23.8 C
Kocaeli
Cuma, Eylül 26, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1241

Gıda Zehirlenmeleri Ve Dikkat Edilmesi Gereken Hususlar

0

Sağlıklı bir hayat için sağlıklı gıda tüketimi çok önem taşır. Gıdalarla gelen tehlikeler son yıllarda büyük artış göstermiştir. Bunun nedenleri ise; yüzey sularının daha fazla kirlenmesi, nüfus yoğunluğunun artması ve hızlı endüstrileşme üzerinde durulmaktadır. Özellikle hızlı endüstrileşme yaşadığımız doğal çevreyi olumsuz etkilemekte, yediğimiz içtiğimiz bütün gıdalarda bu etkileşimin içinde yer almaktadır.

Gıda zehirlenmeleri, yalnız ülkemizin değil, Dünyanın hijyen bakımından en ileri ülkelerinin de sorunudur. Gıdalarımız hem mikrobiyel kirlilik hem çevresel kirlilik unsurlarıyla karşı karşıyadır. Mikrobiyolojik kalite istenilen düzeye getirilebilir olmasına rağmen, çevre zehirleri kalıntıları arzu edilen minimum düzeye henüz indirilememiştir.

Gıda zehirlenmeleriyle ilgili olarak öncelikle kimyasal zehirlenmelerden bahsetmek istiyorum. Çevreden bulaşan kimyasal madde kalıntılarının başında tarım koruma ilaçları gelmektedir. Dünyada her yıl 1,5 milyondan fazla insanın tarım ilaçlarından zehirlendiği, bunlardan’ da 30 binden fazlası öldüğü bildirilmektedir.

Tarım koruma ilaçları sebze ve meyve yetiştiriciliğinde daha fazla ürün almak için kullanılır. Hedeflenen yabani otlar, böcekler, parazitler vb zararlılardır. Bu amaçla her yıl tonlarca zehirli ilaç serpilmekte buda çevrenin kirlenmesinde ve doğal dengenin bozulmasında önemli rol oynamaktadır. Bazı tarım ilaçları doğadan hiçbir şekilde yok olmamakta doğada kalan bu kimyevi maddeler yine suyun getirdiği dönüşümle ürünün yapısına girmektedir.

Tarım ilaçlarının tüm dünyada yaygın ve bilinçsizce kullanılması sonucunda bu ilaç kalıntılarının bulaşmadığı gıda maddesi kalmamış gibidir. Günlük sebze ve meyvelerin yanında çaydan, kakaoya, baldan baharatlara kadar çok çeşitli gıda maddeleri bu kalıntılarla kontamine olmuşlardır. Bu ilaç kalıntıları yemlere bulaşarak hayvanların etine sütüne yumurtasına çok az miktarda da olsa geçe    bilmektedir. Hatta anne sütünde dahi bu kalıntılara rastlandığı çeşitli araştırmacılar tarafından bildirilmektedir.

Gıdalarla insan vücuduna alınan bu çeşit ilaç kalıntıları karaciğer böbrek başta olmak üzere yağ doku ve diğer organlarda birikir. Bu zamanla belli bir birikim dozuna ulaştıktan sonra kronik zehirlenmelere ve rahatsızlıklara sebep olur. İlaçlanmış meyve ve sebzelerin yıkanmadan tüketilmesi sonucu ise belirtilerini hemen gösteren zehirlenmeler görülür.

 

Verim azlığı, kıtlık olayları nedeniyle; hiçbir tarım ilacı kullanmama mümkün olmadığı için halk sağlığı için uygulanan önlemler olarak maksimum kalıntı dozları tespit edilmiştir. Bu dozları aşan miktarlarda kalıntı taşıyan tarımsal ve hayvansal ürünlerin insan gıdası olarak satışı yasaktır. Bunun içinde gıda kontrol mekanizması’nın çok iyi işlemesi gerekir.

Kimyasal zehirlenmelerdeki diğer bir etken ağır metallerdir. Çevrenin kirlenmesinin getirdiği bir sonuç olarak gıdalarımızdaki ağır metal kalıntıları da büyük bir tehlike oluşturmaktadır. Hem deniz ürünlerinde hem de bitkisel ve hayvansal gıdalarda sağlımıza zarar ceren en önemli ağır metaller olarak; kadmiyum, kurşun, arsenik ve cıva gösterilebilir.

Farkına varılmadan senelerce düşük dozlarda vücuda alınan bu ağır metal artıkları, organlarda birikir. Belli bir birikim dozuna ulaştıktan sonra da böbreklere, akciğerlere, sinir sistemine ve kanın yapısına zarar verir.

Önlem olarak; ağır metallerin işlendiği fabrikaların atık suları çok iyi arıtılmalı, hayvancılığın yaygın olduğu sahalarda ve tarım alanlarında böyle fabrikaların kurulmalarına izin verilmemelidir. Gıdalar ağır metal kalıntıları yönünden periyodik olarak kontrol edilmeli, izin verilen dozların üzerinde kalıntı taşıyan ürünlerin piyasaya çıkışları yasaklanmalıdır.

Sosisler içine fazla katılan nitratlarda kimyasal zehirlenmeler gurubu içinde yer almaktadır. Nitratın önemi toksik etkili bir madde olan nitriğin bir ön maddesi olmasından gelmektedir. Kanda oksijen taşıma görevi yapan hemoglobin nitriğin kanda fazla bulunmasıyla oluşan methemoglobinemi nedeniyle etkisizleşerek oksijen taşıyamaz duruma gelir. Bu sorun kendisini hemen belli etmez Kandaki methemoglobine’mi oranı %60 lara vardığında ise ölümle sonuçlanabilecek “siyonozis” hastalığı görülmektedir.

Şu ana kadar kimyasal kökenli gıda zehirlenmelerinden söz ettik. Şimdide hepimizin az veya çok bildiği mikrobiyel kökenli zehirlenmelerden bahsetmek istiyorum.

Gıda maddeleri mikroorganizmaların yaşamaları için uygun ortamlardır. Bir kısım mikroorganizmalar gıda üzerinde faaliyet gösterirken aynı zamanda toksin üretirler. toksinli gıdanın tüketimi sonucunda zehirlenme meydana gelir. Bakteri toksinlerinin bulunduğu gıda gözle bakıldığında genelde sağlam bir görüntü verir. Küf toksinlerinin bulunduğu gıda ise küflerin teşkil ettiği görüntü ile sağlam gıdalardan ayrılır. Bu nedenle küflü yiyeceklerin tüketilmemesi büyük önem taşır. küflenmemesi içinde iyi kurutulmuş halde serin ve rutubetsiz yerde muhafaza edilmelidir. Bakteri toksinlerin başında Clostridium botulinumun toksini gelir. Bu toksinin vücuda alınmasından sonra ortaya çıkan hastalığa “Botulizm” denilmektedir. Az görülen ancak toksini çok etkili bilinen en öldürücü zehirlerden biri olması ve hastalığın genelde ölümle sonuçlanması bu bakterinin neden olduğu zehirlenmeleri önemli kılar.

Çiğ yiyeceklerde ortaya çıkan botulizm olaylarına hemen, hemen hiç rastlanmamaktadır. Bu zehirlenme daha çok korunma amacıyla işlem görmüş bir süre depolanmış ve tüketimleri için ısıtılmaları gerekmeyen gıdalarda görülmektedir. Bunlar içinde ilk akla gelen ürünler sebze konserveleridir. Yeşil fasulye, bezelye, bakla, mercimek, nohut, ıspanak ve kuşkonmaz konserveleri sık sık zehirlenmeye neden olurlar. İkinci sırada et ve balık mamulleri ile meyve konserveleri gelmektedir.

C.botulinum ile meydana gelen zehirlenmelerin %90 ı evde yapılan konservelerde olmaktadır. Çünkü evlerde her zaman yeterli ısıl işlem yapılamıyor. Bu mikroorganizma genellikle toz ve topraktan bulaşmaktadır. Toprağa yakın hatta temas eden sebzeler bakteriye kontamine olur. Bunun için sebzeler çok iyi yıkanmalıdır.

Toksinler ısıyla tahrip olurlar. Bu nedenle tüketimden önce 5-15 dk sure kaynama ile riziko ortadan kalkar. Ayrıca hermetikli kapatıldığı halde ağzı açılmış konserve kavanozlarının ve bombaj yapmış kutuların içerikleri kesinlikle tüketilmemelidir.

Zehirlenme etmeni diğer bir mikroorganizma S.aureustur. Gıda hazırlanmasına hizmet eden işyerinin ve mutfakların hijyenik yönden yetersizliği, Gıda işçilerinin sağlık ve temizlik kurallarına yeterince uymamaları bu mikroorganizmayı önemli bir faktör olarak ortaya çıkarmaktadır. Stafilokok taşıyan insanlar direk olarak burun ifrazatı, tükürük, öksürük, enfekte yara partikülleri, deri ve yara kabuklarıyla veya indirek olarak  kontamine olmuş kirli elle dokunmak suretiyle gıda maddesine bulaştırırlar. Elle hazırlanan ve tüketilene kadar satış mağazalarında ve evlerde buzdolabında muhafaza edilen gıdalar bu tip zehirlenmeye neden olurlar. Ayrıca pişirildikten sonra hazır olarak satılan gıdalarda aynı riski taşırlar.

Ülkemizde yapılan çalışma ve kontroller sonucunda Stafilokok zehirlenmelerinin aracı olan gıdalar olarak özellikle peynir, kremalı dondurma ve pasta başta gelmektedir. Buzdolabında uzun sure bekletilmiş protein yönünden zengin gıdaların tüketilmesi sonucunda C.perfingens zehirlenmeleri görülür. Burada özellikle ızgara haşlanmış hafifçe kızartılmış et veya tavuk etleri soslar, çorbalar, etli börekler ve salatlar en önemli gıdalardır.

Diğer bir sık görülen zehirlenme; Salmonellaların neden olduğu zehirlenmelerdir. Genellikle hayvansal kaynaklı gıdalar bu zehirlenmeye neden olur. Bu mikroorganizma yaygın olarak her yerde bulunur. Doğal habitatları ise insan ve hayvanların barsak sistemleridir. Bulaşma kaynakları başta insan dışkışı olmak üzere hayvan yemleri, sığır tavuk ve ürünleridir. Salmonellanın dağılımı ve yaygın oluşu nedeniyle gıdalara bulaşmasına tamamen engel olmak çok zor bir işlemdir. Bununla birlikte yem ve gıda üretiminde,işlenmesinde ve hazırlanmasında gerekli dikkat ve gayretin gösterilmesi ile bulaşma olasılığı asgariye indirilir.

