14.1 C
Kocaeli
Cuma, Eylül 20, 2024
Ana Sayfa Blog Sayfa 1249

Amerikan Kıskacı

Kanal B de Başkent Üniversitesi öğretim görevlisi Prof.Dr.Eddie Girdner i dinledim.

Müthiş şeyler söyledi.

Amerika’nın gerek dolar açısından gerekse ekonomik durumu açısından büyük sıkıntıları olduğunu, ölüme giden bu yolda rakibi olan doğu bloğu ülkeleri ile ve bilhassa Çin ekonomisi ile mücadele edebilmesi, bölgeyi kontrol altında tutabilmesi için Afganistan ve Irakta bulunması gerektiğini, Amerikanın Irakta en az 50 yıl kalacağını, milyarlarca dolar harcayıp çekip gitmeyeceğini, İkinci dünya savaşından sonra Avrupa’ya yaptığını Ortadoğu’da da yapacağını söyledi. “Irak ve Afganistan Amerikanın Ortadoğu’daki hegemonyasını kurmak için bir anahtardır”. dedi

Amerika’nın Irak’a ve Afganistan’a terör etiketi altında girmesinin sadece bir bahane olduğunu, gerek Afganistan’a, gerekse Irak’a girişi ile burada terörün büyük ölçüde arttığını sözlerine ekledi. Aslında çok önemli konuların altını çizdi ama hepsini sütunumun yetersiz olması sebebi ile buraya taşıyamıyorum.

Şayet merak edenler var ise, 14.temmuz saat 13.00’te kanal B de yayımlanan Sayın Şeniz Özmert hanımefendinin Dünyadan bakış programının CD sini temin edebilirlerse çok kıymetli bilgiler elde edeceklerine eminim. Ben de ne yazık ki kaydedemedim. Konumuza geri dönelim.

Sayın Prof. Girdner “Amerika’lıların büyük bir bölümünün, hatta ciddi gazetelerin köşe yazarlarının büyük bir kısmının Türkiye’yi tanımadığını ve Türkiye ye gelmediklerini, bu sebeple yazılarının ön yargılı olduğunu, bir sebeple gelebilenlerin ise İstanbul, Antalya gibi şehirleri gördüklerinde şaşırdıklarını, ayrıca” ben deve ile işime gidiyorum” desem bir çok Amerikan yazarının bunu yadırgamayacağını söylüyor. Amerikan halkının ise en büyük gücün Amerika olduğunu ve diğer ülkelerin Amerikan gücünden istifade ederek yaşadıklarını sanıyor. Dünyayı gezme şansı bulanlarınsa bu durumun böyle olmadığını gördüklerinde şaşırdıklarını altını çizerek ilave ediyor.

Tabiî ki büyük devlet politikası böyle şekillendiriliyor. Şayet barışçı görünerek istilacı politika izlerseniz böyle yapmalısınız. Şayet hayati bir hastalığınız mevcut ise ve ilik nakline ihtiyacınız var ise bu iliği birinden naklettirmek zorundasınız. Amerika’da zordadır. İlik nakline ihtiyacı vardır. Bu ilik Türkiye’dir. Bu ilik Irak, İran, Suriye’dir. Afganistan’dır. Bu havzada yeni oluşumlar üretip emilimi kolaylaştırmak zorundadır. PKK Amerikan politikası için bir paravandır. Finansman ve silah desteğini kendisi, aracıları vasıtası ile sağlamaktadır. Türkiye yi bağımlılaştırmak için kullanmaktadır. Bu bölge de büyük bir savaş çıkmadığı müddetçe ve ya Amerikan yönetimine farklı dünya görüşü olan siyasi ekip gelmedikçe siyaseten bu kıskaçtan kurtulabileceğimize inanamıyorum. Bizim ülkemizde siyaset yapanlar söylemlerinde Amerikan hegemonyasına karşı imiş gibi konuşuyorlarsa da ekonomik olarak bağımlılıktan kurtulacak reçeteleri ortaya koyamıyorlar. Sayın dedin. Ananı al git dedin. Şeyini şey ettiğimin şeyi dedin. vs. gibi sığ muhalefetle sokaklara çıkılmaz. Keşke iktidara talip partilerin adayları, “Ben geldiğimde tüm ülke halkının mal varlığının %10 unu bir defaya mahsus ve gönüllü olarak isteyeceğim. (varlık vergisi gibi algılanmamalı). Bu para ile IMF borcunu kapatacağım. Bir daha borçlanmayacağım. Ülkenin çalışan insanını 1 yıl boyunca 2 saat fazla gönüllü olarak çalıştıracağım. Bu tasarrufu kalkınmada kullanacağım. Kara para ve kaçakçılığa kesin çözüm getireceğim. Terörden nemalanan iç güçleri çökerteceğim. Ülkeyi sadece sanayi ülkesi değil sanayi + tarım ülkesi olarak planlattıracağım. Tarımda kendi kendine yeter ülke haline getireceğim. Stratejik bölgelerimizde yabancıya toprak satışını engelleyeceğim. Kıbrıs’ta şehit kanlarına asla ihanet etmeyeceğim. Masa başında bir karış toprağı uzlaşma adına vermeyeceğim.

Başımı Avrupa ya döndürürken, arkamı Asya ya dönmeyeceğim. Yakın Asya ve Uzak Asya ile iyi diyaloglar kuracağım. Komşularıma başkalarının dayatmaları ve yönlendirmeleri doğrultusunda davranmayacağım. Onların komşularımızla olan diyaloglarını iyi takip edeceğim. Asıl düşmanın İngiliz olduğunu ve Ülkemiz aleyhindeki gelişmelerin altında her zaman İngiliz parmağı olduğunu iyi bileceğim.

Ülke insanını sadece maddi değerlerle bir arada tutmak yerine manevi değerlerle de barışık hale getireceğim. Barışı destekleyeceğim ama her an bir savaşa hazır olarak ben de sınır ötesi planlar yapacağım. Kabuğuna çekilmiş bir barışsever yerine haklarını mücadele ile alabilecek bir yurtsever stratejisi izleyeceğim. Avrupa birliğinden medet ummak yerine yurttaş birliğinin en büyük güç olduğunu halkıma anlatarak bir vücut haline getireceğim. Ülke aleyhine yayın yapan basın organlarının özgürlüklerini kısıtlayacağım. Anayasa değişikliğini en kısa zamanda yaparak Milli menfaatleri öne çıkaran kanun maddelerini daha net ve somut hale getireceğim. Gerekirse ilaveler yapacağım. Yabancı ülkeler Türkiye ye nasıl davranıyorsa ben de onlara öyle davranacağım. Esnek olma adına sütlaç gibi olacağıma, tatlı sert politika ile bazı konularda radikal ve kararlı olacağım”. diyebilseydi.

