15.5 C
Kocaeli
Pazar, Eylül 28, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1220

Bitki Sağlığı

Herkesin evinde en azından birkaç saksı içinde çiçeği, eğer bahçeli evde oturuyorsa bahçesinde çiçekleri, gülleri vardır. Bunlar hayatımıza anlam katar, şehrin kalabalığı içinde bizleri tabiatla buluşturur. Her canlı gibi bu bitkilerde ilgiye ve bakıma ihtiyaç duyarlar. Güllerinizde, saksı bitkilerinde bahar aylarında küçük böcekler gördüğümüzde genelde ne yapacağımızı bilemeyiz. Bu küçük böcekler, salyangozlardan kurtulabilmek için çareler ararız. İşte size herkesin yapabileceği kolay birkaç tarif….

  • 1 lt suya 2 çorba kaşığı arap sabunu eritin içine 2 kaşık sıvı yağ koyun, 3 diş sarımsağı da ezin,karışıma ekleyin (sarımsak kokusu size kötü geliyorsa koymayabilirsiniz ancak böcekler üzerinde kaçırıcı etkisi var.) Bu solüsyonu çalkalayarak kullanın. Yoksa yağ yukarı çıkar, püskürtücünün hortumu dipte olduğu için sadece sabunlu su atmış olursunuz.
  • Bir ölçü çok çok acı biber,
    Bir ölçü pelin( artemisia) yaprağı,
    6 ölçü su
    Biber ve pelini parçalayıcıdan birlikte geçirin ve suya koyun, Bir taşım kaynatın, soğumaya ve çökelmeye bırakın, süzün.
    Yaprak bitlerine ve beyaz sineğe çok etkilidir, sümüklü böcek ve salyangozlar için kaçırıcıdır.
  • 2.5 lt suya 1 kg tespih ağacı (melia azedarach) tohumu koyun,
    tohumları önceden bir güzelce parçalayın, çekirdekleri serttir, tespih yapımında da kullanılır. 48 saat suda bekletin süzün ve kullanın. Birçok böcek için çok etkili bir karışımdır.

Mantar hastalıkları için

  • 1 ölçü yağsız veya yarım yağlı süt (yağsızı tercih edin)
  • 9 ölçü içme suyu
  • İkisini karıştırıp iyice çalkalayın. Bunu balkondaki bitkilerinize püskürtün.
  • 1 lt suya 1 silme çay kaşığı içme sodası,
  • 1 çay kaşığı sirke,
  • 1 tatlı kaşığı sıvı yağ karıştırıp iyice çalkalayınız ve çok ince püskürten bir başlıkla sislercesine bitkiye verin.

Yukarıda anlatılanlar herkesin evinde rahatça hazırlayabileceği, gerektiğinde tereddüt etmeden kullanabileği karışımlar.

Herkese evinde, bahçesinde bizi dinlendiren, huzur veren bitkilerle sağlıklı uzun ömürler dilerim.

Dilencilik ve Dilenciler

 Dilencilik, Osmanlı İmparatorluğu döneminden günümüze önemli bir sosyal sorun olarak süre gelmiştir. Gerek imparatorluk gerekse cumhuriyet döneminde çözüm için denenen pek çok  girişimlerden, olumlu bir sonuç almak mümkün olmamıştır.

Diğer semavi dinlerde olduğu gibi, İslâm dini de yoksullara sadaka verilmesini öngörmektedir. Ayrıca Müslümanlarda işlenmiş bir günahın ve kötülüğün ardından onu silecek bir iyilik yapmaya olan inancın, genelde fakir ve yoksullara sadaka vermeyi âdet haline getirdiği de bilinmektedir. Bu nedenle Allah katında sevap kazanmak amacıyla, ihtiyaç içinde olanlara karşılıksız olarak  yardım yapmak da inancımız gereğidir.

Ramazan ayının önemli, kendine özgü ve güzel  uygulamalarından biri de ihtiyaç içinde olanlara verilen ve miktarı yetkililerce belirlenen (sadaka-i fitr) fitredir. Gene muharrem ayının içinde âmâlardan oluşan goygoyculara verilen erzakın yanı sıra sadaka verme âdeti de vardı ki, bu eski adet 1909 yılından sonra goygoyculuğun ortadan kalkmasıyla sona ermiştir.

Geçmiş zamanda Osmanlı Devletinde dilenciler, kadılıklarda bulunan defterlerine, adreslerini, künyelerini, ihtiyaç içinde bulunduklarını, sağlık durumlarını, milliyetlerini tespit ettirerek kayıt olurlar ve dilenci teskeresi alarak dilenebilirlerdi. Evliya Çelebi’nin yazdığına göre 17. yüzyılda tezkere sahibi yedi bin kişi vardı.

Dilencilerin hemen hepsi İstanbul’da dileniyorlardı. Başlarında kâhyaları da vardı. Ancak kısa sürede dilenci teskerelerinin “dilenci iratçısı” denilen kişilerin ellerine geçmesi önlenememiştir. Bu çıkarcılar belli bir günlük ücret karşılığında ellerindeki teskereleri dilenecek kişilere kiralayarak önemli kazançlar elde etmişlerdir. Konu giderek yaygın bir hale dönüşmüş ve bu da teşkilatın sonunu getirmiştir.

Eski dilenciler, ıskatçılar, sebilciler, kasideciler, keşkül-i fukaralar, kabakçılar,  Arapçılar, goygoycular ve serseriler diye türlere ayrılırlardı.

Iskatçılar, mezarlıkların girişlerinde dilenirlerdi. Vefat eden kişinin günahlarının bağışlanması için ailesi tarafından dağıtılan sadakaları alırlardı. Bu sırada da ölüm üzerine geliştirdikleri duaları ederlerdi.

Sebilciler, Allah rızası için ve sebilullah yani karşılıksız, bedava içme suyu dağıtılan yerlerde dilenirlerdi. Özellikle sıcak yaz günlerinde susuzluklarını gidermek için sebilhanelere gelen İstanbulluların verdikleri sadakaları alırlardı.

Kasideciler, bunlar yanık acıklı ve güzel sesli dilencilerdi. Namaz vakitlerine göre ortaya çıkarlar, söyledikleri ilahilerle, naatlarla cemaati sadaka vermeye yöneltirlerdi.

Keşkül-i Fukaralar, bunlar nefsi terbiyeleri için dilenirlerdi. Ellerinde taşıdıkları keşkül (Hindistan cevizi kabuğu veya abanoz ağacından yapılmış) kaplarla dilenirlerdi. Topladıkları paraları bağlı bulundukları tekkelere götürür teslim ederlerdi.

Kabakçılar, Sudan kökenli zencilerin oluşturduğu dilencilerdi. Mayıs ayından eylül ayının sonuna kadar dilenirlerdi. Havaların soğumasıyla ortalıktan kaybolurlardı.

