22.8 C
Kocaeli
Cuma, Eylül 26, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1242

Leş Kargaları

Geçen hafta AKP Hükümeti, Türkiye’nin milli çıkarlarını hiçe sayarak, daha önce kapalı kapılar ardında anlaşmaya varılan protokolü, İsviçre’de imzaladı.

Sınırların kapatıldığı 1993 yılından bu yana ne değişti ki sınır kapılarının tek taraflı açılımına karar veren böyle bir protokol imzalanma gereği duyuldu.

Ermenistan, Azerbaycan’ın topraklarının neredeyse 1/5 ine tekabül eden topraklardan çekilmeye mi karar verdi?

Sözde soykırım iddialarından mı vazgeçti?
1921 yılında imzalanan Kars Antlaşması’nın yürürlükte olduğunu mu hatırladı?

Yoksa soykırım iddialarından kaynaklanan tazminat taleplerinden ve sınır değişikliği taleplerinden mi vazmı geçti?

Bunların tümüne verilecek cevap bellidir.

Ermenistan, sınırların kapatıldığı 1993 yılında durduğu yerde durmaktadır. Üstelik bu kez ABD ve Avrupa’dan aldığı güçle daha da sıkı durmaktadır.

Ama Türkiye’de çok şey değişmiştir.

İktidarının devamını Emperyal Güçler’ e bağlayan AKP İktidarı zamanında millet tepkisizleştirilmiştir.

Nasıl oldu bu derseniz size kısa bir hatırlatmada bulunmak istiyorum.

ABD’nin bu bölgeye yönelik planı, gerçek tetik çektirenin halen gizli kaldığı, Hırant  Dink’in katledilmesiyle başladı.

Arkasından Türk Halkı’nın yoğun bir şekilde aşağılanması süreci yaşatıldı. “Hepimiz Ermeniyiz” yürüyüşleri ile aşağılanma süreci devam ettirildi.

Aşağılanan halkların tepkisizleştiği örneklerine dünyada çokça rastlamak mümkün.

Halkın bu tepkisizliğine inanan ve Türkiye’yi o protokol masasına oturtan güçler, Ermenistan’ı kayırmışlardır. Ermeni’yi Türk’e, Hıristiyan’ı Müslüman’a tercih etmişlerdir.

O protokolün imzalandığı masanın etrafındakilere bir bakın lütfen. Osmanlı’ýı Sevr’de paylaşanların hepsi de o masanın arkasındaydı.

İngiltere’nin yerine ABD Temsilcisi olarak Bayan Clinton, Rusya Temsilcisi Lavrof, Avrupa’nın temsilcisi Salona, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun üzerine adeta abanmışlardı. Davutoğlu azıcık yan çizmeye kalksa, leş kargaları gibi ensesine çökecekler gibi duruyorlardı.

Protokolü imzalattılar ve Türkiye kaybetti.

ABD, Rusya ve Avrupa kazandı.

Rusya, Azerbaycan’ı kazandı. Amerika Kafkaslar’a ikinci adımını attı. Avrupa ikinci bir petrol, enerji nakil hattı kazandı.

Türkiye’nin Azerbaycan’ı bundan böyle kazanması zor görünüyor. Bu oyun ile birlikte, Türk’ü Kürde veya Kürdü Türk’e düşman etmekle yetinmeyenler, artık Türk’ü Türk’e düşman etmeye başlamışlardır.

AKP İktidarı’nın bu tavrıyla, kaybedeceğimiz ülke sadece Azerbaycan ile sınırlı kalmayıp, Azerbaycan çevresindeki Türk Cumhuriyetleri’ni, Yükselen Asya’yı kaybedeceğimiz aşikârdır.

Asıl hedefi Anadolu ve Trakya’yı Türk Yurdu olmaktan çıkarmak olan bu planı, Sevr gibi bozmak yine bu milletin iradesi ile tecelli edecektir.

AKP açısından bakıldığında başka çareleri yoktur. Zira başta Başbakan ve AKP yöneticileri, iktidarlarının devamının ancak ve ancak ABD ve Batı’nın isteklerini yerine getirdiği sürece mümkün olduğunu görmektedirler.

ABD desteğini çekerse, iktidarlarını kaybetme korkusu, ecel korkusu gibi sarmış her yanlarını. İşledikleri suçların korkusu, İktidar’ı daha büyük suçları işlemek zorunda bırakmaktadır her geçen gün.

Gidişat, geri dönülmez bir hal almıştır.

Erken bile değil, baskın seçim yaparak zevahiri kurtarma peşindeler.

Ama biz inananlar biliriz ki; korkunun ecele faydası yoktur.

 

Her Şeye Maydanoz

Nasıl yani? Nasıl? nasıl?
Herkese Merhaba… Herkese Merhaba… Herkese Merhaba…
İşte yine yeniden beraberiz sevgili okur…
Uzun zamandır Arızlı Konutları ile ilgili olarak yazmak istiyordum…
Çıkmaza girmiş bir konu bakalım nasıl çözüm üretilecek diye düşünürken değerli milletvekilimiz Sayın Fikri Işık’ın yaptığı açıklamalar beni harekete geçirdi… Ancak konuyu sıcağı sıcağına ele almak bana göre değildi… Konu ile ilgili değerlendirme yapma keyfine varayım istedim.

Kısmet bu güneymiş dedim ve başladım klavyemin tuşlarına bir bir dokunmaya…

17 Ağustos 1999’da yaşadığımız büyük felaketin yaralarını sarmak için adeta bütün Dünya seferber olmuştu. Kimi ülkeler gönül dostluğu yaptılar, kimileri kurtarma çalışmalarına yardım ettiler, kimileri daha da ileri giderek yaralarımızı sarmak için maddi yardımlarda bulundular.
İşte bunlardan birisi de Irak’tı. Irak’ın o dönemdeki devlet başkanı Saddam Hüseyin, depremzedeler için elini cebine atarak, 10 milyon dolar para göndermişti.
Bu para, 15 Eylül 1999’da Irak Kızılay’ı ile Türk Kızılay’ı arasında imzalanan protokol ile Türk Kızılay’ına verildi. Irak Kızılay’ı tarafından ülkemize gönderilen bu paranın bir bölümü ile Arızlı bölgesinde konutlar yapıldı.
Protokole göre, bu para ile yapılan evlere gerekli eşyalar dahi alındı. Hatta Irak Kızılay Başkanı ile Türk Kızılay Başkanı’nın, birlikte depremzedelere gideceği, bu eşyaları dağıtacakları öngörüldü.

Bir başka deyişle Saddam Hüseyin’in depremzede vatandaşların ihtiyaçlarının giderilmesi için gönderdiği paralarla yapılan bu konutlar enfes Körfez manzarasına sahip bir yerde ve depreme dayanıklı olarak yapıldı… İçleri eşyalarla döşendi.
Bu konutlara depremde hak sahibi olmayan fakat mağdur olan depremzedeler yerleştirildi. Kocaeli Özel İdaresi, buraya yerleşen depremzedelerle bir anlaşma yaparak 5 yıl ücretsiz kalmalarını sağladı. Depremzedelere 5 yılın sonunda 5 yıl daha oturmaları için izin verildi. Konutlarda oturanlardan ortak giderler için ayda 60 TL alındı.
On yılın sonunda Kocaeli Özel İdaresi, burada kalan depremzedelerin lojman kirasını ödemesini istedi. Bu istek üzerine buradaki bazı depremzedeler konutların eşyaları yanımıza kar diyerek eşyaları alıp gittiler. Kalan bazı akıllı depremzedeler ise zor günlerinde yanlarında olan devleti hiçe sayarak yapılan iyiliğin altında kalmayarak, ayaklandılar ve konutların kendilerine ait olduğunu iddia edip tapularını istediler.
Bu arada boşalan konutlara yanlış yapılarak devlet memurlarının yerleştirilmesi tüm yaşananlara tuz biber ekti ve Arızlı sakinleri daha bir hararetlenip, eylem yaparak polisle çatıştılar. Aylardır eylem yapan depremzedeler, Başbakan ile görüşmek için Ankara’ya yürümeye bile başladılar.

