26.6 C
Kocaeli
Salı, Eylül 23, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1278

Neden Milliyetçilik

Geçenlerde Sayın Cumhurbaşkanı Gül’ün önemli ve üstünde durulması gereken bir beyanatı vardı. Ümraniye Davası ile ilgili olarak gelişmeler karşısında insanların haksız yere suçlanmasının, hukuk dışı yollara başvurulmasının yanlış olduğunu belirttikleri gibi; savcılarla uğraşılmaması gerektiğini ifade ettiler. Ancak, basın hürriyetini ve demokrasiyi sadece iktidara yaranmak şeklinde anlayan, işlerine geldiği zaman demokrat, işlerine gelmediği zaman suskun ve olup biteni görmezden gelen bazı yayın kuruluşları, Sayın Gül’ün beyanatının bir kısmını verdiler; diğer kısmını atladılar. Bunlar sadece savcı ve hakimlerin rahat bırakılması üstünde durdular.

Son yıllarda demokrasiyi güçlendirecek, hukuk devletini yıpratıcı uygulamalara hayır diyebilecek, alkışçı değil; objektif ve görevini yapan, patron emrinde olmayan basını arar olduk. Bazı yayın kuruluşları ve yazarlar da olmasa; iş iyice çığırından çıkacak. Basının haysiyetini kurtaran, ahlâk yasasına uyan yazarlara şükran borçluyuz.

Emekli Orgeneral Sayın Hurşit Tolon’un uzun süre içeride tutulmasından sonra serbest bırakılma gerekçesi, kafaları karıştırmakta ve ülkeye itibar kaybettirmektedir. Bizim endişemiz; ülkenin itibar kaybetmesi, değişik kamplaşmaların gerçekleşmesi, birlik ve bütünlüğün zedelenmesidir.

Birçok yazımızda ve konuşmalarımızda milliyetçiliğin dışa kapanma olmadığını, bunun iktisattan sanata ve dış politikaya kadar ülke yararına tavır alışlar bütünü olduğunu belirtiyoruz. Türk milliyetçiliğini yıllardır öcü gibi göstermeye gayret edenler; başka bir milliyetçiliğe ve küresel amaçlara hizmet edenlerdir. Son yıllarda küresel saldırılar, milletlerarası hukukun ve itibarlı kuruluşların ayaklar altına alınması, önü açılmış milli devletlerin toprak bütünlüklerini hedef alan, egemenlik haklarını sınırlandıran, ekonomik kaynaklarını talan etmeyi amaçlayan dolaylı ve doğrudan kuşatma hareketleri, neden milliyetçi bir tavır almamız gerektiğini ortaya koymaktadır. Bilhassa iktisadi milliyetçilik konusuna giren hayati sorunlar karşısında, her ciddi ülkede olduğu gibi yönetenlerden de gerekli tavrı bekleme hakkımız vardır.

Alışılmış yanlış ezberleri ve ideolojik dar kalıpları aşmak zorundayız. İnsanlık tarihi milli menfaat çatışmalarının tarihidir. Dün, ikili tasniflerde sağ-sol şeklinde taraf olanlar, geliniz önce peşin hükümlerden, zihinlerdeki tabulardan uzaklaşarak Türkiye’nin çıkarlarını düşünelim. Gerçekleri görerek milli çıkarlardan yana olmak kimseyi utandırmasın. Geçmişteki beyan ve görüşlerimizdeki yanlışlarda ısrar etmek uğruna tutucu olmayalım. Bizim bugün kitap ve makalelerimizde değiştirmeye mecbur olduğumuz herhangi bir satır ve paragraf yok. Ama değişmesi gerekenler, değişmekten de çekinmemelidir.

Milliyetçilik, farklı etnikliğe de sahip olsa; aynı milliyetten olan herkesi kucaklayan bir fikri olgunluktur. Etnik ırkçılığı, topluma kapanmayı ve vatandaşlığı reddetmeyi dışlar. Yöresi, etnisitesi ne olursa olsun; milli kimliğe sahip çıkmak, ülke çıkarlarını korumak, hilâl-haç mücadelesini fark etmek, yeni emperyalizm olan küreselleştirmenin olumsuz taraflarını görmek, herkesin görevidir. Aksi bir tutum, işbirliği kokularını yayabilir.

Milliyetçilik;

sadece fikirde kalan, uygulamaya yansımayan bir anlayış tarzı değildir. O ne sadece duygusallık; ne de basit bir düşmanlıktır. Toplumu bütünü ile ele aldığından aynı zamanda toplumcudur. Irkçılıkla ilgisi yoktur. Ancak, ne gariptir ki; milliyetçilik ırkçılıkla suçlanır. Bazılarının işine öyle gelir. Milliyetçiliğin otoriter, militarist, anti-demokratik ve seçkinlere üstünlük tanıyan faşizm ve komünizmle ortak bir tarafı yoktur. Fert için hiçbir şey; devlet için her şey parolasını taşıyan İtalyan faşizmi ile bağdaşmaz. Tecavüzkâr emelleri reddeder. Soyut bir devlet fikri yerine; somut bir devlet anlayışından (âdil, müşvik devlet baba anlayışı) hareket eder. Milletlerin milli varlıklarını yok edici veya dondurucu, her türlü beynelmilelci akımı reddeder. Türk milliyetçiliği canlı bir şekilde yaşar ve uygulanırken; insanlık tarihi henüz ne faşizmi; ne de nasyonel sosyalizmi tanıyordu. Her ikisinden de Türk milliyetçiliğinin alacağı tarihi bir ders yoktur. Onun yapısına ters düşen sistemlerle özdeşleştirilmesi de mümkün değildir. (Erkal, Mustafa E., Sosyoloji(Toplumbilimi), 14. Baskı, İstanbul 2009, sh. 301)

Rahmetli Erol Güngör’ün ifadesiyle; Türk milliyetçiliği bir kültür hareketi olarak ırkçılığı, halka dayanan bir siyasi hareket olmasıyla da otoriter idare sistemlerini reddeder. (Güngör, Erol, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, İstanbul 1978)…

Gündemden Kısa Kısa

El Maktum ve İETT Arazisi

İstanbul’un Boğaz Köprüsünün yapılmasına bile karşı çıkan zihniyetin kısır görüşü, anlaşılmaz düşüncesi, Türkiye’ye bir çırpıda 30 Milyar Dolar kaybettirdi.

1-1,5 milyar dolar için kapı kapı gezdiğimiz günlerin tarihi çok eski değil.

Arap sermayesi veya İslami sermaye fobisi olanların dini ve siyasi kaygısı yüzünden uçup giden 30 Milyar Dolara mı yanalım, binlerce, belki de on binlerce istihdama mı yanalım, yoksa bu kısır düşüncelilerle aynı ülkede yaşama şanssızlığına mı yanalım.