Arapçılar, bu dilenciler ise akşamları ortaya çıkarlar ve ellerindeki limon veya portakal, nar gibi meyveleri gelip geçenlere satmaya çalışırlardı. Ancak bu ürünlerin fiyatı gerçeğinin birkaç katı olurdu.

Goygoycular,  yalnız muharrem ayı boyunca dilenirlerdi. Bir teşkilata bağlıydılar. Belli bir dilenme düzenleri vardı. Birbirlerinin omuzlarından tutarak ve 6 kişilik tek kol nizamında yürürlerdi. Omuzlarında biri önlerinde biri sırtlarında iki torba taşırlardı. Hepsi görme özürlü olurdu. Grubun önünde ya bir topal ya da bir çolak bulunurdu. Topladıkları erzak ve diğer sadakaları teşkilatlarına verirlerdi.

Serseriler, bu gruptaki dilencilerin özelliği tembellikti. Hepsi sağlıklı çalışma gücü olan kişilerdi. İstanbul’da yakalanıp toplanan bu kişiler işe alıştırılmaları ve çalıştırılmaları için vapurla, İzmit Mutasarrıflığına gönderiliyorlardı. Ancak bunlar gene bir fırsatını bulup İstanbul’a dönüyorlardı.

Günümüz Türkiye’sinde dilencilik sorunu devam etmektedir. Gene büyük ağırlık İstanbul’da olmakla beraber pek çok ilimize de yayılmış bulunmaktadır. Ayrıca dilencilikten büyük paralar kazanan çıkarcılar, yeni isimleriyle dilenci patronları yeniden ortaya çıkmışlardır. Bunlar Anadolu’dan getirdikleri kadın, erkek ve küçük çocukları kendi hesaplarına dilendirmektedirler.

Dilenci patronları, dilencilerine evler tutmakta onları dilenme yerlerine özel otolarla dağıtıp akşamları gene toplayıp bu evlere getirmektedirler. Yapılan tespitlerde bir dilencinin günde iki yüz TL civarında para topladığı ifade edilmiş ve bu bilgi gazetelere yansımıştır.

Emniyet ve zabıtanın büyük masraflara neden olan, çalışmalarına rağmen dilencilerle mücadelede kesin sonuç alınamamıştır. Kârlı bir iş olan dilenciliğin dilenme yöntemlerine her gün yeni usullerin katıldığı ve dilencilerin sayılarının da arttığı gözlemlenmektedir.

 

28 Şubat’ı Okuma ve Anlama Kılavuzu

1-) Darbeler ikiye ayrılır: Darbe-i seyyie, darbe-i hasene veyahut iyi darbe / kötü darbe (Benim darbem iyidir).

2-) Benim darbe’m senin darbe’ni döver. Pencereyi siz açarsanız cereyan yapar, ben açarsam temiz hava gelir.

3-) “Bizim çocuklar” OUR BOYS olmaktan çıktılar; OUT BOYS oldular.

4-) 1952’den beri NATO-Gladio & Ordu-MİT kardeş kardeş geçinip gidiyorduk.

5-) ‘Türkiye’de Amerikan desteği olmadan darbe yapılamaz’ ilk kuraldır. 27 Mayıs İhtilâlcilerine bile iç darbe / dış ekarte operasyonu yapılmıştır.

6-) 12 Eylül dinî örgütlenmeler için cin mısırı patlamasıdır.

7-) Türkiye’de İslâmcılık prematüre doğmuştur. Türkiye’de sol hiç olmamıştır.

😎 Yükselmesi muhtemel her fikir politika veya terör zemininde itinayla iğdiş edilir.

9-) Ecevit-Demirel-Türkeş-Erbakan dörtlüsü Cumhuriyetin sınırlarını temsil ediyordu. İkisi bu dünyadan, ikisi iktidardan tard edildi.

10-) 28 Şubat Müslümanların ensesinde boza pişirme görüntülü bugünkü iktidarı içselleştirme ameliyesi idi.

11-) Oyunu o zaman anlamayıp gaza geldiğim için -kendi adıma- aklımdan ve beynimin guddelerinden özür diliyorum.

12-) Çevik Bir ile Derviş Kemal hazretlerinin misyonunda o zamandan bu zamana en ufak bir değişiklik olmuş mudur?

13-) “İmanı kurtarma” davası “istihbaratı kurtarma” davasına nasıl inkılâb etti?

14-) Türk Ordusunun Amerika’yla stratejik ortaklığına son vermesinin karşılığı mıydı Ergenekon?

15-) Son iki yılki manzara, ABD’nin Türkiye’de bir sivil darbe yaparak mahrem/nâmahrem tanımaksızın at oynatması mıdır, motorun su kaynatması mıdır?

16-) “Büyük Şeytan” Amerika’yla bu zifaf ilişkimiz bir kurumun daha büyük bir şeytan tespit edilip taşlanması mıdır?

17-) Ayı’yla dans edenler, Ayı’nın Irak’taki fecaatini görmezden gelseler de başlarına gelmeyeceğinden eminler mi?

18-) Türk Milleti’nin imanının kontrolü Allah’tan başka hangi güçlere havale edilmiş durumdadır?

19-) “Erken Final” olarak nitelenen ‘Bin Yıl’ın sonu, Çağrı Bey’in Anadolu’ya keşif seferi olan 1016’dan 2016’ya filmin de sonu mudur?

Hocalı İçin Adalet

Türklerin Anadolu’ya gelmeleri ve hıristiyanlığın doğu merkezinde bulunan İstanbul’un Türkler tarafından alınması ve ardından Viyana’ya kadar uzanan coğrafyanın Türklerce ele geçirilmesi, Batı tarafından hiçbir zaman affedilmemiştir. Buna hem müslümanlarca hem de hıristiyanlarca kutsal sayılan Kudüs’ünde eklenmesi gerekir.

Bu sebeplerle Hıristiyanlar tarafından binlerce sivilin katledildiği Haçlı Seferleri düzenlenmiştir.  Kin ve intikam seferleri olarak nitelendirilebilecek bu seferler; Osmanlı – Türk İmparatorluğu döneminde de Türklerin, Rumeli ve Anadolu’dan atılması için sürekli politikaların izlenmesi şeklinde devam etmiştir.

Osmanlı – Türk Devletinin yardımını alan ve dostluğuna mazhar olan Fransa bile gizliden gizliye Türk düşmanları ile işbirliğine gitmiş hatta XIV. Louis İstanbul’u fetih tasarısı hazırlayarak, İstanbul’daki müslüman halkın nasıl imha edileceğini  belirlemiştir.

Türk Devletinin güçlü ve Türk Milletinin şuurlu olduğu dönemlerde bu saldırılar püskürtülmüş ve oyunlar bozulmuştur.