Yine çok rastlanan bir zehirlenme E.Coli zehirlenmeleridir. Özellikle çiğ yenen meyve ve sebzeler, salatalar, ezme ve püre şeklinde hazırlanmış gıdalar bu zehirlenmelerde önemli gıdalardır. Enfekte olan şahıs her zaman bu etmeni ellerinde ve giysilerinde taşımaktadır. Bugün için bilinen enfeksiyon zinciri insanlardan lağım ve atık suları kanalıyla meyve ve sebzelere bulaşması; Gıdaların tüketimi ile de insanlara geçmesi şeklindedir.Bu enfeksiyon önlemede birinci koşul temizliktir. Fabrikalarda da personel hijyeni ve temiz su kullanımı önemlidir.

Tüm bu zehirlenmeler bu zehirlenmeler çocuklarda yaşlı hasta kişilerde daha şiddetli olur. Genellikle belirtileri ishal, kusma, karın ağrısı baş dönmesi, baş ağrısı, halsizlik, kanlı dışkı ve ateştir. Belirtiler çoğunlukla gıdanın tüketiminden birkaç saat sonra görülmeye başlanır. Fakat bazı zehirlenmelerde bir iki gün sonra başlar.

Balık zehirlenmeleriyle de ilgili birkaç şey söylemek istiyorum. Bilindiği gibi bayat balık zehirlenmeye neden olur. Bu nedenle taze balıkla bayat balığı bir birinden ayırt etmek gerekir. Taze balıkta eti sert, katı ve kıvamlıdır. Pullar deriye yapışıktır. Solungaç kapalıdır. Elle açıldığında renk açık kırmızı pembe arasındadır. Balığın gözleri parlak ve kırmızıdır.

Bayat balıkta ise et yumuşaktır ve pullar dökülür. Göz süt beyazı ve donuk renklidir. Solungaç kapakları açıktır ve rengi de gri sarı veya açık kahverengidir. Balık etine parmakla basılan yer çökük kalır. Saydığımız bu unsurlara dikkat edilirse zehirlenme riski ortadan kalkar.

Gıda zehirlenmelerinin kontrolü için 3 genel kural vardır.

1)-Gıdalara bulaşmanın kısıtlanması veya engellenmesi, bunun için sağlık ve temizlik kurallarına tam uyulmalıdır.

2)-Mikroorganizmaların gelişmelerinin önlenmesi ve durdurulması. Bu nedenle gıdaları pişirmek ve uzun süre bekletmeden tüketime sunmak gerekir. Bunlar mümkün değilse gıdayı küçük parçalara ayırarak soğukta muhafaza etmekte gelişmeyi engeller. Burada bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Zehirlenmeye neden olan gıdalar ele alındığında temel sorunun bu gıdaların saklanmasında bilgisizce hareket edildiği görülmektedir. Örneğin; tuzlanmış, tütsülenmiş ve kurutulmuş olması bu gıdaların sanki dayanıklı gıda maddesiymiş gibi oda sıcaklığında muhafaza edilmesine neden olmakta ki buda yanlış bir uygulamadır. Yapılan bir başka yanlışta donmuş gıdaların çözündükten sonra tekrar dondurulmasıdır. Çözünmüş bir gıda mikroorganizmaların gelişmesi ve faaliyeti için çok uygun ortamdır. Bu nedenle çözünmüş gıdanın hemen pişirilmesi veya tüketilmesi gerekir.

3)-Mikroorganizmaların yok edilmesi burada yapılması gereken pişirildikten sonra bekletilen gıdaların buzdolabında saklanmış olsalar dahi tüketilmeden önce mutlaka ısıtılmalıdır. Salçalı yemekler 10-11 dk. kaynatılmalı tavuk etleri ise 80 C ye kadar ısıtılmalıdır.

Gıda İmalathane ve fabrikalarının ise bu konuda yapılması gerekenleri şöyle sıralayabiliriz.

1)-Hammaddelerinin kusurları giderilmeli yani hammadde sağlam olmalı.
2)-Mikrobiyolojik kontrol yapılmalı.
3)-Katkı maddeleri kontrollü şartlarda kullanılmalı.
4)-Üretim teknolojisinde hatalar önlenmeli.
5)-Ambalajlar hatasız olmalı
6)-Hijyen ve sanitasyon kurallarına uyulmalı
7)-Depolama, taşıma ve satış yerinde muhafaza uygun koşullarda yapılmalı.

Sonuç olarak şunu söylemek istiyorum. Gıda zehirlenmeleri sağlığımızı çok yakından ilgilendiren bir konu bizler sağlıklı bir hayat istiyorsak sağlıklı gıda tüketmeliyiz. Bunun içinde gıdalarımıza gereken titizliği gösterelim.

Bio-Ekonomi

Küresel algının bütün dünya milletlerinde artmasıyla birlikte, bölgelerinde meydana gelen risklere karşı diğer ülkelerle birlikte nasıl mücadele ederiz anlayışı yavaş yavaş hakim olmaya başlamıştır. Bu algının gelişiminde haberleşme ve iletişimdeki baş döndürücü gelişmelerin gücü yadsınamaz.

Dünyadaki problemler için küresel organizasyonlar kurulmuştur. 21. Yüzyılda bu organizasyonların etkinliğinin artacağını ve gelişen yeni durumlar karşısında da yeni organizasyonların kurulacağını görüyoruz.

Kapitalle uğraşanlar her zaman meydana gelen riskleri kazanca çevirmeye çalışmışlardır. Genellikle de kazanca çevirme konusunda başarılı olmuşlardır.

21. yüzyılda dünyayı tehdit eden küresel ısınma ve buna bağlı oluşabilecek çevre etkilerine karşı bir dizi önlem alınmaya çalışıldığını görüyoruz. Her önlem bir organizasyon ve ekonomi demektir.

Dünyadaki tarım ürünlerinin üretim ve tüketimleri bellidir. Küresel ısınma ile birlikte oluşabilecek üretim düşüşleri o ürüne olan talebi artıracak ve fiyat dengesizlikleri ortaya çıkacaktır.

Bu şu demektir yeni dünya,yeni pazarlar,yeni iş yapış şekilleri, yeni organizasyonlar,yeni iş kolları ve ……

Yeni pazarlara egemen olmak isteyen güçler olacaktır. Bu güçler de genellikle küresel risklerin çözümünde kullanılan araçlar, mekanizmalar ve kavramlar üzerinden olacaktır.

Temiz enerji(Yeşil enerji), doğal kaynakların korunması, organik tarım, organik diğer araç gereç ve eşyaya olan talepler artmıştır. Çevre sorunlarına daha duyarlı vatandaş algısının artırılması(doğal yiyecek, doğal giyecek, doğal yaşam) ile yeşil ekonomi (Bio-Ekonomi) sektörünün gelişmesi kaçınılmazdır.

Her zaman çevre ve kalkınma arasında doğrudan ilişki vardır. İş dünyası çevre politikaları ile bağ kurma konusunda günümüzde yarışmaktadır. Teoride dünyanın doğal zenginliklerini ve çevresini korumak, sağlığını güvence altına almak, yaşam kalitesini artırmak, tüm ülke insanlarının bu imkanlarda eşit yaralanmalarını sağlamak gibi düşünceleri vardır. Bu düşünceyi ekonomiye, kazanca dönüştürmede iş adamları oldukça mahirdir.

Birbirlerini besleyen kavramların üretilmesi ile önümüzdeki günlerde; Bio-Ekonomi, Bio-Çevre, Bio-Barış, Bio-Politika gibi kavramlara daha çok rastlayacağız.

Artık dünyanın bir tarafında olan olumsuzluklara sadece olumsuzluğun olduğu ülke insanları değil, bundan haberdar olan ilgisi olan tüm dünya insanları tepki göstermektedir. “Bu dünya hepimizin” anlayışının bir göstergesidir.

Dünyadaki kaynaklarımız sınırlı, isteklerimiz ise sınırsız. Bu denklemi çözmek ise biz insanoğluna düşmektedir.

“Açılım-Saçılım-Kaçınım” Projesi-2 !?

(Konu ile ilgili 2. yazımızla devam ediyoruz)

Anadolu’dan Yükselen Ruh…

Batılı emperyal güçler, Birinci Dünya Savaşında “Türk varlığını yok ettik” diyecekleri sırada, Anadolu’dan bir yiğit ses yükseldi. Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde bütün kuvvetler birleştirilerek, din-dil-ırk farkı olmaksızın “vatan”, “namus”,”istiklâl”, “hürriyet” için düşmana karşı birleştiler, birleştirildiler… Türk’ü, Kürd’ü, Laz’ı, Çerkez’i, Alevi’si, Sunni’si birleşti; vatan toprağının her karışına kanını akıtarak kurtardı. Çanakkale’de savaşan Elazığlı, Erzurumlu; Kafkaslarda savaşan Samsunlu, Balıkesirli, Antepli; Sarıkamış’ta donan Konyalı, Edirneli, Diyarbakırlı, Adanalı idi. Onlar topyekûn savaştılar ve vatanı kurtardılar, bugüne kadar birlikte yönettiler.

Anadolu’dan istiklal ve hürriyet için emperyalizme karşı bir ruh şahlandı… “Ya istiklal ya ölüm…” dedi. Başka tercih olamaz dendi… Türk milletinin kanı ve canı pahasına bu vatan kurtuldu. İstiklâl mücadelesi verilirken, “var olma” “yok olma” kararında iken, devleti içten vuran isyanlar, hainlikler de oldu.

Yüzyıllarca Müslüman halk ile birlikte yaşamış Ermeniler, Rumlar devlete baş kaldırdılar. Halkı katlettiler. Orduyu arkadan hançerlediler. Dış düşmanlarla, yani son Haçlı ordularıyla, Gazi Paşa savaşırken, amansız bir mücadele verirken, dışarıdan saldırılar ve işgaller beş cepheden devam etti. Haçlıların içerdeki piyonları ile uğraştı Gazi Paşa…

Yok etmek istedikleri Türk milleti hürriyet için, namus için, iffet için emperyal Haçlı ordularına kafa tuttu. Onların amacı olan, kolay sömürecekleri Doğu Anadolu’da “Batı Ermenistan”, Güneydoğu Anadolu’da da “Kürdistan” kuramadılar.

Hevesleri kursaklarında kaldı.

Peki, amaçlarından vaz mı geçtiler?

Hayır…

Anadolu’da kurduramadıkları “Batı Ermenistan’ı” yeniden ihya etmek ve Türkleri Anadolu’da boğmak için yeni stratejiler oluşturdular, geliştirdiler…

Uzun Soluklu Plan ve Stratejiyi Anlayalım…

Önce toplumun geleceği olan gençliği çatıştırarak birbirine kırdırdılar.

Darbe mantığıyla sömürmeye devam ettiler.

Sonra Alevi-Sünni çatışması başlattılar.

Alevi vatandaşları tahrik ederek devlete güvensizlik deklere ettirdiler…

Acı olaylar ve can acıtan sonuçlar yaşandı Anadolu’da..

