16.6 C
Kocaeli
Cuma, Eylül 26, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1249

Kadir Gecesi

Allahu Teala, bazı vakitlere diğerlerinden daha fazla kıymet vermiştir. Kandil gecelerine, bayram gecelerine, Cuma gününe, Ramazan ayına ve en önemlisi Kur’anın inmeye başladığı Kadir Gecesine.

Nasıl ki bir padişah, ya tahta geçme merasimi münasebetiyle veyahut başka bir sebeple bazı günleri bayram ilan eder. Halka, o günde hususi ihsanlarda bulunur, insanları huzuruna kabul edip taleplerini yerine getirir. Bunun gibi, on sekiz bin âlemin Padişahı olan Rabbül Alemin de Kur’an-ı Hakîmin yer yüzüne inmeye başladığı Ramazan ayına, özellikle Kadir Gecesine çok kıymet vermiştir.

Kadir Gecesinin Üstünlüğü:

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur:

“Biz o (Kur’ân’ı) Kadir Gecesi indirdik. Kadir Gecesi nedir, bilir misin sen? Kadir Gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Rûh o gece Rab’lerinin izniyle her iş için iner de iner. O gece, tâ fecrin doğuşuna kadar tam bir esenlik ve selâmettir.” (Kadîr Suresi, 1-5)

Yine Duhan süresinde şöyle buyurur:

“Hâ-Mîm. Apaçık olan Kitab’a andolsun ki, biz o (Kur’ân’ı) mübarek bir gecede indirdik. Şüphesiz biz insanlara uyarıcı gönderiyorduk. Katımızdan bir emirle her hikmetli işe o gecede hükmedilir…” (Duhân, 1-5)

Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-  de bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyururlar:

“Ramazan’da Allah’ın öyle bir gecesi vardır ki bin aydan daha hayırlıdır. Kim o gecenin hayrından mahrum kalırsa gerçekten büyük bir kazançtan mahrum kalmış olur».” (Nesâî, Sıyâm, 5; Ahmed, II, 230, 385, 425)

Kadir Gecesi Hangi Gece:

Rabbül Alemin, ümmete rahmet için Kadir gecesinin Ramazan’ın hangi gecesi olduğunu açıkça bildirmemiştir.

Nitekim, ömürde ecel gizlidir. Böylece her anımızı “ölebiliriz” endişesiyle geçirir, günahlardan uzak dururuz.

Cuma gününde duaların kabul olduğu icabet saati gizlenmiştir. Gizli olması cumanın her anını bu vaktin değerine yükseltir.

İnsanlar içerisinde veliler gizlidir. Bundan dolayı herkesi veli bilmek gerekir.

Kainatın ömründe kıyamet gizlidir.

Kadir Gecesi de Ramazan içerisinde gizlidir. Böylece her ramazan gecesi kadir derecesinde bilinsin ve ihya edilsin istenmiştir.

Fakat bununla beraber, Peygamberimiz bazı işaretlerde bulunmuştur:

“Kadir gecesini ramazanın son son 10 günde ve özellikle tek gecelerde arayınız” diye ümmeti biraz aydınlatmıştır.

Ancak kadir gecesinin Ramazanın 27. gecesi olduğunu belirten hadîs-i şerifler, ekserî âlimler tarafından büyük kabul görmüş ve bütün İslâm âlemi de bunu benimsemiştir.

Konuya şöyle bakan alimlerimiz de vardır: Ramazanın 27. gecesi hakikaten Kadir Gecesi olmasa da, madem ümmet o geceye o nazarla bakıyor. İnşallah o gece yapılanlar gerçek Kadir Gecesinde yapılmış gibi kabule mazhar olur.

Kadir Gecesini İhya:

Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-  bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyururlar:

“Kadir Gecesi’ni, fazilet ve kudsiyetine inanarak ve sevâbını yalnız Allah’tan bekleyerek ibadet ve tâatle geçiren kimsenin geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhârî, Savm, 6; Müslim, Müsâfirîn, 173-176)

Kadir Gecesinde Neler Yapılabilir:

Kadir gecesini, namaz kılarak, Kur’ân-ı Kerim okuyarak, tevbe, istiğfâr ederek ve dua ederek değerlendirmeli, hayatımızda Kur’an ve Sünnet’e uygun olmayan  bir şeyin olup olmadığının muhasebesini yapmalıyız. Yetimlerin, kimsesizlerin, fakir ve muhtaçların yüzünü güldürmeli, onlara yardım elimizi uzatmalıyız.
Üzerinde namaz borcu olanların kaza namazı kılmaları daha faziletlidir. Kazası yoksa nafile kılar.
Süfyan-ı Sevrî: “Kadir gecesi dua ve istiğfar etmek namazdan sevimlidir. Kur’ân okuyup sonra dua etmek daha güzeldir.” demiştir.(Tecrid-i Sarih Tercemesi, VI, 313)
Hz. Aişe validemiz demiştir ki; Rasûlüllah (s.a.s)’e:

“- Ey Allah’ın Rasûlü! Kadir gecesine rastlarsam nasıl dua edeyim?” diye sordum. Rasûlüllah (s.a.s):

ayet

“Allahım sen çok affedicisin, affi seversin, beni affet.” diye dua et, buyurdu (Tecrîd-i Sarih Tercemesi, VI, 314).

Gecenin bütününü ibadetle geçiremeyenler en azından teravihten sonra bir miktar oturup dua etmelidirler.

Bu gecede yapılabilecek en güzel şey; yaşantımızın gözden geçirilmesi, hayatımızda Kur’an ve sünnete uygun olmayan bir şeyin olup olmadığının muhasebesinin yapılmasıdır:

– Önce kendimize bir soralım. “Biz Allaha, Allahın istediği gibi iman ettik mi?” Sonra da Rabbimizin emirlerine ne kadar uyduğumuza bir bakalım. Eğer sonuç olumsuzsa imanımızı sorgulayalım. İman etmek yaratıcının isteklerine ram olabilmektir. Bu iman nasıl bir imandır ki sevgilinin istekleri kale alınmıyor.

– İbadetlere, özellikle namaza dikkat ediyor muyuz? Dinin direği olan namazı aksatarak din binasını çökertiyor muyuz?

– Haram ve helale dikkat ediyor muyuz? Kul, helal ve harama azami hassasiyet göstermezse kulluğun bir yönünü ihmal ediyor demektir. Bir evi soyan hırsızın, ‘Aman namazımı kaçırmayayım’ diye eşyaları bir kenara koyarak namaza durması ne kadar garipse helal ve harama, kul hakkına riayet etmeyenin ibadete yönelmesi o kadar anlamsızdır. Bu tip insanların imanlarını kontrol etmeleri, kulluğu sadece farz ibadetlerin ifasına indirgememeleri gerekir.

– Müslümanlarla, özellikle samimi dindarlarla beraber oluyor muyuz? Kişi ne kadar iyi bir Müslüman olursa olsun çevresindeki kötü gidişattan etkilenmektedir. Bu yüzden çevremizi dindarlardan oluşturalım. Onların iyi yönlerini kendimize örnek alalım.

Evet bu mübarek gece münasebeti ile önce içten bir tevbe edelim. Ardından İslamı kendi başımıza yaşama kahramanlığından vaz geçelim. Hepimiz, hayatımızı istikamet üzere devam ettirebilmek için güzel bir arkadaş topluluğuna muhtacız. Bunu yapabilirsek, hayatı Allah ve Rasulünün istediği gibi devam ettirmek bundan sonra daha kolay olacaktır.

Rabbim, hepimizin kandilini mübarek kılsın, daha nice kandillere birlik beraberlik içersinde eriştirsin… Amin.

Türkiye’nin Büyük Çatısı (3)

Sivil anlayışın hakim olduğu, belirsizliklerin olmadığı veya az olduğu, özgürlüklerin seviyeli yıkıcı olmadığı ortamlarda her zaman huzur vardır. Yeni fikirler, yeni süreçler açık sistemlerde kendine yer bulur. Toplumun önünü açıcı fikirlere dönüşür. “Türkiye’nin Büyük Çatısı ve Ortak Aidiyet”  konulu çalıştayda da farklı disiplinden gelen kişilerin özgürce fikirlerini ifade ettiklerinden bahsetmiştim. Ayrıca çalıştay sonunda diğer katılımcılarında katkıları ile bazı doğru bildiklerinin doğru olmadığını, yanlış bildiklerinin de doğru olduğunu yapılan konuşmalardan ve öğle arası ve çalıştay sonu bire bir konuların muhatapları ile yapılan sohbetler sonucu insaf sahibi olmayanlar dışında belli bir düzeye geldiğini gözlemledim. Bu bile demokratik olgunluk açısından çok önemli idi.

Şu ifadeleri müteattid defalar farkı ortamlarda yeniliyorum. 21. yüzyılın sorunları 19. ve 20 yüzyılın düşünce kalıpları ile çözülemez. Bu demek değildir ki o düşüncelere değer vermeyelim. Her düşünce bir emek ürünüdür ve her zaman saygı duyulmalıdır.

Daha önceden beri bazı yazılarını takip ettiğim fikirlerini önemsediğim Doç Dr. Vedat Bilgin beyin “Sivil Dinamiklerin” gücünü vurgulayan konuşmasından özetleme yerine tamamına yakınını sunmak istiyorum.

