18.8 C
Kocaeli
Pazar, Eylül 28, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1211

Kutlu Doğum 2010

Allah (cc) merhametine bakınız ki;

Bizi yoktan var etti.

Yaşamamız için dünyayı yarattı.

Hayatın devamı için gerekli olan alt ve üst yapıyı hazırladı.

Ömür verdi rızık verdi.

Kendini tanıttı.

Ahretten, Cennet ve Cehennemden onlara giden yollardan Şeytanın her türlü hile ve tuzaklarından insanları haberdar etti.

Sonra insanları kararlarında ve tercihlerinde serbest bıraktı

Ahirette önlerine çıkacak faturayı da bildirerek tercihini yap dedi

Bu haber verme işini Peygamberler aracılığıyla yaptı.

İşte o habercilerin yani peygamberlerin sonuncusuda Hz. Muhammed (sav)dır.

Bu yazı kutlu doğum münasebetiyle Peygamberimizi konu almaktadır.

Bunun için kısa hayat hikâyesinden bahsedip tanıtıcı bilgi vermekte fayda vardır.

Peygamberimiz 20 Nisan 571 yılında dünyaya geldi.

Doğumundan iki ay önce babası Abdullah vefat etmişti, yani yetim olarak doğdu

Dört yaşına kadar sütannesi Halime’nin yanında kaldı.

Sonra annesine verildi.

Altı yaşında iken annesi Amine’yi kaybetti.

Yetim olarak doğan peygamberimiz böylece öksüzde kalmış oldu

Dedesi Abdulmuttalip O’nu yanına aldı

Sekiz yaşına geldiğinde dedesi de vefat etti.

Çile bülbülüm çile

Hikmeti Hüda

Sonra amcası Ebu Talip kendisine kol kanat gerdi.

Ticaretle uğraşıyordu

Dürüstlüğü ve ticari ahlakıyla kısa zamanda göz doldurmaya başlamıştı

O’nun bu başarısı zamanın iş kadınlarından (Saygı için bundan sonra Hz. kullanacağız) Hz. Hatice’nin dikkatini çekti.

Bir müddet Hz. Hatice’nin ticari kervanlarında çalıştı

Sonra Hz. Hatice peygamberimize ortaklık teklif etti

Peygamberimiz 25 yaşına geldiğinde O’nun dürüst ve güvenilirliğine yakından şahit olduğu için Peygamberimize evlilik teklif etti.

Hz. Hatice bu esnada 40 yaşında dul bir kadın olmasına rağmen Mekke’nin zenginlerinden ve kabile reislerin den çokça evlilik teklifi alıyordu.

 Bu evlilikten peygamberimizin Kasım ve Abdullah adında iki oğlu Fatma, Zeynep Rukiye, Ümmügülsüm adında dört kızı dünyaya gelmişti.

Hz Hatice’nin vefatından sonra Medine döneminde Mısırlı Maria’dan İbrahim isminde bir oğlu daha dünyaya gelmiştir.

Hikmet-i Hüda hiçbir erkek evladı uzun ömürlü olmamıştır.

Son oğlu İbrahim’de vefat edince çok üzülmüştü.

Onu mezara koyarken gözlerinden ip gibi yaş akmıştı.

Peygamberimizin soyu kızlarından Hz Fatma(r anha) ile evlenen Hz. Ali(ra) den olan Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’den devam etmiştir.

Hz. Hasan (ra) ın soyundan gelenlere Şerif Hz. Hüseyin (ra) in soyundan gelenlere seyit denir.

Hz Muhammet henüz peygamber olmadan önce,

Dürüstlüğü ve güvenilirliği ile Mekke’de ün salmış ve parmakla gösteriliyordu.

Bunun için ona Muhammed-ül Emin denilmişti.

Ümmeti olarak biz ne kadar güveniliriz o da başka bir mesele.

610 yılında 40 yaşına geldiğinde ilk vahiy geldi ve peygamberlik görevi verildi.

Durumu önce eşi Hz. Hatice’ye bildirdi.

Kendisine ilk inanan ve destek veren eşidir ve ilk müslümandır.

Sonra arkadaşı Hz. Ebubekir, azatlı kölesi Zeyd, çocuk olmasına rağmen Hz. Ali.

Bunlar ilk Müslümanlardır.

Herkesin takdir ettiği Hz Muhammed(sav) peygamberliğini ilan ettikten sonra başta amcası Ebu Lehep olmak üzere Mekke’nin kabile reisleri ve zenginleri tarafından hakarete uğradı tukaka edilmeye, aşağılanmaya, alay edilmeye başlandı.

Oysaki o insanların hemen hemen hepsi son bir peygamberin geleceğini biliyorlardı.

Peki, bu şiddet bu celal niye?

Kendileri gibi kabile reisi, zengin varlıklı insanlar dururken Muhammed gibi dürüstlüğünden başka bir şeyi olmayan birisi nasıl olur da peygamber olurdu?

Hz. Yusuf(as) kıssasında olduğu gibi haset, kıskançlık, çekememezlik işin temelini oluşturuyordu.

Bizim gibi zenginler dururken böyle önemli bir görev sıradan birine nasıl verilirdi?

Bize değil de niye ona peygamberlik verilmişti.

Burada şuna dikkat çekmek gerekir ki

O’na karşı çıkanlar Muhammet şimdiye kadar yalan söylememiştir ama artık yalan söylüyor demiyorlardı.

Doğru söylediğini biliyorlardı ama kabullenemiyorlardı

Bizden biri değilde niye O

Günümüzde de öyle değil mi?

Artık işler karışmış, her şey tersine dönmüştü.

Baskı zulüm ve işkencelerin bini bir paraydı.

Ne oldu bu Mekkelilere bunlar düne kadar dost ve ahbaptılar.

Bunlar aynı millet, aynı ırktan, aynı renkten, aynı dili konuşan insanlar değil miydi,?

 Ne oldu bunlara böyle?

Niye bu kadar çirkefleştiler?

                                                                            Devamı var

KKTC’deki Seçim ve Anayasa

Bugün KKTC’de Cumhurbaşkanlığı seçimi var. Seçim Kıbrıs Türk’ünün  geleceğini belirleyecek ve  Türkiye için  büyük önem taşımaktadır.  Seçim, Rum Kesiminin Kıbrıs üzerindeki haklarının genişleyip genişleyemeyeceği konusunda ölçü olacaktır. KKTC buharlaşıp uçacak mı? Türkler her an yine ölümle burun buruna gelecek bir azınlık mı olacak? Adadan sürülüp atılacaklar mı? Mallarına el mi konacak? Türkiye’nin antlaşmalardan doğan hakları rafa mı kaldırılacak? Örtülü tek Rum Devletine ve tek millete mi geçilecek? Bu seçim bunu belirleyecektir.

Annan Planının kabulünden bu tarafa köprünün altından çok sular aktı. Türk ve KKTC bayraklarının bulunmadığı, “Yes Be Annem” şamataları ile dolu mitinglerin, yoğun paralı propagandanın ve AB hayallerinin bugün hangi noktaya geldiğini daha iyi görüyoruz. Eğer Annan Planı Rum tarafından reddedilmeseydi; o zaman iş çoktan bitmişti. KKTC’yi yok sayan, fazla devlet tarafından tanınmadığını ileri süren, Kıbrıs’ın artık Türkiye için stratejik önem taşımadığı saçmalamalarını çok dinledik. Şimdi artık ayaklarımızın yere basması lazım. Kıbrıs Türk’ü topraklarının elinden gittiğini ve ileride gideceğini anlamıştır. Türk değil de “Kıbrıslılık” sözde kimliğini dayatanların nasıl bir emperyal amaç güttüklerini görmüş olması gerekir.

