16.6 C
Kocaeli
Cumartesi, Eylül 27, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1235

Alisiz Alevilik, Muhammedsiz İslam Derken Şimdi de Türksüz Türkiye

Başlığa bakınca aklınıza yumurtasız omlet, etsiz sucuk gibi bazı örnekler gelmiş olabilir. Yumurtasız omlet yapılabildi mi bilemiyorum ama etsiz sucuk yapan sahtekârların olduğu TV haberlerinde yer almıştı. Türkiye’nin son yıllarda bunlardan daha garip ve son derece tehlikeli çalışmalara muhatap olduğu görülüyor.

ALİSİZ ALEVİLİK: Bu konuda ilk örnek İslam Peygamberinin damadı, neslinin devamını sağlayan sevgili kızının eşi, İslam’ın dördüncü halifesi, “ilim beldesinin kapısı” Hazreti Ali’ye muhabbet üzerine inşa edilmiş Aleviliği, bu mübarek zattan koparmak için yapılan çalışmalardır. Aleviler içinde sayıca çok az olmalarına rağmen, sesi çıkma yönünden etkin olan bir zümre Aleviliği bir dünya görüşü, felsefi bir inanç seviyesinde değerlendirip, Hazreti Ali’den tamamen koparmak ve İslam dışı olarak göstermeye çalışmakta.

Oysaki “Anadolu Aleviliği İslam’ın heterodoks yanını oluşturur, yani zaten İslam’ın içindedir. Bu kitleler Müslüman olurken eski inanç ve kültürlerini de koruyarak heterodoks bir halk İslam’ını benimsemişlerdir. Hz. Ali, Oniki İmamlar, Allah Muhammed Ali gibi Anadolu Alevilerinin inanç esaslarının temel kavramlarının tümü İslam’la ilintili kavramlardır. Kaldı ki Anadolu Alevileri de kendilerini İslam’ın içinde görmektedirler. Tüm bu gerçekleri görmezden gelerek Alevilik İslam’ın dışındadır iddiasında bulunmak bilimle bağdaşmayan ciddiyetsiz bir iddiadır.

“Bir iddiaya göre Alevilerin bir bölümü kendilerini İslam dışı sayıyorlarmış. Alevileri İslam dışı sayan iki zihniyet vardır: Bunlar aşırı İslamcılar ve bazı ateist/sol eğilimlilerdir. Aşırı İslamcılara göre Alevilik ‘sapık bir inanç’tır. Bunlar “mumsöndü” yaparlar. Alevi kökenli olan ve olmayan ateist/sol zihniyete göre ise Alevilik İslam’ın içinde olamaz. Onlar İslam denince Sünni İslam’ı anlarlar, İslam’a karşı belirgin bir antipatileri olduğu söylenebilir. Bu iki düşüncede doğru değildir ve duygusaldır. Alevilerin tamamına yakını kendilerini İslam’ın içinde sayarlar, ama burada kastedilen Sünni İslam inancı değildir. Anadolu Alevilerinin kendilerine has bir İslam anlayışları vardır. İslam denince Sünniliği anlamak, sonuçta Alevileri de İslam dışı saymaya götürür ki, ne yazık ki birçok kişi bu yanlışa düşmektedir.” (Yrd. Doç. Dr. Ali Yaman-Alisiz Alevilik Olur mu?)

Kur’ansız ve HZ. Muhammedsiz İslam: Diğer bir çalışma Kur’ansız ve Hazreti Muhammedsiz bir İslam yaratma üzerine. Dinlerarası diyalog projesi ile başlatılan çalışmalarla birlikte, öncelikle “La ilahe illalah yani ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ kavramı üzerinde anlaşmamız kâfidir. Muhammed ün Resullullah (Hazreti Muhammed Allah’ın ‘kitap gönderdiği’ Peygamberidir) demesek te olur” sözlerini duymaya başladık. Ve İslam geleneğinde kullanılmayan bir terim ortaya çıktı: İbrahimî Dinler. 

İbrahimî Dinler kavramıyla, tamamı tek tanrılı ve İbrahim’in soyundan gelen peygamberlere nispet edilen dinler kastediliyor: İshak’ın Soyundan Musevilik, İsevilik (Hıristiyanlık), İsmail’in soyundan İslam Dini.”

Bu konuda şimdilik Prof. Dr. Ahmet ÇOLAK‘ın (Maltepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı) yaptığı bir sunuştan alıntılarla yetineceğim.

“İslam’ı diğer Dinlerden üstün kılan temel özellikler:

  • § İslam dini en son ve en gelişmiş dindir,
  • § Kuran-ı Kerim en son gelen kitaptır,
  • § Hz. Muhammed son peygamberdir.”

“Bu üç önemli husus, İslam’ı diğer dinlerden farklı ve üstün kılar. Diğer dinlerin özellikle Hıristiyanlık ve Musevililiğin saldırdığı, yıkmak istediği bu özelliklerdir.”

  • “Bunun için seçilen yol:
  • § Halen yaşamakta olan bir din adamı seçilir,
  • § Seçilen kişinin İslam’ı temsil özelliğinin olup olmaması önemli değildir.
  • § Bu kişinin İslam dininin bilgileri ile mücehhez olması da önemli değildir.
  • § Yeter ki istenilen şekilde yönlendirilebilecek olsun.”

“Bu şekilde varılmak istenen hedef: “Islam without Quran and Mohammed” (=Kuran-ı Kerim’siz ve Hz. Muhammedsiz İslam)dır.” 

“İslam’ın kuvvetli olduğu ülkelerde bu hedefe ulaşmak için şu safhalardan geçilir:

  • § Sünnet namazlarını kılmama, Hadisleri dikkate almama,
  • § İbrahimi dinler kavramını ön plana çıkartma,
  • § Kuran-ı Kerim yerine risale veya başka kitap okuma,
  • § Peygamberimizden fazla hoca efendi, şıh veya üstadın hayatından bahsetme,
  • § Kuran-ı Kerim mealini yazarken İncil’den dip not koyma,
  • § Hz. Ali ve Alevilikle ilgili saptırmalar, ameller,
  • § İbrahim-i dinler denerek mevcut İncil ve Tevrat’ı bütünüyle doğru kabul etme ve Kuran-ı Kerim’le bir tutma,
  • § Dinler arası yakınlaşma, diyalog ve etkileşimi öne çıkarma.”

“Yapılması gereken: Kuran-ı Kerim’siz ve Hazreti Muhammedsiz İslam değil, İslam’ın bizatihi kendisi yaşanmalıdır. Kısacası Onların dini onların olsun, bize bizim dinimiz yeter.”

İbrahimi dinler kavramı çerçevesinde diyalog taraftarı olanların bir kısmının “Allah’ın sıfatlarında yanılan günümüz Hıristiyanlık ve Yahudiliğinin aslına rücu etmesine vesile olmak” gibi bir iyiniyet içinde olduğundan şüphe yoktur. Ancak Vatikan kaynaklı bu projenin Hıristiyan ve Musevi tarafının da aynı iyiniyet içinde olduğundan kuşku duymamak, sadece safdillik olarak değerlendirilebilir.

