14.4 C
Kocaeli
Çarşamba, Eylül 24, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1269

Terminal

“Seçimler bitti şimdi icraat zamanı” diyerek söze başlamak istiyorum. Her zaman ki gibi eksik gördüğümüz konuları bu sütunlarda dile getirip, yetkilileri eksiklikleri gidermesi için göreve çağıracağız. İlçemiz, ekonomik yönden son derece gelişmiş olmasını bir kenara bırakın,  ülkenin 50 ilinden daha fazla vergi ödeyen bir ilçedir. Körfez’in bu hale gelişi Türkiye’nin ve dünyanın sayılı şehirlerinden İstanbul’a komşu oluşu, sahil kent olması, deniz ulaşımını ve limanları bünyesinde barındırması, Asya ile Avrupa’yı bağlayan karayollarının üstünde oluşu ve de aynı şekilde Anadolu’ya giden demiryollarının içinden geçişi sayesinde olmuştur. Bu konudaki en büyük eksiklik henüz bir hava sahasının olmamasıdır.

Bütün bunlar coğrafi yapının kendisine sağladığı şartlar ile ve bunu değerlendirmek amacıyla buraları yatırım haline getiren merkezi hükümetler sayesinde olmuştur. Ve üzülerek belirtmeliyim ki mahalli yönetimlerin bu konuda fazla gayreti görülmemiştir. Ulaşımda eksiğimiz hava alanı derken asıl eksiğimizi ve bu eksikliğin sorumlusunun mahalli yöneticiler olduğunu söylersek haksız sayılmayız herhalde…

Tüm bu şartlara rağmen Anadolu’nun en geri kalmış ilçelerinde bile olan otobüs terminalinin ilçemizde olmayışı akıl alacak şey midir? Körfez’i bilmeyen birine Körfez’de terminal olmadığını söyleseniz inanır mı acaba… Bütün yolların ilçenin içinden geçtiği, deniz, kara, demiryolu trafiğinin kalbinin attığı bir  ilçede otobüs terminali bile yok. Bugün Körfez’liler misafirlerini karşılayacakları zaman ya da yolcu edecekleri zaman İzmit’in terminaline gitmek zorundalar. Bununla birlikte yanlarında valizleri var ise minibüsler almadığı için özel araba tutmak zorunda kalıyorlar.

Terminalin olmayışı yersizlikten falan değil, tamamen ilgisizlikten kaynaklanıyor. Üstelik şehirlerarası otobüslerin geçtiği yol kenarlarında müsait arsalar bile var. Yani yöneticiler için yerimiz yok gibi bir mazeret olamaz. Ayrıca belirteyim, Körfez nüfusunun %90’ı  Anadolu’nun, hatta Rumeli’nin muhtelif yerlerinden gelmiş insanlardan oluşuyor. Onların geldikleri yerlerle alakaları kesilmemiş olup, birbirlerine gidip-geldiklerini gözlemlemekteyim. Böyle olmasa bile terminal eksikliği ilk göze batan eksikler arasında yer alıyor.  Terminalsiz şehir üzerinden geçip gidilmeye mahkûmdur.. Bir an önce terminal eksikliğinin giderilip ilçemizdeki sıkıntının ortadan kaldırılmasını istiyoruz. 

Hepinize güzel bir hafta dilerim.

Hocaların Hocası Nevzat Yalçıntaş

Neden, bir fıçı içinde hayatını sürdürmüş olan Diyojen, milyonlarca insanı kudreti karşısında titreten Büyük İskender’den daha büyüktür, yüzyıllardır daha fazla itibar ve saygıyla anılmaktadır? Diyojen’i 2400 yıldır yaşatan ilmi ve fikirleri ile (“Dile benden ne dilersen diyen B. İskender’e, “Gölge etme başka ihsan istemem” dedirten, dünyevi mal ve güce itibar etmeyen) bilgeliği olsa gerektir.

Yavuz Sultan Selim’e, hocası İbni Kemal’in atının ayağından sıçrayan çamurun kaftanını kirletmesi üzerine, “Âlimin atının ayağından sıçrayan çamurla bulanmış kaftan, bizim en kıymetli eşyamızdır. Bu kaftan, öldüğümüzde tabutumuzun üstüne örtülmek üzere saklansın!” dedirten ne idi?

İstanbul’da geçen hafta (11 Nisan 2009) düzenlenen bir tören bana bu soruları hatırlattı. “Akademik Hayatının 50. Yılında, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş” adıyla hazırlanan bu vefa gününde, seçkin katılımcılar Hoca’ya sevgi ve saygılarını sundular. (Katılımcılardan ilk aklıma gelenler: Cumhurbaşkanı Abdullah Gül başta olmak üzere Kırım Tatar Milli Meclisi Başkanı Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri temsilcileri, SP Genel Başkanı, Asya ve Avrupa İslam Federasyonları Başkanları, çok sayıda eski Bakan, çok sayıda Üniversite hocaları, dernek temsilcileri, belediye başkanları, milletvekilleri vd)

“Hocaları Hocası” Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş’ın huzurunda iletilen bu samimi sevgi ve saygı ifadelerini hak ettiren unsurun ne olduğunu anlamaya çalıştım. Ölümünden sonra değerini anladığımız, merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nu sevdiren, sevmeyenlere bile saydıran unsurun ne olduğunu anlamaya çalışırken de benzer duygulara kapılmıştım.

Merhum Muhsin Yazıcıoğlu siyasi hayatında yüzde iki mertebesinde oy alabilen bir siyasi partinin genel başkanı idi. Nevzat Hoca Cumhurbaşkanlığına aday olmuş seçilememişti, parti Genel Başkanı ve hatta hiç bakan olmamıştı. Buna rağmen her ikisi de partilerini aşan bir sevgi ve saygı görmeyi başarabilmiş kişilerdir. Her ikisi de siyaseti bir hizmet aracı olarak görüp, makam, mevki ve güç elde etme tarafına itibar etmemişlerdi.

Toplantıda anlatılanlardan öğrendik ki, Nevzat Hoca’ya yakın dostu merhum Turgut Özal da, öğrencisi ve çalışma arkadaşı Abdullah Gül de, kendi Bakanlar Kurullarında görev vermek istemişler, ama Hoca kabul etmemiş.

Nevzat Hoca, kendisinin de ifade ettiği gibi “şanslı bir adam” olsa gerek. Çünkü 76 yaşında sağlıklı, verimli, düzgün ve mesut bir aile ortamı içinde, maddi açıdan müreffeh, manevi açıdan saygı ve itibarın zirvelerinde yaşayan bir dava ve hizmet adamı.

Allah’ın O’na verdiği nimetlerin, zekâsının, ilminin, bürokrasi ve devlet tecrübesinin, servetinin, güler yüzünün, sevgi ve iman dolu gönlünün zekâtını bu millete vermeye devam ediyor. “Milli değerlere bağlı, mütedeyyin insan yetiştirme” gayreti hiç eksilmedi.

Nerede bir Türk varsa oraya yetişme, ortak manevi bağlarımız olan İslam Devletleri ile iyi münasebetler kurma derdinde olan Nevzat Hoca, Türk ve İslam Dünyasında çok sayılan mümtaz bir şahsiyet. İş adamı, siyasetçi veya bir Türk vatandaşı olarak bu ülkelere giden herkes bu gerçeği fark edecektir.

Nevzat Hoca’nın, Aydınlar Ocağı olarak ziyarete gittikleri Kırım’da, yüzyıldır namaz kılınmayan camide ezan okutup, imam olarak namaz kıldırması yıllardır gözyaşları içinde anlatılmakta. Bununla da yetinmeyerek, Kırım’lı gençlerin ufkunu açıp, siyasete yönlendirmesinin on yıl sonra verdiği semereler, Rusya parlamentosuna giren Kırım’lı milletvekilleri, başarılı iş adamları göğsümüzü kabartmakta.

İslam Kalkınma Bankası’ndaki görevi sırasında burs sağladığı İslam ülkeleri öğrencileri, Türkiye’de tahsillerini tamamlayıp, ülkelerinde mesleklerini icra etmekte. Bilkent Üniversitesine sağladığı kredi sayesinde bu üniversitemiz binlerce genci okutmakta.

TV yayın tekelinin olduğu yıllarda yaptığı TRT Genel Müdürlüğü esnasında (1975) milli çizgideki yayınlar, Türkçeye verdiği önem ve insan yetiştirme gayretleri hala hafızalarımızda.