KKTC’yi Türkiye’nin AB üyeliği önünde engel görenler; aslında KKTC’nin ve Türkiye’nin önündeki gerçek engellerdir. KKTC’ye karşı dışarıyla utanmadan işbirliği yapanlara, Kıbrıs Türkü’nü her dönem satmaya hazır olanlara, pembe, romantik ve hayali tablo çizenlere oy verilmemelidir. “Efendim Derviş Eroğlu kazanırsa Rum tarafı masadan kalkarmış…” böyle saçma bir gerekçe uluslararası ilişkilerde hiçbir zaman geçerli olamaz. Ülkeler, menfaatlerini kişilere göre tayin etmezler. Şu bir gerçek ki Rum tarafı ve ada üzerinde emperyal amaçlar güdenler Sayın Eroğlu’nun kazanmasını tabii ki istemeyecektir.

KKTC ve Türkiye uygulayacağı politikayı Rum kesimi liderinin tavrına göre mi belirleyecek? Yoksa Rum tarafını masaya oturmaya mecbur bırakacak dış politika kozlarını mı kullanacak? Şimdi Cumhurbaşkanı olan ve “Zaten KKTC Bir Hayaldi” diyerek niyetini ortaya koyan Talat’tan memnun olmayan yabancı göremedik. Yer yer Türkiye’yi yönetenler bile kendisinden memnun olmak zorunda bırakıldı. Bu da çok tartışmalı bir konudur. Kıbrıs Türkü kendi kaderini kendi elleri ile çizecek. Geçmiş yanlışlardan ders alacak ve Sayın Eroğlu’nu destekleyecek. Bugün bunu ümit ediyoruz ve bekliyoruz.

Anayasa meselesi partiler üssü bir konudur. Türkiye’nin geleceği ile ilgilidir.  Dış dayatmalara göre düzenlenecek bir anayasa ne yerli, ne de sivil olabilir. Eğer bu dayatmalara bugün hak verecek olursak zaten milli mücadele yapmaya ve Cumhuriyeti kurmaya da gerek kalmazdı. Wilson Prensiplerini kabul eder, Anadolu coğrafyasında birkaç devletçik kurardık.

Bugün anayasa değişikliği bir başlangıç konumundadır. Asıl amaç; anayasa üzerinde değişikliklere toplumu alıştırmak, arkadan dolanıp sonunda işi anayasanın değiştirilemez, tartışılamaz ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş sebep ve amacını teşkil eden giriş maddelerine getirmektir. Türk devletini ve Türk milletini farklı milletlere götürmek, etnisiteleri milletleştirmek, egemenliği paylaştırmak için yerli müşteri aramaktır. Bugün bunun hazırlığı yapılıyor. Cumhuriyetten ve milli devletten intikam almak için anayasacılığa soyunulmaz. TRT 6, seçimlerde Kürtçe propagandaya izin, TBMM’de bekletilen mahalli idareler temel yasa tasarısı belirli bir alt yapıyı oluşturuyor.

“Biz TBMM’de çoğunluğu oluşturuyoruz;  basın, yargı, yasama ve diğer bütün önemli kurumlar bizim emrimize girmeli” şeklindeki bir anlayış ne mevcut Anayasaya; ne de demokrasiye uygundur. Her kurumda yandaş yaratmak, çoğulcu demokrasiyi dışlayıp çoğunlukçu bir dikta peşinde koşmanın demokrasi ile ilgisi yoktur.

Türkiye devamlı birbirinden rövanş almak isteyen iki kutup arasına sıkıştırılmıştır. Tepki anayasacılığı istikrar getirmez. Ne yıllar önce Başbakanlıkta kurulan anayasa komisyonu, ne de Abant Toplantıları unutulmuş değildir. Malûm komisyona seçilenlerle iktidara rey verenlerin fikir çizgileri taban tabana zıttır. Seçmen bu çelişkiyi görmelidir. Sayın Başbakan’ın son Paris gezisinde de ifade ettiği gibi, etnisiteleri Türk Milletinin ayrılmaz bir parçası ve zenginliği olarak görmeyip onları ayrı birer millet gibi ifade eden, milli kimliği bir türlü içlerine sindiremeyen Türküm diyemeyen bir siyasi kadroya anayasa değişiklikleri havale edilemez.

Polonya Polonya Olalı

Dış politika milletlerin tarihî geleneğidir. Maç – magazin kafasıyla ve ortalama zekâyla anlaşılmaz. Ülkelerin iç politik dengelerini okumak isteyenler dış dengeleri çözümlesinler, yeterli.

Meselâ; Kırgızistan. Asker Akayev‘in bağımsız ve kalkınma temelli politikası Amerikan destekli turuncu bir darbeyle devrildi. Yerine yolsuzluk ekonomisi eksenli Kurmanbek Bakiyev geldi. Sonrasında Rusya bir halk ihtilâliyle mevcut iktidarı kanlı bir biçimde devirdi ve kendine yakın Roza Otunbayeva‘yı başa geçirdi.

Meselâ; Polonya. ABD, o işin kontrasını NATO’cu ama Rusya‘yla yakınlaşma eğilimleri gösteren Polonya Devlet Başkanı Kaczynski‘yi ve üst düzey askeri-sivil bürokratların bulunduğu uçağı Rusya sınırları içinde düşürerek attı. Bir taşla çok kuş: 1-Kırgızistan‘ın rövanşı, 2-Sorumluluk ihalesi Rusya‘ya, 3-Rus Büyükelçisi de uçakta (Rusya’ya mesaj), 4-Diğer ülkelere ‘şakam yok‘ ihtarı.

Şu Polonya‘nın dış devletlerden çektiğini Süleyman Efendi nasırından, ‘Sivas Sivas olalı‘ Devlet operasından çekmemiştir. 1795‘te Rusya, Avusturya ve Almanya tarafından paylaşılan Lehistan tam 123 yıl sonra 1918‘de Polonya adıyla ancak kurulabilmiştir. Sonrasında Komünist Rusya‘nın kahrını çektiler onyıllar boyu, şimdilerde de Kapitalist Amerika‘nın.

Ne der bir Polonya atasözü; “Vistül Nehrinin sularına Türk atlarının nalları değmedikçe Polonya gerçek bağımsızlığına eremez“. Atatürk dönemi gibi millî dış politika uygulayamazsanız bırakın size umut bağlayanları, siz kendi bağımsızlığınıza bile dış devletleri ortak koşarsınız. Sonrada hem ‘lâ şerike lek‘ dersiniz hem de Allah’ın emirlerinden evvel Amerika’nın emirleriyle amel etmeye başlarsınız.

Sizi uyaran, ikaz eden ve eleştirenleri de bozgunculukla suçlarsınız. Bakara 11-12‘deki gibi; “Onlara yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın dendiğinde -Biz ancak ıslah edicileriz derler. Oysa onlar bozguncuların ta kendileridir.Sam Amca‘nız Irak ve Afganistan‘a Pakistan‘ı da eklemiş, doğraya doğraya gidiyor. Siz de zaten ‘tek‘ olan birliğimizin yapı taşlarını “Sen Kürt’sün“, “Sen Roman’sın“, “Sen Alevî’sin” diye ayırma bozgunculuğuyla ateşe benzin taşıyorsunuz.

