19.4 C
Kocaeli
Salı, Eylül 23, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1276

Dünyadaki Ekonomik Krizin Ülkemize Yansımaları..

“Olaylara makro ölçekli ve bütünsel bir yaklaşımla bakamazsak ülkemizdeki ve dünyada gelişen olayları kavrayamayız.”

Küreselleşmenin etkisi ile dünyada ülke ekonomileri birbirlerine bağımlı hale geldi. Gelişmiş ülkelerdeki ekonomik ve siyasal krizler artık diğer ülkeleri de yapılarındaki özelliklere göre az ya da çok etkilemektedir.

Kısa geçmişe şöyle bir baktığımızda 1980’lerde küresel ekonomiye geçişin ilk adımlarını görüyoruz. 1990’larda ise siyasal istikrarsızlık ve makro ekonomilerde dengesizlik görüyoruz. 1996’larda AB ile gümrük birliği anlaşması. 1997 Asya krizi. 1998 Rusya krizi. 2001 ekonomik ve siyasi krizler ve açık ekonominin kaçınılmaz sonucu bir kriz. Türkiye ve Arjantin bu krizi çok hissetmiştir. 2001 sonu ülkeye dikte edilen bir yapısal ekonomik program. 2002-2007 ‘de ise estirilen ekonomik bahar havası.(Bu dönemin siyasi boyutu ayrı bir konudur incelenmesi gerekir.)

2002-2007 dönemine dünya ölçeğinde bakıldığında küresel ekonomik entegrasyon ve buna bağlı olarak sermaye hareketliliğinin zirve yaptığı dönem. 2002 yılında 169 milyar dolar olan özel sermaye akımları, 2007 yılında 1,03 trilyon dolara çıkmıştır.(Global Development Finance GDF , Dünya Bankası,2008) Yeni nesil finansal enstrümanların gelişmesi ile uluslar arası fon transferleri yukarıda belirttiğim inanılmaz rakamlar çıkmıştır. Bu ne sağladı Türkiye gibi ülkelere ciddi para girişleri oldu. Buda ekonomik refahı artırdı bu bizim gibi gelişmekte olan dünyadaki tüm ülkeler için geçerlidir.  Bu dönemde gelişmekte olan ülkeler yıllık ortalama 5,6 ile 7,5 oranında büyüme başarısını elde ettiklerini görüyoruz. Bu dönemde Türkiye’de sermeye hareketlerindeki artışın etkisi ile başarılı sayabileceğimiz bir büyüme performansı sergilemiştir.

Eğer Türkiye’de bu ekonomik hareketliliği ülkemizdeki bürokratlar ve yöneticiler kendi başarıları gibi gösterme konusunda bayağı mahirler. Toplumda bu başarıyı içsel bir başarı olarak algıladı ancak görünen o ki aynı mahir ekonomi bürokratları ve yöneticiler başarısızlıklarını ise şu anda global krizle açıklamaya çalışıyorlar. Halkımızda bu duruma her zaman olduğu gibi alemle gelen düğün bayram anlayışı ile yaklaşıyor. yöneticileri ve bürokratları şimdi görmek lazım hangi önlemleri alıyorsun? Aldığın bu önlemler neticesinde 2002-2007 yılı performansına eşit bir oran tutturuyorsun. İşte iş bilirlik, kendine güven , ekonomi bilirlik, bunu gösterir. Sizce kriz ülkemizi neden bu kadar etkiliyor.? Çünkü ekonomik iyileştirme bize ait değil dolayısı ile ekonomik düşüşte bize ait değil. Eğer ekonomik iyileştirmeyi kendi teknik kadromuz ve yeni enstrümanlarla yapsaydık. Kötü gidişin sebeplerine vakıf olup ona göre önlemler alırdık.

Kendi dışındaki krizin iç yansımalarının ne olacağını bilmeyen ekonomistlerimiz geç de olsa aldığı ekonomik önlem paketlerinin yansımalarının inşallah yeterli ve pozitif yönde olur. Aslında bu kriz Davos’ta tartışıldı ve bu tartışmalarla ilgili ve de önümüzdeki sürecin ne olacağı ilgili ülke yöneticilerine reçete olarak verildi. Bu konu ile ilgili sizlere ayrı bir yazı yazmak istiyorum.

Olaylara makro ölçekli ve bütünsel bir yaklaşımla bakamazsak ülkemizdeki ve dünyada gelişen olayları kavrayamayız.

Uluslar arası Finans Enstitüsü (International Institute of Finanas -IFF) Ocak 2009 verilerine baktığımızda 28 gelişmekte olan ülkeye 2007 yılında net 928,5 milyar dolar fon girişi sağlamıştır. 2008 yılında ise 465,8 milyar dolar fon girişi sağlandığı, 2009 yılında ise 165,3 milyar dolara düşeceği beklentisi hakimdir. Sermaye akımlarındaki daralmaya paralel olarak ortalama büyüme performansı % 2,7 olarak gerçekleşeceği beklenmektedir.

2007 yılında % 7’nin üzerinde olan özel sermaye akımlarının/GSMH oranının 2009 yılında % 1 düzeyine düşmesi beklenmektedir. Eğer bu fon akımları düşük seviyede seyrederse 5 yıl içinde eğer ülke kendi iç dinamiklerini oluşturamadıysa kriz derinleşerek devam edecektir. Ne zamana kadar?.  Yeniden bu fonlar düzelene kadar, yani dışarıdan ülkemize fon girişi artmaya başladığında ve artış oranı kadar düzelmeye başlar..

Örtüler ve Bazı Gerçekler

Yeniçağ’da Selcan Taşçı’nın hazırladığı bölümü muhakkak okuyorsunuzdur. Gerçekten bilgilendirici ve çeşitli yayın organlarında çıkan yazıların değerlendirilmesi okurlara ayrı bir imkan sağlıyor ve ufuk açıyor. Bu güzel sayfayı hazırladığı için kendisini tebrik ediyoruz.

Aynı sayfada dikkati çeken bir haber beni oldukça düşündürttü ve düne götürttü. 68 Kuşağı ve dayanışması olarak ortaya çıkanları izlemeye çalışıyorum ve hayretlerimi gizleyemiyorum. Bir devrimci teröristin ölüm ilânının bazı gazetelerde çıktığını gördüm. Bunu normal karşılamamak mümkün değil… Ancak, ilânın verildiği bir gazete var ki; bu beni oldukça şaşırttı. Ölüm ilânının verildiği gazetelerden biri olan Taraf Gazetesinin kimler tarafından ve neden çıkarıldığı artık biliniyor. İster 68’ler, ister devrimci 78’ler, bu yayını özellikle seçtiklerine göre; bu gazetenin anti-emperyalist, tam bağımsızlıkçı, iş birlikçiliğine ve halkı ezenlere karşı bir çizgide olması gerekmez miydi? Ama gerçekler bunu doğrulamıyor. Bu gazeteye ilân verecek kadar yakınlık ve ilgi duymanın sebebi aslında birçok şeyi çözebilir.