Ancak aksinin varid olduğu durumlarda da gözleri ve kalpleri yaşa boğan, katliam ve soykırımlarla karşı karşıya kalınmıştır.

1992 yılının 25 Şubat’ı 26 Şubat’a bağlayan gece Hocalı’da meydana gelen ve soykırım olarak tanımlanan, Azerbaycan Türklerinin katli ile sonuçlanan olaylar; geçmişi bir türlü hazmedemeyen kindar Batı’nın Ermenileri taşeron olarak kullandığı bir vakıa olarak tarihteki yerini almıştır.

Rusya’nın desteği ve hazırladığı planlarla Hocalı’nın da içinde bulunduğu Dağlık Karabağ bölgesinde vahşice hareket ederek; çoluk, çocuk, kadın, ihtiyar demeden Azerbaycan Türklerini katleden Ermeniler; son iki yüzyıldır kendilerine biçilen rolü oynamaya ne yazık ki halen devam etmektedir.

Ermenilerin, Azerbaycan Türklerini katlederken uyguladıkları akıl dışı yöntemler, her türlü belge ile ortaya konulmuştur. Bunu yapanların insan olması mümkün değildir.

Ancak Ermenilerin Dağlık Karabağ bölgesinde yaptıkları hiçbir zaman bir tesadüf olarak da görülemez.

1994 yılının Mayıs ayında Azerbaycan’la Ermenistan arasında ateşkes imzalandığı zaman ortaya çıkan tablo da görülür ki; Azerbaycan topraklarının  % 20’si Rusların açık ve yoğun desteği ile Ermeniler tarafından işgal edilmiş, yaklaşık 1 milyon insan evinden barkından olarak Azerbaycan içlerine doğru göç etmiş, 20 bin Azeri Türkü şehit edilmiş ve binlercesi Ermeniler tarafından esir ya da rehin alınmıştır.

Müslüman Türk’e karşı tarihi bir kin ve nefretle intikam duyguları taşıyan Batı; tüm insanlığa karşı işlenmiş bir suç vasfı taşıyan bu olay karşısında bu güne kadar her zaman olduğu gibi yine sessizdir.

Buna karşılık Haçlı zihniyetini ısrarla devam ettiren Batı, Türkiye’deki işbirlikçileri eliyle taşeronluğunu yapan Ermenileri arkalamaya ve Azerbaycan Türkleri ile Türkiye Türkleri arasına sınır açmaya teşebbüs gibi olaylarla nifak sokmaya çalışmaktadır.

Burada insanlık onuru ve uluslararası hukuk açısından en önemli nokta; kimlikleri belirlenmiş olmasına rağmen soykırım suçlularının, vahşi katillerin ve bunlara emir verenlerin halen yargı önüne çıkarılmamış ve hak ettikleri cezaya çarptırılmamış olmalarıdır.

Sadece bu mu? Kırkın üstünde diplomatımızı şehit eden ASALA adlı cinayet örgütünün  Ermenistan’a sığınmış katilleri bile halen yargılanabilmiş  değildir.

Aslında “Hocalı İçin Adalet” isterken, Irak için adalet, Doğu Türkistan için adalet, Balkanlar için adalet, Srebrenica için adalet, Kafkasya için adalet, Kıbrıs için adalet, çoğumuzun bilmediği Çamerya katliamı için adalet, PKK’nın yaptıkları için adalet, Batı’nın parmağı olduğu Türk’ün ve Türk olarak görülenlerin soykırıma uğradığı her katliam için adalet istiyoruz.

Bu arada Filistin ve Gazze için kendini yıpratanların Hocalı için hangi deliğe saklandıklarını da merak ediyorum doğrusu? Nerede Mazlum-Der, nerede İHD, nerede “İnsani Yardım” cılar, nerede insan hakları ve demokrasi savunucuları, nerede Orhan Pamuk, nerede  Sezen Aksu ve Hülya Avşar, nerede Yılmaz Erdoğan? Hocalı için seslerini duyamıyorum yoksa ben mi yanılıyorum?

Ey Türk ve İslam alemi! Sizin alicenaplığınız karşısında Batı’nın Endülüs Müslümanlarının, Atilla’nın Büyük Hun Devletinin izlerini nasıl yok ettiğini, Balkanlardan ve Kafkaslardan Türklerin ve Türk görülenlerin nasıl sürüldüğünü unutmayınız.

Eğer ellerine bir fırsat daha geçerse; Alparslan’ın Malazgirt’te, Fatih’in İstanbul’da, Sultan Murat’ın Kosova’da, Kanuni’nin Zigetvar’da, Mustafa Kemal’in Anadolu’da kazandığı zaferin hesabını, mazlum Türk halkını soykırıma tabii tutarak alacaklarını unutmayınız. Tıpkı Hocalı’da yaptıkları gibi.

Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene” özdeyişinde birleşmiş olan Türk Milleti; bilimin ışığında, Batı’nın dini ve emperyalist amaçlarla gerçekleştirmiş olduğu tüm soykırımların  ortaya çıkarılması için çalışmalı ve bu yolda sadece Türklerin değil bütün insanlık aleminin mihmandarlığını yapmalıdır.

Bu bizim için insanlık alemine ödememiz gereken bir borçtur. Bunun yapılması gerek soykırımlarda kaybettiğimiz kardeşlerimizin anılarını yaşatmak ve gerekse ruhlarını şad etmek bakımından bizler için kaçınılmaz bir görevdir. Soykırıma uğramış tüm insanların aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyor ve hepinizi “Hocalı için adalet” kampanyasına destek olmaya çağırıyorum.

Asimetrik Psikolojik Savaş

“Ergenekon Davası” ile başlayan ve son olarak ta “Balyoz Darbe Planı” iddiasıyla içinde eski kuvvet ve ordu komutanlarının da bulunduğu 40’ı aşkın emekli ve muvazzaf subayın gözaltına alınması ve çoğunun tutuklanmasıyla gelişen olaylar zinciri Türkiye’nin başını döndürmekte.

Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, TSK’nın genel havasını yansıtan bir endişe ve öfke içinde. Bu gelişmeleri Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı yürütülen “asimetrik psikolojik savaş” olarak tanımlıyor.

Başbakan Tayyip Erdoğan ise aynı gelişmelerden memnun. “Kurumlar kendi içinde adeta bir temizliğe tabi tutuluyor, bunun gerçekleştirilmesi lazım” şeklinde değerlendiriyor.

Halkımız, bu iki farklı görüş etrafında kümelenmiş iki grup ile sayıca bunların toplamından daha büyük ancak şaşkın, endişeli, ne olup bittiğini anlama telaşındaki diğer bir gruptan oluşan üç parçaya bölünmüş durumda.