Biz bu filmin senaristini, rejisörünü, sponsorunu biliyoruz da siz bu figüranlığı neyin karşılığında kabul ettiniz? Turuncu devrimlerin en sessiz ve derinden geçeni 28 Şubat‘tı. Şimdi Amerika’nın yatak arkadaşıyız. Demek ki ‘Our Boys’ dizisi 1980’den kesintisiz 2010’a 30 bölümdür reyting kralı.

Hüseyin Kıvrıkoğlu‘na sıkılan kurşunu, vurulan Muavenet‘in kumanda odasını, Süleymaniye‘de askerimize geçirilen çuvalı ve zamanlı otomobil helikopter kazalarını unutmadık. Rahmetli Özal, Türkeş ve Ecevit‘in ölümleri üzerine hala çokça spekülasyon var. Peki, size karşı ABD‘nin bu ihtiraslı sevgisi karakaşınız ve gözünüzden mi? Hiç mi ters düşmediniz şu adamlarla? Hiç mi ‘tık‘ yok 10 yıl boyunca?

Gölcük‘teki meşhur yöneticinin atamalarla ilgili tavrına benziyor ‘seviyeli ilişki‘niz. “Bir sorun var mı, abi? -Yok kardeşim, ne diyorlarsa yapıyorum.

Ne diyorduk; dış kurgulara bakın iç burguları anlarsınız.

Meselâ Türkiye!

 

Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V.)’İn Örnek Ahlakı

0

Allahu Teâlâ insanların her iki cihanda huzur ve mutluluğa erişmeleri için kitaplar ve peygamberler göndermiştir. Kutsal kitaplarda emredilen ibadetler ve güzel davranışlar peygamberlerin hayatında sembolleşmiş ve birer örnek halini almıştır.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen son peygamber Hz. Muhammed (S.A.V.)’in hayatı ve güzel ahlakı Kur’an-ı Kerim’de Müslümanlar için en mükemmel örnek olarak gösterilmiştir:  “Andolsun Allah’ın Rasûlünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için en güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb, 21)

Hz. Muhammed (S.A.V.) sadece Müslümanlara değil, bütün insanlık için bir rehberdir. Çünkü O, insanlığı şereflendirdiği günden bugüne ve hatta kıyamete kadar bu özelliğini ve güzelliğini muhafaza edecektir. O, vaaz ettiği kaide ve kurallarla kalpleri ve gönülleri yönlendirmeye ve aydınlatmaya devam edecektir.

Çünkü O’nu yetiştiren, âdâbı öğreten bizzat Allahu Teâlâ’dır. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte buyuruyor ki: “Beni Rabbim edeblendirdi (terbiye etti), edebimi de üstün ve güzel eyledi.”

Sevgili Peygamberimizin doğrudan doğruya Cenab-ı Hak tarafından terbiye edilmesi çok önemli bir özelliktir. Bu edep ve terbiyenin beşeriyetin huzur ve saadeti için ne kadar önemli olduğunun açık delilidir.  Gerçekten de edep, hayâ, terbiye ve güzel ahlak insanı eşref-i mahlûkat yapan, diğer bütün varlıklardan üstün bir mevkie çıkaran değerlerdir.

Kâinatın Efendisi bütün ahlaki özellikleri üzerinde toplamıştı. O, hayatı boyunca doğruluktan ayrılmamış, dost düşman herkesin güvenini kazanmış, daha peygamber olmadan insanlar O’ndan itimat edilir, güvenilir, kendisinden kötülük sudur etmez anlamına gelen “Muhammedü’l Emin” diye bahsetmişlerdi.

Yüce Allah’ın “Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik” (Sebe, 28) hitabının sahibi Hz. Muhammed (S.A.V.)’in bütün insanlığın örnek alacağı ve hayatına uygulayacağı kaide ve prensiplere karşı duyarsız kalmak iman sahibi insanlara yakışan bir vasıf asla olamaz.

Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.) örtüsüne bürünmüş bâkire bir genç kızdan daha edebli idi. Aşırı hayâsından, ömründe hiçbir adamı azarlamamış, yürürken sukûnetle yürümüş, hiçbir zaman kahkaha ile gülmemiştir. Hâlbuki O devirde Arabistan’da ve diğer memleketlerde edeb ve hayâya zerrece riayet edilmezdi. Böyle bir devirde dünyayı şereflendiren Efendimiz (S.A.V.), insanlık için bir kurtuluş lideri olarak Allah tarafından gönderilmiştir.

Hz. Peygamber (S.A.V.) edeb ve hayâsından halk içinde, kalabalık yerlerde, çarşı ve pazarlarda yüksek sesle konuşmaz, hoşa gitmeyecek sözler söylemezdi. Yine müstesna edeb ve hayâsından hiçbir kimsenin yüzüne dikkatlice bakmazdı. İnsanların görülmesini istemedikleri yerlerine ve kusurlarına bakmaz, görse bile görmezden gelirdi. O, insanları edeb ve hayâya teşvik eder, hayânın imanın bir parçası olduğunu ifade buyurur, onları harama gitmekten sakındırırdı. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz’in ahlâkını Hz. Aişe Vâlidemize sordular. Kısa ama çok güzel bir cevap verdi: “O’nun ahlakı Kur’an’dı.”

Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.)  daima güler yüzlü ve tatlı dilli idi. İnsanların yüzüne bakarak, tane tane, az ve öz konuşurdu. Zengin-fakir, büyük-küçük, âlim-cahil ayırımı yapmaksızın bütün müminleri severdi. Önce kendisi selâm verir, herkesle musafaha ederdi. Davet edilirse, davete mutlaka icabet ederdi. Vefakârdı, kendisiyle uzaktan yakından ilişkisi olan her insanlara, ömrünün sonuna kadar ilgi ve alakasını devam ettirmiştir. Yetim, öksüz ve küçük çocuklara karşı çok şefkatli davranır; yaşlı, kimsesiz, yoksulları himaye ederdi. Çocukları çok sever, başlarını okşardı. Zayıf, yoksul ve yetimlere karşı çok merhametli idi. En mahrum durumlarda bile elindekini başkaları ile paylaştığı, bazen aylar geçtiği halde evinde ateş yanmadığı bilinen bir peygamberin ümmetiyiz.

Asla öfkelenmez, Allah’ın emri çiğnenmedikçe kimseye nefsi için kızmaz ve intikam almazdı.  İnsanların kusurlarını yüzlerine vurmaz, tenkitlerini isim vermeden topluma yapardı. Hayatı boyunca kimseyi incitmemiş, kimseyi kırmamıştır.

Peygamberimiz toplulukta yemek yemeyi severdi. Yemeğe besmele ile başlar, sağ elini kullanır, tıka basa doymadan sofradan kalkar, yemekten önce ve sonra ellerini yıkardı. Sağlığa zararlı ve dinen haram olan veya kokusuyla çevresindekileri rahatsız edecek şeyleri yemez; bunların dışında hiçbir yemek için “sevmiyorum” demez ve var olan nimete şükrederdi. Sofra kurallarına mutlaka uyar, bu konuda çevresindekileri de sabırla ve nezaketle eğitirdi.