Akranı olan eski dostları, Nevzat Hoca’nın bürokraside ilk tecrübelerini yaşadığı DPT Sosyal Planlama Dairesi Başkanlığı sırasındaki başarılarını bir efsane gibi anlatıyor. Üniversitede yetiştirdiği öğrencileri arasında çok sayıda profesörler var. İş dünyası ve siyaset alanında başarılı öğrencilerini de unutmamak lazım.

Nevzat Hoca’nın hem öğrencisi ve hem de İslam Kalkınma Bankasında çalışma arkadaşı olarak, Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül’ün yetişmesi ve siyasete hazır hale gelmesindeki emeğini ayrıca ifade etmemiz gerekir.

Nevzat Hoca’yı tanımakla kendimi şanslı kabul ederim. Onun bir “İstanbul Beyefendisi” nezaketini, sımsıcak kucaklayışını, büyük bir tevazu içinde yaptığı iltifatlarını görmüş olmak, tatlı dili ile ifade ettiği engin dünya görüşünü yansıtan sohbetlerinden bir nebze istifade etmiş olmak, benim ve arkadaşlarım için Allah’ın bize hoş bir lütfüdür.

Hoca’nın günlük siyasete dair her görüşüne katıldığımı söyleyemem. O, günlük iç ve dış siyasete dair farklılıklarımızı da hoşgörüyle dinleyebilecek, ikna etmeye ihtiyaç duyarsa da bunu büyük bir nezaketle yapmaya çalışacak bir gönül adamıdır.

O’nun Türk milletine ve İslam Dünyasına hizmet şevk ve heyecanına, bunun için sevgi ve saygıya dayalı münasebetler kurma fikri ve becerisine hayran olmamamız mümkün değildir.

O, üniversitelerin kalın duvarları arkasında kendi dalında bilim üretmeye çalışan sıradan bir akademisyen değildir. Kendi milli kültürümüz ve milli davalarımız ile ilgili her konuyu büyük bir merak ve iştiyakla araştıran ve bu bilgileri çok sade, anlaşılabilir bir dille anlatan çok yönlü bir ilim ve halk adamıdır.

Aydınlar Ocakları Genel Başkanı olduğu (1988-1998) on yıl süresince olduğu gibi, bundan sonra da, Kocaeli Aydınlar Ocağı’nın davetlerine icabet ederek ilimize gelen Nevzat Hoca, sohbet ve TV programları ile bilgi ve görüşlerini Kocaelililerle paylaşmaktadır.

Hocaları Hocası Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş’a çok uzun, sağlıklı ve verimli bir ömür sürmesini ve Türk Milletine olan hizmetlerinin devamını diliyorum.

Soyut Düşünce. (2)

                             “Zekanın daha doğrusu dehanın en büyük alameti, mücerret(soyut) düşünme kabiliyetidir”

 

“Zekanın daha doğrusu dehanın en büyük alameti, mücerret(soyut) düşünme kabiliyetidir” demişti çok değerli hocamız Prof Dr. Ayhan Songar. Örnek olarak da Necip Fazıl Kısakürek’in Çile şiirinden ;

Burnum değdi burnuna yok’un

Kustum öz ağzımdan kafatasımı…..

Dizelerini vermişti.

Soyut kelimesinin Latince ve Osmanlıca’daki manalarına baktığımızda ise;
Latince: abstractum.(çekip çıkarılmış, sıyrılmış)
Osmanlıca: mücerret, külli, menzu, basit, zihni, ma’kulat, mücerredat, ruhi, manevi
Türkçe’de “soymak” eyleminin kökünden türetilmiştir. bütünün niteliğini dile getiren somut deyiminin karşıtıdır. Bütünlüğünden soyulmuş, soyutlanmış olanın niteliğini dile getirir. Hint_Avrupa dillerindeki kökeni, ayırt edilmiş ve bir şeyden alınıp çıkartılmış anlamlarını dile getiren Latince abstractum deyimidir.( Orhan Hançerlioğlu O.H)  

Soyutlama ile elde edilmiş kavram ve düşünceler de soyuttur. Soyut kavramlar nesnelerin niteliği olarak var olan, nesnelerden çekilip çıkarılan kavramlar için kullanılır. (büyük, küçük, kırmızı, sarı,) Algılanamayan şeyleri göstermek içinde soyut kavramlar kullanılır.(Adalet v.b)  

İlişik olduğu nesne ve özelliklerden ayrılarak düşünülen herhangi bir şeyin niteliği ya da bu niteliği anlatan kavramlar.(Türk Dil Kurumu TDK)

Soyut Düşünce: Duyulur ve algılanır olandan sıyrılmış, kavramsal düşünme ile varılan düşünce.(Türk Dil Kurumu TDK)

Düşünceler iki ana guruba ayrılır; soyut düşünce ve somut düşünce diye. Eğer Düşünce gerçek nesnelere göre ifade buluyorsa somut, düşünsel nesnelere göre ifade buluyorsa soyut düşünce olmuş diyebiliriz.

Soyut demek,”soyutlama ile elde edilen, varlığı maddeden hareketle insan zihninde gerçekleşen” demektir. Soyut(abstrait) terimi, somutun(concret) zıddı gibi kullanır. Bir nesnenin, kendine özgü tüm nitelikleri ile verildiği bir tasarım, somuttur. Bundan dolayı, maddi şeylere dair bir fikir, duyumlarımıza yakınlık sağladığı ölçüde somuttur. Bir nesneden, yalnızca ait bulunduğu türün karakterlerini alıkoyan bir tasarım, soyuttur. Bir fikir, kavrama yakınlaştığı ölçüde soyut olur. Somut reel dünyaya, soyut insan zihnine aittir. Soyut düşünmenin zıddına “somut düşünme” denir. Somut düşünce; “somut olana, maddi olarak şimdi ve burada olana dayalı düşünme şekli“dir.(Prof. Dr. Cihan DURA)

İnsan somut düşünce ile başlar, sonra soyut düşünür, daha sonrada soyut düşüncesini somut düşünce ile ilişkilendirir. Bilim soyut düşüncenin ürünüdür. Gündelik olaylarla ve hayatla uğraşmak düşünmeye engeldir. Düşünmede ancak soyut kavramlarla bir değer ifade eder ve anlamlı hale gelir. Bilimsel bir bilgi ancak soyut düşünce ile anlaşılır. Soyut düşünceden yoksun kişiler bilimi kavramada zorluk çektiğinden ya bilimi reddederler veya bilimi anlamaktan ve bilimle uğraşmaktan vazgeçerler.

Dünyada bilim ile ilgili gelişmeler bakıldığında hangi ülkeler bilimde, fende, felsefede, sanatta ileri iseler o ülkelerde soyut düşünce gelişmiştir. Soyut düşüncedeki gelişmişlik ülkelerin her konu ile ilgili gelişmişliği ile doğru orantılıdır.

Rektörler Komitesi veya Bir Mahfilin Temsilcisi Olarak Fatih Hilmioğlu

0

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından atanması üzerine, dönemin rektörler komitesi üyelerinin ve bilhassa bu komitenin ateşli üyesi İnönü Üniversitesinin eski rektörü Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’nun zihniyeti üzerine yazıldı ve o dönemde yayınlandı.

Hilmioğlu, kamuoyunda Ergenekon olarak bilinen operasyonların sonuncusunda 13 Nisan 2009 da gözaltına alındı.  Bu makale yazıldığı zaman böyle bir örgütün varlığı hakkında hukuki bir delil henüz yoktu.  Rektörler komitesi ve Hilmioğlu’nun ilgili atamaya gösterdikleri tepkilerin biçimini göz önünde bulundurarak bu yazıyı yazmıştım. Hilmioğlu’nun şimdi gözaltına alınması konuya yeniden güncellik kazandırdı. O dönemde Hilmioğlu ve arkadaşlarının davranışlarını ve söylemlerini esas alarak bunların bir grup ve mahfil üyesi olduğunu savunmuştum. Üniversite değerleri ve akademik ahlak zaviyesinde grupsal davranışın sakıncalarını anlatmıştım. Şimdi böyle bir grubun varlığı hukuki manada gerçek oldu.  Bundan dolayı makalenin tekrar okunması gerektiğini düşünüyorum.