Özel maksatla kurulduğu belli olan ve kuruluşundan bu yana TSK aleyhine yayınlarıyla dikkati çeken Taraf Gazetesine bir bavul dolusu belge geliyor. Bu belgelerin TSK’nın gizli bilgilerinin bulunduğu bilgisayarlardan çıktığı tespit ediliyor ve bu belgelere istinaden çok sayıda subay tutuklanıyor. Ne tesadüftür ki, Ergenekon Davasının omurgasını oluşturan deliller de, ne idüğü belirsiz bir haham bozuntusunun çuval dolusu belgelerine dayanıyordu.

Eğer Başbakan’ın dediği gibi “kurumlar içinde temizlik” lafını, kurumların içinde bazı çürük isimlerin varlığını, kurumlar ya kendisi veya güvenlik güçleri araştırmaları sonucu kesin delillere ulaşması sonrası yapılmış olsaydı haklı bulmamız mümkün olabilirdi.

TSK bu operasyonlarla iki türlü yıpranıyor: Birincisi “Ordu içerisinde darbe yapmaya hevesli ve her fırsatta halkın oylarıyla seçilmiş sivil iktidara karşı mücadele veren bir yapılanma var, Demokrasimizin gelişmesi için TSK’nın etkinliğinin ve güvenilirliğinin azaltılması gerekir” kanaati yaygınlaştırılıyor. İkincisi kendi gizli bilgilerine sahip olamayan, Genelkurmay Başkanı bile gizlice dinlenebilen bir Ordu’nun savaş kabiliyetine olan inanç azalıyor.

ABD’nin Irak’ın Kuzeyinden çekilmesi sonrası bölgede oluşacak yeni dengeler açısından en önemli kozumuz olan TSK’nin bu yıpranma sürecinin kime yarar sağladığını söylemeye lüzum yok, ancak Türkiye’nin lehine olmadığı aşikâr.

TSK içerisinde darbe ortamı oluşturmak için Fatih Camisini bombalatabilecek, müze gemiyi gezen 200 kadar çocuğu gemiyle beraber yok edecek, kendi uçağını düşürecek subayların olduğunu düşünmek bile ürpertici. Bu iddialara muhatap olan subayların hepsi yargılama süreci sonunda beraat etse bile bazı zihinlere acaba sorusunun sokulması dahi dehşet bir plan. Yıldönümünü yaşadığımız antidemokratik 28 Şubat müdahalesinde uygulanan Fadime Şahin, Aczmendi hikâyeleri hatırlarımızda. Oysaki Balyoz planı iddiasında durum bu kadar basit değil. Hayal gücünü ve insafı zorlayan, inandırıcı olmaktan uzak ağır ithamlar var.

Yargı organları, savcılar ve mahkemeler kendilerine ulaşan, bu kadar ciddi iddialar ihtiva eden belge ve bilgileri değerlendirmek zorundadır. Ancak yargılama sürecinde daha düne kadar en kritik görevlerde bulunmuş insanlara karşı uygulanan hukuki hoyratlık ve özensizliklerin “asimetrik psikolojik savaş”a ne tür bir katkı sağladığını düşünmek zorundayız. “Masumiyet karinesini” göz ardı eden, tutuklama tedbirini ceza olarak uygulayan hukuki özensizlikler Yargının güvenilirliğini zayıflatıyor.

TSK’ya karşı yürütülen bu psikolojik savaşın, ABD’nin Endonezya ordusunun bölücülere karşı mücadele gücünü kırmak ve itibarını sıfıra düşürmek için, Endonezya’daki Amerikancı basın vasıtasıyla, yürüttüğü operasyona benzetenler var. “Endonezya modelinde” itibarı sıfırlanmış olan ordu, bölücü eylemlere müdahale edememiş ve 2000 yılında Doğu Timor, bağımsızlığını ilan etmişti.

Türkiye’de uygulanan bu psikolojik savaşla TSK’nın mücadele kabiliyetini çökertip, ABD’nin BOP kapsamında, bağımsız “Büyük Kürdistan” kurulmasına zemin hazırlamaya çalıştığı iddia ediliyor.

Bu görüşte olanlara göre, Özal döneminde Baba Bush’un talebi ve Özal’ın isteğine rağmen TSK’nın ABD isteklerine direnmesi, TSK’nın 1995’te ABD kontrolündeki Kuzey Irak’a müdahalesi ilişkileri soğutmuştu. TSK bünyesinde NATO yapılanmasına göre kurulan Özel Harp Dairesi, 1990 yılına kadar ABD kontrolünde faaliyet göstermişti. “Özel Kuvvetler Komutanlığı” olarak yeniden yapılandırılırken tamamen milli bir yapıya dönüşmesi, ABD’lilerin ÖKK binasından çıkartılmaları bir dönüm noktası olmuştu.

Kuzey Irak’ta Özel Kuvvetler Birliğimizin başına çuval geçirilmesi, ABD’nin PKK’ya destek verdiğini belgeleyen Eşref Bitlis Paşa’nın şehit edilmesi, ABD Ordusunun Türkiye’yi işgal üzerine yaptığı çok geniş tatbikat gibi olaylar ABD’nin TSK’ya karşı tutumunun birer göstergeleriydi.

Bugün yürütülen “asimetrik psikolojik savaş”ın temelinde ABD menfaatlerine göre değil, Türkiye’nin milli ihtiyaçlarına göre tavır belirleyen ekibin tasfiyesi ve cezalandırılmasından ibarettir.

ABD’nin Kafkasya Bölgesinde yaptırdığı renkli devrimleri içeriden yaşayanların çoğu, bu devrimlerin arkasında ABD’nin olduğunu görememişti. Medyanın çok etkin bir şekilde kullanılmasıyla kitleler harekete geçirilmiş, iktidarlar devrilmişti. Bu olaylar “psikolojik savaş“ın ne kadar etkili olabildiğini gösteren örnekler.

Türkiye’de ise Ecevit’in hastalığı, 2001 ekonomik krizi, Kemal Derviş’in ekonominin başına getirilişi, DSP’nin bölünmesi ve Bahçeli’nin erken seçime gitmesi olaylarının arkası tam olarak aydınlatılamadı. Sonuçta ABD taleplerine zorluk çıkaran koalisyon iktidarının devrilmesi gerçekleşti. Şimdi AKP iktidarının devrilmesi değil, devamı isteniyor. İstenen TSK’nın etkisizleştirilmesi.

Görüldüğü gibi olayları, Başbakan’ın ifade ettiği gibi “demokrasinin gelişmesi uğruna yapılması gereken kurumlar içindeki temizlik” olarak görmek ile “asimetrik psikolojik savaş” olarak değerlendirmek bizi çok farklı sonuçlara götürecektir. Birinci bakış açısında olanlar, yargılanan subayları,  “demokrasi ve millet düşmanı caniler” olarak görürken, ikinci görüşte olanlar “milli menfaatler uğruna çile çeken bu kahramanlara” üzülmektedir.