Giyiminde temizliğe ve sadeliğe önem verir, pejmürdelikten hoşlanmazdı. Temizliği “imanın yarısı” sayardı. Bizzat kendisi temiz olduğu gibi bu alışkanlığı etrafındakilere de kazandırmaya çalışırdı. Lüks ve ihtişama önem vermez, geçici sıkıntıları tasa edinmezdi. Diğer müslümanlara da kanaatkâr olmayı, hayata daima iyimser bakmayı telkin ederdi.

Gönlü zengindi. Affetmeyi sever, kimseyi incitmez, düşmanlarının dahi iyiliğini isterdi. Kur’ân-ı Kerîm’de onun bu meziyetinden övgüyle bahsedilir ve şöyle buyurulur: “Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, muhakkak ki insanlar çevrenden dağılır giderlerdi…” (Âl-i İmrân,159). O,

Yeri gelince eşsiz bir yiğit, yeri gelince de son derece halim selim idi. Adaleti titizlikle korur; insanlara sırf mevki ve makamlarına göre muamele etmezdi. Aksine fakirlerin, kimsesizlerin, yetimlerin, hastaların, gariplerin, çocukların daha çok ilgi ve mutluluğa muhtaç olduklarını bilir ve bunu onlardan esirgemezdi. O, fakir, yetim ve öksüzlerin koruyucusu idi.

Kibirlenmekten nefret eder, kibirle imanın bir kalpte birleşemeyeceğini söyler; kimseye karşı ululuk taslamaz; fakat düşmanları karşısında da ezilip küçülmezdi. Mütekebbire tekebbür sadakadır düsturu ile hareket ederdi. Otoritesini sürdürmek için sunî ve zorlama tedbirlere başvurmaz; meclislerde boş bulduğu yere otururdu. Dalkavukluktan nefret ederdi. Kendisine bir ilâh gözüyle bakılmasına asla razı olmaz; kendisinin de bir insan olduğunu, sadece Allah’ın korumasıyla hata ve günahtan kurtulabileceğini hiçbir kaygıya kapılmadan samimiyetle ifade ederdi. Halkın arasına katılır; insanlarla olan ilişkilerini herhangi bir insan gibi sürdürür; hastaları, dostlarını, komşularını ziyaret eder; Müslümanların acı ve tatlı günlerini paylaşmaktan geri kalmazdı. Aile mensuplarına yardım etmekten büyük haz alırdı.

Mübarek yüzünden tebessüm eksik olmazdı. Bir şeye üzüldüğü zaman da somurtmazdı. Cömertlikte emsalsizdi. Kendisine ne gelirse, hepsini geldiği zaman akşama kadar dağıtırdı Akşam gelmişse sabaha kadar evde bekletmezdi, dağıtırdı.

İnsanların en merhametlisi ve en şefkatlisi olan Hz. Muhammed (S.A.V.)’e ümmet olma şerefini lütfeden Yüce Allah’a binlerce, yüz binlerce defa şükürler olsun. Allahu Teâlâ bizlere Peygamber (S.A.V.)  Efendimiz’in ahlâkıyla ahlâklanmayı, böylece rızasını kazanarak hem dünyada hem de ahiret hayatında mutlu olmayı nasip eylesin.

 

Girişimci, İstihdam, Devlet, Belediye vs.

0

İnsan bazı zorlukları yaşadıkça, bazı saçmalıkları gördükçe anlıyor. Son zamanlarda bazı iş adamlarının intiharları, medyada yer almaya başladı. Bu insanların kimilerini bizzat, kimilerini de gıyaben tanıyorum. İntiharın, inancıma göre hiçbir haklı sebebi yok; ancak intiharı bir kurtuluş yolu olarak seçenleri de anlamaya çalışıyorum.

“Bu ülkede insan olmak, zor.” cümlesini  hep söylerim. Hele istihdam oluşturmak arzusuyla yasalara uygun bir iş kurmak daha da zor. Destek olması gereken yasalar, girişimciyi kösteklemek düşüncesiyle yazılmış. İşin içinden çıkamayan müteşebbis bazen, bu nedenle intiharı bir yol olarak seçebiliyor.

Biri vergi denetmeni, diğeri mali müşavir iki arkadaşla sohbet ediyoruz. Sorum şu: “Bir iş adamının hiç vergi kaçırmadan ayakta durması mümkün mü?” Denetmen arkadaşıma göre bu mümkün. Müşavir arkadaşıma göre bu mümkün değil. Müşavir arkadaşım izah etmeye başlayınca, denetmen susmak zorunda kaldı. Benim gözlemim de o ki, yasalara uygun biçimde iş kurmak ve kurduğun işi yaşatmak mümkün değil. Yasalar tam bir Deli Dumrul. Bunu gören, yaşayan insanlar; ya girişimcilikten vazgeçiyor ya işi yarı yolda bırakıyor ya da istenmeyen sonuca başvuruyor.

Eğitim sektöründe iş yapan bir arkadaşla konuşuyorum. Önce şirket kurmuş, şirketi kurmak için notere, Ticaret Odası’na vb yerlere epey para harcamış. Bina kirası, stopaj, yayınlar, reklam vb nedenlerle bir hayli borçlanmış. Hiç beklemediği anda bir de belediye memurları gelmiş, binanın dışına takılan tabelayı santimine kadar ölçüp yüksek bir ücret çıkarınca arkadaşımız, artık çıldırmış. Her gittiği yerde yaşadıklarını anlatıp tabela vergisinin mantığını anlamaya çalışıyormuş ve “Belediyeler bize destek mi köstek mi?” diye soruyormuş.            

Tabela, bir iş yerinin adıdır. Kişinin isminden vergi alınmadığı gibi, bir tüzel kişilik olan işyerlerinden de tabela vergisi alınmasının bir mantığı yoktur. İşin reklam boyutu düşünülebilir; ancak reklam da kişinin kendisini tanıtması için gerekli değil midir? İsmi görünmeyen bir iş yerine kaç kişi gider, orayı kaç kişi bulabilir? Tabela, sadece hizmet üretenler için değil, bilhassa hizmet alanlar için gereklidir. Yüksek vergi almakla, belediyeler bir bakıma hizmet alanları cezalandırmış oluyor. Alıcı ile satıcının buluşamadığı yerde de pazar olmaz, pazar yoksa ticaret olmaz. Kazanan yok, kaybeden çok.

Garip milletiz, bir acayip ülkeyiz. Yabancıya gösterdiğimiz müsamahayı kendi insanıma göstermiyoruz. Fesatlık, kıskançlık; iliklerimize kadar sinmiş. “Çok laf yalansız, çok para haramsız olmaz.” diye bir laf uydurmuşuz; iş üreterek para kazananlara haram yiyici gözüyle bakıyoruz. Kişiler, kurumlar, kuruluşlar birbirine güvenmediği gibi, birbirinin sırtından geçinmeye çalışıyor. Devlet ve diğer kamu kuruluşları, müteşebbisin önünü açması, onları desteklemesi gerekirken yolunacak kaz gibi saldırıyor, sinekten yağ çıkarmaya çalışıyor. Doğmadan öldürülen çocuk, kimi sevindirecektir? Buna sevinen sadist ruhlar da mutlaka vardır.