Her ne kadar seçim bitti seçilen seçildi ise de, şimdiye kadar yapılan gibi bir siyaset izlemediğimiz müddetçe hangi parti gelirse gelsin,Türkiye kendisine biçilen rolü oynamaya zorlanacaktır. Bu durumda Ülkenin hayrına olmayacaktır. Hele hele Ülkeyi laikler ve İslamcılar olarak bölmek ihanetin ta kendisi olacaktır. İşte o zaman Cumhuriyet elden gidecektir. Çünkü düşmanlarımız böyle istiyor. Onlar adı ne olursa olsun bölünmemizi istiyor. Türkiye varlığı ortadan kalkmadıkça Orta doğuda istedikleri hâkimiyeti sağlamaları mümkün değildir. Onlar bunu biliyor. Biz bilmiyoruz. Avrupa hayranlığı doğru düşünmemizi engelliyor. Kendimize yazık ediyoruz.

Kim ne derse desin ben böyle düşünüyorum.

Dip Dalgaları

Yaz, bizde “tatil” sözcüğü ile anlamdaş hale gelmeye başladı. Tatil dendiğinde akla, karne, dinlenme, deniz geliyor. Birkaç yıldır, biz yaz mevsiminin birkaç gününü deniz kenarındaki evimizde geçirme fırsatı yakalayabiliyoruz.

Karadeniz, her zamankinin aksine, güne sakin başladı. Dingin bir denizin soğuk suları ile oynaşmak bedenime ayrı bir zevk veriyor. Güneşin, mavi ve duru su ile yakamozlaşması görsel bir keyif sunuyor görebilenlere. Attığım kulaçlar, yormuyor beni. Su, diplerde daha soğuk. Kum, okşuyor ayaklarımın altını. Yosunlar ve denizanaları, şimdilik, terk etmiş görünüyor sahilleri. Su üzerinde sıkça görünen yağ tabakasını ve deniz atıklarını rüzgâr başka sahillere göndermiş gibi. Dalga yok, su serine yakın ılık, bedenimi üşütmüyor, gözlerimi yakmıyor. Bu saatlerde aile boyu geziye çıkan yunuslar da görünmüyor ortalıkta. İster yüz üstü ister sırt üstü ister yan yatarak ister kurbağalama git gidebildiğin kadar. Aklıma Tevfik Fikret’in bir dizesi geliyor: “Deniz kadın gibidir; hiç güvenmek olmaz ha!” Kadınlar bana kızmasın, denizle kadın arasında ben de bir benzerlik bulmuşumdur hep. Deniz, dişidir; hem tahrik ediyor hem korkutuyor kişiyi. Bilinmezliklerle doludur o. Bilenler bilir; deniz, Arapçada müennes yani dişi sözcüktür.

Denizin yapısı ve işlevi ile genelde sosyal olayların, özelde sosyal olayların kurumlaşmış biçimi olan siyasetin işleyişi arasındaki olağanüstü benzerlik dikkatimi çekiyor. Güneş ve suyun buluşmasıyla oluşan ılık ortamda kulaç atmak çok zevkli, tıpkı iyimser ve değerbilir insanlara hizmet etmenin, onlarla hemdert olmanın kişiye verdiği mutluluk gibi. Onlardan şükran ifadesi duymak, siyaseti ibadet anlayışı ile yapanların şevkini artırıyor. Bunun ne kadar süreceğini bilemiyorsun. İki kulaç sonrası karanlık. Zannediyorsun ki, deniz hep kum ve pırıl pırıl. Bir yosun dalgasıyla karşılaşıyorsun, panikliyorsun, kulaç atışların hızlanıyor. Anlıyorsun ki sen, bilinmeyen ve istenmeyen bir ortama doğru yol almışsın. Küfürler başlıyor sana. Nankörce sözler ve davranışlar canını sıkıyor siyasetçinin. Geldiğin yere bakıyorsun, ümitlerini düşünüyorsun; “değer mi” demekten kendini alamıyorsun. Paniklesen de geçebiliyorsun yosunlu bölgeyi. Yorgunluğunu atmak için sırt üstü yattığında dipten gelen soğuk dalga, hem bedenini üşütüyor hem de beşik gibi sallamaya başlıyor. Ne olduğunu anlayamıyorsun. “Derin”in, tehlikeli olduğu bilinir; ama ne tehlikeler getireceği bilinmez. “Derin siyaset”, “derin devlet”, “derin millet” deniyor buna. Derin siyasete son yıllarda “toplum mühendisliği” dendiğini de görüyoruz. Derin devleti de anlayabilmiş değiliz. Devleti korumak adına hareket ettiğini söyleyip kişisel çıkar sağlayan kişiler ya da örgütler anlatılmak isteniyor bu tamlama ile. Onların, yazılı olmayan yasaları var. Yaptıklarından ettiklerinden sual olmaz. Siyaset, bir eğlence aracı değil. Millete hizmet aşkı duymayanlar siyasete girmemeli. Yüzme bilmeyenler de denizi uzaktan seyretmeli. Affı yoktur denizin; alır, köpekbalıklarına yem olmamışsan, bir süre sonra atar senin şişmiş bedenini sahilin en kuytu yerine. Siyasette samimi olmayanların en korktukları yer, seçim sandığıdır. Ciddiye almadıkları, küçümsedikleri, üzerinde ideolojik senaryolar ürettikleri millet onları öyle çarpar ki, barınacak koy da bulamazlar kendilerine.

“Deniz, dalgasız olmaz.” diye bir türkü sözü hatırlıyorum. “Dalga”, denizin hem doğasının gereği hem güzelliği. Sosyal olaylar da böyle. Her gece gündüze, her gündüz de geceye gebe. Ümit, uyarı, kötümserlik, iyimserlik, dinamizm, bezginlik… iç içe. Denizde dinginlik ve dalga sürekli değil. İşin zevki, sanat haline gelmesi bu zıtlıklar içindeki sihri yakalamakta. Yakalayanlar, denize de, sosyal olaylara da, siyasete de egemen olabiliyorlar. Hikâyesini bilen bilir, buna eskiler “ilm-i siyaset” demişler.

Yüzmek, güzel bir spor; kişinin hem bedenini hem kafasını çalıştırıyor. Ben ömrüm oldukça yüzeceğim. Size de tavsiye ederim; ama önce “ilm-i siyaset”!

Seçimler

Bir ülkenin demokratik anlamda düzeyinin belirlendiği en önemli durum hepimizin bildiği gibi seçimlerdir. Özellikle seçimlerin yapılış şekilleri milletin demokrasiyi ne kadar özümsediğinin en önemli göstergesi olmaktadır.