Bir ülkenin Hükümeti ile Silahlı Kuvvetlerinin böyle önemli bir meselede bu kadar zıt görüşte olması büyük talihsizlik. Kamuoyuna yansıyan sınırlı bilgi ile olayları değerlendirmeye çalışan vatandaşın şaşkınlığı ve endişesini gidermek için kirlenmemiş bilgiye ihtiyaç var. Fakat maalesef bilgi kaynaklarının hepsi de kirletilmiş.

Bu olaylar, dış müdahalenin olmadığı, demokrasimizin olgunlaşma sürecinde yaşanan tabii çalkantılar olsaydı, “denizler durulmaz dalgalanmadan” der ve rahatlardık. Keşke öyle olsaydı.

Sermest

Gönlüme düşen sis dağılıyor bak,
Mısralar manayı derdest örüyor.
Meyledip dil cemre ile bahara,
Söz demlenip, üslubu lezzet bürüyor.

Çiçeğe can suyu verir kırağı,
İlhamı yürekte yakar çerağı,
Dilimde şiir’in teslim bayrağı,
Gözleri ahuya sermest yürüyor.

Ufkumda rüzgarın aşina hali,
Yağmurla içime dolar hayali,
Cevapsız bırakıp onca suali,
Gönlümde müebbet devlet sürüyor.  

“Demokratikleşme”ye doğru (1)

Ekopolitik “Türkiye’nin Büyük Çatısı ve Ortak Aidiyet” isimli çalıştayların üçüncüsünü; 22-23 Şubat 2010 tarihlerinde Beykoz’da Halk bankası Sosyal tesislerinde yaptı. Bu çalıştaya bende gözlemci olarak davet edildim. Bu çalıştayın ana teması “Demokratikleşme”ye doğru üzerine oldu. Bu çalıştayın detaylarına geçmeden önce tarihi sürecine, katılımcılarına, çalıştay usulune dair bir şeyler yazdıkdan sonra çalıştay izlenimlerimi yazacağım.

Ekopolitik tarafından düzenlenen “Türkiye’nin Büyük Çatısı ve Ortak Aidiyet” başlıklı çalıştay 27 Ocak 2009 tarihinde İstanbul Dedeman Otelde yapılmıştı. Bu tarihlerde “Açılım” ile ilgili herhangi emare bile yoktu. Bu bağlamda Sivil bir insiyatifin bu konu üzerindeki hassasiyetini ve bu hassasiyet neticesinin de çözüme doğru izlenecek yol konusunda bilimsel, bir yol izlenerek hazırlanan bir çalıştay düzenlemesi çok önemlidir. Bu çalıştay ile ilgi değerlendirmelerimi yazmıştım.( www.kocaeliaydinlarocagi.com )

Aslında bu çalıştayların yaklaşımı Ekopolik Koordinatörü A.Tarık Çelenk’in konuşmalarının satır aralarında gizli idi. “……….Bu kapsamda ülkemiz güncelinde yaşanan kimlik-aidiyet ve toplumsal iletişim sorunlarının çözüm hipotezlerini, disiplinlerarası ve onarıcı bir yaklaşımla tartışmak bu toplantımızın ana konusudur. Bu platformun alışılagelenden farklarından biri de, bilindiği üzere, psikanalitik ve nesne ilişkileri yaklaşımının sosyo-politik süreçlere katkısını tartışmaya açmaktır. Siyasi karar alıcıların irrasyonel kararları tarihi etkilemiştir. Siyaset bilimciler bunları açıklayabilmek için bilişsel psikolojinin kavramlarını zaman zaman ödünç alarak kullanmışlardır. Psikodinamik yaklaşım ise karar vericilerin politik eylemlerinin irrasyonel boyutlarının anlaşılmasına dönük çalışmalara henüz yeterince yönelebilmiş değildir. Buna rağmen sayın Volkan, hepinizin bildiği gibi, psikanalitik-psikodinamik yaklaşımla birey-grup ilişkileri, politik saha çalışmaları ve bunların geliştirilmesi açısından çığır açıcı çalışmaları ile önemli uluslararası başarılara imza atmıştır.”Türkiye’nin Büyük Çatısı ve Ortak Aidiyet” toplantımıza katılan farklı disiplinlerden akademisyen ve aydınlarımızın da ufuk açıcı çalışmalarına vurgu yapmak isterim. Türkiye’nin yaşanan gerçekliği dahilinde çalışma yapan bu saygın insanlarımızın değerlendirmeleri, Türkiye’deki ortak aidiyet tartışmalarının da önünü açacaktır. Karmaşık bir problemin çözümünde genelde arka plandaki ayrıntılar karşımıza çıkar. Belki de toplumumuzdaki psikolojik kaygı, temel güven duygusu sarsıntısı takıntı eşiklerinin aşılması için bu ayrıntıların politik psikoloji rehberliğinde değerlendirilmesi gerekmektedir. Umarız bu rehberlik toplantımıza katılan değerli aydınlarımızın buradaki öngörü ve önerileri ile daha da ayrı bir anlam kazanacaktır……”

Hakikaden bu toplantılar alışagelen toplantıların dışında toplantılardı. Daha önce yazılarımda da belirttiğim gibi.. Bu Çalıştayın çok önemli konuklarından biri Politik psikoloji disiplinin kurucularından Prof. Dr. Vamık Volkan idi. Diğer konukları tekrar hatırlatırsam eğer “Prof. Dr. Feroz Ahmad, Cevat Öneş, Prof. Dr. Fuat Keyman, Yrd. Doç. Dr. Durmuş Hocaoğlu, Doç. Dr. Mesut Yeğen, Altan Tan, Doç. Dr. Vedat Bilgin, Müfit Yüksel, Dr. İbrahim Kalın ve Oturum Başkanı Avni Özgürel” yer almaktaydı. Vamık Volkan’ın dünyada yaşadıkları ve yönettiği birçok toplantı deneyimlerinden faydalanarak yapılan bu toplantının arkasından ikinci toplantı “Demokratik açılım” söylemlerinin çok yoğun olduğu bir dönmede 16-17 Kasım 2009 tarihlerinde “Türkiye’nin Büyük Çatısı: Mezkur Meçhul Mesele” başlığında İstanbul Dedeman otelde yapılmıştı. Toplantı çok katılımlı farklı bir formatta yapıldı yine katılımcıları burada zikredersek toplantının tarafları noktasında bir kanat elde edebiliriz. Katılımcılar:

Abdi Açıl, Altan Tan, A.Tarık Çelenk, Bayram Bozyel, Cengiz Çandar, Cezmi Bayram, Durmuş Hocaoğlu, Gültan Kışanak, Haşim Haşimi, İbrahim Kalın, Mete Yarar, Murat Belge, Murat Sofuoğlu, Musa Serdar Çelebi, Seydi Fırat, Şerafettin Elçi, Uygar Aktan, Ümit Fırat, Üstün Dökmen, Gözlemciler: Altay Ünaltay, Avni Özgürel, Ayhan Bilgen, Ayşe Betül Çelik, Cevat Öneş, Cevat Özkaya, Deniz Ülke Arıboğan, Ercüment Aksoy, Esra Çuhadar Gürkaynak, Fethi Şimşek, Gürkan Zengin, Halit Yalçın, Hamidullah Öztürk, Hatip Dicle, Mazhar Bağlı, Medaim Yanık, Mesut Yeğen, Müfid Yüksel, Osman Bostan, Özdem Sanberk, Özden Zeynep Oktav, Özler Aykan, Raif Türk, Rebia Dirim, Ruşen Çakır, Sema Sezer, Selahattin Kaya, Süreyya Sırrı Önder, Şaban Gülbahar, Taha Özhan, Vamık Volkan, Yavuz Arslan Argun

Toplumsal sorumluluk gereği ülkemizin en önemli meselelerinden biri olan “Mezkur mechül mesele” hakkında bu çaplı bir organizasyonun tamamen sivil bir insiyatif tarafından yapılması çok önemli bir gelişmeydi. Bu tip çalışmaların diğer sivil insiyatifler tarafından da yapılarak, ortaya bu mesele hakkında enine boyuna kafa yorarak, geçmiş, şimdiki durum ve gelecekteki etkileri hakkında, yalan yanlış değil de belirli bir zeminde tartışılmış sonuçlarının herkes tarafından faydalanacağı fikirler olarak çıkması önemlidir.

Toplumu doğrudan etkileyen sorunlar karşısında; doğru veya yanlış çözümleri gördük. Yıllarca birileri düşünmüş, birileri uygulamaya çalışmış şekilde gelişti. Artık demokratik ortamda bireylerin sivil organizasyonların ne dediklerinin önemli hale gelmesi gerekiyor. Bu gereklilik bizleri daha özgür düşünen, daha sivilleşen, olaylara farklı pencerelerden bakmamızı sağlayan, fikirlerimizin saygı gösterildiği, ortamların oluşmasında ve fazlalaşmasında büyük roller oynayacaktır. Bu bağlamda da bu organizasyon önemliydi. (http://www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr/Yazi.aspx?ID=1323 )

 

 

Kendi kendini sövenlere

Herkese Merhaba… Herkese Merhaba… Herkese Merhaba…

Memleketimde yaşananlar ruhumu daraltıyor sevgili okur…

O zaman ne yapmak lazım dedim kendi kendime…
Sonuç sizinle paylaşmak çıktı elbet…

Bugün size kıssadan hisse yok… Konumuz zaten yeterince kıssadan hisse…

Öyleyse vakit kaybetmeden derinlemesine konumuza dalalım… Aman dikkat boğulmayalım… Çünkü

ülkemin bize ihtiyacı var sevgili okur… İh ti ya cı var…
“Yapılan bir araştırmada savaşların meydana geldiği bölgeler, savaşa (saldıran veya savunan) katılanlar ile silahlı mücadeleye girmeksizin dışarıdan etki edenlerin birbirleri ile olan ilişkileri incelenmiş.
Bu çerçevede 221 çatışma ele alınmış, bu çatışmalardan savaş özeliğine sahip 176 tanesi değerlendirilmeye tabi tutulmuş. Çalışma 12 bölge, 166 ülke, 4 tip savaş, 4 tip çatışma ve 15 çatışma alt grubundan oluşmuş.

Sonuçta, 1945 ile 2007 arasındaki 63 yıl içinde 175 savaşın başladığı 155 savaşın bittiği, yıl başına ortalama 2,6 savaşın meydana geldiği ortaya çıkmış. Bu savaşların 72 tanesinin dışarıdan müdahale gördüğü ve toplam 190 iştirak olduğu savaşların, yıllara göre belirgin olarak sürelerinin uzadığı tespit edilmiş.
Coğrafik konumlarına bakıldığında savaşların Afrika, Güney Güneydoğu Asya ile Yakın ve Ortadoğu bölgelerinde meydana geldiği, bu bölgelerin aynı zamanda kömür, petrol, doğal gaz rezervleri yönünden zengin yerler olduğu, bu bölgelerde meydana gelen savaşların şiddet, ölü miktarı yönü ile diğerlerine nazaran daha önde olduğu bulunmuş.
Bahse konu bu bölgelerdeki savaşların diğerlerine nazaran daha uzun, dışarıdan müdahil ve katılımcısının daha çok olduğu, savaşların doğrudan zaferden uzak ve dışarıdan etki ile çözümsüz bir şekilde sürüncemede kaldığı tespit edilmiş.
Kaynakların bol olduğu bölgelerde meydana gelen savaşlarda, kaynak kullanımı yüksek olan ülkelerin saldırdığı, taraf olduğu veya müdahil olduğu gözlemlenmiş, aynı zamanda kaynak kullanımı yüksek olan ülkelerin kaynağı bol olan bölgelere büyük miktarda silah sattığı tespit edilmiş.
Yapılan savaşlarda kaynaklara sahip ülkelerin karşılaştıkları çatışmaların bölgesel çatışmalara doğru yönelim gösterdiği, bu çatışmaların genişleme, bölgesel yenilenme, bölgesel gözden geçirme ve özerlik tipi çatışmalardan oluştuğu tespit edilmiş.
Bu tip çatışmaların kaynaklara fiziki olarak sahip olmaya yönelik olduğu değerlendirilmektedir. Meydana gelen savaşların da ekonomik ve sosyal maliyetlerinin yüksek olmasından dolayı rejim karşıtı savaşlar ile iç savaşlara doğru yöne kaydığı böylelikle topyekün savaşmak yerine sistem algısını değiştirecek (rejim karşıtı) veya karar verme mekanizmalarını etkisiz hale getirecek (iç savaş) tipte savaşlara yönelindiği tespit edilmiş.
Ülkelerin kaynaktan pay alabilmek için büyük sosyal mübadeleler içine girdikleri ve savaşların üzerinden kar elde etmeye çalıştıkları tespit edilmiş, ilave olarak kaynakların bol olduğu bölgelerin aşırı silahlandırılarak kaynak yönü ile tedarikçi pozisyonundaki ülkelerin birbirleri ile savaşması teşvik edilerek, tedarikçilerin bağımlı hale getirilmesi gayreti içinde oldukları saptanmış.
Savaşı kendi coğrafyalarında karşılamayan ülkelerin (tüm dünyada yüzde 15’den az) kendi coğrafyalarında sürekli savaşanlara kıyasla ekonomik olarak daha refah sahibi oldukları ve daha fazla kaynak kullandıkları tespit edilmiş.
Kaynak kullanımı yüksek ve rezervlerinin hızlı tükendiği ülkelerin savaşmaya daha yatkın olduğu, savaşlara daha çok müdahil olduğu saptanmış.
Ülkelerin kaynak rezervleri çokluğu ile savaşa maruz kalmaları arasında pozitif bir ilişki olduğu aslında çok büyük rezervlere sahip olmanın barış için negatif etkisi olduğu saptanmış.”