“….Tabi kimlik sorunları etrafında konuşmak oldukça zor. Bir kere bu konuda çok fazla önyargı var. O önyargıları bir defa aşmak gerekiyor. Ayrıca meseleye soğukkanlı bakmak yerine tabular etrafında bakmak gibi bir yanlış da çok yaygın. Ve de resmi politikalar, iletişim imkanlarının bu denli fazla olduğu bir çağda, hepimizi etkiliyor. Elbette bu korkuları bir kenara iterek konuşmak zor, ama bizim böyle yapmamız lazım.

Tabi ki bizler için 20. yüzyıl zor bir yüzyıl oldu; çünkü bu ülkede yaşayan insanlar bu yüzyılın başında büyük bir imparatorluğu kaybettiler. Bu imparatorluğu kaybetmenin travması çok büyük oldu ve bunu hala hissediyoruz. Bu travmayı en çok yaşayansa imparatorluğun son dönem aydınlarıdır. Son dönem aydınlarının ortaya attığı fikirler ve gösterdikleri çabalar saygıya değerdi. Mesela bunlardan biri Sait Halim Paşa’dır. Bu travmayı aydınlar dışında ciddi olarak hisseden insanların başında dönemin yönetici eliti de vardı. Bu yönetici elitin travması, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra giderek resmi bir ideoloji haline dönüştü. Bu da sorunları bugüne kadar taşıyan bir mekanizma oldu adeta.

Bu bizim sorun çözme kabiliyetimizi azaltan bir ideoloji, korku ve dogmatik bir anlayış olmuştur. Bu insanların elbette bir araca ihtiyaçları vardı ve batıyı bir araç olarak ele aldılar. Batılılaşma ideolojisinin bu bağlamdaki etkisi çok tahripkar olmuştur. Zira bu ideoloji kendi halkından onay alamayınca yöneticilerde kendi halkından korkan ve ona karşı mesafeli duran bir psikoloji ortaya çıkarmıştır. Bu siyaset gerek din alanındaki özgürleşmenin önündeki en büyük engeldir; gerekse etnik temelli problemlere yol açan en önemli unsurlardan birisidir. Tek parti dönemleri de bu süreci derinleştiren zamanlar olmuştur.

Her şeyden önce ben bu ülkeden son derece ümitli olduğumu ifade edeyim. Türkiye bu sorunları çözebilir. Az önce değinilen bölünme kaygısının, şimdi bahsettiğim yönetici elitin travmatik yaklaşımının bir yansıması olduğu kanaatindeyim. Bir defa bundan kurtulmamız lazım. Türkiye 1920’lerdeki görüntüsünden çok ileri bir durumdadır. Hatırlayınız Mustafa Kemal bir banka kurmamız gerekir deyip İş Bankası’nı kurarken etrafta bırakınız bankacılık tecrübesinde sahip olmayı iktisat okumuş bir kişi bile bulamamıştı. Ancak bugünkü Türkiye tabiri caizse eşiğin öbür tarafına atlayan bir ülkedir. Biz artık dünyanın her tarafında okutulan dersleri okuttuğumuz üniversitelere sahibiz. Her alanda iyi yetişmiş bir beyin gücümüz vardır. Eskiden bir beyin göçünden bahsediyorduk, artık bir beyin gücümüz var. Türkiye artık teknolojinin dilini konuşan bir ülkedir. Türkiye sosyal bilimlerin her alanında iyi yetişmiş insanların bulunduğu bir ülkedir. Türkiye bugün dünyaya 100 milyar dolar ihracat yapacak bir ülkedir. Yani Türkiye iyi bir yere gelmiştir. Eski kalıplar artık kırılmıştır. Eski söylemler de geçersiz kılınmıştır. Eski kalıplar içerisindeki anlayış sahipleri de tedirgin olmaktadır. Yani Türkiye’nin elitleri bir değişimin zorunluluğunu hissetmektedir. Bunun iki sebebinden birincisi 1970’lerde başlayan ama Özal’dan sonra hızlanan sanayileşme hamlesidir; ikincisi de Türkiye’nin demokratikleşme talebidir.

Türkiye’nin değişim talebi toplumun hemen her kesiminde görülmektedir. Artık farklı bir dünyada yaşıyoruz ve bu dünyada konuşacağımız diller de çeşitlenmiştir. Bu çeşitlenmeyi farkeden bir toplum var, ama bunu algılayamayan bir anlayış egemen. Sorun bu çelişkide düğümleniyor. Bu çelişkiyi aşmamız lazım. Türkiye’nin asla bir bölünme korkusu olmaz. Bunu bu kadar emin olarak söylüyorum. Dünyanın hiçbir yerinde böylesine bir kardeş kavgası ve etnik bir çatışma yaşanıp da insanların yine de birarada yaşaması mümkün olmazdı herhalde. Bu durum, ortak bir medeniyet birikiminin hala ne kadar güçlü olduğunu ortaya koyuyor.

Toplumsal yeniden üretimde üç temel kurum vardır: Bunların birincisi ve en temeli evliliktir. Epey saha araştırmasına sahip biri olarak söylüyorum ki Türkiye’deki insanların hala büyük bir kesimi evlilikte etnik kökeni fazlaca önemsemiyor. Bu tarihte de böyleydi; mesela 16. yüzyıldaki bir belgeye bakıyoruz, ifade aynen şöyle: Ekrad Türkmen, yani Kürt Türkmen. İkinci kurum da pazardır. Türkiye özellikle 1980’lerden sonra sivil ekonominin daha fazla geliştiği bir süreç yaşamıştır. Burada etnisite dışına çıkan sayısız ortaklıklar vardır. Onun için pazardaki ayrışmama çok önemlidir. Ben pazarda ortak bir geleceğin unsurlarının var olduğunu ve toplumda bunun yaşandığını düşünüyorum. Bu bakımdan Türkiye’de milliyetçiliği etnik bir mesele olarak görmek fevkalade yanlıştır. Mesela yüz yıl önce Ziya Gökalp etnik milliyetçiliğin değil daha medeniyet ortaklığında bir milliyetçiliğin önemine vurgu yapmıştır. Üçüncü kurum da dindir. Türkiye’de yaşanan onca travmaya rağmen halk bu sorunları nasıl aşabildiğini göstermiştir. Hiç kimse camisini ve ibadetlerini ayırmamıştır. Toplumda var olan bu sivil dinamiğin gücünü fark etmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Bu noktada şunu da dile getirmek isterim ki, Türkiye 1980’lerden sonra artık batılılaşma sorununu çözmüştür; batılılaşmadan modernleşmeye geçmiştir. Çünkü sivil toplum sürecin kontrolünü ele almıştır. Sivil toplum da batılılaşma arayışında değildir; o, kendi sorunlarını yine kendi tarihinden ve kaynaklarından beslenerek çözme arayışındadır. Bu bakımdan etnik farklılıklarımız bugünkü bizim toplumumuzun zenginliğidir. Ancak oraya referans vererek de çözüm üretemeyiz. Çözümü, sivil dinamiklerden beslenen toplumsal süreçler üretecektir. Bunun da iki göstergesinin olduğunu düşünüyorum: Birincisi orta sınıflaşmadır. Türkiye belki de ilk defa orta sınıflaşma sürecini dinamik bir biçimde yaşamaktadır. İkincisi de bireyleşme ve bireysel özgürlük alanının genişlemesidir.

Eskiden bireyciliğin olumsuz bir çağrışımı vardı. Türkiye bugün bunları artık aşıyor. Ve kimliklerin çoğulculaşmasına imkan tanınıyor. Bu süreçler istesek de istemesek de devam edecektir. Bize düşen isteyerek çözüm üretimine katkı yapmaktır. Toplumsal olarak çözdüğünüz sorunları politik olarak çözmediğiniz zaman topluma ayak bağı olmuş olursunuz. Bize düşen politik olarak çözülmemiş problemlerin üstüne gitmektir. Bunun için de ben, ‘biz duygusunu‘ çok önemsiyorum. Yapılması gereken ‘ben ve öteki’ ikileminden kurtulup ‘biz‘in kapsamını genişleterek farklılıkları bu ‘biz‘in içine alabilmektir. Bunun için demokrasinin çözüm üretebilir niteliği olduğunu düşünüyorum.

Mevcut sorunların bizi nereye götürebileceği konusunda şunu düşünebiliriz: Birincisi ‘ayrışma‘, ikincisi ‘asimilasyon‘, üçüncüsü de ‘entegrasyon‘. Biz bu süreçte zenginleşerek entegrasyonu gerçekleştirebiliriz. O zaman bizim milliyetçiliğimiz ortak bir değerler zemini yaratma alanı haline gelebilir. Eğer bunu başaramazsak sivil toplumun gerisinde kalmış bir aydınlar zümresi olarak tarihin kayıtlarında yer alırız. Ben Türkiye’nin hepimizi harekete geçirebilecek kadar dinamik ve hareketli olduğunu düşünüyorum. Onun için sivil toplumun güçlenmesi gerektiğine inanıyorum. Sivil toplumun üreteceği ortak bir akıl var ve bu ortak akla hepimizin ihtiyacı var.”

Bu görüşlerden de sivil düşüncenin Sivil Toplum Kuruluşlarının (STK) ülkemizdeki “Ben ve öteki” açmazında kurtulup “onarıcı bir yaklaşımla”  Sayın BİLGİN’inde ifade ettiği gibi ortak bir akıl üretip “biz‘in kapsamını genişleterek farklılıkları bu ‘biz‘in içine alacak projeler üretip, hayata geçirmesi konusunda katkı sunması gerekir diye düşünüyorum..’

