15.5 C
Kocaeli
Cumartesi, Eylül 27, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1233

Ceza mı, Mükafat mı?

DTP’nin kapatılması doğru karar mıydı acaba?
DTP’nin masum olmadığı su götürmez bir hakikat.
Seçmenlerinin çoğunluğunun onlara “Mecliste PKK’yı temsil edin” diye oy vermediğini ben de biliyorum.
“Dağa çıkarız” diyen zevatın, gerçekte dağlı olduğunu itiraf ettiğini ben de biliyorum.
“Sine-i Millete döneriz” diyen DTP’nin, Milletin sinesinden değil, Kandil dağından geldiğini, milletini değil, İmralı’daki caniyi temsil ettiğini ben de biliyorum.
“Çözüm demokrasidedir” diyen DTP’nin, çözümü kundaktaki bebeklere sıkılan kurşunlarda aradığını ben de biliyorum.
Ama bunun yanında kapatmanın PKK’nın işine geldiğini ve kapatmayı sağlamak için son şehitlerimizin kanlarından medet umduklarını da biliyorum.
Dolayısı ile bu kararla, PKK’nın ekmeğine yağ sürülmüş olduğuna inanıyorum.
Türkiye’de olduğu gibi dünya arenasında da kan kaybeden DTP ve dolayısı ile PKK, bu kararla masum duruma düşürülmüş ve özellikle AB ülkelerinden destek gelmeye başlarsa şaşmamak lazım.
Zaten bu beklentiden dolayı da Kandil ve İmralı, DTP’nin kapatılması taraftarıydılar.

Yasaklı duruma düşürülen DTP’lilerin listesi ise bir başka muamma!
Listedeki kişilerin masum olmadıkları malum, ancak onlardan daha tehlikeli, daha tahrik edici bir yığın kimse, ne hikmetse yasaklılar listesine alınmamıştır.
Bu yazının yazıldığı sırada bile bazı sokaklarda eşkıyalık yapan teröristlerin olduğuna inanıyorum.
Eşkıya başının can güvenliği sağlama alınmış, ancak piyonları “yeri dar” diye masum insanlarımızı katlediyor. Yani bir katilin saltanatı uğruna canlara kıyılıyor.
İmralı’daki canavarın, bir şehidimizin saçındaki tek kıl kadar değeri var mıdır da uğruna birçok şehit veriyoruz?
Şu garip değil mi? Türkiye’de, can güvenliklerini sağlamakla görevliler dahil, hiç kimsenin can güvenliği bebek katili kadar sağlama alınmış değildir.
DTP işte böyle emin ellerde olan bir caninin oyuncak partisidir.
Buna rağmen parti kapatmanın çare olduğuna inanmıyorum.
Bunun yerine adam gibi bir anayasa yapılsa, partiyi değil, partiliyi cezalandırma sistemi getirilse, vatana, vatandaşa, bayrağa ve benzeri kutsallarımıza kastedenlere gerekirse yerinde ve anında infaz şartı getirilse Türkiye bu duruma düşermi?

Öncelikle terör ve teröristle mücadele şekli değiştirilmelidir.
Bataklıkta üç-beş sineğin öldürülmesinin çare olmadığı görüldü artık.
Bu bataklığı besleyen kaynakların kurutulması gerektiği gün gibi açık…

Mücadeleye Ankara’nın göbeğinden başlamak gerekiyor.
PKK ile uyuşturucu kaçıran şebekeler çökertilmeden PKK çökertilemez.
PKK ile kucak kucağa olan Avrupa’nın PKK’ya desteği kesilmeden PKK çökertilemez.
PKK adına Türkiye’de parti kurulmasının önü kesilmeden PKK çökertilemez.
Oy kaygısı ile PKK’yı yandan besleyenlerin desteği kesilmeden PKK çökertilemez.
Türkiye’yi yönetenlerden ümidini kesip, PKK’dan ümit bekleyen eğitimsiz, cahil, yoksul vatandaşlarımızın ülkemize güveni sağlanmadan PKK çökertilemez.

Kürtçe konuşanı tutuklayıp, Türk Bayrağını yakana dokunulmazsa PKK çökertilemez.
Molotof kokteyle otobüs ve içindekileri yakanlara karşı Polise etkisiz hale getirme yetkisi verilmezse PKK çökertilemez.
PKK çökertilmeden de ülkemize huzur, barış, birlik/beraberlik ve topyekûn kalkınma sağlanamaz.
Vakit duygularla değil, mantıkla hareket etme vaktidir.
Allah ufkumuzu dar etmesin.

 

Muhafazakarlıktan Sapma

Dev çınarlar bir bir devriliyor. 2 Kasım 2009’da değerli ilim adamı hocamız Prof. Dr. Ercüment Kuran‘ı kaybettik. Kuran hoca, rahmetli hocam Ord. Prof. Dr. Z. F. Fındıkoğlu’nun da dediği gibi, milli endişe sahibi, gerçek aydın, dosdoğru idealist bir insandı. Türk milliyetçiliği çizgisinden hiç taviz vermedi. Yerine göre farklı konuşmadı. Heyecanı hiç tükenmedi. Kendisine Allah’tan rahmet diliyorum. Yine Türk milliyetçiliği fikrini ilim, fikir ve siyaset alanına taşıyan Prof. Dr. Kamil Turan‘ı 2. ölüm yıldönümünde saygı ve rahmetle anıyorum.

Hemem hemen herkes Türkiye’nin muhafazakârlaştığından söz ediyor. Evet, Türkiye gerek küreselleşmenin tepki doğurucu etkileriyle, gerek iç dinamikleriyle kendi kendini koruma refleksine sahip olmak istiyor. Önü açılmış milli devletlerin kuşatılması, korumacı anlayışı ayağa kaldırıyor. Bu böyle olmakla beraber, muhafazakârlaşma örtüsünü kaldırdığımızda altında köksüzlük, bozulma, menfaatçilik, değişik alanlarda yükselebilmek için tutunulan bir dal ele geliyor.

Muhafazakârlaşma, şehirleşmeye bir tepki, kırsal özlemi, topluma kapanma, milletleşmekten alt kimliklere, etnik taassuba, cemaatleşmeye ve aşırı hemşericilik duygusuna kapılmak değildir. Ancak, bizde bunun tersi oluyor.

Ülkemiz mutabakatsızlıklardan ve ortak akıl eksikliğinden, toplumu kolay kamplaştırıcı tartışmaları sürdürmekten çok şey çekti. İşin önemli tarafı; asıl çözmemiz gereken sorunları çözemediğimiz gibi; son yıllarda açılım adı altında etnik farklılaştırma macerasına girdik. Toplumu etnikleştirerek insanları birbirine mesafeli hale getiriyoruz ve ötekileştiriyoruz. Toplumu ufalayarak bütünleştirme peşindeyiz.

Türkiye, elitçi, halkla yabancılaşan, radikal laikçi takım ile İslâm’ı referans veren, ancak ne ölçüde İslâmî olduğu tartışmalı, Cumhuriyet ve milli devlet karşıtı her türlü işbirliğine hazır kesim arasında sıkışmış bir konumdan kurtulmak durumundadır.  Bir dönem, radikal laikçiler tarafından dışlandıklarını ve marjinalleştirildiklerini iddia edenler, bugün ellerine güç geçince; şikâyetçi oldukları her şeyi bizzat misliyle uygulayarak tatmin olma peşindedirler. Bu yolda demokrasi ve insan hakları hatta hukuk devletinin gerekleri bir tarafa bırakılmış, yasal olmayan araçlar kullanılarak baskı rejimi ve parti devleti uygulanmaktadır.

Baskı ve demokratikleşme kılıfına bürünmüş şiddet ve sindirmeden medet umulması, dün bazı şeylerden şikâyet edenler için ibret vesikasıdır. Siyasi gücü elinde tutanların malûm bir cemaatle işbirliği yapmaları, dışlarındaki fertleri öteki kabul etmeleri, insanları ve ticari firmaları yükselebilmek ve gelişebilmek için işbirliğine zorlamaları, muhafazakârlık kavramını zedelediği gibi, yeni bir derin devlet de yaratmıştır. Bu örnek, Türkiye’yi Türkiye yapan değerlerle çelişmektedir.

Yapılan araştırmalarda bir çok esnaf, okumasalar bile, dükkânlarında devşirilmiş eski komünistlerin boy gösterdiği, muhafazakârların liberalleşmesini simgeleyen bir gazeteyi bulundurmak, belirli dernek ve vakıflarla yakınlık kurmak, onlara makbuzsuz maddi destek sağlamak, dışlanmamak için cemaatin faaliyetlerine katılmak durumunda bırakılmaktadır. Ekonomik hayat, siyasi hayat gibi kuşatılmıştır. Her alanda devlete karşı alternatif yaratma dikkat çekmektedir. İslâmiyet hakkında yanlış bilgiler veren kitaplar elden ele dolaştırılmaktadır. Muhafazakârlığı kullanan bu yeni zümre, kullandığı markalarla ve alış veriş yaptığı mağazalarla farklılaşmaktadır. Toplumu yanlış yönde muhafazakârlaştırarak sosyal ilişkileri zayıflatan bir kapalılığa itme ve menfaat bağı, insanları ülke sorunlarından uzaklaştırmaktadır.

12 Anadolu kentinde yürütülen araştırmada[1] iktidarın bu şehirlerde bazı kuruluşları da kullanarak uyguladığı baskıcı bir muhafazakârlık anlayışı, ferdi hak ve hürriyetlerde bir geriye dönüşü hazırlamakta; değerleri yıpratmaktadır. “Ülkeyi kurtaramıyorsan kendini kurtar” anlayışı, fertleri demokratik mücadeleden caydırmakta ve dayatılan sistemin basit bir parçası haline sokmaktadır. Sivil toplum ve sendikal hareketler bu fırsatçı yaklaşımdan nasiplenmekte; iktidara bağlı bir kamu çalışanları sendikası üye sayısını birkaç yıl içinde üç katı artırabilmektedir. Muhafazakârlaşmanın içi başka şeylerle doldurulmakta ve değişen dünyanın ihtiyaç duyurduğu bu yaklaşım, kötüye kullanılmaktadır. 

 

 


[1] Toprak, B., Türkiye’de Farklı Olmak- Din ve Muhafazakârlık Ekseninde Ötekileştirilenler, İstanbul, Metis, 2009 

Tüm Bunları CHP Yapsaydı

0

Bizim partizanlığımız takım taraftarlığımızın da önündedir. Bir spor gazetesinin meşhur TV reklâmları vardı: Doğuştan fanatikler!

Fanatizm, radikalizm, aşırılık ve militanlık tıbbın sosyal terapiyle rehabilite etmeye çalıştığı zaafiyetler olsa da hastalarımız hâlinden memnun.

Adama adamlık eden çok, hakikate adamlık eden az. Takıma askerlik eden çok, doğruluğa az. Partiye yanaşmalık çok, adalete az.

Kula kulluğa çoğumuz hazırız da Allah’tan başkasına tapınmayı her kayd ü şartta reddetmeye gelince bir elin parmaklarını say.

Biz işkembevîler için böylesi daha kolay, daha rahat. Biz işkembevîler, dünyanın en kalabalık tarikatıyız. Biz işkembevîler her dem iktidarız.

Herkes ve her şey için hazır ezberlerimiz, klişelerimiz, maskelerimiz mevcuttur. Okumak mı? Okumak, iyi bişeydir. Yalan mı? Yalan, kötü bişeydir.