Türkiye için ayırdığı miktarın yarısından bile az bir miktarla (14 Milyar Dolar), Tunus’ta 130 Bin kişiye istihdam sağlayacak proje başlatıldı bile.

Sermayenin rengine takılma hastalığının dünyanın hiçbir yerinde olduğunu sanmıyorum.

Mimarlar Odasının bu aymazlığını değerlendiren Danıştay’ı anlamak mümkün değil.

Türkiye’nin dört bir yanında İngiliz’e, Alman’a, Yahudi’ye, Rum’a sayısız gayrimenkuller satılırken Mimarlar Odası neredeydi Allah aşkına?

Satışın iptaline sevinip, satılamayan alanda piknik yaparak kutlama yapan, davul zurna eşliğinde halay çeken ana muhalefet partisi, seçim arifesinde İstanbulludan ne yüzle oy isteyecek merak ediyorum doğrusu.

İstanbul’a kocaman bir kazık atılıyor ve ardından da kutlama yapılıyor. Pes doğrusu.

Bu satışın iptali İstanbulluya çok pahalıya mal olmuştur.

Bu zararı muhalefet hesap edemiyor belki, ancak İstanbullunun çok iyi hesap ettiğini çok yakın bir tarihte görmek mümkün olacaktır.

Davos ve Turizm

Peres’in Davos’ta Başbakanımızdan yediği fırça sebebiyle, İsrail’den Türkiye’ye gelen turist sayısında yüzde 80 oranında azalma olmuş.

Hiç dert değil.

Çünkü İsrail turistin kararını Türkiye aleyhine değiştiren Davos davası, Arap turistlerin kararını da Türkiye lehine değiştirmiştir.

Arap turist sayısında, yüzde 40 oranında artış hesaplanıyor.

Kayıp, kazancın yanında devede kulak, zira bilindiği gibi Araplar cömertliği ile meşhurlar!

Nede olsa kazanmaları için çalışmalarına gerek yok.

Cenab-ı Hak vermiş nimeti, tepe tepe kullanıyorlar.

Yarım asır sonra ne yapacaklarsa!!!

Her Mahalleye Kur’an Kursu

İnsanın oy uğruna kendisinin bile rahatsız olduğu vaatlerde bulunması ne garip bir şey.

Keşke bu vaatte samimi olunsaydı da bizde ayakta alkışlasaydık.

Vaadin sahibi Sayın Sefa Sirmen, uzun yıllar Belediye Başkanlığı yaptığı dönemde, Kocaeli’nin en güzide alanlarından biri olan ve 400.000 metre karelik alana sahip Kocaeli Fuarına, bırakın Camii, bir Mescit’in yapılmasında bari bu hassasiyeti gösterseydi keşke.

144.000 metre karelik alana Outlet Center kurulmuş, bu alana 3 restoran, 3 cafe, 45 satış mağazası, 7 ayrı sinema salonu, 250’si otobüs olmak üzere, 2.500 araçlık otopark ve daha birçok birim için yer ayrılmış, ancak doğru dürüst bir Mescit’e yer ayrılamamış.

(Allah LC Waikiki Mağazasının sahibinden razı olsun. Minicik mescidi imdadımıza yetişiyor.)

Tekrar Belediye Başkanlığına aday olup, bir seçim arifesinde böylesi bir vaat pekte samimi gözükmüyor doğrusu.

İnşallah yanılıyorumdur.

Bu konuda CHP Genel Merkezinden de açıklama yapıldı; “Kur’an kursları Halk Evleri gibi çalışacak” diyor genel merkez.

Halk Evlerinde nelere hizmet edildiği ortada…

Türkiye’de solun elinde olmayan tek Halk Evi Elazığ’daydı, benim 5 yılım Halk Evinde geçti ve Halk Evi bana sadece birkaç yörenin Halk Oyunlarını öğretti.

Halk evi statüsündeki bir Kur’an kursundan yetişeceklerin şerrinden, Cenab-ı Hak herkesi muhafaza etsin.

Velhasıl millet olarak objektif olamıyoruz, bu da en büyük problemlerimizden biri galiba.

Seçim yaklaşınca açılıyor perdeler,

Işık nerden, gölge nerde bilinmez.

Işık kaynağına ters düşüyor gölgeler?

Doğru hedeflere, ters adımla gelinmez.

Siyasette Etik Kurallar

Artık bu seçimde siyasi partilerin tartışması Laiklik ve Cumhuriyet gibi soyut kavramlar üzerinde odaklanmıyor. 29 Martta yapılacak olan Mahalli İdareler Seçimleri öncesi tartışmalar iki eksene kaymış durumda. Birinci eksen etik değerler, dürüstlük, yolsuzluk, devlet imkânlarını şahsi menfaatler için kullanma üzerinde yürütülürken,  ikinci eksen ise hizmet vaatleri ve projeler üzerinde şekilleniyor.

Özellikle CHP’nin İstanbul Büyükşehir adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun açtığı ve ucu artık Başbakan’a ulaşan dosyalar medyada ve kamuoyunda ciddi yankı buluyor. Bizzat Başbakan’ın öfkeli bir ses tonuyla cevap vermeye çalıştığı Kılıçdaroğlu, hedefine ulaşmanın mutluluğunu yansıtan yüzü ile başarılı bir psikolojik harp yürütmekte olduğu izlenimi vermekte.

Uzun bir süredir “3Y” adını verdikleri bir formülle yoksulluk, yolsuzluk ve yasaklarla mücadele ettiklerini vurgulayan AKP’nin üzerinde söz konusu iddialar yeterince sarsıcı olacak mı?

İddiaların AKP’yi yıpratması için iki durumun birlikte geçerli olması gerekecektir:

1- Gösterilecek belge veya bilgilerin AKP yöneticileri ve özellikle Başbakan hakkında konusu suç teşkil eden yasadışı eylemlerinin söz konusu olması veya “yasal kılıf” içerisinde kalmakla birlikte,

  • Görev ve yetkilerin menfaat sağlamak amacıyla kullanılmaması
  • Hediye alma ve menfaat sağlama yasağı
  • Kamu malları ve kaynaklarının kullanımında kamu yararını gözetmek

gibi “etik ilkelerin” çiğnendiğine dair güçlü bir kanaat oluşması gereklidir.

2- Toplum vicdanının, etik kuralların çiğnenmesinden rahatsız olması hatta öfkeye dönüşebilecek bir tepki vermesi lazımdır.

Ben yüksek ahlaki değerlerin yansımasını bulduğu bir toplumsal vicdana sahip olup olmadığımızdan pek emin değilim. Klasik seçmen ortalamamızın, seçtiklerinden beklentisinin “millete hizmet etmekdeğil, “şahsına hizmet” etmesi olduğunu gözlemlerime dayanarak söyleyebilirim. Tabii ki herkes aynıdır anlamında söylemiyorum. Ancak seçmen ortalaması üzerinde “seçim rüşvetlerinin” ne kadar etkili olduğunu bilen ve uygulayan siyasilerin de benim gibi düşündüğü ortada.