Türksüz Türkiye: Ve nihayet sıra geldi, “Türksüz Türkiye” yaratma gayretlerine. Bir kısım siyasetçi, aydın ve yazarlar tarihin en büyük medeniyetlerinden birini kurmuş olan Türk Milletinden olmayı pek içlerine sindiremiyorlar. Türk milletinden bahsederken Kürt, Arap, Çerkez, Laz, Ermeni, Roman gibi etnisiteyi ön plana çıkaran kavramları kullanmakta, ortak kimliğimizi ifade eden Türk kavramını da bu etnisitelerle eşit bir etnik kavram olarak sıralamaktalar.

Bu zümre Türk kelimesinden pek hoşlanmamakta, sürekli Türk devletinin tarihte yaptığını ileri sürdükleri hatalar karşısında kendi parçası olan etnisitelerden özür dilemesi gerektiğinden bahsetmekteler. “Tarihimizle yüzleşmek” adına yürütülen kampanyalarla Türklerin bırakın kimliği ile gurur duymasını, utançtan başını kaldıramaz hale gelmesi için inanılmaz bir gayret sarf ediyorlar.

Bahsettiğimiz ortak gayreti yürüten iki ayrı grubun, milletimize yabancılaşmış neo-liberal/sosyalist İkinci Cumhuriyetçilerle, İslamcıların müşterekliği düşündürücüdür. Ne mutlu Türk’üm diyene vecizesini her yerden kaldırmak, Türk adını anmamak, hatta Türk kahvesi yerine Osmanlı kahvesi, Türk Silahlı Kuvvetleri yerine ordumuz, Türk Milleti yerine ‘bu millet‘ diyecek kadar Türk kelimesini ifade etmekten kaçınmalarındaki titizlik dikkat çekicidir.

Her türlü azınlık ırkçılığını destekleyen bu gayrı-Türk unsurların sayısı çok değil ama bunların izinden giden gafillerin sayısı şaşılacak kadar çok.

“İnsaf ve Vicdan”

0

AKP’nin Van’lı Genel Başkan Yardımcısı; “hırsızlık vakası yoksa mahalle bekçisi kalır mı? Bekçi akıllıysa menfaati için hırsızların kol gezdiğini yayması lazım. Hatta daha akıllıysa, arada bir-iki kapıyı yoklaması lazım. İşte  Ergenekon budur”  dedikten sonra da 1993 yılında meydana gelen  hain terör olayını hatırlatmış. Kısacası bağlamasını çekmiş ve terhis olan 33 askerimizin PKK tarafından şehit edilme hadisesini meşhur Ergenekon Terör Örgütü’ne (!) yüklemiş. Bu yüklemenin Ergenekon Örgütü(!) adına birincil düşman ilan ettikleri şerefli Türk Ordusuna yollandığını anlamamak için aptal olmak gerekir.

1993’te Asayiş Bölge Komutanı Emekli Orgeneral Necati Özgen Paşa; iddiaların insafsızlık ve vicdansızlık olduğunu söylemiş. “İnsaf ve vicdan” kavramlarının insani kavramlar olduğunu, memleketi bölmeyi hedefleyenlerin ise insan bedeni taşımalarının  ötesinde insani bir vasıf sahibi olmadıkları bilinir.

Özgen Paşa;”33 erimiz 300-400 kişilik bir PKK grubu tarafından şehit edilmiştir.” Dedikten sonra hadiseyi detaylandırıyor ve eğer taktik bir hata varsa yetkisi gereği kendisinin sorumlu olduğunu söylüyor. Ve Paşa devam ediyor; “Bir kere PKK’nın ateşi kestiği falan yoktu. Bu yalan. Saldırıları sürüyordu. Bizim de operasyonlarımız sürüyordu. Biz 21-24 Mayıs 1993 tarihleri arasında büyük bir operasyon yaptık. Çatışmalar sürüyordu. “24 Mayıs günü bu konvoyun yolu kesildi ve 33 erimiz şehit edildi. Ben ertesi sabah helikopterle olay yerine indim. Olayı duyar duymaz zaten birliklerimiz erlerimizi şehit eden ve bazı yolcuları da yanında götüren terörist grubu takibe almış. Biz bunları hemen kuşattık. Şiddetli çatışmalar yaşandı. 24-28 Mayıs 1993 tarihleri arasında bu grup ile civardaki diğer terörist gruplarla mücadele ettik. 33 erimizi şehit eden grubu çevirdik. 34 terörist ölü ele geçirildi. 25 personel kurtarıldı. Aynı bölgede Dağlıtepe Tugayı 55 teröristi ölü ele geçirdi. 33 erimizi şehit edenler etkisiz hale getirilmiş oldu.”

Hadise Paşanın anlattığı gibiyse, ki şüphesiz öyledir… Bu durumda çok çirkin ithamın altını kurcalamak ve öküzün altında buzağı arayan bu zihniyetin PKK alt yapısının hizmetkarlığını yaptığını söylemek yanlış veya yanlı bir iddia olmayacaktır. Kimi,  PKK söylemleriyle AKP cephesinden fikir beyan ederken, masum AKP sempatizanı PKK fikriyatını kendi fikriyatı sanmaktadır. Sonra da memleketin bölünmesi yolunda harcanan güce gaflet içinde katkı yapmaktadır.

Vanlı Genel Başkan Yardımcısı’nın bu ithamı çok su götürür. Şeref-meref meselesi bu noktada sorgulanır. Şerefi olmayanlar ellerindeki imkanları ve delillendirme taktiklerini kullanarak bu hadiseyi de üst rütbeli bir subayın içinde bulunduğu bir örgüte bağlamayı başarırlarsa,ne ala istediklerini gerçekleştirmiş olurlar. Dosyalardaki kurguların kimler tarafından oluşturulduğunu bellidir. Hazırlanmış,dolayısıyla delilleri oluşturulmuş dosyaların savcıların önünde  nasıl ağır bir yük haline geldikleri de…

Yazık, yazık, çok yazık… Bu kadar bozuk bir zihniyetin, bu kadar uyum içerisinde bir diyalog oluşturarak, Türk Devleti’nin  temel yapı taşlarını  birer birer çözme noktasına taşımaları karşısında, çaresizlik sürecini yaşıyoruz. Adam konuştukça, saldırganlaştıkça, hakaret ettikçe, hedef gösterdikçe, batacak yerde daha da çıkıyorsa; ne yapsa haklıdır. Adam zehiri altın kasede sunuyor.

Bu güzel memleketin eşit vatandaşları; beyninizde eğer bir etnik yapı oluşturmadıysanız ve hala bu memleketin şerefli bir evladı olduğunuz inancını taşıyorsanız, bu etnik tuzağı bozmak zorundasınız. Bu tuzağı bozabilmek için birlik,beraberlik gerekmektedir. Nereye gittiklerini bilmeyen ve fakat kafalarının gerisindeki düşüncelerinin hatrına taviz üstüne taviz veren, taviz verdikçe toplumu geren, kendi çevrelerini uyuşmuşlardan oluşturan, olumsuzlukları olumluluk olarak kabul ettirmeyi başaran bu iktidar mensupları Türkiye’yi uçuruma doğru götürmüyorlar mı?

Ahlâki disiplinlerin ekonomik anlayışa katkıları ve zenginleşme (4)

Belki birinci yazımda belirteceğim Ahlaki bazı konulara bu yazımda bahsedeceğim. Kişinin kendine olan sorumluluklarını yerine getirirken, çevresine ve topluma karşı görevlerini olduğu bilincinin geliştiği bir disiplin. Ahlaki davranışı; kişinin kendinin içini temiz etraftaki kötü denilebilecek düşüncelerden arındırmış, kendine karşı samimi kendine ve başkalarına zarar verecek davranışlardan kaçan bir anlayış olarak tanımlayabiliriz.