İşte tam bu noktada milletvekili Fikri Işık konuyla ilgilenip, depremde mağdur olan vatandaşlar için yapılan konutları inceleyerek açıklamalarda bulundu. Eylemleri ile Türkiye gündemin sık sık gelen Arızlı Konutları’nda kalan depremzedelere bu konutlarda kurasız daire verileceğini söyledi.
Buraya kadar çok güzel… Sosyal devletimiz büyüklüğünü gösteriyor ve depremde maddi manevi ciddi zararlara uğramış milleti için bir güzellik yapıyor.
Işık, “Bizim zor dönemimizde Irak Hükümeti’nin bize yaptığı yardımla bu konutlar yapıldı. Depremzedeler TOKİ’nin yapacağı konutlara taşındıktan sonra biz de bu konutları Türk Kızılayı’na devredeceğiz.”

Sezar’ın hakkı sonunda Sezar’a verildi diyorum… Çünkü Türk Kızılayı’na hibe edilen bu para ile yapılan konutlar hakkında kimse Kızılay’ı hesaba katmıyordu.

Bu da çok güzel Sayın Işık yine yapılması gerekeni çok net bir şekilde ifade ediyor.
Ancak Sayın Işık’ın son cümlesini duyunca şok geçiriyorum. Cümle aynen şöyle: “Kızılay’dan bu konutları satarak, şu anda zor durumda olan Irak’a hastane yapmasını isteyeceğiz. Böyle bir proje geliştirdik ve Başbakan’a sunacağız.”
Nasıl yani diyorum. Koskoca Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hastane yaptıracak parası mı yok da bu Arızlı konutlarını satıyor? Bu mesele böyle mi çözülecek? Sayın Işık… Bunu size hiç yakıştıramadım kusuruma bakmayın lütfen…

İşte tüm bunları düşünürken ben tesadüf bu ya Kızılay İzmit Şubesi Başkanı Sayın Muzaffer Şişmanoğlu’yla bir parça sohbet imkanı yakaladım ve kendisine sordum… Sayın Başkan siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Size fikriniz sorulmadı ama ya sorulsaydı neler söylerdiniz?

Şimdi söz sizde Sayın Şişmanoğlu…

“Sayın Gördü. Bazı dost devletler gibi komşumuz Irak’ta 17 Ağustos 1999 depreminde çorbada tuz misali Irak Kızılay’ı vasıtası ile Türkiye’ye yardımda bulunmuştur. Bu yardımı da uluslararası anlaşmalar gereği Türk Kızılay’ı kanalı ile yapmak üzere iki Kızılay teşkilatı kendi aralarında bir protokol yapmışlardır. Bu protokol ile Türk Kızılay’ına verilen 10 milyon doların 9 milyon dolarını o dönemin Kızılay Genel Merkez Yönetimi konut yapılmak üzere Kocaeli Valiliği’ne devretmiştir. Kocaeli Valiliği de aldığı bu dokuz milyon dolar ile Arızlı ve Yuvacık’ta devlete ait arazide konut yapmıştır. Bu konutlardan hiç birini de Türk Kızılayı’na vermemiştir. Bence bu konutlar yarı yarıya paylaşılmalı idi. Valilik devlet arsasına karşılık yarısını alırken, Kızılay’a da 9 milyon dolar karşılığı olarak yarısını verebilirdi.

Bizde hissemize düşen konutları bir kamp haline dönüştürür, orada mağdur insanları barındırırdık.

Burada Kızılay’a haksızlık yapıldığını düşünüyorum. Şayet depremzedelere Sayın Fikri Işık’ın söylediği gibi TOKİ’den konut verilecekse, Arızlı ve Yuvacık’ta yapılan konutların hiç olmazsa yarısı Kızılay’a geri verilmelidir.

Türk Kızılay’ı zaten Irak’a ciddi manada yardım yapmıştır. Hala daha yapmaya devam etmektedir.

Konunun bu şekilde çözümlenmesinde büyük yarar görüyorum.”

Bugün de yine sözün tükendiği yere gelmiş bulunuyoruz sevgili okur…
Anlayana sivrisinek saz, anlamayana “Her Şeye Maydanoz”unuzun davulu az… Güm be de güm güm… Güm be de güm güm… Güm… Güm… Güm…

Yeniden görüşünceye kadar en çok beni özleyin…
En çok beni özleyin…
En çok beni özleyin…
Hatta bir tek beni özleyin…

 

Kürt Açılımı Başladı, Türkiye Şokta

19 Ekimde Habur’dan gelip “eve dönüş” yapan (teslim olmaya gelen) 34 PKK’lının onbinlerce kişilik DTP’li kalabalıklarca adeta kahramanmış gibi karşılanması bir kırılma noktası oldu. Üstelik pişmanlık duymadıklarını ifade edip, terör örgütü liderinin talimatıyla ve örgüt üniformasıyla geldikleri halde, “pişmanlık yasasından” yararlandırılarak (hukuka takla attırarak) salıverilmesinin yarattığı tepkiler çığ gibi artmakta.

Zor durumda kalan terör örgütü üyelerinin teslim olması değil, PKK’nın Devleti teslim alması gibi bir algının oluştuğu bu olay bir elektrik şoku etkisi yaptı. Olayın travması Türk halkının hükümete ve “Kürt/Demokrasi Açılımı”na olan destek oranını dibe vurdurdu. Gözlemlerime göre ekonomik krizde bile, “elim kırılsaydı da AKP’ye oy vermeseydim” diyen sayısı bu kadar artmamıştı.

İçimizde biriken infiali, öfkeyi, aşağılanma duygusunu, özgüven sarsılmasını bir tarafa bırakarak, olabildiğince soğukkanlı bir şekilde olayı ve muhtemel gelişmeleri değerlendirmeye çalışalım.

1- Adı hükümet tarafından önce “Kürt açılımı” daha sonra “demokrasi açılımı” ve nihayet “milli birlik projesi” olarak tanımlanan proje, ABD’nin Kuzey Irak’tan askerini çekme kararını uygulamasından önce bölgeyi dizayn etme planının bir parçasıdır. Bu plan ile PKK’nın tasfiye edilmesi suretiyle bölgenin Barzani güçlerinin kontrolünde güvenli bir bölge haline gelmesi, kısacası petrolün ve nakil hatlarının güvenliğinin sağlanmasını hedefliyor.

2- ABD’nin projesi sadece bu kapsamda ise Türkiye için bulunmaz bir fırsat yakalanmış olabilirdi.  PKK’yı destekleyen büyük devletlerin bu desteklerini veya en azından hoşgörüsünü kaldırması halinde PKK’nın gücü çok azalacak, etkin bir örgüt olması ve Türkiye’yi rahatsız etme kapasitesi düşecekti. Bu gücü kaybedince siyasi uzantısı olan DTP’nin bölgede ve Türkiye çapında alacağı oy oranı ciddi bir şekilde azalacaktı.