Okumak ‘iyi‘ diyenler % 90‘dan yukarı, okuyanlar % 10‘dan aşağı. Hem de kadın – erkek tüm inananlara farz olduğu halde.. Yalan ‘kötü‘ diyenler % 90 üzeri, yalansız – dolansız konuşanlar % 10 altı. Bile bile harama lâdes diyenler..

Riyakârlığını sevdiğimin Türkiye’si.. Çelişik insanlar ve tenakuz davranışlar diyarı.. Korkma; vicdan dediğin çok çok eski bir alışkanlıktır.

Ara sıra azap verici duruşlar ve konuşmalar olsa da birinci vazifen bunları savmak ve savsaklamaktır. Bu babda kendime verdiğim azâbın 40’da 1’ini farz-ı kifâye olaraktan halka arzı borç bilirim.

Filmi geriye alıyor ve 7 sene öncesinde iktidara tek başına CHP‘yi getiriyoruz (Başka partilerle de egzersiz yapılabilir). Ama biz gene aynı biziz. Oynat Uğur’cuğum: 

  • AB – “Ecdadın kemikleri sızlıyor, kemikleri! Uşaklığı bırakın!”
  • Misyonerlik – “Bunlar İslâm’a düşman, gâvura dost!”
  • Ermenistan – “Yuh! Bari Müslüman Azeri kardeşlerimizden utanın!”
  • Kıbrıs – “Dayan Denktaş! İnananların iktidarına az kaldı.”
  • Heybeliada – “Kâfirlere zangoçluk yapıyorsunuz.”
  • Davos – “Şov bunlar şov! Biz sizin gizli gizli neleri yaptığınızı iyi

biliyoruz.”

  • Ergenekon – “Tüm Türkiye’yi korku manyağı yaptınız.”
  • Ekonomik kriz – “Bunlarda bereket olmaz ki krizsiz bir gün olsun.”
  • Açılım – “Bunlar bölücü! Bunlar 80 öncesindeki gibi kardeşi kardeşe kırdıracaklar ha, aman dikkat!”
  • Ahlâksızlık – “Bunlar kıyamet alâmetleri; Lût kavmini geçtik.”
  • Aile saadeti – “Tüyü bitmemiş yetimin hakkını yiyenleri de ateş yiyecek.”

“Büyük Oyun” da Bir Şehir : Tokat

Büyük Türk mütefekkiri Hoca Ahmet Yesevi’nin ;

“Neler gelse görmek gerek o Hüda’dan,

Yusuf’unu ayırdılar Kenan’dan,

Doğduğu yer o mübarek Türkistan’dan,

Bağrıma taşlar vurup geldim işte.” diyerek işaret ettiği Türkiye coğrafyasında “Büyük Oyun” artan hızıyla sürüyor.

Defalarca yazdım; Türkiye coğrafyasını, doğru tanımlamak gerekir diye. Eğer bu tanımlamada bir eksiklik yapacak olursak fotoğraftaki görüntüyü ıskalamış oluyoruz ve ne yazık ki bu tanımlamayı hiç bir zaman doğru yapamadık ve böylece fotoğraftaki büyük kareyi bir türlü göremedik. Bu göremediğimiz “Büyük Türkiye coğrafyası”nda yüzlerce yıldır devam eden ve adına “Büyük Oyun” denilen acımasız bir mücadele, günümüzde de aynı hızıyla sürüyor ve de sürmeye devam edecek.

“Büyük Oyun”un son tezahür ettiği yer; Tokat’ın Reşadiye ilçesi ve sonuç yedi vatan evladının şehadeti… Türkiye coğrafyası; sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin fiziki sınırlarından ibaret değildir. Bu sebeple kendi ülkemizde gelişen ve sıkıntı veren olaylar bizi ilgilendirir diğerleri bizi ilgilendirmez diyemeyiz.

Musul, Kerkük ve Telafer’inde içinde bulunduğu Türkmeneli bölgesi, Lübnan’ın Türkmen köyleri, Suriye’deki Türk nüfusun yaşadığı yerleşim yerleri, Kıbrıs, Rodos, İstanköy, Batı Trakya, Orta Yunanistan, Bulgaristan, Makedonya, Kosova, Bosna, Sancak, Arnavutluk, Gagavuzya, Kırım, Romanya’nın Türk bölgeleri, Azerbaycan, Nahcivan, Güney Azerbaycan; Türkiye Coğrafyası’nın dahilindedir.

Türk milletinin atavatanı olan Doğu Türkistan’nın da dahil olduğu Orta Asya’daki toprakları saymamakla birlikte bu topraklar ile “Büyük Türkiye Coğrafyası” nın “Birleşik Türk Vatanı” nı oluşturduklarını da belirtmeliyim. Birleşik Türk Vatanında süren “Büyük Oyun” u tarihle biraz meşgul olan ve siyasal – sosyal – ekonomik olayları takip eden herkes biliyor. Bu “Büyük Oyun” un günümüzde yukarıda sınırlarını çizdiğimiz Türkiye Coğrafyası’nda da sürdüğünü hepimiz izliyoruz.

Şöyle bir baktığımızda Irak Türklerinin yaşadıkları, Lübnan ve Suriye’de Türklerin çektikleri, Kıbrıs Türklerinin başına gelenler, Rodos ve İstanköy’deki Türklerin yalnızlıkları, Yunanistan’ın Batı Trakya Türklerine devam eden zulmü, Bulgaristan Türkleri’ne yapılan soykırım, Makedonya – Bosna ve Kosova’da meydana gelen vahşet, Rusya destekli Ermenilerin Karabağ’ı işgali ve daha saymakla bitmeyecek nice olay bu coğrafya da sahnelenen “Büyük Oyun” un birer somut göstergesidir.

Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan Türk Milleti; sadece Cumhuriyet Dönemi’ni ele alsak bile sahnelenen “Büyük Oyun” nedeniyle meydana gelen; isyanlar, dini hareketler, sağ – sol, alevi – sünni, Ermeni meselesi, bölücü – etnik terör gibi olaylardan dolayı çok ama çok muzdariptir.

Bu “Büyük Oyun” dan ötürü Tokat Reşadiye’de toprağı kanları ile sulayan yedi evladımızın şehadeti üzüntümüzü bir kez daha kat be kat artırmıştır. “Büyük Oyun” un oyuncuları sinsidir, haindir, pusu kültüründen gelmektedir. İnsanlık tarihinin gördüğü en acımasız karakterlerdir. Gözleri bir türlü doymaz ve Türk Milletini önlerinde en büyük engel ve tehlike olarak görürler.

Onun için Türkiye’nin bir “kürt sorunu” falan yoktur. Türkiye’nin ve Türk Milletinin; enerji kaynakları ve hatları uğrunda yürütülen bir üstü örtülü savaşla karşı karşıya kalma sorunu vardır. Türkiye’nin madenlerine ve su kaynaklarına el koyma mücadelesi yürütenler vardır. Fırat ile Dicle ve bunlar üzerindeki barajlara sahip çıkmaya çalışanlar vardır. Topraklarımızın tarım açısından göz kamaştırıcı verimliliği “Büyük Oyun”un oyuncularının salyalarını akıtıyor.

Büyük Oyun’un aktörleri yer altı ve yer üstü kaynaklarının zenginliği nedeniyle, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusunu, yıllardır bir çatışma alanı olarak tutuyor. İşte bunun için şehit veriyoruz. Bunun için hainler pusuya yatıyor. Bundan dolayı yüzleri poşulu insan müsveddeleri askerimize ve polisimize saldırıyor. Tokat Reşadiye’de çocuklarımız bunun için şehit düştü ve biliniz ki temenni etmesek de niceleri daha şehit düşecek. Bunun açılımla falan duracağı yok. Açılım safsatası ile akan kanın duracağı bir yalan veya iyi niyetli bakarsak çok yanlış bir öngörü.

Sorun kürt sorunu değil küresel güçlerin menfaat sorunu. Bunu herkes görüyor ama bir tek R.T. Erdoğan ve iktidar göremiyor. Ya da gördükleri halde görmemek işlerine geliyor. Çünkü Türkiye tarihinde bölücülere açılım adı altında bu kadar taviz verilen ikinci bir dönem daha yok. Ancak öngörümüzdeki ikinci şık doğru ise tarih bunu asla affetmez ve hükmünü verir. Bu da bir fani için alabileceği en büyük ceza olur. Görülmektedir ki; R.T. Erdoğan’ın ve hükümetin en büyük noksanlıklarından biri tarih ve millet bilincine sahip bulunmayışlarıdır.

Eğer aksi sabit olsaydı; Rusların Orta Asya’daki Türk Coğrafyasını işgale başladıkları 1800’lü yıllarda yaptığı ekonomik pazarları ele geçirme operasyonlarını bili, İngilizlere rağmen Rusların başarılarını görür, 1877 – 1878 Harbinde yenilen Osmanlı’nın Orta Asya’daki “Büyük Oyun” da bırakın aktör olmayı figüran bile olamamasının nedenlerini anlar ve böylece Türkiye’deki olaylara doğru bir perspektiften bakarak Türk Milleti lehine yapması gerekenleri yapardı.

Yaşadıklarımız, iktidarın tarih bilinci noksanlığı sebebiyle bırakın Türkiye’nin başına gelenleri doğru okumayı Hiçbir şeyi okuyamadığını bize göstermektedir. Böyle olmasaydı pkk’nın Reşadiye baskınından sonra, ipe sapa gelmez ve adeta katilleri korur nitelikte açıklamalar yetkililerin ağzından çıkmazdı.

Türkiye; 2002’den bu yana iç borcu 2.3 kat, dış borcu 2 kat artan, cari işlemler açığı 66 kat yükselen, ithalatı 4 kat artan, dış ticaret açığı 4.5 kat büyüyen, işsiz sayısı % 33 artan, ekonomisi tarihi küçülmeler yaşayan, milli sermayesine özelleştirmelerle el konan, madenleri peşkeş çekilmiş, milleti psikoljik operasyonlara maruz kalmış ve nihayetinde Mehmetçiklerine pervasızca pusu kurulan bir ülke haline gelmiştir. Bunların sorumlusu ben miyim? Ya da kim diye soramayacakmıyız? R.T. Erdoğan’a söylüyorum; bilmiyorsan git öğren. Bunu adı ” Büyük Oyun” dur.

Gelin isterseniz bunu bilmeyenlere veya bilse bile bilmemezlikten gelenlere Sultan Galiyev’in ağzından cevap verelim: ” Türkleri zayıflatmak, Balkanları, Mısır’ı, Arabistan’ı, Mezopotamya’yı ellerinden almak için, Avrupa yüzyıllardır mücadele vermek zorunda kaldı. Avrupa’lı hükümdarlara Türkiye’yi sindirmek nasib olmayacaktır. Türkiye yaşıyor ve yaşıyacaktır. Türkiye, yalnız kendisi yaşamakla yetinmeyecek ve Avrupa tarafından zorla koparılmış olan kendi eski parçalarına ve geri kalan tüm Orta Doğu’ya hayat verecektir.”

Umarım R.T. Erdoğan anlamasa veya anlamamazlıktan gelse bile yedi vatan evladının şehadetinin nedenini ve Sultan Galiyev’in sözlerindeki derin manayı bizler anlıyoruzdur.