O da yetmedi…

Yeni senaryolar hazırlandı. “Kürt” kökenli vatandaşları bu kez çatışma alanına sürdüler. Bunların arasında 1915 artığı “kriptoların” oluşturduğu bir güç devlet içinde, kamuoyunu etkilemek için medya organlarında kadrolaştılar. Çok iyi kamufle edilmiş, “Türk” isimli ve kimlikli gruplar oluşturdular.

 Milli ve manevi değerlere zıt unsurların bugüne gelinceye kadar çok emek verdikleri de bir gerçektir. Örgütlenme ve içten yıkma işine Atatürk’ün ölümünden sonra hız verdikleri muhtemeldir. Devletin çeşitli kademelerine yerleştirilmiş olan gayrı milli unsurlar ülkemin lehine olan her faaliyet ve arayışı engellemek için her türlü aracı da kullanmaktan geri durmadıkları, gelişen olaylarla su yüzüne çıkması sürpriz değildir. Özellikle Türk milletinin kutsal saydığı milli ve manevi değerleri; örneğin inançları, dini, aidiyet duygusu milliyetçiliği kendilerine “düşman hedef” olarak seçmeleri de gizli saklı değildir.

Türk Kelimesi Irkçılığı İfade Etmez…

Emperyalistlerin yok etmeye çalıştığı Türk varlığını, Cumhuriyetin kurulmasıyla oluşan ulus devlet, Batılı emperyal Haçlı zihniyetinin hevesini kursağında bırakmıştır. Kurulan ulus devleti oluşturan halkın tamamı bir bütün olarak düşünülmüş, tek bir amaç etrafında toplanmıştır; Hürriyet ve istiklâl için…

Önder Mustafa Kemal, ulus devleti yaratırken tüm halkları “Türk milleti” kimliği altında ifade etmiştir. Türk milleti ifadesi, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan tüm halkın genel adıdır.

Bu isimde ırkçılık anlamını aramak ve çıkarmak iyi niyetin ifadesi değildir, aksine, millet düşmanlığını körüklemek demektir. Onun içindir ki Gazi Paşa “ne mutlu Türk olana” değil, “ne mutlu Türküm diyene” diyerek, bir vatandaşın kendini nasıl hissetme serbestîsini, irade kullanımını öne çıkarmıştır.

Bu terim soya veya ırka dayalı bir aidiyetten çok, kültür birliğine inanmış, tesanüt birliğine gönül vermiş, birlik-beraberlik-bütünlük içinde kaynaşmayı benimsemiş bir halkı kastetmiştir.

Farklı kültür topluluklarından oluşan Anadolu insanı, kendini Türk milletinin mensubu olarak görmüş, öyle adetmiş ve bugüne kadar o farklı kültür özelliklerini yaşamış ve yaşatmıştır.

Türk Kültürünün sahibi olan, kendini Türk hissetmekle övünen ve mutlu olan insanların çoğunlukta olduğu Türk toplumunu aldatmak ve ayrıştırmak için değişik stratejiler uygulandı.  Önce, kolay dağılmasını sağlamak için toplum bir “mozaik”e benzetildi. Sonra, yine toplumu “alt-üst” kimliklere bölündü.

Milletin ait olmadığı böyle bir ayırım söylemi siyasi ve sosyal araçlarla halka pompalanarak, psikolojik saldırı yapılarak, insanları ayrıştırarak farklı algılamalara neden olundu. Açılan bu tartışmalarla milletin birliği ve beraberliği yıpratılmaya ve zayıflatılmaya çalışıldı.

Ayrıştırma Taktiği

Türk milletini oluşturan 72 milyon insanın içinde “ben Kürdüm” ya da “kendimi Kürt hissediyorum” diyen insan sayısının ne kadar olduğu bilinmiyor. İnsanlar kendini nasıl hissediyorsa odur; zorla bir şey olamayacağına göre, insanları belli kimliklere mahkûm etmek veya sınırlamak insan haklarına zaten aykırıdır.

Türkiye’nin birlik ve bütünlüğünü bozmak ve tarihte başarılmayan “yok etme” plânına devamla bu kez yeni ayrıştırma plânı uygulanmaktadır. Bunun için halkımız ve devletimiz üzerinde yoğunlaştırılan ve medya tarafından pompalanan bir psikolojik taarruz vardır. Bu taktik ile Türk halkının bir kısmını farklı bir kimliğe mahkûm etmektedir. Bu taktikle adeta et-tırnak olan Anadolu halkının bir kesimine “Kürt” olduğu zannı şırınga edilerek kafalar karıştırılmakta, aidiyet ayrışımı öne çıkarılarak zihinlere ayrılık-farklılık fikri yerleştirilmektedir.

Siyasi iktidarı sayesinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir garabetler ülkesine dönüştürüldü, maalesef… Gerçekler ve doğrular karşıtlarıyla yer değiştirdi; topluma “ak” olanlar “kara”, “kara” olanlar “ak” olarak sunulmaktadır. Bu menfi psikolojik propaganda nedeniyle insanların aklı karmakarışıktır. Toplumda bugüne kadar hiç itibar görmeyen, değer bulmayan toplumu ayrıştırıcı kavramlar zihinlere yerleştirilmekte, yeni nesil “zorunlu” bir aidiyet arayışına itilmektedir.

Açılım Hakkındaki Şüpheler

Türkiye Cumhuriyeti Devletine baş kaldıran örgüt ve onun liderleri ile “gizli” ilişkilerin kurulduğu, “pazarlıkların” yapıldığı şüpheleri -dedikoduları- yazılı ve sözlü basında ortalığı kasıp kavurmaktadır. Ülkenin bütünlüğüne kastedenlerle sözde “barış” sağlama komedisine karşı çıkanlara, BOP eş başkanı olduğunu unutarak, okyanus ötesi merkezlerce bu plânın dayatıldığını söyleyenlere; “ispat etmezlerse namusuz ve şerefsizdirler” demek ne kadar nezaket sınırlarına ve gerçeğe sığar? Korkarım ki birileri karşı çıkıp iddiayı tersinden okursa o zaman kim kime ne diyecek! Yazık..

Düne kadar BOP eş başkanı olarak övünen ve bunu üstün bir “paye” olarak sunan, her türlü tasarrufu “ağababa” lehine kullanmayı vaat eden bir başkası olmadığına göre, bu ağır hakaretlerin yankısı, amacı ne olabilir?

Yakışıksız yüksek doz ağır ifadelerle milletin karşısına çıkan bir başbakan tarafından idare edilen bu ülkede yaşamak çok insana “zul” gelmektedir. Bu kadar seviye fukarası bir siyasetin yapıldığı ülkemin geleceğinden şiddetle endişe duyan her aydın insan gibi beni de endişelendirmektedir, hatta korkutmaktadır!

Sosyete Güllerinden Destek…

Bakar mısınız şu komediye?

Ne olduğu belli olmayan “açılım”, “saçılım, “kaçınım” için “sosyete gülleri”nden bile medet umulduğuna göre, bu işin ne kadar ciddiyetten uzak olduğunu göstermektedir.

Diğer yandan bir başka komedi daha sahneleniyor; ülkesini ve halkını korumak için vatan bekçiliği yapan şehit, kahraman askerlerin aileleri de istismar edilmektedir. Anaların gözyaşları bahane edilerek duygu sömürüsü yapılmaktadır.

Neymiş efendim; “analar ağlamasın, kan dökülmesin, gözyaşı dinsin…” sloganlarıyla vatandaştan “duygu sömürü avansı” istenmektedir.

İyi de, tabii ki kan akmasın, analar ağlamasın…

Bunu isteyen kim ki?

Ama nasıl olacak bu iş?

Bunun cevabı yok!

Devlete isyan eden, bölücülük yapan, vatana ihanet eden Türk Ordusu mu, şehit Mehmetçikler mi? Devlete ve millete başkaldıran, silah sıkan, askerini, sivil vatandaşı katleden katil ve teröristlerin yakınlarıyla şehit aileleri aynı masaya oturtulmakta, güya “akan kan dursun, anaların gözyaşı dinsin” duygu sömürüsü yapılmaktadır.

Adeta zoraki bir müsamere sahnelenmektedir…

Neymiş efendim, güya, “barış tülbendi” boyunlara sarılmakta…

Şehit ailelerini bu sahneye zorlayan siyasi kafanın bu olayı ne kadar yüzeysel algıladığını göstermektedir.

İstismar edilmeyen bir anaların gözyaşları kalmıştı, onu da ucuza harcadılar…

Tıkanan, iktidar olma zaafını gizlemek için, yeni tertiplerle milletin duygularına dokunarak siyasi çıkış arama peşine düştüler…

Kimi kiminle barıştırıyorsunuz?

Onlar zaten bu milletin fertleri…

Ayrı milletten değiller ki!!!???

İster Mehmetçik anası olsun, ister “terörist” anası olsun…

Şehit anasıyla teröristin anası tabii ki “analık” duygu boyutunda aynı acıları çekiyorlar. Analık, üstün bir vasıftır. Ancak fark var; bir tarafta devlete silah çekmiş, baş kaldırmışların anası, diğeri tarafta ise vatanı savunanların anası…

Aradaki farkı iyi anlamak gerek.

Sanki devlete isyan eden, millete silah çeken, vatanın bölünmesini isteyen devletin askeriymiş de “barış tülbendi” ile tüm bu terör kabahatleri, suçları, acıları unutulacakmış!!!???

Kürt Kökenli Vatandaşın Özgürlüğü

Yukarıda ifade ettik; ülkede “Kürt” sorunun olmadığını, bunun bir yıkım plânın parçası olduğunu, Batı emperyalizmi tarafından hazırlanan senaryo gereğince pompalanan asıl sorun “Kürt sorunu” değil, “Kürt” vatandaşlar kullanılarak emperyal emelleri gerçekleştirilmek istenmektedir; dolayısıyla karşı karşıya olduğumuz sorunun “E.. sorunu” olduğunu anlamalıyız.

Eğer “Kürt” sorunu olsaydı bugün Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Yasama organında “Kürt” kökenli milletvekili, meclis başkanı, bakan olur muydu?

Merak edenler araştırsın; şu anda TBMM çatısı altında acaba kaç tane “Kürt” kökenli milletvekili vardır?

Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduğu günden bugüne kadar, moda deyimle, kendini “Kürt” olarak hisseden ve tanımlayan kaç tane milletvekili, kaç tane meclis başkanı, cumhur reisi, başbakan, vali, general, kaymakam, hâkim, savcı, öğretim üyesi, öğretmen, üst düzey bürokrat ve iş adamı çıkmıştır?

Bunu bilen var mı?

Bunların dökümlerini çıkarmak ve ortaya koymak bile ileri sürülen “Kürt sorunu” komedisinin temelsiz ve desteksiz olduğunu gösterecektir.