Cumhurbaşkanı ve Başbakanımız da maalesef etik kurallara uyma konusunda halkımızın duyarsızlığından o kadar emindir ki, kendilerine gazetelerde ve TBMM’de defalarca sorulan şu basit soruya cevap vermek ihtiyacını duymamaktadır:

“2007 yılı kasım ayında ülkemize gelen Suudi Arabistan Kralı size ve eşlerinize hangi hediyeleri verdi, hediyelerin değeri nedir, bu hediyeler için kanun ve yönetmelik çerçevesinde bir işlem yapıldı mı?”

Bir maşeri (toplumsal) vicdanımız varsa, “Deniz Feneri eW” davasının Türkiye’deki uzantılarının olup olmadığı, varsa ucunun nereye varacağı henüz bilinmemekle birlikte, dosyaların aylardır Türkiye’ye getirilememiş olması dahi, iktidar partisine duyulan güven duygusunu aşındırmış olmalıdır.

Her şeye rağmen yine artık azınlıkta da kalsa yüksek ahlaki değerleri yansıtan vicdan sahibi insanlarımızın da olduğu muhakkaktır. Bu kitlenin oranı bahsettiğimiz tartışmalı konuların akıbetini belirleyecek.

Son olarak Başbakan’ın oğlu ve gelininin Ata Gold adlı firmaya ortak olması, yasalara göre suç teşkil etmemekle birlikte, “etik kurallara uygun olmamak” olarak değerlendirilmekte. Pırlanta ticaretinde KDV’nin kaldırılmış olmasının, ortak olunan firmaya haksız kazanç sağlamış olabileceği ileri sürülmekte. Bakalım toplum vicdanı bu ortaklığa tepki verecek mi yoksa “gemicik” alınmasında olduğu gibi, hoş mu görecek?

*************************

“Etik kurallar” deyince 2004 yılında çıkarılan kanunla kurulmuş olan, “Başbakanlık Kamu Etik Kurulunu” hatırlamamak olmaz.

Bu kurulun kuruluşunda da tamamen göstermelik bir faaliyet arzu edildiği zaten baştan belliydi. Çünkü kanuna göre,

  • Yargı/silahlı kuvvetler/üniversite/siyasiler bu kurulun yetki alanı dışındadırlar. 
  • Bürokraside de, genel müdür düzeyindeki kişiler yetki alanına girerler.

Bu kurulda üç yıl görev yapan eski İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Burhan Özfatura‘nın şu sözlerine katılmayacak bir vicdanlı vatandaş olabileceğini sanmıyorum:

“Sayın Başbakan, (geçmişteki tüm Başbakanlar gibi) dürüstlük nutukları atmaktadır. Söylem güzel de, eylem nerededir? Rüşvet/ yolsuzluk/ kayırma/ kaçakçılık vb. olaylarda azalma mı olmuştur? Parti teşkilatları ve yakınları/ akrabalar tövbe mi etmişlerdir? Kamu yağması, sona mı ermiştir? Tayin/ terfi/ torpil/ iş ve ihale takibi düzeni mi değişmiştir? Mal beyanı düzeni, sağlıklı ve genel biçimde uygulamaya mı konulmuştur? Açık, şeffaf ve adil bir icraat tablosu mu gerçekleştirilmiştir. Ankara’daki, iş takipçilerinin, çantacıların, kökü mü kazınmıştır? İhale sistemine, müteahhitlik mesleğine bir düzen mi getirilmiştir?”

“Her toplum lâyık olduğu  yönetim ile idare olunur. Toplumun ahlâki değerleri dumura uğramışsa; tembellik/beleşçilik/köşe dönmecilik/ çıkarcılık esas olmuşsa, yönetim de aynı kumaştan olacaktır. Alan da, satan da memnun senaryoları sürüp gidecektir.”

Toplumumuzdaki ahlaki zafiyeti, yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan bağlantısı içinde, siyasetçi ve toplum birbirine kötü etki etmek suretiyle derinleştirmeye devam ediyor.

Bu seçimlerin öncesinde yaşanmaya başlanan “etik ilkeler” eksenli tartışmaların toplumumuzun ahlaki değerlerinin dumura uğramadığının bir göstergesi olmasını diliyorum.

Adil Olmak

0

Adalet tarih boyunca en temel erdemlerin başında kabul edilmiştir. Önemine binaen gerçekleştirilmesi en zor değerlerden de biridir.

Adaleti genel olarak karşılıklı ilişkiler için düşünürüz; hakkını vermek, gereği yerine getirmek gibi. Doğrudur da. Doğrudur ancak eksiktir.

Zira adalet öncelikle insanın kendisi için, kendini gerçekleştirme sürecinde yerine getirmesi gereken bir değerdir.

Nasıl mı?

İlk önce ölçülü olarak. İnsan her davranışında, her düşünce ve duygusunda ölçülü olmadan, dengeyi bulmadan adaleti gerçekleştiremez. Yani yediğiniz yemekten uykunuza, sevincinizden öfkenize kadar fiziki ve psikolojik her yönünüzle ölçülü olmak, adaleti sağlamanın temel şartlarındandır.

Bu durum Allah’ü Teala’nın Kur’an’da vurguladığı üzere kainatın ve içindeki her şeyin kendisine uygun olarak yaratıldığı “dengenin” bozulmamasına yönelik uyarıya uygun atılacak en temel adımdır: “Sakın dengeyi bozmayın.” (Rahman, 8)

Kainatın düzenine tesir edebilen bir canlı olarak insan bu düzeni gözetmeye ilk önce kendinden başlamadan etrafının farkına varması ve etrafına duyarlı olması çok zordur. Nitekim bunun örneklerini her daim görmekteyiz.

Öyle ki, mesela fiziki hayatında dengeyi gözetmeden yaşayan ve fiziki sağlığını bozan, fiziki problemler nedeniyle psikolojisi bozulan ve dolayısıyla tutarsızlaşan insanların çevreleriyle ilişkilerinde de aynı tutarsızlıkları ve dengesizlikleri göstermeleri kaçınılmaz olmaktadır.

Veya insanın iç dünyasında dengeyi kaybetmemesinin esaslarından biri olan değerleriyle çatışmamayı ve onlara uygun yaşamayı başaramayan, bunu başaramadığı için vicdan azabından veya kendini haklı çıkarmaya çalıştığı için doğruyu görme yetisini gittikçe kaybetmekten kaynaklanan aşırı tepkilerle etrafına muamele eden insanların adaletli davranmasını beklemek çok zordur.