Milli devletlerin geleceğini etkileyen ve önü açılmış milli devletlerde belirli noktaları tutmuş veya adamları ile buralarda etkili olan bir çetenin görünürde işleyen bir demokrasiyi nasıl küresel güce uygun olarak kullandıkları, emperyal demokrasiyi işlettikleri artık gizli kalan bir şey değildir. Bugün tek patron haline gelip küresel gücü elinde tutanların, dün ülkemizde her tarafa el atabildikleri, farklı siyasi görüşlere sahip insanları kullanabildikleri bir gerçektir. ABD güdümlü Gladyo’nun kendini gizleyebilmek için Ümraniyeler yarattığı da ileri sürülmektedir.

Dün sosyalist olduklarını ve kapitalizme geçememiş bir ülkede, kapitalizmi ortadan kaldıracaklarını, düzeni değiştireceklerini, Türkiye halklarına özgürlük getireceklerini, ezilenlerin devrim yolu ile iktidarı olacaklarını iddia edenlerin bir bölümünün; günümüzde liberalleştiği, küresel güce hizmet eder birer teslimiyetçi haline geldikleri ibretle izlenmektedir. Bazıları yanıldıklarını ifade etmiş ve kapitalistleşmiş, bazıları kullandıkları insanlardan mahcup olacaklar ki yurt dışına kaçmışlar, bazıları ise; bugün küreselci ve teslimiyetçi olmuşlardır. Bu bakımdan bazılarının dün ABD karşıtlığı sadece görünürde kalan bir şeydi. Aslında ABD çıkarlarına hizmet edebilmek için birçok ülkede, sanat ve siyaset çevrelerinde ABD karşıtlığının öne çıkarıldığını biliyoruz. En iyi Amerikancılar bir ölçüde ve zaman zaman ABD karşıtlığı yapanlardır. Bu bizde de geçerlidir.

Aslında beynelmilelci ve evrenselci, sınıfçı ve toplumcu olmayan bir tavırla, milliyetçiliği reddederek anti-emperyalist olmak kendi kendini kandırmaktır. Milliyetçi olamayan, milliği reddeden bir anlayış Kemalist de olamaz. Milli bağımsızlığın dinamosu Türk milliyetçiliğidir. Dün emperyalizme karşı verilen milli mücadele de bir sınıf hareketi değil; bir milli harekettir. Demek ki dünün bazı devrimcileri eğer 1920’lerde yaşamış olsalardı; bize mandacılığı, teslimiyetçiliği bile teklif etmiş olacaklardı. Yani Taraf’ın tarafında yer alacaklardı. Bundan dolayı bazı samimi vatanperver insanlarımız neden bu yanlış yapıldı diye üzülmemelidirler. Oyun bütün Dünyada böyle oynanıyor. Bazı aşırı sol grupların dün Batı ve ABD tarafından desteklenmesinin sebebi de bu idi. Sol fraksiyonların içinden durmadan sol fraksiyon çıkmasının bir sebebi de budur.

Cumhuriyet’e, milli devlete, üniter yapıya, anayasal düzene sahip çıkanların, Türk kimliğinde birleşenlerin, gerçek demokrasiyi ve hukuk devletini savunanların, Türkiye’yi Türkiye yapan değerleri paylaşanların, bugün karşılaştıkları engeller, baskı ve sindirmeler de sebepsiz değildir.

İş yerlerinin kapanması, %20’lere varan işsizlik, iç ve dış borçlanma, tahrik edilen tüketim, artan cari açık, ABD’de ve Batı’da kamu bankacılığı öne çıkarken bizde bankaların ve kuruluşların özelleştirilmesi, üreticinin perişan edilmesi, sanayi sektöründeki gelişmenin azalması, ithalat patlaması, TCK 301. maddenin değiştirilmesi, Yeni Vakıflar Yasası, anayasa değişikliği dayatmaları, AB üyeliği yönündeki gariplikler, bölücü ırkçılığın azdırılması ve diğerleri tesadüfi değildir. Bunların olabilmesi için toplum sindirilmektedir. Ancak, maalesef Türkiye sadece mahalli seçimlere kilitlenmiştir.

28 Şubat

0

Bazı tarihler vardır ki üzerlerinden ne kadar zaman geçse de unutulmaz. Çünkü o tarihler insanlara büyük olayları ve oyunları hatırlatır.

O tarihlerden biri de 28 Şubat ve meşhur kararlarıdır. Bu kararlar üzerinde durmayacağım. Bu kararları kimin imzalayıp imzalamadığı üzerinde de durmayacağım. İmzalanmışsa esas olan gönüllülük ve zorunluluk durumudur. Bazı olaylar vardır ki üzülürsünüz ama sonuç itibarıyla büyük hayırların başlangıcı olur.

Bu dönemde de milletvekili borsası kuruldu. Çok net hatırlıyorum; okuduğum bir makalede bir yazar işadamlarına bir fon oluşturmak için çağrı yapıyordu.”Milletvekili Satın Alma Fonu.” Açığı olan Milletvekilleri şantaj ile açık bir noktası olmayanlar ise para ile istifa ettirilerek hükümetin yıkılması hedefleniyordu.

Tansu Çiller’in gelecekte olacakları tahmin edemeyip basının gazına gelerek Başbakanlığı devralma hırsı, sonucun başlangıcı oldu. Plan mükemmeldi. Erbakan Hoca, Başbakanlığı devretmese koalisyon bozulacak, devrederse Çiller’e hükümet kurma görevi verilmeyecekti. Her yönüyle garantili bir plandı.

Refah-Yol iktidarı böylece yıkılmış oldu. DYP parçalandı. Şemsiye doğdu. O şemsiyenin altında toplananlar nerede? Ne iş yaparlar? İktidarın büyük ortağı Refah Partisi kapatıldı. Yöneticilerin bir kısmı siyasi yasaklı oldu.