 

Fitre ve Fidye

0

Fitre Ramazan ayının sonuna yetişip asli ihtiyaçlarının dışında normal geçim düzeyinde bulunan Müslümanların aile fertlerinin her biri için (anne karnındaki bebek de dâhil olmak üzere) vermeleri vacip olan sadakadır.
Fitre orucun farz kılındığı zaman vacip kılınmıştır.
Orucun kabulüne, Ölümün zorluğundan Kabir azabından kurtuluşa vesiledir.
Yoksulların ihtiyaçlarını gidermeye yönelik insani bir vazifedir.
Fitre ramazan bayramının birinci günü güneşin doğmasıyla vacip olur.
Lakin bayramdan önce verilmesi daha uygundur.
Fakirler bayramdan önce ihtiyaçlarını gidersinler…
Fıtır sadakası mecnun ve çok yaşlılar içinde verilmelidir.
Üç imama göre fitrenin bayramdan sonraya özürsüz olarak bırakılması haramdır.
Tehir etmekle sakıt olmaz kazası gerekir.
Fitrede zekât gibi fakirlere verilir.
Verirken niyetiniz önemlidir bu benim fitrem denilmesine gerek yoktur.
İhtiyaç sahibi insanları toplumda mahcup duruma düşürmemek gereklidir.
Fitrenin Verilmeyeceği Yerler

Bir insan annesine babasına dede ve ninesine büyük dede ve büyük ninesine fitre veremez.
Aynı şekilde çocuğuna torununa, torununun çocuklarına da fitre veremez ki buna (usul ve furuğ) denir.
İmamı Ebu Yusuf ve İmamı Şafi’ye göre gayri müslimlere de fidye verilmez.
Fetvada bu yöndedir.
Camilere kuran kurslarına, dini ya da sosyal içerikli kurum ve kuruluşlara bunların ihtiyaçlarını gidermek için fitre verilmez.
Verilmişse bile geçersiz sayılır.
Fitrelerinizi samimiyet ve güvenilirliğinden emim olduğunuz hayır kurumları aracılığı ile fakirlere ulaştırabilirsiniz.
Fitre bir fakire verilebileceği gibi birden çok fakire de verilebilir.
Yakın çevrenizdeki fakirlere öncelik hakkı tanınmalıdır.

Fitrenin Miktarı

Bir kişinin fitresi verenin yediği cinsten bir fakiri sabah akşam iki öğün doyuracak kadar bir paradır.
Bugün itibarı ile bunun asgari miktarını diyanet 6,5 TL açıkladıysa da siz onu 10 TL. olarak düşünün.
Üst düzeyi için bir miktar yoktur.
Herkes miktarı kendi yediğine göre belirleyecektir.
Asgari düzeyden bir hesap çıkaracak olursak beş kişiden oluşan bir aile için on çarpı beş eşittir elli 50 TL’dir.

Fidye

Oruç tutamayacak kadar yaşlı olan kimseler ve sürekli sağlık problemleri sebebiyle oruç ibadetini yerine getiremeyenler fidye verirler.
Fidye verecek olan kişiler ya çok yaşlı olan ya da kalıcı hastalık yüzünden oruç tutması mümkün olmayan kişilerdir.
Fidye de bir yoksulun bir günlük yemek ihtiyacını karşılamak veya bu miktarda parayı ona vermektir.
Fidyenin asgari sınırını da fitre de olduğu gibi 10 TL olarak düşünmek daha doğrudur.
Ramazan boyunca oruç tutamayan bir müslümanın fidyesi yaklaşık olarak şu şekilde hesaplanır;
Bu sene ramazan ayı 30 ile çıktığı için 30×10=300 TL
Fakire kuru ekmek yeter mantığı ile fitre ve fidyeyi asgari düzeyden vermek doğru değildir.
Herkes için fidyenin miktarı farklıdır.
Gerçek ölçü sizin sofranızla eşit orantılıdır.
Fidyede fitrede olduğu gibi dini ya da sosyal içerikli kurum ve kuruluşlara verilmez.
Verilirse de geçersiz olur.
Bektaşi mantığı ile ben kıldım oldu bile diyorsanız siz bilirsiniz.
Fakat dürüstlüğünden emin olduğunuz hayır kuruluşları aracılığı ile ihtiyaç sahiplerine ulaştırabilirsiniz.
İyi niyetli olmak güzelde saf olmak Müslüman yakışmaz.
Ramazanınız mübarek olsun.
Allah a emanet olunuz…

Florence Nıghtıngale Katibim Türküsü Mıss Tımoty

Çar Nikolay I, ortodoksları himaye etmek bahanesiyle Osmanlı Devleti’ne savaş ilan eder. 1853 yılının yazında Rus orduları, Romanya’yı işgal ederler. Ayrıca Rus donanması Sinop limanına baskın yapar. Hem Osmanlı donanmasını hem de Sinop şehrini yakar.

Bu durumdan en az bizim kadar tedirgin olan İngiltere ve Fransa, Rusya’ya savaşa son verme çağrısında bulunurlar. Rus çarı Nikolay I, bu isteği reddeder. Fransız ve İngiliz hukümetlerini hristiyanlığa ihanet etmekle suçlar.

Sonuçta 1854 yılında İngiliz, Fransız ve Osmanlı birlikleri, Rusya’ya karşı askeri harekat başlatırlar. Ruslar savaşı kaybeder. Rus orduları komutanı Mençikof ve Çar Nikolay I,  üzüntüden intihar ederler. Yerine geçen yeni Çar Aleksandr II barış ister. 10. 09. 1855’de savaş sona erer. Ruslar 30 000 ölü vermişlerdir.

Aradan 153 yıl geçti. Osmanlı kumandanı Ömer Paşa’yı, İngiliz komutanı Lord Raplan’ı, Fransız komutanı Saint Arnaud’u, Rus komutan Mençikof’u  hatırlayan var mı? Ancak merak edenler tarih arşivlerinden bu isimleri öğrenebilirler.

Oysa Kırım harbi dünyaya Florence Nightingale gibi çok değerli bir İngiliz kadınını tanıtmıştır. Günümüzdeki modern ve çağdaş hemşireliğin kurucusu olan bu soylu kadın, Kırım savaşı sırasında  Üsküdar Selimiye Kışlası’nda yaralı askerlere hizmet vermiştir. Savaş sonrası, hastaların bakımında yalnız şefkatin yetmediğini, bilimsel ve özel bilgilere gereksinme olduğunu söylemiştir. Bu öneri bütün dünyada geniş yankılara neden olmuştur. Hasta bakmanın okullarda öğretilmesi yoğun bir kabul görmüş ve tüm dünyada hemşire okulları açılmıştır. Halen de açılmaya devam etmektedir. Günümüz de gerek ülkemizde gerekse diğer ülkelerde pek çok hastane ve hemşirelik okulu,  O’nun ismini taşımaktadır.

Kırım savaşı için İskoçya’dan gelen birliğin, yürüyüş müziği, Üsküdar’dan tüm İstanbul’a yayılmış, halk tarafından çok beğenilmiştir. Müziğe Türkçe güfte yapılmış ve “Katibim” türküsü ortaya çıkmıştır. Değerli tarihçimiz Reşat Ekrem Koçu’nun bu konuda tespiti vardır. Ayrıca “Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur” sözleri ile başlayan türkünün melodisinin tüm dünyaya yayılmasında bu parçayı kah olduğu gibi kah sözlerini değiştirip melodisini kullanarak icra eden Ertha Kitt, Boney M, Lena Valaitis gibi şöhretler de önemli rol oynamışlardır. Günümüzde de bu şarkı ilgi odağı olmaya devam etmektedir. Söz gelimi Pink Martini isimli müzik grubu yapmayı düşündükleri yeni albümlerine bu parçayı da katabilmek için çalışmalar yaptıklarını açıklamışlardır.

Kırım savaşının bir başka şöhreti Timothy’dir. Timothy, Kırım savaşına katılan HMS Queen isimli geminin maskotudur.  Kraliyet donanması kaptanlarından  Mr. J. Courtenay Everard tarafından bulunmuştur.  Bulunduğundan itibaren İngiliz Kraliyet donanmasının  değişik gemilerinde maskot olarak görev yapmış bir Akdeniz kaplumbağasıdır. Timothy 1892 yılında emekliye ayrılmıştır.

Timothy emeklilik dönemini Kont Devon’un Powderham şatosunda geçirmiştir. Kaplumbağa Timothy’nin, İngiltere Kraliyet Donanması’ndaki  tarihi  yeri  nedeniyle  geniş bir ziyaretçi grubu olmuştur.   Son zamanlarında sırtında “Benim adım Timothy. Çok yaşlıyım. Lütfen rahatsız etmeyiniz.” yazılı bir etiket taşımıştır.

Miss Timothy, Mr. Toby isimli bir kaplumbağa ile evlendirilmişse de (1926) yavrusu olmamıştır.

2004 yılında 165 yaşında olduğu uzmanlarca tahmin edilen Timothy ölmüş ve şatonun aile mezarlığına gömülmüştür.

Selamlaşmak ve Önemi (2)

0

Bundan önce yayımlanmış bulunan “Selamlaşmak ve Önemi” başlıklı yazımız ile selamlaşmanın yüce dinimiz İslam’a göre ne kadar önemli olduğunu ve selamın nasıl verilip alınacağını kısa da olsa bir yazı dahilinde anlatmaya çalışmıştık. Ancak konunun önemine binaen ve ayrıca insanlarımızın dini hassasiyetlerinin diğer aylara nazaran biraz daha arttığı Ramazan Ayı münasebetiyle, selamlaşma konusundan bir nebze daha bahsetmenin faydalı olacağı mülahaza edilmiştir.