3- Ancak ABD projesinin Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren kısmı sadece PKK’nın tasfiye edilmesinden ibaret değil gibi. Türkiye’nin idari ve siyasi yapısının tamamen değiştirilmesi ve belki de Güneydoğu bölgemizde kurdurulacak bir Kürt Federe Devleti ile Irak’ın kuzeyindeki Barzani’nin yönettiği mevcut Kürdistan Federe Devletinin birleştirilmesi gibi farklı boyutları olma ihtimali var.

Öcalan’ın on sene önce, idam cezası verilmemesi şartıyla, bize paket edilip verilmesi ve bugün İmralı’dan açılım sürecini yönlendiren adam durumuna gelmesine varan gelişmeler herhalde tesadüfen olmadı. ABD’de bazı kuruluşlarca hazırlanan raporlarda telkin edilen süreç aşamaları ile İmralı’daki örgüt liderinin projesi ve halen gerçekleştirilen sürecin aşamalarındaki benzerlik şaşırtıcıdır. Bütün bunlar Türkiye’nin bölünmesi projesi ihtimaline karşı hazırlıklı olmamızın gerekli olduğunu göstermekte.

Dağdan gönderilen ilk parti PKK’lılar vasıtasıyla sinir uçlarımıza dokunarak tepkilerimizi ölçme cüretini göstermek için bir yerlerden cesaret alınmış olması lazım.

4- Hükümetin bu konudaki niyetini ve ne gibi taahhütler altına girdiğini bilmemiz mümkün değil. Niyetini araştırmamızın bir anlamı da yok. Hükümeti yaptıkları ve yapamadıkları ile değerlendirmek durumundayız. “Hazmettire hazmettire” götüreceğiz dedikleri sürecin ilk adımında yaşananların hazmedilemezliği görüldü.

Sanki olabilecekleri hiç öngörememişler gibi, Başbakan ve ilgili bakanların DTP’yi suçlarken kullandıkları ifadeler sadece “şark kurnazlığı ve aculluk” gibi kavramlar. “Çirkin görüntüleri” engelleyemedikleri yetmezmiş gibi, PKK bayraklarını, Öcalanlı şovları, Türk bayrağı olmamasını ve teslim olan PKK’lılara kahraman muamelesi yapılmasını eleştirmek yerine, sadece aceleci (acul) olmakla suçlamaları, yani vaktinde önce bunları yapıyorsunuz tarzındaki eleştirileri, AKP muhaliflerini kızdırıyor, AKP seçmenini ise derin bir şekilde yaralıyor.

5- Bugüne kadar büyük medya gücü sayesinde birçok şey hazmettirildi. İlk defa medyanın hazmettiremediği/ hazmettiremeyeceği bir durumla karşılaşıyoruz. Dokunulan sinir ucu, beklenmedik ölçüde, ortak bir milli reflekse sebep oldu. Milli refleks derken kastım, DTP/PKK yandaşları haricindeki bütün siyasi görüşleri içine alıyor. Aynı sinir uçlarına dokunmalar devam ettikçe bu milli refleksin, patlayan bir baraj gibi, kontrol edilemez sonuçları olabilir.

Sonuçların en kötüsü, bugüne kadar verilen binlerce şehide rağmen inanılmaz bir asalet ve olgunluk gösteren toplumumuzda Türk- Kürt çatışmasını engelleyen milli sağduyunun yıkılması olur. Allah bu ülkeyi ve Türk’üyle -Kürt’ü ile bütün insanımızı böyle bir felaketten korusun.

Bir başka ihtimal, AKP iktidarının ilk seçimde barajın altına itilerek tasfiye edilmesidir. Bir önceki seçimde yüzde 22,2 ile birinci parti olan DSP’ye, 2002 seçimlerinde sadece yüzde 1,2 oy vermiş bir millet bu. (Koalisyonu oluşturan üç partinin toplam oyu yüzde 53,4 ten, yüzde 14,6 ye düşmüş ve her üç parti de barajın altında kalmıştı.)

AKP böyle bir ihtimali çok uzak görmesin. İktidarının devamını istiyorsa milletin bu sinir uçları ile oynamamalı, oynanmasına izin dahi vermemelidir.

6- DTP/PKK taraftarlarına moral vermek ve psikolojik üstünlüğü ele geçirmek için kendi açısından taktik olarak başarılı bir organizasyon yapmış oldu. Ancak bu olay, milletimizin kahir ekseriyetinde yarattığı infial açısından, Dağlıca katliamından daha vahim bir saldırıdır. Yarattığı travmanın izinin silinmesinin zorluğu düşünüldüğünde, uzun vadeli stratejileri açısından zararlı çıkacaklardır. Artık oyunda İmralı’daki önderlerinin de eskisi kadar etkin olma şansı kalmamıştır.

7- Öcalan’ın kendini kurtarması yani af ve siyaset yapma hayallerini gerçekleştirebilmesi için PKK’nın dağdan inmemesi şarttır. Şu anda yaptığı, örgüte sözü geçen tek kişinin kendisi olduğunu göstermek, pazarlık gücünü artırmaktır. Açılımın muhatabı ve Kürtlerin tek temsilcisi kabul edilmek için kozlarını kullanmaktadır. Açıkladığı “yol haritasında” da açıkça ifade ettiği gibi, PKK’nın tasfiyesi veya dağdan inmesi gündeminde değil. “Devletin, Kürtlerin kendi kendini yönetmesine imkân tanımasına” imkan verecek anayasa ve yasa değişikliklerini yaptıktan sonra, “PKK’nın yurtdışına çıkışını” sağlayacakmış!!!

Hükümetin, dış baskıların da tesiriyle, oyuna gelmemesi ve hazırlanan planı bozmak için milletçe demokratik tepkimizi en yüksek sesle haykırma zamanıdır. 

Adam Oldummu Baba

Unutmadım sözlerini Baba
Hatırlarım hala hikayeni
Göremesem de sevindiğini
Söylemeliyim müjdemi  Baba

Baba Oğluna sitem etmişti
Senden adam olamaz demişti
Oğul okuyup Vali olunca
Baba’yı makama istetmişti

Getirilince makama Baba
Oğul dedi Vali oldum Baba
Baba şöyle bir baktı oğluna
Adam olmamışsın dedi Baba

Hatasını anlamıştı Vali
Acınacak halde idi hali
Ayağa çağırılmazdı Baba
Bundan dolayı kızmıştı Baba

Bende şimdi Vali oldum Baba
Baş ucuna kadar geldim Baba
Sorsam bana kızarmısın baba
Acaba adam oldum mu baba

Esnek İstihdam(2 s)

Bu konu ile 22/05/2003 tarih 4857sayılı kanun çıkmış, ancak; uygulamalarına bakıldığında alt işverene verilen işlerin sayısında ciddi artışlar olmuş ve alt işveren işcilerinin bir çok haktan mahrum kaldıkları gözlendi.

Kaçınılmaz olan konular var. Eğer işte esneklik varsa, çalışma alanında da esneklik olacaktır. Bu çalışma şekli her işyeri için geçerli olamaz. Kanun hem işvereni hemde çalışanı mağdur etmeyecek tarzda olmalıdır. Uygulamanında aynı çercevede olması beklenir ancak maalesef uygulama bazen çift taraflı birbirini suistimal etmeye yönelik olabiliyor.