Demokrasi ve bunun getirdiği yeni kavramlar bir milletin kendi içerisinden meydana çıktığı zaman sağlam temellere oturur. Yukarıdan veya dışarıdan bir müdahale sonucunda halka benimsetildiğinde ise farklı bir durum ortaya çıkmaktadır.

Nitekim ülkemizin seçim tarihine bakıldığında yukarıda izah etmeye çalıştığım üzere zoraki bir demokrasi dayatması kendini göstermektedir.

Bu duruma birkaç örnek vermek gerekirse; mesela 1912 yılında “İttihat ve Terakki Cemiyeti” ile ona muhalif “Hürriyet ve İtilaf Fırkası”nın girdiği seçimler tarihe adını “sopalı seçim” olarak yazdırmıştır. Zira İktidar partisi İttihat ve Terakki’nin muhalefete oy verenleri dövdüğü ve tehdit yolu ile kendine oy verdirdiği bir seçim olan 1912 seçimleri sonucunda doğal olarak iktidar partisi kazanmıştır.

Diğer bir örnek olarak 1946 seçimleri Türk demokrasi açısından çok partili hayat geçişin ilk seçimleri olması hasebiyle önem taşımaktadır. 1940’lı yıllardan itibaren ülkemizin ABD yanlısı bir politika izlemeye başlaması ve ABD’nin de ülkemizin çok partili hayata geçmesini talep etmesi, o dönemde iktidara karşı olan muhalefette memnuniyet yaratmıştır. Bunun neticesinde CHP ve DP olarak iki parti seçime girmiş, ancak bahsettiğimiz önemine rağmen iktidarın yönetimi bırakmamak amacıyla “açık oy gizli tasnif” ilkesiyle seçim yaptırması sebebiyle bu seçimler anti demokratik bir seçim olarak kayıtlara geçmiştir.

En son yapılan 2002 yerel seçimlerinde demokratik açıdan ülkemiz çok yol katetse de sonuçları itibariyle mecliste halkın %34’nün temsil edilmesi, yazımın en başında ifade ettiğim gibi ülkemize dışardan empoze edilen demokrasinin yarattığı sonuç olarak kabul edilebilir.

Dünya politikasına yön veren devletlerin diğer devletlerde yapılan seçimlere ve seçilen yöneticilere el altından karışması ve seçimleri kendi siyasetine uygun şekilde sonuçlandırması, aslında geçmişten beri varolan bir yöntemdir. Mesela Osmanlı İmparatorluğu’nun, dünya siyasetine yön veren devlet durumunda iken, Avrupa’da, kendi toprakları dışında olsa dahi, hükümdarların tahta geçmesine müdahele ettiği hatta tarafların Osmanlı desteğini almak için kendisine başvurduğu bilinmektedir.

Bugün ise bu yöntem seçimlere müdahele olarak kendini göstermektedir. Nitekim şu an dünya politikasını yönlendiren ABD’nin turuncu devrim, mavi devrim adı altında ülkelerin seçimlerine karıştığı hepimizin aşina olduğu bir durumdur.

Hatta ülkemizde bugün, geçmişte ecdadımıza yapıldığı gibi, ABD’ye gidip icazet almak gibi bir durum da mevcuttur. Hatta yaklaşan seçimlerle beraber partilerin verdiği seçim ilanları bile kendilerinin dayandığı temeli gösterir nitelik kazanmıştır. Bir partinin gazetelere verdiği “milletin evlatları” şeklindeki ilanda geçmişte ABD yanlısı politikalarıyla ünlü Menderes ve Özal’la birlikte liderin kendi resmini koyması durumu açıkça göstermektedir.

Son olarak belirtmek isterim ki; özellikle ABD’nin el altından müdahale ettiği seçimlerle ülkemiz çift kutuplu bir millet haline dönüşmektedir.

Umarım 22 Temmuz günü yapılacak seçimlerde halkımız geçmişte yaşadığımız dışarıdan müdahaleye izin vermeyip yerine kendi özgün iradesini seçimlere yansıtarak ülke geleceğimizi belirler. Seçimlerin hepimize hayırlı olmasını temenni eder, saygılar sunarım.

Seçtiklerimizi Denetleyelim

İki sarhoş, ellerinde bıçak bir tartışmaya tutuşmuşlar. Yolda gördükleri bir küçük hayvana birisi kurbağa, diğeri tosbağa demekteymiş. Tartışma büyümüş, birbirine saldıracak hale gelmişler. Sonra oradan geçen birine sormaya karar vermişler. Adam bir yerdeki hayvana, bir de eli bıçaklı sarhoşlara bakmış. Sonra birinin yanına varmış;

-Allah Allah, demiş, buradan bakınca tosbağa gibi görünüyor.

Sonra ötekinin yanına sokulmuş;

-Hayret, demiş, buradan bakınca da kurbağa gibi görünüyor.

Bu fıkrayı üç açıdan yorumlayabiliriz:

a- Adam gerçekten farklı açılardan bakınca, günışığının yansıması gibi bazı etkenlerle, hayvanı farklı görmüştür.

b- Hakem tayin edilen üçüncü adam da sarhoştur.

c- Adam, sarhoş tartışmacıların şerrinden korkmuş olduğu için doğruyu bildiği halde söyleyememektedir.

Bu yorumları seçim sonuçlarını değerlendirmek için yapmamız mümkün. Fakat isterseniz biz bu yorumları yapılan genel seçimler sonrası seçilen ve devlet yönetimini üstlenecek olan kadrolar için uygulamaya çalışalım:

a- İnsan bulunduğu konuma göre gerçeği farklı algılayabilir. Mesela, devletin bilgilerine vakıf olduktan sonra yeni yöneticilerin bazı fikirlerinde değişiklik olabilir. Ancak bu değişiklik daha önceki savunulan fikre zıt bir noktaya kadar geliyorsa bunu makul karşılamak mümkün olmasa gerektir.

b- Doğru politikaları tayin edip uygulayamıyorsa görev verilenler gerekli ehliyeti haiz değildir.

c- İktidarlar milletinden aldığı gücün farkında olmaz ve bu gücü kullanmayı bilmezlerse, dış etkenler sebebiyle doğru bildiklerini de ifade edemez ve uygulayamazlar. Bir başka ifadeyle “sert esen rüzgârlara” göre gerçekler farklı algılanıp, farklı gösterilebilir.

Kudretli Osmanlı Padişahı 4. Murad’ın annesine, “burada rüzgâr sert esiyor valide” deyişi boşuna değil. İktidarda olanlar hep sert rüzgârlara muhatap olur. Bizim vurgulamak istediğimiz devlet erkini kullanan yöneticilerimizin iç ve dış rüzgârlar ne kadar sert eserse essin doğru istikamette kalmalarıdır.