Genelde baktığımızda kişilerin sanki başkalarının kınamalarından kaçınmak için oluşturdukları bir ahlak anlayışını görüyoruz. Bu anlayış moda olan tabirle “mahalle baskısı” ile oluşan bir ahlaki davranış biçimidir ki buda yetersiz bir anlayıştır. Olması gereken hiçbir kınama ve mahalle baskısı olmaksızın bile kişinin kendi içsel sesini duyup ona göre davranmasıdır. Peki bu yapıyı sizce kim kontrol edecektir? Buna cevap olarak toplumda sık kullanılan bir söz vardır “vicdan azabı”. Bu kavramın yerleşmesi kişilerin ahlaki sorumlulukları yerine getirmede ciddi bir argümandır. Şunu söyleyebilirsiniz vicdan azabı duymayan kişiler için ne yapılanabilinir diye. Şunu söyleyebiliriz zorlama ile bir ahlak anlayışı olmaz. O zaman en azından biraz mahalle baskısı veya doğru olanı bu vicdan azabı duyabileceği konuların geliştirilmesinden başka yapılacak bir şey yok diyebiliriz.

İslami ahlak bir bütünsellik içerir. Doğaya farklı, çevreye farklı, ticarete farklı, insanlarla ilişkilere farklı, hayvan haklarına bakış açısı farklı, devlet ile olan ilişkilere farklı, alışveriş ve ticari faaliyetler olan ilişkilerde farklı değildir bir bütünlük arz eder. Birini düzgün bir ahlaki anlayışla yaparken diğer konuları boş veremezsiniz çünkü İslam’ın ahlaki anlayışı; bütüncül bir ahlak anlayışıdır. Bütün dünya ve öbür dünya ile olan ilişkilerimizi tek bir ahlak anlayışı içinde ele alır.

Geleneksel İslam anlayışı dünyayı dışlamamıştır. Öteki dünya anlayışını ayrı bir kavram olarak görmemiştir. Dolayısı ile iki farklı alem gibi gözüken bu anlayışı, İslam tek anlayış olarak görmektedir. Ülgener (Prof. Dr. Sabri ÜLGENER) Müslümanların ticaretle uğraşmasını şu şekilde tanımlar. “…Kibir, gurur ve tahakküm aracı olarak kişinin iç dünyasına hakaret etmeye kalkışmadıkça hoş görüyle karşılanır, teşvik görür” der.

İslam’da ticaret, meşru kazanç elde etme, mal mülk edinme kısaca ticari faaliyetler, aynı ilim gibi farz kabul edilmiştir. Kişinin kimseye muhtaç olmadan yaşamını devam etmesi için yaptığı meşru yollardan çalışması ve kazanç elde etmesi, ibadet ve cihad ölçülerinde kutsal ve değerli bir davranış olarak görülmüştür. Allah (c.c.) Kuran-ı Kerimde şöyle buyuruyor: ” Ey iman edenler! Size kısmet ettiğimiz rızıkların maddeten, manen temizlerinden yiyiniz” (Bakara 177)

İslam Tüccara güzel bir ticaret ahlakı kavramı oluşmasına vesile olur. Kısaca bakıldığında ahde vefa, karda kanaat, sözleşmeye sadakat, sözünde durma, işi düzgün yapma, kusuru gizlememe gibi ahlak ölçülerini oluşturur.

Güzel ahlaki tamamlamak üzere gönderilen peygamber Efendimizin (S.A.V.) ticari konulardaki bir çok hadisten bir kaçına  bakalım.

“Kim ayıbı (bulunan bir malı) o (kusuru)nu açıklamadan satarsa, Allah’ın daimi gadabı içinde kalır ve melekler durmadan ona lanet eder “

“(Bizi) aldatan, bizden değildir “

“Doğru, güven duyulan bir tacir, (kıyamet günü) peygamberlerle, sıdıklar ve şehitlerle beraber (haşr) olacaktır “

Tüccarlığı bu kadar kutsayan bir anlayış yoktur. Ancak buna rağmen ticari faaliyetlerin Halkı Müslüman olan ülkelerde neden gelişmediği bir soru işaretidir ilerleyen zamanlarda yazmaya çalışacağım.

Yine Ülgener’in güzel bir tespiti var. “İslam’ın hiç değilse ilk asırlarında ticari hayatın serbestisine ve pürüzsüz gelişmesine ehemmiyet veya pozitif bir telakkinin belirtileri inkar edilemez.  İnsan ortaçağın darlaştırıcı kayıtları dışarısına çıkaran aktivist temayüller,  İslam Medeniyetinde, Hıristiyanlığa nazaran, dünya işleriyle daha süratli bir barışma ve anlaşmayı mümkün kılmıştır”

Bu ifadeden de anlaşıldığı gibi İslami düşünce tarzı, dünya ile olan işlerimizi ikinci bir plana atmamaktadır. Aksine her iki hayatı da bir bütün olarak algılayan bir anlayışa sahiptir.

Kültür Sadece Dil Değildir

Bayrama vatandaşın baktığı gibi bazı aydınların ve yayın kuruluşlarının bakmadığı bir gerçek. Ama yine de vatandaşa bayrama nasıl bakılması talimatını vermekten de geri durmuyorlar. Bayramı sadece kendilerine göre bir hayvan boğazlama şeklinde gören çarpık zihniyet; yıllardır aynı yanlış ezberin peşindedir.

Eski bayramlarla yeni bayramlar arasında tabiî ki farklar vardır. Öz değişmemekle, ruhaniyet kaybolmamakla beraber; modern araç ve gereçten ve teknik imkânlardan istifade ediliyor ve şekil değişiyor. Bu ruhaniyet kaybı değildir. Sosyal değişme denen bir süreç var. Kaldı ki bayramları yaşatabilmek ve onlardaki manâ derinliğini kavrayabilmek, uygun davranışları ortaya koyabilmek önemli ölçüde fertlere bağlıdır. Hem gereğini yapmamak, hem de

şikayetçi olmak anlaşılır gibi değildir. Bazı şeyler yeterince olmuyor diye ne kurumlar, ne de modern araç ve gereçler suçlanabilir.

Önü açılmış milli devletlerin küresel güç ve bloklarla mücadelesinin hızlandığı yakın bir geçmişten beri, bazılarını etniklik merakı sardı. Bazılarının aklı fikri etniklikte.. Herkese etnik gözlükle bakan, ırk tasnifi yapmaya merak saran siyasetçiler çoğaldı. Her şeye etnik gözlükle bakmak, farklılıkları öne çıkarmak, bütünlüğü gözardı etmek demokratikleşme zannediliyor. Milletsiz ve toplumsuz etnik grup arayışı var. Bazıları da milletsiz, devletsiz ve toplumsuz bir hayali bağımsız fert tutkusu peşindedirler. Amaç, hedef alınan coğrafyalarda milletleşmeyi geriye, etnik bilince çekebilmek ve belirli coğrafyalarda kendini kabul ettirmiş milli kimlik ve hakim kültürleri dışlamaktır. Bunun için türlü senaryolar ortaya konuluyor, taşeronluk yapılıyor.