Zira artık o kişinin olayları değerlendirme ve tepki verme şekli kişiselleşmekten öteye gidememekte, mesela yapılan aynı yanlışa kim yaparsa yapsın aynı tepkiyi verememektedir.

Yani içte bozulan denge diğer bir ifadeyle adaletin ihlali dışa da yansımaktadır.

Dolayısıyla kültürümüzde çok güzel ifade edilen “nefis terbiyesi” hem fizyolojik hem de psikolojik açıdan doğru biçimde gerçekleştirilemezse, insan adaleti önce kendinde anlayamazsa, başkaları için anlaması ve uygulaması da imkansız olabilmektedir.

Bu sebeple adalet örneğinde vurguladığımız gibi, değerleri hayatın her alanında doğru anlayarak yaşamak ve yaşatmak, günümüzün problemlerinin çözümünde, bu problemlerin kaynağı olan insanın düzelmesine vesile olması bakımından, hayli önemlidir. Bu hususta “doğru bir din eğitiminin” yardımcı olacağı unutulmamalıdır.

Hayırlı haftalar.

Latin Alfabesi Kadar Türk Olmak

0

Bir grup yerli ve yabancı aydının bulunduğu sohbette, bir Alman tarihçi: “Türk elitleri, niçin tarihlerine yabancı, değerlerine karşı tepkili, geleneklerine karşı aşağılayıcılar? Yalnızca Batılı olduğunu savunanlar değil, muhafazakârlar bile…”  diye sorar ve “Elitleriniz, entelektüel seviyede, kusura bakmayın; ama Latin alfabesi kadar Türkler.” diye bitirir konuşmasını.

Latin alfabesinin, Türkçedeki bütün sesleri karşılamadığı, Türk hançeresine uygun olmadığı, bu eksikliği gidermek için birtakım yardımcı işaretlerden faydalandığımız, bir gerçek. Bugünkü Türk aydınları da, Latin alfabesinin Türkçe olması kadar Türk. Entelektüel düzeydeki Alman tarihçinin ifade etmek istediği bundan başka bir şey değil. Aydınlarımız, Türk olarak doğduğu, bu topraktan beslendiği, bu ülkenin coğrafi ve kültürel ikliminden faydalandığı halde niçin kendi tarihlerine karşı tepkili, geleneklerine karşı aşağılayıcı olabiliyorlar? Bunu hiçbir zaman anlayamadım.

Bir Uygur Türkü ile bir Alman subayı hapishanenin aynı koğuşunu paylaşırlar. Uygur Türk’ü, gereksiz konuşmaktan hoşlanmayan ve günde yalnızca birkaç cümle sarf eden Alman’a bir gün “Hitler’i seviyor musun?” diye sorar. Alman, “Nefret ediyorum.” diye cevap verir. Uygur Türk’ü nedenini sorduğunda, “Çünkü başaramadı.” cevabını alır Alman subayından. Demek ki; bir hedefe varamamak veya başarıyı yakalayamamak, kişiye ya da fikre karşı nefreti doğuruyor. Batı kültürünün değer algılamasında “başarı” var. Batı ahlakına göre herhangi bir eylemi başarıyla sonuçlandıran kişi yüce, bunu hazırlayan fikir kutsal; başarısızlığa düşüren kişi ya da fikirler değersiz. Bir Batılı, kendisini yükselten uçağı kutsarken, düşüren aynı uçağı lanetlemekten kaçınmıyor. Bu, onun ahlakının gereği.

Alman tarihçinin, aydınlarımızla ilgili yaptığı çarpıcı tespit, acı bir gerçeğin bir yabancı tarafından seslendirilmesinden başka bir şey değil. Tarihimize yabancı ve tepkili olma, bizde son iki yüz yıldır görülen bir hastalık. Bu hastalık, bize Fransız İhtilali ve Rönesans hareketleri sonrasında sirayet etmeye başladı. Tarihi süreç içersinde yükselişler olduğu kadar düşüşler, mağlubiyetler vardı. Bu olumsuzluklar, hiçbir zaman dışa karşı bir hayranlık doğurmuyordu. Batı ile dirsek teması başladıktan sonra aydınlarımız, yöneticilerimiz, bulundukları toplumdan nefret eder, geçmişine küfreder oldular. Bu garabet, bizi yaraladığı kadar, namuslu Batı entelektüelinin de sorgulamasına, bizimle dalga geçmesine neden olmaktadır.

Başarıya dayalı bir hayranlık, Batı medeniyetinin temel dinamiğidir. Ancak bu, Batı insanını hiçbir zaman mutlu etmemiştir. Batı medeniyeti, azgın bir iştiha ile sürekli bunalım üretmektedir. Batı’da, başarı, mutluluğun temel şartıdır. Başarılı her hareket kutsaldır, başarılı her insan yücedir. Başarı konusu ne olursa olsun, hiç önemi yoktur. Bununun örneğini, Yunan mitolojisinde de görebiliriz, Alman subayının Hitler’e bakış açısında da… Bir Osmanlı aydını olduğu halde, Osmanlı’dan nefret eden Tevfik Fikret, “Promete” adlı şiirinde, “Onlar niçin semada, niçin ben çukurdayım? / Gülsün neden cihan bana, ben yalnız ağlayayım?.. / Yükselmek asumana ve gülmek, ne tatlı şey!..” dizeleriyle bu hastalıklı ruh halini yüz yıl öncesinde dillendirmekteydi. Tevfik Fikret’in, İslam’daki amentü yerine oğlu Haluk için “Haluk’un Amentüsü”nü yazdığını, daha sonra Haluk’un Amerika’da papaz olduğunu unutmamak gerekir. Kendi değerlerinden uzaklaşmak, başka değerleri kutsamak, onlara hayran olmak sonucunu doğuruyor. Bu, sosyo-psikolojinin yasası.

Aynı tarihlerde Mehmet Akif; yükselmek, yüksek bir medeniyet kurmak için kendi değerlerinden uzaklaşmak gerekmediğini haykırıyordu. Şu dizeler ona ait: “Alınız ilmini Garb’ın, alınız sanatını, / Veriniz mesainize hem de son süratini / Sade Garb’ın, yalnız ilmine dönsün yüzünüz / Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız / Çünkü milliyeti yok sanatın, ilmin yalnız.” Mehmet Akif’in tarihimizde dönüm noktası olan Çanakkale Savaşı’nı “Çanakkale Şehitlerine” isimli şiiriyle destanlaştırdığını ve tam bir inanç manzumesi olan “İstiklal Marşı”mızı yazdığını hatırdan çıkarmamak gerek.

Başarı endeksli değer yargılaması, bir Batı hastalığı. Bu hastalık, eğitim sistemimizde kendini etkin şekilde gösteriyor. Bu da mutsuzluğa neden oluyor. Önemli olan, değerlerimizin işlevsel hale getirilmesi, onun içeriğinde mutluluğun aranmasıdır. Kaldı ki, bizim değerlerimiz, yükselmeye engel değildir. Yapılması gereken, Mehmet Akif’in dediği gibi, “mesaimize son süratini” vermektir. Bunun adı, çalışmaktır.