Avrupa’da ortalama yüzde 4 veya 5 taşeron işcisi olarak çalışıyor. Kuzey Avrupa ülkelerinde, bu oran çok düşük.  İspanya’da yüzde 33. Kore’de yüzde 55 taşeron ve geçici işçiden oluşuyor. Unilever’in Pakistan Karaçi’de bulunan Lipton ve Brooke Bond markalı çayları üreten çay fabrikasında ise 133 düzenli işciye karşılık 700 düzensiz istihdam edilen işçi var.(Petrol-İş Dergisi Eylül 2009 sayfa 42-43)

2008 Ekim ayında küresel iş federasyonları Cenevre’de bir forum düzenledi. Sonuç olarak İşverenlerin giderek yaygın bir şekilde taşeron ve geçici işçi kullanmalarının ILO’nun(Uluslararası Çalışma Örgütü) 87 ve 98 nolu temel sözleşmelerine tehdit oluşturduğunu. Bunun sonucunda çalışma ve yaşama koşullarının daha da kötüleşeceği vurgulandı.

İLO’nun düzensiz istihdama küresel standartlar getirmesinin zorunluluk olduğu belirtilerek “İstihdam yapılarının aşınması, işçilerin sendikalaşma isteğini ve kapasitesini sarsıyor, ailelere bi güvencesizlik kaygısı veriyor”.(Petrol-İş Dergisi Eylül 2009 sayfa 52-53)

Küreselleşme ile birlikte piyasa zorlaştı. Daha ucuz, daha çabuk tüketiciye ulaşan, daha kullanılabilir ürünler tüketiciler tarafından daha tercih edilebilir oluyor. En önemli faktör kaliteyi ucuza almak bu da ister istemez üretim merkezlerinde yeniden yapılanmalara gitmeyi kaçınılmaz hale getiriyor.

Devletin görevi kimseyi mağdur etmeyecek uygulanabilir çözümler bulmak. Hem işverenin hemde çalışanın bu kurallar manzumesine uyulmasını sağlamak gerekir.

Esnek istihdama ilişkin düzenlemelerin aslında işçi haklarını geriletmemeli. Bizdeki algı hiç bir çalışma kuralını tanımayan anlayışın hakim olduğu şeklindedir. Kriz, küreselleşme, işsizlikteki artışlarda buna sebep teşkil etmektedir.

İşverenlerimizdeki algı yanlışlığı da esnek istihdamı kuralsızlık diye algılayıp esnek istihdama ve taşeronlaşmaya dört elle sarılmaktalar. Bu durum genellikle kayıt dışı işyerlerinde hakim olmasına karşın diğer iş yerlerinde kuralsız , hukuk tanımaz bir şekilde esnek istihdam artmaktadır..

Esnek İstihdam(1) ‘de ( http://www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr/Yazi.aspx?ID=1158 ) yazdığım normal şartlarda beklenen çalıştıran ve çalışanı memnun eden bir gerekliliktir. Bu şartlarlarda iş barışı sağlanmış, herkesin memnun olduğu durumdu. Esnek istihdam eğer adam gibi uygulanırsa hem istihdam artar, rekabete dayanacak duruma gelen işveren iş yerini kapatmaz, dolayısı ile çalışanlar işsiz kalmaz, iş barışı sağlanır.

Eğer algı kuralsızlık olursa ve hukuki düzenlemelere uyulmazsa, sistem “modern kölelik” olur. Bu duruma bütün toplumun, bütün örgütlü işçi ve işveren sendikaların, bütün STK’ların itiraz etmesi gerekir. Önümüzdeki günlerde Türkiye’nin önemli gündemlerinden biri olacağına inanıyorum.

Örümcek Ağı ve Yargı Gücü

0

Türkiye’de yargı bağımsızlığı ve yargı kararlarının adil olup olmadığı, uzun zamandır tartışılmaktadır. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerinin alternatif atama listesi hazırlamaları, Adalet Bakanı ile atamalar konusunda karşı karşıya gelmeleri, yargı sistemini her yönüyle yeniden sorgulama ihtiyacını ortaya çıkartmış bulunmaktadır. Kanunları uygulama noktasında tarafsız davranacakları kanunla teminat altına alınan yargıçlar neden biri birlerinden şüphelenirler? Yasayı uygulama yetkisini kendi taraftarlarının uhdesine vermek isterler? Siyasi hükümetin taraf tutması demokrasilerde bir yere kadar doğal karşılanır. Ancak yargı mensuplarının taraf tutması hiçbir zaman doğal karşılanmaz. Çünkü bu durum, bağımsız, nesnel ve pozitif yargı ilkelerine aykırı görülür.

Tartışmanın içeriğine bakıldığında, yargı bağımsızlığı ve yargı kararlarının adil olmasının, temel bir ilke olarak algılandığı anlaşılmaktadır. Yani yargının bağımsızlığının mümkün olduğu bir önyargı olarak her kes tarafından benimsenmiştir. Yargı kararlarının adaleti sağlaması gerektiğine dair bir inanç mevcuttur. Yani sistemin kendisi doğru kabul edilmektedir. Sapmalar uygulayıcılardan kaynaklanmaktadır. Yargıçların kendi aralarında gruplaşmaları ve yasanın açık hükümlerine rağmen farklı anlamlar çıkarmaları ve uydurulan bu anlamlara göre hüküm vermeleri suç olarak kamu vicdanında yer almaktadır.

Bu seride yazcağım yazılarda, yargı bağımsızlığının fiilen mümkün olup olmadığını, modern ve mevcut hukuk sistemimizin adaletle ne kadar ilgili olduğunu açıklığa kavuşturmaya çalışacağım. Adalet ile hukuk sistemini örtüşen değerler olarak düşünmediğimi belirtelim. Çünkü hukuk düzeni adalet duygusundan bağımsız olarak işleyen bürokratik bir aygıttır. Bu aygıtın iktidardan, siyasi yönetimden, dini naslardan bağımsız bir tüzel kişiliğe sahip olması hiçbir bir şeyi değiştirmez. Çünkü bu hali ile kendi içinde büroratik olarak işleyen özel bir iktidar, güç ve kudret alanı inşa etmektedir. Dolayısıyla bağımsız yargı, fiili duruma bakıldığında sadece bir göstergedir.

Adalet arayışı, bilindiği gibi, her zaman insanlığın en önemli çabalarından birisi olmuştur. İnsanlar hep adil bir düzenin özlemini çekmiştir.  Adalet özlemi sadece ahlaki ve insani bir duygu ve istek de değildir.  Bunların ötesinde siyasi bir tavır ve tutumdur. Bundan dolayı olsa gerek, ideolojik-doktriner düzenlerin,  bütün siyasi rejimler ve iktidarların en önemli amacı söylemde de olsa, her zaman adaleti sağlamak olmuştur. Bütün yönetimler ve rejimler bunun için iktidara geldiklerini, bunun için başka ülkeleri işgal ettiklerini ve bir önceki iktidarı devirdiklerini ileri sürmüşlerdir. Adalet bu bakımdan her zaman önemli bir siyasi değer olmuştur. Buna rağmen adaletin bir türlü sağlanamadığı da tarihi bir gerçektir.