Refah-Yol iktidarı neden yıkıldı? Refah Partisi neden kapatıldı? Teferruata gerek yok. Bunun iki tane dahili (ulusal) bir tane de harici (uluslar arası) sebebi vardır.

Dahili Sebepler:

1-Havuz Sistemi: Bu yol ile iç borçlanma büyük oranda durdurulmuş, holdinglerin kasasına akan para vatandaşın cebine akmaya başlamıştır. Ayrıca devlet büyük miktarlarda borç almaktan kurtulmuştur. Cumhuriyet döneminde ilk defa denk bütçe yapılmıştı. Ekonomi düzelme eğilimine girmiş; işçi, memur, emekli, çiftçi ve esnafın yüzü gülmeye başlamıştı. Bu da yıllardır bu milletin kanını emmeye alışmış haramzadelerin işine gelmiyordu.

2- Daha da önemli olan bir husus sebep vardı ki bu da bu iktidarın 1-2 dönem bu şekilde devam etmesi durumunda bazı partilerin halk tarafından kapatılma tehlikesi yaşamakla karşı karşıya kalacak olmasıydı. Varlık yokluk meselesi bu. Hizmetlerinle, projelerinle var olamayacaksan katakulle ile var olmaya çalışırsın. Vatandaşın gönlünde yer bulamayan partiler yok olmaya mahkûmdur. Öyle de oldu.

Nerede ANAP?

Ne halde DSP?

Ya baş mimar Demirel ve kırk yıl onu koltukta tutan partisi nerede?

Osman Özbek’i Yekta Güngör Özden’i hatırlayan var mı? Varsa kaç kişi?

28 Şubatın bir de uluslararası boyutu var. O da D8’ler. Başbakan Erbakan’ın önderliğini yaptığı bu hareket Emperyalizmin ve Siyonizmin uykularını kaçırdı. Telaşa kapıldılar. Çünkü bu onların sonu demekti. Yıllardır askeri ve ekonomik alanlarda sömürdükleri Pazar ellerinden kayacaktı. Karşılarında organize olmuş büyük bir askeri ve siyasi güç olacaktı. Bu güç havuz sistemi yoluyla ihtiyaçlarının büyük bölümünü kendi içinden karşılayacak, fazlasını da ihraç edecekti. Kısa zamanda ABD ve Avrupa’nın karşısında üçüncü bir blok oluşacaktı. Bu da onların işine gelmezdi. Öyleyse gereği yapılmalıydı ve yapıldı.

Bazı şerlerde hayır vardır. Öyle de oldu. Refah kapatılmasaydı Ak parti doğmazdı. İki dönem iktidar olup Cumhurbaşkanını da seçemezlerdi. O zamanlar Refah Partisini kapatanlar şimdi kafalarını betonlara burup da ”ah benim akılsız kafam” diyorlar mı acaba?

28 Şubatı yapanları da Allah rezil ve perişan etti. Kimileri hapiste kimilerinin de internette her gün bir ses kaydı. ”Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste.” Hak şerleri hayreyler, zannetme ki gayreyler. Görelim Mevlam neyler; neylerse güzel eyler.

Neden Allah Yokmuş Gibi Konuşuyoruz?

0

Kendimi bildim bileli okumuş insanlara karşı hep sevgi ve saygı beslemişimdir. Okumuş insan derken ilim-irfan sahibi demek istiyorum. Sadece ilim sahibi olan insanları nedense kendime biraz uzak görmüşümdür. İlimi ilim yapan, hatta alimi alim yapan bence asıl “irfan” dır. Hadi daha iddialı konuşayım: İnsanı insan yapan en önemli hasletlerinden biri de “irfan” dır.

İrfan, insana hamalı olduğu bilgi yüküne gerçek değerini kazandırır. Bu bilgi seni gerçeğe, mutlak doğruya  ulaştırmıyorsa; mukaddes yüke hamal yapmıyorsa vah ki vah…

Son zamanlarda TV’lerde tartışma programları oldukça revaçta. Ülkemizin gündemi, dünyanın gündemi, olmazsa medyanın istedikleri.

Hemen hemen her şey gündeme giriyor ve tartışılıyor. Kürt meselesi, pkk, ekonomi, sevgililer günü, kriz, dış ilişkiler, Irak, Gazze, Nazım, ergenekon terör örgütü, deprem, Aleviler, Anayasa, Obama, seçimler, Mustafa, AB, Kıbrıs,mahalle baskısı (İslam karşıtlığı),F tipi alerjisi vs. Futbol zaten gündemden düşmez…

Görüldüğü gibi bunca gündem içinde “Müslüman Kimliği” pek gündeme gelmiyor. Bunun sebebi nedir peki ?

Kimliği olmayan Türk, Türk’mü dür sizce? Alnının çatında kimliğin yazmıyorsa sen nesin?

Bir TV programında başka bir konu tartışılırken bir konuşmacının bu konuya temas ettiğini gördüm. Buna çok sevindim. Çünkü bunca gündem, gündelik telaş ve koşuşturma içinde insanımız  en temel konuları kaçırıyor.

İnsanların söylediği sözlerin değeri ve anlamı duruşuna göre bir şey ifade eder. Hani “bir laf söyleyen olursa bir lafa bir de adama bakarsınız ya”, onun gibi bir de durduğu yere bakacaksınız. Çünkü durduğu yer aynı zamanda kimliktir. 

Bir Müslüman için kimlik nedir? diye sorarsanız tek kelime ile “her şeyi” derim ben. Bunun dışında her şey  izafi olarak ehemmiyetsizdir.

Bir kere bu kimliğe sahip oldun mu başına buyruk olamazsın.

Entel damak zevkin  için istediğin çiçeğe konup bu zehir baldır diyemezsin.

Çünkü bazı “aksiyon ve reaksiyonların”, “sevgin ve nefretin”  ezelden  tayin edilmiştir senin.

Bir kere bu kimliğe sahip oldun mu “müminlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı onurlu ve zorlu” olmak zorundasın.

Yazımı Mustafa İslamoğlu’nun eski bir yazısından alıntı ile bitiriyorum.. önce nefsime diyerek…

“Neden Allah yokmuş gibi konuşuyorsun? Bilmiyor musun; Allah yokmuş gibi konuşmak günahtır”.

Öncelikli İşimiz

0

Eser bırakma dürtüsü insanın fıtratında var. Doğurma özelliğinden yoksun bir kadının, doğum yapamayarak bir eser bırakamama sıkıntısı, bir ömür boyu cehennem azabı yaşatır ona. Ürünüyle, kendi varlığını kanıtlamak, onunla övünmek, her canlıda mevcut. Evlat gibi bir eser bırakmayan insanlara birtakım yaralayıcı sıfatlar kullanıyor bu toplum.