Üniversitelerin idari sorunları, her zaman olduğu gibi, yeniden en önemli gündem konusu oldu. Üniversitelerde idari sorunlar yerine, akademik niteliklerin tartışılması gerekirken, idari sorunların sürekli tartışılması, üniversitelerin amaçlarından saptırıldığının da önemli bir delilidir. Üniversitelerde idari sorunların, çekişmelerin, akademik özgürlüklerin, idari ve mali usulsüzlüklerin ve spekülatif ideolojik suçlama biçimlerinin sürekli olarak gündemde olması ciddi bir durumun mevcut olduğunu göstermektedir. Çünkü bu tartışmalar ve tartışmada güncelleştirilen söylem, üniversitelerdeki idari tartışmanın biçimini ve niteliğini de ortaya koyan, oldukça ilginç bir olaydır. Bu olay üniversite rektörlerinin ve rektörler komitesinin önceliklerinin ne olduğunu da ortaya koymaktadır.

Üniversitelerde daha önceki tartışmalar rektör atamaları ile birlikte gündeme gelirdi. Ancak son tartışma bizzat rektörler tarafından başlatıldı. Yüksek öğretim mevzuatı çerçevesinde hiçbir hukuki konumu olmayan Rektörler komitesinin tutucu üyeleri ve önderleri, üniversitenin akademik özellikleriyle bağdaşmayan açıklamalar yaptılar. Eleştirilerde bulundular.

Bu eleştirileri yapan rektörler komitesi üyeleri, yeni YÖK başkanının icraatlarını ve üniversiteler için ne düşündüğünü, söylemesini beklemeleri gerekirdi. Eleştirilerini akademik düzeyde yapmaları beklenirdi.  Ancak böyle davranmadılar. Önyargılı bir tarzda yeni atanan başkan Özcan’ın özgeçmişini sorguladılar. Hakarete varan ifadeler kullanmaktadırlar. Yeni YÖK başkanının, mevcut anayasamızda yer alan bilimsel serbestlik, üniversitenin bilime odaklanması gereği, konusunda yaptığı açıklamaya da itiraz ettiler.

Başkan Özcan’ı Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e benzettiler. Bu benzerliğin doğru olup olmadığı bir yana, ancak bu benzerliği eleştiri konusu yapmak, çok daha garip bir durumla bizi karşı karşıya bırakmaktadır. Bu durum, benzetmeyi yapan ve benzerliği eleştiri konusu yapan rektörlerin bilimsel davranmadıklarını, siyasi ve bürokratik önyargılara göre davrandıklarını gösterir. Çünkü bilimsel açıklama, tecrübe ve gözleme dayalı olmalıdır. Bilim kuruluşlarımızın başında bulunan bu rektörlerin, bilim yöntemine uygun olmayan tutumlar içinde olduğu anlaşılmaktadır.

Anlaşılan sayın başkanın atanmasından sonra Rektörler komitesince oluşturulan cephenin öncülüğünü yapanların gösterdikleri tepkilere bakılırsa havadan nem kapmaktadırlar. Sayın YÖK başkanı ayrıntılı bir açıklama yapmadı. Söylediği iki husus var: üniversitede bilimsel serbestlik olmalı, bilimsel araştırmaların niteliği ve niceliği arttırılmalı. Bilindiği gibi,  bunlar mevcut anayasamızda da yer alan iki önemli ilkedir. Başkan ayrıca bilime ilginin artması halinde üniversitelerdeki idari yasakların ve sorunların kendiliğinden ortadan kalkacağını da söyledi. Cepheyi oluşturan rektörlerin bu  ifadelerden rahatsız olmaları ve bu açıklamaya tepki göstermelerinin nedenini, kendi meslekleri açısından düşündüğümüzde, anlamak zordur. Ancak Rektörlerin bu tepkileri ve önyargıları, komite üyelerinin idari sorunların, sorun olarak kalmasından yana olduklarını gösteren bir tutum içinde olduklarını da göstermektedir.

Rektörler komitesi üyelerinin ve özellikle İnönü Üniversitesi Rektörü Fatih Hilmioğlu’nun son yıllarda  Türkiye’nin politik gündemi konusunda, verdikleri beyanatlara baktığımızda, kendilerini bilimin, yasanın ve demokratik süreçlerin üstünde bir güç olarak gösterme çabası içinde oldukları anlaşılmaktadır. Sanırım son atamaya gösterdikleri tepkinin nedeni, kendi aralarında oluşturdukları “cemaatin ve komitenin” zaman içerisinde işlevsiz kalma endişeleridir. Bu endişeler son birkaç yıldır üniversitelerin ne kadar bilimden uzaklaştırılmaya çalışıldığını da göstermektedir. Çünkü komite sözcüleri ve öncülerinin kaygıları bilim değil, “idari iktidar ve çekişmeler” olmaktadır.

Daha önce, rektörü oldukları üniversitelerdeki bilim adamlarını sorun olarak gören bu rektörler, şimdi Cumhurbaşkanını ve O’nun atadığı YÖK başkanını da kendileri için sorun olarak görmeye başladırlar. Onların bu tutumunun bilim, demokrasi, cumhuriyet ve ülkenin gelişmesiyle alakalı olmadığı, gösterdikleri tepkinin biçiminden tahmin edilebilir. Rektörler  komitesi ve cemaatinin üyeleri, Roma Lejyonerleri gibi, kendilerini vatan ve devlet kahramanı olarak kamuoyuna sunmayı da ihmal etmiyorlar.

Başta İnönü üniversitesi rektörü, Fatih Hilmioğlu olmak üzere, cepheyi oluşturan kimi rektörlerin iddialarına bakılırsa, kendileri cumhuriyet savaşçılarıdır. Ancak cumhuriyet değerlerine göre davrandıkları da yok. Cumhuriyetin değerlerine göre üniversiteyi yönettikleri şüpheli olan bu komite mensuplarının tutumunu “iktidarda kalma ve yönetme hırsı güdüsüyle” açıklamak belki de daha doğrudur. Bu lejyöner cephesinin tutumlarının bilimsel değeri konusunda bir tartışma açmak zaten, hem geleneksel bilim anlayışının, hem de çağdaş bilim anlayışının kavramlarıyla izah edilemez.  Ancak ne gariptir ki bu lejyöner cephesi, milli ve demokratik cumhuriyetimizin en önemli bilim kuruluşu olan üniversitelerin başındadır.

Öncelikle bu lejyönerlerin oluşturduğu cephenin iddialarına bakmak gerekir. Cephenin en hararetli ve keskin savaşçısı, basında çıkan açıklamalarına bakılırsa Fatih Hilmioğlu’dur. Hilmioğlu 2002 yılında sayın Cumhurbaşkanı A.Necdet Sezer’e üniversitelerde ders vermesi sakıncalı olan çok sayıda yobaz, bölücü ve vatan haini öğretim üyesinin olduğunu söylemekte ve sayın Cumhurbaşkanından bunların üniversitelerden atılması için himmet beklemektedir. Konunun bilim geleneği, hukuk ve insan hakları ile ilgisini bir yana bırakmaktadır. Oldukça keskin, tutucu ve katı bir tutumla, bu fırsatın kendisine verilmesi çağrısında bulunmaktadır.

Hilmioğlu’na göre hangi özellikleri olan öğretim üyeleri bölücüdür, mürtecidir, yobazdır, vatan hainidir? Bu soruya, Hilmioğlu’nun icraatlarında karşılık bulmak çok zordur. Çünkü terör örgütünün İngiltere sözcüsünü kendi üniversitesine öğretim üyesi olarak atamak istediği basına yansımıştı.   Cumhurbaşkanına söz konusu açıklamayı yaptığı zaman bir liste verdiyse, belki o listeden yola çıkılarak hangi özelliklerdeki öğretim üyelerinin bölücü, mürteci ve yobaz olduğunu anlayabiliriz. Veya hangi öğretim üyelerine yedi yıllık rektörlüğü döneminde hakları olan kadrolarını vermedi ve onları tecrit etti? Bunları tesbit edersek yine niyetini anlarız. Veya üçüncü bir yol daha izleyebiliriz. İnönü üniversitesinde ve tedviren rektörlüğüne atandığı Adıyaman üniversitesinde çalışan öğretim üyelerine bir anket uygulayarak da rektörün kimleri kast ettiğini öğrenebiliriz. Ancak bir yıllık bir sürede, Hilmioğlu’nu toplamda beş altı defa dinleyen birisi olarak bende bu konuda bir kanaat oluşmadı. Onun kendisine itaat edenleri vatansever, diğerlerini ise yukarıda belirtilen kategorilere göre damgaladığı izlenimini edindiğimi belirtebilirim.