Adaleti sağlamak amacıyla bilindiği gibi, anayasalar, kanunlar, tüzükler, yönetmelikler  yani yazılı kanunlar hazırlanmıştır. Bu yasal ve yazılı kuralları uygulamak üzere güvenlik kuruluşları, yargı sistemleri, bürokratik hukuk mekanizmaları ve adalet bakanlıkları ihdas edilmiştir. Adaleti sağlama bu süreçlerin sonucu olarak hukuk sistemine bağlanmıştır. Böylece, adalet bir inanç, vicdan ve duygu durumu olmaktan zamanla çıkmıştır. Devletin veya toplumun iktidar aygıtlarının cebri bir uygulaması, bağımsız işleyen bir mekanizması haline gelmiştir. Bu düzenlemelerden dolayı, adaletin sağlandığı en önemli kuruluş, bağımsız yargı olarak algılanmaktadır. Günümüzde, yargı veya hukuk düzeni adaleti sağlayan, her kese hak ettiği cezayı veya mükafatı veren bir mekanizma olarak bilinmektedir.

Öte taraftan bürokratik olarak işleyen yargı mekanizmalarının ve hukuk düzenlerinin adaleti sağlayıp sağlamadıkları çok eskiden beri tartışılmıştır. Mesela M.Ö. altıncı yüzyıldan itibaren yazılan tarih, mitoloji ve felsefe metinlerinde, medeni toplumun, yani kurulu yazılı hukuk düzeni olan toplumlarıın, adaleti sağlamadıklarını belirten çok sayıda eleştirel metin vardır. Bunlardan en ilginç olanı,  barbar, köylü ve saf halk olarak etiketlenen İskitleri temsil eden Anakharsis’in medeni, uygar, şehirli olarak etiketlenen Yunanlıların hukuk düzenine yaptığı eleştiridir. Bu meşhur hikayeye göre, Yunanlı Solon, şehirli, medeni ve uygar bir toplum olduklarını, adaletin kendi ülkelerinde, yazılı kanunların bağımsız mahkemelerce uygulanmasıyla sağlandığını, etno-sentrik bir duygunun tezahürü olarak, övünerek iddia eder.  İskitli Anakharsis(köylülerin, bedevilerin, yazılı kanunları olmayan halkın temsilcisi) Solon’a şöyle cevap verir: “Yazılı kanunlarınız (bunları uygulayan hukuk düzeniniz) örümcek ağları gibidir. Güçsüzü tutarlar, ancak yerine göre zenginler, soylular ve güçlüler tarafından yırtılıp atılmaktadırlar.” der. Medeni toplumdan sayılmayan Anakharsis’e göre yazılı kanunlar doğruluğu, dürüstlüğü ve adaleti sağlamıyorlar. Bilakis bu değerlerin üstünü örtüyorlar. Bundan dolayı yazılı kanunlar ve bunların oluşturduğu sistem örümcek ağına benzetilmiştir.

Adalet duygusundan ve inancından bağımsız işleyen bürokratik hukuk düzenine yapılan ilginç eleştirilerden birisini de edebiyat öğretmenim Tahsin bey anlatmıştı. “Vatandaşın biri, reji idaresinin güçlü olduğu dönemlerde bir kilo tütünle yakalanıp, nezarete atılır. Uzun süre nezaret eziyeti çektikten sonra, mahkemeye hakim huzuruna çıkartılır. Hakim ilk kararını adama Birkaç yıl hapis cezası vererek açıklar.  Vatandaş hakime yalvarır. Cezayı biraz azalt, der. Hakim iyi hali göz önünde bulundurarak bu kez ceza indirimine gider. Köylü tekrar yalvarır. Bu durum, birkaç kez tekrar eder. Her seferinde, hakim başka bir ceza verir. En sonunda köylü vatandaş, hakim beye şunu söyler: “Hakim bey senin bu kanunun benim şalvarımın uçkuruna benzemektedir. Ne tarafa çekersen o tarafa gitmektedir. Ne olursun, beni bırak, gideyim” der. Halk arasında mevcut hukuk düzenine bu türden birçok eleştiri yapılmaktadır. İnce nüktelerle bu eleştiriler dile getirilmektedir. Mesela bu bağlamda anlatılan birçok “kadı fıkrası” olduğu da bilinmektedir.

Yukarıda verilen iki örnek, hukuk düzeninin adaleti sağlamak üzere müesses edildiği var sayımına dayanmaktadır. İlk ve ortaçağın hukuk düzenlerinin adaleti sağlamak üzere inşa edildikleri doğrudur. Bundan dolayı bu düzenlerin adaleti tam olarak sağlayamadığına dair yapılan eleştirilerin de gerçek bir bağlamı vardı.  Çünkü adalet sağlamak üzere inşa edilen bir hukuk düzeninden adaleti beklemek her kesin hakkıdır. Bundan dolayı da yapılan eleştirilerin bir mantığı vardı. 

Ancak mevcut modern hukuk düzenlerinin adaleti sağlamak üzere kurgulandıkları ve müesses oldukları şüphelidir. Adaleti sağlamayı amaçlayan bir hukuk sistemi ile toplumsal düzeni sağlamayı veya toplumu/kamusal alanı korumayı amaçlayan bir hukuk düzeni arasında ciddi bir farkın olduğunu konuyla ilgilenenler bilir. Modern hukuk düzenleri öncelikle kamusal düzeni korumayı gerçekleştirmek üzere tesis edilmişlerdir. Adalet gibi soyut bir amacı gerçekleştirmeyi hedeflemiyorlar.

Adalet ile kamusal düzen karşıtlığı gibi bir durum var ortada. Belki birçok kimse adalet varsa kamusal düzen de vardır, inancındadır. Bu geleneksel toplumlar için düşünülen bir durumdur. Eski geleneğin rüzgarının etkisinde kalınarak varılan bir kanaattir. Modern toplumlar için adaletle kamusal düzen arasında sanıldığı gibi doğrudan bir ilişki yoktur.  Kamusal düzen modern bakış açısı ile düşünüldüğünde, bilimsel olarak, teknik bir tarzda düzenlenmiş olan düzendir. Aslında bu tartışma yeni de değildir. Umumun menfaati için, adaletten vaz geçme veya bazı hakların kullanımını askıya alma gibi bir durumun ortaya çıktığı da zaman zaman görülmüştür.

Türkiye’de son zamanlarda vicdanların kabul etmediği ve mevcut meri kanunların içerikleri ile bağdaşmayan birçok yargı kararı gündeme gelmektedir. Yargıtay, danıştay ve diğer yargı kuruluşu üyelerinin kendi aralarında gruplaştıkları, birçok siyasi tartışmada taraf oldukları ve hukuki kararlar verirken de tarafgir davrandıkları ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu durumu birçok kimse bağımsız yargı anlayışı ile bağdaştırmıyor. Ancak bunun mevcut hukuk düzenindeki bir sapma olarak ele alınması yanıltıcı olabilir. Çünkü mevcut hukuk düzeni, adaleti sağlamak üzere kurgulanmış değildir.