Girişimciliği baltaladığına inandığım bazı kuruluşların, sosyal belediyecilik adına yaptığı yardımlarla tembelliği teşvik ettiğini de düşünmüyor değilim. Zamansız, yersiz, popülizm adına yardımların yapıldığı, maalesef, kamuoyunu meşgul etmekte. Belediyeler garsondur, gardiyan değildir; hizmet üretmelidir, hizmete engel olmamalıdır. Kendisi istihdam yaratmak zorunda değildir; ama istihdam yaratanların önünü açmalıdır. İstihdam yaratan bir devlet veya belediye Demirperde ülkelerin kokuşmuş sistemlerinin demode anlayışıdır. Nerede hür düşünce, nerede hür teşebbüs? “İstediğin teşebbüsü yapabilirsin; ama çıkardığım yasalarla ve denetim memurlarımla seni boğarım.” uygulaması, tam bir samimiyetsizlik!..

Kazanç, ticaretin dinamosudur. Kazanmayan ticaret, yapılmaz. Kazanç da emek sahibinin hakkıdır. Emek sahibinin kazancına el koymak, zulümdür, kul hakkıdır.

Ben görüp yaşadıklarımdan sonra düşündüklerimi yazdım. Gerisini sorumlular veya sorumsuzlar düşünsün.

 

İsraf, İsraf Bizi Yıkan İsraf

0

Bugün biraz farklı konuya değinmek istedim. Yukarıda başlığını attığım ve bu konunun birçok şeyle irtibatlandırılabileceğinden yola çıkarak, alış veriş yaparken ihtiyaçtan fazlasını almamak ve alınan sebze, meyve, bakliyat gibi ürünlerin raf ömrü ve bozulmalara karşı dayanıklılık durumuna göre alınmalıdır. Sebze ve meyveler yıkandıktan sonra mutlaka kurulanması gerekir. Çünkü üzerinde kalan ıslaklık rutubetin artmasına neden olacağından çürüme daha erken olacaktır. Buzdolabında günlerdir pişirmeyi beklediği için pörsüyüp çürüyen sebzeler iyi saklanmayan bakliyat çeşitleri buzdolabına koymayı unuttuğumuz yemeklerimiz, bayatlamış ekmekler sararmış yeşillikler plansız alış verişin sonucudur.

Günde 3 öğün soframıza gelen ekmeğin maalesef her gün sayılarla ifade edilemeyecek kadar çok oranda çöp tenekelerinde görmek bana ızdırap veriyor. Aylık ortalama 200 milyon civarında sadece ekmeği çöpe attığımız düşünülürse israfın boyutlarının ne olduğunu hemen anlayabiliriz. Oysa ekmek en büyük nimettir, yeri çöplük değildir.

Su israfında, elektrik israfından, boşa akıtılan sudan kamu kurum ve kuruluşlarında gündüz alenen yanan ışıklardan gereksiz kullanılan elektrik ocaklarından, yatılı okullar, yine çeşitli kamu kurum ve kuruluşlarında, askeri birliklerden çöpe giden yemekler ekmekler bilmiyorum hangisinden bahsetsem evimize aldığımız eşyayı bir müddet sonra miadı dolmadan atmaktan, yine en önemli gördüğüm israfların biride ilaç israfı her yıl milyonlarca insan yiyecek bulamadığı için ilaç alamadığı için hastalanır.

Sakat kalır veya ölürken milyonlarca insan gereksiz ilaç kullanımı sonucu milyonlarca dolar çöpe gitmektedir. Ayrıca ilaç firmalarının daha çok para kazanma satışını artırma uğruna Trilyonlarca parayı eğitim ve tanıtım adı altında doktorları yurt dışı gezilerinden tutunda her türlü reklâm, tanıtım ve çıkarılan bazı tıp dergilerinin reklâm vererek sponsorluklarını yaptıkları görülür.

Yukarıda sadece birkaçından bahsedebildiğimiz israf konusunda acaba yeterince ehem niyet verebiliyor muyuz? Eğitim kurumlarında israfla ilgili öğrencilerimize yeterli eğitimi verbiliyormuyuz. Aileler bu konuda acaba ne kadar duyarlılar. Sivil toplum örgütleri, basın bu konuda neler yapıyor.

Bu konu ile ilgili bir anektod sizlerle paylaşmak istiyorum. Çin Halk Cumhuriyetinden yüksek mertebede bir devlet yetkilisi ülkemize gelir. Yemek vakti gelince Ülkemizin görevlisi ile yemeğe çıkarlar. Yemekte Çinlilerin meşhur yemeği pilav vardır. Pilavı tahta kaşıklarla yemeğe başlar. Tabi pilavın sonu gelir, içerisinde 20-30 adet pilav danesi kalır, bunların hepsini tek, tek üşenmeden alırken bizim yetkili, bırakın neden bu kadar uğraşıyorsunuz der, Çinli yetkili cevap verir. Benim ülkem 1 milyar nüfusu var günde 2-3 defa pilav yendiğini düşünürsek yaklaşık 80-100 milyar pirinç danesi yapar ayda şu kadar, yılda şu kadar ve bununla da şu kadar insanlar doyar. Bilmiyorum başka bir şey anlatmağa gerek varmı? Cenabı Allah (CC) bütün nimetleri insanlık âlemi için yaratmıştır. Yoksa parasını verdim yerim içerim atarım değil yiyiniz içiniz ama israf etmeyiniz. İşte bu yüzdendir ki insanlığın bu ayıbı nedeniyle her yıl milyonlarca insan açlıktan yok olmakta, hastalanmakta, sakat kalmaktadır.

Öyle ise; buradan ana, babalara, öğretmenlere, öğrencilere, Belediyelere, siyasilere sivil toplum örgütlerine, basına ve bütün herkese sesleniyorum. Gelin bu illeti yok etme adına hepimiz elimizden geleni yapalım.

İlim – irfanı bir arada şahsında bulunduran insan ve İlim – irfanı bir arada buluşturan Ocak

0

İnsanlarımızın güzellikle donatılmasının en güzel örneklerinden olan Nevzat Yalçıntaş’a Vefa Gecesi, katılımcı gönül dostlarını mutlu eden bir program olmuştur. En önemlisi Kocaeli kamuoyuna İstanbul beyefendisi olgusunu tanıtmıştır. Bu tarihi güne kadar birçok insan tanıdığımı düşünüyordum. Böylesini ilk defa tanıma şansına sahip oldum. Şahsına nevi bir beyefendi ilim ve irfanı bir arada şahsında bulunduran örnek şahsiyet, değerli insan.

Organizasyonu düzgün ve başarılı kılan en önemli unsur, önceden gerekli hazırlıkların yapılmış olmasıdır. Emeği geçenleri takdir etmeden geçmek mümkün değildir.

Program Nevzat beyin salona teşrifleriyle başlamış olması izleyicileri memnun etmiştir. Programın şiir gibi akıcı olmasında katılımcıların hepsinin değerli ve yetişmiş insanlar olduğundan kaynaklandığı gözden kaçmadı.

Geceye Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş’ın yanı sıra Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, Kocaeli Valisi Gökhan Sözer, Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu, Saadet Partisi eski Genel Başkanı Recai Kutan, AK Parti Elazığ Milletvekili Necati Çetinkaya, İstanbul Milletvekili Ahmet Tan, İstanbul Ticaret Odası Başkanı Dr. Murat Yalçıntaş, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Sedat Murat ve Kocaeli Aydınlar Ocağı mensupları katıldılar.