Ayrıca, bu rakamlar ortaya çıkarılıp ta “Kürt” ve “Türk” nüfusla kıyaslandığında, orantının “Kürt” vatandaşlardan yana yükseleceğini, terazinin yine “Kürt” vatandaşlardan yana ağır basacağı kesindir. Hatta nüfusa göre oranlama yapılacak olursa, durumun “Türk” kökenli vatandaşların aleyhine işlediği ve halen de işlemekte olduğunu da görmek mümkün olabilir.

Diğer yandan, yüzyıllardan beri birlikte yaşamış, akraba olmuş, kendilerini hiç, ama hiç farklı görmemiş insanları ayrıştırmak için zemin hazırlama plânı olan bu “açılım-saçılım-kaçınım” komedisi milletin istemlerine terstir. Böyle bir durumda milletin kendisine sorulması gerekir. Örneğin devlete isyan eden, Türk ordusuna, polisine silah çeken kişilerle birlikte yaşamak, onlarla aynı sofrada oturmanın uygun olup olmadığını yine vatandaşa sormak gerekir.

Yani Türk milletinin mikro milliyetçilik yapan “Kürtçü” bölücülerle birlikte olmak isteyip istemediğini anlamak için, demokratik bir yöntemin kullanılması daha doğru olmaz mı?

Nedir o?

Referandum…

Bu “açılım-saçılım-kaçınım” komedisinin, çok önemli bir yararı olmuştur; Türk milletinin uyanmasına vesile olmuştur.

Tıpkı Osmanlının son günlerinde ortaya çıkan iç ve dış isyanlarla mikro milliyetçilikler ve onun sonucu olarak ortaya çıkan 30 çıvarındaki “devletçik” felaketine benzer bir sürece doğru sürüklenmek istenmektedir ülkemiz…

Çok tehlikeli bir oyunun parçası olmak istemeyen herkes Türkiye Cumhuriyeti Devletine ve onun değerlerine sahip çıkmalıdır.

Ulusal künye tehlikeye düşünce, devletin bekası, milletlin birliği, vatanın bütünlüğü söz konusu olunca her şey teferruat sayılacağından, kimin ne söyleyeceği, ne yapacağını, nasıl davranacağını önceden kestirmek mümkün olmaz.

Böyle bir vebalin altından hiçbir siyasi kadro kalkamaz…

Alt Yapı Hazırlığı…

Ayrıştırma plânının ön hazırlıkları yapılmadan böyle bir işe girişilir mi?

Tabii ki hayır…

Şu soruyu sormalıyız; böyle bir girişim için alt yapı hazırlığı olmaz mı?

Mutlaka olmalıdır…

Tayyip Bey ve ekibi tarafından ortaya atılan “açılım” muamması tartışılmaya devam edilirken, renkli camın ekranlarında, “tarihçi” olduğunu iddia eden bir zat tarafında millete bir sinyal verildi. Güya Türkiye’nin “ırk” oranlarını belirleyen bir araştırma yapılmışmış!?

Bravo vallahi!

Ancak bu kadar “örgütlü” ve zaman ayarlı bir çalışma olabilirdi…

Tayip Beyin “açılım-saçılım-kaçınım” projesine destek olmak için meğer çoktan ön hazırlıklar yapılmış, araştırmalar yapılmış, sonuçları da tam zamanında “köşe kapıcı” bordrolu işbirlikçilere ulaştırılmış…

Sadece yayında duyurmak gerekiyormuş, onu da tam zamanında yaptı “tarihçi” olduğunu iddia eden zat tarafından…

İşte alt yapı hazırlığı dediğimiz araştırmanın detayları; ABD tarafında yapıldığı iddia edilen “Türkiye’nin Gen Haritası Araştırması” sonucuna atıf yapıldı TV ekranlarında. Bunu yapan zat, araştırmanın doğruluğunda emin olmadığını da, kendisine verilen tepki sonucunda ancak itiraf edebildi. Tarihçi” geçinen zatın, bu ABD kaynaklı araştırmaya göre Anadolu’da Türklerin oranını yüzde 30 olduğunu ilan etmesi son derece düşündürücüdür. Üstelik böyle bir haberin doğruluğundan emin olmadan ileri sürmek, “tarihçi” geçinen bir zata ne kadar yakışır orası tartışmalıdır…

Böyle bir zamanlama ile ileri sürülen bu araştırmanın Türk milletinin muhalifleri tarafından negatif kanıt olarak kullanılması içten bile değildir. Onlara şu koz-sinyal verilmiştir; “..haydi canım, Türklerin Anadolu’daki oranı (?) kadardır; oranınız kadar konuşun..” mesajı verilmek istenmiştir.

Bu ifadeler, resmen ve açıkça bazı basın-yayın gruplarında yerleşmiş “bordrolu” “köşe kapıcıları” tarafından ısrarla pompalandı…

Bu, Türkiye Cumhuriyeti Devletini yıkma plânlarına farkında olmadan destek olma gafletidir.

Belli merkezlerden yönlendirildiği belli dayatılmış fikirlerle bezeli medyanın “bordrolu köşe-bucak kapıcıları”, halkın kafasını karıştırmaya devam ediyorlar. “Anadolu’nun Gen Haritası” hakkında ileri sürülen oranların “aidiyet” esasına göre sınıflandırılması kadar saçma bir konu olamaz.

Çünkü Anadolu bir gen havuzudur.

Tarih öncesi binlerce yıl önceden başlayıp İS’dan günümüze kadar geçen zaman dilimlerinde çok farklı ırktan milletler, halk toplulukları, inançlar, kültürler yaşanmıştır Anadolu’da… Bunların bir kısmı yok olmuş, bir kısmı asimile olmuş, bir kısmı yeni toplumlarla varlığını devam ettirmiştir. Tabiidir ki, hiçbir ırka özgü saf gen havuzunu Anadolu’da bulmak ya da çıkan sonuçları Türklere ya da Kürtlere mal etmek bilimsel olmadığı gibi gerçekçi de olmaz.

Özellikle böyle bir ifadenin tam da siyasi iradece önce “Kürt Açılımı“, sonra da “Demokratik Açılım” olarak ortaya attığı derken beğenilmeyip “milli birlik projesi” olarak yaygınlaştırılmaya çalışılan “ucube” konu hakkında çeşitli tartışmaların yapıldığı bir dönemde, ortalığı daha da karıştırmak, doğrularla karşıtlarının yer değiştirmesine sebep olacak bir sonuca destek sağlamak, kime yarar sağlayabilir ki!? Özellikle Anadolu’daki Türklerin oranını öne çıkararak, aslı astarı olmayan bir varsayımı gerçekmiş gibi millete aktarmak, hangi menfur, hain plâna hizmet eder?

Burada bir gerçeği daha dile getirmekte yarar vardır; bu girişimle siyasi iradenin başarılı olamayacağı bellidir; ancak milletin dikkatini belli bir hedefte toplamayı başarmıştır. Ve devlet kadrolarını yandaş ehliyetsiz kişilerle doldurması ve devlet imkânlarından birilerini nemalandırması bağlamında son derece başarılıdır.

Sonuç

Sonuç olarak, siyasi iradenin ülkenin idaresinde çıkmaza düştüğü her alanda artık çıkış bulamadığı için, sorunlar karşısında boğulmaya başladığı için, milleti bir süre de bununla oyalamak amacıyla, “Demokratik Açılım” paketi, ortaya atılmış “garabet” kokan bir konudur. Siyasi irade, Ülkenin kolay idare edilemeyeceğini gözden ırak tutmak, milletin kangren olmuş iş-aş problemlerini görmezlikten gelerek, milleti oyalayacak argümanlar yaratmaktadır. İşte bu “açılım-saçılım-kaçınım” projesi de bunun bir sonucudur. Teröre dayalı siyasi istemlere taviz vermek, onları tartışmak, Türkiye’yi sonu belli olmayan felaketlere sürükler.

Ayrılıkçı düşünce mensuplarının net olan istemlerine kamuflaj yapmaya gerek yoktur; isteklerini açıktan söylüyorlar. Siyasi irade hangi tür paketi açarsa açsın, “siyasi Kürtçülüğün” hedefine çare olmaz. Onların ana hedefi ulus devleti parçalamak, “bağımsız Kürdistan” kurmak ve muhtemel gizli ajandaya alet olmaktır.

Siyasi irade bu girişimiyle bu isteme dolaylı olarak destek olmakta, cesaret vermektedir. Böylece diğer mikro-milliyetçilik akımların teröre dayalı siyasi istemlerine yol açılma riski gündemdedir; bu, Türkiye’yi bekleyen büyük felakettir. Bu yaklaşım, ulus devlete inanmayan ve güvenmeyen her aidiyet mensubu topluluğa, terörle siyasi çıkar sağlama yolunu açmak demektir. Yakın tarihimiz benzer örneklerle doludur. Siyasi erkin aklını başına devşirip yanlıştan çok seri olarak dönmesi ülke yararınadır. 19.10.2009

(Not: Siyasi iradenin açıklamaya cesaret edemediği “açılım” içeriğinin, meğer başkası tarafından çizilmiş “yol haritası” içinde saklı olduğu anlaşılmıştır. Şimdiye kadar saklı tutmanın sebebi anlaşıldı. Artık siyasi iradeye iş kalmadan, işbirliği yaptıkları terör temsilcileri söyleyeceklerini, yapacaklarını 19 Ekim günü, Silopi’de, Habur’da söylediler, yaptılar, “takke düştü kel göründü…” Sözde barış için geldiğini söyleyen terör mensuplarını davul-zurna ile karşılamak, Türk adliyesini teröristlerin ayaklarına götürerek, 7 dakikalık sözde sorgulama ile serbest bırakmakla “devletin varlığı ve ciddiyeti” tartışma konusu yapılmıştır. Teröristler zafer kazanmış “kahramanlar” edasıyla vatan topraklarını arşınlamaya başladılar. Şimdi anlaşıldı mı “açılımın” sırrı?)

Aklıma Geldikçe

 

Geçmişin hasretiyle,
Günü eleştiririz.
Kendimize bakmadan,
Dünya değişti deriz.
Hakkıyla izleyince,
Şahsi yaşantımızı.
Bizim düşüncemizden
Gerçek farklıymış meğer!
Dünya  pek değişmemiş,
Bizler çok değişmişiz.

Dünya bir yalan rüyadır.
Yaşarken farketmez insan
Ahiret gerçek olandır
Ölünce uyanır insan

Yaşamın cazibesine kapıldık
Hakikatleri göremez olduk.
Arkamızı baki olana döndük.
Fani olanda acep ne bulduk.

Dünya neye yarar içinde insan olmazsa
İnsan neye yarar gönlünde iman olmazsa
Eş,evlat,mal ve para Dünya’da muvakkattir
İnsanlık  için yapılan hizmetler olmazsa

 

 

 

Galatasaray’ın Renkleri

20 Ekim 1905 günü Galatasaray Lisesi 5- Edebiyat sınıfında A. Sami Bey ve arkadaşları, futbol kulübünü kurarlar. Ancak kulübün ismi henüz belli olmamıştır. 