Karşılaştığım insanlardan bazılarının bugünlerde, bir şeyler yapmak adına, projeler ürettiklerine, zihin çalışması yaptıklarına şahit oluyorum. Kişilerin her biri, samimi. Ortaya getirdikleri teklifler, bir ıstırabın nedeni, bir boşluğun sonucu. Şüphesiz, boşluğu doldurmak, ıstırabı dindirmek istiyor bu insanlar, borçlu hissettikleri toprağın kendilerine yüklediği sorumluluk duygusuyla. Dillendirilen tekliflerin bazıları kısa, bazıları uzun vadeli; bazıları olabilirlik özelliği taşırken bazıları oldukça uçuk.

Değişik meslek dallarından, kültür gruplarından gelen farklı yaş seviyesindeki insanların önerileri, kişilerin kendileri ve ülkesi adına hissettikleri ıstırabın şiddetini, samimiyetini yansıtıyor. Kişilerin belki kendi adına beklentileri de var. Ancak mahalle yanarken kişinin kendi evindeki eşyalarının derdine düşmesi doğru olmaz. Bir süre sonra yangın onun evine ulaşacaktır veya ulaşmıştır da onun haberi yoktur. Yapılacak işte zaman, birikim, konjonktür, finans; önemli enstrümanlardır. Bütün bunlar, doğru tespit edilip doğru değerlendirilirse doğru ve etkin sonuçlar alınabilinir.

Sivilleşme, eğitimdeki eksikleri giderme; sağlıktaki, şehir mimarisindeki yanlışlıkları ıslah etme adına faaliyetler yapılabilinir. Biz beğenelim ya da beğenmeyelim, bunları yapan insanlar, örgütler var. Bizim temel eksiğimiz, nitelikli insan yokluğudur. Bu eksiklik kendini her an hissettirdiği halde bunun farkında değiliz. Yetenekli nice insan, bu eğitim sistemi içinde, medya bombardımanı altında yok olup gitmektedir. Temiz duygular, üstün yetenekler, fıtratımızdaki insani değerlerimiz; kuşatıldığımız anaforda tersyüz olmaktadır. Gençler, bitmeyen türbülansta, şaşkın ördekler durumuna düşürülmektedir. Güvensizlik, çevresine karşı sevgisizlik ve saygısızlık, gününü ve yarınını önemsememe, dününü küçümseme, boş vermişlik, sözünde durmazlık; gençlerimizin karakteri haline gelmiş. Bunun farkında değiliz, ne kadar acı.

İnsan, her şeyin merkezidir. Sanayinin, turizmin, sağlığın, çevrenin, geçmişin ve geleceğin merkezi de mimarı da insandır. Eksantriği bozuk bir dünyada sadaka-i cariye hükmünde bir şeyler yapılmak isteniyorsa işe insanla başlanmalıdır. Eksiğimiz; model insan, kurucu insan yokluğudur. Liyakati yüksek bir insanın, toplumlar üzerinde ne kadar etkili olabildiğine tarih şahittir. Peygamberler, toplumlarda büyük değişimlere imza atan örnek şahsiyetlerdir.

Derse giriş ve dersten çıkışları zilin yönlendirdiği, bir sürü yaklaşımıyla toplu eğitimin yapıldığı mevcut sistemde, çağı yönlendirecek, çağlar üstü insan yetiştirmek mümkün değildir. Her insan bir dünyadır, değerdir. Sürü içinde kaybolan cevherler, insanlık adına kayıptır. Suç, kaybolan cevherin değil, onu kaybedenindir. İnsanlık adına taşıdığımız kaygıda samimiysek, var olan cevherleri keşfedip değerlendirmeyi kutlu görevimiz kabul etmeliyiz. Devlet ideolojisiyle, devletin insana yaklaşım tarzıyla çağların mimarı olabilecek, kurucu insan yetiştirmenin mümkün olamayacağı artık anlaşılmıştır.

Yetiştiği çevreye karşı vefa duygusu hisseden, gelecek nesillere karşı borçlu olduğuna inanan, samimi, duyarlı kişilerin yapması gereken öncelikli iş, insana yatırımdır. İnsanımızı önce kurtarmak sonra değerlendirmek, değişmez ülkümüz olmalıdır. Düşünceler bunun üzerine yoğunlaşmalı, zaman ve imkanlar bunun üzerine harcanmalıdır. Yol haritaları, ihtiyacımız olan insanı yetiştirme üzerine çizilmelidir. Her türlü bağnazlıktan uzak, ideoloji bataklığına düşmemiş, özgün ve özgür düşünebilen, zekasını akla dönüştürebilen, aklını emanet eden değil onun sorumluluğunu taşıyan, seciyesi yüksek insana, hem bu ülkenin hem insanlığın acil ihtiyacı vardır. Bu insan profilini Necip Fazıl, Gençliğe Hitabe’sinde şöyle çiziyor: “Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlik… Kökü ezelde ve dalı ebette bir sistemin, aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrakine sahip bir gençlik… ‘Kim var? ‘ diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert ‘ben varım! ‘ cevabını verici, her ferdi ‘benim olmadığım yerde kimse yoktur! ‘ fikrini besleyici bir dava ahlâkına kaynak bir gençlik… Can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nispetle usule, stratejiye uygun bir gençlik..

Böyle bir nesil ve insanlık, hayal de olsa güzel. “Hayali cihana değer.” demiş şair.

İnsanlar Neden Suç İşler?

Son zamanlarda gazetelerin 3. Sayfa haberleri kapsamında değerlendirilen ürpertici ve korkunç cinayetler, taciz ve tecavüzler eskiden de bu kadar var mıydı bilmiyorum. Belki de eskiden de vardı ancak medyada bu kadar yer almadığı için duyulmuyordu.

“Bir insanı kasten öldürmek” tarih boyunca bütün semavi dinlerde büyük günahlardan sayılmış. Ölümden sonraki hayatta bu büyük günahı işleyenlerin cehennemle cezalandırılacağı bildirilmiştir.

Tarih boyunca, ister dini temelli olsun ister ladini olsun, hukuk kuralları haksız yere bir insanı öldürmeyi yasaklamış, toplumsal vicdan da bu suçu işleyenlere karşı tepkili olmuştur.

Buna rağmen bu suçu işleyenlerin sayısındaki ve işleniş şekillerindeki vahşet ve dehşet artışının önüne geçilememiştir.