Bundan önceki hükümetlerde de çok kaliteli ve halkın içinden çıkmış insanların bulunduğunu biliyoruz. Ancak bu değerli zannettiğimiz insanların bir kısmının, içinden çıktıkları geniş halk kitlelerinin menfaatlerini unutup, şahsi veya parti menfaatleri sebebiyle yerli veya yabancı güç odaklarına hizmet ettiklerini görmedik mi?

Yeterli manevi ve fikri hazırlığı yapmadan devlet erkini kullanmaya başlayanların yoldan sapmalarına karşı en önemli sigortamız, temel milli değerlerimizden sapılması karşısında isyanını yükselten namuslu aydınlar ve sivil toplum örgütleri olmalıdır.

Bu konuda ise maalesef çok iyimser değilim. Seçimden sonra oluşan yeni siyasi dengelere göre omurgasız birçok sözde aydının, yazar ve çizerin bugünden itibaren, daha düne kadar söylediklerinin tam tersini savunmalarına da hazır olalım. Namuslu aydın ve fikir adamının bu ülkede en fazla ihtiyaç duyulan şey olduğunu düşünüyorum.

İçimizden çıkan seçtiğimiz insanların yoldan sapmasına karşı sessiz kalmak, “bizdendir, yapıyorsa bir bildiği vardır” demek, “haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” hükmüne muhatap olmak demektir.

Öncelikle ifade edelim ki, seçtiğimiz insanlarımıza hep şüphe ile bakmayalım, onların zayıf karakterli ve kolay satın alınır olduğuna dair bir önyargımız olmasın. İyi yaptıkları icraatı candan destekleyerek onlara moral ve şevk verelim. Gerçekten vatandaş olarak kısıtlı bilgiye sahip olduğumuz için, bazen seçtiğimiz insanların bize ters gelen uygulamaları olabilir. Bu durum her zaman yoldan çıkma anlamına gelmez. Bütün bunlar doğru. Ama yaşadığımız tecrübelerin Türk vatandaşları olarak ihtiyatlı olmamızı gerektirdiği de bir hakikat. Öyleyse bizim eksik bilgiye dayanan yanlış yorumlamamızla gerçekten yoldan çıkmayı nasıl ayırt edeceğiz?

“Bu şartlarda siz olsaydınız farklı mı yapardınız?” sualine karşı cevap vermeden önce şu hususları gözden geçirmemiz gerekiyor: Türk milletinin menfaatine aykırı olan icraatın ne kadarı “rüzgârın sertliğine” bağlıdır; ne kadarı hazırsızlık, vizyonsuzluk, yeteneksizlik, beceriksizlik ve ne kadarı da “gaflet, delalet ve hatta hıyanet”ten kaynaklanmıştır? Bu sorulara cevap verebilmek için seçtiğimiz insanları her fırsatta sorgulamak bir vatandaşlık görevidir. En azında esen “sert rüzgâr” hakkında bilgi vermelerini, aklımızı ve vicdanımızı ikna etmelerini istemek durumundayız.

Dileğimiz devlet erkini teslim ettiğimiz ve başarılı olmaları için duacı olduğumuz vekillerimiz ve yeni yöneticilerimiz, el-etek öpücülere değil, milletimizin değerlerine önem verirler. Türk Milletinin huzur ve refahı için, Türk Devletinin birliğini dirliğini koruması, dünyada sözü geçen güçlü bir devlet olması için çalışırlar ve üstün başarı gösterirler.

Siyasette Bal Yalamak

Siyaset meydanında en çok dinlediğimiz sözler” size hizmet için varız. Kendimi milletime adıyorum. Maaşımı almayacağım. Emanet oy istiyorum. Başarılı olamazsam geri alın. Güveneceğiniz tek adres benim.”

Bu sözleri daha da çoğaltabilirim.

Geçmişte de böyle söyleyerek seçildiler. Bazıları seçim için yakınlarından borç almıştı. Bazıları elindeki babadan kalma mülkünü satmıştı. Bazısı ise eşinin bileziklerini satarak yola çıkmıştı. Adaylardan bazısı yolda kaldı bazısı ise kazandı. Kazananın belkide

Ankara da yaşayabilecek parası bile kalmamıştı. Fakat Ankara nın sihirli değneği bir müddet sonra ona da değecektir. Birden bire palazlanacak ve kısa zamanda bayağı iş adamı olacaktır.

Değerli dostlar.

Siyaset yolu ile hizmet etmeyi vadedenler (az bir kısmı hariç) çeşitli siyasi makamlara ulaştıklarında neden aldıkları maaşlarla yetinmeyip, devlet malına saldırırlar. Ya kendileri yada aile efratları devletle iş yapar hale gelirler. Kendi partilerinden olan belediyelerden ya iş alırlar yada onlara mal satarlar. Bu makamlara gelince bütün bunlar hak haline mi geliyor?

En az ihtimal vermediklerimiz bile en büyük ranta talip oluyor. Kendisi yapmıyorsa babasının şirketine yaptırıyor. Kardeşinin mesleği tamamen farklı iken kendisi göreve geldiğinden itibaren kardeşinin de mesleği onun görevine uygun hale geliveriyor.

Herhalde biz hırsızı seviyoruz. Ya da hırsızlığı siyaset yapana yakıştırıyoruz.

Peki, gerçekten dürüst kalmak isteyenler ne olacak? Onlar arada güme mi gidecek? Mademki siyaset Ülkenin en önemli, en yetkili, en etkili kurumu o halde bu kurumun emin ellerde olması gerekmez mi?

Bana söyler misiniz? Oy verdiğiniz siyasetçiyi iyi tanıyor musunuz? Hiç onunla bir sohbette bir arada oldunuz mu? Hiç birlikte seyahat ettiniz mi? Kendisi ile hiçbir alış verişiniz oldu mu?

Bütün bunlardan hiç biri sizce evet olarak cevaplanamıyorsa siz kime oy veriyorsunuz?

Sadece lidere mi? Sadece takım tutar gibi tuttuğunuz partiye mi? Yoksa arkadaşım öyle istedi mi? diyorsunuz.

Şayet kanundan kaçmak için meclis bir koruma kalkanı oluşturuyorsa orası giderek suçlular sığınağı haline gelmez mi?

Bence acilen şu kararlar alınmalıdır.

1-Milletvekili koruma kalkanı kaldırılmalıdır. Sadece kürsü dokunulmazlığı kalmalıdır.

2-Milletvekili eş ve çocukları ile baba ve anneleri adına kurulacak şirketler, devletle ve devlet kurumları ile iş yapamamalıdır.

3-Milletvekilleri ile 1. ve 2. derece yakınları devletten kredi alamamalıdır.

4-Milletvekili görevi esnasında ilave mal edinememelidir. Mal varlığı çoğalmamalıdır.