Selam ,Cenab-ı Allah’ın güzel isimlerinden (Esmaül Hüsna’dan) biridir.

Selam, yüce dinimiz olan İslam’ın sevgi, muhabbet ve rahmet kapılarının anahtarı mesabesindedir. Mümin gönüllerdeki sevgi hazinelerine o anahtarla girilir. Yüce Rabbimiz’in rahmet ve mağfiret deryalarına o anahtarla erişilir. Selam, Müslümanların birbirleri üzerindeki karşılıklı haklarından birini teşkil eder. Müminlere karşı hakkını ödeyen Müslüman, ebedi alemde ebedi saadete kavuştuğu gibi namütenahi mükafatlarla sevindirilir.

Selam hakkında Peygamber Efendimiz (S.A.V) şöyle buyuruyor:

“İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şeyi size söyleyeyim mi? Aranızda selamı yaygınlaştırınız.”

Selam, Allah’ın ve ve Resulünün bildirdiği şekilde verilip alındığı müddetçe selamdır. Yoksa bugün bir çok Müslümanın ağızlarından düşürmedikleri günaydın, tünaydın gibi kelimeler hiçbir zaman İslami manada  selam değildir. Yine hayırlı sabahlar, iyi akşamlar gibi ifadeler de dinimizdeki selamın yerini tutamaz.

Diğer taraftan Müslümanların birbirine İngilizce, Fransızca gibi dillerle selam verip almaları da dinimizce uygun değildir. Bazıları derler ki, biz Arap değiliz ki Arapça selamlaşalım. Müslümanların vermekte olduğu Selamünaleyküm Aleykümselam şeklindeki selam bütün müminlerin ortak ifadesi olup, adeta Müslümanlar arasında kullanılan bir parola gibidir.

Başka bir ifadeyle bizim bahsettiğimiz selam Allah’ın Resulü’nün ve İslam’ın selamıdır. Allah (haşa) bir milletin, bir kavmin değil, her şeyin ve herkesin Allah’ıdır.

Resulullah Efendimiz (S.A.V) sadece bir millete gönderilmemiş, bütün insanlara gönderilmiştir. Bu bakımdan bütün beşeriyetin Peygamberidir. İslam, hangi renk ve ırktan olursa olsun herkese hitap etmektedir.

Bu itibarla, Müslümanların kullandıkları kelimeler ortaktır. Bu cümleden olarak Selamünaleyküm, Aleykümselam tabirleri  Müslümanlar arasında çok yaygın bir şekilde kullanılan en önemli ortak ifadelerdendir.

Netice itibariyle, bir önceki yazımızda da ifade edildiği üzere, selamı vermenin ve yaymanın Allah’ın bir emri olduğu, ve vermenin sünnet, almanın farz olduğu hususu da dikkate alındığı taktirde İslam’a uygun olarak selam verip almanın ehemmiyeti daha iyi anlaşılmaktadır.

Bu yazımızın bütün okuyucularımıza faydalı ve hayırlara vesile olmasını Cenab-ı Allah’tan niyaz eder, mübarek Ramazan Bayramlarını tebrik ederim.

Zammınızı Sevsinler

Köyün birinde baş belâsı bir canavar varmış. Köylü biri çıksa da defetse diye beklerken adamın biri tâlip olmuş: ‘Bana köyün imkânları ile 5 yıl süre verin, halledeyim‘ demiş. ‘Tamam‘ demişler. Ye, iç, yat, eğleş, konuş derken geçmiş 5 yıl. ‘Haydi!‘ demişler, ‘Verdiğin sözü tut‘. ‘Hay hay‘ demiş bizimki. ‘Siz yakalayın getirin, öldürmesi benden‘. Köylü; ‘Yahu, biz nasıl yakalarız?‘ demiş, ‘Hem sen halledeceğim dememiş miydin?‘ Bizimki; ‘Ben halledeceğimi söyledim, yakalamaktan bahsetmedimki‘ demiş. ‘Bana bir 5 yıllık süre ve aynı imkânları verin, hem yakalayayım hem de öldüreyim‘. Köylü gene ‘Tamam‘ demiş. Gene ye, iç, yat, eğlen derken 5 yıl geçmiş. Köylüler; ‘Hadi artık sayın kahraman, şu canavarı yakala da öldür‘ demişler. Bizimki yine ‘Hay hay‘ demiş. ‘Siz bana onu gösterin, ben de yakalayayım‘. Köylü; ‘Yâ, olur mu?‘ demiş. ‘Bulmak, yakalamak hepsi senin işin‘ demişler. Kahramanımız; ‘İyi de ben bulurum demedimki, yakalarım dedim‘ demiş. ‘Siz bana aynı imkânlarla bir 5 yıl daha verin, hem bulayım hem halledeyim‘ deyince güngörmüş ihtiyarın biri; ‘Kardeşlerim, asıl canavarı başımıza geçirmişiz‘ deyivermiş.

Akrebe ‘Niçin milleti sokuyorsun?‘ diye sormuşlar: ‘Ben sıkıca kucaklıyorum, samimiyetimin şiddetine dayanamıyorlar‘ diye cevaplamış.

Arslana ‘Senin olmadığın yerde tilki baş koparıyor‘ demişler: ‘Tilkiye o fırsatı verenler müstehaktır‘ demiş.

Keçiye ‘Ne güzel de yağlısın‘ demişler: ‘Boşuna yağcılık yapmayın, devlet katında makam – mansıp sahibi değilim‘ demiş.

Ağustos böceğine ‘Niye cırlayıp duruyorsun?‘ demişler: ‘Devlet sanatçısı olmak için konser veriyorum da‘ demiş. ‘Malûm, kışın aç kalmamak için‘.

Aç köpeğe sormuşlar; ‘Niçin fırına saldırıyorsun?‘. ‘Ne yapalım‘ demiş. ‘Toplu yürüyüş yapacak hâlimiz yok ya‘.

Balığa ‘Niçin baştan kokuyorsun?‘ demişler: ‘Siz başımdan kokluyorsunuz da ondan size öyle geliyor‘ demiş. ‘Kuyruğumdan da koklayın, aynı kokuyu alırsınız‘.

2 çarpı 2; eder 2 buçuk. Sanki Cennet‘e yolculuk. Kuzulara şah olmuş kurt, istersen karaborsadan dilek tut.

Onlar ermiş muradına, biz çıkalım Kaf Dağına..

Biri çalmış, biri çırpmış, biri yemiş, diğeri yutmuş. Öbürü; ‘Hani bana, hani bana‘ demiş.

İyi maçlar ve magazinler Türkiye !

Etnik Tuzaktasın, Uyan Ey Halkım!

0

Türkiye Cumhuriyeti’nin Sayın Başbakanı, daha iktidarının ilk aylarında bu günkü açılımın mesajlarını veriyordu. Misyonu gereği, öncelikle Türkiye’nin bir etnik mozaik yapıya sahip olduğunu ifade etmesi gerekiyordu. İfade etti ve “36 etnik grup” tan bahsetti. Bu ilk adım düşünen beyinler açısından anlamlı bulundu. Meşrebi şüpheler, meselenin hayra yorumlanamayacağı düşüncesini doğurdu. Ancak zaman gerekiyordu. Bir seçim daha beklemek aklın gereği idi, öyle de oldu. Bir seçim daha geçiren Türkiye’de halkın yeniden desteğini alan Sayın Başbakan amacına ulaşmış, güçlenmişti.Yeterli güce ulaştığını hissettiği zaman daha etkin söylemlerle demokrasiyi pekiştireceği (!) ni söylemesi gerekiyordu.

Sayın Başbakanın 36 etnik grup tespitinin kaynağı ise aslında bir istihbaratçı olduğu ifade edilen Peter Alford Andrews’ın 1989 tarihli “Türkiye Cumhuriyeti’nde Etnik Gruplar” adlı kitabıdır. Bu kitapta etnik grup sayısı 50’ye çıkarılmıştır. Dolayısıyla zaman içerisinde Sayın Başbakanın etnik grup sayısı da değişkenlik göstermiştir. Zamanla 50’yi  geçebileceği de düşünülebilir.

Türkiye etnik bir mozaik dendi. Arkasının mutlaka gelmesi gerekiyordu. “Hepimiz Ermeni”yiz diye bağırdı aydınlarımız (!) O gün Ermeni olduklarını beyan edenler zaten bu etnik mozaik meselesinin fanatik taraftarı idiler. İslamla, islamcılıkla alakası olmayanlar; islamcı temelden gelen iktidarı olağanüstü bir şekilde desteklemeye başladılar. Bu destekleri halen devam etmektedir.

Andrews’in kriterleri ile hadiseyi değerlendirirsek, nüfusları bir köy nüfusunu geçmeyen insan topluluklarını da ayrık tutacağız ve etnik kimlik sayısı da arttıkça artacak.  Dikkat edilmesinde fayda vardır diyenler, Andrews’in kötüniyet taşıyan bir kriterden hareketle, bizim aleyhimize sonuç doğuracak bir etnik şema oluşturduğunu anladılar.

Andrews’in etnik gruplar listesinde,  etnik ayırıma tabi tutulan gruplardan yarıdan çoğu Türk veya akraba topluluklardan oluşmaktadır. Liste incelendiğinde bir kötüniyet belgesi olduğu anlaşılabilir. Peki bu kötüniyet metnini kaynak olarak kabul edebilir miyiz? Bir yabancının bizim hakkımızda kötüniyetli birtakım tasarılarda bulunması, bu tasarıların gerçekleşmesini temenni etmesi ve hatta tahrik ve teşvik etmesi gayet doğaldır. Hayatın olağan akışına da uygundur.  Ama Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı tarafından böyle bir kabulün ne anlama geleceğini nasıl yorumlayacağız?