Geçen Pazar günkü Hürriyet’in ekinde de buna benzer bir örnek yer alıyordu. Daha ziyade bir magazin gazetesine yakışan yayının pek de yadırganmaması gerekir. “Türküm, doğruyum ama ben kimim”  başlığı altında büyük çoğunluğu konunun uzmanı olmayan ve nasıl seçildikleri belli olmayanların görüşleri alınmış. Yazıyı düzenleyenler gibi sorulara cevap vererek katılanların da kafaları oldukça karışık. Adeta çelişkilerle dolu bir resmi geçit vardı. Türküm dedikten sonra ben kimim sorusunu sormak ırkçılığı çağrıştırıyor.

Hazırlanan yazıdaki resim Türkü, Türkleri doğrudan ve dolaylı olarak aşağılamaya çalışan, küçümseyen, aklınca alaya alan kısaca ciddi konuları magazinleştiren bir çizgi ortaya koyuyor. Resimde “Türk ol, sıhhat bul” şeklinde bir ifadenin yer alması ve at üstünde kurta yer verilmesi de doğrusu sayfayı hazırlayanlar için utanılacak bir görüntüdür. Türküm, doğruyum ama ben kimim ifadesi de oldukça garip.  Eğer Türküm diyorsan ardından ben kimim diye sormanın hiçbir anlamı yoktur. Türkiye’de Türküm diyene de kimse sen değilsin demez. Konuyu mensubiyet ve kültürel kapsam dışında, biyolojik gerekçelerden medet umarak bakıyorsanız; bunun adı ırkçılıktır. Son yıllarda ırkçılığı reddediyor gibi görünenler, ne gariptir ki;  Türk’e karşı ırkçılık yapıyor.

Aslında, milli kimlikle neden uğraşıldığının cevabını Balkanları ve Avrasya’yı dolaştıkça anlıyorsunuz. Türkiye’nin siyasi ve kültürel etkinliğini azaltmada hedefte Türk kimliği var.

Hürriyet’te yer alan yazının iktidarla Doğan Grubu arasındaki vergi uzlaşma yazısı olduğu anlaşılıyor. Bu yazı belki Doğan Grubunun borcunu azaltabilir.

Ayrıntıya girmeye gerek yok ve değmez. Ancak, şu bilinmeli ki; kültür sadece dil değildir. Sanattan mimariye, edebiyattan, türkü ve destanlara, halı ve kilim motiflerinden, mutfak ve kıyafete, dini algılama üslubuna, tüketimden tasarruf ve yatırıma kadar geniş bir alanı kapsayan bir yaşama tarzıdır. Dile ve kelimelere anlam yüklemektir. Dil, duygu ve düşüncenin toplumdan topluma göre değişen ifade tarzının bir aracıdır.

Kimlik de kültürel olduğundan iskelet tiplerine göre tayin edilmez. Türkiye’ye gelip yadırganmayacak olanlardan biri de Uygur Türkleridir. Türk kimliğinin belirli bir biyolojik tipini de aramaya ihtiyaç yoktur. Çünkü kimlik kültüreldir; öncelikle hukuki değildir.

Bu satırların yazarı sadece Anayasanın 66. Maddesinde belirtildiği için kendisini Türk görenlerden değildir. Türklük bir hissetme, mensubiyet ve kültürü paylaşmadır. Türkiye’de hakim kültür, milli kimliği ifade ettiğinden etnik ölçekte de ele alınamaz.

Türk olmak; tesadüfen Türkiyeli bir anne, babadan doğmak değildir. Türk olmak süper loto ya da sayısal lotodan çıkmıyor ki; tesadüfi olabilsin. Türkiyeli bir anne, babadan doğmak tesadüfi ise; bu tesadüf acaba nerede gerçekleşiyor? Gagavuzlar kendilerini büyük oranda Türk kabul eden İslâm dışı topluluklardan birisidir.

Nezir Aga Başbakan’a ne dedi ?

Aslında 93 Savaşı da denilen 1878 Osmanlı Rus Savaşı ile başlayan, 1912 Balkan Bozgunu ile devam eden 1950’lerde de hızlanan göç edenler ne büyük hata etmişler görüyor musunuz?

Tek suçları “Türk” olmak olan bu insanlar 20. yüzyılın en büyük katliamına uğramışlar milyonlarcası telef olmuşlar.

Neden?

Türk olmayı erdem saymışlar. Türklüğü ve Müslümanlığı birbirinden ayırmadan iman tahtalarına nakşetmişler.

Gavur çizmelerinin altında ezilmişler, can vermişler ama asla bunlardan ödün vermemişler.

Benim ailem de 1956 da geri göç ile gelmişler Anavatan Türkiye’ye.

Daha çocuk yaşlarda göçmen olduğumuz söylendiğinde, neden diye sorduğumuz Ata Babam; “Biz Türküz oğlum, Türk’üm diye başımız dik nerede yaşayabilirdik ki başka. Türkiye, ismi üstünde Türklerin vatanı” diyordu.

Diyordu da, bir taraftan bu günleri yaşasaydı ne derdi acaba diye düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi.

Hiç aklına gelirmiydi ki; Türk yurdunda, Türküm demekten dolayı Türklerin başı ağrıyacak bir gün. Türküm demek suç olacak.

Ermeni olabilirsin.

Cenazene binlerce kişi katılır, ellerinde pankartlarla “Biz de Ermeniyiz” diye haykırırlar.

Kürt olabilirsin.

Dağlarda yıllarca elinde keleşlerle Mehmetçik kanı döker, sonra da İmralı’daki Bebek Katili’nin emriyle sınırdan içeri girer, ayağına getirilen devletin savcısı hakimine, gözünün içine baka baka “pişman değilim” dersin ve 15 dakika sonra seni karşılayan Türkiye Büyük Millet Meclisi Milletvekilleri ile bir otobüsün üzerinden dünya televizyonlarına karşı “zafer işareti” veririsin.

Ama iş Türk olmaya gelince; Ola ki bir yerde ben Türküm dersen, “Faşist, Irkçı” denilerek, nereden bir ilişkilendiririz de içeriye atarız diye kovalanırsın, takip edilirsin, fişlenirsin, dinlenirsin..

Ata Dedem Nezir Aga ne de dik dik söylemişti.

– “Türküz biz oğlum, nereye gideceğiz ki başka. Yıllarca Türk olduğumuz için itelendik, aşağılandık, amcanı darağacına, dedeni çalışma kamplarına gönderdik. Ama bunların karşılığında ne dinimizden ne de Türklüğümüzden bir an bile ödün vermedik..”

Zavallı Nezir Aga, Türk olmanın bu kadar ayıp bir şey ve bu kadar büyük bir suç olduğunu bilseydi bunları bana dermiydi hiç..

Amcam, darağacına giderken tekbir getirdikten sonra, “NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE” diye haykırıp yağlı ilmiği boynuna geçirmek için sabırsızlanan Sırp Çetniğin suratına tükürürmüydü hiç.

Bugün bütün bu olanları yukarılarda bir yerlerde izleyen Ata Dedem, Sayın Başbakan’ın bir gece rüyasına girse, neler derdi çok ama çok merak ediyorum.

Hakaret etmez, küfür etmez bunu biliyorum.

Rumeli insanının asaletini, vakurunu terk etmeden söyleyecekleri karşısında, Başbakan ne cevap verirdi onu da merak ediyorum.

Nasreddin Hoca ve Keramet

0

Nasreddin Hoca (1208-1284)

Hoca hakkında kısa bir özgeçmiş verelim sonra kerametine dönelim.