Modern hukuk düzenleri, toplumsal düzeni, kamusal alanı koruma ve kollamak üzere kurgulanmıştır. Durum böyle olunca, bu kurumların üyeleri adil davranan hakimler olarak kendilerini göstermezler; işgal ettikleri iktidar alanının temsilcileri olarak kendilerini ifade ederler. Böylece muktedir güçlerle birlikte öremcek ağı denilen yazılı kanunları çekinmeden çiğnerler. Çünkü yargı mensupları bürokratik işleyişin bir uzantısı olarak güç savaşlarının yargıdaki uzantılarıdır. Bundan dolayı yargı sistemi kolaylıkla delinmektedir. Örümcek ağı gibi sadece madun ve güçsüz kesimleri engellemektedir. Güçlü ve ceberutların yolunu ise açmaktadır.

Aile Mimarı Olmak

Vahap Bey’le sohbet ediyoruz. Birkaç gün önce caddede karşılaştığı, yüreğini dağlayan olayı şöyle anlattı: “Yürüyordum. Karşıdan iki bayan geliyordu. Biri tesettürlüydü, diğerinin ise göğüs ve bacak dekoltesi oldukça fazlaydı. Birkaç adım sonra dekolte bayan kendini yere attı, bağırıp çağırmaya başladı. Söyledikleri pek anlaşılmıyordu. Ben sarası tuttu zannettim. Yanındaki bayan ‘Özel sorunları var.’ deyince işin farklı olduğunu anladım. Onun o çirkin hali, beni ve yanına toplananları utandırmıştı. Gelenler, üzerini gazete, paçavra gibi şeylerle örtmeye çalıştılar. Bayan 22 yaşlarında gösteriyordu. Öğrendiğime göre iki çocuk sahibiymiş. Özellikle sol kolunda bileğinden omzuna kadar jiletle yapılmış kesikler vardı.” Vahap Bey, gördüğü bu trajediyle ilgili yorumlar yaptı. Ortada bir facia vardı. Siz adını ne koyarsanız koyunuz. Buna ister birey, ister aile, ister medeniyet faciası deyiniz. Gerçeğin sadece adı değişir. Vahap Bey’in şu cümlesi de güzeldi: “Ailenin muhkemliği kayboluyor. Her televizyon kanalı, her internet sitesi bu kaleye gedik açmaktadır.” Evet, Emerson’un “İçine kralların bile giremediği muhkem bir kale”ye benzettiği aileye günümüzde hızla gedik açılmaktadır.

Bir tarihte Beethoven’ın “Ailesine bağlı olan, vatanına da bağlıdır.” sözünü okumuştum. Alexandre Dumas da “Aile bağları o kadar ağırdır ki, taşımak için iki kişi gerekir. Hatta üç…” der. Charles Dickens ise “Aile hayatının güzelliği, hiçbir şeyde yoktur. Bir memleketin yükselmesi, ev ve aile muhabbetine bağlıdır.” diyerek aileyi sevgi, dirlik ve birlik açısından değerlendirir.

Aile, bir sosyal müessese olarak Yaratan’ın insan fıtratına kodladığı lütuftur. Hayvanlarda bile, az gelişmiş de olsa, aile olgusu vardır. K. Mikszath “Kuş, insafsız ellerin yıkacağından korksa da yuvasını kurar.” der. Bu fıtri olguyu yaşatmak, tamamen, insanın dünya mutluluğuna, zorunlu ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliktir. Dünyaya geldiniz; sizi ilk besleyen, anneniz. Babanızı tanıdınız; güven duygunuz gelişti. Ailenizin diğer fertlerini tanıdınız; çevreyle uyum sağladınız. İlk kelimeleri, ilk sevgiyi ve öfkeyi onlardan öğrendiniz. Onlar vasıtasıyla iyiyi, kötüyü kavradınız; değerleriniz oluştu. Sizler ağladığında onlar ağladı, güldüğünüzde onlar güldü. Üzüntünüzü, sıkıntınızı paylaşmak istediniz, en yakın adresiniz aileniz oldu. Sizi kimse anlamadı; ama onlar anladı. Sağlığınızda da hastalığınızda da aileniz bulundu yanınızda. Hiçbir karşılık da beklemediler bu özveri için. Siz nankörlük yapmadıkça, bu fedakarlıklarını yüzünüze de vurmadılar. Ancak, bu güzelliklerin yaşandığı yüce müessese ailenin zayıflatıldığını, çürütüldüğünü, yok edilmek istendiğini görüyoruz.

Geçirdiğimiz yüz yıllık süreçte önce aileler küçültüldü. Geniş aile, feodal kalıntı olarak lanse edildi. Okul kitaplarında ailenin modern olması; anne, baba ve en fazla iki çocuktan oluşması gerektiği yazıldı, resimlendi. Sonra anne iş hayatına çekildi, daha doğrusu itildi. Çocuklar sahipsiz bırakıldı. Zaman içinde televizyon, internet modern aile düzenindeki çocuklarımızın hem öğretmeni hem dostu oldu. Baba otoritesinden, anne şefkatinden yoksun çocuklarımız, ruhsuzlaştı. Çocuk, mutluluğu yanlış mecralarda yaşamak zorunda kaldı. Çağdaş sistemin bundan bir şikayeti olamazdı; çünkü bu sistem önce kadını, sonra çocuğu bir tüketim sahası olarak ele almıştı.

Çağımızın getirdiği teknolojik gelişmelere itiraz edemeyiz; ancak sosyal hayatımızdaki, özellikle ailemizdeki yıkımına izin vermemeliyiz. Ailemizi her türlü tahribata karşı korumak, canlandırmak zorundayız. Sokaktaki her problemin temelinde bir aile huzursuzluğunun bulunduğunu düşünüyorum. Kadın, ailenin hem temeli hem beynidir. Her şeye rağmen aile, kadının mutluluğu üzerine kurulmalıdır. Kadın, yapısı itibariyle, çocukların kendilerini en güvende hissettiği yuvadır. Baba, bu yuvayı muhkem hale getirmek, dirliği sağlamakla görevlidir.

Batılı sosyologların, toplumlarının kurtuluşu için aile modelini tekrar önermeleri sevindirici. Biz, Batının yaptığı hatayı yapmak zorunda değiliz. Onların tecrübelerinden yararlanmalıyız. Vatanını, milletini seven, insanlık adına değer üreten kişiler el ele vermeli, aile bağlarımızı zayıflatan her türlü sinsi oyuna karşı mücadele başlatmalıdır. Bu niyetle yayın yapan kanallar uyarılmalı, dışlanmalı; gazetelerin okunmaması sağlanmalıdır. Okullarımızda güçlü, mutlu aileyi özendiren eğitimler yapılmalı, etkinlikler düzenlenmelidir. İbadet aşkıyla yapılacak her eylemin sonuç vereceğine inanıyorum.

Şu ölümlü dünyada, dikili bir ağacımız olmasa dahi, mutlu bir ailenin mimarı olmak, insana yeter!

 

Dünya Çocuk Günü

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 20 Ekim 1953 tarihinde aldığı kararla 20 Ekim gününü “Dünya Çocuk Günü” olarak ilân etmiştir. Bu karar sonrasında bütün Birleşmiş Milletler (BM) ülkeleri her yıl ekim ayının  ilk pazartesi günü “Dünya Çocuk Günü”nü kutlamaktadırlar.

1979 yılında BM tekrar bir kararla çocukların haklarını teminat altına alma gereğini duymuştur. Bu konudaki görevi de, BM kendine bağlı “UNICEF” isimli (United Nations Children’s Fund-Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu- kuruluş tarihi 1954) dünya çocuklarına yardım teşkilâtına vermiştir.