Etnik ayrıştırma projesi Türkiye üzerinde oynanan büyük bir oyundur. Oynanan oyun maalesef sahne bulmuş ve tarafımızdan da kabul görmüştür. Bu kabul, medya organlarınca Türkiye Cumhuriyetinin aleyhine olarak her gün, daha bir teslimiyetçi yapılanmaya doğru götürülmektedir.    

Şimdi Andrews’in, dolayısıyla Sayın Başbakanımızın etnik grup ayırımına bir bakalım.

1) Sünni Türkler 2) Alevi Türkler  3) Sünni Yörük Türkler  4) Alevi Yörük Türkler  5)Sünni Türkmenler   6) Alevi Türkmenler  7) Alevi Tahtacılar (Türkmen)  8) Alevi Abdallar (Türkmen)  9) Şii Azeri Türkler 10) Karapapak Azeri Türkler  11) Uygurlar  12)  Kırgızlar  13) Kazaklar  14) Özbekler  15) Özbek Tatarları 16) Kırım Tatarları 17) Nogay Tatarları 18) Balkarlar (Türk) 19) Kumuklar (Türk) 20) Bulgaristan göçmenleri  21)Diğer Balkan ülkelerinden gelen göçmenler  22) Dağıstan göçmenleri    23) Sudanlılar 24)Estonyalılar 25) Sünni Kürtler 26) Alevi Kürtler 27) Yezidi Kürtler 28) Sünni Zazalar 29) Alevi Zazalar 30) Ossetler  31) Ermeniler  32) Hemşinliler  33) Arnavutlar  34) Kuban Kazakları 35) Ruslar (Melokanlar) 36) Polonezler 37) Çingeneler 38) Hıristiyan Rumlar  39) Rumca konuşan Müslümanlar (bunlar Türk’tür)  40) Almanlar  41) Sünni Araplar  42) Alevi Nuseyri Araplar  43) Hıristiyan Araplar   44) Yahudiler  45) Süryaniler  46) Keldaniler  47) Çerkesler  48) Çeçen ve İnguşlar  49) Gürcüler 50) Lazlar.

Listeye biraz yakından bakalım.

Sünni Türklerle Alevi Türkler, Sünni Yörük Türklerle alevi Yörük Türkler, Şii Azeri Türkler, Karapapak Azeri Türkler, Balkar Türkleri, Kumuk Türkleri her biri Türk adıyla anılmakla birlikte görüldüğü üzere ayrı ayrı azınlıklar olarak ifade edildiği gibi; Sünni Türkmenler, Alevi Türkmenler, Alevi Tahtacılar, Alevi Abdallar, Uygurlar, Kırgızlar, Kazaklar, Özbekler, Özbek Tatarları, Kırım Tatarları, Nogay Tatarları, Bulgaristan Göçmenleri, Diğer Balkan Ülkelerinden Gelen Göçmenler (diğer Balkan Ülkelerinden Gelen Göçmenler, aslında geldikleri ülkeler göre adlandırılsaydı daha fazla etnik grup oluşturulabilirdi.) in tamamı Türk olmalarına rağmen yine    hepsi farklı bir etnisiteye tabi tutulmuşlardır.  

Çerkesler, Çeçen ve İnguşlar, Gürcüler, Lazlar (Lazların sayıları 150.000 Civarında), Arnavutlar, araplar, Hemşinliler ve Çingenelerin  bu memleketle bir problemleri yok. Diğer sayılan grupların genelde nüfusları etnik grup tanımlamasına yetmeyecek sayıda olduğu gibi yine onlarında bu memleketle problemleri  yok. Ancak problem olmaları yolunda teşvik ve tahriklerin olduğu açık.

Şimdi soralım; “bu etnik ayrıştırma sevdası  niçin ortaya çıktı?” Gerçekten demokrasi aşığı olmak bu sevdayı körükler mi? Yoksa “bu etnik yapı, ulus-devlet olgusuna uygun değildir, etnik bir mozaik yapının olduğu bir yapılanmada, ulus-devlet yerine bir başka model konmalıdır mantığı mı güçlendiriyorlar? Mesela küçük bir Osmanlı modeli mi inşa edilmek isteniyor?

Doğrusu küçük bir Osmanlı modeli elbette milli devlete karşı olanlar için gayet uygun bir modeldir. Bu model bugünkü dünyada kozmopolit bir yapılanmayı anlatır.

Peki, niçin bu milli devlet karşıtı refleks? Milli devlet demokrasinin en iyi şekilde işleyeceği bir model olmasına rağmen, hedefe konmasının temel gerekçesi nedir? Milli devlet, önemli iki ana sebeple hedefe konulabilir. Birincisi mevcut düzenin değiştirilmesi hayali, ikinisi etnik köken farklılığı dolayısıyla azınlık ırkçılığı bilincinden kaynaklanan Türk düşmanlığı… Ve önce demokratik hak ve özgürlükler alanını kullanarak siyaseten güçlenecek, sonra da Anayasa’dan, ve yasalardan TÜRK’ü kovma görevlerini ifa edecekler belli ki…

Atatürk’ün deyişi ile; “düşmanım düşmanlığından vazgeçinceye kadar, ben de onun amansız düşmanıyım.”

Hayat Ölüm ve Biz

0

İman edip Salih amel işleyenleri muhakkak ki  içinde ebedi kalmak üzeri altlarından ırmaklar akan  cennet köşklerine yerleştireceğiz
Salih amel işleyenlerin mükâfatı ne güzeldir. (Ankebut 58)
Allah (c.c) Cennet nimetlerini sevdiği kullarına verir.
Allah katında sevilmenin yolunda iman ve Salih amelden geçer
Dünya nimetlerini sevmediği kullarına da verir.
Dünya herkes içindir.
Cennet sadece inananlar içindir.

Abdullah b.Mesut’tan gelen bir rivayette
Peygamber (sav) şöyle buyurdu;
Allah (c.c) rızklarınızı aranızdan taksim edip farklı kıldığı gibi huylarınızı da birbirinizden farklı kılmıştır.
Biliniz ki Allah dünya nimetlerini sevdiği kullarından, sevmediği kullarına da verir.
Fakat dini (bilgi ve yaşantıyı) ancak sevdiği kuluna verir.
Allah dindar kullarını sever.
Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki kalbi ve dili Allaha boyun eğmemiş kişi gerçek Müslüman olamaz.

Konuşmalarımıza dikkat edelim.
Kalbimizden geçen düşüncelerimizde dikkat edelim.

Yine peygamber (sav) bir hadisinde şöyle buyurdu.
Haramdan mal kazanan ve bundan hayra harcayan hiçbir kişi yoktur ki (hayra harcaması sebebiyle) o mal onun için bereketlendirilmiş veya verdiği sadaka Allah katında kabul edilmiş olsun.
Onun bu maldan (ölümüyle) geriye bırakacağından onun için ancak cehennemde azık olur.
Kazancımızın helal olmasına dikkat edelim.
Helalinden kazanıp helalinden harcayalım.
Kanaatkâr olalım.
Kanaatkâr olmakla ilgisizce bir kıssa anlatayım

Diyojen ve mercimek çorbası

Diojen bir gün kendine çorba yapmak için çeşmenin başından mercimek ayıklıyor iken; onu gören krala dalkavukluğu ile meşhur biri Diyojen’in yanına yaklaşarak alaylı bir tavırla ne yaptığını sorar.
Diyojen hiç istifini bozmadan çorba yapmak için mercimek ayıkladığını söyler.
Adam sende benim gibi krala yakın olsaydın dediğinde.
Diyojen ; “Sende benim gibi mercimek çorbasına kanaat etmesini becerebilseydin.
Krala dalkavukluk etmek zorunda kalmazdın” der.
Kanaat etmesini becerebilen insanlar harama gitmek zorunda kalmazlar.
İnsanlar Allah’a(c.c)ın kendileri için takdir ettiği rızktan fazlasını elde edemezler;
Ancak takdir edileni ya helal ya da haram yoldan elde ederler.

Mevlana’dan

İnsana baktığın zaman onun hakikatini gör.
İblis gibi onu su ve toprak görme toprağın ötesinde yüz binlerce gül bahçesi gör.
Kendimizi beğenerek diğer insanları hor ve hakir görmeyelim.
Aksi halde şeytanın akıbeti belli şeytan bu duruma kibri yüzünden düştü

Mütevazı olalım helalinden kazanalım helalinden yiyelim ki dualarımız kabul olsun.
Peygamber (sav) bir hadisinde şöyle buyuruyor.
Bir Müslüman (hak yolunda) uzun sefere çıkar saçları dağılmış toza toprağa bulanmış bir halde ellerini semaya uzatarak ya rabbi diye dua eder hâlbuki yediği haram içtiği haram giydiği haram hâsılı haramla beslenmiştir.

Böyle bir insanın duası nasıl kabul olur.
Kazancımıza yediğimize içtiğimize dikkat edelim.
Yoksa dua ederseniz çeneniz ve kollarınız yorulur.