Unutmayalım, “İki günü eşit olan, kayıptadır.”

Bürokrasiden Gönüllere Hicret

Hem Bürokrasideki yerini ve hem de Kocaelililerin gönlündeki yerini dolu dolu işgal eden Kocaeli İl Müftümüz Sayın Hikmet Kutlu hocamız, 48 yaşına(*) gelmesinden dolayı “Yaş Haddi” sebebinden dolayı, 17 Şubat 2009 tarihi itibariyle Bürokratlık unvanına noktayı koymaya hazırlanmaktadır.

ISO Belgesiyle rüştünü ispatlamış olan sayın hocamızın hizmete sevdasının büyüklüğünü, Kocaeli Aydınlar Ocağının sayın hocamızın şerefine verdiği uğurlama ziyafeti esnasında gözlerindeki hüzünde gördük. 

Laf aramızda, Kocaeli Aydınlar Ocağının bu kıymet bilişine, ahde vefa hassasiyetine bayılıyorum.

Bunlar, Ülkeye hakkıyla hizmet etmişleri onurlandırmayı çok iyi biliyorlar.

Gönlümüze hoş geldiniz sayın hocam.

Siz bürokrasiden kopsanız da bürokrasinin sizden kopamayacağını biliyoruz.

Ömrünüz boyunca tecrübeniz hem bürokrasiye ve hem de tüm topluma ışık olacaktır.

Umarım ki ışığınızın yayılmasında, Kocaeli Aydınlar Ocağı ve birçok Sivil Toplum Teşkilatı üzerlerine düşeni yapacaktır.

Uğurlama toplantısında Kocaeli Aydınlar Ocağı Başkanı Sayın Ahsen OKYAR, muhabbeti herkese yaygınlaştırmak için, o gıcık safhayı başlattı;

Herkesi günün önemine ve günün kahramanına dair düşüncelerini ortaya koymaya davet etti.

Bütün arkadaşlarımız düşüncelerini kendilerince dillendirdiler.

Konuşmacılar arasında benim en dikkatimi çekeni, Sayın Hasan AYAZ’ın konuşması oldu.

Geçmiş birçok toplantıda başarılı konuşmalarına şahit olduğumuz AYAZ; biraz bocalar gibi olunca;

“Aslında konuşmam fena değildir” dedi. (Buna inanıyorum çünkü defalarca şahit olduk.)

Devamen; “Ancak galiba Sayın Müftümüzün karşısında heyecanlandım” dedi.

İşte ben buna pek inanamadım. Bence bu bir yalan dıJJJ

Çünkü daha önceleri de Sayın Müftümüz gibi çok değerli kişiler karşısında, hiçte bocalamadan konuşmalar yaptı Sayın AYAZ.

Ancak o konuşmaların hiç birinde, karşısında Saygı değer yengemiz yoktu…

Bilmem anlatabildim mi?

(Tabii ki bu heyecan korkudan değil, yengemize olan saygısı ve sevgisindendi)

Sayın Hocam, Cenab-ı Hak’tan uzun ve huzurlu bir ömür niyaz ediyorum.

Gönüllerde saray kurmak ne güzel,

Oradaki tüm mevsimler bahardır.

Gönüldeki misafirler çok özel,

Ya Rab, onları sen Firdevs’e vardır.

(*) 48; Uğurlama yemeğinden önce yaptığımız minik muhabbet sırasında sayın hocamın telaffuz ettiği, yaşına dair rakam.

Sayın hocamızın nüktedanlığını da, bu minicik ayrıntıda görmek mümkün.

6,5 Yıldır Beklenen Duruş; Altın Vuruş

Şudur benim cihanda en beğendiğim meslek;

 Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek”

M. AKİF

Biz tarihçiler tarih derslerinde, din görevlileri camilerde, sivil ve siyasi temsilciler kendi mekânlarında; Fatihleri, Yavuzları, Kanunileri ve ecdadın yapıp ettiklerini anlata anlata bitiremedik. Son kurmuş olduğumuz devletin banisi Atatürk‘ten başka düşmanla anladığı dilden konuşan adam da yetiştiremedik.

Kimi Stalin‘in lafından ürktü, kimi Johnson‘un mektubundan. Arada milli duruş sergileyenler de oldu ama ‘Batı, Batı‘ deyince dizlerinin bağları gevşeyen kadrolarla doluydu ormanımız. Kendimize acıyarak ve acizlik terapileriyle geçti gitti zamanımız.

Sayın Başbakan‘ın Davos‘taki milli kıyamını canlı canlı izlerken öyle gaza geldim ki aklımdan Türk tarihi bir şerit gibi aktı. Zira bizim tarihimiz biraz da tavır ve devrim tarihidir. Ve hayatımızın gayesi; bu milleti tarihi misyonuna döndürme ameliyesidir.

En son şiir kasedini zevkle dinlediğim Recep Tayyip Erdoğan‘ın 7 yıl sonra tekrar dirilişi miydi bu? Yoksa kimsenin kaale almadığı dış politikamızın sözü haykırmaktan başka birşeyi kalmadığının tükenişi miydi?

Bu dönemde; askerimize çuval giydirildi ama misillemesini yapamadık.

Bu dönemde; 1.5 milyon komşumuz, kardeşimiz kadın-çoluk-çocuk demeden Irak‘ta katledildi. Ve halen katlediliyor. Sessiz kaldık, sükût ettik ve Kuzey Irak‘taki parsadan ne kapabileceğimize baktık. Ne de olsa Saddam‘ın yüzünden olmuştu her şey. Oysa Saddam’ın kemikleri bile un-ufak omaya durdu.

Bu dönemde; Çeçen cihadının üst düzey komutanları İstanbul‘da faili meşhur gizli servislerce keklik gibi avlandı.

Bu dönemde; Kuzey Kıbrıs‘ta var olan devletten vazgeçilerek Rumlarla tekrar ortak yaşama ve maceraya evet denildi.

Bu dönemde; Batı Trakya Türklerine Yunanistan‘ın tek taraflı racon koymasına izin verildi.

Bu dönemde; TBMM‘nin yarısından fazlası ve ilimizden de 4 tanesi İsrail Dostluk Gurubu‘na üye oldu. Sanki İsrail 61 yıldır devlet terörü uygulamıyormuş gibi.

Bu dönemde; biz gâvur kolası içmemeye ahd etmişken ‘sermayenin dini – imanı olmaz‘ diye Yahudi şirketlerine özelleştirme ballı lokmalarını ve GAP‘ın kaymaklı baklavalarını gümüş tepside sunmadık mı?