 

 

Kabus

Kabus dolu günlerde dertteyken
Yüreğimi sıkıştıran atışlarla
Mutsuz ve yorgun ağlıyorum
Sen gülüyorsun çılgınca
 
Söylesene ne yaptım sana
Tanımam ki ben seni aslında
Acılarımla oluyorsan mutlu
Anladım ki yazık olmuş bana
 
Nasılsa girdin ya hayatıma
Çıkmasını da bilseydin ya
Nefretle ağlarken umutsuzca
Sen uçuyorsun havalarda
 
Ezdin bir böcek gibi ruhumu
Hayatımın ateşini sündürürken
Sana yeterdi kendini tatmin
Ben eriyorken zamanla

Hicri 1431 – 1

0

17 Aralık Perşembe 1431 nci hicri yılbaşı İslam âlemi ve tüm insanlık için hayırlara vesile olması dileğiyle
Bu yazımızda iki bölüm halinde hicret konusunu işlemeye çalışacağız.

Hicret: 622 yılında Müslümanların Mekke’den Medine’ye göç etmesidir.

Bu tarih aynı zamanda hicri takvimin başlangıcıdır.

Muhacir: Hicret eden Mekkeli Müslümanlara denir.

Ensar: Muhacirlere evlerini ve gönüllerini açan Medineli Müslümanlara denir.

Hicret vahşetten medeniyete,

Hicret benlikten bizliğe,

Hicret varlıktan yokluğa,

Hicret hanıma veda,

Hicret evlada kardeşe ana-baba ya veda,

Hicret mala, mülke, makam ve mevkie veda,

Hicret Mekke’ye veda…

Hicret  unutmak, bağlarını koparmak için değil özlemek ve tekrar gelmek için.

Hicret baskı ve zulümden kaçış değil, yasaksız bir dini hayata kavuşmak için,

Hulasa hicret ahreti dünyaya tercih eden bir anlayış…

Peygamberimizden kısa bir anekdot;

Peygamberimiz (sav) doğup büyüdüğü şehir olan Mekke’den ayrılırken devesini durdurdu, Mekke’ye baktı ve şöyle seslendi. “Vallahi sen Allah’ın yarattığı yerlerin en hayırlısı Allah katında en sevimli olanısın. Bana senden daha sevgili daha güzel yurt yoktur, çıkarılmamaya zorlanmamış olsaydım senden asla ayrılmaz, senden başka yerde yurt, yuva tutmazdım.” Bunun üzerine Cenabı-Hak Resulullah (sav)’ı şöyle teselli etti…

Allah muhakkak ki seni tekrar Mekke’ye döndürecek ahrette de övülmüş bir makam olan en büyük şefaat makamına kavuşturacaktır.

Şimdi burada İslam ve hicret öncesi Mekke’nin ve Mekkelilerin sosyal şartlarını ve yaşantılarını uzun uzun anlatmayacağım.

Yalnız vahşetten medeniyete ifadesini bir iki misal ile açıklamaya çalışacağım.

Kız çocukları diri diri mezara gömmek vahşet mi yoksa medeniyet midir?

Müslüman oldukları için yorulana kadar kız kardeşini ve eniştesini dövmek hangi gruba girer.

Sizin gibi düşünmeyenleri öldürmeye gitmek, farklı inanç ve düşüncelere hayat hakkı tanımamak sizce nasıl tanımlanır.

İslam güneşi Mekke’de doğmaya başladıktan sonra ışıktan rahatsız olan yarasalar Müslümanları rahatsız ettiler çokça eziyet ettiler. Eziyet ne kelime Sümeyye ve Yasir gibilerini kol ve bacaklarından develere bağlayarak ters tarafa hareket ettirmek suretiyle şehit ettiler.

Amerika ve İsrail’in bugün Irak, Afganistan, Filistin de Çin’in Doğu Türkistan’da Müslümanları şehit ettikleri gibi.

Müslümanları bugün nasıl bombalarla parçalıyorlarsa o gün de develerle parçalıyorlardı. Aradan asırlar geçse de nede olsa “Küfür tek millettir.”

Zihniyet hiç değişmedi, değişmeyecektir.

Hicrete izin veren ayet gelince Müslümanlar birer ikişerli gruplar halinde gizlice Medine’ye doğru yola çıkıyorlardı.

Yalnız burada Hz. Ömer (r.a)’a bir atıf yapmak gerekir.

Müslümanlar gizlice Mekke’yi terk ederken o müşriklere şöyle sesleniyordu.

Ben Medine’ye hicret ediyorum içinizden kim karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak istiyorsa beni takip etsin.”

Müslüman olmadan önce kızını diri diri toprağa gömen, Müslüman oldukları için kız kardeşini ve eniştesini öldüresiye döven Peygamberi öldürmeye giden bir Ömer ile Müslüman olduktan sonra adaleti ile dünyaya ün salan Hz. Ömer’i kıyasladığınız zaman vahşet ile medeniyet daha net anlaşılmış olur.

Dünya tarihinde Hz. Ömer kadar adaleti ile ün salan ikinci bir isim var mıdır?

Müslümanlar Mekke’yi terk ederken müşriklere karşı adeta şöyle sesleniyorlardı:

Lanet olsun düşün yakamızdan evimiz, ocağımız, malımız, mülkümüz sizin olsun.

Alın başınıza çalın, gözünüze sokun, bırakın bizi gidelim.

Normal mantıkla baktığımız zaman düşmanınız hiç bir şeyini  satıp savmamış her şeyi size bırakmış gitmiş, arkasından kovalamak, gittiği yerde onu rahatsız etmek medeni insanlara yakışır mı?

Gel gör ki Müslümanların Mekke’yi terk etmeleri müşriklere kesmemişti

Onlar “Sizin Medine’ye gitmeniz yetmeeeez, size orada da huzur yok, sade huzur mu hayat hakkı da yok bizim rahat olmamız için sizin ölmeniz, yok olmanız gerekir.” Düşüncesiyle hicretten bir sene sonra bir ordu ile Medine’ye yürüdüler.

Pardon Müslümanlar onlara ne yapmışlardı?

Yâda bu soruyu şöyle soralım.

 Irak ve Afgan halkı coni lere

 Filistinliler Siyonistlere

Doğu Türkistanlılar Çin lilere ne yaptılar da bu zulmü ve ölümü hak ettiler?

Sizce o günkü zihniyetle bu günkü zihniyet arasında bir fark var mı? bu soruya verilecek makul bir cevap olabilir mi?

Dünün komşuları, arkadaşları, amca-yeğen, baba-oğul hepsi Mekkeli hepsi Arap neden biri diğerine (zalimler müslümanlara) hayat hakkı tanımak istemiyor?                    Devamı var.

Demokratik Açılım Süreci Işığında Güneydoğu Meselesi

0

1. MEVCUT DURUM:

Adına önce “Kürt Açılımı” denilen, sonra halktan gelen tepkiler üzerine “demokratik açılım” olarak değiştirilen ve en sonda “Milli Birlik Projesi” olarak sunulan, fakat büyük bir kesim tarafından “PKK Açılımı” olarak değerlendirilen, karanlık bir sürecin içine girilmiştir. 86. Yıldönümünü kutladığımız Türkiye Cumhuriyeti tarihinin hiçbir döneminde görülmeyen ölçüde, milletin birliği ve bütünlüğü ile devletin bekasını tehdit eden gelişmeler yaşanmakta ve toplumu ayrıştırmanın alt yapısı hazırlanmaktadır.

Açılım süreciyle başlayan ve teröristlerin Habur’dan giriş yapmasıyla artan gerilim; Cumhuriyet Bayramı törenlerine yansımış, Atatürk’ün vefat ettiği 10 Kasım günü yapılan görüşmelerde devam etmiş ve 12 Kasım günü mecliste yapılan genel görüşmede ise tansiyon iyice artmıştır. PKK’nın 31’nci kuruluş yıl dönümü kutlamaları bahane edilerek DTP Teşkilatları ve Terör Örgütü Yandaşları tarafından yurt çapında yapılan eylemler nedeniyle de had safhaya varmıştır.

Bu süreçte Devlet olma şuurundan ve Millet olma bilincinden hızla uzaklaşılmakta, etnik ayrımlar öne çıkarılmakta ve toplum iki ana cephede kutuplaştırılmaktadır. Bazı çevrelerce demokrasi, insan hakları, iç barış gibi kulağa hoş gelen söylemler kullanılarak bin yıllık kardeşliğimiz bozulmaya çalışılmaktadır. Düğmeye basan iç ve dış şer odaklarının, halk indinde bir türlü taban bulamayan Kürt-Türk Ayrımını tetikledikleri ve Dersim İsyanını da kaşıyarak bizi parçalanmaya götürecek sıkıntılı bir süreci başlattıkları net olarak görülmektedir. Bazı siyasiler, sözde aydınlar ve bir kısım medya mensupları tarafından ülkenin gündemine iyice sokulan ve basında her gün yer alan demokratik açılım tartışmaları, insanları iyice germiş ve patlamaya hazır bomba haline getirmiştir. Türk Milleti tarihi bir kırılma noktası yaşamaktadır. Aklı selimin hakim olması gereken bu günlerde İktidar ve Muhalefet birbirlerini vatan hainliğine ve hakarete varan çok ağır sözlerle suçlamaktadır. Devletin ciddi kurumları ise birbirleriyle görüşüp meseleleri çözmek ve sağduyuyla hareket etmek yerine, medyanın önünde her gün kavga etmektedir.

Türk Ordusu gündem değiştirme malzemesi olarak kullanılarak zafiyete uğratılmaktadır. Yargı ve Emniyet Kuvvetleri Ümraniye Soruşturması ve tele kulak iddialarıyla zayıflatılmaktadır. Meclis Başkanı fırçalanarak TBMM’nin saygınlığı zedelenmektedir. Başıbozukluğun hüküm sürdüğü bu sisli ortamda tüm değerler aşınmakta ve ülkemiz hukuk devleti olmaktan, korku devleti olmaya doğru sürüklenmektedir.

Kandil Kampından gelen ve sözde pişman olarak dağdan inen 34 PKK’lı Terörist; Habur Sınır Kapısında Devletin Resmi Görevlilerince törenle karşılanmış ve DTP’nin düzenlediği abartılı gösterilerle adeta kahraman ilan edilmiştir. Barış için geldiklerini söyleyen bu insanların karşılanma şekli ve üzerlerindeki peşmerge kıyafetleri herkesi rahatsız etmiştir. Sonra şova dönüşen gösteriler yapılarak Diyarbakır’a gidilmiş ve burada sıkıntı yaratan bir miting düzenlenmiştir. Daha sonra da ülkenin her tarafında terör örgütünün desteklendiği gösteriler yapılmış ve PKK’nın kuruluş yıldönümü ile Apo’nun cezaevi şartları bahane edilerek toplumun tümünü huzursuz eden taşkınlıklarda bulunulmuştur. Tüm bunları teşvik ve destekleyen bir kısım medya kuruluşlarında; Apo hapisten çıkarılsın, devlet ona makam versin ve Diyarbakır’ın ismi Amed olarak değiştirilsin diye haddi iyice aşanlar bile olmuştur. Elbette Apo’nun örgüt üzerinde hala etkili olduğu ve DTP’nin PKK ile olan organik bağı da net olarak görülmüştür. Yapılan konuşmalar, atılan sloganlar ve açılan pankartlar Türk Milleti’nde ciddi bir endişe yaratmıştır.