UNICEF bütün dünya çocuklarının haklarını kollamak, iyileştirmek, eğitimlerini ve sağlıklarını gözetmek amacıyla faaliyet göstermeye başlamıştır. Ülkemiz de bu kuruluşun üyesidir. Ve üstlendiği görevleri yerine getirebilmek için gerekli çalışmaları sürdürmektedir.

Çocuklar bir ulusun geleceğidir. Ümididir. Her millet çocuklarına ve gençlerine, olanakları ölçüsünde en iyi sağlık ,
eğitim, öğretim ve yaşam koşullarını hazırlamaya özen göstermelidir.

Her aile çocuklarının sağlıklı, erdemli, mutlu  olmasını ve iyi yetişmelerini ister. Bu nedenle de, hayatlarında uygar ve saygın kişiler olmaları için imkânları ölçüsünde hiçbir özveriden kaçınmazlar.

Hiç kuşku yok ki, günümüzde ülkemizde ve dünyada aileler ve sorumlu görevliler, yeni nesillerini geçmişe göre daha bilinçli daha çağdaş olanaklarla ve yüksek teknolojinin ürünleriyle, araç ve gereçleriyle  destekleyerek yetişmelerine çaba göstermektedirler.

Yaşadığımız zaman kesitinde, hızlı ve olumlu toplumsal değişimlere neden olan veya olması beklenen bilimsel ve teknolojik bulgulara uyum sağlayabilmemiz, genç kuşaklarımızın bilgili ve  uygar aydınlar  olmalarıyla mümkün olacaktır.

Yeryüzündeki bütün çocuklar birbirlerine benzerler. Var olan ayrılıklar ise, bizim, onlara verdiğimiz eğitim ve öğretimdir, aktardığımızı davranışlarımızdır ve kendi alışkanlıklarımızla onları etkilememizdir.

Aile, okul ve sosyal çevre olarak çocuklarımızı yarınlara hazırlamamız hepimizin başlıca görevi olmalıdır. Onlara gereken her türlü desteği, yardımı, ilgi ve özeni göstererek, çocuklarımızı aydınlık yarınlara ulaştırmalıyız.

20 Ekim Dünya Çocuk Günü kutlu olsun.

Domuz Gribi (A/H1N1) Salgını ve Grip- İnfluenza

Bulaşma; insandan insana solunum yolu ile bulaşarak yayılan bir hastalıktır. Endemiler  (küçük bölgeli yayılma ) halinde her zaman ve her yerde görülür. 3 – 5 yılda bir epidemi (geniş bölgeli yayılma ) daha uzun aralıklarla pandemiler (ülkeler arası yayılma ) yapar.  A/H1N1 virüsü pandemi yapması beklenen bir virüs olup DSO (Dünya sağlık örgütü) bu yönde bir alarm vermiştir.

Etkeni inflüenza virüsüdür. A,B ve C olmak üzere üç tipi olan RNA grubu virüslerdir. A/H1N1 virüsü, domuzlarda hastalık yapan bir virüs iken yapı değiştirerek insanlarda hastalık yapıcı ve bulaşıcı özellik kazanmıştır.  Griplerin yapmış oldukları epidemilerde değişik serotipler etken olabildiğinden bu alt tip serotiplerinin korunma için üretilecek aşılara yansıtılması gerekmekedir.

İnflüenza virüsü dış etkilere dayanıksızdır. Güneş ısısına hassas, ultraviyoleye dayanıksızdır.56 C ‘ de birkaç dakikada inaktive olur. Sabunlu suda 30 saniyede aktivitesi düşer.

İnflüenza salgınları mevsimlerle ilgilidir. Salgınlar ısının fazla iniş çıkış yaptığı zamanlarda görülür. Irk ve cins ayrımı yoktur. Çocuklar ve gençler daha duyarlıdır. Yaşlılar,
kronik kalp-akciğer hastalığı olanlar, diyabetliler, kemoterapi görenler, immun yetmezliği olanlar hastalıkta risk grubudurlar.

Hastalığın inkübasyon dönemi kısadır. 1- 2 günde gelişir. Domuz gribinde ise 5 -10 gündür. Hastalık prodomsuz bir şekilde üşüme, titreme ile ateşin 39 – 40 C’e çıkması şeklinde başlar. Baş ,oynak ve adale ağrısı, halsizlik ,bitkinlik şeklinde sürer. Boğaz ağrısı ve yanması şikayetleri ile gelişir. Bazen bulantı ve kusma görülür. Belirtiler salgınlar arasında farklılık gösterir. En bariz belirtisi ateştir ateş 3 – 4 gün kadar sürer. 2. günü sabahı düşüp akşamı tekrar yükselir. İlave enfeksiyon olmazsa 4. günü ateş genellikle düşer. Nispi bir biradikardi  vardır. Genel şikâyetlerle birlikte üst solunum yolu sistemi şikâyetleri gelişir. Komplikasyonları da çoğunlukla solunum yolu ile ilgilidir.

Hastanın akibeti salgının şiddetine, hastanın yaş ve genel durumuna göre değişir. Hafif vakalarda mortalite (ölüm oranı ) % 0,1 ‘ i geçmezken pandemilerde %10 – 15 ‘e kadar yükselebilir. Bu sebeple A/H1N1 önemsenmeli ve koruyucu tedbirler ihmal edilmemelidir. Risk gruplarının öncelikli olarak aşılanması, hasta olanların ise gerekli istirahat dâhil tedbirleri uygulaması gereklidir.

Ateş düştükten sonra hasta bitkindir. Bu nedenle paçavra hastalığı da  denir. Bazen   2 Haftaya kadar etkisi sürer. Bu özelliği ile iş gücü kaybı etkisi yüksek bir hastalıktır. İnflüenza hastalıklarında komplikasyonlar önemlidir. Vaka kayıpları bunlarla paralellik gösterir. Bronkopnomoni, pnomoni, sinüzit gibi solunum yolu komplikasyonları önceliklidir. Toksik etkisi ile myokardit. glomerülonefrit gelişebilir. Bazen menengoansefalit, nevrit. polinevrit gibi sinir sistemi komplikasyonları görülebilir. Hastalığa yakalananların 3 – 4 gün içinde iyileşmemeleri veya bulantı-kusmada fazlalaşma veya nefes darlığı gibi şikâyetlerin eklenmesi halinde mutlaka doktor kontrolünü gerektirir.

Teşhis tekli vakalarda güçtür. Kesin teşhis virolojik araştırma ile belirlenir. Kronik belirtilere ilaveten nispi bradikardi ve lökopeni önemlidir. Özel serolojik testlerle kesin teşhişi konulabilir. Tedavi spesifik değildir. Yatak istirahati, hijyen kaidelerine dikkat. klinik belirtileri komplikasyonları düşünerek takip etmek lazımdır. Beslenmede sıvı ağırlıklı bir beslenme tercih edilir. Pyromidon türevlerinden yararlanılır. Antibiyotikler komplikasyona meyil olursa verilir.

Korunma ; inflüenza kontajiyöz bir hastalık olduğundan toplum ve ferdi hijyen kurallarına bu dönemde dikkat etmek gerekir. Hastaların derhal istirahate alınması faydalıdır.
Toplu yaşanılan yerlerin temizliği ve havadar olması daha da önem kazanır. Hasta kişilerin toplu gruplardan uzak durması, el sıkışmaması gibi ikili ilişkilerden sakınması, selamlaşmada
öpüşmemek gibi basit tedbirler önemlidir.