5-Gizli ortaklıklar olmamalıdır. Haksız mal edinenlerin çocukları siyaset yapamamalıdır.( ki oto kontrol sağlansın)

6-Basit bir işe alınacak eleman için bir sürü vasıf aranırken siyasette vasıfsızlığın önlemi en kısa zamanda alınmalıdır.

7- İktidara gelen parti siyasi partiler kanunu ile seçim kanununu derhal değiştirmelidir.

8-Halk ortak listeden istediği adayı seçebilmelidir.

9-Siyasi harcamalar sınırlandırılmalıdır.

10-Siyasette harcama yapanların vergi kayıtları incelemeye alınmalıdır.

Cumhuriyete sahip çıkmak budur. Soyguna, soyguncuya dur demenin yolu budur.

İktidara talip adayların vaatleri arasında muhakkak bu hususlar olmalıdır. Meclise girdiklerinde bu hususlarda kanun teklifi vereceklerini açıklamalıdırlar.

Şunun şurasında az kaldı. Her zamanki gibi “ellerim kırılsaydı..” ile başlayan sözler sarf etmemek için adayları tanımaya vakit ayırınız. Oy vermek basit iş değildir. Sandığa bir kâğıt parçası atıp kurtulmak hiç değildir.

Oy vermek geleceğini tayin etmektir. Çocuklarına ve torunlarına miras bırakmak demektir. Ülkeye hizmet etmek veya ihanet etmek demektir. Hırsıza anahtar vermek veya kelepçe vurmak demektir. Sonuçta Ülke kaderi ile oynamak demektir. Soyut ifadelere değil somut örneklere bakınız. Oyunuzu muhakkak kullanınız.

Lütfen iyi seçmen olunuz. İyi seçmen iyiyi, güzeli, vasıflıyı seçen demektir.

Küresel Isınma, Orman Yangınları ve Osman Pepe

Havaların çok sıcak gittiği bugünlerde, küresel ısınmayla ilgili söylemler dillerde çok tekrarlanır hale geldi.

Aziz dostlar; olayın çok fazla bilimsel yönüne girmek istemiyorum. Kısa bir ifadeyle küresel ısınma, atmosferdeki karbondioksit ve metan gazlarının oranlarındaki artış dünya yüzeyinin sıcaklığını yükseltmektedir diye tarif edilir.

Bizim için önemli olan ise küresel ısınmanın hayatımız üzerindeki olumsuz sonuçlarını hep beraber yaşıyor ve görüyoruz. Küresel ısınma iklim değişikliğine yol açıyor. Aşırı bunaltan sıcaklar dünyanın bir bölümünde yaşanırken, bir diğer bölümünde seller, kasırgalar inanılmaz boyutlara ulaşmış durumda.

2007 yılının dünya genelinde kayıtların tutulmaya başlandığı son 150 yılın en sıcak yılı olacağı öngörülüyor. Kutuplardaki buzullar eriyor, deniz suyu seviyesi yükseliyor. Kışın sıcaklıklar artıyor, mevsimler birbirine karışıyor, hayvanların göç dönemleri değişiyor.

Şu ifadeleri basın-yayın organlarında daha çok duyar hale geldik. Buenos Aires’te 89 yıl sonra kar yağdı. Londra’da yaz mevsiminde kar yağdı. Antarktika’da buzullar eriyor.

Aslında amacım içinizi karartmak değil. Ama unuttuğumuz, hafife aldığımız bir gerçeğide gözler önüne sermek gerekiyor.

Çevre ve Orman Bakanlığımızın küresel ısınmayla ilgili, geniş kampanyalar başlattığını takdirle gözlemliyoruz. Radyo ve televizyonlarda bu konuyla ilgili halkı bilinçlendirmek amacıyla reklamlar yapılıyor. Diş fırçalarken, tıraş olurken dikkatli olmamızı, gereksiz yere yanan ışığı söndürmemizi, araçlarımızı hız limitleri üzerinde kullanmamamız konusunda aydınlatıcı bilgiler veriliyor.

Aynı zamanda hemşerimiz olan Bakan Osman Pepe küresel ısınmayla ilgili önlemler konusunda halkımızı bilinçlendirmek için şu ifadeleri kullanıyor. “Ülkemizde küresel ısınmayla ilgili en büyük görevler evdeki Ayşe Teyze’ye, İlkokul 8.sınıfa giden Hasan’a, kamyon şoförü Mehmet’e düşüyor. “Olayı halka mal etme açısından güzel bir açıklama olduğu hepimizin malumu. Zaten kıt olan su gibi, elektrik gibi, akaryakıt gibi kaynaklarımızın doğru kullanılmasını devletimizin bütün birimlerinin halka örnek olacak şekilde uygulamaları gerekmekte.

Ağaçlandırma, bilim adamlarının önerisiyle küresel ısınmayla mücadelede en kolay uygulanacak yöntem iken, son günlerde ciğerlerimiz diye tabir ettiğimiz ormanlarımız maalesef cayır cayır yanmakta.

Orman yangını deyince aklıma küçük bir çocukken, Yeniköy’deki Avrakdere mevkiinde çıkan ve beni çok üzen yangınlar gelir. Cami hopörlerinden rahmetli bekçi Ali Dayı’nın ” Yangın vaaar! duyduk duymadık demeyin, bütün komşular köyün meydanına toplansın” naraları hafızamda hala bugünmüş gibi canlı duruyor.

Yangınların çıkış sebeplerinde, yıldırım gibi doğal afetlerin oranı % 5 civarında olurken, dikkatsizlik, anız yakma, piknikte tam olarak söndürülmeyen ateş, sigara izmariti ve kasıt gibi nedenler % 95 oranında orman yangınlarına sebebiyet vermektedir.

Bütün nedenleri anlarımda, sırf kendi pis emellerini gerçekleştirmek için ormanları yakan ve bundan zevk duyan teröristlerin ruh halinden anlayamam. Bu alçakça zihniyeti esefle kınıyorum… Hangi irade, hangi vicdan bir ağaçtan kuşların cıvıl cıvıl öttüğü, o gönlümüzü ve bedenimizi dinlendirdiğimiz ormanlarımızdan öç almaya çalışır.

Bize düşen görev “Yarın kıyametin kopacağını bilseniz ağaç dikin” Nebiler Nebisinin o güzel hadisine riayet etmemizi gerektirir. Orman içinde görülen en küçük bir dumanda ALO 177 Orman yangını hattını aramamız milli ve vicdani bir görevimiz olmalıdır.

Çevre ve Orman Bakanlığımız Ağaçlandırma konusunda da son yıllarda büyük çalışmalara imza atmıştır. Bakan Pepe “sadece 2006 yılında 300 milyondan fazla fidan dikildiğini ama bunun yeterli olmadığını, Anadolu’nun kıraçlaşmış, kahverengileşmiş bozkırlarının yeşillendirilmesi için 500 milyon fidan dikmeyi planladıklarını” belirtmiştir.