Tüm bu yaşananlar; dağdan inme, terörden vazgeçme, silah bırakma, pişman olma ve eve dönüş değil, devlete ve millete dayatma ve meydan okuma sürecine dönüşmüştür. Yürütülen yanlış politikalar nedeniyle etnik bölücülük mevzi kazanmış, terörle mücadele yerine, müzakere yapılmaya başlanmış ve örgütün silahla yapamadığını siyasetle yapmasına fırsat verilmiştir. Talep edilenler bireysel-kültürel-demokratik haklar değil, oluşturulmak istenen bir azınlığın siyasi haklarını kullanma isteğidir ve gidişat çok tehlikelidir. Anayasa Mahkemesi tarafından kapatma davası açılan fakat bir türlü sonuçlandırılamayan DTP bu dönemde, PKK ve Apo’nun müdahil olmadığı bir sürecin işlemeyeceğini söyleyerek ve özerklik taleplerini yineleyerek gerilimi iyice artırmıştır. DTP Güneydoğulu İnsanların teröristlerle aynı kefeye konulduğu ve PKK’nın bu vatandaşların sözcüsü olduğu gibi, çarpık bir zihniyeti de ortaya koymaktadır. Şehir merkezlerinde düzenlediği eylemlerde 18 yaşından küçük çocukları kullanması ise son derece yanlıştır ve insani değerlerle izah edilemez. Dünyanın hiçbir yerinde bizi değil, dağdaki teröristleri muhatap alın diyen ve terör örgütünü alenen destekleyen bir siyasi parti görülmemiş ve faaliyetlerine izin verilmemiştir. DTP Teşkilatları yurt genelinde “bir çok insana maddi-manevi zarar veren” eylemler yapmakta, teröristler için cenaze törenleri düzenlenmekte, taziye ziyaretlerinde bulunmakta, anıt mezarlar yapmakta, yerleşim yerlerinin adlarını değiştirmekte, fakat devletin hiçbir birimi aslında suç olan bu hadiselere ses çıkartmamaktadır. Hatta bazı resmi görevliler ihanete varan bu faaliyetlere iştirak ederek, yapılanlara çanak tutmaktadır. Tüm bu yaşananlar içinde en çok tepki çeken konu ise; dağdan inen teröristlerin alışılmadık bir şekilde mobil mahkemeye çıkarılmaları ve “Önderimiz Abdullah ÖCALAN’ın emriyle barış sürecine katkı vermek için geldik, pişman değiliz” dedikleri halde; aktif pişmanlık yasasından istifade ettirilerek hemen salıverilmeleridir.

Tüm bunlar devlet mekanizmasının çürüdüğü, adli sistemin siyasallaştığı ve hükümetin güvenirliğini yitirdiği tartışmalarını başlatmıştır. Ülkenin uzun süredir kendi dinamitleriyle yönetilmediği, teslimiyetçi bir anlayışla hareket edildiği, dış müdahalelere açık hale geldiği ve tehlikeli mecralara sürüklendiği görülmektedir. Çünkü PKK’lıların bir günde yargılanıp serbest bırakıldığı bu süreçte Devlet; terörle mücadeleye katılan birçok asker ve polisi yargılayıp cezaevine atmış ve eski kuvvet komutanlarını şüpheli iddiasıyla sorgulamıştır.

Apo’nun yol haritası ve dağdan inenlerin Devlet Ricaline getirdiği 9 maddelik şartlı mektup da gündeme buz gibi oturmuştur. Bu süreçte ABD, AB, Irak ve DTP ile işbirliği yapan ve barışa hizmet ettiğini söyleyen Hükümet; bu bizim yol haritamız, Apo’nun değil demekte ve terör örgütüyle pazarlık yapılmadığını söylemektedir. Fakat ortada yol haritası yoktur. Sadece İçişleri Bakanı bazı kesimlerle ikili görüşmeler yaparak fikirlerini almakta ve konuşulanları halk medyadan izlemektedir. Görüşülen kişilerin güvenilirliği ise tartışmalıdır. Elbette ortada savaş olmadığı için hükümet tarafından sıkı sık kullanılan barışa hizmet ediyoruz söylemi de son derece sakıncalıdır ve önümüzdeki yıllarda bizi uluslararası arenada “Ermeni Soykırımı suçlamalarında olduğu gibi” Kürt Soykırımı iddialarıyla karşı karşıya getirebilir. Ciddi bir yönetim boşluğunun oluştuğu ve güven bunalımının yaşandığı bu tehlikeli süreçte MHP ile CHP milli bir duruş göstererek halk adına tepki vermekte ve aslında emperyal güçlerce oynanan çirkin oyunu bozmaktadır.

Hükümetin Mecliste yapılmasını teklif ettiği gizli oturum muhalefet partilerince kabul edilmemiş, ikili görüşme daveti ise konuşmaların kayda alınması istendiğinden gerçekleşmemiştir. Mecliste yapılan açık görüşmede ise ortaya bir yol haritası konulamamış, sadece genel başkanlar birbirlerine ağır ithamlarda bulunmuşlardır. Yani ucu açık olan bu süreçte hiç kimse hükümete güvenmemektedir. Elbette bunda Başbakan’ın Amerika’da söylediği “acele etmeyin, tüm bunları hazmettire hazmettire kabul ettireceğiz” sözlerinin de büyük etkisi vardır. Kamuoyunda Hükümetin; ABD ve AB Ülkeleri tarafından desteklenen ve daha hızlı davranılması telkin edilen “Ermeni, Kürt ve Kıbrıs Açılımı gibi” adımları gizli-kapaklı atmaya çalıştığı ve diğer siyasi partileri de buna ortak etme çabası içine girdiği düşünülmektedir. Bu arada şimdiye kadar “bir millet iki devlet” olarak gördüğümüz Azerbaycan’la ilişkilerin de gerilmesi, süreçle ilgili soru işaretlerini artırmıştır. Toplumun açılım sürecine büyük tepki göstermesi ve yapılan kamuoyu yoklamalarında AKP’nin oylarının hızla aşağı inmesi üzerine, gündemi değiştirmek için medyaya yine “İrticayla Mücadele Eylem Planı, Albay Dursun ÇİÇEK’in ıslak imzalı mektubu ve meçhul askerin mektupları” servis edilmiş ve basında Ümraniye Soruşturmasıyla başlatılan TSK’ni karalama kampanyaları hız kazanmıştır. Hemen bir yerlerde yeni silah, cephane ve dokümanlar bulunmuş, Türk Milleti her zamanki gibi maniple edilmeye çalışılmıştır. Ancak bu defa Türk Ordusu yargısız infaz edilmekte ve Komuta Kademesi hakarete varan sözlerle çok ağır bir şekilde eleştirilmektedir.

TSK’ne karşı adeta bir kısım medya destekli “İstanbul’un işgal günlerini hatırlatan” asimetrik/psikolojik harp yürütülmektedir. Bazı çevrelerce, dünyanın en güçlü ordularından biri olan ve PKK ile mücadele nedeniyle büyük bir savaş tecrübesine ulaşan TSK; Yeniçeri ocağına benzetilmekte ve Sultan İkinci Mahmut döneminde olduğu gibi yeni bir “Nizam-ı Cedit Ordusu” kurulmasını önerilmektedir! Devleti bölüp, milleti ayrıştırmak isteyenlerin; vatanımızı-milletimizi ve namusumuzu koruyacak son kale olan ve halkın güvendiği kurumların başında gelen TSK’ne hücum etmeleri ve onu yıpratmaya çalışmaları, aslında son derece doğaldır. Fakat devletin buna neden göz yumduğunu anlamak mümkün değildir! Çünkü böyle çok yönlü ve planlı-programlı bir karalama kampanyasının, hükümet desteği olmadan yürütülmesi imkânsızdır.

Sonuç itibariyle Türk Milleti; emperyal güçlerce desteklenen bölücü terör örgütü ve yandaşlarının kırsalda ve şehirlerde düzenlediği acımasız eylemler nedeniyle, ciddi bir güvenlik endişesi duymaya başlamıştır. Fidan gibi gençler ve masum insanlar katledilmekte, karakollar basılmakta, yollara mayın konulmakta, araçlar yakılmakta, camlar kırılmakta, iş yerleri tahrip edilmekte, sağa-sola Molotof Kokteyler atılmakta ve herkese maddi-manevi zarar verilmektedir. Yurdun tüm yörelerinde yapılan Şehit Cenazeleri insanları derin acılara gark etmekte, Gazilerin görüntüleri vicdanı olan herkesi üzmekte, babalar-analar, geride kalan dul ve yetimler ağlamakta, ağıtlar yakılmakta, duyulan ızdırap türkülere-şiirlere yansımaktadır. Ülkenin kıt kaynakları heba edilmekte ve terörün maliyeti yüzünden sefalet çekilmektedir.

Toplum büyük bir panik halindedir ve yarınlarından emin değildir. Şehit Yakınları ve Gaziler ise kendilerini aldatılmış hissetmekte ve duygularını Övünç Madalyalarını yerlere atarak veya valiliklere iade etmeye çalışarak dile getirmeye çalışmaktadırlar. Ancak son dönemlerde teröristler ve yandaşlarına karşı son derece sabırlı olan kolluk kuvvetleri, kimseye zarar vermeden demokratik tepkilerini gösteren ve ellerinde Türk Bayrakları olan insanlarla, tekerlekli sandalyede oturan Gazileri itip kakmışlardır. Bu büyük bir aymazlıktır. Peygamber Efendimiz “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” demişlerdir. Halkın hükümet tarafından yürütülen yanlış politikalara milli refleks göstermesi son derece normaldir. Herkes olan biteni kendisine göre yorumlamış ve şapkasını önüne koyarak ne yapacağını düşünmeye başlamıştır. Çünkü Habur’dan alkışlarla giriş yapan insanlar “Mekke’den dönen hacı kafilesi veya askerden gelen Mehmetçik” değildir. Bunlar eli kanlı teröristlerdir.  

İçinde bulunduğumuz süreçte T.C. Devleti’nin kuruluş felsefesi inkar edilmekte, resmi politikaları değiştirilmekte, Ulus Devlet yapısı sorgulanmakta, ülkede 36 etnik kimlik olduğuna dem vurulmakta, etnik kimliklerin azınlık olarak tanınmasına ve Anayasa teminatı altına alınarak siyasi ve hukuki statü kazandırılmasına çalışılmakta, sonuç itibariyle bir milletten iki millet yaratma arayışları hız kazanmaktadır. Bu hain oyunun nihai hedefinin ise “hür ve bağımsız olan, bayrağı dalgalanan, ezanı okunan, güçlü bir ordusu bulunan, tek millet-tek devlet esasına dayanan ve üniter bir devlet olan” Türkiye Cumhuriyeti’nin milli birlik, bölünmez bütünlük ve egemenlik anlayışının yeniden tanımlanması ve anayasa değiştirilerek çok kimlikli, çok milletli ve çok dilli federatif bir devlet yapısının Müslüman-Türk Milleti’ne dayatılarak kabul ettirilmesi olduğu açıkça görülmektedir. Türk Milletinden adeta Anadolu’daki 1000 yıllık egemenliğinin devri istenmektedir.

İçinde bulunduğumuz vahim durum, Sevr’e boyun eğen, Mondros’u imzalayan son Osmanlı Hükümetlerinin içine girdiği sarmalın tam bir benzeridir.  Çünkü Batılı Devletler tarafından önümüze “Kıbrıs Sorunu, Kürt Meselesi, Ermeni Soykırımı, Ruhban Okulu ve Patrikhanenin ekümenikliği” gibi tarihi meseleler aynı anda konulmuştur. LOZAN’ı delik deşik eden ve SEVR’i yeniden hortlatan bu durumu görüp halkı uyarmak isteyen siyasi partiler, kurum ve kuruluşlar, sivil toplum örgütleri ve gerçek aydınlar da; SEVR Paronayası içinde olmakla ve sözde demokratik açılıma destek vermemekle suçlanmaktadır. Başbakanlığa bağlı olarak kurulan TİB ise, Abdülhamit Döneminde görülen jurnallemeyi andıran faaliyetler içine girmiş ve yaptığı dinlemelerle ülkeyi karıştırmıştır. Bu ve benzer yöntemlerle toplum kontrol altında tutulmakta, önderlik kapasitesi olan kişiler baskı altına alınmakta ve Türk Milleti’nin refleksleri kırılmaktadır.

