma mücadelesi veren işletmeler üretim maliyetlerinin getirdiği yükü hafifletmek için inovasyon projelerine önem vermelidir. Ancak bu projelerle rekabet fırsatı yakalayabilirler.

Ülkemizde de bu konular gündeme bir şekilde gelmekte ancak firma kültürü haline dönüşmeyen sadece söylemde kalan bir düşünce olarak kalmaktadır. Neler yapılmalıdır yenilikçi fikirleri insanlar ürettiğine göre öğrenciler girimci ve yenilikçi düşünce yapısı kazandırılması için buna uygun programlar oluşturulması gereklidir. Konu ile ilgili kurumların İşletmelerin inovasyon yapmasını kolaylaştıracak, onları destekleyecek, yeni bir yapılanmaya gitmesi gerekir.

İnovasyon sürecini beş kısımda inceleyebiliriz. Fikir, konsept, prototip, üretim, pazara arz.

Fikir: En önemli olanı yenilikçi fikirlerdir. Yenilikçi fikirler her birimden her bireyden gelebilir ortamda yenilikçi fikirlerin rahatça söylenebileceği ortamı hazırlamak gerekir ve her fikre saygı duymak gerekir. Önemli olan bu fikirler arasından doğru fikri bulup çıkarmaktır.

Konsept: İnovasyon fikirleri çeşitli parametreler kullanılarak ince eleyip sık dokunarak ve bir tane kalıncaya kadar çalışma yapılır. Fikir üzerinde teknik, Sosyal ve mali fizibilite çalışmaları yapılarak projelendirilmelidir.

Prototip: Kağıt üzerinde projelendirilen fikir, fiziksel hale getirilir. Ürünün test aşamalarında iyi ve kötü yanları tespit edilir ve kötü yanları minimize edilerek prototip oluşturulur. Burada en önemli husus üretim planlarının hazırlanması ve üretime hazır hale getirilmesidir.

Üretim: üretim otomasyona uygun seri üretim haline getirilebilirse işletmeye bir değer katar. Bir ürünün prototipini oluşturmak onun ekonomik olarak üretildiği anlamına gelmeyebilir. Bir çok prototipler seri üretime uygunsuzluğundan, ekonomik ve/veya teknik uygunsuzluklarından piyasaya arz edilmeden prototip aşamasında kalır.

Pazara arz: En önemli safhalardan biridir inovasyon fikrinin başarısı buradaki performansla doğrudan alakalıdır. Modern bir pazar stratejisi izlenmesi gereklidir.

Son krizle birlikte her alanda ciddi inovasyon projelerine önem veren şirketler işletmelerinin devamını sağlayarak işsizliğin önüne geçmeye ve krizi asgari düzeyde atlatma yoluna gitmişlerdir. İnovasyonun asıl amacı mevcut potansiyeli en verimli hale dönüştürmekten geçer. Aslında inovasyonun dolaylı olarak hedefi toplumların refahının artması ve bu refah düzeyinin yaygınlaşmasına katkı sunmasıdır.

Ağlamakla Yahudi Susturulamaz

Gazze’de olanları bir insan olarak içim parçalanarak izliyorum. Yıllar önce dedelerin hatasını torunlar ödüyor. Dünyanın servetinin teklif edilmesine rağmen bir karış toprak vermeyen Osmanlıya yapılan ihanetin sonucu bu topraklar yahudinin zulüm yaptığı alanlar haline gelmiştir. Yahudi bu topraklardan zulmünü kaldıracak mı? Tabii ki hayır.

Zira onun çok daha fazla talepleri var.

Yahudi’nin Türkiye’nin de bir kısmını içine alan vaat edilmiş topraklar hayali var. Belli ki zulmün hedefinde ileride Türkiye de var. Bu gerçek karşısında Gazze’ye ağlamak yeterlimi? Tabii ki değil?

Türkiye de sudan sebeplerle insanların kamplara ayrıştırılması çabaları bu hedefin planının bir parçasıdır. Biz ülke olarak bunun bilincinde olmazsak ileride Gazze’nin başına gelenlerin birkaç misli fazlasının bizim başımıza geleceği açıktır.