Cepheyi oluşturan rektörler şimdiye kadar ki uygulamalarında toplam ne kadar öğretim üyesini üniversitelerden uzaklaştırdı? Sayısını bilmiyorum.. Ancak lejyonerlerin tepkisinin akademik ve bilimsel bir endişeden kaynaklanmadığı da açıktır. O zaman tepki gösterme nedenlerini başka gerekçelerde aramak gerekir.

Bilindiği gibi, grup üyeliği süreci hakkında yapılan sosyo psişik araştırmalara göre, zeki, akıllı, başarılı ve bilim yöntemini benimsediklerini iddia edenler bile, bireylik yitimi sürecine katılırlar. Bireylik yitimi sürecindeki insanlar, grupsal değerler, grubun oluşturduğu heyecan ve coşkuya kendilerini kaptırarak kimlik kaybına uğrarlar. Bu davranışın tipik örneklerinden birisi “rektörler komitesi, cemaati veya mahfili” tarafından YÖK üyeliğine teklif edilen Prof. Celal Şengör’ün tepki biçimidir. Şengör’ün kendini YÖK üyeliğine teklif eden rektörlere karşı duyduğu bağlılık ve bu bağlılığa göre diğer insanlara gösterdiği tepki hiçbir bilimsel kuramla açıklanamaz. Bu oluşum içindeki insanlar, davranışlarını kontrol edemezler, bilinçaltı tutkuları ile davranırlar. Akıl-dışı dürtülerle regressif  olurlar. Bu tür kişilerin sosyal ve kişisel kontrol mekanizmaları işlemez.

Hilmioğlu ve Şengör örneği üniversitelerimizin “belli bir mahfile bağlı gruplarca” yıllarca yönlendirilmeye çalışıldığını göstermektedir. İşte bunun içindir ki akılcı, pozitivist, aydınlanmacı olduğunu söyleyen bu adamlar aşırı tutucu olabilmektedirler. Çünkü bu tür inançları taşıyanlar, “mahfilin iktidarını, kadrolaşma arzusunu ve yönetme hırsını”, her türlü bilimsel, demokratik ve ahlaki değerin üstünde görürler.

Nizam’ul-Mülk, “Sultanların en iyisi ilim ehli ile oturup kalkan sultandır. Alimlerin en kötüsü ise, sultanlarla oturup kalkandır” demiş. Ancak alimlerin kendileri sultan olma çabasında ise ve saltanatlarını korumayı her türlü değerden daha önemli görüyorsa, üniversitelerin durumunun ne kadar vahim bir hal aldığı da ortadadır. Sayın yeni YÖK başkanını idari ve iktidar çekişmeleri içine çekmeye çalışan rektörler komitesi üyeleri bu önyargılı tutumlarıyla, maalesef ülkenin bilim kültürüne zarar vermeye devam ediyorlar.

Hayatınız, Koşu Bandı mı?

0

Geçen gün bir spor salonunun önünden geçiyordum. Ritmi hızlı, sesi yüksek müzik dikkatimi çekti. İnsanlar müzik eşliğinde koşu bandının üzerinde belli bir tempo ile durmadan koşuyorlar. Onları, müziğin ritmi ve bandın programı yönlendiriyor. O güne kadar düşünmediğim şeyler geçti aklımdan. Dün de evde, belki spor yapma imkanı buluruz düşüncesiyle aldığımız bantta, koşmaya başladım. Bir türlü ilerlemediğimi gören eşim bana, “Yolculuk nereye?” diye sordu.

Şüphesiz hoş bir ironi vardı bu soruda. Hiç ilerlemiyorsun, yerinde sabit duruyorsun; ama koşuyorsun. Buna tepinmek dense daha iyi. Tepinen sizsiniz; fakat tepindiren başkası. O, bir makine. Beden ritmini makineye teslim etmek, biraz tuhaf geldi bana. Makineye esir mi oluyoruz?

Koşu bandının üzerine çıkıp çıkmamak elinizde; fakat dünyaya gelip gelmeme tercihiniz yok. Tercihiniz, irade sahibi olmakla başlıyor. Bundan öncesinin sorumluluğunu taşımıyorsunuz. Aklınızla, iradenizle seçtiğiniz hayat tarzı ve yolculuğu, bir koşu bandı gibi, sizi yerinizde saydırabilir veya dünya gemisinin kaptanı yapabilir. Eşinize, dostunuza, çoluk çocuğunuza, yakın ve uzak çevrenize, insanlığa yaşamınız içinde bir yararınız olmadı veya insanların eli, gözü kulağı olmadınız. Sizin için hayat bir koşu bandıdır. Bulunduğunuz yerde güneş olmadınız, orayı ısıtmadınız, ışıtmadınız; koşu bandı sizin için iyi bir benzetme. Yediniz, içtiniz, yiyip içtiklerinizi yakarak veya ifrazatla yok ettiniz; kazançlarınızı biriktirdiniz, paylaşmadınız; doldur – boşalt talimi yaptınız; koşu bandında yürüyenlere kolay gelsin. Ancak gidersin. Yaptığınız işler, ortaya koyduğunuz projeler, geleceğe ışık olmuyor, insanları yarınlara taşımıyor, zoru kolaylaştırmıyorsa, siz koşu bandında sadece tepindiniz. Şüphesiz yararı da var koşu bandının. Yediklerinizi yakıyor, metabolizmanızı hızlandırıyor, kanınızın hareket hızını artırıyorsunuz, daha dinamik kalabiliyor, daha enerjik görünebiliyorsunuz. Ama hepsi bu kadar. Bunların senden başkasına yani bana ne faydası var? Senin hayat algılaman, benim yaşama sevincimi artırdı mı, ufkumu açtı mı, insanlığımla beni onurlandırdı mı, iki dünyaya da hazırlayabildi mi? Cevabınız “Hayır” ise, sen, ancak, koşu bandında tepinenlerden olursun.

Hayat, bir koşu bandı değil, engeli bol maratondur. Hayatı anlamlı kılmak için koşu bandından inmek, araziye çıkmak gerek. Bu arazide yaz var, kış var; gül var, diken var; tatlı var, acı var; güzel var, çirkin var… Yaşatmak için yaşamak var.

“Allah’ın kılıcı” unvanıyla tanınan Halit Bin Velid, bedeninde yüz yetmiş dört kılıç yarası olduğu halde ölüm döşeğindedir. Savaş meydanında ölememenin de üzüntüsüyle “Ben yatarak ölecek adam mıyım?” der ve yanında bulunanlardan kendisini ayağa kaldırmalarını ister. Az sonra onu kaldıran iki sahabenin kolları arasında ruhunu teslim eder. Yaşamayı, yaşatmak için nefes almak diye algılayanlar, var olmanın hakkını verenlerdir. Bir hedef sahibidir onlar. Onlar sürekli yol alırlar; ya kendileri yürürler ya da yürüyene yoldaş olurlar. Yumuşak yataklar dikenlidir onlar için. Boşaltmak için doldurmazlar midelerini. Yağlarını yakmak için de değildir onların koşmaları. Bir hedefe yürüdükleri için yerlerine saymazlar. Yerinde tepinmek denmez onların kutlu yolculuklarına. Aktif yaşamdır, onları ayakta tutan güç.

Mehmet Akif’in, uyanıkken yatakta yatmadığını bir yerde okumuştum. Yatak, sadece zorunlu uyuma mekanıdır, keyif yeri değil. Her an ilim ve üretim, hayat prensipleridir bu tür insanların. Yoksa on bin beyiti ezberinde nasıl tutabilir, “Safahat” gibi bir şiir kitabını nasıl yazabilirdi?

Eserleri çok satan yazarların yazdıklarına, sesi çok çıkan siyasetçilerin söylediklerine, tirajı yüksek gazetelerin yorumlarına bakıyorum bazen. Onları dinledikçe, yazdıklarını okudukça, “Bende mi bir kusur var?” diye kendimden şüpheleniyorum. Yazılanlar, söylenenler bana hiçbir şey vermiyor, incir çekirdeğini doldurmuyor. Nedense bu insanlar gündemden düşmüyor. Yaptıkları gürültü, tuttukları tempo ile ayakta kalabiliyorlar. Tıpkı koşu bandının, yerinde sayan sporcuları gibi her biri.

Ben, şimdi bir daha düşünüyorum: Hayatım, koşu bandı mı? Siz de kendinizi gözden geçirin.

Obama’nın Ziyareti

Günlerdir heyecanla ülkemize gelmesi beklenen ABD yeni başkanı Obama nihayet geldi. Obama’nın yaptığı ziyaret hakkında medyada birçok yorumlar yapıldı. Yapılan yorumlara binaen ben de bazı görüşlerimi ifade etmek istiyorum.