Her karışı şehit kanıyla sulanmış bu coğrafyayı atalarımızdan emanet aldık. Yarın çocuklarımıza yaşanılabilir bir memleket bırakmak istiyorsak, ormanlarımızı korumamız ve küresel ısınmayla ilgili çalışmalara destek vermemiz gerekiyor.

Türkiye-İran Doğalgaz Anlaşması

Bu hafta Türkiye, İran ile doğalgaz anlaşması yaptı. Bu çok önemli anlaşmanın yararlarından ve çekincelerimden bahsetmek istiyorum. Nedir bu anlaşma? Bu anlaşma ile Türkiye, kendi tüketiminin yarısını İran’dan çıkartarak elde edebilecek. Ayrıca Türkmen gazı da yeni bir hat yapılarak İran ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya satılacak.

Şu an tükettiğimiz gazın % 65’ini Rusya’dan, % 16’sını İran’dan ve geri kalanını Nijerya ve Cezayir’den alıyoruz. Bu hamle ile dışa bağımlılığımızı çeşitlendireceğiz. Bu ise bize ithalatımızda, fiyatta indirim kozumuz olacak. Bildiğiniz gibi Rusya geçen aylarda, Türkiye’nin enerji koridoru olma isteğini ve bununla ilgili yaptığı anlaşmaları pasifize etmek için Türkmenistan ve Kazakistan’la alternatif projeler yapmıştı. Orta Asya gazını Avrupa’ya bağlayacak projelerden Bakü, Tiflis, Ceyhan(BTC) ve Nabucco projelerinden Türkiye adeta dışlanmak istiyordu. Rusya alternatifsiz olmak istiyordu. Türkiye’nin bu atağı sadece kendisi için değil, Avrupa’yı da gaz alımında direkt Rusya’ya bağlamaktan kurtarmaktadır. Ayrıca bu durum, Türkiye’yi AB konusunda daha avantajlı hale getirmektedir.

MESAJ Çekincelerime geçmeden önce bu anlaşmayla Türkiye, ABD ve Rusya’ya ne gibi mesajlar verdi? Bana göre, artan terör olayları nedeniyle Türkiye ABD’ye bir mesaj veriyor. İran, ABD için bölgedeki en tehlikeli ülke.(İsrail’in güvenliği ve rejim ihraç edip Ortadoğu’daki politikalarına zarar verebilir) Türkiye bu anlaşmayla ateşle oynadığını biliyor. Ama bence ABD’yi alternatifsiz olmadığına dair uyarıyor. Terör konusunda somut adımlar beklediğini ima ediyor.(Biliyorsunuz İran’da, Türkiye’yi yanına çekebilmek için daha önce bombalamadığı PKK kamplarını son zamanlarda bombalıyor) Rusya’ya ise bu bölgede Türkiye’yi yok sayarak bir şey yapamayacağı mesajını vermiş oldu.

ÇEKİNCELERİM Türkiye için çok önemli bir anlaşma çerçevesi çizen bu anlaşma uygulanabilir mi? İşte burada çekincelerimden bahsedeceğim. İlk önce bu projenin maliyeti 6 milyar dolar. ABD’nin şu an İran’a karşı ambargosu var. Buna göre 20 milyon dolardan fazla İran’dan alım yapacak şirkete veya devlete ambargo uyguluyor. Amerikan ambargosu varken bu anlaşmanın uygulanması çok zor.

İkincisi, bu anlaşma tabiki Rusya’yı hiç memnun etmedi. Yakında ondan da bu projeyi suya düşürmek için bir karşı atak bekliyorum. Mesela şöyle olabilir. İran kendi gazını pazarlayamadığı için(ABD ambargosu) Rusya, İran ve Türkmen gazını kendi pazarlamak isteyebilir. Ya da İran’ın nükleer programına destek vermek için, bu projeden İran’ı çekilmeye zorlayabilir.

Üçüncüsü ABD, Avrupa’nın arz güvenliğini çeşitlendirmek istediğini söylüyor ama somut adım atmıyor. İran rezerv bakımından Rusya’dan sonra ikinci. Ama İran, ABD tarafından Şer Üçgeni olarak adlandırılan(Irak, İran ve Suriye) ülkelerden. Yakın zaman da İran’a saldırması olası gözükmese de onu zayıflatmak için(siyasi baskılar, ekonomik ambargolar vs.) elinden geleni yapıyor. Bu nedenle ABD ,Türkiye’nin bu atağını hoş karşılamadığını hemen belirtti. Bu projenin olmaması için büyük baskılar bizi bekliyor.

Son olarak istediklerini ABD bu hükümete yaptıramazsa, o zamana kadar farklı bir hükümet kurulursa bu projeyi onların rafa kaldırma ihtimali de yüksek bir ihtimal.

Avantajları kadar her zaman anlaşmaların dezavantajlarıyla vardır. Böyle kritik bir dönemde bu anlaşmaya imza atanları kutluyorum. Umarım hepimiz için hayırlı olur.

Saygılarımla…

Seçim Fıkraları

Doktorun muayenehanesine gelen hasta sıkıntısını anlatır: “Doktorcuğum, söylemeye utandığım bir problemim var. Olur olmaz yer ve zamanda gaz çıkarıyorum. Ama bereket sessiz ve kokusuz. ”Doktor bunun üzerine iki ilaç yazar ve hastayı gönderir.

Hasta bir hafta sonra doktorun muayenehanesine kızgınlıkla girer. “Doktor, senin verdiğin ilaçları kullandıktan sonra gaz çıkarmam kesilmediği gibi leş gibi kokmaya başladı” der.

Bunun üzerine doktor gayet sakin “güzel, sinüzitin tedavi olmuş, şimdi sıra kulaklarını tedavi etmeye geldi” cevabını vermiş.

Seçimle birlikte birçok kişinin (özellikle medyanın) burunları ve kulakları tedavi olacak gibi. Şimdiye kadar farkına varamadığımız birçok pisliğin kokusunun ortaya çıkacağı anlaşılıyor. Dileğimiz pisliklerin kaynağının temizlenmesi.

**************************

Kaza yerinin etrafını önce polis kordonu sonra da büyük bir meraklı kalabalığı çevirmişti. Gazetesine, iyi bir kaza fotoğrafı yetiştirmek isteyen uyanık foto muhabiri çemberleri aşamayınca,

“Yol verin. Yol verin. Ben kaza kurbanının oğluyum” diye bağırmağa başladı. Kenara çekilip yol verdiler. Foto muhabiri yaklaştı.

Arabanın önünde bir eşek yatıyordu.

23 Temmuzda seçimlerin sonucunu iyi kestiremeyen dalkavukların da nesebi ortaya çıkacak…

****************************

Küçük Kayseriliye hocası sormuş :

– Altı kere altı?