Geçen hafta içinde iki ayrı müebbet hapis cezasının verildiği bir duruşmayı tesadüfen izledim. Kocaeli Gazetelerinde de etraflıca anlatılan bu olayda, yoldan geçmekte olan genç bir işçi, içkili olduğu iddia edilen, tanımadığı iki kişi tarafından bıçaklanarak öldürülmüş, üzerinde bulunan cep telefonu ve kredi kartları alınmıştı.

Mahkeme heyetinin aldığı kararı açıklayan Başkanın sözlerinden sonra, sanıkların ve mağdur tarafın tepkilerini çıplak gözle izlemek beni çok etkiledi. Bir yanda ikinci çocuğu doğmadan birkaç ay önce öldürülen genç ve masum adamın eşi, babası ve diğer yakınları, diğer yanda hayatlarının 10-15 dakikalık bir bölümünde yaptıkları ağır bir hatayı, ömür boyu sürecek mahkûmiyetle ve muhtemelen vicdan azabı ile ödeyecek olan iki genç adam.

Hükmün açıklanmasından sonra sanıklardan birinin titreyen çenesi ve bembeyaz yüzü ile pişmanlık ve acı dolu yüzünü gördüm. Diğer tarafta öldürülen gencin yakınlarını. Çok sevdikleri müteveffanın kaybından yaşadıkları acının depreştiği duruşmadan sonra, sanki verilen ceza bu acıyı biraz hafifletecekmiş gibi, acı ile karışık şaşkınlık ve vakur bir sevinci izledim.

Yargılamayı yürüten hâkimler, savcı ve avukatların da, bütün profesyonelliklerine rağmen, böylesine bir kararın parçası olmaktan değişik derecelerde etkilendiğini gözlemledim. Adaletin tecellisi için ellerinden geleni yaptıklarını, çıkan sonuçtan vicdani ve mesleki açıdan kendilerini defalarca sorguladıklarını hissettim.

Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk’un, bir TV kanalında ifade ettiği, aşağıdaki sözlerinin manasını daha iyi kavradım: “Dosyalar (ve gazete haberleri) duruşmalardaki ses titremelerini, ağlamaları, öfkeleri ve diğer insani tepkileri yansıtmaz. Onun için Yargıtay’da alt mahkemeden gelen davalar görüşülürken, üst mahkeme yargıçları duruşmaları yürüten yargıçların kararlarına saygı göstermeli, sadece maddi tutarsızlıklar varsa onun üzerinde durmalıdır.”

Konu ile ilgili haberlere yer veren internet sitelerinde, yorum yazan okuyucuların verilen cezadan memnun oldukları, hatta keşke idam cezası kaldırılmasa da idam edilseydiler tarzındaki ifadeleri görülmekteydi.

öyle bir cinayetin işlenmesine karşı kanunlar ve dinimiz ağır cezalar vermesine ve toplum vicdanında da şiddetli tepki görmesine rağmen neden bu suçların önü kesilemiyor?

Kasten suç işleyenler sadece toplumsal değerlere karşı çıkmak değil, yasalara ve din kurallarına karşı çıkmayı göze alabiliyorlar. Kanunlar, din kuralları ve toplumsal yaptırımlar suçların işlenmesinde yeterince caydırıcı olamamakta. Bu durumda suçlular, muhtemelen devletin yasalarının işlemeyeceğine inanmakta, toplumun tepkisini önemsememekte, din kurallarına inancı bulunmamaktadır.

Bu değerlendirme sadece “hayata karşı işlenen suçlarda” değil, hemen hemen bütün suçlarda geçerlidir. gibi “genel ahlaka karşı suçları” işleyenler, özendirenler ve teşvik edenler,

Müstehcenlik, fuhuş ve kumar gibi genel ahlaka karşı suçları işleyenler, özendirenler ve teşvik edenler

Hukuk dışı telefon ve daha da vahimi ortam dinlemeleri ile “özel hayata ve hayatın gizli alanına karşı suçları” işleyenler,

İhaleye fesat karıştıranlar“, imar planlarında, vergi oranlarında kişiye özel değişikliklerle yakın ve yandaşlara haksız kazanç sağlayanlar,

“Görevinin sağladığı nüfuzu kötüye kullanmak suretiyle”, “zimmet, irtikâp ve rüşvet” gibi, “kamu idaresinin güvenilirliğine ve işleyişine karşı suç işleyenler”,

Ve Türk Ceza Kanunu’nda sayılan diğer suçları işleyenler de, kanunlarımız karşısında suç, dini kurallar açısından günah ve sosyal değerler açısından ayıp fiiller işlemektedir.

Bu suçları işleyenler de, kendisini Cumhuriyetçi, Demokrat, İslamcı, Ulusalcı gibi hangi sıfatlarla tanımlarsa tanımlasın, devletin yasalarının işlemeyeceğine inanmakta,toplumun tepkisini önemsememekte, din kurallarına inancı bulunmamaktadır.

Devletin görevi, bu tür insanlara ve onlara özenenlere, “Hukuk Devleti” kavramı içinde yasaların mutlaka uygulanacağını göstermektir

Toplumun görevi ise bu suçları işleyenlere gerekli menfi tepkiyi göstermektir.

Din kurallarının koyucusunun, hak edilen cezaları vereceğine ise hiç şüphemiz yoktur.

Koyunluk Bildirisi

 Muhammet İkbal İnsanların genetiği diğer canlılara ayrı ayrı benzer. Ki bu yüzdendir her milletin farklı farklı hayvanları kendine yakın hissetmeleri. Çinliler için ejderha, Ruslar için ayı, Amerikalılar için kartal, Türkler için kurt, Moğollar için köpek, Hintliler için inek… Adeta milli hayvanlardır onlar ve tarihi bir beraberlikleri vardır o milletlerle.

Biz kurdu biliriz de başkaları bizi arslana benzetir. Dünya üzerindeki hükümranlığımızın çok olmasından mı yoksa karizmatik liderlik özelliğimizden midir, bilinmez. Belki her ikisi de.. Pakistan’ın Mehmet Akif’i olan Muhammed İKBAL, hem iyi bir Türk dostudur hem de Türkleri en iyi tahlil eden sosyologlardan biri. Onun bu millet için 3 çeyrek yüzyıl önce yazdıklarına bakar mısınız:

Muhammet İkbalDuydum ki eski devirlerde otlakların birinde koyunlar otluyorlarmış.