Bu dönemde; Dünya Yahudi Komitesi‘nden alınan Üstün Cesaret Madalyası halen konutumuzun en mutena yerinde sergilenmiyor mu?

Bu dönemde; çıkarttığımız yasalar sayesinde misyonerlik hortlamadı mı?

Bu dönemde; sıfır terör, borsa eğrisi gibi bir artıp bir azalmadı mı?

PKK ve DTP temsilcileri Kasımpaşa kabadayısı edasıyla konuşmaya başlamadı mı?

İş ortaklarımız Talabani ve Barzani, Türk Ordusuna posta koymaktan bahsetmedi mi?

Bu dönemde; Dış Politika Ali Babacan‘la Egemen Bağış‘a bırakılmadı mı? Herkes, ‘içerde saadet zincirini aile boyu nasıl sürdürürüm‘ün vurdumduymazlığında olmadı mı?

Bu dönemde; içi boşalan dindarlığa, toplumsal akıl tutulmasına ve tüketim endeksli cinnet seanslarına rağmen “Allah’tan kork ya Ömer!” deme babında kaleme alınmıştır bu yazı. Bilmek de sorumluluktur anlamamakta. Zira hükümdür; ‘İçinizde her zaman hakkı söyleyen bir topluluk bulunsun‘.

Son söz: Allahu Ekber !

Benimsenen Lider

Herkesin benimsediği bir lider tipi muhakkak vardır ve örnek alır liderini. Benimse en çok beğendiğim lider tipinin tanımı şöyle;

Lider, özüyle ve kendine has özellikleriyle her zaman kendini hissettiren ve gönüllerde yaşamasını bilen bir şahsiyettir. O, görünüşündeki inandırıcılığı, anlayışındaki derinliği, görüşlerindeki inceliği, ufkundaki genişliği, tespitlerindeki sağlamlığı… öğrenme aşkı, öğretme yeteneği ve sorumluluğunu aldığı her şeyin üstesinden gelebilme yeteneği ile istemediği halde dikkatleri üzerinde toplayan, sevilen, sayılan, gözdeleşen, dolayısıyla da binlerin, yüz binlerin her zaman uğrunda ölmeye hazır oldukları bir seviye insanıdır.

Lider, yemesinde-içmesinde, oturup-kalkmasında, davranış ve muamelelerinde hep dikkatli, hep temkinli ve hep emniyet telkin edicidir. Doğru düşünür, doğru konuşur, doğruluğu sever, ve yalandan tiksinti duyar. Sinesi vefa ile çarpar, gözleri samimiyetle açılır-kapanır ve her zaman güven ve itimat  soluklar..

Lider, çevresine karşı saygılı, güler yüzlü, ciddi ve alabildiğine vakurdur. Onun yanında bulunanlar laubaliliğini görmez, uzakta kalanlarda uzaklığın mahrumiyetini hissetmezler. Sorumluluğunu yüklendiği toplumun büyüklerini babası, küçüklerini evladı bilir ve himaye ve şefkatine sığınan herkese bağrını açar, herkesi kanatlarının altına alır ve korur…

Lider, vazifesini bilir. Sorumluluklarını yerine getirme konusunda, ne karşısına çıkan engellerin zorlu ve aşılmaz olması, ne de imkanların genişliğiyle gelen yaşama zevki, rahat ve rehavet onu yolundan döndüremez ve ona mükellefiyetlerini unutturamaz. Üzerine aldığı mesuliyetleri önemle yerine getirir. Hep yürekten ve cansiperane davranır. Sonra da yapıp ortaya koyduğu hizmetler karşısında herhangi bir ücret ve mükafat beklemeden çeker yoluna gider.

Lider, üstün idraki, cesaret ve kararlılığı, sabır ve metanetiyle her zaman çevresinin tek dayanağı ve ümit kaynağıdır. Süratli kararla isabet, dikkati ve temkiniyle cesaret, sabır ve tahammülle atılganlık gibi zıtlıklar, onun sihirli dünyasında birleşir, bütünleşirse birbirinin tamamlayıcısı olurlar. Cesaret ve kararlılığı sayesinde, aşılmaz gibi görülen tepeler aşılır ve bütünüyle yollar düzlüğe erer. Tahammül ve metaneti karşısında “Olmazlar” olur hale gelir, imkansızlıklar toz duman olur giderler.

Lider, bir ahlak ve fazilet kahramanıdır. O, merhamet ve yumuşak huyluluğuyla bütün canlıların çarpan yüreği, atan nabzı; cesaret ve yiğitliğiyle, millet ve ülkenin yılmaz ve sarsılmaz muhafızı; his ve gönül dünyasıyla zayıfların en emin sığındığı; tevazu ve mahrumiyetiyle kapı kapı kovulmuşların biricik teselli kaynağıdır.

Lider de bulunması beklenen özellikler yukarıda anlatıldığı gibi olabilir. Fakat, kimseden dört dörtlük davranış sergilemesini bekleyemeyeceğimiz gibi bir liderden de bu özelliklerin hepsini kişiliğinde barındırmasını bekleyemeyiz. Liderde olması gereken temel niteliklerin önemi bir kısmının yer alması, lideri, kendini takip edenler için vazgeçilmez kılar.

Sözde özgürlük toplantılarında, milyarlarca insanın dile getirmeye çalışılan his dünyası susturulmak istenirken yukarıda da belirtildiği üzere kendi sınırlarını aşmış bir dünya liderinin bunu dile getirmesi acı yüreklere birazda olsa su serpmiştir. Aradığımız lider modeli kendini Davos’da ”Özgürlük Toplantısında” göstermiştir. Doğru bildiğini söylemekten çekinmeyen, doğru söyleyen ve mazlumun hakkını savunan bir lider olarak Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan mazlum Filistin halkı için konuşmuştur.

Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan, kendini ifade ediş tarzı, hareketleri, sözlerindeki doğruluğu, dikleşmeden dik duruşu, cesaretiyle Türk gençliği tarafından örnek alınmaktadır.

Barakomani ve Çıplak Kral

0

Amerikan başkanlık seçimleri, uzun zamandan beri Türkiye’de gündemin en önemli konuları arasına girmektedir. Başkan adaylarının seçim kampanyaları, propagandaları, günlük konuşmaları Türk kamuoyunda ve basınında çok fazla yer alır. Türkiye’deki bir çok siyasi partinin seçim sürecindeki kampanyalarından daha çok işlem görür. Sanki Amerika’ya değil de Türkiye’ye bir başkan seçilecek gibi bir hava estirilmeye çalışılır. Hepimiz buna alıştık. Bundan dolayı bu durum artık fazla yadırganmıyor.