– Otuz dokuz.

– Otur, sıfır.

Arkadaşı sorar :

– Bildiğin halde neden otuz dokuz dedin?

– Pazarlık edecektim, anlamadı…

Kayserili Sayın Abdullah Gül ve Başbakan Sayın R.T.Erdoğan Cumhurbaşkanlığı seçimi için pazarlık yapacağını muhalefete anlatamamıştı. Sayın Tayyip Erdoğan bir daha böyle bir yanlışlığa düşmemek için peşin peşin genel seçimden sonra yeni mecliste uzlaşma arayacağını söyleyerek pazarlık kapısını açık bıraktı. Ama galiba Sayın Abdullah Gül şansını kaybetti.

*****************************

Deli adamın biri bir gün balkondan aşağı olta sarkıtmış. Yoldan geçen biri adama sormuş:

-“Kaç balık tuttun?”. Delinin adama cevabı:

-“Deli misin be adam burada balık ne arar?”

Ertuğrul Günay’ı listesine alan AKP lideri Erdoğan sol kesimden; İlhan Kesici ve Yaşar Okuyan’ı listesine alan CHP lideri Baykal ise sağ kesimden oy alamayacaklarını herhalde biliyordur. O halde neden böyle farklı gözükmeyi tercih ediyorlar acaba?

********************************

Köylü adamın biri iş icabı kasabaya inmiş. Dönerken karısına hediye olsun diye bir ayna satın almış. Eve geldiğinde de daha önce hiç ayna görmeyen karısına aynayı vermiş.

Karısı aynaya bakınca ağlaya ağlaya anasının yanına koşmuş. “Ana ana bak oğlunun yaptığına. Bunca yıldan sonra üzerime kuma getirmiş” diyerek aynayı anasına uzatmış.

Anası aynaya bakınca, “tü gözün kör olmasın damat bu karı hem yaşlı hem çirkin..”

Seçim bazı gerçekleri yansıtacak bir ayna olacak. Ancak bana öyle geliyor ki, seçimden sonra okuyacağımız seçim değerlendirmelerinde de yine herkes kendini tarif edecek.

Genel seçimin milletimiz için hayırlı olmasını diliyorum.

Seçime Giderken

20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nın bir yıldönümünü daha geride bıraktık. Bu harekât ile Kıbrıs Türkü can ve mal güvenliğine kavuşmuş, KKTC kurulmuş, Kıbrıs Türkünün şeref ve haysiyetiyle yaşayabilme ortamı doğmuştur.

Ancak, Devlete ve egemenlik hakkına sahip olmaktan rahatsız olan bazı Kıbrıs Türkleri görülmektedir. Kıbrıs Rumu gibi hareket eden bunlara göre, Türkiye sıradan bir komşu ülkedir ve Türk askeri Kıbrıs’ta misafirdir. Mevcut siyasi iktidar da bu çizgidedir. Türkiye’de iktidarda olanların da Kıbrıs’taki yönetimi desteklediği düşünülürse; mevcut olumsuz gelişmelerden Türkiye’deki yönetim sorumludur diyebiliriz. Zaman zaman KKTC bize yük oluyor denmiştir. Oysa 1982’den beri KKTC’ye giden para Türkiye’de bankaların içinin boşaltıldığı miktar kadardır. Yine Kıbrıs’ın stratejik öneminin kalmadığı soğuk savaş malzemesi olarak ileri sürülebilmiştir. Annan Plânını kabul ettirebilmek için Türkiye’den milletvekilleri gönderilmiştir. Türkler boş hayallerle kandırılmış, spora kadar ambargolar sürdürülmüştür. Kıbrıs politikasında yanlış üzerine yanlış yapılmış, Annan Plânına evet denilerek KKTC’nin varlığı ve egemenlik haklarından fedakârlık yapacağımız mesajı verilmiştir. Şimdi bizden istenen, KKTC’nin ortadan kaldırılması ve Kıbrıslı Türklerin Adada azınlık durumuna düşürülmesidir. Dört senenin sonunda Kıbrıs’ta bu noktaya geldik. Hayali AB üyeliği yolunda bazıları KKTC’yi engel gördü. Oysa bu yolda KKTC’yi engel görenler, Türkiye’nin ve KKTC’nin önündeki gerçek engellerdir. Kurduğumuz devleti koruyabilme ve yaşatabilme şeref ve haysiyetini yeterince gösteremedik.

Kıbrıs’ı bu noktaya getirdik de; Irak’ta başarı mı sağladık? Hayır. “Ortadoğu ve Irak’taki ABD’nin başarısı bizim de başarımızdır, Irak’a Türkmen gözlüğüyle bakmıyoruz, ABD haklı mücadele veriyor” diyerek ve ABD askerlerine methiyeler düzerek bir takım beyanlarda bulunursanız; sonucuna da katlanırsınız. Son 4,5 senedir Irak’ta ve Irak’ın kuzeyindeki gelişmeler, Türkiye için çok düşündürücüdür. Hatta Irak’ın kuzeyinde onun bunun ticari menfaati, ülke menfaatlerinin önüne geçirilmiştir. Askerin önünü açmak ve pazarlık gücünü arttırmak yerine tersi yapılmıştır.

Seçim tartışmaları ve kısır kavgaların arasından sıyrılıp bu Pazar günü gerçeklerin üzerindeki örtüyü ve sisi biraz kaldıralım dedik. Seçim dönemi birçok gerçeği gizledi. Türk Cumhuriyetlerine gittin gitmedin tartışmaları yapıldı. Gagavuzya’da Üniversitedeki Türkçe bölümünün ilgisizlik dolayısıyla kapatılmış olmasından kaç kişi haberdardır? Bu ilgisizlik acaba bizden mi kaynaklanmaktadır? Gagavuzlar din adamı ihtiyacını karşılamak için Ortodoks Yunanistan’a öğrenci göndermektedirler. Türk asıllı olan bu insanlar Yunanistan’da birer Türkiye düşmanı olarak yetiştirilmekte ve ülkelerine gönderilmektedir. İlahiyat Fakültelerimizde Hıristiyan Türk toplulukları için din adamı yetiştirme işi ele alınmalıdır. Gücümüzü birbirimize karşı kullanmak yerine ve bu gibi haklı talepleri şövenistlik ve Turancılık alışılmış ezberine sokup suçlamadan artık gerçekleri görelim.