Teklifler vardır. Sınıf arkadaşları bazı isimler üzerinde dururlar. “Gloria” (zafer), “Audace” ( atak, cüret), “Aigle” (kartal) vs. önerilen hiçbir isim üzerinde anlaşma sağlanamaz. 

Takım ilk maçına isimsiz olarak çıkar. Formaları “Kırmızı-Beyaz”dır. Oyuncuları tanıyanlar, sahadaki takımın çoğunlukla Galatasaray Lisesi’nin öğrencilerinden oluştuğunu anlarlar ve onlara Galatasaraylılar derler. Böylece kulübün adı belli olur. 

O yıllarda ülkeyi yönetenler futbola karşı hoş görülü olmadıklarından soruşturma ve baskılara uğrarız korkusuyla  kulüp sorumluları milli renklerden meydana gelen kırmızı-beyaz formalardan vazgeçerler. Yeni forma rengi borda-portakal sarısı olur. Bu renkler de beğenilmez ve İngiltere’den sarı-siyah renkli formalar getirilir. 

Galatasaray yeni renkleriyle oynadığı maçlarda başarılı olamaz. Galatasaray sarı siyah formayla 1906 yılında Kadıköy kulübüyle oynadığı dört maçı kaybeder (11-0; 7-0; 6-4; 2-1) bir maçı da berabere bitirir (1-1). Formalarda eskiyince bazı kulüp mensupları, bu renklerin uğursuz olduğunu ileri sürerek başka renklerden seçim yapılmasını isterler. 

Yeni forma rengi için görevlendirilen heyet, Beyoğlu’nda bir kumaş mağazasına (Şişman Yanko) gider. Raflarda yan yana duran kumaşlar arasında üst üste duran sarı ve kırmızı topların renk uyumu ve albenisi bütün üyelerin beğenisini kazanır. Galatasaray camiası renkleri benimser. Futbolcuların ve üyelerin hanımları yeni formaları biçip dikerler. Her ne kadar bu formayla çıktıkları ilk maç ( İngiliz  Barham:3 Galatasaray:1) kaybedilse de, formalar beğenilir ve günümüze kadar gelir. 

Galatasaray’ın sarı-kırmızı renkleri değişik efsanelere konu edilmiştir. Bunların en önemlisi, Sultan II. Beyazıt Han ile ilgilidir. Sultan avlanmak için gittiği, Galatasaray Lisesi’nin bugün bulunduğu arazide bir süre dinlenmek ister. Gördüğü bir kulübeye misafir olur. Gül Baba adlı bir ihtiyar derviş tarafından ağırlanır. Ayrılırken, Gül Baba’ya iltifat eden Sultan II. Beyazıt Han, bir dileği olup olmadığını sorar. İhtiyar derviş “-Hakan’ım buraya bir irfan yuvası yap. Devlete faydalı adamlar yetişsin” diyerek, Sultan’a bir kırmızı bir de sarı gül verir. 

Sarı ve kırmızı renklerin temeli işte bu güllerdir. 

Bir başka olasılık da, sarı ve kırmızı kuşaklı tüccarlardır. Tüm İstanbul’da olduğu gibi ( 15 ve 16. yüzyılda ) Galata’da, Türk esnaf kırmızı, gayri Müslim esnafta sarı kuşak kullanırmış. 

Hatta Venedik balyosu (sefiri), İstanbul’a gelen vatandaşlarına, kırmızı kuşaklı satıcılarla alış veriş etmelerini, bunların dürüst insanlar olduklarını, sarı kuşaklıların ise güvenilmez olduğunu söylermiş. 

Sarı ve kırmızı renklerin böyle de bir geçmişi varmış. Günümüzde sarı-kırmızı renkler, Galatasaraylıların ruhudur. Kalplerinde, gönüllerinde yer etmiş bir semboldür. 

Bu yıl satışa sunulan ve sporculara ve taraftarlara giydirilen mor formalar ise, camiada  yoğun tartışma yaratmıştır. Mor rengin, Galata’ya dayanan bağlarıyla bir asalet simgesi olduğunu ileri sürenler, Galatasaray camiasının, lisesinin ve kulübünün sarı kırmızı renklere olan aşkını ve mazisinden gelen bağının gücünü göreceklerdir. 

Galatasaray Sportif A.Ş. Genel Müdür’lerinden sayın Ebru Köksal’a göre, sarı kırmızı renkler artık, eskimiş değişmeliymiş! Olmamış patlıcanın mor rengi yenilikçilikmiş! 

Birilerinin, görevlerini daha iyi yapmaları, camiaya ve maziye saygılı olmaları gerekiyor.

 

Sayın Ahmet TAŞGETİREN Beyefendi

Kocaeli Müsiad derneğindeki konuşmanızda dinleyicinizdim. Bazı tespitlerinizin fevkalade yerinde olduğunu belirtmek , takdir ve  teşekkürlerimi iletmek istedim.

Adı “Milli mutabakata” çevrilen KÜRT sorunu ve açılımı konusu fevkalade hassas bir sürece girmiş bulunuyor. Haklı bir tespitiniz olarak konunun kürt  isimlendirilmesi ile konuşulması doğru değildir.  Çünkü şu anda hissedilmese de Türk milliyetçiliğini muhafazakarlıktan çıkarıp ırkçılığa tetiklemektedir. Endişem odur ki bazı güçlerin de (Türk ve İslam Dünyasında emperyal niyetleri olan ve sürdüren) maksadı budur. Çünkü olayların seyri bir kürtçülük hareketinin ülkemizde alenileşmekte ve pervasızlaşmakta olduğunu gösteriyor. Son teslim-geri dönme olaylarında da oluşan fotoğraf budur. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin hiçbir kutsalının  (Bayrağımız-İstiklal Marşımız ve Devletimize  saygıyı gösteren herhangi bir emarenin  ve özür niyetinin) olmayışı bunu düşündürmektedir. Bu duruma  milletimizden  bir tepkinin  gelişmemesi düşünülmemelidir.

Ak Parti’nin, Erdemlililer hareketi olarak başlama döneminden itibaren muhafazakar-Demokrat  çizgisine de inandığım için, il kurucu heyetinde görev alıp 2001 den beri  sorumluluk alarak  destek veren bir Türk vatandaşı olarak bunları savunamaz ve anlayamaz hale gelmiş bulunuyorum…

Balkanların ve Orta Doğunun, hürriyet-müsavat nidaları ile koca Osmanlı Devletinden koparılarak, Anadolu’daki  bir Türkiye Cumhuriyeti  Devletine dönüştürülme sürecini aşağı yukarı doğru okumuş biri olarak aynı akıbetin benzerini yaşayacağımız endişesini taşıyorum.

Kürt vatandaşlarımızın Türkiye Cumhuriyeti Devletine mensubiyetlerini doğru değerlendirmeleri ve bu konuda sorumluluklarını daha iyi sorgulamalarının gerektiğini, ayrıştırıcı değil bütünleştirici olma noktasında daha gayretli olmaları gerektiğini düşünüyorum.

Ülkemizin her köşesinde her türlü haklara, bütün insanlarımızın eşit olarak yararlanabilmeleri gerekli iken; Doğudan-Batıya doğru yaşanabilen bu hak, Batıdan-Doğuya gidildikçe yaşanamadığı bir gerçektir. Değil iş için, bölgenin güvenlik sorunu sebebi ile, Doğu ve Güneydoğunun bazı illerine turizm amaçlı bile gidilememektedir.  Burada sorun devletin kurumlarından ziyade bölgedeki genel  güvensizliktir. Bunun giderilmesinde ise oradaki insanlarımıza ve yönetici unsurlara sorumluluk düşmektedir  diye düşünmekteyim.

Ana Britanica’nın etnisite tarifinde mabet-mezarlık ve toplu eğlencelerin ayrılığının gerekli olduğuna işaret edilir. Ülkemizde yaşayan Türk, Kürt, Laz, Çerkez… vs. gibi vatandaşlarımızın bu unsurlarında bu noktada belirgin bir ayrıcalık yoktur. Dolayısıyla bu guruplar bilimsel etniklik tarifine  uymazlar. Bunun için Atatürk “Türk Milletini” tariflerken bu unsurları Türk Milleti  olarak tariflemiş ve bunlar Lozan Anlaşmasında da tek millet olarak kayda geçmiştir. Hiç biri azınlık veya ikinci derecede vatandaş değildirler.

Devletimizin geleceği ve milletimizin refahı kaliteli vatandaşlık bilinç ve sorumluluğundan geçer. Her bir vatandaşımızın bu yönde bilinçlendirilip sorumluluk düzeyinin artırılması sayesinde bu olur.  Bilgi, hizmet ve mal üretiminde daha iyiyi yakalamak yeniden bir medeniyet kurmamızın temel unsurlarıdır. Bunları unutup bazı sosyal konularla tartışarak, bunları çözümsüzleştirerek bir yere gidemeyiz. Dini hassasiyetlerimiz dahil ülkemizi kavramlar kargaşasından kurtaracak bir söylem biçimini AKP, CHP, MHP, DEHAP dahil bütün siyasi partilerin bir an evvel bulmak mecburiyetinde olduğunu düşünüyorum.

Yazılarınızda ve konferansınızda böyle bir yaklaşımı gördüğüm için hem paylaşmak hem teşekkür etmek, hem de sağlık ve başarı dileklerimi iletmek istedim.

Sözün Bittiği Yer

Çanakkale’nin meşhur sahnelerinin birinde; iki gözünü birden kaybeden
bir gaziye hastanede kumandanı sorar:

Çok acıyor mu evlâdım?
Yok kumandanın, bu gözler göreceğini gördü.

Kendi adıma; benim gözlerim göreceğini gördü. 92 – 93 yıllarında Silvan
ve Kulp dağlarında boşuna dolanmışız.

Adamın biri Habur sınır kapısından köyün birine girmiş. Bakmış her
taraftan köpekler saldırıyor. Eli yerdeki taşa girmiş, bakmış taş bağlı. Öbür taşa el atmış, durum aynı. Bu nasıl bir köy demiş; köpekler serbest, taşlar bağlı. Biz de buna ‘açılım’ diyoruz.

80 sonrasında Ülkücüler için sanırım Agâh Oktay Güner demişti: Kendisi
zindanda, fikri iktidarda olan hareket. – İş tersine döndü – şimdilerde PKK için diyorlar; kendisi dağda, gücü iktidarda.

Bu saatten (iyi saatte olsunlar) olsa olsa kutlama (!) partisi verilebilir yada Apo’yu kurtarma (!) partisi..

“Bunu bana bana öğretmediniz ey sarıklı ulu hocalar
Bana bunu öğretmediniz! “

Şâhidim şehidim (Bakara / 154).