Dikkat edilirse ülkemizi ziyaret eden yabancı devlet adamlarının özellikle son zamanlarda gösterdikleri en önemli tavır başta başbakan olmak üzere diğer devlet adamlarına yaptıkları kişisel iltifatlar ve samimiyettir.

Nitekim Obama da geldiğinde ilk önce başbakana iltifat etmiş daha sonrada samimi bir şekilde el sıkmıştır. Obama’nın diğer devlet başkanlarından farkı ise toplumun her kesimine sempatik gelecek tavırlar sergilemesidir.

Başta Anıtkabir ziyaretinde anıtkabir defterine yazdıkları, daha sonra mecliste yaptığı konuşma ve İstanbul’a geldiğinde ziyaret ettiği yerlerdeki tavırları kanaatimce son zamanlarda ülkemizde var olan ABD karşıtlığını yumuşatmak için yapılan hamlelerdir.

Samimi hareketler birçoğumuz tarafından ülke meselelerine destek şeklinde görülse de konuşmalarından anlaşılmaktadır ki meselelerimize yaklaşım tarzı değişmemektedir.

Zira Obama samimi hareketlerine rağmen Ermeni meselesi söz konusu olduğunda başkan olmadan önceki fikrinin arkasında olduğunu yani soykırım yapıldığını düşündüğünü fakat mühim olanın bizim atacağımız adımlar olduğunu söyleyerek konu hakkında bizden istenen Ermenistan’a sınır açma, ilişkileri sıkılaştırma gibi girişimleri yapmamız gerektiğini ima etmiştir. Kuzey Irak ve PKK konusunda da net bir tavır göstermeyerek yuvarlak cümlelerle geçiştirmiştir.

Anlaşılan o dur ki dışarıda ülkemize dair yeni bir imaj oturmuştur.  Bu imaj karşılıklı görüşmelerde samimiyet gösterip istenilen taleplerin elde edileceği biçimindedir. Mesela İtalya Başbakanı ile “samimi görüntüler” bize bir telekom şirketine mal olmuştur. Aynı şekilde Yunanistan Başbakanı ile “iyi ilişkiler” yerel bir bankanın kendilerine satılmasına sebep olmuştur.

Kanaatimce Obama’nın “samimiyeti” de bize Afganistan’a asker göndermeye mal olacaktır. Kendilerinin baş edemeyip batağa saplandıkları yere, bize karşı herhangi bir düşmanlığı olmayan ayrıca soydaşlarımızın da yaşadığı bir bölgeye asker gönderilmesi hem stratejik yönden hem de ülke geleceğimiz için kötü sonuçlar doğurabilir.

Tüm bu tablonun neticesinde belirtmek gerekir ki, ülke geleceğini dağıtılan kömüre ve beyaz eşyaya göre belirlersek, dış politikadaki meselelerimizi görünüşteki samimiyete göre halletmeye çalışırsak yakın bir gelecekte parçalanmış bir ülkeye ev sahipliği yapabiliriz!

İyi Haftalar…

Belediyelerimiz – Karikatür – Mizah Derneği!

Öncellikle ülkemizde sonuçlanan Belediye Başkanlığı seçimlerinin milletimiz için hayırlı olmasını temenni ederim.
Kocaeli’nde ki tüm yeni seçilen Belediye Başkanlarımızı da kutlar çalışmalarında başarılar dilerim.
Sanırım şu sıralar belediyelerimiz önümüzdeki beş yıl için yeni projelerini planlayıp bu projeleri gerçekleştirecek olan yönetimlerini oluşturmakla meşguller.
Bu projeler içinde kültür ve sanat faaliyetlerinin de olacağı muhakkak.
Her belediyenin kültür ve sanat faaliyetlerinden sorumlu bir müdürlüğü veya birimi var.
Bu müdürlüklerin belediyeler içinde önemli fonksiyonlara sahiptir.
Geçenlerde belediyelerimizin internet sitelerine girdim.
Özellikle kültür ve sanat ile ilgili faaliyetlerini ve bundan sonraki projelerini inceledim.
Yaklaşık 30 yıldır karikatür çizen ve karikatür etkinliklerinin içersinde bulunan, doğma büyüme İzmitli birisi olarak karikatür sanatı adına tatmin edici projeler göremedim.
Daha doğrusu hiç göremedim.
Maalesef Kocaeli’nde ki belediyelerimiz “karikatür etkinlikleri” açısından çok zayıflar.
Benim bildiğim kadarıyla sadece  Kocaeli Fuarındaki Lunaparkın yanında bulunan tarihi ev sergi salonunda bazı seneler bir kaç karikatürcünün sergileri oluyor.
Fakat bir hafta veya 10 gün açık kalan bu sergilerde “kişiye özel” olduğundan pek etkili olmuyor.
Benim Kocaeli’ndeki sayın Belediye Başkanlarımızdan ve Kültür-Sanat birimlerinden sorumlu sayın müdürlerimizden ricam; lütfen kültür-sanat faaliyetlerinize “karikatür etkinliklerini” de katınız.
Bu konu çok önemli.
Gerek yurt dışında gerekse ülkemizdeki bazı belediyeler karikatür sanatını önemini ve etkisini fark edip bu konuda bir çok faaliyetler düzenlemektedirler.
Bu faaliyetler neler olabilir?
Karikatür Yarışmaları: (Bazı belediyeler bu yarışmaları geleneksel hale getirmişlerdir. Sadece ulusal ölçekte değil uluslararası formatta yarışmalar düzenleyip etkinliklerini tüm dünyaya duyurma imkanı sağlamışlardır)
Karikatür Festivalleri Düzenlemek: (Bu festivaller de hem ulusal hem de uluslararası boyutta olup ülkemizdeki ve dünyadaki bir çok karikatürcü bu festivala davet edilip çeşitli sergiler açıp söyleşiler de bulunurlar.)
Karikatür Sergileri Açmak: (Bu sergiler kişiye özel olabileceği gibi karma karikatürcülerden oluşan sergilerde olabilir. Önemli olan bu etkinliğin belediye sponsorluğu içinde olmasıdır.)
Karikatür Albümleri Yayınlamak: (Yine belediyelerin katkılarıyla kişiye özel veya karma karikatürcülerin eserlerini bir albümde toplamak.)
Karikatür Kursları Açmak: (Özellikle karikatüre meraklı genç arkadaşlara usta karikatürcü veya karikatürcüler nezaretinde karikatür dersleri verip bu kursların sonunda sertifikalar dağıtmak)
Mizah Konulu Faaliyetler: (Mizahçılarla söyleşiler/seminerler/ stand up gösterileri ve geleneksel mizah sanatları ile ilgili etkinlikler)
Yukarda saydıklarım sadece bir kaç örnek. Bu faaliyetler daha değişik formatlarda çoğaltılabilir.
Peki bu etkinlikleri belediyeler tek başına yerine getirebilir mi?
Biraz zor.
Çünkü uzmanlık isteyen daha doğrusu bu faaliyetleri organize edebilecek profesyonel ekibe ihtiyaç var.
Peki ülkemizde böyle bir ekip var mı?
Bu tip organizasyonları yapan bir kaç dernek var.
Bu derneklerden bir tanesi de benim de kurucuları arasında bulunduğum ve şu an Başkan Yardımcılığı görevini yürüttüğüm Mizah Derneği’dir.
Üyeleri oldukça kalabalık olan Mizah Derneği’nin çoğunluğunu karikatürcüler ve mizah yazarları oluşturmaktadır.
Karikatürcülerin ve mizah yazarlarının çoğu da yurt içinde ve yurt dışında tanınan kendi branşlarında söz sahibi arkadaşlardır.
Bu yıl Mizah Derneği’nin başkanlığını ülkemizin önemli karikatürcülerinden Ahmet Kesgin yapmaktadır.
Kendisi şu sıralar günlük karikatürlerini Star Gazetesinde çizmektedir.
Peki Mizah Derneği’nin özelliği nedir? diye bir soru akla gelebilir.
Sadece “milli ve manevi değerlerimize saygılı mizahçıların oluşturduğu bir dernektir” demem sanırım en belirgin özelliğini anlamanız açısından yeterli olur.
Nitekim Mizah Derneği’nin ilk başkanı Çağrı Cebeci ile yapılan bir röportajda kendisine
“Dindarlar mizah yapamaz deniyor? Ne dersiniz?”
sorusuna şu cevabı veriyor;
“Bunu diyenlere gülüyoruz biz. İlhamı onlardan alıyoruz zaten. Bu tür cümleler kuran arkadaşlar bu işin tekeli olmaya çalışıyorlar Türkiye’de. Mizahı belli bir kesime mal edip o şekilde sürdürmek istiyorlar. Bu ülkede vatanına milletine dinine bağlı mizahçılar da var. Mizah evrensel bir şeydir. Bunu farklı algılayanlara bir yere çekmek isteyenlere de hepten karşıyız. Derneğimizin amaçları arasında bu da var. Maalesef Türk mizahı yıllar boyunca bu sıkıntıyı yaşadı ve hâlâ yaşıyor. Hepimiz Nasrettin Hoca’nın torunlarıyız. Tarihimize baktığınızda yaşanmış çok mizah olayları var. Hele Osmanlı nüktelerini bir anlatsam şaşar kalırsınız. Hatta yeri gelmişken anlatayım bir tanesini. Bir ecnebi mahfilde Osmanlı İmparatorluğu’nun hâlâ sağlam olduğundan bahsediliyordu. Fuat Paşa şöyle teyit etti: “Evet, muhakkak ki sağlamdır. Çünkü siz dışarıdan, biz içeriden yıkmaya çalışıyoruz da gene dayanıyor.”İşte ecdadımız böyle sağlam bir mizah anlayışına sahipti. Geçmişini bilmeyen geleceğinin ne olacağını asla bilemez. Bize düşen geçmişten gelen bu güzel ve ahlaklı mizah anlayışını yaşatmak. Geçenlerde karikatürist bir arkadaş “Mizah sofuluğu kaldırmaz” diye bir açıklama yapmıştı. O arkadaşa biraz tarih okumasını ve geçmişi araştırmasını tavsiye ediyorum. Belki 2-3 şey öğrenir de ufku genişler.
Sonuç olarak ülkemizdeki kültür-sanat faaliyetlerinde önemli bir yer tutan belediyelerimiz karikatür sanatına ve etkinliklerine daha çok pay ayırmalıdırlar.
Dünya standartlarında çağdaş belediyecilik anlayışı bunu gerektirmektedir.
Mizah Derneği olarak üzerinde hassasiyetle durduğumuz konu bu anlayışı sadece belediyelerimize değil tüm dernek, kurum ve kuruluşlara hatırlatmaktır.
Tekrardan ilimizdeki tüm belediye başkanlarına ve birimlerine çalışmalarında başarılar dilerim. 