Nasreddin hoca Sivrihisar’ın Hortu yöresinde doğdu, Akşehir’de öldü. Babası Hortu köyü imamı Abdullah Efendi, annesi aynı köyden Sıdıka Hatun’dur. Önce Sivrihisar’da medrese öğrenimi gördü, babasının ölümü üzerine Hortu’ya dönerek köy imamı oldu. 1237’de Akşehir’e yerleşerek, Seyyid Mahmud Hayrani ve Seyyid Hacı İbrahim’in derslerini dinledi, İslam diniyle ilgili çalışmalarını sürdürdü.

Bir söylentiye göre medresede ders okuttu, kadılık görevinde bulundu. Daha sonra Akşehir’e yerleşerek burada imamlık, kadılık ve müderrislik görevlerinde bulunur. Bu görevlerinden dolayı kendisine Nasuriddin Hâce adı verilmiş, sonradan bu ad Nasreddin Hoca biçimini almıştır. Onun yaşamıyla ilgili bilgiler, halkın kendisine olan aşırı sevgisi yüzünden, söylentilerle karışmış, yer yer olağanüstü nitelikler kazanmıştır.

Bu söylentiler arasında, onun Selçuklu sultanlarıyla tanıştığı, Mevlâna Celâleddin ile yakınlık kurduğu, kendisinden en az yetmiş yıl sonra yaşayan Timur’la konuştuğu, birkaç yerde birden göründüğü bile vardır.

Bu kısa hayat hikayesinden sonra gelelim hocanın kerametine.

Hocaya sevenleri bir gün sormuşlar.

Senin için evliya diyorlar ne dersiniz.  Hoca;   

-Öylemi diyorlar diye karşı soru sorunca, dostları

-Evet evet diye cevaplarlar.

Hoca doğru diyorlar diye karşılık verir.

Dostları ona madem sen evliyasın (Allah Dostusun) öyleyse bize bir keramet göster derler.

Hoca keramet dediğiniz şeyleri küçük evliyalar gösterir.

Ben büyük evliyayım. Rast gele keramet göstermem, siz isteyin bende size istediğiniz kerameti göstereyim der.

Dostları madem sen büyük evliyasın öyleyse şu ağaca seslen de buraya gelsin derler.

Hoca hay hay olur cevabını verir ve ağaca buraya gel diye seslenir.

Bir seslenir ağaç gelmez, iki seslenir olmaz üç dört derken cemaat birbirine bakışmaya başlayınca hoca tam sırası der ve ağaca şöyle seslenir.

“Anladık sen odunsun adamlık bende kalsın sen buraya gelmezsen ben oraya gelirim” der.

Size gelmeyenlere siz giderseniz kırgınlıklar küskünlükler dostluğa dönüşür.

Kerametin büyüğü gelmeyene gitmektir.

Sen odunsan bende kütüğüm derseniz dünyanızı da ahiretinizi de sıkıntıya sokarsınız.

Kavram Karmaşası İçinde Sosyal Meselelerimizi Neden Çözemiyoruz?

1989’un Aralık ayında (tam 20 yıl önce) yazdığım, aşağıdaki makaleyi dosyalarım arasında görüp yeniden okuyunca konuyu takrar gündeme getirmenin uygun olduğunu düşündüm.

ARALIK 1989

Başörtüsü (Türban) Üzerine

Devletine bağlı, Milletini seven ve ona hizmeti şeref bilen, ondan aldığı gibi ona vermesini de bilen bir Türk vatandaşı olarak düşünüyor ve bazı şeylerin cevabını bulamayınca kahroluyorum.

1700’lerden beri nasıl nasıl giyinelim kavgasındayız. İnsan nedir, insanlığımız nedir, ne olmalıdır sorusunun cevabını hep birinciden sonraya atmış ve ilkinde takılıp kalmışız..

Şekil ve düzen yobazı ile din yobazının arasında sıkışıp kalmışız. Devletim ve Milletim bu ikisinden kurtulupta ne zaman akıl-bilim ve mantığın sesini haykıranları dinleyecek. Bu sesleri dinler gibi yapıpta yine bağnazlıklardan kurtulamayanların icraatları arasında bocalamaktan ne zaman kurtulacak. Devletim ve Milletim bunlardan kurtulupta ne zaman bilgi çağını zorlayan diğer milletler seviyesine ulaşacak.

Çağdaşlık ve çağdaş kıyafet deniyor. Çağdaş düşünce önce insan sevgisi-saygısı demektir, esas çağdaşlık budur. Şekilde çağdaşlık nispi bir şeydir, insanları bu konuda bazı mecburiyetlerle inançlarından koparmaya çalışmak, inançları ile tenakuza düşürmek çağdaşlık olmasa gerektir. Bu konuda inançla ters düşmeyecek bazı sınırlamaları anlayabiliriz ama esasları reddetmeyi anlamak mümkün değildir. Kur’an hakikat, Peygamber hak. Bunu dünya kabul ediyor, bunlardaki şahsi tasarruflar ise insanlar için temel bir hak olduğuna göre insanları bu konuda zorlamanın ne çağdaşlıkla ne de Atatürkçülükle alakası vardır düşüncesindeyim.

Bazı şeyler sembol özelliği taşır. Buna Türk erkeği için bıyığı, Türk kadını için başörtüsünü gösterebiliriz. Diğer toplumlar ile ayırt edici kültürel özellik taşıyan bu değerlerin güzelleştirilmesi, estetik yönünden rötuşlanması zaten zaman içinde olan bir hadisedir. Bu sosyal ve bilimsel bir gerçek. Şimdi toplumda bazı aşırılıklar oluyor diye kültürel özellik taşıyan değerlerimizin çağdaşlık adına yasaklanmaya-dışlanmaya çalışılması bilimsel bir yaklaşımıdır?

Devletin büyüklerinin, yönlendiricilerinin vazifesi iyiyi, güzeli geliştirmek ve benimsetmektir. Bununda ilmi metotları vardır. Bu gerçek ortada iken yasakları savunmak ve de yaygınlaştırmak ne derece doğrudur. Devlet, kıyafet yönetmeliğinde erkekteki bıyığa getirdiği bazı ölçülerle, ifraddan insanını nasıl uzaklaştırmış ise; kadını içinde böyle kısıtlamalar ile estetik bir örtünmeyi de içine alan ve kadını onurlandıran, ona sahip çıkacak bir yaklaşımı niçin benimsemesin. Böyle bir yaklaşımın irtica ile ne alakası olabilir. Atatürkçülük ile ne tenakuzu olabilir.

Bilimsel düşünce, sosyal yaklaşım ve kararlarda, sebep-sonuç araştırmaları yapıp toplum yararının hangisinde olduğunu ilmi metotlarla tespit ettikten sonra sonucunu tebliğ eder. Sonuçta topluma daha iyiyi ve yararlısını benimsetme yollarına başvurur. Ferdi gözlemlerime göre dindar insan hizmetinde, özverisinde, çalışmasında daha verimli, fedakar ve güvenilir durumdadır. Dini inancı yetersiz insan ise, hele yeterli bir eğitimi de yoksa daha bencil, verimsiz ve güven unsuru daha azdır. Bunu böyle kabul edersek toplumun gerçek dini değerleri bilen insanlara (Kadın-Erkek) fazlası ile ihtiyacı olduğu ortadadır. Bununla devletin kendi okulları ve devletin resmi müesseselerini dini akidelere bağlı insanlara kapatarak yapacağımızı zannediyorsak yanılırız.