Sokrates’ten

Dünya adaletle ayakta durur.
Devletler zulüm ile yıkılır.
Tarihte iz bırakmış nice imparatorlar var.
Adaletten ayrılmaları onların sonunu hazırlamıştır.
Tarihi hatırlamayanlar Sovyetler Birliği, Yugoslavya’yı hatırlasınlar.
Sıranın ABD’de olduğunu bilsinler

ŞÜKÜR

Bediuzzaman  Said Nursi’den

Sen kendinden yukarı mertebelere bakıp şikâyet edemezsin.
Kendinden aşağıdaki insanlara bakıp şükretmekle mükellefsin
Elin kırık ise elin olmayanlara bak.
Bir gözün yok ise iki gözü olmayanlara bak, Allaha ŞÜKRET.
Şükürsüzüm maddi hastalıktan daha musibetli manevi bir hastalıktır.
Şikâyetleriyle hastalıklarını ziyadeleştirirler.
Allah(c.c) teslimiyet ve sabır bu tür hastalıkların şifasıdır.

Hz. Hüseyin (r.a)’dan bir anektod

Hz. Hüseyin bir adamın kendisi hakkında hoşlanmadığı şeyler konuştuğunu öğrenir.
Bunun üzerine Hz. Hüseyin içi taze hurmalarla dolu bir tepsi hazırlayıp adamın evine gelir ve kapıyı çalar.
Kapıyı açan adam Hz. Hüseyin’i bir tepsi taze hurma ile karşısında görünce hayret eder ve ey peygamberin torunu bu nedir diye sorar.
Hz. Hüseyin de bunu al sana getirdim.
Hakkımda kötü konuşarak sevaplarını bana hediye ettiğini öğrendim.
Bende yaptığın iyilik karşılıksız kalmasın diye bu hurmaları sana getirdim der.

Özlü sözler

– Unutma eller çok olunca, yükler hafifler.

– Unutma insanlar köprü kuracakları yer de, duvar ördükleri için yalnız kalırlar.

– Yeni dostlar edin ama, eski dostlarının da kıymetini bil.

– Dost ve arkadaşlarının ayıplarını görünce ihtar edenlerden ol, ifşa edenlerden olma.

– Unutma! Başına gelen felaketlerin iyi bir yanı vardır, o da gerçek dostlarının kim olduğunu ortaya çıkarır.

– Unutma! Zor olan bir dost uğruna öle bilmek değil, uğruna ölünebilecek bir dost bulmaktır.

Ölüm ve biz

Bir hadisin de peygamber (sav) şöyle buyurdu.
Kişi eğer Allah’a kavuşmayı arzularsa Allah’ta ona kavuşmayı arzular.
Allah’a kavuşmayı sevmezse Allah’ta ona kavuşmayı sevmez.
Hz Ayşe (r.anha) sordu.
Biz ölümü sevmiyoruz ondan ürküyoruz halimiz ne olacak?
Senin anladığın gibi değil ya Ayşe,
Can vereceği zaman mümine Allah’ın rızası ve nimetleri müjdelenir.
Artık müminin önünde müjdelenenlerden daha sevgili bir şey yoktur.
Bu sebeple Allah’a onun rızası ve nimetlerine kavuşmayı arzular.
Kâfir can vereceği zaman ise Allah’ın azabı ve cezalandırılması ile korkutulur.
Artık onun önünde korktuklarından daha ürkütücü bir şey yoktur.
Bu sebeple Allah’a kavuşmayı ve O’nun azabı ile karşılaşmayı sevmez.
Allah’ta onu sevmez.
Bizim yaşantımız acaba hangi kategoriye uyuyor?
Nimet kategorisine mi?
Azap kategorisine mi?

DUA

Rabbimiz bize dünyada-ahirette iyilik ve güzellik ver.
Bizi cehennem ateşinden koru.
Allah’ım beni de neslimi de namazı devamlı ve gereği gibi kılanlardan eyle.
Ya rabbi beni annemi, babamı ve tüm inananları kıyamet günü affeyle.
Ya rabbi rızkımızı helalinden kazanıp, helalinden harcamayı nasip eyle.
Ayaklarımızı sıratımustakim, kalbimizi iman üzere sabit eyle.
İslam üzere yaşayıp, iman üzere yaşamayı bizlere nasip eyle.

ÂMİN.

Göçe Bağlı Eğitim Sorunları

0

Göç; Ülkemizin her zaman gündeminde olan bir konudur. Özellikle 1940’lı yıllarda yoğunlaşan göçler, Türkiye’nin toplumsal ve ekonomik değişimini hızlandırmıştır. Ankara, İstanbul İzmir, Bursa, Kocaeli gibi Büyükşehirlerimiz o yıllarda yoğun göç hareketlerine sahne olmuşlardır. Göç çok yönlü bir sosyal olaydır. Kuşkusuz eğitim yönünden de pek çok sorunları beraberinde getirmiştir.

Aileyi etkileyen iç göçler, özellikle örgün eğitimde sorunların biriktiği alan olmuştur. Daha sonraları 1960’lı yıllardan sonra ise ülkemizin gündemine dış göçler girmeye başlamıştır. Kitlesel halde yurtdışına çıkan kırsal kesimli vatandaşlarımız, çocuklarını da yanlarına aldırınca bu kez gittikleri ülkelerde onların eğitim sorunları ile karşılaştılar. 1980’li yıllardan itibaren de Bulgaristan başta olmak üzere balkanlardan, Kuzey Irak’ tan ve Türk Cumhuriyetlerinden yoğun göç olmuştur ve azda olsa devam etmektedir.

Böylece hem iç, hem de dış göçler eğitim yönünden sorunlar oluşturmuştur. Ülkemizde ki yurt içi göçler, daha çok kırsal kesimden büyük sanayi kentlerine doğru yapılmaktadır. Memurların yer değiştirmesi de bir göç olarak değerlendirilmelidir. Göçlerin eğitim açısından doğurduğu sonuçları iki yönlü düşünmek faydalı olacaktır.

1.Olumlu yönden: Göç eden aileler bakımından olaya olumlu bakmak mümkündür. Çünkü kırsal kesimde İlköğretim ötesi imkanları ya yok ya da çok sınırlı düzeydedir. Böylece aileler kente gelince çocuklarını temel eğitim ötesi okullara gönderebilme imkanlarına kavuşmaktadırlar. Göçlerin nedenleri arasında çocuklarını okutma istekleri de yer almaktadır. Doktor mühendis öğretmen hemşirelik subay gibi fazla gelir getirici mesleklere yönelmeleri istenmiştir.

2. Olumsuz yönden:  Göçlerde kısa sürede nüfus yoğunluğu artan  kalabalık şehirler sağlıksız yerleşim yerlerine dönüşmüşlerdir. Kocaeli Türkiye’nin en küçük kentlerinden biri olduğu halde Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 2 sini bünyesinde barındırmaktadır.(1.201.740) göçler dahil nüfus artışı yüzde 3.4 tür. km2 ye 350 kişi düşmektedir. Coğrafi konumu doğal kaynakları ve ulaşım imkanları nedeniyle sanayi kuruluşlarının çekim merkezi, sanayide insan gücüne duyulan ihtiyaçtan sürekli göç alan bir il olmuştur. Ortak kültürünün güçlenme fırsatı aradığı bir il konumundadır. Bu özelliği ile de planlı eğitime fırsat vermemesi de konunun önemini artırmaktadır. 2002/2003 eğitim öğretim yılında 247.893 öğrenci varken 2008/2009 eğitim öğretim yılında 306.137 öğrenciye çıkmıştır. 7 yıl içerisinde 59.244 öğrenci artışı olmuştur. Her yıl 8463 öğrenci eğitime katılmaktadır. Bu sonuçta norm kadroya göre her sınıf 30 öğrenciden oluştuğuna göre her yıl 282 derslik ihtiyacı demektir. Buna 24 derslik makul bir okuldan hareket edersek 12 okul asgari olarak yapılma ihtiyacı doğacaktır. Bunu donatımlarıyla ders araç gereçleriyle düşünürsek önemli bir ödeneğe, öğretmene ve personele ihtiyaç olacaktır.  Tedbirlerimizi zamanında alarak bu artısı ülke yararına eğit yararına dönüştürmeliyiz. Nitekim ilimizde Milli Eğitim Bakanlığımız Gebze ve Kandıra ilçelerini zorunlu hizmet bölgesine alarak öğretmen ihtiyacının karşılanmasında gerekli tedbiri almıştır. 2003 – 2004 Eğitim Öğretim döneminde 6991 olan derslik sayısı 2008 – 2009 eğitim öğretim yılında 9390’a çıkmıştır. İnşaatı bitirilecek olanlarla birlikte 3250 derslik ilave olmuştur ki önemli bir hizmettir. Eğitime % 100 katkı kampanyası ile hayırsever kişi ve kuruluşlarında büyük bir desteği olmuştur.

Göç ile gelen işsizlik yoksulluk ve hizmetlerin yetersiz kalması gibi sebeplerle topluma uyumsuzluk, suça yönelme, zararlı alışkanlıklar edinme, eğitimsizlik gibi bir sorun yumağı ortaya çıkarabilmektedir. Göç ettikleri yerde daha iyi ekonomik koşullara sahip olacağını düşünen ve genellikle umduğunu bulamayan bazı aileler mutsuzluk ve uyum bozuklukları ve hatta depresyona varan sorunlar yaşayabilmektedir. Bu şartlar, çocuğunda kişiliğini etkileyecek, çocuğun ruh sağlığın da derin izler bırakacak ve çocukta güvensizlik hali oluşturacaktır. Bu durumda çocuğun kendine ifade etme becerisi gelişemeyebilir. Çocuk çevresiyle iletişim kurmakta zorlanır. Yaşanan göç nedeniyle ortaya çıkabilen bu sorunlar insanların psikolojik yapısını etkilemiştir. Bu durum insanları suç işlemeye yöneltebilmektedir. Hırsızlık, madde bağımlılığı vb. olumsuzlukları da beraberinde getirmektedir. Ekonomik nedenlerden dolayı bazı göçmen çocuklar ağır işlerde çalıştırılarak istismar edilmektedir. Hem okuyup hem çalışan çocuk okuldan soğumakta, okul başarısı düşmekte ve motivasyonu azalmaktadır.