Kocaeli Aydınlar Ocağı 53. Söz Sırası Gençlerde programında Fatma Berre Özdemir’i konuk etmişti. İlgiyle takip ettiğim programda değerli kardeşim Berre Özdemir’in muhteşem araştırmasından kısa bir alıntıyı paylaştım sizinle…

Neden mi paylaştım… Gözleriniz kör, kulaklarınız duvar olmasın diye…

Şu güçler savaşını ne kadar gözlemliyorsunuz bilemem ama ciddi sıkıntılar bizi bekliyor… Yüzyılın savaşı sahne almaya hazırlanıyor belki de… Ayak seslerine kulak vermek şart oldu şart…

İşte tam da bu noktada size ülkemizin kurucusu eşsiz lider Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın sözlerini hatırlatmak istedim…
“Ordu, Türk ordusu, işte bütün milletin göğsünü güven, gurur duygularıyla kabartan şanlı adı. Ordumuz, Türk birliğinin, Türk kudret ve kabiliyetinin Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir. Ordumuz; Türk topraklarının ve Türkiye idealini gerçekleştirmek için sarf etmekte olduğumuz sistemli çalışmaların yenilenmesi imkansız teminatıdır.”

Tekrar tekrar okuyun sevgili okur… Sadece okumak yetmez… Üstüne bir de düşünün, anlamaya çalışın bakalım bize geçmişten nasıl bir mesaj vermiş bu sözler…

Peki siz düşüne durun ben de hazır sizi bulmuşken sormaya devam edeyim…
Türk Silahlı Kuvvetleri dediğiniz kurum kimlerden oluşur kuzum Allah aşkına…
Asker kimdir sorarım size… Kimdir yaaaa… Ben size söyleyeyim…

Asker benim kardeşim… Asker senin komşunun oğlu… Asker onun kuzeni… Asker bunun dayısı… Asker onun amcası… Yani asker biziz biz… Bir başka deyimle Türk Milleti…

Bizim oralarda bir deyim vardır… “Biraz daha konuşursa kendine küfür edecek bu” derler birilerine… Sorarım size acaba farkında mısınız bize ne yapıyorlar…

Birileri kendi kendilerine küfür ettiklerinin fakında mı acaba?

Hal böyleyken yazımı meşhur bir Diyarbakır türküsüyle sonlandırmak istiyorum…

“Gün olur devran döner… Ben de sararım yari… Nanay… Nanay… Nanay…”

Yeniden görüşünceye kadar en çok beni özleyin… En çok beni özleyin… En çok beni özleyin…
Hatta bir tek beni özleyin…

 

Bunları Yazmaktan Utanıyorum

Her ülkede siyaset bu kadar ucuz mudur ya da iktidar olmak isteyenler veya iktidar da kalmak isteyenler milli ve manevi değerleri bizde olduğu gibi böyle ayaklar altına mı almaktadır? sorularının cevabını inanın bende bilmiyorum.

Hüseyin Gülerce Zaman Gazetesinin 19 Şubat 2010 tarihli nüshasında “Cumhuriyet ağaları” başlıklı bir köşe yazısı yazdı.

Emin olun tam ibretlik bir yazı. Alın çerçeveletin evinizin, işyerinizin duvarına gelenin gidenin okuyabileceği şekilde asın.

Gülerce’nin yazısının her bir cümlesi hüküm niteliğinde. Herşey hakkında karar vermiş ve suçluyu ilan etmiş: suçlu adına Cumhuriyet dediğimiz müesses nizam ve onun tabiri ile müesses nizam’ın uygulayıcısı olan “Cumhuriyet ağaları”.

Ancak size bu iktidarın ve yandaşlarının ülkeyi ne hale getirdiklerini göstermek açısından Gülerce’nin yazısından iki alıntı yapacağım: “… alternatif medya vardı. Yalanların, karartmaların, saptırmaların, sulandırmaların foyasını çıkaran yeni bir medya vardı. Hele TARAF GAZETESİ cesareti ile bunları darmadağın etti ” diğeri ise “Artık korkunun yerini cesaret almıştı. Ve çok önemli bir şey daha oldu. Acılı yürekler, Aleviler, Sünniler, Kürtler, laik kesim cesaretlendi.”

Şimdi bu yazının tamamından ve alıntı yaptığım iki cümleden bir kez daha anlıyoruz ki Zaman ve Taraf Gazeteleri arasında fikir, inanç, gaye ve hedef birlikteliği ile pekişen bir sevgi bağı vardır. İkinci cümlede ise bahsedilmeyen tek husus Türklerdir. Gülerce her nedense Alevi, sünni, kürt, laik kesim tanımlamaları yaparken Türkleri es geçmiştir. Aslında bu iki cümle yeni bölücülükler türeten cümlelerdir. Ve bunlar toplantılarında her daim siyasetten uzak durulmasını öğütleyen bir cemaatin gazetesinde, ağabey gözüyle bakılan biri tarafından ifade edilmektedir.

Devam edelim. Her ne kadar söylediklerinin partinin görüşlerini yansıtmadığı açıklansa da AKP’nin K.Maraş milletvekili Avni Doğan’ın 16 Şubat 2010’da Karacasu Beldesinde söyledikleri tam bir bölücülüktür.

Avni Doğan, Türkiye’nin 10 yıl daha partilerine ihtiyacı olduğunu öne sürerek “Onun için biz desteğinizi istiyoruz. Türkiye’nin AKP’ye ihtiyacı var… Eğer biz birazcık tökezlersek bu Ergenekoncular falan bu defa çok kötü intikam alır halktan. Bu memlekette kimin kızının başı örtülü hepsini fişlemişler, kimin çocuğu İmam Hatip’e gidiyor hepsini fişlemişler. Kim muhafazakar kim Ramazan’da oruç tutuyor hepsini fişlemişler. Eee! Şimdi biz onları fişliyoruz. 40 sene onlar bu halka yaptı, inşallah sıra bizde. Yapmaya çalıştığımız budur arkadaşlar.”