Murat YILMAZ

Mizah Derneği Başkan Yardımcısı

 

 

 

 

Lisan Meselesi( I )

0

Lisan ile milli ruh ve kültür birbirinden ayrılamazlar. Lisan, kültürün temelini teşkil etmekte olup, taşıyıcı durumundadır. O bozulduğu takdirde milli ruh ve kültür diye bir şey kalmaz. Hepsi yok olur. Bu sebeple hepimizin “Lisan” meselesinde azami hassasiyeti göstermemiz icabetmektedir.

Rahmetli hocamız Prof. Dr. Faruk Kadri TİMURTAŞ Türkçemiz ve Uydurmacılık isimli kitabının takdim yazısında aynen,

“Dil meselesi bir milli müdafaa meselesidir. Dilimizi korumak, vatanı korumakla birdir. Çünkü dil de vatan kadar, tarih kadar, gelenek ve töre kadar azizdir. Dil de bayrak gibi, aile gibi mukaddesattandır.

Belki de hepsinin ifadesi, aksi onda olduğu için hepsinden öncedir. Dil olmayınca millet olmaz, milliyet olmaz. Milli kültürün baş unsuru dildir.

Dil sevgisi, vatan sevgisi, ana sevgisi gibidir, sınırsızdır, her türlü fedakârlığı gerektirecek kadar engindir.

Helal süt emenler vatanı da her şeyden üstün tutarlar. Sütü bozuk olanlar ancak dili bozmaya kalkışırlar”

İfadeleri yer almaktadır.

Rahmetli hocamız lisanın ehemmiyetini öz olarak çok güzel hülasa etmiş bulunmaktadır. Cenab-ı Allah kendilerine rahmet eylesin, mekânı Cennet olsun.

Memleketimiz de lisan hususunda söz sahibi olup, yine Cenab-ı Allah’ın rahmetine kavuşmuş bulunan Prof. Dr. Necmettin HACIEMİNOĞLU’ da, “Türkçenin Karanlık Günleri” isimli eserinde lisanın ehemmiyetini izah ettikten sonra, kitabının bir yerinde;

“Türk dilinin sadeleşmesi hareketinin asıl gayesinden saptırılarak tam bir kültür ihtilali şekline dönüşmesi 1960 yılından itibaren başlamıştır. Tesir sahası çok geniş Devlet organlarının ve kuruluşlarının böyle bir kültür yıkımına öncülük etmeleri Türkçe’nin çöküşünü büsbütün hızlandırmıştır. Eğer Türk milliyetçileri bu yıkılışın karşısına dikilmezlerse, en geç bir nesil sonra Türkiye’de Türk diliyle yazılmış ilim, fikir ve sanat eserine rastlamak mümkün olmayacaktır”

Tespitinde bulunmaktadır. Hocamızı rahmetle yâd ediyorum.

Hocamızın 1970’li yıllarda üzerine ehemmiyetle parmak bastığı tehlike maalesef bugün de mevcuttur. Hatta gerek, başta Milli Eğitim camiası olmak üzere, Devlet kuruluşlarının ve gerekse TV kanalları ile basının (sağ ve sol basın ayırımı yapmaksızın) bazılarının maksatlı, bazılarının da vurdumduymaz ve gafil tutumları sebebiyle dilimizin yozlaşması olanca hızıyla artarak devam etmektedir.

Öztürkçecilik adı altında uydurukça denilen dil benliğimize öyle işlemiştir ki, bazı muhafazakâr insanımız dahi yozlaşmadan şikâyetçi olmalarına rağmen ne idüğü belirsiz nesebi gayri sahih kelimeleri kullanmaktan kendilerini alamamaktadır. Bunlara birkaç misal vermek icap ederse; amaç, neden, matematiksel, yasal, yaşam,  tüm, yitirmek, içermek, olanak, olasılık, koşul, denli, değinmek, düzey, yüzey ve buna benzer kelimelerin farkında olunmadan kullanıldığı görülmektedir.

Hâlbuki bu kelimelerin uydurma olduğu, Türkçenin kaidelerine uymadığı yukarıda isimlerinden bahsettiğimiz hocalarımızın kitaplarında açık bir şekilde izah edilmektedir.

Kullanılan uydurma kelimelerin bazılarına kısaca temas etmek icap ederse,

Amaç: Bugün hedef, gaye, maksat yerine kullanılan amaç kelimesinin menşei belli değildir. Bu uydurma kelime lisanımızdan üç kelimeyi unutturup güzel Türkçemizin kısırlaşmasına sebep olmaktadır.

Düzey: Seviye manasında kullanılan bu kelime uydurmadır.

Yüzey: Satıh manasına gelen yüzey kelimesi de yanlıştır. Yüz kelimesi bulunmakla beraber bunun sonuna “ey” eki getirilerek kelime türetilemez.

Tüm: Ne olduğu, nasıl yapıldığı bilinmeyen ve izah edilemeyen tüm kelimesi bütün, tam karşılığı olarak kullanılmaktadır. Bu suretle asırlarca kullandığımız iki asil kelime gidip onun yerine uydurma olan tüm kelimesi gelmektedir.

Değinmek: Temas etmek, dokunmak yerine kullanılan bu kelimenin de uydurma olduğu kesindir.

Hele bütün bunların haricinde birde TV kanallarında basında ve vatandaşlarımız arasında sıkça kullanılan bir onur kelimesi var ki bu kelime, şeref, haysiyet, kibir, gurur, izzetinefis gibi tam beş adet kelimenin yerine ikame edilmek istenilmektedir. İşin enteresan olan tarafı da yediden yetmişe herkesin anlayabileceği bu beş kelimenin dilimizden kovulması hiçbir kurumu ve insanlarımızı rahatsız etmemektedir. Unutturulmak istenilen o şeref kelimesi ki, insanlarımızın damarlarında atar. Milletimiz şerefi üzerine söz verir, şerefi uğruna ölür, şeref misafiri olur. Hiç kimsenin aklına onuru üzerine söz vermek gelmez.