Olaya dindaşlık açısından yaklaşacak olsak çevredeki İslam kimlikli ülkelerin sessizliği çok şeyi ifade etmektedir. Belli ki bu devletlerin yönetimi zamanında ele geçirilmiş. Yani kumaş etraflıca dokunmuş.İpliği ve ilmiği dikkatli seçilmiştir.

Bize düşen çevrenin yardımına güvenmeden kendi imkanlarımızla güçlenmektir. İslam kimlikli ülkelerle her şartta onlara menfaat göstererek ticaret güçlendirilmelidir.

Maharet bu ülkelerin paralarını kullanabilecek cazibe merkezleri üretebilmektir.

Avrupa ve Amerika’nın dolmuşuna binerek bu ülkelerle ilişkilerden kaçmamaktır.

Zira yıllarca gerici oluruz diye Ülkemiz siyasileri doğu ile ilişkilerden uzak tutulmuştur.

Bu konuda ilericilik formasyonu altında ” Doğu gericidir. Yaklaşırsan sana da bulaşır.” korkusu aşılanmıştır.

Aslında İslam’a karşı yapılan bu saldırılar olmasa bizler çok daha fazla rehavete kapılacağız. Nitekim yıllarca bu ülke bizim diyerek yan geldik yattık. Ülkede ne çeteler kuruldu da farkına varamadık.

Evet bu ülke bizim ama sahip çıktığımız ölçüde bizim. Şahsi malını bile korumazsan günün birinde hırsızın malı haline gelebilir.

Gazze’ye tepkimizi gerekli ve ciddi buluyorum. Hükümetimizin de tavrını olumlu buluyorum.

İslam kimlikli ülkelerin de suskunluğunu yadırgamıyorum. Sadece üzülüyorum.

Onlara baktıkça uyanık davranmadığımız takdirde kendi başımıza gelecek akıbeti görüyorum.

Bulunduğumuz coğrafya, milli ve dini pozisyonumuz bizi umut kapısı haline getiriyor.

Kendi önemimizin maalesef farkında değiliz.Aramızda ki siyasi çekişmeler ne boyutta olursa olsun muhakkak bir asgari müşterekte anlaşarak bütünlüğümüzü korumak zorundayız.

Gazze konusunda meclisteki tüm siyasi odakların ittifak etmiş olması bizim bu özelliğimizi göstermektedir.

Ayrıntıları abartarak siyasi malzeme haline getirmek, bu suretle nefrete dönüşen ayrılıklara sebep olmak Gazze örneği ihanetin ve ilerideki ödenecek bedelin başlangıcı olur.

Biz aslında Gazze’ye ağlamaktan öte bu örnekten çok mühim dersler çıkartmalıyız.

Bir taraftan elimizden gelen yardımı esirgememeli, diğer taraftan daha beterinin başımıza gelebileceğinin hesabı içinde olmalıyız.

Sağı ile, solu ile ülke içindeki ihanet odakları hariç bütün formasyonları ile konuşma ve konferansların ötesinde devlete çare üretmeliyiz. Proje ve plan teklif etmeliyiz.

Akil insanlar acilen işe sahip çıkmalıdır. Halkın işi itaat etmektir. Destek vermektir.

Çareyi teklifi, plan ve projeyi, akil insanlar yapar. Onlar işi savsaklarsa, rahatlarını bozmadan  vah vah, eyvah gibi yüzeysel tepkilerle işi geçiştirirlerse sonuç ihanet olur.

Bilgili ve yetenekli olduğu halde kenarda oturup keyif yapmakta bir tür vatana ihanettir. Bu hadiselerden hala dersler çıkartamıyorsak bizim de sonumuz farklı olmayacaktır.

Seyretmekle çare üremez. Sadece seyretmekle yetinilirse  istila seyredene de bulaşır.

Yapılan gösterileri bir tepki olarak doğru buluyorum.

Fakat içerideki çekişmelerin ülke bütünlüğünü zedeleyici boyuta varmasını doğru bulmuyorum. Siyasi çekişmeler vatan kardeşliğini zedelememeli diye düşünüyorum.

İnşallah  Gazze’de meydana gelen bu musibet bizi kendimize getirip hareket geçirir.