Bölücülüğü görüyorsunuz değilmi? Mazlum, mağdur ve fakirleştirilmiş halk üzerinden başörtüsü, İmam Hatip, muhafazakarlık, Ramazan’da Oruç gibi kavramlarla korku imparatorluğu yaratarak iktidarlarını devam ettirmek en büyük istekleri. Avni Doğan 4 dönem milletvekili ve herhalde mazlum ve mağdur halkı klasik baskı taktikleri ile korkutarak milletin vekilliğine daha da devam etmek istiyor.

Kanaatime göre Türkiye’de hiç bir vatandaşımız başörtüsü, imam-hatip, muhafazakarlık, oruç, namaz gibi olaylarla fişlenmemiştir. Fişlenenler devlet ve millete karşı gayrı yasal faaliyetler içinde bulunanlardır. Bunu da yeryüzünde her devlet varlığını korumak için yapar. Bir defa daha hatırlayalım ki İmam-Hatipler devletin okullarıdır ve bu iktidar tarafından değil 1940’lı yılların sonundan itibaren açılmaya başlanmıştır.

İnsanın fişlenmesi için başörtülü veya başörtüsüz olması bir neden değildir. Bu şekilde konuşularak Türkiye Cumhuriyeti Devletinin varlığı kendi halkının gözünde sorgulanmaya çalışılmaktadır. Halk kendi devletine düşman edilmek istenmektedir.

Yine geçtiğimiz hafta Başbakan Erdoğan’a da danışmanlık yapmış olan kürtçü – İslamcı yazar Mehmet Metiner’in, HaberTürk televizyonunda yayınlanan “Teketek” programında, milletin istemesi halinde siyasal rejimin değişeceğini söylemesi, yapılanların hangi hedefe dönük olduğunun açık bir göstergesidir. Mehmet Metiner 1923′ teki Cumhuriyetin kurulmasına neden olan kurucu ruhun 2010 yılında sürdürülmesine gerek kalmamış olabileceğini ifade etmesi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve onun sahibi Türk Milletinin başına gelmiş ve gelecek olanların net bir şekilde izahıdır.

Hüseyin Gülerce, Avni Doğan, Mehmet Metiner ve onlar gibi olanların fikir ve hedef kardeşliğinin müsebbibi ne yazık ki; Türkiye Cumhuriyeti devletidir.

Ancak Türkiye Cumhuriyeti Devletine ve onun sahibi olan Türk Milletine karşı bir kardeşlik ruhu ve birliği içinde olan bu insanlar, Mardin Nusaybin’in BDP’li belediyesinin 70 yeni sokağa Mehmetçikleri şehit eden PKK’lı teröristlerin kürtçe kod isimleri verilmesi hakkında ne diyecekler merak ediyorum? Biliyorsunuz Anayasa’da belirtildiği üzere ülkemizin resmi dili “Türkçe” dir. Bunlar sakın Türkçe konuşup, Türkçe düşünmeye de karşı olmasınlar?

Merak etmeyin iktidarın başı gibi bunlarda sıkışınca Türk’ü hatırlayıverirler. Körmüsünüz? Her fırsatta Türkiye’de Türk’e vuran zihniyet, dünyada kurduğu okulların önüne “Türk” sözcüğü getiriyor ve “Türkçe” olimpiyatları yapıyor!

Soruyorum sizlere: cumhuriyet olmasa “Türk” ve “Türkçe” var olurmuydu? Bıktık bunların yalan ve dolanlarından, bıktık bunların takiyelerinden, bıktık bunların din istismarından, bıktık bunların Türk’e olan düşmanlıklarından.

İnsan inanın yazdıkça ah! ediyor ve bunları yazmaktan utanıyorum.

 

Hayal Kırıklığı

Dünyada yaşanan ekonomik kriz ülkemiz ekonomisini de sarsmış ve sonuçta bundan tüm halkımız olumsuz etkilenmiş ama ticaret erbabı olan esnaflarımız en fazla kayba uğramışlardır. Yaşanan krizin giderilmesi için siyasi iktidar birşeyler yapıyor görünürken meslek kuruluşları temsil ettikleri kitleler için çareler aramak amacıyla bazı öneriler sunmuşlardır.

Mesela esnaf ve sanatkarların tabandaki temsilcilerinin üst düzey yöneticilerine talepleri iletmesi sonucu onlarda siyasi iktidarın ilgili konumdaki bakanları ile görüşerek temsil ettikleri esnaf ve sanatkarların krizden kurtulma reçetelerini onlara sunmuşlardır. Konu ile ilgili bakan olan ilimiz milletvekili Nihat Ergün’ün yaptığı açıklamalarda esnafımıza moral vermiştir.

Henüz uygulamaya geçmeyen sadece ifade edilen bilgilere göre bakanlık mağdur esnafımızın ekonomik gücüne katkı sağlamak amacıyla son derece uygun şartlarda kredi vermeyi amaçladıklarını ifade etmiştir. Daha önceleri küçük ve orta ölçekli sanayici ve imalatçıya verilen kredilerin hacmi genişletilmiş, 250 kişiden az işçi çalıştıran ve yıllık net satış hasılatı 25 milyon lirayı geçmemiş işletmeler KOBİ olarak kabul edilmiş ve dolayısıyla şoför, bakkal, manav, tuhafiyeci, terzi, ayakkabıcı, lokantacı ve benzer meslekteki esnaflarımızın krediye başvurabilecekleri belirtilmiştir.

Sel felaketini maruz kalmış bölgelerdeki esnaf ile GAP bölgesinde faaliyet gösteren esnaflarımıza daha uygun şartlarda kredi vaadi yapılırken diğer bölgelerdeki işletmelerde 3 ay ödemesiz 15 ay vadeli faiz oranının % 25’ini ödemek kaydıyla erkek işletmecilere 25 milyar bayan işletmecilere 30 milyar kredi verileceği ifade edilmiştir.

Yukarıdaki bilgilere bakıldığında bu kredilerden yararlanacağını uman esnaflarımızın mutlu olmaması imkansız. Devlet bedavaya yakın bir bedelle kredi verecek ve en azından borçlarından kurtulacak, ekonomi canlanıp piyasalar düzelecektir. Buraya kadar hepsi güzel de verilecek kredi miktarı ve yararlanacak işletme sayısını görünce işin o kadar fevkalade olmadığı ortaya çıkıyor. Zira ülke çapında verilecek kredi miktarı 2,5 milyar TL verilecek işletme sayısı 100.000.

Bu hesaba göre ortalama olarak il başına 1200 kişi yani Kocaeli’de bu krediden 1200 kişi yararlanacak ilçemiz de ise 200 kişi kredi kullanabilecektir. Televizyonları izleyen, gazeteleri okuyanlar ilk etapta umutlanırken gerçekle karşı karşıya kaldıklarında hayal kırıklığına uğramaktan kurtulamayacaklardır. Bu sayılar yetersiz. Tüm esnafımıza derman olacak tedbirlerin alınması şarttır.