Göç sebebiyle şehirlerde sınıflar kalabalıklaşırken köylerde öğrenci azlığından dolayı okullar kapanmaktadır. Kapanan 25520 köy okulundan 602643 öğrenci taşımalı sistemle günübirlik taşınarak fırsat eşitliğinden faydalandırılmakta ve onlara nitelikli öğrenim imkanları sunulmaktadır. ( 2)

Kocaeli ilimizde de 2009-2010 eğitim öğretim yılında öğrenci azlığından kapatılan 307 köy 8410 öğrenci taşımalı sistemden faydalanacaktır. Göçün oluşturduğu eğitim problemlerinin başında kalabalık öğrenci nüfusu gelmektedir. Okulların verimini düşürme ve araç gereç kullanımından, öğretmenin öğrenciye ayıracağı zamana ve tanımaya kadar her tür eğitim çalışmasını aksatabilmektedir. Bu durum eğitim başarısının düşmesinde en önemli etkenler arasında yer almaktadır. Kalabalık sınıflarda öğrenci pasifleşmekte, öğretmenlerin ise tükenmişlik düzeyleri artmaktadır. Oyun alanları azalmakta öğrenciler arası uyumsuzluklar artmakta okul içi karşılaşılan olay sayıları çoğalmaktadır. (Karakuş 2006)

Diğer bir problem göç eden ailelerin, çocuklarına yeterli eğitim desteği sağlayamamalarıdır. Sağlanan çalışma, barınma ve diğer temel gereksinimler yeterince karşılanamadığı gibi çalışma zorluğundan dolayı da anne baba yükümlülükleri yerine getirilememektedir. Bu durum başarısı düşük öğrenci, okul ve şehir oluşturmaktadır. (Karakuş 2006)

İlköğretim okulu idarecilerine uygulanan anketler göstermiştir ki; ilköğretim okullarında idareciler, başarısızlığın nedenlerini daha çok öğrenci ve ailede görmüşlerdir. Öğrencinin disiplinli ve düzenli ders çalışmaması %90, 3 boş zamanlarını değerlendirmeyi bilmeyişi ve hazırlıksız gelişi % 85,1, ailenin ders çalışma % 79,1 ve uygun ortam hazırlama % 76,9 konusundaki ilgisizliği en çok üzerinde durulan maddelerdir.(3)

İdarecilerin dikkate değer bulduğu diğer bir faktörde ilimizin (Kocaeli ) yoğun göç alan bir bölge olmasıdır.% 60, 4 göç,  okullarda nüfusun aşırı artışıyla mevcut şartları zorlayan ve idarecilerin işlerini oldukça güçleştiren bir faktör olarak görülmüştür. Göçün başarı düzeyine diğer bir etkisi de ailelerin sosyoekonomik düzeyini aşağı çekmesi,  buna bağlantılı olarak da ankette aile ortamıyla ilgili ifade edilen problemli durumların ortaya çıkmasıdır.

Aynı ankette İlköğretim veli değerlendirme:”İlköğretim Okullarındaki öğrenci velileri ifade edilen problemlere genellikle yüksek yüzdelerle cevap vermemişlerdir. En büyük problem okulda çocuklarının sınavlara yeterince hazırlanamadığını % 59,7 kullanılan eğitim öğretim malzemelerinin %57,1 ve fiziki koşulların % 54 yetersiz olduğunu sık sık öğretmen değiştirme ile öğretmen yetersizliğinin % 53, 6 ve sınıfların kalabalık oluşunun % 52,1 başarıyı olumsuz etkilediğini düşünmektedirler.

Velilerimiz ev ortamında ve kendilerinden kaynaklanan nedenleri ise çocuğuma nasıl yardımcı olacağımı bilemiyorum %50,6 olmuştur. (5)

Bir başka sorun dil problemidir. Göçle gelen grupların kendi oluşturdukları yapılar içinde kullanılan yaşam dili okul ve kentle örtüşmemektedir. Bu sosyalleşmeyi etkilemekte devamında ise başarısızlıklar oluşmaktadır. Okul içinde ve okul dışındaki ortamlarda iletişimsizlikler artmaktadır.(Karakuş 2006)

Dilin farklılığı yanında kısır kullanılması da ciddi bir etkiye sahiptir. Anlayamayan bir çocuğun başarısından söz etmenin doğru bir yaklaşım olamayacağı düşünülmektedir. Basit dil kullanan çocukların düşünme yeteneklerinin sınırlı olması beklenen üst düzey becerileri gerçekleştirmesini zorlaştırabilecektir. (Karakuş 2006)

Öğretmenler sosyoekonomik kültürü düşük olan ve basit dil kullanan göç ile gelen öğrencileri anlamakta zorlanacaklar ve öğrencilerle iletişim kuramayacaklardır. Bu durumun sonucu olarak eğitim başarısı düşebilecektir.

Yukarıda sayılan yaklaşımlar öğrenciyi başarısızlığa itmekte, başarısız olan öğrencilerin sosyal yapıları daha da zorlaşmakta bu durum kısır döngü içerisinde devam edebilmektedir. Öğrencinin evinde yaşanan ortam bu döngüyü kırmaya yetmemektedir.

Zaten aile içinde eğitim birinci derecede önemli durmamaktadır. Ve sonunda okul bu tür öğrenciler için sıkıcı bir yer olmaktan öteye gidememektedir. (Karakuş 2006)

Okula, ailesine, toplumuna ve ileride kendine bile yabancılaşan bu çocuklarımızın dinledikleri müzikten, ellerine geçirdikleri camlarla kendilerine zarar vermeye varana kadar artan olumsuz davranışlar yaşanırken aslında başarı ya da başarısızlık kavramları onlar için bir şey ifade etmemektedir.

Metropol çevrelerinde 1998 yılı itibariyle çocuklar Türkiye de 20311 suç işlemiştir. 10-18 ya grubundaki çocukların işlediği suçlar arasında ilk sırayı hırsızlık almaktadır. Yaralama, gasp, darp ve bunu izleyen diğer dikkat çekici suçlardır.

Okulu bırakma yada daha üst düzeyde eğitime devam etmeme nedenleri arasında Ekonomik nedenlerle okulu bırakanların oranı % 54,4 iken kendi isteği ile okulu bıraktıklarını belirtenlerin oranı % 18 olarak ortaya çıkmıştır ki burada kendi isteği ile aile geçimine katkıda bulunmak için çocukların okulu bırakmalarını ek olarak okuldan iticiliği nedeniyle de okulu bırakmaları söz konusudur.

Bu durumda olan 7-14 yaş arasındaki zorunlu eğitim çağında ki  çocukları Muhtar ve okul idaresi işbirliği ile kazanılmalıdır.

Köy ve mahalle muhtarlarımızın görevleri 4542 sayılı kanunun 3. maddesinin II. Bendinin açıklanmasında belirtildiği gibi ve 222 Sayılı İlköğretim ve Eğitim kanunu ile köy ve mahalle muhtarlar,  ihtiyar heyetlerine verilen görevlerden;

1.Her öğretim yılı başında öğrenim çağındaki çocukları çizelge yaparak belirler ve okullara kayıtlarının yapılmasını sağlamaktır.

2.İlköğretime devam etmeyen çocuklar hakkında her türlü bildirimde bulunma ve onları izlemeye aracılık etmektir.

Okul idaresi ve milli eğitim müdürlüğü konuyu hassasiyetle takip eder çocuğun devamını mutlaka sağlar. E-kayıt ile yapılan adrese dayalı sistem ile kayıtlar bu konudaki zorlukları büyük oranda kaldırmaktadır.

2008 yılında çıkarılan yönetmelikle “yetiştirici sınıf” uygulamaları her ilçede başlatılmış ve ihtiyaca göre sınıflar açılmıştır. Okula hiç kayıt yaptırmamış veya yaptırmış devam etmemiş olup ta 14 yaşı geçmemiş öğrenciler yaşlarına bakılmaksızın sınıflara alınarak eğitime kazandırılmaktadır. Özellikle kız çocukları bu yetiştirici sınıflar sayesinde okuma kervanına katılmış ve yeni değerler kazanılmıştır. Kocaeli ilinde 2008-2009 eğitim döneminde 300 öğrenci eğitime kazandırılmıştır.