Otlağın bolluğundan nesilleri çoğalmış ve düşmanların korkusundan emin bir şekilde yaşıyorlarmış.

Sonunda kaderin uygun düşmemesinden koyunun göğsü bela oku ile yarıldı.

Aslanlar ormandan çıkıp koyun ile keçinin otlağına geçiverdiler.

Cezbetmek ve hüküm sürmek gücün şiarıdır. Fatihler ise gücün sırrıdır.

Erkek aslan imparatorluğunu ilan etti ve koyunların hürriyetini yasakladı.

Aslan avlanmaktan başka bir şey bilmediğinden ve devamlı koyun avlayıp öldürdüğünden o yemyeşil otlak kızıllaştı.

Yağmur görmüş, kar görmüş, yaşlanmış zeki bir koyun;

Durumdan sıkılmış, daralmış ve aslanların zulmünden kan ağlamış.

Kendi kaderinin dolaşımından şikâyetçi. Kaderi bırakıp tedbire başvurdu.

Evet, güçsüz adam korunmak için iş bilen akıldan medet umar.

Kölelikte, zararı defetmek için çare aramak daha da hızlanır.

İntikam cinneti olgunlaşırsa kölenin aklı fitne düşünür.

Kendi kendine şöyle söylendi: ‘Bizim işimiz güç ile düğümlenmiştir. Keder okyanusumuz dipsiz ve sonsuzdur.

Hiçbir koyun kendisini zor ile aslandan kurtaramadı. Bizim bileğimiz gümüşten, onunki ise tunçtandır.

Ne kadar öğüt verirsen ver, ne kadar eğitirsen eğit; koyunu kurt yapamazsın.

Ancak aslanı koyun yapmak mümkündür. Onu kendisine unutturmak mümkündür.’

Bu ilhamı her tarafa yaymaya azmetti ve kan emen aslanlara vaiz kesildi

Bağırdı: ‘Ey yalancı ve pek şımarık kavim ! Ve ey uğursuzluğu devam eden bir günden habersiz olan kavim !

Ben ruhani güçten güçlenmekteyim. Aslanlar için Allah tarafından peygamber kılındım.

Ben görmeyen gözlerin ışığıyım. Ben düstur sahibi ve memurum.

Bugüne kadar işlediğiniz kötü işlere tövbe edin. Ey hep zararı düşünen; artık faydayı düşün.

Kim yalnız güce dayanırsa eşkıyadır. Benliğini unut ve hayatını sağlamlaştır.

İyi ruhlar bitkiyle beslenir. Et yemeyi unutan Allah’ın sevgilisidir.

Dişinin keskinliği seni rezil eder. İdrak gözünü kapatır ve kör eder.

Cennet yalnız zayıflar içindir. Güç ise hüsrana yol açar, bunu bil.

Güç aramak ve azametin peşinden koşmak şerdir. Fakirlik emirlikten hoştur.

Yıldırım bir küçük taneye çarpmaz. Eğer tane, harman olmak hevesindeyse yanar.

Eğer akılıysan sahra olma, zerre ol; yoksa güneş ışınından payını alamazsın. 

Ey koyun öldürmekle övünen; kendi benliğini öldür ve yücel.

Kin, iktidar, cebir ile kahır hayatı kısaltır ve keser.

Yeşillik ayakaltında ezildiği halde tekrar tekrar canlanıp yeşerir ve gözlerinden ölüm rüyasını tekrar tekrar yıkar.

Eğer aklıysan kendinden gafil ol, kendini unut. Eğer kendini unutamaz isen delisin.

Gözünün bağla, kulağını kapat ve dudağını dik; yoksa düşüncen yücelerin yücesine varamaz.

Dünya otlağı bir hiçtir, hiç. Sen bu hiçe gönül verme hiç.

Aslan sürüsü artık koşmaktan yorgun, rahatlığa ve tembelliğe hazırdı.

Koyunun uyku verici laflarını beğendi ve tecrübesizliğinden dolayı koyuna aldandı.

Koyunları avlayan aslan, koyunluk dinini seçti.

Kaplanlar otlağa uydu ve aslanlık cevheri çürüdü gitti.

Dişler otlamakla keskinliğini kaybetti. O heybetli ve ateş fışkıran gözler söndü.

Gönül gitgide göğsü terk etti. Parlaklık cevheri aynayı bıraktı.

O delice çaba ve koşma bitiverdi. Gönülde çabalama ve çalışma isteği öldü.

Bağımsızlık ve güçlenme azmi gitti. İzzet gitti, ikbal gitti, itibar gitti.

Demir pençeler kadifeleşti; gönüller öldü ve mezarlaştı.

Tendeki güç eksildi ve can havli arttı. Bu can korkusu, himmet kaynağını kökten kuruttu.

Himmetsizlikten yüzlerce arıza doğdu: Fıtratsızlık, gönülsüzlük, hareketsizlik..

Koyunun ninnisi aslanı uyuttu ve kendi düşüşüne selama durdu.”

Uzun lafın kısası şu: Siz bizim koyunlaştırabildiklerimizden misiniz? Yoksa siz bizim koyunlaştıramadıklarımızdan mısınız?

Ben Operaya Hiç Gitmedim

Yuh be bana, hayatım boyunca bir operaya bile gitmedim!

Medeniyetten özür diliyorum ve kendimi ihbar ediyorum,

Operaya gitmediğim gibi, gitmeyi de hiç mi hiç düşünmüyorum.

Beni medeniyet adına yargılasınlar…

Ben galiba başka dünyaların adamıyım, belki de leylekler beni ilkel bir toplumdan bu dünyaya getirip atıp gittiler.

Yahu siyaset bu kadar mı sıradanlaşır?

Belediye başkanı olmanın böyle saçma bir ölçüsü olabilir mi?

Halk bu kadar mı aptal yerine konur?

Halk başkanını seçerken opera ile olan ilişkisiyle ilgilenir mi hiç?

Bir başka kaçamak…

(Kaçamak diyorum çünkü ortaya koyacakları yeterli projeleri olmayanlar, alanlara toplanan halkı oyalamanın bir yolunu bulmak mecburiyetindeler. Çünkü toplanan halk, bir şeyler dinlemeye geliyorlar.)

“Ey Sayın başkan adayı, Abuziddin Beytüşşebaplı’yı tanıyor musun?”

Al sana malum medyaya bomba gibi bir malzeme.

Yandı bu soruya muhatap olan başkan adayı!

Tanısa bir türlü, tanımasa bir başka türlü…

Abuziddin bey bir tarafa da, ben operaya kötü taktım.