Başbakan yardımcısı Cemil Çiçek konuşmasında Nevzat Yalçıntaş’ı anlatırken “O bir ilim adamıdır, ilim, irfan adamıdır. Günümüzde ilim ve irfanı bir arada şahsında birleştiren insan sayısı çok azdır. Sayın Yalçıntaş bunu başarmış bir kişiliktir”” Prof. Dr. Yalçıntaş’ın aynı zamanda bir hizmet adamı” Bugün, Nevzat hocamızın üslubuna, sorunlara yaklaşımına ihtiyaç var”” Yalçıntaş’ın tedbirli, temkinli ve teenniyle hareket eden bir insan olduğu” “Sayın hocam bizlere kutup yıldızı oldu. Ufkumuzu ve yönümüzü şaşırmadık ve bu gün bu makamlara onların sayesinde geldik” ifadeleriyle anlatması salonda bulunan bizleri ayrı dünyalara götürmüştür. Hocamızın üslubunu ve hayat anlayışını;” Öfke gelir göz kızarır, öfke gider yüz kızarır diye güzel bir söz var. Ne gözümüz, ne de yüzümüz kızarsın. Bunu temin etmenin yolu da teenniyle hareket etmekten geçer. ‘Söylediğim doğrudur ama başkalarının da doğru söyleme ihtimali var'”  sözleri ile tamamladı.

Günün diğer protokol konuşmalarında Sayın Valimizin şiirimsi konuşmaları da her zaman olduğu gibi katılımcıları çok etkiledi. Büyükşehir belediye başkanımız Karaosmanoğlu Bey de sempatik öğretmen tavrı ile Nevzat hocanın talebesi olduğunu anlattı

Bence günün önemli konuşmacılarından Rusya Parlamentosu Duma’da Danışman olan Malik Kerimov‘un anlatımları ile Nevzat hocamızın dünya diplomasisindeki yerini ve etkisini görme fırsatını yakalamış olduk.

Açılış konuşmasını yapan Ahsen Okyar Bey, alışılmış üslubunun dışına çıkarak kendi görüş ve düşüncelerini ve gelişen olayları değerlendirmeden yaptığı konuşması çok yalındı. Hafta içinde köşesinde Nevzat Yalçıntaş bey ile alakalı duygularını yazan Aydınlar Ocağı üyesi Ruhittin beyin yazılarından alıntı yapması beklenen bir konuşma olmadı. Herhalde bir sebebi olmalıydı diye düşündürdü.

Prof. Dr. Sedat Murat Hocamızın yönetiminde yürütülen panel gerçekten çok seviyeliydi. Gerek yönetim gerek zamanın kullanılması gerekse katılımcıların Türkiye’nin yönetiminde sevk ve idaresinde düşünceleriyle ve yönetim anlayışlarıyla önde gelen kişilerden olması, hepsinin tevazu sahibi olmaları paneli beklenenden üstün kıldı. Zaten anlatımlarında birçoğunun hocamızın gerçek dost ve çalışma arkadaşları olmaları hocamızın üstünlüklerinin ortaya çıkmasını sözlerden önce sağlamıştı. Sayın Recai Kutan beyin tarihi anekdotları adeta ders anlatan hoca kıvamında dinleyicileri günümüzün gerilerine götürmeye yetti. 68 kuşağından önce 50 li kuşağın tarihteki yerini vurgulaması ilgi çekiciydi. Ali Çoşkun beyin anlatımındaki, akıcı üslup ve Hocamızın nüktedan ve akıl dolu pozitif düşünce sisteminde olduğunu çok güzel anlatmaya yetti. Necati Çetinkaya Milletvekilimizin düz, esprili konuşması dinleyicileri mest etti. Ahmet Tan vekilimizin AGİT ile olan notlarındaki ilgi çekici tespitler Nevzat Yalçıntaş hocamızın uluslar arası devlet adamlığındaki bilinmeyenleri ve tecrübelerini bize çok iyi anlattı.

Konuşmaların ardından yapımcılığını Ahmet Ünal’ın üstlendiği, Yalçıntaş’ın hayatını anlatan belgesel gösterildi. Sıkmadan bir ömrü anlatması etkili oldu.

İlimizde olup da Nevzat hocamız ile olan anılarını anlatan değerli gönül dostlarımızın (Gazeteci-Yazar Mustafa Yazgan, Prof. Dr. Recep Tarı, Kocaeli Büyükşehir Genel Sekreteri Ersin Yazıcı ile Kocaeli Aydınlar Ocağı’nın iki eski Başkanı Nihat Gürer ve Dr.H. İbrahim Kahraman) anıları da hoş duyguların oluşmasına neden oldu.

Kurucusu olduğu Aydınlar Ocağı tarafından bu şekilde anılmanın kendisini çok mutlu ettiğini ve katılan emeği geçen herkese teşekkür eden Nevzat Yalçıntaş hocamız, kısa anlatımlarında gerçekten hocaların hocası olduğunu gösterdi.

Bazen tebessüm ederek, bazen şakalaşarak, Yalçıntaş’ı tanımlamaya çalıştıklarını ifade eden katılımcıların anlattıkları, İstanbul beyefendisi, İlim ve irfan sahibi, samimi sevgi ve saygı ifadeleriyle anılan, Türk milletine ve İslam Dünyasına hizmet etmiş milli kültürümüz ve milli davalarımıza sahip, çok yönlü bir ilim ve halk adamı  Nevzat Yalçıntaş’ı anmak ve anlatılanları dinlemek üzere küçük de gelse o salonda bulunmak çok önemliymiş. Bizlere bu imkânı sunan Kocaeli Aydınlar Ocağı Başkan ve yöneticilerine teşekkürler.

İlim ve irfan sahibi hocaların hocası Nevzat Yalçıntaş hocama ve tüm ailesine sağlıklı uzun ömürler diliyorum.

Ziya Gökalp’ın İstemediği “Boşolar”

1960lı yıllarında, Diyarbakır’da, Ziya Gökalp ismi ile özdeşleşen bir üniversite kurma derneği vardı. O dönemde Diyarbakır’da görev yapan akademisyenler ve Diyarbakır’ın kadim halkı hatırlar; yeni açılacak bir üniversiteye “Ziya Gökalp Üniversitesi” adının verilmesi halkın genel istemi ve arzusu vardı. Üniversitenin çekirdek kuruluşu olarak ve sonraki fakültelerin devamı için, Ankara üniversitesine bağlı bir fakültenin açılması prensip olarak benimsenmişti ve ilk fakülte olarak da “Diyarbakır Tıp Fakültesi” açılmıştı. Daha sonra üniversiteye dönüşmek üzere yeni fakülteler açıldı, gelişti ve 1750 sayılı yasaya göre “üniversite” oldu. Bir süre “Diyarbakır Üniversitesi” olarak tabelada isim kaldı. Fakat her nedense “Ziya Gökalp” ismi bir türlü verilmedi bu üniversiteye! Acaba, Ziya Gökalp’ın milliyetçilik ile ilgili düşüncelerinden dolayı mı ismi verilmedi üniversiteye?! Bilemiyorum…

Daha sonra “Dicle Üniversitesi” olarak isimlendirildi.

Zamanın karar verici mekanizmalarında etken olan güçler, üniversiteye Ziya Gökalp isminin verilmemesinde, “Türkçülüğün Esasları” adlı eserinde, temel felsefe ve ilke olarak önerdiği “Türkleşmek, İslamlaşmak, muasırlaşmak” hedefi ne kadar etkili oldu, sorusuna da yanıt veremem!