Oradaki bu tür insanları tahkir, aşağılayıcı ve zorlayıcı yasaklamalar ile itiyor ve kucaklayıcı olamıyorsak bu bir yanlışlık örneği değil de nedir. Bunu yaptığımız zaman ortaya muhtelif kişiler ve guruplar meseleye el atar., her gurubun kendince farklı yaklaşımları ortaya çıkar, o zamanda şikayetçi olduğumuz tefrikaların ortaya çıkmasını önleyemezsiniz. Başörtüsünün çarşafa, pantolonun şalvara-petura döndüğünü üzülerek görürsünüz. Kötülere, çirkinlere mani olmanın yolu güzeli ve iyiyi bulup kabul etmek, bunu desteklemek ve onun benimsenmesinin yollarını aramaktır.

Eğitim müesseselerinin bir araştırması varmıdırki İmam Hatip Liseleri çıkışlı çocuklarımızın başarı oranı, verimliliği, sosyal uyumluluğu normal liseli çocuklarımıza nazaran daha düşüktür. Bazı yargılamaları yaparken şartlanmış olmaktan ne zaman kurtulacağız. Bir araştırmaları varmıdır ki şu başörtülü kız öğrencilerimizin başarı oranı diğerlerinden daha düşüktür, zannetmiyorumki olsun. Bir şartlı refleks  yaklaşımı ile bunları aşağılamak, dışlamak veya şahsiyetlerini rencide edici tavırlarla bu çocuklarımızı, bu insanlarımızı itelemeye kimsenin hakkı yoktur. Şayet bu konuda yapılmış bir bilimsel araştırma varsa o başka, o zaman problemin köküne iner sebebini bulur çözümünü de makul yollarla yapar ve konuyu da kamuoyunda tartışıp gerekçeleriyle toplumu  aydınlatırsın. Halbuki bizde diğer sahalarda olduğu gibi böyle bir sosyolojik araştırmanın yapıldığını zannetmiyorum. Bu kısıtlayıcı, zorlayıcı ve dışlayıcı yaklaşımın temelinde böyle bir bilimsel çalışma olduğunu hiç sanmıyorum, bilim adamlarımız hesabına ne üzücü bir durum, ne şanssız bir yaklaşım.

Şimdi, ben kızımı, kız kardeşimi okutmak istiyor daha kültürlü ve yararlı bir insan olmasını temin etmek istiyor isem, devletimin bu tutumu ile bunu gerçekleştirmem zorlaşıyor. Ben bu durumda çeşitli yollara başvurabilirim. Birincisi, tahsilini yarıda bırakmak ki bu durum aklın yolu değil. İkincisi, eğitimini özel kurslar-yurtlar aracılığı ile sürdürmektir ki bunun da sakıncalarını görüyoruz. Üçüncüsü, eğitimini yurtdışında (İngiltere, Almanya, Amerika vs. ki oralarda insanları inançları ile ters düşecek zorlamaların olmadığını biliyoruz). teminini sağlamak, bu da büyük ekonomik imkanlar isteyen bir durum. Muhafazakar-dindar vatandaşların şimdiye kadar yaptığı şey biliyoruz ki kızlarını okutmamak olmuştur. Bundan da Türk devleti, toplum olarak her halde çok şey kaybetmiştir.

Belirli bir kesimin insanlarının kızlarının okutulmasına getirilen bu durum hak mıdır?  Adalet midir? Daha da ilerisi hür fikirle, hür düşünce ile demokrasi ile bağdaşır bir durum mudur? Diyeceksiniz ki başın örtülmesinin dini bir özelliği yok, öyle ise devletin bunca bilim adamları, araştırmacısı var, konu açık oturumlar, basın toplantıları, tebliğler ile açığa kavuşturulup toplum niye aydınlatılmaz. Başın örtülmesi hususu devletin yayın organlarında, ilmi platformlarında niçin tartışılmaz. Bunlar anlayamadığım, aklımın almadığı sorunlar. Acaba bazı gizli eller, art niyetli yer altı güçleri bizleri kendine alet mi ediyor? Devletim niye bunlara meydan veriyor.

Gelelim konunun diğer bir yönüne: kıyafet yönetmeliği denilen husus yalnız başörtüsü için mi geçerlidir? Devlet dairelerimizde maşallah frapan giyimli, havalı! olabilmek için makyajın aşırısına  kaçan o kadar çok bayan elemanlarımız varki!.. Devlet mademki ciddiyet, otorite istiyor nerede o zaman yönetmelikler, rafta!… Başın örtüsü ile ne kadar sade temiz giyinirsen giyin, ne kadar dürüst ve çalışkan olursan ol, o zaman yönetmelik sarı zarfta! (Sarı zarf: memuriyette, ilgiliye durumu ile ilgili hususlar sarı  renkteki bir zarf ile bildirilir). Sonra hizmetli, hastabakıcı, kapıcı isen mecburen başını örtersin, amenna iyi ama ben istiyorum ki toplumumuz için bir kültürel değer, inancımız yönünden bir emir olan başı örtülü insanlarımız mühendis, doktor, avukat,  yönetici niye olmasın. Yani inancını bu şekilde yaşamak isteyen insanın kızına-bacısına getirilen bu ayrıcalığın ne akılla, ne bilimle ne de çağdaşlıkla alakası olabilir. Ha Amerika da bazı hakları zencilere, Kızılderililere yasaklamanın yersizliği ve gülünçlüğü, ha Türkiye’mdeki inançlı insana getirilen bu durum, ne farkı var söylermisiniz? bunun savunulur yeri varmıdır bildirirmisiniz? Hayır yoktur, olamaz.

Gönül arzu eder ki milletimiz için daima aklıselimin yolu rehber olsun, bağnazlıklar, yobazlıklar son bulsun. Kurtuluşun, asra ulaşmasın, çağdaş olmanın yolunun bilimden, fenden, araştırmadan geçtiği bilindiği gibi kafalarımız da bunu uygular olsun.

Dinin, hele İslam dininin çağdaşlıkla çatışmaz bir din olduğu anlaşılsın, öğretilsin… Temel prensibinin ise insan sevgisi olduğunu, insanı sevmenin ise insanlığa hizmette de, çağdaşlıkta da, medeniyette de temel husus olduğu bilinsin.

Değerli Aydınlar Ocağı sitesinin okuyucuları, 20 yıl önce kaleme aldığım bu konu aynı çözümsüzlük, muhataplarının ilgisizlik ve çaresizliği içinde durmuyor mu?

Konuyu müteakip 2. ve 3. yazılarımla değerlendirmeyi sürdüreceğim.

Selam ve saygı ile.

İsrail’in Arapları, Ermenistan’ın Türkleri

0

Türkiye ile Ermenistan’ın Zürih Protokolü çerçevesinde yeni bir süreci başlatması, barış adına iyi bir gelişmedir. Sözleşme, Türkiye’nin bölgesinde liderlik yapma politikalarına katkı yapan, en önemli adımlardan birisi olarak değerlendirildi. Sözkonusu protokol, bölgesel düzeyde ve uluslar arası konjöktürde en çok konuşulan konu oldu. Türkiye’nin bölge liderliği için attığı en önemli adımlardan birisi olarak değerlendirildi. Bu iyi niyetli değerlendirmeler, mevcut “çatışma bağlamlarını” ortadan kaldırmayı amaçlayan bu sözleşmeye, hak edilen değerin verildiğini de göstermektedir.