Yazının bu bölümünü daha fazla uzatmamak için diğer bahsi geçen kelimelere temas etmekten sarfınazar ediyorum. Kısaca ifade etmek istediğim husus şudur ki,  uydurma kelimelerin nasıl sinsice beyinlerimizde yer edip, itina ile yazdığımız yazılara ve konuşmalarımıza dahi girebildiğini göstermekten ibarettir.

Uydurma kelimelerin birçoğu Türkçe ve yabancı asıllı kelimelere Türkçe’de bulunmayan uydurma ekler getirilmek suretiyle yapılmaktadır. Hepsi Türk dili’nin gramer kaidelerine aykırıdır. Onun için yanlıştır, onun için uydurmadır. “sel” ve “sal” ekli kelimelerinin kullanılması bugün o kadar yaygın hale gelmiş bulunmaktadır ki, bazı gafiller, hatta aydın dediğimiz bazı yazarçizer takımı dahi askersel, yaşamsal ve daha nice buna benzer selli, sallı, tadsız tuzsuz ve mezhepsiz kelimeleri kullanmakta herhangi bir mahzur görmemektedirler.

Netice itibariyle, bazı çevre ve kimselerin, halkımıza, edebiyatımıza, kültürümüze mal olmuş kelimeleri atmak suretiyle, yerlerine lisanımız ile hiçbir alakası olmayan uyduruklarını koymayı niçin istediklerini anlamak mümkün değildir.        

Bu husus ile alakalı mülahazalar ikinci kısımda anlatılmaya çalışılacaktır.

Faydalanılan Kaynaklar

1- Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş’ ın     Türkçemiz ve Uydurmacılık isimli kitabı,

2- Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu’ nun Türkçenin  Karanlık Günleri isimli kitabı.

Çanakkale Ruhu ve İtiraflar…

18 Mart tarihi, Türk Milleti için unutulması mümkün olmayan, olmayacak olan bir tarihtir. İçinde bulunduğumuz günlerde, Yurdun hemen her tarafından, özellikle Çanakkale Gelibolu Yarımadasında, Devletin üst kurumlarının da katılımı ile bu sene de Çanakkale şehitleri anılıyor; daha doğrusu Çanakkale’yi “Çanak Kale” yapan mücadelenin, kanla sulanan, bedenlerle örtülen kutsal toprağın başarı yıldönümünde şehitler anılıyor.

Türk milletinin giydiği ateşten gömleğin huzura dönüş yıldönümüdür 18 Mart… Her ne kadar birileri Çanakkale Savaşlarını „Alman Savaşı” ya da „İstanbul’u savunma savaşı” dese de, gerçek öyle değildir. Bu yaklaşımlar, bu tarihi zaferi, beyinlerinde oluşan „ego-kompleksi” zaaflarını hafifletmek için uydurma söylemlerdir.

Aslında, İstiklal Savaşı 18 Mart’ta kazanıldı, Cumhuriyetin temeli bu tarihte Çanakkale’de atıldı. Anadolu’nun müdafaası burada yapıldı… Emperyalizm, doyumsuz vahşi Batı, 18 Martta dize geldi Çanakkale’de…

Çanakkale’de çok zor şartlar altında, düşmana karşı göğsünü siper eden, vatan toprağını kanıyla sulayan, namus için, bayrak için şehit olan, gazi olan Mehmetçikler düşmana bir adım attırmadılar Anadolu’ya… Korunmak ve kollanmak üzere emanet bıraktılar Anadolu’yu bizlere… Alman generallerin yanlışlarını da düzelterek, hayatı boyunca vatan için her şeyini feda eden „Sarı Zeybek’in” kanatları altında destanlar yazdılar, iman ateşiyle marşlar mırıldandılar Mehmetçikler…

Ve kurtardıkları bu vatanı, cumhuriyetle süsleyerek bıraktılar bizlere, rahat yaşayalım diye…

Peki, biz ne yaptık?

Çanakkale’de şehit olanlara layık olabildik mi?

Bugün tarihi ile „manzara-ı umumiye”ye bakınız; nasıl bir tablo göreceksiniz!

Bu tabloyu yaratan bizler oturup bir itirafta bulunmamız gerekir; en azından Çanakkale şehitlerinin taşıdığı kutsal „ruh” için, şehitlik makamları için itirafta bulunmak gerekir…

Başta devleti idareye talip siyasi aktörlerin ağzında bu itirafları duymak gerek. Henüz o erdemli düzeye gelindiğini gösteren bir emare-işaret- yok… Olmadığı için, bir hatırlatma yapma gereğini duydum; belki bir gün bu erdem gerçekleşir ve şu itiraflarda bulunabilirler; işte itiraflar:

İtiraf 1:„…Yasalara, ülkenin bölünmez bütünlüğüne, laik cumhuriyet rejimine, hukukun üstünlüğüne, anayasadaki “değiştirilemez ve değiştirilmesi önerilemez” denilen maddelerine karşı hileli yollar seçtik…”

İtiraf 2: “Hileli yöntemler bularak, yasaları baypas etmek için sahte pehlivanlar gibi arkadan dolandık… „Mademki ben çoğunluğum istediğimi yaparım” veya  „ben yaptım oldu” mantık çarpıklığını kendimize yöntem olarak seçtik…”

İtiraf 3: „Her şart ve ortamda millete ait milli ve manevi değerlerin ticaretini yaparak, dinli-dinsiz, laik-anti laik, öteki-beriki, bizden olanlar-olmayanlar, Türkmen-Kürt-Çerkez-Laz ayırımını yaptık, tüm kutsal değerlerin ticaretini yaparak bol nutuklar attık ve siyasi rantlar elde ettik, insanları „Tanrı Kelamı” ile „Atatürk” ile kandırdık „

İtiraf 4: “Benden sonrası tufan” bencilliğini göstererek, her şeyi kendimize doğru yonttuk…

İtiraf 5: “Yasalara, hukuka uymak yerine, yasaları, hukuku kendimize göre düzenlemeyi marifet sandık…”

İtiraf 6: “Yalnız içeride değil, dışarıdan gelen empozeler, eğer bize siyasi rant, ikbal kazandıracaksa „sorumsuz” yönetici gibi konuşmanın yalnız bize verilmiş bir hak olduğuna iyice inandık.”

İtiraf 7; „Milli iradeyi temsil eden meclisi, yine milli irade adına hüküm veren yargıyı „yok” saydık. Aleyhimize olan yargı işlemleri karşısında akıl-mantık yolunu unutarak saldırdık. Aynı yargı işimize gelen olayların üzerine gittiğinde ise yargıya „methiyeler” dizdik”

İtiraf 8: „Sistemle kavga etmek, hatta gölgemizle kavga etmek marifet saydık, öfkeyi, kini, inadı siyasi yöntem olarak kullandık “

İtiraf 9: “Demokrasiyi, insan haklarını varmak istediğimiz hedef için araç olarak kullandık. Bizden yana işler düzgün gidiyorsa, ikbal ve iktidar sağlıyorsa o zaman „demokrasi vardır” dedik; eğer hukuk ve demokrasi kuralları bizim cebimize, mevkiimize dokunuyorsa „eyvah demokrasi elden gitti” diye feryat ettik…”

İtiraf 10: „İktidarda olmayı sonsuz bir hak ve tasarruf olarak algıladık. Menfaat için her tür kılıfı demokrasiye giydirdik; akıl hocaları yazdı, önümüze koydu, biz siyasiler okuduk, uyguladık… Öfkeyi, nefreti „hizmet” olarak sunduk…”

İtiraf 11: “Finale” gitmeye çok yakın olduğumuzu sandığımız bir anda karşımıza herkese gerekli olan „hukuk” dikildiğinde, feveranı bastık, ağzımıza geleni söyledik… Sonra dönüp millete “biz ters ne yaptık ki?!” «neden geri adım atacakmışım?» diye milleti hafife aldık…”

İtiraf 12: «Hedefe ilerlerken iç-dış, üst-alt, orta-yan destekleri de sağladıktan sonra yazılı ve görüntülü yayın desteklerinin alınmasını da ihmal etmedik…» İktidarımız aleyhinde bir manşet atanı haftalarca meydanlarda-kanallarda yerdik, tehdit ettik, korkuttuk, başarılı da olduk…»

İtiraf 13: «Esas engelleri halettikten sonra önünüzde çok küçük engeller olan «halk» kitlesi kaldığında, onun da çaresine baktık; onlara da önce çeyrek altından başlayarak oy kapasitelerine göre armağanlar verdik, bir kısmına «sadaka paketi» dağıtarak sahiplendik. »

İtiraf 14: «Liberali, aydını, cahili hep yanımıza çektik, ayrı ayrı ödünler ve de diyetler vererek… Önemli olan hedefe doğru yürümekti, elde ettiğiniz oy oranını sabit ve değişmez «hak» olarak algılayarak rejimin temel kurumlarını da istediğimiz şablona sokmaya başladık, bundan çok da başarılı olduk»

İtiraf 15: «Toplumu her gün yeni gerilim araçlarını kullanarak suskunluğa, «acaba ne olacak» sorusuyla kafası karışık baş başa bıraktık. Adeta «sakız» türü söylemler icat ettik; ekonomi, borsa, dolar, demokrasi, özgürlük, insan hakları, istikrar… Bunlar en güçlü silahımız oldu toplum üzerinde baskı oluşturmak için… Yeri geldi, bunların negatif sebebini «küresel kriz»e yükledik, yerine göre yeni geometrik teoremler icat ettik!»