Elbette Başbakan tarafından 12 KASIM 2009 günü mecliste yapılan genel görüşmede ifade edildiği gibi; Güneydoğu Meselesi ciddi olarak ele alınmalı ve millet iradesinin tezahür ettiği Gazi TBMM’nde; toplumun tüm kesimleriyle devletin tüm birimlerinin görüşleri alınarak ve hissiyattan uzak realist bir anlayışla görüşülerek çözülmelidir. Bir milleti küllerinden ayağa kaldıran bu şanlı meclis, ülkenin tüm meselelerinin görüşüleceği zemin olmalı ve akan kanı durdurmalıdır. Şimdiye kadar OHAL, sıkıyönetim vb. uygulamalarla çözülemeyen mesele; demokrasi içinde çözülmeli, temel hak ve özgürlükler korunmalı ve hukuk çerçevesinde kalınmalıdır. Ülkenin ve milletin enerjisi iç ve dış tehditlerle boğuşarak ve kısır tartışmalarla çekişerek yok edilmemeli, popülist politikalar ve gündelik meselelerle uğraşarak vakit kaybedilmemelidir. Düşman üretilmemeli, vehimlere kapılınmamalı, büyük düşünülmelidir. Elbette içinde bulunduğumuz bilgi çağında değişim de çok önemlidir ve radikal adımlar atılmalıdır. Hükümetin bu görüşlerine hiç kimsenin itirazı yoktur.

Ancak unutulmamalıdır ki bu topraklarda “T.C. Devleti’nin kırmızı çizgileri, Müslüman-Türk Milleti’nin ise hükümranlık hakları” vardır ve bunlar anayasayla güvence altına alınmıştır. Açılım sürecinde bu hak ve çizgiler korunmalı ve Türk Milleti’nin içinde bulunduğu hassasiyet dikkate alınmalıdır. Aksi ciddi gerilimler yaratır ve ülkeyi belirsizliğe sürükler. Herkes iç ve dış şer odaklarının işbirliği içinde bizi bölüp-parçalamaya uğraştığının farkındadır ve buna güçlü bir itiraz vardır. Bu milli refleksi yok sayanlar büyük yanılgı içindedir. Hiç kimse günlük olaylara fevri tepki göstermeyen ama ortaya çıkan meseleleri soğukkanlılıkla izleyen Türk Milleti’ni, kandırdığını da düşünmemelidir. Şanlı Türk Tarihi bunun en büyük ispatıdır. Atatürk’ün “Egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir.” sözleri unutulmamalı ve toplumun tasvip etmediği adımlar atılmamalıdır. Güneydoğu Meselesi de önce Devlet Politikası haline getirilmeli ve Türk Milleti’nin güvendiği bir hükümet tarafından, herkes tarafından kabul edilecek adımlar atılarak çözülmelidir. Dolayısıyla hükümet tarafından açılım süreci derhal durdurulmalı ve Türkiye normalleştirilerek erken seçime götürülmelidir. Türk Milleti de sandık önüne konulduğunda tüm bu olan biteni iyi değerlendirerek, gereğini yapmalıdır.

12 Kasım günü mecliste yapılan görüşmede MHP Gn. Bşk. Devlet BAHÇELİ “Türkleri Anadolu’dan atma hayali günümüze kadar ulaşan vazgeçilmez bir emeldir. Bir sır gibi taşıdıkları amaçları gerçekleştirmenin yollarını her fırsatta aramışlardır. Bunun adı tarihi şark meselesidir ve tarafları bellidir. Bir yanda Türk milleti bir yanda yedi düvel. Bir yanda inançlarımız ve bayrağımız diğer yandan haçlı zihniyeti. Bugün adının, maskelerinin değişmiş olması emellerini değiştirmemiştir. Coğrafyamız tartışılırsa milletimiz, milletimiz tartışılırsa devletimiz, devletimiz tartışılırsa bayrağımız, bayrağımız tartışılırsa varlığımız ortadan kalkacaktır. Bu vatan bundan bin yıl önce gerçek sahibini bulmuştur. Aradan geçen 10 asır, büyük bir milleti ortaya çıkarmıştır. Bunun adı Türk Milletidir. Bizleri bir araya getiren acılarımız, anılarımız, zaferlerimiz ve coşkularımız olmuştur. Bin uzun yılda, kız alıp vermiş, fetihlere katılmış, işgale direnmiş, birlikte üzülüp sevinmiş ve gülmüşüzdür. Evlatlarımız bu değerle şehit olmuştur. Bizi bugüne getiren kökenimiz, mezhebimiz, inancımız ne olursa olsun bizim adımız Türk Milletidir. Son 200 yılda yaşanan oyunların çoğu bizi Anadolu’dan göndermek için yapılmıştır. Gün birleşme günüdür. Bütünleşme günüdür. Kucaklaşma günüdür. Ve bu birleşme ancak Büyük Türk Milleti adresinde ve Ay Yıldızlı Bayrağın altında olabilir. Hiç kimse başka adres aramamalıdır. Bu ülke bizimdir. Verilecek toprağımız, terk edilecek ilimiz, çizilecek sınırımız, bölünecek devletimiz, paylaşılacak vatanımız, indirilecek bayrağımız, susturulacak ezanımız, vazgeçilecek insanımız, gidilecek yurdumuz, yerleşecek başka coğrafyamız yoktur.” tarihi sözleriyle herkesi uyarmış ve aklı selime davet etmiştir. Verilen mesaj nettir ve herkes aklını başına devşirmelidir.

Sonuç itibariyle Hükümet tarafından yürütülen çatışmacı ve ayırımcı anlayış halkın gerilim ve öfkesini yükseltmiş ve küçük bir kıvılcımın büyük patlamalara neden olabileceği toplumsal bir hassasiyet doğurmuştur. Gelinen noktada bölücüler zafer havasında, Türk Milleti ise kaygı içindedir. Teröristlerin teslim olmaya değil, teslim almaya geldiği söylenmektedir. Terör adeta dağdan ovaya inmiştir. Tüm bu olup bitenler sinir uçlarına basılan Türk Milletini derinden yaralamış ve sosyal patlamanın eşiğine getirmiştir. İzmir olayları bunun en büyük göstergesidir. Osmanlı’nın parçalanma sürecinden beri hiçbir dönemde etnik ayrılık bu kadar gündeme getirilmemiş ve insanlar kimlikler ön plana çıkartılarak bu kadar rahatsız edilmemiştir.

Son İstiklal Savaşı Gazisi rahmetli olduktan sonra toplumun yaşadığı travma ve uğradığı hafıza kaybı dikkat çekicidir. Bir etnik grubun meseleleri sürekli olarak gündeme getirilir ve yapılan ırkçı taşkınlıklara göz yumulursa; bundan ülkenin diğer insanları rahatsız olur ve savunma refleksi içine girer. Bu reaksiyonda da ALLAH korusun bizi önce çatışmaya, sonra bölünmeye götürür ve son derece tehlikelidir. Dolayısıyla herkes bundan sonra yapılabilecek tahriklere dikkat etmeli ve bu hassas ortamda gerilim-tartışma ve çatışmadan uzak durmalıdır. Unutulmamalıdır ki; Türk Milleti’nin gösterdiği öfke ve tepki nedeniyle şimdilik geri adım atılmıştır. Fakat Türkiye’yi çözülmeye sürüklemek isteyen aktörlerin, kısa bir mola ve durum değerlendirmesinden sonra yeni oyun ve tuzaklar eşliğinde ortaya çıkacakları beklenmeli ve önümüzdeki süreçte daha dikkatli ve uyanık olunmalıdır.

2. TARİHİ SÜREÇ

Elbette tüm bu olan bitenler yeni değildir ve tarihi kökleri vardır. Osmanlı 14 Temmuz 1683’de icra edilen II. Viyana Kuşatmasında hezimete uğrayınca; Türklerin yenilmez olmadığını gören Avrupa tüm unsurlarıyla karşı hücuma kalkmış ve devletin içindeki tüm etnik, dini ve mezhepsel unsurları ayaklandırmıştır. Bu savaş sonucu gerileme devrine girilmiş ve parçalanma süreci başlamıştır. Ermeni ve Kürt Terör Örgütlerinin toprak ve ayrılık talepleriyse, Osmanlıyı oluşturan diğer unsurların Fransız İhtilalinin etkisiyle 18. Yüzyılda başlayan hürriyet istekleriyle eş zamanlı olarak ve birlikte başlamıştır. Siyasi Kürtçüler tarafından irili ufaklı birçok ayaklanma çıkartılmış ve hepsi de bastırılmıştır. Tüm cephelerden saldıran Emperyal Devletlerle yapılan savaşlar esnasında çıkan iç ayaklanmalar neticesinde; 1815’de Sırbistan, 1830’da Yunanistan, 1862’de Romanya ve 1882’de Bulgaristan bizden ayrılmıştır. Bu arada Fransa 1830’da Cezayir’i-1881’de Tunus’u, İngiltere 1878’de Kıbrıs’ı-1882’de Mısır’ı, Avusturya 1878 sonrası Bosna-Hersek’i ilhak etmiştir. Tam bir kaosun yaşandığı Osmanlı Topraklarında Gayrimüslimler dışında kalan Müslim Unsurlarda misyonerlerin etkisiyle kıpırdanmaya başlamış, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde “İmparatorluğu tasfiye etmeye karar veren Ruslar-İngilizler ve Fransızların da kışkırtmalarıyla” bir çok aşiret ve şeyh ayaklanmaları görülmüştür.

Büyük çapta ilk isyanı Babanzade Abdurrahman Paşa 1806’da başlatmış ve bu isyan 1808’de bastırılmıştır. İkinci isyan yine Babanzadeler’den Ahmet Paşa tarafından 1812’de çıkartılmış ve kısa sürede bastırılmıştır. Daha sonra 1820’de Zaza Aşiretleri, 1832’de Mir Muhammed İsyanları olmuş ama alınan tedbirler sonucu sona erdirilmişlerdir. Bölgedeki Yezidiler de 1830’da ayaklanmışlar ve devleti üç yıl meşgul etmişlerdir. Kör Mehmet Paşa 1830’da “Kavalalı Mehmet Ali Paşa İsyanının devam ettiği sırada” Erbil-Şirvan-Bredost-Altınköprü ve Musul Bölgelerinde ayaklanma çıkartmıştır. 1834 yılına kadar devam eden bu isyan da Mehmet Reşit Paşa tarafından bastırılmıştır. 1843’de başlayan Bedirhan Bey İsyanı da, 1847’de Anadolu Ordusu Müşiri Topal Osman Paşa tarafından bastırılmıştır.

Daha sonra Sultan II. Abdülhamit tarafından, Rusya ve İngiltere’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde yürüttüğü Bölücü Ermeni ve Kürt Politikaları nedeniyle, yörenin müdafaa ve asayişine katkı sağlamak maksadıyla, 1891 yılından itibaren, çoğunluğu aşiret gençlerinden oluşan “Hamidiye Alayları” kurulmuştur. Hamidiye Alayları 1893 Ekiminde patlak veren ve fasılalarla 1894 Ağustosu’na kadar devam eden Sason ve 1896 Van Ermeni isyanlarının bastırılmasında büyük başarı sağlamışlardır. Bu alaylar II. Meşrutiyet sonrası lağv edilmiştir.