Amerika’nın son başkanlık seçimi, konuya kendimizi daha fazla kaptırmamıza neden oldu. Bunun da temel nedeni Barack Hüseyin Obama’nın demokratların adayı olarak seçim sürecini tamamlaması ve Amerika’nın başkanı olmasıdır. Obama’ya sadece Türkiye’de değil bütün Ortadoğu’da tahmin edilenin de ötesinde bir ilgi oldu. Bu ilgiyi “Barackomania” olarak tanımlayan yazarlar da oldu. Başta Newsweek dergisi olmak üzere bir çok dergi, Obama’ya olan bu bağlılığı, hayranlığı ve tutkuyu “Barackomania” olarak adlandırdı. Hatta Türkiye’nin “Barackomania hastalığına” tutulan kimi gazetecileri ve yazarları, Türkiye’nin başbakanının bazı söylemlerini; “Obama gibi geldi. G. Bush gibi davranıyor” diyerek ağır bir şekilde eleştirdiler. Üstelik bu köşe yazarı, Obama daha başkan olmadan ve hiçbir icraata başlamadan ve onun hiçbir icraatını görmeden bu eleştiriyi yaptı.

Obama hayranlığı, o kadar fazla oldu ki bir çok Afrika ve İslam ülkesinde halk sokaklara döküldü. Kutlamalar yaptı. Tarihçiler O’nun Osmanlı vatandaşı olduğunu söyleyerek kökenine ilişkin yakınlıklar kurmaya çalıştı. İslam dünyası seçkinlerinin büyük kısmının Amerika’ya hayranlık duyduğu bilinen bir durumdur. Muhtemelen Obama’nın bizden biri olarak gösterilmesi için öteden beri mevcut olan bu Amerikan hayranlığı duygusu etkili olmuştur. Ancak Obama’nın Siyahi bir Afrikalı ve Müslüman kökenli bir ailenin çocuğu olması, hayranlığın düzeyini daha da arttırdı. Onun tamamen bizden birisi olarak tanıtılmasına ve gösterilmesine neden oldu. Sonuçta Amerika’ya bağlılık stratejik bir tercih olmaktan öte, “Barackomania” diye adlandırılan bir psişik hastalığa dönüştü. Amerikan hayranlığı “Barakomania” hastalığı ile bir ikona dönüştü, bir simulakr olarak dolaşıma girdi.

Mani, psişik bir bozukluktur. Belirtileri ise, düşünce uçuşması, çağrışımın artması, aşırı sevinç, neşe ve duygulanım düzeyi taşkınlıklarıdır, geçici muhakeme bozukluklarıdır. İslam dünyasında bir çok kişinin Amerika Başkanı Barack Obama’ya hastalık düzeyinde hayranlık duyması, Müslümanlar için çok önemli bir sorundur. Bunun üzerinde ayrıntılı durmak lazımdır. Ancak bu makalede bu konuyu ele almayacağım. Çünkü bu soruya cevap bulmak için, Müslüman toplumların sosyo-kültürel ve psişik durumunu ayrıntılı olarak incelemek gerekmektedir. Bu makalede sadece Obama’nın Müslümanlar hakkında yaptığı birkaç açıklamaya değineceğim. Çünkü bu açıklamalar, Amerikanın siyahi başkanının Müslümanlar hakkındaki kanaatini, bize O’nun bu teveccühü hak edip etmediğini gösterecek kadar ipucu içermektedir.

Obama’nın Müslüman dünya hakkındaki düşüncelerini ve niyetlerini üç tane açıklamasını esas alarak değerlendireceğim.

Bunlardan birincisi, başkanlığa hazırlık çalışmasını başlatırken İran’la ilgili olarak yaptığı açıklamadır. Ocak 2008’de: “Radikal bir din devletinin elinde nükleer silah bulunması, çok ama çok tehlikelidir. Askeri harekat dahil, tüm önlemleri göze almalı”, diyerek G. W. Bush’un İran’a karşı olan önyargılı tutumunu açıkça destekledi.

İkincisi görkemli göreve başlama ve yemin töreninde yaptığı konuşmada; “Müslüman dünyasına sesleniyorum, karşılıklı çıkarlarımız var. Yumruğunuzu açın, elinizi sıkacağız.” Dedi.

Üçüncüsü ise Amerika’nın kurucu liderlerine, kanunlarına ve geleneklerine bütün konuşmalarında altını çizerek vurgulu bir tarzda bağlı olduğunu dile getiren konuşmaları. Seçim zaferi konuşmasında başlangıç cümlesine kimse dikkat etmedi. Ancak bizim konumuz için bu cümle O’nun niyeti hakkında çok şey anlatmaktadır. “Amerika’da her şeyin olabileceğine dair kanaati olanlar varsa; Amerika’nın kurucularının amaçlarının hala geçerli olup olmadığından şüphelenen kimseler varsa, ve hala Amerika’nın demokratik bir ülke olduğundan şüphelenen kimseler varsa, bilsinler ki bu gece(benim başkan seçilmem/zaferim) onlara bir cevaptır”. 21 Ocak 2009’daki yemin töreni konuşması da benzer cümlelerle başladı: “Kurucu metinlerimize olan inancımızla yola devam ediyoruz…..Bir kez daha dünyaya liderlik yapma görevini üstlendik…..Ruhumuzu diriltelim… Ulusumuzun büyüklüğünü yeniden dile getirelim/gösterelim…”

Obama’nın bu ifadeleri ne anlama gelmektedir? Amerikanın kurucu ilkeleri ve kurucu başkanlarına bağlılığı ifade eden bir cümle, tam bir yüzyıldır Amerika’nın yaptığı işgalleri, ihlal ettiği insan haklarını görmezlikten gelme ve yapılanları onaylama anlamına gelmektedir. Bu ifadeler Obama’nın mevcut Amerikan geleneklerini, güç gösterilerini ve liderlik politikalarını daha etkili bir şekilde yürüteceğini göstermektedir. “Ruhumuzu diriltelim… Ulusumuzun büyüklüğünü gösterelim”, şeklindeki cümleler, çok kültürlülüğü, demokrasiyi, insan haklarını önemseyen bir liderin sarf edeceği cümleler değildir. Savaştaki bir ordu komutanının ancak kullanabileceği ifadelerdir. Amerikalılar için fazlasıyla gurur verici açıklamalardır. Ancak bu ifadeler Türkler, Araplar ve Afrikalılar için oldukça ürkütücüdür. Hele Amerikan işgali altındaki Müslümanlar için, bir kabusu çağrıştırmaktadır.