Gazi Paşa’nın Emaneti “Cumhuriyet”

Varlığımızla borçlu olduğumuz Gazi Paşa, 86 yıl önce şöyle hitap ediyordu Türk Gençliğine; “Bir gün, istiklal ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir.” Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

İçinde bulunduğumuz şartları (şerait), bulunduğumuz durum ile sahip olduğumuz imkânları düşünmeden Cumhuriyeti savunmak, korumak görevini veriyor Gazi Paşa…

Neden bu görevi veriyor?

Çünkü Cumhuriyet demek fazilet demektir, uygarlık demektir, çağdaşlık demektir, kısaca insan olmak demektir…

Rejim olarak da halkın iradesi demektir.

Cumhuriyet yönetiminde milletin onayı esas alınır.

Cumhur demek, “Halk” demek ise, Onun kendini idare etme hakkının yine kendinde olması gerektiği için, bu görevin yine halkla yapılması zorunluluğu vardır.

Peki, sistem nasıl işliyor?

Halk, kendisini yönetmek üzere birilerine yetki verir. Yönetme yetkisini vereceği kişileri, hür iradesiyle yasaların öngördüğü şekilde seçer.

Türkiye’de bu iş nasıl işliyor, sorusuna verilecek cevap aslında bellidir ve herkes de bilir.

Gazi Paşa, Cumhuriyet’i ilan etme projesini planlarken; çok yönlü düşünmüş, belli grupların, kişilerin egemenliğine ve diktatörlüğüne meydan vermemek için ilkeler manzumesi geliştirmiştir; bu ilkelerin birincisi milletin, kendi kendisini yönetme ilkesidir. Yani milletin yegâne söz sahibi olmasını istemiştir.

Bir kişinin ya da ailenin ya da grubun diktatörlüğüne son vermek için “Cumhur’un” egemenliğini esas almıştır. Şayet Gazi paşa isteseydi ilelebet bir “Cumhur’un” diktatörü olabilirdi, bunu asla düşünmemiş ve istememiştir.

Cumhur’un iradesini esas alan sistemlerde her şeyiyle halka dayanan ve ilkeler bütününden oluşan bir yönetim şekli hiç bir dönemde olamamıştır. Cumhur, yönetimi sağlayacak temsilcileri seçmesine karşın “devlet” sisteminde kurumların çeşitliliği kaçınılmaz olmuştur. Gazi Paşa’nın kurduğu Cumhuriyet idaresi temelde halkın iradesine dayanır, doğrudur, fakat “devlet” kurumlarında kuvvetler ayrılığı yoktur. Yani tüm kuvvetler, güçler, kurumlar bir bütündür, birbiri zıddına işlem yapamazlardı.

Zaman içinde bu ilke, “kuvvetler ayrılığı” esasına dönüştürüldü. Çünkü politika ve yönetme sistemi “milli hedeflerden” saptırılmaya başlandı. Buna çare olarak devlet sistemini koruyan ve halkın iradesine sahip çıkan sistemler geliştirildi. Nitekim 1960 ve 1982 Anayasaları bu gerekçelerle (doğru-yanlış) hazırlandı.

En önemli gelişme, hak-hukuk-sosyal adalet esasına dayalı “laik cumhuriyet” idaresinin gelişmesidir. Buna göre kurumlar arasında uyum olacak, fakat birini bir diğeri gerektiğinde denetleyebilecek şekilde geniş manevra alanları oluşturuldu.

Tüm bu kuvvetler ayrılığının tepesinde mutlaka “hukuk” vardır. İcrayı da, yasamayı da hukuk denetler. Hukuk yoksa hiçbir şey yok demektir. Kanunların olması hukukun olduğunu göstermez.

Dünyada Cumhuriyet’le idare edilen birçok ülke vardır. Örneğin Libya Cumhuriyeti, Çek Cumhuriyeti, İran Cumhuriyeti gibi… Çarpıcı üç örnek verelim; Çek Cumhuriyeti (formu tam belli olmayan bir cumhuriyet), İran İslam Cumhuriyeti (bir İslam cumhuriyeti). ABD Federal Cumhuriyeti (federal bir cumhuriyet). Bunlara karşılık Türkiye Cumhuriyetine bakıldığında, çok önemli bir farkı görmek mümkündür. Bu farklılık, her cumhuriyette bir “bütünlük” halinde bulunmayan farklılıktır. İşte o farklılığın temel ilkeleri: milletin egemenliğine dayalı olması, laik olması, demokratik olması, çağdaş olması ve hukukun üstünlüğünün esas alınması ilkeleri. Türkiye Cumhuriyetini kuran Gazi Paşa, bu ilkelere dayalı bir projeyi hayata geçirmiş ve korunması için bize bırakmış, görev vermiştir; bunu yukarıda veciz ifadeleriyle hatırlattık.

Türkiye Cumhuriyetini farklı yapan en önemli ve üstün özelliği, şüphesiz ki “laiklik” ilkesidir. Fazilet olan Cumhuriyet rejimini bize sağladığı için önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e bir kez daha değil, binlerce kez minnet ve şükranlarımı sunuyorum.

Bu satırlarımı okuyan herkesin Cumhuriyet Bayramını kutlarken, Gazi Paşa’nın bu emanetini ilelebet yaşaması için onu korumak, savunmak ve geliştirmek için tüm benliğimle çalışacağıma söz veriyorum.

Sizlerin de söz vereceğinize inanıyorum

“Açılım – Saçılım – Kaçınım” Projesi-1 !?

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti, Tayyip Beyin önderliğinde çok ciddi ve tehlikeli sonuçları doğurabilme riskini taşıyan bir konunun girdabında, o nispette de yüzeysel yaklaşımlarla yolunu bulmaya çalışıyor. Muhalefetten umduğu desteği henüz bulmuş değildir. Türk milletinin birliği, vatanın bütünlüğü, devletim kuruluş felsefesiyle ters gelen yaklaşımlarla, bir devlet için “kırmızı çizgi” olan bu değerlerle “alay” edercesine, “teröre prim” niteliğini taşıyan girişimlerden bahsediliyor, bunların ne kadarı doğru veya yanlış bilinmiyor.

Normal şartlarda vatanın bütünlüğü ve milletin birliğine yönelik bozguncu ve ayırımcı bir söylemde bulunan insanlar, büyük cezalara çarpıtılır. Bunun bir ileri aşamasında ise “Vatana ihanet” suçuyla yargılanır. Bunu yapan her kim olursa olsun “akıbetinin fermanını imzaya açmış” demek olur. Bu, terör örgütü olabilir, siyasi örgüt olabilir, adi suç örgütü olabilir ya da kamu görevlisi olabilir…

Bu durumda Türkiye Cumhuriyeti Devletine yönelik “kırmızı çizgileri” ihlal eden her kim ve örgüt olursa olsun kendi geleceğini, siyasi akıbetini etkileyecek kararı imzaya açmış olur. Bu bağlamda, gelecekte kim hakkında ve nasıl karar verileceğini bilmek bizi aşar; ancak şurası muhakkak ki devlete ve millete karşı saldırı yolunu açan da, açtıran da işin ciddiyetini tam kavradığı zaman iş işten geçmiş olacak.

Kamuoyu psikolojik propagandaya tabi tutulmuş durumdadır. Bir yandan siyasi aktörler olur-olmaz, yerli-yersiz beyanlarda bulunuyorlar. İktidar ve muhalefet karşılıklı olarak nezaket sınırlarını aşan salvolar yapıyorlar. Basın-yayın organları da bunları abartarak, “mal bulmuş” yoksul gibi “sevindirik” olmakta ve haber yapmaktadır. Böylece basın-yayın, Türk milletine uygulanan psikolojik taarruza var gücüyle destek olmaktadır.

Basın-yayın organlarında devamlı tekrarlanan iki kelimeden ibaret propaganda konusu insanların önce aklını karıştırmakta, sonra da tekrarlarla vatandaşın adeta beynini yıkanmaktadır.

Peki, nedir bu iki sözcüklü konu?

Önce “Kürt Sorunu”, sonra “Kürt Açılımı”, derken birden ifade değişti “Demokratik Açılım”, “Demokratik Paket” oluverdi. O da tutmadı ya da beğenilmedi, şimdilerde “Milli Birlik Projesi” denmeye başlandı. Bir bakıma yüzeyi “demokratik” ve “milli” aldatmaca ifadelerle cilalanmış, esas ifadesi “Kürtçülük Açılımı, Terör Açılımı” olan fakat içeriği ve amacı gizlenen, ayrıştırıcı proje millete “suratı hak” diye şırınga edilmektedir. Bu ifadeleri konu alan haberler, tartışmalar, denmeler, yazılar, röportajlar sürekli tekrarlanmakta, milletin beyni bu ifadelerle doldurulmaktadır.

Üstelik konu “duygu sömürüsü” sarmalına sokulmaktadır; “analar ağlamasın”, “anaların gözyaşı dinsin”, “akan kan dursun” benzeri sloganımsı ifadeler tekrarlanıp durmaktalar.

Tamam, be arkadaş tamam da, bunların devamını isteyen kim?

Türk milleti mi?

Türk ordusu mu?

Hayır!

Bir tespit yapalım; nedir “Kürt Sorunu?”

Önce bunu bilelim, sorunun tarifi yapılsın ki bizler de anlayalım. Bir “açılım” lafıdır gidiyor. Neyin “açılımı”, açılan nedir, “saçılan” nedir, “kaçınan” nedir söyleyen, bilen, anlayan yok.

Ama “açılım” furyası devam ediyor.

Bu iddia ile ortaya çıkan ve “sorun” olduğunu ileri süren siyasi irade ve onun başı Tayyip Bey önce şu sorunu tarif etmelidirler.

Sorunu ortaya koymadan ona çözüm aramak nerede görülmüştür?

Her ne ise sorun tarif edilmeden, hangi mantık ölçüleriyle müphem olan bir konuda varsayımlarda bulunuluyor?

Bunu yapanlar ne kadar samimi?

Sorunun tarifinde ve ortaya konulmasında siyasi iktidar samimiyetle ve cesurca irade gösteremedi. Bunun pek çok sebebi vardır. Şimdi girdiği çıkmazdan kurtulmaya çalışıyor. İçi boş olan, neyin açılacağı bilinmeyen “sloganımsı” bir girişim… Sorunun açıklanmasına yardımcı olmak ve siyasi iktidarın işini kolaylaştırmak için konuya farklı bir boyutta yaklaşalım.

Bunun için önce bazı soruları soralım ve bu soruların yanıtlarını bulalım:

Soru-1: Türkiye Cumhuriyeti (TC) sınırları içinde kendini “Kürt” hisseden TC vatandaşı insanlar var mıdır? Evet, vardır…

Soru-2: Bu insanlar günlük hayatta dillerini konuşuyorlar mı? Evet, konuşuyorlar.