İtiraf 16: «Bu sakızları bu kadar çiğnediğimiz sürece başarımız devamlı olacağını düşündük. Ülkenin iç ve dış borcunu üçe-beşe katladık, fakat sıcak para muslukların akmasını sağladık; millete sadaka paketlerini, koltuk-buzdolabı-ç.makinesi dağıtmaya devam ettik; işsizlik artmış, enflasyon rakamlarıyla oynamamıza rağmen hortlamış, işyerleri kepenklerini bir daha açmamak üzere kapatmış hiç önemsemedik; çünkü milletin oyunu yine de «çalmayı» başardık…

İtiraf 17: «Cumhuriyetin kazanımlarına, ulus devlet felsefesine, devletin ve milletin bölünmez bütünlüğüne ters gelen AB etiketli yasaları çıkarmayı kazanç saydık… Bu yaptıklarımıza karşı çıkanları, «yanlışsın arkadaş» diyenleri «milli iradeye karşı gelmekle» «darbecilikle» suçladık, «milletin iradesine ipotek konuluyor» dedik ve milleti yanımıza çektik… Çıkan cılız muhalefet seslerine de hiç ama hiç kulak asmadık.»

İtiraf 18: “Biz sandık ki milletin iradesi sadece bizim elimizde… Biz sandık ki milletin verdiği oy desteğini yine millet aleyhine kullanabileceğiz… Meğer milletin hakkını, hukukunu “yasama” ve “yürütme”ye karşı koruyan ve kollayan bir de en güçlü kurum olan “yargı” varmış… Bunu hiç düşünmedik… Sistemin sadece yasama ve yürütmeden ibaret olmadığını, bu iki kurumun yanlışlarını de yine millet adına engelleyen yargı kurumunu unuttuk… Hâlbuki bu unuttuğumuz yargı yarın bizim hakkımızı da savunacak ve koruyacak… İşte biz bunun farkında değildik, yanlış yaptık yanlış…”

«Her şeye rağmen yine de inandırıcı olamadık… Her hareketimizi millet «acaba» ile karşıladı, «şüphe» ile baktı… Ve bir gün geldi, yine yetki ve görevleri cumhuriyet sistemin ruhunda yer alan bir denetleme mekanizması devreye girdi. Milletten aldığımızı sandığımız “emanet”i korumak üzere yine millet adına “koruyucu” yargı sistemi devreye girdi. İşte buna şaşırdık, “şok” olduk… “

Canım efendim 18 Mart Çanakkale Zafer gününde böyle „acı itiraf” da nereden çıktı demeyiniz. Hatayı anlamak ve itiraf etmek de bir marifettir. Ne demiş Çanakkale Gazisi M. Kemal Paşa: „Mevzuubahis olan vatansa, gerisi teferruattır.”

Çanakkale’de başlayan vatan savunması aynen devam ediyor. İstiklal Savaşı henüz bitmedi; emperyalist saldırıya karşı mücadele devam edecektir. Ülkeler artık askerle, topla tüfekle işgal edilip burçlara bayrak çekilmiyor. İşgaller kültürle, ekonomiyle, borçla, satılan kurumlarla, parsel parsel tapulanan vatan topraklarıyla yapılıyor artık. En önemli işgal ise yerli uşakların, hainlerin beyinlerinde yapılan işgallerdir.

18 Mart Çanakkale kahramanlarını anma yıl dönümünde, yukarıda dile getirdiğim „manzara-i umumiye” nın utancı ve üzüntüsü içinde, başta Gazi Paşa’dan, kanını ve canını Gelibolu’da bırakarak bugünleri yaşamamızı sağlayan necip ecdadımızdan özür diliyorum. Hiç bir metafizik dalga boyuna sığmayacak olan aziz ruhlarına dua ediyorum. Bizleri affediniz!

Tabuta Dört Çivi

“Biri vardı geldi, geçt
 Yüreğimi deldi geçti
 Şu bahtımın göç kervanı
 Kimleri götürmedi ki”
Delikanlı milletiz vesselam. Diklenmeden dik duranları severiz. Önce karlı dağlara, sonra da milletin bağrına gömeriz.

Delikanlılığımız, Bahçecik kahvehanelerinde “Ben var ya ben…” ve “Üç numaralı bakışımla bir baktım…” giriş taksimli racon cümlelerini dinlemekle eskidi. Ama siyasette delikanlı üslubu hiç eskimedi.

Zamanla analizci olduk ya bizimkilerle ecnebilerin siyasal duruşlarını mukayeseli mütalaa edelim dedik. Demez olaydık; biz söylüyoruz ama yapmıyoruz, adamlar yaptıklarını bile söylemiyorlar.

Alın 2 müşahhas örnek: İlki, RASMUSSEN. Adamın NATO‘ya Genel Sekreterliğine veto hakkımızı özür ve Roj TV karşılığında kullanmadık. Adam geldi, ne özür diledi ne de Roj TV kapatılır dedi.

Diklenmeden dik duruş bu olsa gerek. Geceyarısı 03‘te ne yaparken omuzunun incindiğini göremediğim için delikanlılık payesini çok görürüm. Lakin elin Danimarkalısı harbi çetin cevizmiş.

İkinci dik duruş ve deplasmanda vuruş örneğimiz ise OBAMA. Türkiye Cumhuriyeti‘nin kurucu iradesinin kalbi ve kıblegâhı olan TBMM‘de ilelebet payidar kalmasını dilediğimiz 86 yıllık devletimizin adeta tabutuna 4 çiviyi çaktı, gitti.

1-) Ermeni sınırı açılacak; aç!

2-) Tarihle yüzleşilecek; yüzleş!

3-) Heybeliada Ruhban Okulu açılacak; aç Obama’m aç.

4-) Kürtlere azınlık hakkı verilecek, azınlıklara iyi davranılacak.

Boyuna baksalar basketçi derler, çevirdiği oyuna baksalar siyasetçi derler. Rengini sevdiğimin Obama’sı, hangisine yanayım? Patrik Barthelemeos‘u yeke yek kabul edip ekümenik / evrensel olarak tanımana mı? Cumhuriyeti beraber kurduğumuz Kürt kökenli insanımızı asli çoğunluktan azınlığa indirgemene mi? Dedeleri Kenya’dan koyunlar gibi gemilere tıkılıp Amerika‘da kamçıyla çalıştırılanların torunlarından birinin bizi tarihimizle yüzleştirmesine mi?

N’ayır, bunlar olabilir. Zira adamlar devlet. Tek kişilik çadır tiyatrosu değil. Civciv çıkacak, kuş çıkacak; oyundan Buş çıkacak ama oyun boşa çıkmayacak. Bizim “n’olamaz” dediğimiz yine biziz. Eloğlu dış politikasının kalıp çivilerini çakıyor, bizimkiler okşadığı kediye bakıyor. Yok yakışıklıymış, yok Hz.Hüseyin‘in adaşıymış.. Beyinlere turp, akıllara pırasa..

Yine de delikanlı lügatinin hatırına Başbakan‘dan kardeşi kardeşe düşürecek bir adım atmamasını diliyoruz. Cumhurbaşkanımız sağolsunlar, pragmatikdirler; açılımda sınır tanımazlar. Soyadları gibidirler; esneklikleri gülümsemelerinden bellidir.

Davos seferiyle monşerlere belkıran bir çalım atan Sayın Başbakanımızdan bu tuzağı boşa çıkarmasını bekliyoruz. Yoksa dış politikanın iflasını ilandan öteye yol yok. Yoksa Hillary Clinton bizim de Dışişleri Bakanımız mı?

Van munit – tek ümit !