Bazı sözde İslâmi ve İslâm’ı sulandırıcı yayın organlarında yabancılaştırma şekline dönen özelleştirmelere yöneltilen haklı tepkiler, iktisadi ırkçılık olarak takdim edilmektedir. Bu şekilde konuya yaklaşanların, dışarıdan komisyon alıp almadıklarını merak ediyoruz. Bazıları artık yükselen milliyetçiliği fark etsinler. Vatanını, ülkesini ve mili menfaatlerini korumadan sağlam Müslüman da olunamıyor. Eğer olunabilir deniyorsa; bunun bir çeşidi de, İslâm’ı diyalog adı altında sulandırmak ve Müslüman’ı tanınmaz hale getirmektir. Üç dinli ve üç peygamberli Müslüman olur mu? Allah indinde hak din İslâm değil mi? Bizimle savaşıp öldürülen Hıristiyanlar da şehit sayılabilir mi?

Bugün sandık başındayız. Türk Milletinin vereceği kararın ülkemize, Türklük âlemine, İslâm Dünyasına hayırlara vesile olmasını dileriz. Türkiye’deki gelişmeler birçok ülke tarafından örnek alınmakta ve örnek gösterilmektedir. Vatandaşın basın yoluyla olup bitenleri fark ettiği inancında değiliz. Anti-demokratik dayatmalar ve gerçekleri karartmalar, baskılar, yolsuzluklar yıllardır sürüyor. Bazı menfaat hesapları gerçekleri bazılarına yazdıramıyor. 2007 Genel Seçimleri önemli bir kararı ortaya çıkaracak: Sevr yolunda yol alan bir Türkiye mi, yoksa eksik de olsa Lozan’ı koruyan bir Türkiye mi? Ankara hattı mı, yoksa Brüksel veya Washington hattı mı? Oyumuzu mutlaka kullanalım.

Ben Bu Sıcakları Sevdim

Herkes tedirginlik içinde. Son yetmiş sekiz yılın en sıcak yaz mevsimini yaşayacakmışız. Afrika çöl sıcakları ortalığı kasıp kavuracakmış. Yaşlılar, çocuklar, zorunlu işi olmayanlar gölgeden dışarıya çıkmamalılarmış. Az hareket etmeliymişiz, bol su ve tuzlu ayran içmeliymişiz. Bir araya gelen insanların birinci gündem maddesi sıcak hava. Eyvah, yanmışız ölmüşüz de haberimiz yok. Barajlarda su kalmamış, susuzluk her an başlayabilirmiş. Klima satışları artmış, serin hava Kaf Dağı’nın arkasında kalmış…

Bir bayan telefonda kaygılarını benimle paylaşmak istiyor: “Hocam, yarın kavurucu sıcaklar başlıyormuş, üç gün sürecekmiş. Ne yapacağız?” Verdiğim cevap, beklediği gibi değil; ama itiraz da edemiyor: “Ne kadar güzel. Sıcaktan kavrulan, suya hasret Afrika insanını anlayabilmek için olağanüstü bir fırsat. Afrika’da yaşayanları anlayabilmek için buralara gitmeye gerek kalmayacak.

Sıcaklar geldi. Bu havada, bulunduğumuz mekânlarda terledik, halsiz kaldık. Hafif şeyler yeme ihtiyacı duyduk, serin mekânları tercih ettik. Şimdilik, mevsim normallerine döndük. Bir süre sonra aşırı sıcakların tekrar başlayacağı söyleniyor. Ne güzel, hoşumuza gitmese de, bilmek işimize gelmese de, böyle iklimlerde yaşayanları anlayabilmek için güzel bir fırsat doğacak. Bana kimse kızmasın.

Terbiyeyi terbiyesizden öğrenmek yanlış bir yöntem midir? Fakirlik diye bir şey olmasa, zenginler haline nasıl şükredecek? Hastalık olmasa, sağlığımızın kıymetini nasıl bileceğiz? Belki, dikeni olmasa gül bu kadar kıymetli olmayacaktı! Şükrü, şükürsüzden öğrenmek; sağlığın kıymetini, hastadan öğrenmek; zenginliğin kıymetini, fakirden öğrenmek, ılıman iklimin değerini, soğuk ya da sıcak iklimden öğrenmek; dostların kıymetini, yalnızlıktan öğrenmek; inançlı olmanın ayrıcalığını, inançsızdan öğrenmek; aydınlıkların kıymetini, karanlıkta kavramak… bir öğrenim yöntemi değil midir? Musibetin, nasihat yani eğitim değeri olduğunu kim inkâr edebilir? Edebiyatta buna “tariz” sanatı diyorlar. Tariz, bir gerçeğin değerini tersi bir durumla, sözle kavratmak. Böyle durumlara halk arasında “kinaye” dendiğini de görüyoruz. “Devlet malı deniz, yemeyen domuz.” atasözünü, tariz sanatı açısından değerlendirip devlet malı yiyenleri kınama anlamıyla düşünmek, bir doğrunun güçlü vurgulanması bakımından daha doğru olacaktır. “Beni sokmayan yılan bin yaşasın.” atasözü için de aynı yöntem kullanılabilir.

Adı ne olursa olsun, kimse ıstırap çekmek istemez. Ancak, adına “aşk” denen ıstırap olmasaydı Mevlana, Yunus Emre, Mecnun olur muydu? Onlar yanarak yüceldiler. Hiçbir element ateşe girmeden cevherleşemez. Güneş görmeyen elmanın, üzümün tadı olur mu? Tarihin parlak sayfalarını güneş ya da yıldız misali aydınlatan insanlardan hangisi, hak ettiği unvana herhangi bir konuda ıstırap çekmeden gelmiştir? Istırap, başarmak ya da başkalarını anlamak için ciddi bir öğrenim yoludur. Ağaçtan düşen Nasrettin Hoca’mızın kendisine akıl danelik yapanlara “Bana ağaçtan düşen bir adam bulun.” demesi ne kadar yerinde bir istektir.

Kriz, kimine göre bir çöküş, kimine göre bir fırsat sebebidir. Krize teslim olanlar, kendi idam fermanını imzalamış olurlar. Kriz içinde olanlar, başkalarını anlarlar, krizden çıkmak için çözüm üretirlerse büyük bir fırsat yakalamış olurlar. Bu anlamda, çok korktuğumuz küresel ısınma bir fırsat nedeni olabilir. Ozon delinmekten, ormanlar baltalanmaktan kurtulabilir. Emperyalist güçler, yoksul ülkelere karşı duyarsız kalmaktan, hidrojen bombası yapmaktan, çevreye zarar veren sanayiden vazgeçebilirler.

Davranışlarımızda pozitif yönde değişiklikler için okumak, duymak, görmek yetmeyebiliyor. Bazen bizzat yaşamak gerekiyor. Bu da en pahalı öğrenme yolu. Ben son zamanlardaki susuzluk ve kavurucu sıcaklar sebebiyle, en azından, elimizdeki konforun kıymetini ve bu konfordan yoksun insanların ıstırabını anlayabildim, öğrenebildim. Siz ne öğrendiniz? Yoksa hala yakınanlardan mısınız?