1913 yılı başlarında Hoy’da faaliyet gösteren, Rusya tarafından desteklenen ve Ermeni Komitacılarla işbirliği içinde bulunan “Gehandeni” cemiyeti, daha sonra Abdurrezzak Bedirhan başkanlığında “İrşad” adıyla teşkilatlanmış ve bölgede bir takım zararlı faaliyetlerde bulunmuştur. Abdurrezzak Bedirhan Rus Şarkiyatçılarıyla görüşerek, Petersburg Bilimler Akademisi bünyesinde bir Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümü açılmasına önayak olmuş ve 22 Ekim 1913’de Hoy’da ilk Kürt Okulunu faaliyete geçirmiştir. 1913 İlkbaharında Rusya’nın da desteğiyle büyük bir isyan başlatmayı planlayan ve Siirt’in Şirvan İlçesi merkez olmak üzere, bir Kürt Devlet’i kurmayı kararlaştıran teşkilat mensupları, Devletin ihaneti tespit etmesiyle dağıtılmışlardır. Ancak İrşad mensuplarından Bitlisli Molla Selim isyanı gerçekleştirmek için Rusya’dan yardım istemiş, Muş yakınlarındaki Surp Garabet Ermeni Manastırında Taşnak Liderlerinden Vartan Vartabet ile görüşmüş ve birlikte hareket etme konusunda anlaşmış, İstanbul’daki Ermeni Patriğinden destek almış ve 1-2 Nisan 1914’de Bitlis’e saldırarak ayaklanmayı başlatmıştır. Bölgenin nüfuzlu din adamlarından Şeyh Şahabettin ile Şeyh Said Ali’nin de isyanı desteklemesi üzerine yayılma eğilimi gösteren Molla Selim isyanı, Miralay İhsan Bey tarafından bastırılmıştır. Molla Selim ve Arkadaşları ise Rus Konsolosluğuna sığınmışlar ve daha sonra teslim alınarak idama mahkûm edilmişlerdir.  Yani isyan Rus konsolosluğunda başlamış ve orada bitmiştir.

Daha sonra Irak’ın Kuzeyinde, bölgede bağımsız bir Kürdistan kurmayı amaçlayan Heviya Kurd (Kürt Ümidi) adlı bir cemiyet kurulmuş ve Rusya’nın yardımlarıyla 1908’de Şeyh Abdüsselam Barzani liderliğinde isyan çıkartılmıştır. 1914 yılına kadar süren isyan Şeyhin yakalanmasıyla sonuçlandırılmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun tüm cephelerde savaştığı bu sıkıntılı dönemlerde ayrıca “Batılı Devletler tarafından kışkırtılan” Hınçak-Taşnak gibi Ermeni Kuruluşları, Pontus-Mavri Mira gibi Rum Kuruluşları ve Arap Milliyetçi kuruluşlarıyla da bir hayli uğraşılmış, gittikçe artan zararlı faaliyetleri nedeniyle Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti de şubeleriyle beraber kapatılmıştır.

I. Dünya Savaşında yenilen Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında, Bahriye Nazırı Rauf Bey tarafından, 30 Ekim 1918 akşamı, Limni Adası’nın Mondros Limanı‘nda demirli Agamemnon Zırhlısında, Mondros Mütarekesi imzalanmıştır. Mondros Ateşkes Antlaşmasının imzalanmasını müteakip 200 kişilik bir İngiliz Müfrezesi Samsuna çıkmış, İngilizler Urfa, İtalyanlar ise Antalya’yı işgal etmişlerdir. 18 Ocak 1919’da başlayan Paris Sulh Konferansında ise taksim projeleri görüşülmüş ve 30 Mart 1919’da Ermenistan, Kürdistan, İtalyan, Fransız ve İngiliz Bölgeleri yanında, İzmir ve civarının da Yunanlılara verilmesi kabul edilmiştir. Paris Barış Konferansında, Ermeniler adına Aboronyan ve Bogus Nubar Paşa, Kürtler adına Şerif Paşa isteklerini İtilaf Devletlerine kabul ettirmek için büyük çaba harcamışlar ve Doğu Vilayetlerinin Ermeni ve Kürt Bölgelerine bölünmesi konusunda anlaşma sağlamışlardır. Şerif Paşa konferansa verdiği muhtırada; Diyarbakır, Harput, Bitlis, Musul ve Urfa Sancaklarının birleştirilmesini ve bu topraklar üzerinde bir Kürt Devleti kurulmasını istemiştir. Kürt Şerif Paşa ayrıca 20 Kasım 1919’da Ermeni Nubar Paşa ile Kürt-Ermeni Antlaşması imzalamıştır. 10 Ağustos 1920’de imzalanan fakat Ankara’da bulunan Hükümet tarafından kabul edilmeyen Sevr Antlaşması’nın; 62, 63 ve 64. maddeleri bu istekler doğrultusunda hazırlanmış ve Kürdistan Teali ve Teavün Cemiyetinin tarihi emelleri büyük ölçüde gerçekleşmiştir. Cemiyetin Reisi Seyyid Abdulkadir ise; Osmanlı Devletinin haklarını müdafaa için gönderildiği Sevr’in imzacıları arasında bulunmuş ve vatana ihanet etmiştir.

Bu süreçte “işgal kuvvetleriyle işbirliği yapan” Rum, Ermeni ve Kürt Teali Cemiyetleri, ülkeyi parçalama amacına yönelik çabalar içine girmişler, fakat Karadeniz Bölgesinde Pontus, Doğu Anadolu’da ise Ermeni çetelerine karşı; Milli Cemiyetler ile Kuvay-i Milliye Teşkilatları örgütlenmiş ve mukabelede bulunmuştur. 9. Ordu Komutanlığı Müfettişliğine tayin olan Mustafa Kemal Paşa’nın 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmasıyla da Milli Mücadele başlamıştır. Önce Amasya, sonra Erzurum kongresi yapan Atatürk’ün başlattığı Milli Mücadeleyi engellemek isteyen İngilizler harekete geçmişler ve Sivas Kongresi esnasında; başlarında Elazığ Valisi Ali Galip Bey, Bedirhan Oğullarından Celaded ve Kamran Ali kardeşler ve İngiliz İstihbarat binbaşısı Noel’in de bulunduğu bir güçle Sivas Kongresini basmak istemişlerdir. Durumu öğrenen Atatürk’ün verdiği emirle, 15. Alay Komutanı İlyas Bey yeteri kadar kuvvetle Elazığ’dan Malatya üzerine y&

Başbakan’ın ABD Ziyareti, Tokat’ta Şehitler, DTP’nin Kapatılması

Bu haftanın siyasi olaylarından üçü, Türkiye’nin yakın ve uzak geleceğinde önemli kilometre taşı olabilecek önemde. Bu üç olay görünüşte birbirinden bağımsız vakalar olarak görülse de olayların birbiriyle irtibatlı olduğunu düşündüren bağları gözden kaçırmamak lazım.

Bu üç olaydan birincisi Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ABD ziyareti ve Başkan Barack Obama ile iki saate yakın görüşmesidir. Bu görüşmenin ayrıntılarını öğrenmemiz için bir zamana ihtiyaç var. Hele hele Başbakan Erdoğan’ın talebi ile görüşmenin yarım saatlik kısmının başka hiç kimsenin katılmadığı ve kayda geçirilmeyen baş başa bir görüşme olması daha çok tartışılacaktır. Washington Büyükelçimizin istifasının (Merkeze alınma talebinin) bu görüşme ile ne kadar bağlantılı olduğu da ileride anlaşılabilecek.

Bu görüşmede varılan mutabakatların ne olduğunu bilemiyoruz, ancak sonuçlarının çok önemli olacağını, önümüzdeki dönemde çok ciddi gelişmelerin bir başlatıcısı olacağını öngörebiliyoruz.

Çünkü Obama’nın Başkan seçilmesinden çok kısa bir zaman sonra nisan ayı başında yaptığı Türkiye ziyaretinde çözülmesini istediği konularda atılan siyasi adımlar (ekonomik kriz, işsizlik gibi konuları bile gölgede bırakan) önemli gündem maddeleri oldu. Neydi bu talepler ve atılan adımlar, hatırlayalım.

1- Kürt Açılımı/ Demokrasi Açılımı 2- Ermenistan ile ilişkilerin normalleştirilmesi, Ermenistan kapısının açılması.

Henüz açıklanabilecek kadar olgunlaşmamış diğer konular ise Kıbrıs konusunda çözüm için limanlarımızın Rum gemilerine açılması, Rum Ortodoks Kilisesi Patriğinin ekümenikliği ve Heybeli Ruhban Okulunun açılması idi.

Başbakan Erdoğan’ın Obama ile son görüşmelerinde bu konulara ilaveten ABD’nin İran ve Afganistan politikalarına Türkiye’nin siyasi ve askeri destek vermesi gündeme geldiğine şüphe duymamak gerek. Bunun karşılığında Irak’tan askerini çekme kararı alan ABD’nin kendi güvenlik stratejisi ve Petrol üretim ve arzının güvenliği için Türkiye’nin Irak’taki Kürtlere hami olması ve PKK’nın tasfiye sürecinin yürütülmesinin konuşulduğu diplomatik çevrelerde ifade ediliyor.

Bu hafta yaşanan diğer önemli olay hepimizin içini yakan Tokat Reşadiye’de PKK saldırısında yedi askerimizin şehit edilmesi. Buna ilaveten PKK’nın şehirlerde başlattığı molotoflu, taşlı, havai fişekli eylemleri. Reşadiye’deki kalleş tuzakta şehit olan gencecik evlatlarımızın katilleri saldırıyı üstleninceye kadar, kimileri bu eylemi açılımı engellemek için Ergenekoncuların yaptırdığını ya açıkça veya ima yolu ile ifade ettiler.

Hükümetin ağır topları ile DTP yöneticilerinin bu yöndeki açıklamaları ile neredeyse üzerine toz kondurulmayan PKK eylemi üstlenince, AKP ve DTP yöneticileri ettikleri sözlerden dönmekte hayli zorlandılar.

PKK bu saldırıyı neden yaptı, neden Reşadiye’de saldırdı, neden saldırıyı kendisinin yaptığını açıkladı?

Bu konuda yapılan ve yapılacak analizlerde tek başına bu olay üzerinden değerlendirilirse, gerçeği tam olarak yansıtmak yeterli olmayacaktır.

PKK açılıma mı karşıdır? Belki de kendisinin tasfiye edilip, siyasallaşması sürecinde güçlü bir pazarlık ortamı sağlamak istemektedir. PKK, Erdoğan ve Obama’ya bir mesaj vermek istemiş olabilir.

“Öcalan’ın Türkiye’ye paket edilip verilmesinden bu yana ABD güdümünde olan PKK” ya ABD’nin gelecekte biçmek istediği rol nedir?

Bunu tahmin edemezsek, olayların gelişimi hakkında yapacağımız değerlendirmeler boşlukta kalmaya mahkûmdur. Şimdilik bu konuda söylemek istediğim, olayları değerlendirirken dikkatinizi ana parametre olan dış planlara çekmektir.

Anayasa Mahkemesi DTP’yi oy birliği ile kapattı. İkisi milletvekili 37 kişiye beş yıl siyaset yasağı getirildi. Bu kararı bazıları “hukuka uygun, ancak siyaseten yanlış” olarak değerlendirirken, DTP’liler kararı “siyasi bir karar olup, hukuka ve demokrasiye aykırı” olduğunu iddia etmekte.