Malum sözleşme ile birlikte konjöktürel yapı, yani mevcut “çatışma bağlamları” beklendiği gibi değişecektir. Yeni ittifaklar ve çatışma süreçlerini de başlatacaktır. Bu değişme beraberinde yeni çatışma alanlarını inşa edecek gibi görünmektedir. Konu ile ilgili olarak, bir önceki makalede, Ermeni gruplar arasında ortaya çıkması muhtemel olan yeni çatışma alanlarına değinmiştim. Malum sözleşmenin Ermeni gruplar açısından bir bilinç bunalımını beraberinde canlandıracağını belirtmiştim. Bu makalede ise konuyu, Türk tarafı ve Türki cumhuriyetler açısından, etkisi “bayrak krizi” ile şimdiden ortaya çıkan, muhtemel çatışma alanları bağlamında değerlendireceğim.

Hatırlanacağı gibi, benzer bir süreç daha önce Arap ülkeleri ile İsrail arasında işgal edilen Arap ülkesi ve Arap toprakları yani, Filistin, Sina yarımadası, Batı Şeria ve Golan tepeleri konusunda yaşandı. Arap İsrail çatışması sürecindeki barış girişimlerini ve protokollerini hatırlayanlar, taraflar arasındaki barış girişimlerinin, konuyu daha da karmaşıklaştırdığını, barış antlaşmalarının aynı zamanda yeni çatışmaları canlandırdığını gözlemlemişlerdir. Ermenistan’la Türklerin ilişkisi, bazı yönlerden İsrail ile Arapların ilişkisine benzemektedir. Arapların İsrail karşısındaki acziyeti, yarım yüzyıldır devam etmektedir. Türkiye ve Azerbaycan’ın Ermenistan karşısındaki konumunun benzer bir süreci ortaya çıkarma ihtimali vardır. Bu bakımdan Arap ülkelerinin İsrail karşısında kendi aralarında bölünmeleri ve çatışmaları üzerinde durulması ve bu sürecin tekrar hatırlanması gerekir.

Arap ülkelerinin liderleri, 1948 yılından bu yana birbirlerini İsrail ve ABD yandaşı olarak suçlamaktadır. Benzer çatışmalar ülkeleri işgal edilen Filistinliler arasında da sürekli yaşanmaktadır. Araplar arasında çatışan taraflar, İsrail’i gerekçe göstererek, birbirlerini suçlamaktadır. Her Arap ülkesi kendini, kendi halkına Filistin davasının hamisi olarak takdim etmektedir. Diğer Arap ülkelerini ise Arap ve İslam davasına ihanet etmekle suçlamaktadır. Arap liderlikleri arasındaki ilişkilerin doğasına bakıldığında, İsrail karşıtlığını ve işgal edilen Arap ülkesi Filistin’in kurtarılmasını gönülden istedikleri anlaşılmaktadır. İsrail karşısında her ülke aynı değerlere bağlı olduğunu iddia etmektedir. Ancak bu değerler uğruna samimi bir şekilde ittifak etmedikleri, anlaşmadıkları da bilinmektedir. Dolayısıyla bir çok Arap ülkesi liderliği için Filistin davası sadece araçsal bir değerdir. Onların iktidarını halk nezdinde meşrulaştırmaktadır.

İsrail’in kuruluş süreci ile Ermenistan’ın kuruluş süreci her ne kadar tam olarak biri biriyle örtüşmese de, her iki ülkenin de uluslararası alanda faaliyet gösteren güçlü lobileri ve diasporada varlığını sürdüren halkları vardır. Küresel güçler, her türlü işgale ve insan hakları ihlallerine rağmen nasıl İsrail’e destek verdilerse, şimdide Ermenistan’a benzer şekilde destek vermektedir. İsrail bütün yönleriyle Arap ülkeleri tarafından kuşatılmış bir coğrafyada kurulmuştur. Ermenistan ise Türkler tarafından kuşatılmış bir coğrafyada bulunmaktadır.

İsrail 1900’lü yıllarda Basra Körfezi ve Musul bağlantılı olarak inşa edilen enerji hatlarını etkileyebilecek bir kavşakta yer almaktadır. Ermenistan ise 2000’li yıllardan bu yana inşa edilen yeni enerji güzergahlarını etkileyebilecek bir konumda bulunmaktadır. İsrail bu kuşatılmışlık durumuna rağmen, Arap topraklarını işgal etmeye devam etti. Bir çok Arabı bulunduğu topraklarda toplama kamplarında yaşamaya mahkum etti. Arapları zamana yayılan ve teknik olarak yönetilebilen uygulamalarla öldürmeye ve soykırımdan geçirmeye devam etti. Ermenistan da kuruluşundan hemen sonra Azeri Türklerinin topraklarını işgal etti. Topraklarını ve evlerini terk etmek istemeyen Azerileri öldürdü, kıyımdan geçirdi. Bir çok Müslümanı toplama kamplarında yaşamaya mahkum etti. Yaklaşık yirmi yıldır bu işgal devam etmektedir. Türkiye ile yapılan Gümrü anlaşmasını tanımadığını ifade etmektedir. Türkiye’yi soykırım yapmakla suçlamaktadır. Filistinli Arapların konumu ile, Karabağlı Türklerin konumu birbirine çok benzemektedir.

Bazı Arap ülkeleri ile İsrail arasında, yaşanan bu çatışmalara rağmen, barış antlaşmaları, hatırlanacağı gibi imzalandı. Bu anlaşmalardan en önemlisi, bilindiği gibi Mısır-İsrail barış anlaşması oldu. Ancak bu anlaşma dışında da bir çok Arap ülkesi İsrail ile gizli ittifaklar yaptı. Arap ülkeleri İsrail’in gücünü zaman zaman aralarındaki rekabetten dolayı birbirlerine karşı da kullandı. Ancak bu barışların ve gayrı resmi diyalogların işgal altındaki Arap ülkesine, yani Filistin sorununa bir çözüm üretmediği, geçen zamana bakıldığında açıkça görülmektedir. Üstelik Filistin ve İsrail meselesi Arap ülkelerinin birbiriyle savaşmasına, Arap yönetimleri ile Arap halkı arasında çatışmaların çıkmasına, Arap yöneticilerin rakip Arap ülkelerinde çeşitli halk devrimleri yapma girişiminde bulunmalarına neden oldu. İşgal edilen topraklardaki Filistinli araplar bu iç çatışmalarda  maşa olarak da kullanıldı. Lübnan ve Ürdün’deki Filistinliler bu olaylardan dolayı bir çok kere kırımdan geçirildi. Bu Filistinli kıyımını yapanlar bilindiği gibi, yahudi değildi, Araptı.

Türkiye ile Azerbaycan arasında Zürih protokolü sürecinin başladığı Nisan 2009 tarihinden bu yana, bir gerilim açıkça yaşanmaya başladı. Azeri yöneticiler Türkiye’yi defalarca kendilerine ihanet etmekle suçladı. Türkiye’ye karşı Rusya ile ittifak kurma süreçlerini başlattı Türkiye’nin öncülük ettiği yeni enerji nakil hatları konusunda çekimser davranmaya başladı. Azerbaycan liderliği sanki Türkiye’nin bir hata yapmasını bekliyormuş gibi, ilişkileri tamamen kopartıcı söylemleri Zürih protokolü sürecinde hemen dile getirdi.