Şimdilerde, devlet karşıtı bazı hareketin neredeyse merkezi durumuna gelmiş Diyarbakır’da AB militanları kol gezmekte, medyaya poz vermekteler… Her nedense hiç Ziya Gökalp’ ten bahsedilmiyor. Tarihteki kuruluşu ve yaşam kültürü ile tam anlamıyla bir Türk kenti olan Diyarbakır’ın yetiştirdiği dünyaca tanınan Türkiye’nin ünlü sosyologu Gökalp’ı Diyarbakırlılar neden sahiplenmiyor sorusunun cevabı merak ediliyor.

Süleyman Nazif, Cahit Sıtkı, Ali Emiri’ den de ses yok! Acaba Ziya Gökalp siyasi bir “Kürtçü” olarak tanınsaydı, ya da “Kürtçülük” yapan bir “Kürt” olsaydı, bu üniversitenin adı “Dicle” mi, yoksa “Gökalp” üniversitesi mi olurdu? Gökalp’ı tanımak her Diyarbakırlının, her Türk gencin görevi olmalıdır. Öncelikle Diyarbakırlıların Gökalp’ e sahip çıkmaları gerekir…

Bazıları Ziya Gökalp’ın “Kürt” olduğunu yazar ve söylerler. Sebep, sırf Diyarbakır doğumlu olduğu için… Eyvah… “Kürt” olmak ne zamandan beri suç sayıldı ki? Kürt olmak ayrı şey, “Kürtçü” olmak ayrı şeydir; tıpkı dindar olmanın “dinci” olmaktan çok farklı olduğu gibi… Ayrıca Doğu illerinden herhangi birinde doğan memur çocuğu, ya da o yöre insanı olan kişiler mutlaka bir “etnisite” ile mi damgalanmalı? Bu, “açılımcıların” marifetiyle Türkiye’ ye kazandırılan “ayrışma” ideolojisi!

Araştırmacılar Ziya Gökalp’ın “Kürt” olmadığını belirtiyorlar! Moda deyişle “velev ki Kürt” olsa ne olur; Gökalp’ın düşünür olma kıymetinden bir parça mı eksilir!??

Gökalp’ın “Kürt” olması ya da olmaması, onun “Türkçülüğün Esasları” konusundaki düşüncelerini yok etmez; Atatürk’e rehberlik eden “ulus devlet” fikrinin babası olması gerçeğini de değiştirmez. Bu özellikler Gökalp’ın ne denli büyük bir sosyolog olduğunun kanıtıdır.

**

Anadolu’nun mayasını oluşturan Türkmen boylarının yaşam süreçleri pek çok detayla doludur. Anadolu hep göç merkezi olmuş Türk boyları için… Bilinen şeceresine göre Gökalp’in ataları da 17. yy da Horasan‘dan Anadolu’ya göç etmişler, Diyarbakır’a bağlı Çermik kazasına yerleşmişler. Diyarbakır’ın tarihteki yaşam kültürü, oluşturduğu eserleri, bıraktığı kültür mirasları özbeöz Türk kenti olduğunu gösterir. Cahit Sıtkı, Ali Emiri, Süleyman Nazif ilk akla gelen aydınlarıdır.

Tarihi açıdan konuya bakan ehil insanların Gökalp hakkındaki fikirleri son derece önemlidir; örneğin, Türkiye’nin yetiştirdiği örnek tarihçilerden Prof. Dr Halil İnalcık, Ziya Gökalp için şöyle demektedir: “Yaşamı kısa oldu ama düşüncesi yüzyıla damgasını vurdu. Müstesna kişiliği ona, savaşlar ve devrimler (içindeki) dramatik bir dünyada kılavuz rolü hazırladı… Etnik kökenini deşmek isteyenlere karşı cevabı açıktı. Diyordu ki: “Atalarım Türk olmayan bir bölgeden gelmiş olsalar bile kendimi Türk sayarım. Çünkü bir adamın milliyetini belirleyen (unsur) ırksal kökeni olmayıp (aldığı) terbiye ve (içindeki) duygulardır.” Ziya Gökalp’ın ulusal kimlik konusundaki bu görüşü, Atatürk Türkiye’sinin millet-vatandaş anlayışına esas olmuştur…”

Evet, Gökalp ve İlancık Hoca böyle diyor. Bu söylemin üzerine söylenecek başka söz fazlalık olur.

**

Etrafını aydınlatan ışık olarak anlam yüklenen “ziya” insan örneğinde en güzel şekilde Ziya Gökalp’ in şahsında anlam bulmuştur. Diyarbakır’ in Dağ Kapı semtindeki öğretmen okulunda geçen gençlik yıllarımda, milli değerleri anlama ve öğrenme esasına dayalı eğitimin verdiği yöntem olarak Gökalp’in şiirlerini ezberlemek, düşüncelerini benimsemek ve savunmak bir ayrıcalıktı. Gökalp’i anma günlerinde ezberden “Vatan” şiirini okumak heyecan vericiydi. Hatırlandığı kadarıyla ifade edelim: “Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur Köylü anlar manasını namazdaki duanın. Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın…”

**

Şiirin bir bölümünde de ulus devlet yolunda olan Türkiye Cumhuriyetini temsil edecek millet meclisinin adeta anatomisini tarif eder ve onu oluşturan milletvekillerinin ne kadar “Türk” olması gerektiğini hatırlatır. İşte o mısra: “…Mebusları temiz, orda Boşoların sözü yok!” der.

**

Ne demek “Boşo”?

Kimdir bu “Boşolar”

Neden mecliste bunların olmasını istemiyor Gökalp?

Bununla Gökalp neyi ifade etmek istemiş acaba?

Ziya Gökalp’ın milliyetçiliği, vatanperverliği dikkate alınarak bu şiiri yorumlayanlar, “Boşo”, “Boşolar” ifadesini “Bolşevikler” olarak ifade etmişlerdir. Belki de dönemin en dikkate değer olayın “Bolşevik ihtilali” olmasından kaynaklanan bir yorum…

Gerçekten Ziya Gökalp’ in “Boşolar” dedikleri kimlerdir?

“… Boşo Efendi, Manastır vilayetine bağlı Serfice’den Osmanlı Meclisi’ne giren Rum kökenli bir mebustur. Görevi süresince yalnız Patrikhane’nin, Rum okul ve kurumlarının çıkarı için gayret gösteren Boşo Efendi, sonuçta bir Osmanlı mebusu olduğunu, bu nedenle biraz da ülkenin sorunları için çalışması gerektiğini anımsatanlara şu cevabı vermesiyle ünlenmiştir; Osmanlı Bankası’nın sermayesi, yöneticileri ve bütün çalışanları yabancı olup yalnız adı Osmanlı’dır! Benim Osmanlılığım da Osmanlı Bankası’nınki kadardır.” (Orhan Karaveli: Ziya Gökalp’ı Tanımak, Doğan Kitap)

**

Ziya Gökalp’ın meclisinde istemediği “Boşolar”, acaba, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti Devleti B.M.M.’de var mı?

Bu sorunun cevabını herkes kendisi verebilir; bunun için günlük basın-yayın hizmetlerine bakmak yeterlidir. Bize göre, “Boşo Efendi” kendine nazire olsun diye ifade ettiği “Osmanlı Bankası” modeli, bugünkü Türkiye’nin bazı sektörlerine “uyarlanabilir” dense, hata mı yapılmış olur acaba? Örneğin yabancılara satılan KİT‘ler, TELEKOM, BANKALAR.. kadar “Türk”!??