Genel görüş her rejimin kendisini koruyacak mekanizmalar geliştirdiği, terör ve terör örgütü ile bağı olan partilere demokrasi içinde cevaz verilemeyeceği, kararın AİHM kararları ile paralellik arz eden hukuki bir karar olduğu yönündedir. DTP’nin kapatılmak için elinden gelen gayreti gösterdiği de bir vakıadır.

Bu olayda üzerinde düşünmemiz gereken sorulardan bazıları şunlar:

  • Anayasa Mahkemesi iki senedir beklettiği bu kapatma davası dosyasını neden bu hafta sonuçlandırdı?
  • Açılıma desteğin yüzde 30’a düştüğü, özellikle 34 PKK’lının Mahmur’dan gelmesinden sonra yaşanan olaylardan sonra, DTP’ye ve hükümete ülke genelinde tepkilerin yoğunlaştığı bir döneme rastlaması tesadüf müdür?
  • Kapatma Davasının Erdoğan- Obama görüşmesinden sonra sonuçlanması tesadüf müdür?
  • Kararda sadece iki milletvekilinin vekilliğinin düşürülmesi suretiyle yeniden parti ve grup kurmasına imkân verildi. İnce bir hesapla mevcut siyasi dengeyi bozmadan, DTP’ye ve AKP’ye duyulan tepki ile şişen balonun gazını azaltma mı hesaplanmıştır?

Bana göre Anayasa Mahkemesi kararı hukukidir, yani hukuken ele alınan böyle bir davada kapatma kararı çıkmaması sürpriz olurdu. Ancak olayın siyasi boyutlarını da gözeten bir karar verilmiştir.

Gıda Maddeleri Alırken Dikkat Edilmesi Gereken Hususlar; Gıdaların Önemi

0

Temel ihtiyaçların en önemlisi beslenmedir. İnsan hayatının devamı ve iyi bir şekilde çalışabilmesi için Besin elementi dediğimiz 50 den fazla temel öğeye ihtiyaç vardır. Bu öğelerin gıdalardaki dağılım miktarı değişiktir. Bazılarında çok bazılarında az veya hiç bulunmadıkları gibi saf halde bulunanlarda vardır.

Bu gıdaların yeteri kadar sağlanabilmesi için kişilerin beslenme bilgisine sahip olması gerekir. Besin öğeleri; PROTEİNLER, KARBONHİDRATLAR, YAĞLAR, MİNERAL MADDELER, VİTAMİNLER, SU Olmak üzere 6 gurupta toplanır. Bu guruplardan yeteri kadar belli oranlarda alınmalarına yeterli ve dengeli beslenme denir.

GIDALARIN SEÇİMİ VE SATIN ALINMASI:

Genel olarak günde 3 defa uyguladığımız beslenme için gıdaların seçimi muhafazası ve tüketilmesi konusunda azami itina gösterilmelidir.

NASIL SEÇMELİYİZ:

1)Gıdaları alırken pahalı olandan çok faydalı olan seçilmelidir.

2)-Hasadı iyi yapılmamış yaralı, bereli, ezilmiş üzeri küf üretmeğe başlamış sebze ve meyve satın alınmamalıdır.

3)-mevsimlik sebzelerin besin değeri yüksek ve fiyatları daha ucuzdur. Bu nedenle mevsiminde çok bulunan meyve ve sebzeler tercih edilmelidir.

4)-Meyve ve sebzelerin yaprakları pörsümemiş, tahıl ve tahıldan mamul gıda maddelerini satın alırken genelde aşırı toz toprak ve yabancı madde ihtiva eden tahılları, imalatçısı belli olamayan makarna, bulgur, un gibi ürünleri satın almamak gerekir.

5)-İyi kaliteli ekmeğin ağızda ekşi tat bırakması küflü olmaması, kabuğu yanmamış açık kahverenginde hafif sert ve gevrek olmalı. Makarna, Bulgurda yabancı kurt, Böcek olmamalı, küflenmiş olmamalıdır.

ET: Rengi, kokusu kontrol edilmiş damgalı olmasına dikkat edilmeli, Zorunlu olmadıkça hazır kıyma alınmamalı, eğer alınacaksa da mutlaka Tarım Bakanlığı izni olmasına dikkat edilmelidir. Kabuğu çatlamış kırık yumurtalar, imalatçısı belli olmayan sucuk salam gibi ürünler alınmamalıdır.

SÜT ALIRKEN: Üzerinde imalat tarihine son kullanma tarihine bakılmalı peynir kirli renkte fazla gözenekli olmamalı tereyağının acımış olmasına ve kokusuna dikkat edilmeli.

BALIK ALIRKEN: Balığın kalitesi, cinsi kalitesi ile ölçülür. Taze balığın gözleri parlak ve lekesiz solungaç kısımları kırmızımsı Pembe renkte pullar ve yüzgeçler diri, kasları sert ve esnek durumdadır. Kaslarına basıldığı zaman parmağın bıraktığı iz hemen düzelmesi gerekir.

KONSERVE ALIRKEN: Kapağın bombaj yapmamış olması kutu şekli ve görünüşü düzgün olmalıdır. Bütün bunlara yüzeysel olarak değindikten sonra gıda maddesi alırken en önemli konulardan biri olan Etiketleme tebliğidir. Gıda Maddelerinin etiketinde bulunması gerekli bilgiler şunlardır.

a)-Gıda maddesinin adı,

b)-İçindekiler

c)-Net miktarı,

d)-Üretici ve paketleyici firmanın adı, tescilli markası adresi ve üretildiği yer,

e)-son tüketim tarihi,

f)-parti ve seri numarası,

g)-Üretim izni tarihi ve sayısı veya ithalat kontrol belgesi tarih sayısı,

h)-orijin ülke,

ı)Gerektiğinde kullanım bilgisi veya muhafaza şartları,

i)-Hac men %1,2 den fazla alkol içeren içeceklerde alkol miktarı.

ETİKET BİLGİLERİNİN TANIMLARI:

a)-Gıda Maddesinin adı: Gıda Maddesinin adı veya böyle bir adın olmaması halinde, ürünün gerçek doğası hakkında yeterli ve doğru bilgiyi tüketiciye sunan açıklayıcı tanımla belirtilmelidir.   

b)-İçindekiler: Gıda maddesinin üretiminde veya hazırlanmasında kullanılan ve değişmiş formu ile de olsa son üründe yer alan hammadde ve gıda katkı maddeleri etiket üzerinde üretim sırasında kullanıldıkları miktara göre azalan oranlarda belirtilmelidir.

c)-Net miktar: Sıvı gıda maddelerinde hacim olarak belirtilmelidir.Tane olarak satılan gıda maddelerinde ambalaj içinde tanelerin kolayca görülüp sayılabilmesi kaydıyla adet olarak belirtilmelidir.Sıvı ile birlikte hazırlanan katı maddelerinin süzme ağırlığı verilmelidir.

d)-Firmanın adı adresi ve üretildiği yer: İmalatçı veya ambalajlayıcı veya ithalatçı veya ihracatçı veya dağıtıcı firmanın ticari unvanı, açık adresi tescilli markası ve üretim yeri bildirilmelidir.

e)-Son tüketim tarihi: Aşağıdaki kurallara göre belirlenir.

Raf ömrü; 3 aydan kısa ise son tüketim tarihi gün ve ay, 3-18 ay arasında ise ay ve yıl, 18 aydan uzun ise yıl olarak belirtilmelidir.

f)-Parti ve/veya seri numarası varsa kod numarası: Parti seri numarası varsa kod numarası belirtilmelidir.

g)-Üretim izin tarihi, sayısı ve sicil numarası veya kontrol belgesi tarihi ve sayısı: Etiket üzerinde ilgili bakanlıkça verilen üretim izin tarihi, sayısı ve sicil numarası veya ithalat kontrol belgesi tarihi ve sayısı belirtilmelidir.

h)-Orijin ülke: ‘Türk Malı’ ve TM olarak belirtilmelidir. İthal malı gıda maddelerinde ise ülke adı verilmelidir.

ı)-Gerektiğinde kullanım bilgisi ve/veya muhafaza şartları: Tüketim öncesi bir işlem gerektiren durumlarda gıdanın doğru kullanımını sağlamak için gerekli hazırlama bilgisi etiket üzerinde açıkça anlaşılır biçimde yer almalıdır. Gıda maddesinin son tüketim tarihi veya raf ömrünün yanı sıra özel muhafaza şartları gerektiriyorsa bu şartlar ve bu şartlarda kullanım etiket üzerinde belirtilmelidir.

i)-Hacmen %1,2 den fazla alkol içeren içeceklerde alkol miktarı: Hacmen % 1,2 den fazla alkol içeren içeceklerde alkol miktarı belirtilmelidir.

Bütün bu belirtilen Etiketleme tebliğine üretici firmanın uyma zorunluluğu bulunmaktadır. Aksi halde Türk Gıda Kodeksi Etiketleme tebliğine aykırılıktan cezai müeyyide uygulanır. Bu nedenle Tüketicilerin çok bilinçli olması gerekmekte ve etiket bilgilerini çok iyi kontrol etmek durumundadır. Aksi durumun tespiti halinde 5179 Sayılı yasa gereğince denetime yetkili, Tarım Bakanlığının Bulunduğu mahallin Tarım İl veya İlçe müdürlüklerine başvurmaları gerekmektedir. Birde daha yeni uygulamaya konan ve bence çokta iyi bir şey olarak telakki ettiğim ALO GIDA HATTI Alo 174 ü arayıp aksi durumu bildiriyorsunuz. Tarım Bakanlığı hangi adreste olay vuku bulmuş ise oranın Tarım İl Müdürlüğüne bildirip gereğinin yapılarak bakanlığa bilgi verilmesini istemekte ve daha sonra sizlere yapılan işlem hakkında bilgi verilmektedir. Bu işlemi telefonla yapabildiğiniz gibi internet üzerinden de yapabilirsiniz. Ayrıca yaptığınız şikâyeti denetime gelen denetim eleman’da kimin yaptığını bilememektedir. Vatandaş olarak özellikle bu yolu kullanırsak içler otokontrol sistemini sağlamaya yardımcı olmuş oluruz. Aynı zamanda üretici firmaların ve satış yerleri’ninse daha hassas davranmalarını sağlayabiliriz.

Ahlâki disiplinlerin ekonomik anlayışa katkıları ve zenginleşme (5)

İlk insan ilk peygamber Hz. Adem (a.s) dokumacılıkla, Hz. İdris (a.s) peygamberin terzilik, Hz. İbrahim (a.s) ‘nin kumaş ticareti, Hz. Nuh ve Zekeriyya peygamberin marangozluk, Hz. Davut (a.s) demircilik, Hz İsa (a.s)’nın kunduracılık ve diğer peygamberlerin çoğunun çobanlık ve diğer meslekleri yaptıkları bilinmektedir.