Hele bu saçma soru karşısında savunmaya geçen hem Başkan ve hem de Başkan adayı olan Sayın Topbaş’a da kötü taktım.

Sayın Topbaş, siz koskocaman İstanbul’un hâlihazırda Büyük Şehir Belediye Başkanısınız.

Böylesi sıradan bir soruyu nasıl ciddiye alır da cevap vermeye çalışırsınız?

Yoksa sizde mi proje sıkıntısı çekiyorsunuz?

Hani güzellik yarışmalarında aday kızlarımıza menajerleri dayatırlar ya;

Güzel adayı kendini tanıtırken ya da herhangi bir konuşması sırasında, mutlaka araya “ben bir hayvan severim” veya “Kediyi köpeği çok seviyorum” cümlesini sıkıştırırlar.

Çünkü fiziğinin bozulması korkusu veya şaşaalı özgür(!) yaşantısına ayak bağı olur korkusundan dolayı çocuk sahibi olamayan, olmak istemeyen Avrupalı kadınlar, hayvan sevgisini çocuk sevgisinin önüne geçirdiler.

Bizde de özenti gereği onları taklit sevdasının rüzgârına kapılarak, evlerde beslediğimiz hayvan sayısı günden güne artmaktadır.

Bu arada bu özenti, Türkiye’de özellikle ırki dengelerin de alt üst olmasına sebep olmaktadır.

Batılı vatandaşlarımız evde köpek beslerken, Güney Doğuda her aileye düşen çocuk sayısı, batı bölgelerimizi katlıyor.

Bu günün rakamlarıyla Diyarbakır nüfusunun yüzde ellisi 18 yaşın altındadır.

Bu oran da çok şeyi ifade ediyor inancındayım.

Kapatmışlar mendille gözlerimizi,

İki adım öteyi göremiyoruz.

Yolumuza tuzaklar sıralamışlar,

Dosttan mı, düşmandan mı bilemiyoruz.

Ben operaya hiç gitmedim, asın beni!

Vicdanın Sesi

Her insanın içinde vicdan denen ruhsal bir nesne vardır. Her ne kadar birileri için “çok vicdansız.” deseler de, aslında o insanında bir vicdanı vardır. Belki içindeki kötülük duygusunun şiddeti vicdanını dinlemesini engelliyordur. Çünkü vicdanı olmayan insanın olacağına inanmıyorum.

Ülkemiz bir demokrasi ülkesi. Cumhuriyetle idare ediliyor. Bu yüzden bir çok demokratik kurumları var. Millet kendisini idare etmek için birilerine vekalet verir. Vekil olanlar kendi alanlarında millet adına hizmet verirler. Bazıları da devlet adına tayin edilir. Böylece hizmet müesseseleri doğar.

Millet Meclisi, Bakanlıklar, Kamu kurumları, sendikalar, muhtarlıklar, dernekler vs.

Buralarda hizmet veren insanlar işlerini ya bir bedel karşılığı yada ücretsiz ve gönüllü olarak yaparlar.

Her iki usulde de hizmet verenlerin en önemli yanları vicdanlarıdır. Kanunun boşluklarını vicdani kanaatler doldurur.

İnsanlar hizmette vicdanlarını kullanmadan, başka nedenlerle karar verdiklerinde halk bundan zarar görür. Aslında bu vicdani olmayan kararlar, karar sahiplerine de bir müddet sonra zarar vermeye başlar. Hiç yanlarından ayrılmaz. Yataklarına dahi girer.

Bu bakımdan, siyaset yapan, kamuda görev alan, gönüllü hizmet eden genç insanların geleceklerine bile engel olsa vicdanlarının seslerine aykırı hareket etmemelerini tavsiye ederim.

Çıkarın bizzat içerisinde olmasa bile zamanında tepki vermeyen kişi bir müddet sonra bu sessizliğinin pişmanlığını yaşayacaktır.

Buna kendimden bir örnek vermek istiyorum.

1984-1989 yılları arası ben İzmit belediyesi meclis üyesiyim. O zaman Kocaeli de Büyükşehir belediyesi yok. Merkezdeki yetkilerin tümü İzmit belediyesinde.

O zamanın belediye başkanı Sayın Necati Gençoğlu. ANAP İl Başkanı sayın İsmail Yılmaz.

Ben ve O zamanın Bayındırlık bakanı sayın Sefa Giray Ankara Caddesi üzerindeki  Geçit Restoran da toplandık.

Konu, demiryolunun sahilden geçirilmesi. 4 kişiyiz. Dördümüzde İnşaat mühendisiyiz. Bakan hariç bizler demiryolunun tünelle bugünkü otobanın geçtiği bölgeden geçirilmesini istiyoruz. Sayın Bakan ise sahilden geçirilmesini istiyor. Ciddi tartışmalar yaptık. Saatler sonra Sayın Bakan masaya elini vurdu. “Dördümüzde inşaat mühendisiyiz, ama ben Bakanım. Demiryolu sahilden geçecek” dedi. O günlerde de  yerel basında “yeter artık. Nerden geçecekse geçsin. Bu iş bitsin.” diye bir başlık atıldı. Üniversiteden alınan, Otoban bölgesinde fay hatları olduğu şeklinde raporlar aynı gazetede  yayımlandı. Sayın Necati Gençoğlu’nun bu konudaki  hazırlattığı planlar, ne basında, ne de halk arasında  ilgi gördü.

Bende ilerisi için düşünceleri olan genç  bir siyasetçi olarak ne aksi bir beyanat verdim. Ne de kamuoyunu hareketlendirecek bir girişimde bulundum. Yani sustum. Geçit restoran da Bakanla yaptığım mücadele ile yetindim.

Şimdiki düşünce yapısında olsa idim. Üzerime düşenden daha fazlasını yapardım.

En azından demiryolunun bugünkü engelli halini gördükçe vicdanım daha rahat olurdu.

Gelecekte Otobanın geçtiği bölgeye alınması şart olan Demiryolu’nun bu halini gördükçe, o gün gerekli kamusal direncin oluşmasına vesile olmalıydım diye düşünüyorum.

Bu örnekten hareket ederek genç siyasetçilere sesleniyorum.

Gelecekteki siyasi hedeflerinizi göz önüne alarak bazı dirençlerinizden vazgeçmeyiniz.

İleride rahatsızlığını duyacağınız yanlış işlere bulaşmayınız.