Kişisel korunma için inflüenza aşısı geliştirilmiştir. Bir tip diğerine bağışıklık sağlamadığı için polivalan aşı olmalıdır. Aşılama risk gruplarına yapılmalıdır. Bunlar kronik hastalığı olanlar, kalp hastalıkları, diyabetikler, hamileler, immun yetersizliği olanlar ve yaşlılardır. Aşı tek doz yapılır. Aşılama ilk 2 -3 hafta içinde bağışıklık sağlar. Aşılama sonbaharda ve her yıl tekrarlanarak uygulanmalıdır.

Alerjik reaksiyonları olanlara aşı yapılmaz. Tetanoz proflakasisi esnasında da aşı tehir edilmelidir. Aşılanmalarda bazı vakalarda lokal. bazılarında ise genel döküntü şeklinde yan etki gözlenir. Aşılanmanın genel yapılması şu anda önerilmemektedir.Risk grupları dışında , iş gücü kaybı riskine karşı , özellikli yerlerde çalışanlara da aşılama yapılabilir.

Enfeksiyon hastalıklarında öncelikli prensip  bulaşma yollarını azaltmak ve ortadan kaldırmaktır. Diğer önemli bir prensip vücut mukavemetinin sağlanması ve geliştirilmesidir. Bunlara dikkat eder, öncelikli olarak da risk gruplarını aşılatarak bu salgını en az zararla atlatırız. Aşırı lakaydilik veya aşırı titizlikten ziyade Tıp ilminin bize öğrettiklerine uymak sağlığımızın sürdürülmesi için yeterlidir.

Sağlıklı günler dileğiyle.                                                                   

 

Ziya Gökalp’i Anarken

Geçenlerde milli kültürümüzün ve milli davaların bayraktarlığını yapan köklü bir çınar daha devrildi. Yazılarıyla büyüdüğümüz Ergun Göze Allah’ın rahmetine kavuştu. Gerek rahmetli Ahmet Kabaklı, gerek rahmetli Ergun Göze yıllardır aynı gazetenin komşu sütunlarında büyük hizmetler verdiler. Her iki büyüğümüzü de rahmet ve saygıyla anıyoruz. Eserlerini genç nesillere tavsiye ediyoruz.

Rahmetli iktisatçı hocalarımızdan Prof. Dr. Sabri F. Ülgener’in daha önce kaybettiğimiz Prof. Dr. Refii Şükrü Suvla için çıkarılan bir Armağan Kitabında yazdıkları gerçekten ibret vericidir: “Hak üzre düşer meyva kemâliyle olunca…”

Bir çok hocamız, arkadaşımız, devamlı saygı ve rahmetle andığımız büyüğümüz artık aramızda yok. Onları hizmetleriyle ve eserleriyle yaşayanlara tanıtmak, hayatta olanların bir vefa borcudur.

Bugün ünlü Sosyolog, fikir adamı ve Türk milliyetçiliği fikrini sistemleştiren Ziya Gökalp’in 85. ölüm yıldönümüdür. Bu büyük insan ve değerli bilim adamı için Çemberlitaş’daki kabri başında anma toplantısı yapıyoruz. 1876’da Diyarbekir’de doğan rahmetli Gökalp’in ölüm tarihi 25 Ekim 1924’tür.

Gökalp, Diyarbekir’in en köklü ve eğitimli ailelerinden birine mensuptur. Babası Buhara Türklerinden Mehmet Tevfik Efendi, Çermik kazasından Diyarbekir’e gelmiştir. Gökalp’in okuma alışkanlığını kazanması ve edebiyata ilgi duyması babası sayesindedir. Ondan Arapça ve Farsça öğrenmiştir.

Gökalp’in yetişmesinde babasının çok geniş kütüphanesinin önemli yeri vardır.

O, yalnız bir üniversite hocası ve Millet Meclisinde mebus değil; Türklüğün hocası ve Sosyologu idi. Günlük politika üzerine çıkan; ancak ülke sorunlarından uzaklaşmayan, yüksek düşünebilen bir büyük değerdi. Yazarken ve konuşurken mutlaka mesaj veren, tevazu sahibi, oldukça mahcup ve insani ihtiraslarından sıyrılmış bir örnek milliyetçiydi. Edebiyat Fakültesindeki dersinden alınıp Malta’ya diğer aydın ve siyasilerle beraber sürgün edilmişti. Malta’da bulunduğu sırada milli mücadelenin başarılı olacağı inancını hiçbir zaman kaybetmeyen Gökalp, “Malta Mektupları” isimli bir eser de yayınlamıştır.

Osmanlıcı hareketin başarılı olamaması, İslamcı görüşün de Osmanlıyı tekrar bir arada tutamaması karşısında; milli mücadeleden başka bir yol olmadığını görmüş, mandacı ve teslimiyetçi görüşlere karşı Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde milli bağımsızlık hareketine gönül vermişti.

Aslında Türkçülük hareketi, diğer iki yolun sonuç vermemesi üzerine önem kazanmıştır. Türkçülük hareketi, bazılarının zannettiğinin aksine, bir etnik milliyetçilik projesi değil; İmparatorluk bünyesinde zamanla dışlanan ve kaybedilen kimliğin tekrar kazanılmasıdır; asla dönüştür. İmparatorluktan milli devlete geçişte asli unsur etrafında milletleşmenin adıdır.

Saltanatın ve İstanbul Hükümetinin muhalifi olduğundan ve milli mücadeleyi desteklediğinden kendisini sevmeyenler Türk olmadığını iddia etmişlerdir. İttihat ve Terakki ileri gelenlerine ve milli güçlere saldıran Ali Kemal (Artin Kemal), bu iddiada bulunmuştur. Bu haine ve diğerlerine rahmetli Gökalp, “Bana Türk Değil Diyene “isimli şiiriyle cevap vermiştir. Bu şiirden bazı mısralar aşağıdadır:

Hatta ben olaydım Kürt, Arap, Çerkez/ İlk gayem olurdu Türk milliyeti/ Çünkü Türk kuvvetli olursa mutlaka/ Kurtarır her İslâm olan milleti/ Türk olsam, olmasam ben Türk dostuyum/ Türk olsan ve olmasan sen Türk düşmanı/ Çünkü benim gayem Türkü yaşatmak/ Senin öldürmek her yaşayanı/ Türklük hem mefkûrem hem de kanımdır/ Sırtımdan alınmaz Çünkü kürk değil/ Türklük hâdimine Türk değil diyen/ Soyca Türk olsa da piçtir, Türk değil.

Peyami Safa, Gökalp’in ölümü üzerine, “O mücerret bir sosyoloji değil; Sakarya’yı kazanan, Lozan’ı yaratan, Ankara’yı yapan canlı fikirdir”; Yahya Kemal ise, “Diyarbekir’in harika olan bu oğlu, istikbalin hayal edilen binasını kuran dev bir mimardır. O, ilk Müslümanlar gibi mütedeyyin (dindar), ilk Türkler gibi bâni (kurucu) idi” demiştir.

Gökalp İktisat Derneği kurarak iktisadi milliyetçilik konusuna da eğilmiştir. Gökalp, bugün karşılaştığımız iç ihanetlere, dış kuşatmalara, dayatma ve tuzaklara, Türksüz Anadolu gayretlerine ve etnik fitneye karşı hala görüşlerinden  faydalanılabilecek bir zirvedir.