Soru-3: İsteyen kendi dillerinde gazete, kitap çıkarabiliyorlar mı; radyo yayını yapıyorlar mı; şarkı, türkü söylüyorlar mı; folklorunu oynuyorlar mı; düğünlerini, sünnetlerini geleneklerine göre yapıyorlar mı? Tüm bunlara Evet…

Soru-4: TC Sınırları içinde istedikleri okulu okuyup, tahsili yapıp devletin tüm kademelerinde görevli olabiliyorlar mı? Evet…

Soru-5: “Kürt” vatandaşlarımıza, devletin herhangi bir kurumunda “sen Kürtsün buraya giremezsin” denildi mi bugüne kadar? Hayır, denilmedi…

Soru-6: “Kürt” vatandaşlarımız cumhurbaşkanı, başbakan, meclis başkanı, bakan, milletvekili, genel müdür, müsteşar, bürokrat, rektör, dekan, müdür, prof, öğretmen, subay olabiliyorlar mı? Tümüyle evet… Bu mevkileri ve meslekleri elde etmede kendilerine herhangi bir engel var mı? Hayır, yok…

Soru-7: “Kürt” vatandaşlarımız Türkiye’nin her yerinde mülk satın alabiliyorlar mı, seyahat edebiliyorlar mı, zenginlik içinde yüzebiliyorlar mı, servet sahibi olabiliyorlar mı, devlet kaynaklarını kullanabiliyorlar mı? Evet, tüm bunlara fazlasıyla evet…

Soru-8: “Kürt” vatandaşlarımız yetenekli oldukları sanat alanlarında gelişmeleri için istedikleri başarıyı elde edebiliyorlar mı, çok meşhur sanatkârlar olabiliyorlar mı? Evet…

Soru-9: Sosyal, ekonomik, politik hayatta kendilerine herhangi bir engel, ayrıcalık, ayırımcılık yapılıyor mu? Hayır…

Soru-10: Peki, “Kürt” vatandaşlarımızın bir kısmı örgüt kurarak, milletin birliğine, vatanın bütünlüğüne, devletin ve bayrağın tekliğine kastedecek nitelikte eylemler yapıyorlar mı? Devletin emniyet güçlerine silah çekiyorlar mı? Bu yaptıkları resmen devlete başkaldırı mıdır? Tümüne evet…

Şimdi düşünelim; çok özet düzeyde sadece on soruda özetleyip açıklamaya çalıştığımız bu konularda “Kürt” vatandaşlarımızın bir sorunu var mı? Yok…

İlk dokuz sorunun içeriği ile ilgili olarak “Kürt” vatandaşlarımızın da bir sorunlarının olduğunu söyleyeceklerini sanmıyorum. Hatta 10. soruda belirtilen hususlardaki yıkıcı ve bölücü faaliyetlere çoğu “Kürt” vatandaşın şiddetle karşı çıktığı da biliniyor. Bu eylemlere bazı Kürtlerin alet olduğunu, bir kısmının buna destek, bir kısmının bizzat eylemin içinde olduğunu da inkâr etmeyeceklerdir. Tüm bunlar düşünüldüğünde, devlete isyan edenler hariç, “Kürt” vatandaşların herhangi bir sorunu görünmüyor, aksine, devlete başkaldıran bazı Kürt vatandaşlar devlete “sorun” olmaktalar…

O zaman şu gerçek ortaya çıkıyor; 10. soruda belirtilen hususların kapsamında, Türkiye’de devlete isyan eden Kürtçülerin sorunu var demektir. Devlete karşı geldikleri için “Kürt Sorunu” vardır demek kadar bir gaflet olamaz. İnsani ve medeni her türlü hak kullanımına dayalı hiç bir “Kürt Sorunu” yoktur

Peki, ne vardır?

Siyasi Kürtçülük sorunu vardır.

Vatana, devlete, millete karşı bölücülük yapan “Kürtçülük” sorunu…

Peki, şimdi bunlara taviz mi verilmeli?

Mikro-milliyetçilik yapan her gruba, terör örgütü kuran ve devlete isyan eden her etnik gruba taviz mi verilmeli?

Soru-10 da ifade edilen yasa dışı eylemlerin amacı, var olduğu ileri sürülen bir sorunun ifadesi ve çözümü için, demokratik hakların kullanımı için başvurulan yöntemler değildir.

Peki, nedir bunların amacı?

Devletin birliği, vatanın bütünlüğü ve milletin birliğine yönelik ayrıştırıcı, tahrip edici eylemlerin kaynağını oluşturduğuna göre, bu eylemlere nasıl bir “açılım” önerecek Tayyip Bey ve ekibi?

Bu durumda, konunun açıklığa kavuşması için, vatandaşı da sorunun ne olduğunu anlaması için, Tayyip Bey’e sorulması gereken bazı karşı sorular gündeme gelmektedir; bunları soralım, örneğin açılımdan ne kast ettiğinizi anlamaya çalışalım.

Karşı soru-1: Ulus devletin kuruluş felsefesini inkâr eden bir örgüte ve onun uzantılarına taviz mi vereceksiniz?

Karşı soru-2: Devletin ve bayrağın tekliğinden vazgeçerek mi açılım yapacaksınız? Devletin bütünlüğüne yönelik bölücü hareketin isteklerini kabul ederek mi “demokratik açılım” yapacaksınız?

Karşı soru-3: Kürt vatandaşlar için tahdit ve tehdit olmadığına göre, Kürtçe konuşma, kendini ifade etme, Kürtçe basım-yayım, Kürtçe TV, Kürtçe radyo, Kürtçe kurs serbesttir. Kürt vatandaşların kendilerini ifade etmeleri için en ufak engelleme yoktur. Bu isteklere olumlu yanıt vermek demek -ki zaten böyle bir kısıtlama, engelleme yok, bu hakları kullanıyor durumdalar- “Demokratik Açılım” demek ise, her şeyden önce yanlış bir isimlendirmedir. Zaten bu haklar Kürt vatandaşlar tarafından kullanılmaktadır.

O zaman akla şu ihtimal geliyor; “demokratik” makyajıyla saklı bazı hedefler gizleniyor olabilir mi?!

Ve bunun ardında şu soru akla geliyor; bunları yeterli görmeyip “bölgesel otonomi” vererek mi açılım yapacaksınız?

Karşı soru-4: Bölücü örgüt ve onun uzantılarına ne kadar taviz verirseniz veriniz, ana hedeflerinden asla vazgeçmezler, onların amaçlarının “demokrasi” olmadığını anladığınız zaman, iş işten geçmiş olacaktır.

Yoksa minarenin kılıfı hazır mı?

Ve son olara, sayenizde toplumda yaratılan bu ayrıştırmayı, çözülmeyi nasıl tamir etmeyi düşünüyorsunuz?

Şimdi Gelelim Esas İşin Özüne…

Peki, nedir esas sorun?

Gizlenen gerçek nedir?

Bunun adının konulması gerekir. Bunu söylemeye ne Tayyip Bey, ne Abdullah Bey, ne Başbuğ Komutan, ne de bir başkası cesaret edip adını koyuyor!

Biz koyalım; bize göre “Kürt Sorunu” değil, “E… Sorunu” gizlenerek hedef saptırma var Türkiye’de…

Şimdi birileri, “Hopalaaaa! Bu da nereden çıktı?” diyebilir.

Birileri de, “işte tam arı kovanına çomak sokuldu” diyebilir…

Neden mi?

Açıklayalım; bugünlere gelmemizin ardındaki gerçekleri bilmeliyiz ki soruna doğru yaklaşalım. Bunun için de tarihi olayları özetleyerek bugünkü “açılım” girişimi ile kıyaslanmasını yaparsak, konu çok daha iyi anlaşılacaktır.

Birinci Dünya Savaşından önce, savaş süresince ve nihayetinde Osmanlı Devletini paylaşmaya kararlı Batılı “emperyal” güçler, Osmanlının himayesinde ve beraberliğinde 850 sene birlikte yaşamış olan Ermeni vatandaşları devlete karşı kışkırttılar. Dünün yarım kalan sancıları bugün deşilerek, kaşıyarak, şekil ve kimlik değiştirilerek yeniden yaşatılıyor Türkiye’ye…

Bu kaşınan yaranın tam anlaşılması için, bazı sorulara cevaplarını vererek konuyu irdelemeye devam etmek gerekiyor.

Örneğin;

*Osmanlıyı içten yıkmak ve parçalamak için, “emperyallerce”, yerli aracılar olarak Ermeni vatandaşlar kullanıldı mı, kullanılmadı mı?

Kullandı…

*Bağımsız Ermenistan kurma hedeflerine varmak için süreç başlatılarak Berlin Antlaşmasının 61. maddesiyle Ermeni vatandaşlara bağımsızlık hakları tanındı mı, tanınmadı mı?

Evet tanındı…

*Erzurum’da yapılan birleşik Ermeni kongresine Osmanlı Hükümeti 56 kişilik delege göndererek, bizzat önderlerine “bakanlık” teklif ederek, isyandan vazgeçmeleri ve savaş halinde Osmanlıdan yana olmaları istendi mi istenmedi mi?

İstendi…

*Ermeniler kabul ettiler mi?

Hayır…

*Ermenilere, Diyarbakır’ın da dâhil olduğu şark vilayetlerinden 6 tanesinin muhtariyeti teklif edildi mi edilmedi mi?

Edildi…

*Bunu kabul ettiler mi?

Kabul edilmedi…

*Peki, ne istiyorlardı?

Büyük Ermenistan için “bağımsız Batı Ermenistan’ı” kurmak istiyorlardı ve Anadolu’da kurdukları çetelerle, gönüllü alaylarla katliamlar yaptılar. Rus, Fransız, İngiliz ve Yunan kuvvetleri yanında yer alarak Osmanlıyı yok etmek için savaştılar mı?

Evet, katliamlar da yaptılar, savaştılar da…

*Kafkasya’dan Bitlis’e kadar, Antep’ten Harput’a kadar, Adana’dan Halep’e kadar isyan başlattılar mı?

Başlattılar…

*Osmanlı toprağını işgal eden düşmanla birlikte Osmanlı ordusunu, sivil halkını vurdular. İlginç olan ise, bu çetelerin bir kısmının başında Osmanlı Mebuslar Meclisinde (bugünkü TBMM muadili) “mebus” olan, devlete paşalık, genel müdürlük yapmış Ermeni vatandaşlar vardı… Bunların hepsi gerçek mi?

Gerçek

*Tüm birleştirici, bütünleştirici iyi niyet tekliflerine “hayır” deyip isyan ettiler ve “bağımsız Batı Ermenistan” için düşmanın saflarında savaşmayı tercih ettiler; tabi oldukları devleti yıkmak, emperyalistlerle paylaşmak için…

Tüm bunlar gerçek mi?

Evet, gerçek…

Sonra ne oldu?

Tehcir yasasıyla birçok acı olay yaşandı…

Gidenler gitti, kalanlar kaldı, ölenler de öldü maalesef…

Bir olay daha gerçekleşti bu göç sırasında; kimliklerini saklayarak, ya da başka kimliklerle varlığını sürdüren Ermeniler oldu…

Ve Osmanlı yenildi…

*Sevr antlaşması, yine devleti idare edenler tarafından imzalandı mı?