Diğer yandan, Osmanlı mebuslar meclisindeki “Boşo Efendiler” gibi, acaba, bugün kaç “Boşo” var ülkemizde? Dahası, kaç tane “Boşo Efendi” var basın yayın hayatımızda; gazete köşe başlarında, TV ekranlarında…

Osmanlı mebuslar meclisi karışıkmış, doğru da, şimdilerde savunulan nedir peki? Farklı görünen, fakat aslı değişmeyen “Boşoların” çok olması istenmiyor mu? Evet!!! Peki, şimdilerde “Moşolar” ya da “ABoşlar”, “ABDoşlar” “Emperyaloşlar”, “Hainoşlar”, “Yalakoşlar” var mı?

Ulus Devlette “…oşolar” olur mu hiç!? Olmaz!

Anayasa Değişikliği Paketi Bölünmeli mi?

Anayasa değişiklik teklifi üzerindeki tartışmalar, iktidarın yeni güç alanları elde etme, muhalefetin ise mevcut güç alanını koruma niyetleri çerçevesinde devam ediyor. Halkın yüksek menfaatleri için getirildiği söylenen tekliflerin arka planında esasen halk yok.

CHP, paket olarak halkoyuna sunulmak istenen Anayasa değişikliklerinden “Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ve HSYK’nun yapısını değiştirmeye ve parti kapatmaya yönelik değişiklikleri ayıralım, diğer 24 değişikliği birlikte TBMM’de kabul edip çıkaralım” şeklindeki manevrası AKP’nin gerçek niyetini ortaya çıkarmak için bir fırsat yarattı.

AKP, 8 yıllık iktidarı döneminde edindiği düşmanlarının intikam duyguları içinde olduğunu hissediyor ve genel seçim sonrası bir iktidar değişikliği olması halinde başına gelebilecekler konusunda, kendince gerekli tedbiri almaya çalışıyor. Esas çıkarmak istediği değişiklikler bu konudaki Yüksek Yargı ve parti kapatma ile ilgili 3 madde. Elma 3 madde, diğer 24 madde bu üç maddeye renk ve tat veren şeker. Bir de kazık çaktınız mı, oldu size elmalı şeker. Referandumda bu elmalı şekere evet mi, hayır mı diye sorulacak.

CHP ise şekeri ayrı tut, ben elmayı görmek istiyorum diyor. Daha doğrusu “vatandaşa tercihini yapmadan önce elmayı göstermek lazım. Elmanın cinsi ne, rengi ne, çürük mü, sağlam mı gördükten sonra da tercih yapılması doğru olur” demeye çalışıyor. (CHP bunu yaparken de aslında kendisine yakın bir yapıda olan Yüksek Yargı organlarındaki mevzilerini korumak istiyor.)

Böylece paketteki şeker olarak tanımladığımız 24 madde ayrılacak, bu maddeler Meclis’te 367 den de büyük bir çoğunlukla kabul edileceğinden paketin bu kısmı için referanduma gidilmeyecek. Geride kalan ihtilaflı 3 madde ise muhtemelen 330-367 oy arasında kalacağı için referandumda halka sorulacak.

Anayasaların topluma huzur vermesi ve kalıcı olmaları için olabildiğince büyük katılım ve mutabakat gerekir. Mademki 24 madde için bu mutabakat sağlanıyor, bu maddelerin doğrudan Meclis’te kabul edilmesi bu tanıma uyacaktır.

Böylece Yüksek Yargı’nın yapısı ile ilgili değişiklikleri düzenleyen 3 madde ile ilgili referandumda halka evet mi, hayır mı sorulması da Venedik Komisyonu Kararları‘na uygun olur. Mademki hükümet parti kapatmaları ile ilgili düzenlemelerin Venedik Kriterlerine uygun olmasını istiyor, herhalde referandum konusunda da Venedik Kriterlerine uygunluk araması gerekir.

(Not: Venedik Komisyonu demokrasiye geçmek isteyen eski Sosyalist Blok ülkelerinin Anayasa yapmalarına danışman olması için Avrupa Konseyi‘nin oluşturduğu bir organ. Venedik Kriterleri Madde 30: İçerik birliği, özgür oy iradesinin daha da önemli bir gerekliliğidir. Seçmenler, aralarında yapısal bir bağ olmayan farklı sorulara aynı anda oy vermek zorunda bırakılmamalıdır. Seçmenin sorulardan birini desteklerken bir başkasına karşı olabileceği dikkate alınmalıdır. Bir metinde yapılacak değişiklik çok sayıda farklı unsuru kapsıyorsa, halka bir dizi soru sorulmalıdır.”)

Anayasa değişiklik paketini bir bütün olarak referandumda götürmeye kararlı gözüken İktidar partisi ise “bu pakete evet derseniz kişi başına düşen milli gelirimiz 15.000 dolara çıkar” müjdesi veriyor.

Her ne kadar Yüksek Yargı organlarının seçim şekli değişip, TBMM bu seçimde daha etkin olduğunda ve parti kapatmalar zorlaştığında milli gelirin nasıl artacağını vatandaş olarak pek anladığımızı söyleyemeyiz. Ancak bir parça huzura susamış, gerilim ve kaostan bıkmış bir vatandaş olarak AKP yetkililerine diyeceğimiz şudur: Biz 12.000 dolara razıyız, yeter ki muhalefet ile mutabık kaldığınız düzenlemeleri hemen çıkartın. Yüksek yargı ile ilgili değişiklik tekliflerinizi de isterseniz referanduma götürün veya daha da iyisi bu konudaki heveslerinizi seçimden sonraya bırakın.

Tam bu satırları yazdığım sırada Başbakan Erdoğan, CHP’nin Anayasa değişikliği paketinden sadece yüksek yargı ve parti kapatma ile ilgili 3 maddenin referanduma götürme teklifine “yasal zemini varsa biz varız. Millete götürülecekse biz çekinmeyiz. Ama gizli oylamada 330-367 aralığını nasıl bulacağız, nasıl güveneceğiz? Konuyu yetkili kurullarıma danışıp karar vereceğim” açıklamasını yaptı.

Dileriz makulde birleşilir ve bütün tarafların mutabık kalabileceği bir çözüm bulunur. Zira seçim havasında geçecek bir referandum ve bir yıl geçmeden yapılacak genel seçim ortamının ülke açısından faydalı olmayacağı muhakkaktır.

Kirli sakal

kirli sakal,
el sallayarak ayrıldı iskelemizden.
martı teleğinden çapara hoplardı denizden.
tezgahta canlı,
kıraça, mezgit ” derya kuzusu”
tütün yorgunu öksürük
ses verdi genizden.
..
o kedi yavrusu
ayrılmazdı kırık penceresinden.
misina kesiği parmakları,
nağme ararken cümbüş sesinden.
lokması helal,
sofrası helal, sözü doğru.
ne oldu?
vazgeçtik,
ona benzemek hevesimizden.

yumurta topuk kunduran
arkası basık.
kehribar tesbih’in püskülü kesik,
“ah ulan şu geçen gençliğe yazık”
nara’n bile silinmedi ezberimizden.
……
metruk iskelede bekler kedi yavrusu,
sahibinin dizinden ayrı düşer uykusu.
minarede vakitsiz gidişlerin çağrısı.
‘dört kolluya omuz verip dört adam.’
kirli sakal geçti gözlerimizden..