Türkiye Başbakanı sayın Erdoğan, sözkonusu suçlamaların yersiz olduğunu krizin başladığı  günlerden hemen sonra, Azerbaycan meclisinde yaptığı konuşma ile dile getirdi. Onlara, Karabağ sorunu çözülmedikçe, Ermenistanla uzlaşmanın olmayacağını açıkça söyledi. Ancak malum Zürih sözleşmesi ile ortaya çıkan duruma bakıldığında, Azeri tarafı verilen sözlerin yerine getirilmediğini gördü. Çünkü Karabağ konusu protokolde yer almadı. Üstelik konunun sözlü olarak ifade edilmesine bile Ermenistan tarafı rızalık göstermemişti. Bu durum bazı Azeri liderlerinin Türkiye’ye karşı besledikleri önyargıların dışavurumu için önemli bir gerekçe oldu. Onların Azerileri Türkiye’ye karşı daha açık bir şekilde kışkırtmalarına zemin hazırladı. Anadolu Türkçesinin dinlenmesini yasaklayıcı tedbirler konuşulmaya başlandı. Türklerin açtıkları camilerin kapatılmasına başlandı.

Sonuçta Türkiye ile Azerbaycan arasındaki stratejik ortaklık, dostluk, ve işbirliği süreçleri ciddi manada yara aldı. Güvensiz bir ortam doğdu. Bu durumun bir benzeri daha önce Mısır, Ürdün ve Suriye arasında yaşandı. Mısır işgal altındaki Arap ülkesi Filistin’in durumunu gözardı ederek İsrail ile anlaşma imzaladı. Ancak Mısır halkı ile Mısır yönetiminin birbirine güveni bu anlaşmadan dolayı ortadan kalktı. Bu güvensizlik durumu, anlaşmayı imzalayan Mısır devlet başkanı Enver Sedat’ın bir suikasta kurban edilmesine kadar uzandı. Bu barış aynı zamanda Mısır’ın daha önce ortak bir devlet olmak için kendileri ile anlaştığı Libya ve Suriye ile ilişkilerinin tamamen kopmasına da yol açtı.

Hatırlanacağı gibi Türkiye ile Azerbaycan arasında, Haydar Aliyev’in devrilmesi sürecindeki darbe girişimlerinden dolayı 1995’te de bir kriz çıkmıştı. Bu kriz Suriye’nin Lübnan’a müdahale etmesi veya Baas Liderliğindeki Irak’ın Filistinliler ve Baasçı Arapları kullanarak Ürdün ve Körfez ülkelerini karıştırmasına benzemektedir. Aynı durum Kaddafi’nin çeşitli Arap ülkelerindeki isyancı grupları beslemesine ve desteklemesine de benzetilebilir.

Araplar aralarındaki çekişmeleri duygusal ifadelerle dile getirmişlerdi. İsrail fitnesinin kendilerini birbirine düşürdüğünü söylemişlerdi. Şimdi ise Türkler ve Azeriler birbirlerini bu bayrak krizinden dolayı fitneye alet olmakla suçlamaktadırlar. Azeri yöneticilerle Türk yöneticiler, Arap yöneticilerin birbirlerine verdiği sözlere benzer sözler vermektedirler. Kamuoylarını ve halklarını ikna etmenin yollarını arıyorlar. Aynı arayışları Arap liderleri de  daha önce yapmıştı ve halen yapmaya devam etmektedirler. Ancak kuşkular bunlara rağmen artmaktadır. Güvensizlik her iki tarafı da sürekli başka arayışlara girmeye zorlamaktadır.

Azeri yöneticiler topraklarını işgal eden Ermenileri destekleyen Rusya’ya karşı hiçbir zaman ciddi bir tepkide bulunmadılar. Onları ihanetle suçlamadılar. Rusya’nın bayrağını indirmediler. Ancak Türkiye’nin bayrağını indirdiler. Üstelik o bayrak, Azerbaycan Cumhuriyetinin kuruluşu için o topraklara gidip Ermeniler ve Ruslarla savaşırken şehit olan askerlerin anısına orda durmaktaydı. O bayrak Türkiye’yi temsil etmekten daha çok, Azerbaycan’ın kuruluşunu ve kurtuluşunu temsil etmekteydi. Ülke yöneticilerinin birbirlerini ihanetle suçlaması ve küresel baskılar böylece kardeşliği yıkmaya devam ediyor.

Arap ülkeleri ve ülkeleri işgal altında olan Filistinli Araplar arasındaki gerilim nasıl ki gün geçtikçe arttı, anlaşılan Azeri ve Türk yöneticiler arasındaki gerilim ve güvensizlik de gün geçtikçe artacaktır. Araplar arasında, İsrail’in ve küresel güçlerin emellerine hizmet eden politik gruplar dindaşlar, vatandaşlar ve soydaşlar arasında gerilimi ve çatışmayı körüklerken, onların İsrail ile ittifaklar kurmalarına ve işgale razı olmalarına da alkış tuttular. Yazının başlığında yer alan “İsrail’in arapları” bunlardır. Benzer bir gerilimi Türkiye ve Azerbaycan arasında yaratmak isteyen gruplar da maalesef kısmen de olsa emellerine ulaştılar. Bu politik grupların bir kısmı Rusya, bir kısmı ABD ve büyük çoğunluğu ise Ermenistan çıkarları adına bu iki soydaş ve dindaş milleti karşı karşıya getirmeye çalışmaktadır. Yazının başlığında yer alan “Ermenistan’ın Türkleri” ise bu gruplardır.

 

Minare Kavgası

0

Bir “minare kavgası” sürüp gidiyor bu sıralar Avrupa’da… Çağdaş medeniyetin beşiği olarak kabul edilen bu kıtadan beklenmeyen bir davranış.

Camiyi minaresiz, minareyi de camisiz düşünebiliyor musunuz? (Gerçi, benim yaşlanmaya başlayan gözlerim her ikisini de gördü ya, bu dünyada…)

Bir minare hayal etmem gerektiğinde, özellikle kitap yazdığımda, bizim Türk-Osmanlı tarzı minare gelir aklıma. Arap mimarisinden farklıdır. Bizim mimarimizde minare ince ve uzun olur. Zarif, el değmemiş bir genç kıza benzetirim ben onu.

Bir deyim vardır dilimizde; Minareye kılıf hazırlamak; Bir “imkansızı” anlatmak için kullanılır aslında. Zira minareye kılıf olmaz, değil mi?

Şimdi dikkatle gözleyelim. Bizim de aralarına girmeye çabaladığımız Avrupa ülkeleri, bakalım nasıl bir “kılıf” uydurmaya çalışacaklar?

Bebeğim

Benim tatlım
Güzelim, fıstığım
Aşkım, ruhum
Hayatım, çikolatam
Minicik bebeğim
 
Gönlümü ferahlatan
İçimi ısıtan
Sevgimi parlatan
Umudum, ışığım
Minicik bebeğim
 
Kalbimdeki çiçeksin
Ruhumda uçan kuş gibisin
Engin denizler misali
Mavim, yeşilim, yakutum
Minicik bebeğim
 
Canımın içi
Gözümün nuru
Hayatımın anlamı
Sevgiler sevgilisi
Minicik bebeğim