Evet, maalesef imzalandı…

Sonra, yok edilmek istenen Türk milleti, Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde, milli bir uyanışla istiklâl savaşını yaptı…

Yok etmek için geldikler Anadolu’dan, Türk milletinden dersini aldılar şereflerini, haysiyetlerini bırakarak yenilgiyle gittiler…

Lozan’da, Batılı “emperyaller” tarafından yine gündeme getirilen Ermeni meselesine karşın İsmet Paşa özetle “bizim ellerimiz temizdir, sizinki de temizse gelin tarihi gerçekler ışığında konuşalım” deyip konuyu kapattı, o gün için…

Fakat Ermeni meselesi yine de bitmedi..

Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında bir sessizlik oldu. Daha doğrusu devlet konuyu “uyuttu” fakat “düşman” uyumadı. Aradan bir sessiz dönemden sonra yeniden Ermeni meselesi siyasi ve terör ortamına taşındı.

ASALA terör örgütüyle devletin diplomatları katledildi.

Tarihi kin ve nefretle beslenen bir düşünce yapısıyla Türkiye Cumhuriyetinden yeni talepler oldu. Meşhur milli idealleri olan 4T talepleri…

Bakıldı ki bu talepler çok fazla etkili olamıyor, yeni şeyler söylemek ve yapmak gerektiğine karar verdiler…

Birden önü ve arkası kesilen, sanki “buharlaştı” sanılan ASALA yerine bu kez PKK terör örgütü Ülkemin başına sarıldı. Ermeni ayrılıkçıların yapamadığını, başaramadığını başka bir aracı kullanarak yapmayı planladı Batılı “emperyaller”

Hedef Türkiye’yi parçalamak, İstiklal Savaşının öcünü almak!!!???

Ermeni tehcir öcünü almak!!!???

Çünkü Anadolu halkın bir kısmının istismar edilerek, kullanılacak bir yanı (argümanı) vardı; “Kürtçülük”…

İşte işin püf noktası buradadır…

Bunun iyi anlaşılması gerekir ki “açılım” komedisinin ardındaki muhtemel senaryoların gerçek yüzleri de iyi anlaşılabilsin…

PKK’nın ASALA ile ne ilgisi var?

Diyenlere bir sorumuz olacak; devletin resmi kolluk kuvvetleriyle çatışarak ölen teröristlerin birçoğunun “sünnetsiz” olması, kimliklerinin “Ermenice” ya da “takma” isimler olması neyin işareti olarak algılanmalı?

Bölücü hareketin her aşamasını maddi ve manevi olarak destekleyen emperyaller kimlerdir, diye sormak bile “abes” olarak algılanmalıdır…

Kim tarafından mı?!

Dünün işgalci emperyalistleri, bugünün ABD-AB gömlekli sözde “dost” ve de “müttefik” geçinenler ve onların yerli uşakları tarafından…

Osmanlıyı parçalamak için nasıl ki Ermeniler kullanıldıysa, bugün de Türkiye Cumhuriyetini parçalamak için “Kürt” vatandaşlar kullanılmak isteniyor.

Hedef nedir?

Yineleyelim…

Türkiye Cumhuriyeti Devletini parçalamak…

Bunun için de iç çatışmaları başlatmak!!!

Böyle bir Türkiye’yi bekleyen tehlike, “sivil itaatsizlik” sonucu oluşan çatışmalara hazır stratejinin gereği olarak Birleşmiş milletlerin el koyması senaryoları muhtemeldir ki hazırdır…

Ardından gelecek olan senaryonun nihai aşaması “Batı Ermenistan’ı” kurmak ve devamında Kuzey Irak’taki “Kürdistan” sınırlarını genişletmek…

Bunların gerçekleşmesi bugünden yarına olabilecek şeyler değil tabii ki…

Orta ve uzun vadede planlanan ve amaçlanan senaryo bu olmalıdır…

İşte size özetlemeye çalıştığım “Kürt sorunu” yok, başka bir sorun var, “E… sorunu” var, ifadesinin ardındaki muhtemel gerçekler…

Batı emperyalizmi tarafından uygulanan strateji, “Kürt” vatandaşlar kullanılarak Ermeni emelleri gerçekleştirilmeye çalışılıyor!!!

Ermeni Aram Tigran’ın Posteri DTP Mitinginde Ne Arıyor???!!!

Konuyla doğrudan ya da dolaylı bağlantılı olarak bir hususu nakletmekte yarar vardır. 1 Eylül 2009 günü Diyarbakır’da, PKK’nın siyasi uzantısı olan DTP tarafından güya “barış mitingi” düzenlendi. Bu mitingde konuşulanlarla atılan sloganların hedefleri hakkında çok şeyler yazılacaktır.

Basın-yayın organlarına yansımış “mitingden notlar” haberden alıntıyı dikkatinize sunuyorum.

Haberin başlığı şöyle: “Tigran’ı unutmadılar.”

“Meydanda “Kürt sorunu muhataplarıyla çözülür. Kürt sorunu çözümü ertelenemez” yazılı pankartların yanı sıra, bir süre önce Yunanistan’da yaşamını yitiren Ermeni asıllı sanatçı Aram Tigran’ın posteri de asıldı.”(Namık Durukan’ın haberi, Milliyet, 2.Eylül,2009).

Sizce, ölmüş Ermeni bir sanatçının posterinin ne işi olur orada, “Kürt Sorunu” ile ilgili güya “barış” makyajlı ayrılıkçılık mitinginde niye asılır, nereye ve kime mesaj verilmek istenmiştir?

Takdir sizindir…

Ebru Türk-Kürt Kaynaşması

Türkiye’nin her noktasında var olan ve Ülkemin bir gerçeği olarak devam eden Türk-Kürt kaynaşmasını bozmak, ebru renklerini ayrıştırmak kadar güç olsa bile bu ayrıştırmayı denemekte kararlılar.

Bunu da ancak bir şekilde ayrıştırmak mümkün olabilir; toplumda mikro milliyetçilik yaratılarak, aidiyet fikrini öne çıkararak, karşı düşman yaratarak…

Türkiye üzerinde denenen oyun işte budur.

Bu bağlamda “Kürtçülük” belli amaçlar için öne çıkarılır ve işlenir.

Bir zamanlar Ermeni vatandaşlar kışkırtılarak, desteklenerek, vaatler yapılarak kullanıldılar; Osmanlıyı parçalama ve içten yıkma stratejisinin gereği olarak uygulandı… Bugün de “Kürt” vatandaşlarımız kullanılmaktadır Batılı emperyal güçler tarafından… Hedef Türkiye Cumhuriyetini yıkmak olduğuna göre, bu sonuca hangi vasıtayla ulaşılırsa ulaşılsın her yol mübahtır onlar için.

İşte işin ana özü budur, Türkiye’de yapılmak istenen budur.

Gerçeği Görmeye Davet

Tayyip Beyi ve AKP kadrolarını düşünmeye, gerçekleri görmeye davet ediyorum. Düştüğünüz ya da düşürüldüğünüz gaflet uykusundan -çukurundan- uyanıp çıkmalısınız. Gerçekleri görmelisiniz. Çok iyi niyetli olabilirsiniz. Hazırlanan yıkım senaryosunun amacı zaten bu “duygu yüklü iskelet” üzerine kurulmuştur. Önünüze konulan plân ve projenin temelleri yeni değildir. Çok öncelere dayanmaktadır.

Osmanlıyı paylaşmaya karar veren Batılı emperyal güçler birleşerek Birinci Dünya Savaşı adı altında Osmanlıyı, daha doğrusu Türk varlığını yok etmek için, “son haçlı seferi” başlattılar.

*Bunu inkâr etmek ya da saklamak mümkün mü?

Hayır…

*Son Haçlı Savaşı Birinci Dünya Harbi mi değil mi?

Evet…

*Batılı emperyal güçler bunu başlattılar mı başlatmadılar mı?

Başlattılar…

*Bu emperyal haçlı saldırısı sonucu yedi kıtaya yayılmış “dev imparatorluk” yok edildi mi edilmedi mi?

Edildi…

*Bu devin enkazından, 30’un üzerinde devlet kuruldu mu, kurulmadı mı?

Evet, kuruldu…

*Bu enkazın en seçkin ürünü, Türkiye Cumhuriyeti Devleti değil midir?

Evet, doğrudur…

*Bu devletin kurulması için yüz binlerce Türk evladı canını verdi mi, vermedi mi?

Evet, verdi!…

*Türk milletinin istiklâli için “Misak-ı Milli sınırları” çizildi mi, çizilmedi mi?

Evet, çizildi…

Bu sınırların içinde olmasına rağmen, bugün bağırsanız sesinizin duyulacağı “Ege adaları”, her gün ayrı acıyla kıvranan “Batı Trakya”, kırk yıldan beri üçte birini korumaya çalıştığımız “Kıbrıs”ın tamamı, hayallerde kalmış “Bakü, Batum, Nahcivan” bölgeleri, sözgelişi konu olan “Musul, Kerkük ve Halep” artık gündemimizde bile değiller…

*Bunların hepsi kurulan ulus devlet Türkiye Cumhuriyeti Devletinin sınırları dışında kalmadı mı?

Evet kaldı…

*Peki, şimdilerde yapılmaya çalışılan nedir?

“Açılım” projeleri adı altındaki girişimlerin, kanla kurtarılan ve kurulan ulus devletin sınırlarını, vatanın bütünlüğünü, milletin birliği ve beraberliğini tartışmaya açma riski taşıdığını bilmiyor olamazsınız…

*Milli ve manevi değerlere değer verdiğinize inanan halktan oy alarak iktidar oldunuz. Peki, milletin bu teveccühüne ters olan bu riski almaya nasıl cesaret edersiniz, bunu nasıl ve hangi gerekçe ile yaparsınız?

Çok iyi niyetli olabilirsiniz; unutmayınız ki felaketlerin yolu iyi niyet taşlarıyla döşelidir…

Benim görevim, ülkem ve Türk milleti yararına olan doğruları desteklemek ve alkışlamak, yanlışlar için de ilgilileri uyarmaktır. Bir akademisyen olarak, düşünen ve irdeleyen bir aydın olarak benim sorumluluğum vardır.

Gücün Simgesi

Gücüne güvenme sen
Bu güç seni alçaltır
Kaba kuvvet nedir ki
Bedeni esir alır
 
Güvenme ruhuna da
Belki seni aldatır
Sen kendini tanımazsan
Başkası nasıl tanır
 
Bedenin ve ruhun ahengi
Gücünün simgesidir
Mutluluğun anahtarı
Sevgide gizlidir
 
Mutluluğun anahtarı
Açmıyorsa kapını
Aramakla bulursun
Sevgiyle sevgiyi