Yeni Amerika başkanı, Müslümanları korkutucu, ürkütücü, kavgacı, hırçın ve Amerika düşmanı olarak biliyor. Bundan dolayı Müslümanları “yumruklarını sıkmış insanlar” olarak damgalıyor. Uzun zamandır Batıda işlenen ve medyatik dolaşıma sokulan “İslamofobia/İslam korkusu” Obama tarafından çok daha ürkütücü bir ifade ile yeniden tekrarlanmış olmaktadır. Üstelik “Sıkılmış yumruklarınızı açın” ifadesinde Müslümanlarla istihza etme anlamı da vardır. Bilindiği gibi, psikolojik tedavi uygulayan hekimler hastalarına sıkılmış olan yumruklarını yavaş yavaş açmalarını telkin ederler. Anlaşılan Obama, Müslümanlara seslenirken onları hasta insanlar olarak görmektedir, damgalamaktadır.

Müslümanları korkunç ve ürkütücü bildiği için bir Müslüman bir ülkenin nükleer enerji sahibi olmasını da Dünya için büyük bir tehlike olarak görmektedir. Bu konuda İran’ın ne pahasına olursa olsun durdurulmasına inanmaktadır. Anlaşılan G.Bush’un İran’a kendi görev süresi içinde açmadığı savaşı, siyahi yeni Amerika başkanı Obama açacak gibi görünmektedir.

Bilindiği gibi kuruluşundan bu yana Amerika’ya saldıran bir Müslüman ülke yoktur. Ancak Amerika bir çok Müslüman ülkeye saldırmıştır. Son yıllarda bu saldırılar gittikçe artmaktadır. Müslümanlar Amerika’ya saldırmadığına göre, Amerika başkanı neden Müslümanları saldırgan olarak tanımlamaktadır?

Amerika’da sosyal psikologların gruplar arası yükleme konusunda yaptığı bir çok deney var. Bu deneylerin sonuçları da ders kitaplarında üniversite öğrencilerine okutulmaktadır. Kuram özetle ötekileştirilmek istenen gruba kötü sıfatlar ve özellikler atf etmeyi ve yüklemeyi ortaya koymaktadır. Müslümanlar için bu kötü ifadeyi kullanan Amerikanın yeni başkanı da bu dersleri okumuştur.

Obama Müslümanları “yumruklarını sıkmış adamlar” olarak görmekle onları ötekileştirmektedir. Dışlamaktadır. Karşı tarafla anlaşmak ve barışmak isteyen birisinin, öncelikle karşı tarafı, insan olarak görmesi, onları adam yerine koyması gerekir. Oysa Obama açıkça Müslümanları yumruklarını sıkmış adamlar olarak görmekle, barışa niyetli olmadığını çok net bir şekilde ifade etmiştir. Üstelik kendine hayranlık duyan ve umut bağlayan bu kadar çok Müslüman aydına rağmen böyle davranıyorsa, durum daha da kötüdür.

Obama’nın açıklamaları Müslümanları aşağıladığı halde, Müslüman ülkelerde, bilhassa Türkiye’de yazar çizer takımı neden kendileri ve Müslüman dünyası için O’nu bir umut olarak dolaşımda tutmaktadır? Öyle sanıyorum ki Barockomania denilen hastalık, Müslüman dünyadaki aydınların, çıplak kıralı görmesine mani olmaktadır.

Soldaki Değişim..

Sayın Deniz Baykal’ın Çarşaf açılımından sonra solda gözle görülür değişimler yaşanmaya başladı. Önce muhafazakar yaşam içinde olup ta CHP’li olan bazı üyeler artık parti içinde eziklikten kurtuldular. “CHP’li olmak dindarlığa uzak olmaktır.”görüşü rafa kaldırıldı.

Bence CHP bu konuda biraz nefes aldı. Arkasından Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun “gideceğim İsmailağa cemaatine.. Bana neden oy vermiyorsunuz diye soracağım.” sözü perspektifi biraz daha araladı. Kocaeli’de ise Sayın Sefa Sirmen’nin “Her mahalleye bir kuran kursu açacağım.” demesi CHP açısından büyük bir değişimin yansıması oldu. Bütün bunlar bence bir sıkıntının azalmasının işaretidir. Gerek AKP, Gerek MHP, gerekse SP söylemlerinde dini referans olarak kullandıklarında kıyametler kopuyor, faturayı ise mütedeyyin ama sesi soluğu çıkmayan vatandaşlar ödüyordu.

Bence bir müddet sonra din ve dini unsurlarla uğraşmak siyasette kimseye bir şey kazandırmayacaktır. Böylece işinde gücünde olupta, yaşamı boyunca dini vecibelerini yerine getirmek  dışında bir faaliyet içinde olmayan insanlar töhmet altında bırakılmayacaklardır. bırakılmayacaklardır.

Birçok konuda olduğu gibi Ülkenin düşmanları tarafından da varsayılan tehdit olarak gösterilemeyeceklerdir.

Başkaları ister samimi, isterse gayrı samimi desinler, bu gelişmenin ilerisi kapalı değildir.

Sağda Parti kapatacak bu söylemleri solda barış getirecek yaklaşımlar olarak görmekteyim.

Bu da benim bakış açım.

Bir Daha Söylüyorum

Gerek bu köşedeki yazılarım. Gerekse Kızılay Şube Başkanlığım bazı hin düşüncelerin sahiplerinin düşündüğü gibi siyasete sıçrama amacı ile yapılan çalışmalar değildir.

20 yıl Kızılay yönetim kurul üyeliği, 10 yıl Belediye Meclis Üyeliği, Saraybahçe Belediye Başkan adaylığı, Parti İl kurulu sekreterliği, Milletvekili aday adaylığı, çeşitli dernek yöneticilikleri süreçlerini geçirmiş bir insan olarak, Kızılay İzmit Şube Başkanı olduktan sonra siyasetin hiçbir kademesine talip olmadım. Geçen dönemki Milletvekili seçimlerinde de talip olmadım. Bu dönem gerek Büyükşehir, gerekse İzmit başkanlıkları için gelen teklifleri bir şeref kabul ederek teşekkür ettim. Başkanı olmaktan onur duyduğum  Kızılay’ı siyasetten uzak tutma çabamın altında bir şeyler aramak bana yapılan en büyük haksızlıktır.

Çünkü benim herkese ihtiyacım var. Henüz gerçekleştiremediğim Afet deposu, henüz tamamını Tıp merkezi haline getiremediğim Kızılay binası, gerek iş adamlarının gerekse  mevki sahiplerinin kurum için henüz sağlayamadığım güçlü destekleri dururken, benim yırtınırcasına çabalarımda siyaset manası aramak doğru bir bakış açısı değildir.

Amacım Hakkı huzur veya başkaca nam altında hiç bir ücret almadan gönüllü olarak her gün sabah 09.00dan akşam 19.00a kadar sürdürdüğüm bu hizmeti daha çok muhtaca merhem olacak hale getirmekten başka bir şey değildir. Beş yıl önce bu idealim için kendi iş hayatımı terk ettim. Tüm işlerimi çocuklarıma devrettim. Bunu da söylemeye mecbur kaldığım için çok üzüntülüyüm.

Lütfen insafa gelelim.