Onların izlerinden giden birçok evliyanın da bizzat çalıştığını ve iş yaptıklarını biliyoruz. Sonradan bazı kendini kanaat önderi zannedenlerin müritleri tarafından geçimlerinin sağlandıklarını görüyoruz.( Genel temayüle aykırı bir durum)

İslam tarihine bakıldığında, tüccarların ticari anlayış ve ahlaki yapıları ile İslam’ın çeşitli ülkelere yayılmasından bahsedilir. Hem bulundukları ülkelerde zengin olmuşlar, itibarlı olmuşlar, küresel ticaretin öncüsü olmuşlar, hem de örnek davranış göstererek hal ile İslam’ı tebliğ etmişlerdir. Bu ülkelerin bazıları da Afrika içleri, Çin, Endonezya, Japonya gibi ülkelerdir. Müslümanlar, o dönemlerde dürüst bir ticari ahlak sergileyerek örnek olmuşlardır

Basit ticari kurallardan bazılarından bahsedelim;  Satışa sunulan malın kusuru varsa bu kusurun gizlenmemesi, malı ila satmak için yemin edilmemesi, dükkanının kapısının önüne gelmeden veya serginin önüne gelmeden müşteri çağrılmaması gerektiği, müşteriyi zarar edecek davranışlardan kaçınılması gerektiği, Kazancın helal olması için gerekli hassasiyetin muhakkak gösterilmesi gerektiği şeklinde sayabiliriz ve bu saydıklarımızı bir çok hadis ve Kuran ayetlerine dayandırabiliriz.

H.z.Peygamber efendimizin (s.a.v) birkaç hadisini bize ticari davranış açısından önemli gördüğüm için yazıyorum.

 “Müjdeler olsun! Emanete hıyanet etmeyen, satın alırken kötülemeyen, satarken malını çok övmeyen, borcunu zamanında ödeyen, kazancı temiz ve helal olan tüccarlara!”

“Alış-veriş yaparken, vallahi böyledir, billahi öyle değildir diye yemin eden kimseye ve ‘bugün git, yarın gel’ diyerek sözünde durmayan sanatkâra yazıklar olsun!”

“Allah(c.c), satışta kolaylığı ve nezaketi, satın almada kolaylığı ve nazik davranmayı, borç ödemede kolaylık ve kibarlığı sever “

Ticaret yapmayı, girişimci olmayı destekleyen birçok argümana rağmen belirli bir dönemden sonra ne hikmetse Müslümanlar ticarete sıcak bakmamışlardır. Ticari alanı da farklı dinden farklı kültürden kişiler ile İslam’ın ticari ahlakını alamamış birçok insanın eline bırakmışlardır.

İslam ahlakı disiplinin toplum tarafında benimsenip uygulandığı dönemlerde topluluklar her konuda çok ileriler gitmişler, yozlaştığı durumlarda da maalesef geri gitmişlerdir.

Ticaret yapmayı, zengin olmayı, ilim sahibi olmayı, nayif olmayı destekleyen ayet ve hadislerle bu düşüncelerin hayata geçmesini isteyen düşünce tarzına karşılık dönem dönem İslamı algı şu şekle dönüşmüş ” Bir hırka bir lokma”. Bu düşünce tarzı tasavvufta varmıdır? baktığımda da göremedim.

Şu şekildeki düşüncelere sahip olduklarında ciddi gerilemeler meydana gelmiştir. “Dünya hayatı geçicidir dolayısı ile çok çalışıp kazanmanın çok bir faydası yok”, “Günlük geçimimi kazandıktan sonra gerisi önemli değil”,” Dünya malına meyledilmez”, “Bu kısa ömürde çalışıp ne elde edeceksin”, “Dünya malı dünyada kalır” gibi sözler bireylerin çalışma şevklerini kırmıştır.

Hac’ca giden esnaflara “hac dönüşü tartılı ve ölçülü iş yapılmayacağı” öğütlenir. Hac sonrası ticaret yapılması uygun olmaz gibi bir görüşün toplum tarafından hacılara empoze edildiğini görüyoruz.

İncelendiğinde İslam’daki Tasavvuf anlayışı da ticarete engel değildir, çalışmaya engel değildir. Çalışmayı, işini iyi yapmayı, ahlaklı düzgün insan olmayı gibi güzel hasletlerin öğretildiği bir yoldur.

Peki “Bir hırka bir Lokma” anlayışı nereden geliyor diyebilirsiniz. Bunu da Prof. Dr. İskender Pala’nın ifadelerine bakalım ne kadar doğru olduğunu görelim.

“…Malum, İslam bir mücadele, bir gayret dinidir. Hıristiyanlıktaki sabır ve sükunun, aksine insana çalışmayı, kazanmayı, maddi ve manevi gayreti (cehd), belki coşup taşmayı emreder. Yüksek bir ahlak için nefisle mücadeleyi; güzel bir ömür için de dünya ile mücadeleyi önemser. İyi bir hayatı hem yaşamak, hem de yaşatmak Müslüman’ın hak ve/veya sorumluluğundadır. Bunun için din, çalışan ve kazananı her zaman övmekte, ayet de “İnsanoğlu için çalışmaktan (veya çalıştığının karşılığından) başka bir şey yoktur!. (Necm, 39)” buyurmaktadır.

Soru şu: Çalışmaya bunca değer veren bir din “bir lokma bir hırka”yı tavsiye ile tasavvufta büyük yer tutan “fakr (yoksulluk)” kavramını tervic edebilir mi? Hz. Peygamber’in “el-Fakru fahrî (Fakrım fahrimdir; fakirliğimden övünç duyarım)” buyurması ne mana taşır?

Fakr kelimesine sözlüklerde her ne kadar “yoksulluk” karşılığı veriliyorsa da tasavvufun bu yoksulluktan anladığı asla miskinlik demek olmamıştır. Ne var ki yüzyıllar ilerledikçe yozlaşan mistik anlayışlar ve tasavvufun yalnızca kabuğuyla ilgilenecek sığlığa düşen bazı şeyh taslakları buradaki inceliği ya kendileri anlamamış veya şahsî çıkarlarına uygun bulmamışlardır.

Sonuçta dervişlerini bir lokma bir hırkaya özendirenler arasında, dünyalıklarını arttırdıkça arttıranlar çıkmıştır. Bunun için daha önceki sûfîlerin temsilî ifadelerini hakikat niyetine anlatıp kendi yorumlarını da buna ilave ederek bilhassa şiir vadisindeki sözlerin mecazlar dünyasından hakiki toplum hayatını yönlendirenlere rastlanmıştır. Söz gelimi Yunus’un, “Derviş bağrı baş gerek / Gözü dolu yaş gerek / Koyundan yavaş gerek / Sen derviş olamazsın” dizelerini hakikat niyetine tavsiye ederseniz karşınıza pasif, kişiliksiz, kimliksiz bir adam çıkar. Oysa Yunus bağrında yaralar açmış, salya sümük ağlayan, koyun misali güdülen miskin birisini değil bilakis acısı yüreğinde gizli, gözünde ağlamaya yaş taşıyan, öfkesi kabarınca koyun olmayı aslan olmaya yeğleyen bir dervişten söz ediyor. Bunlardan birincisi enseye tokat, ekmeği elinden alınan bir zavallıyı, ikincisi ise dünya işlerindeki başarısına paralel bir manevi dünyayı içinde taşıyan alpereni temsil eder.

Bu durumda “fakr”, fakir olmayı değil, müstağni bulunmayı tanımlar. Çünkü herkes gibi bir Müslüman’ın da Allah’ın yarattığı, ihsan ettiği nimetleri meşru surette kazanıp tatmaya hakkı vardır. Bu hakkı kullandığı vakit de onları kendisine ihsan eden Müteal’e şükrederken aslında bütün bu nimetlerin fani olduğunu bilir ve onlara bağlanıp kalmaz. En büyük nimetler ve servetler karşısında bile kimliğini, insanlığını kaybetmez, bilakis insanlık şeref ve haysiyetini o nimetlerin üstünde tutar. Dünyalık nimetler için insanî ve ahlakî özelliklerinden kıl kadar sapmaz; yokluğa düşse bile aynı ruh yüksekliğini muhafaza eder. Bu onun için yeterli fakr hali ve dervişlik yoludur.

Dervişin yoksulluğu maddi imkânsızlık değil, bilakis bütün imkânlara sahip iken yoksul gibi yaşamasıdır. Yani her nimet elinizin altında iken o nimete erişemeyenleri de hatırlamak, böylece gerçek malik ve sahibin Allah olduğunu idrak etmek… O halde fakr, insanın kendisini daima Allah’a muhtaç bilmesi halidir. Böyle bilirse varlıklı olmak ile yoksul olmak arasında fark gözetmez, varlıklı iken de yoksulun halinden anlar, bilir, yoksul gibi yaşar. O yoksul gibi yaşayınca da iç dünyası zenginleşir, derinlik kazanır, olgunlaşır ve kemale erer, insan-ı kâmil elbisesini giyer. Aksi takdirde Yunus haklı çıkar; “Dilin ile şakırsın / Çok maniler okursun / Vara yoğa kakırsın / Sen derviş olamazsın.”

Hıristiyanlıkta fakr bir köşeye çekilip ibadetle meşgul olmak, yani ruhbaniyettir. Ama İslam’da fakr, imanın faal ve diri tutulmasından ibarettir. Bu hal iradeyi keskinleştirir, sahibini haksızlık karşısında bir adım dahi geriletmez. Ve fakr sahibi olanın bileğini hiçbir kuvvet bükemez; sayısız mallar, güzel evlatlar, büyük şöhretler ve hatta ölüm bile. Fuzulî’nin “Fakîr-i pâdişeh-âsâ gedâ-yı muhteşemem (Padişah gibi bir fakir, muhteşem bir yoksulum)” mısraı da Hayali’nin yukarıdaki beytinde anlattığı düşünce de işte tam bu demek olur.

Bir zamanlar fakr, “bulunca dağıtmak, bulmayınca şükretmek” imiş, bugünün “fakr”ı ise, -zannımızca- “olunca şımarmamak, olmayınca üzülmemek”tir. “

Ticaret ahlakını Türkler müesseseleştirmiştir. Müesseseleşmemiş davranışlar işlevselliğini kaybeder ve yok olur. 13. yüzyıldan itibaren, Selçuklular döneminde oluşmaya başlayan ve Osmanlı devletinin kurulmasında önemli bir rol oynayan Ahiler, ticari,sosyal ve kültürel konuları müesseseleştirmişlerdir.. Ayrıca mal ve kalite kontrolü, fiyat tespiti ve esnaf ahlakının kontrol ve denetimi konusunda da önemli görevler üstlenmişlerdir.

Meşhur bir hadise vardır Fatih Sultan Mehmet’le esnaf arasında gecen hepimizin bildiği hatırladığı “… ben siftah yaptım komşum yapmamış olabilir diğer ürünü yandaki esnaftan alabilirsiniz…..” mealindeki diyalog. Ticaret ahlakının ahilik sisteminin geldiği nokta açısından bakıldığında manidardır.  Günümüzde Ahilik yılda bir defa “Ahilik haftası” olarak kutlanmakta ahilik anlayışı sadece o hafta sadece bilgi olarak bahsedilmekte ve hayata geçirilmesi mümkün olmayan görüşler olarak ifade edilmektedir. (o dönemlere ait bir görüş olarak algılatılmaktadır)  Cari olan ticari anlayışla ahilik anlayışı taban tabana zıttır.

Allah(c.c) insana zekâtı, haccı, kurbanı, infakı emretmektedir. Bu vazifeleri insan ancak çalışarak helal kazanarak yapabilir. Bu gerçek apaçık ortada iken gerek halk dilinde gerekse dinî literatürün bir kısmında hadis diye, zenginliği dışlayıp yoksulluğu yücelten bazı rivayetlerin nasıl yer aldığına şaşmamak elde değildir.

Peygamber Efendimizin (s.a.v.) “Rızkın onda dokuzu ticarettedir” hadisine aykırı olan düşüncelerimizi yeniden gözden geçirmekte fayda vardır diye düşünüyorum….