Günlük çıkarlarınız sonucu ulaşacağınız maddi ve manevi imkanların, ileride çocuklarınızı çok rahatsız edeceğini hesaplayınız.

Halka hizmet görevleri her insana nasip olmuyor. İnsanlar bu fırsatı iyi değerlendirdiğinde şehrin tarihinde yer alıyorlar.

Bu değerlendirme şahsi çıkarları yönünde olduğunda, aynı ölçüde yazılıyorlar. Bu kötü şöhret hiç bir silgi ile de silinemiyor.

Görev devam ederken çıkarcılar tarafından alkış eksik olmuyorsa da, aynı insanlar çıkarları bittiğinde teker teker konuşmaya başlıyorlar.

Gerçekler belli bir zaman geçtikten sonra ortaya dökülüyor. Nice dürüst bilinenlerin kendi çıkarları söz konusu olduğunda pekte dürüst olmadıkları anlaşıldı.

Genelde insanlar sahip olmadıkları hasletlerini ifade etmek zarureti duyarlar.

Bilbordlar da okuduğunuz bazı ifadeleri tersine yorumlarsanız, daha doğru sonuçlara ulaşırsınız.

Bu günlükte bu kadar sevgili okurlar. Kalın sağlıcakla.

Ders Gibi Bir Düşündürücü Olay

Son günlerde gazetelerde çıkan bir haber dikkatlerden kaçmadı. Yunanistan’ın başkenti Atina ve Gümülcine’de uzun bir tehirden sonra Ziraat Bankası’nın şubeleri açıldı.

Bilindiği gibi bankalarımızın önemli bir bölümü ya tam, ya da yarı hisseleri ile yabancıların eline geçti. Bankalarımızı alan ülkeler arasında Yunanistan da var. Yunanistan’a banka satarken sorun çıkmıyor; ama Gümülcine Şubesi ile ilgili açılış tören davetiyesi ortalığı karıştırıyor. Yunanistan’ın Doğu Makedonya ve Batı Trakya Bölgesi Genel Sekreteri kendisine gönderilen davetiyeyi Ziraat Bankası Müdürüne yazdığı bir mektup ile reddediyor. Davetiyenin reddedilmesi ve geri çevrilmesi nedenleri arasında “Gümülcine” isminin hazmedilemeyişi var. Onun yerine Komotini yazılmalıymış. Davetiyenin Türkçe ve İngilizce basılması da kabul edilemiyor. Rumca’nın da davetiye de yer alması bekleniyor. Rumca’nın davetiyede yer almaması, onlar için bir hakaret ve kabul edilemez bir şey olduğu ortaya konuluyor. Aslında Ziraat Bankası’nın gönderdiği davetiyelerin İngilizce bölümünde neden Komotini yazdığı, Türkçe bölümünde ise Gümülcine ifadesinin kullanıldığı da anlaşılmış değil. Eğer Yunan tarafı kadar yer adlarında hassas ve bazı şeylerin farkına varabilmiş iseniz; her iki dilde de sadece Gümülcine isminin kullanılması gerekirdi.

Bu olay aslında bazılarımız için bir ders niteliğindedir. Yunanlı yetkilinin bu hassasiyeti aslında yadırganacak bir şey değildir. Ancak, Türkiye’de yer adları ve kuruluş isimleri konularında işi hafife alanlar, bazı gerçekleri görmelidirler. Kosova ve çevresinde yaptığımız bir gezide Sırpça isimlerin Sırpların yenilgisi sonrası nasıl değiştirildiğini gördük. Ancak, Balkanlar’da bir çok yerde Türkçe isimlerin yerine bizzat bizim tarafımızdan yabancı isimlerin kullanıldığına şahit oluyoruz. Osmanlı’nın medeniyet, insan hakları ve yatırım götürdüğü Rumeli topraklarında Türkçe isimlerin bazıları unutulmuşa benziyor. Üsküp‘e Skopa, Kalkandere‘ye Tetova diyenler oldukça fazla.

Tarihlerine oldukça saygılı olan rejim değişse bile Rus kültürünün izlerini koruyan Rusya, 1917 Komünist İhtilal’inden sonra değiştirilen yer isimlerine tekrar döndü. Artık Stalingrad ve Leningrad gibi isimler yok. Başka birçok örnekler verilebilir. Manş Denizi İngilizlere göre “British Channel”dır. Hollanda’da “Lahaye” isminden çok “Den Haag” ismi kullanılır. Hiçbir ciddi devlet turizmden gelir gelecek diye yer isimleri ile bizdeki gibi oynamıyor ve yabancılaşma örnekleri sergilemiyor. Geçenlerde bir toplantı dolayısıyla Ankara’ya gitmiştim. Esenboğa Havaliman’ı maddi kültür olarak gerçekten güzel ve Ankara’ya yakışır bir havalimanı olarak gördüm. Ancak kültürün maddi yönünün ötesinde çelişkiler hemen sırıtıyor. Havalimanı’nın ismi “Esenboğa Airport” olarak verilmiş. Almanya ve Hollanda gibi ülkelerde bu böyle mi? THY’nın dergisinin ismi de “Skylife“… Dergideki haritada her halde “Türkiye sadece Türklerin değildir” anlayışından hareket edilerek yer adlarının Rumcaları da yazılmış. Bu gibi hataları Cumhurbaşkanlığı bile yapıyor.

Devletin dili olan Türkçe bu ölçüde hafife alınırsa; dış siyasi ilişkilerde yeteri ölçüde ciddiye alınamazsınız. Kendi değerlerine ve kendisine saygı göstermeyenlere başkaları da saygı göstermez. Ancak, Türkiye’de Batılı tez ve beklentilere uygun olarak Zazaca ve Kırmançca’yı Kürtçe adı altında birleştirip üstelik yeni bir TRT kanalı açan, dış telkinlere açık anlayıştan fazla bir şey de beklenemez. Türkiye, bazı durumlarda kendi konumuna ve tarihi rolüne uygun olmayan çapta siyasetçiler ve bürokratlarca yönetilmektedir. Türk Milletini yoksullaştıran yolsuzluklara, adam kayırmalara, ekonomik pay kapmalara, rant yaratma hesaplarına aklımız gereğinden fazla yetiyor; ama milli davalara ve milli değerlerimize, bu arada Dünya ve ilim dili olan Türkçe’ye yaptığımız saygısızlıkları fark edemiyoruz. Soygun ve yolsuzlukları yapanlar toplum önünde aşağılanıp itibar kaybedecekleri yerde; neredeyse ödüllendiriliyorlar ve korunuyorlar.