Göçün eğitim üzerine etkisini ortaya koyan diğer bir çalışma 2005 yılında Kocaeli 1. Eğitim Sempozyumunda komisyonun verdiği sonuç raporunda birinci eğitim sorunu göç olarak gösterilmiş planlamayı zorlaştırdığı anlatılmış, aile eğitimlerinin verilmesi gerektiği belirtilmiştir.(Kocaeli 1. Eğitim Sempozyumu 2005)

Adı geçen sempozyum ortaöğretim komisyonu raporunda dört başlık altında alınan başarısızlık nedenlerinin 2 tanesinin kökünde iç göç sorunu bulunmaktadır.(Velilerin ilgisizliği, veli okul ilişkisinin düşüklüğü, okul fiziki şartları ve araç gereç yetersizliği)

Raporda göç sorununun eğitim başarısına etkisinin çok fazla olmasına rağmen ilimizdeki göç sorunlarının eğitime etkileri üzerine bir araştırma yapılmadığı görülmüştür.(Kocaeli 11. Eğitim Sempozyumu2005 )

Öneriler

a) Kentler arası göç eden ailelerinin çocuklarının okul değiştirmeden kaynaklanan arkadaş grubu yeni çevreye, okula, öğretmenlere intibaksızlıklarına okuldaki rehberlik hizmetlerinin ilgi duyması ve bu konuda öğrencilere yardımcı olması gerekmektedir. Çocukların psikolojik anlamda uğradıkları yıkıma ilk tedbir olarak rehabilite edilmeleri gerekmektedir. Göçün nedenleri onların da kavrayabileceği şekilde anlatılmalıdır. Çocuk psikolojik danışma birimlerinin oluşturulması önemlidir. Unutulmamalıdır ki, sevgi en güçlü insani bağdır. Çocukların başını okşamak, onlara bu dünya için önemli, gerekli olduğu hissi uyandırmak ve yüzünüzün her zaman güleç olması yapılabilecekler arasında en basit en az çaba isteyen, ancak etkisi büyük olan davranışlardır. Resim ve Müzik çocukların rehabilite edilmelerinde en büyük araçtır. Zaman zaman çocuklar resim yapmaya teşvik edilmeli ve iyi bulduğunuz resimleri sergilenmeli yaptıkları resimleri yorumlamaları istenmeli ve mutlaka can kulağı ile dinlenmelidir

b)Öğrencilerin ekonomik durumları kötü olduğu için kitap kırtasiye yardımı alma olanakları sağlanmalıdır. Yığın halindeki aileler içerisinde yaşadıkları göz önünde bulundurulursa eve ödev fazla verilmemesi isabetli olacaktır. Mümkün olduğu kadar konular sınıfta işlenip bitirilmelidir.

c)Beden eğitimi dersleri boş zaman dersleri değildir. Takım halinde yapılan oyunlara ağırlık verilmelidir. Yarışmacı değil dayanışmacı oyunlar seçilmelidir.

d)Çocukların problemleri öğretmenler tarafından etiketlendirilmemesi onun başkaları tarafından özellikle öğretmenler ve arkadaşları tarafından anlaşılması ve kabul görülmesini kolaylaştıracaktır.

e) Büyük kentlere göç eden ailelerinin okul nüfusunu aşırı derecede arttırmaları nedeniyle okul sayısı araç gereç sayısı öğretmen sayısının gerek kamu kesimince gerekse özel kişilerin yardımıyla arttırılması teşvik edilmesi gerekmektedir. Varlıklı ailelerimizin okul yapma çabalarını şükranla karşılıyoruz. %100 eğitime katkı daha iyi tanıtılmasını sağlamalıyız.

f) Nüfusun büyük illere göçünü engelleyecek yurt çapında dengeli bir kentleşme politikasının titizlikle takip edilmesi gerekmektedir.

g)Büyükşehirlerin kenar mahallelerinde yaşayan öğrenciler daha çok meslek liselerini tercih ettiklerinden meslek eğitimi önem verilmeli ve sayıları çoğaltılmalıdır

h) Gecekondu yörelerinde gecekondu sakinlerine kente intibak ettirecek eğitim çalışmalarına ağırlık verilerek okula devam, kız çocuklarının okullaştırılması çalışmalarına hız verilmelidir.

ı) Yetişkin eğitimine ağırlık verilmesi halk eğitim çalışmalarıyla okuma yazma kursları meslek kursları anne baba eğitimi ve iletişim konulu seminerler yoğunlaştırılmalıdır.

Kaynaklar

Karakuş, Emine(2006) göç olgusu ve eğitime olumsuz etkileri, yayınlanmamış yüksek lisans tezi Sakarya üniversitesi sosyal bilimler enstitüsü Sakarya

M.E.B. eğitim teknolojileri 2009

Kocaeli valiliği istatistik verileri

Kocaeli milli eğitim müdürlüğü rehberlik araştırma 2004 başarısızlık nedenlerinin tespiti ve başarıyı arttırmanın yolları projesi

Milli eğitim bakanlığı 2001 yılı başında milli eğitim bakanlığı kitabi

Kocaeli 1. eğitim sempozyumu 2005 altın ofset Kocaeli

Askerin Zaferi

0

31 Ağustos tarihli gazetelere bir göz atın: “30 Ağustos Zafer Bayramı töreninde protokol, selamlayacak halk bulamadı.” Bu yıl, devlet, törenler için yoğun hazırlık yapmıştı; buna rağmen halkımız niçin törenlere yeterince ilgi göstermedi?

Güçlü devlet için güçlü ordu, deniyor. Düşünüyorum bazen. Saddam’ın ordusu güçlüydü, onu bile koruyamadı. Hitlerin ordusu güçlüydü, sonucunu herkes biliyor. Sovyet ordusu güçlüydü, kısa zamanda çöktü, ülke parçalandı. Amerikan ordusu güçlüydü, Vietnam’da bataklığa saplandı. Bizim ordumuz da dünyanın güçlü orduları arasında gösteriliyor; ama yirmi beş yıldır süren terör devam ediyor. Kimse bana kızmasın, amacım ordu düşmanlığı değil; ama millet güçlü olmazsa, ordu gücünü milletten almazsa güçlü ordu bir işe yaramıyor. Belki sadece kendi halkını eziyor.

Şimdi bir soru daha sormak isterim: Türk ordusunun bir zafer kazanmasını isteseniz, bu zaferin kime karşı olması sizi sevindirir? Herkes kendince cevaplar verecektir. Sizi yormadan ben cevap vereyim: Ben ordumuzun kendisine karşı zafer kazanmasını istiyorum. Onun kendisine karşı zafer kazanması, varlığının sebebi olan milletle barışması olacaktır.

Çocukluğumu hatırlıyorum, gençliğimi hatırlıyorum. O dönemlerde biz bayram törenlerine katılmak, törenleri izlemek için gayret gösterirdik. Son on, on beş yıldır böyle bir heyecan duymuyorum. Halkımızın da böyle bir heyecan içinde olmadığını gözlüyorum. Olmaması gereken durumun sebebini düşündüğümde karşıma şunlar çıkıyor. Sözünü ettiğim yıllar içinde ordu adına günün anlam ve önemiyle ilgili yapılan değerlendirmelerde veya verilen beyanatlarda halkımız manen yıpratıldı. Hayali bir irtica üzerine yazılan senaryolarda insanımız kötü adam rolüne mahkum edildi, aşağılandı. Oluşturulan hava ile insanlar kendi ülkelerinde bir yabancı psikolojisine büründürüldü, işlemedikleri suçun mahkumu haline getirildi. İnsanımız, yöneticileri ile iç içe yaşamaktan mutlu olur. Eskiden, komutanlarımız, bizim komşularımızdı. Nasıl olduysa askerler lojmanlara taşındı, halktan koparıldı. Halktan uzak bir kurmay, insanımızın hissiyatının tercümanı olamadığı gibi, yabancısı haline geldi. Yine çocukluğumdan hatırlıyorum. Birinci Ordu’nun hemen yanında bulunan Selimiye Camii’ne omuzu kalabalık subaylar namaz için gelirdi. Bunları daha sonraları görmez olduk. Ne oldu da bu insanlar mabetlerden uzaklaştı? Yoksa din mi değiştirdiler? Onlarla sohbet eder, şakalaşırdık. Sonra askerlerin ihtiyaçları olan, onlara özel mekanlar yapıldı. Bu mekanlarda konaklayan, yiyen için askerlerin ne düşündüğünü, ne yaptığını bilmez olduk. Belli günlerde karşımıza verdikleri demeçlerle çıktılar, bu demeçlerden incindik.

Hatıralarıma değer verdiğimi söyleyemem. Geçmiş, benim için sadece bir geçmiştir. Gelecek adına bana bir şey katacaksa geçmişte yaşadıklarım önemlidir. Herkes gibi, benim de geçmişe ait unutmak istemediğim dönemler var. Hatırlamak istemediğim bir dönem varsa, o da askerlik dönemim. İnsanların bazılarının askerlik arkadaşı vardır, benim yok. Bazı insanlar askerlik hatıralarını anlatır, ben hiç anlatmam. Keşke benim de güzel bir askerlik hatıram olsa, demek isterdim. Şimdilik sadece hayıflanıyorum.

Zafer Bayramı’nın kutlanma hikayesine bakıyorum. Zaferi kazanan millet, yani dedelerimiz. O dönemde düzenli bir ordu bile yoktu. Millete ait olan bir zaferin bayramında milletin dışlanması, bana çok ters geliyor.  Bayram dolayısıyla verilen resepsiyona bakıyorum; seçilmişler olarak katılan insanlar bir köşede itilmiş vaziyette dururken dokunulmazlık zırhına bürünmüş bürokratlar şen kahkahalı sohbetler, muhtemelen ideolojik mayalı dedikodular yapıyorlar. Kendimi itilmiş hissettiğim bir bayrama ben nasıl sahip çıkabilirim?

Herkesin seslendirmekten kaçındığı bir gerçek daha var. Generallerin, atanmışların hiç çocukları yok mudur? Bunlar askere gitmezler mi, gitseler bile şehit düşmezler mi? Şehitler, niçin köy, kasaba veya kenar mahalle camilerinden kaldırılır da Teşvikiye Camii’nden kaldırılmaz?

Ordumuzun, insanımızla barışması, onunla iç içe olması samimi arzumuzdur. Birileri kabul etmese de, ortada bir problem vardır. Bu problem, bir zaferle halledilmeli ve taçlandırılmalıdır. O zaman, güçlü ordunun teminatı kendiliğinden oluşacaktır: Güçlü millet.