17.7 C
Kocaeli
Pazar, Eylül 28, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1209

Soğan Yetiştiriciliği

0

İklim İsteği: Soğan iklim isteği yönünden seçicidir. Gün uzunluğu ve sıcaklık soğan yetiştirmeyi sınırlayan iki önemli unsurdur. Bitkinin erken gelişme devresinde serin havaya ihtiyaç vardır. Fakat baş bağlama ve başın büyümesi için sıcaklığın fazla olması gerekir. Erkenci çeşitler soğuk bölgelerde iyi ürün vermez.

Toprak İsteği: Soğan besin değeri yeterli, hafif bünyeli topraklarda başlayarak tınlı pek ağır olmamak şartı ile hafif killi topraklarda da yetişebilir. Soğan tarımına en uygun topraklar; gevşek yapıda yeterli miktarda su tutabilen, kök sisteminin yayıldığı sahalar serin humuslu kolayca işlenebilen verimli topraklardır.

Yetiştirme Tekniği:

Ekim Nöbeti: Soğan yetiştirilecek arazide eğer önceden baklagillerden birinin tarımı yapılmışsa arazide soğandan gayet iyi sonuç alınır. Soğanın aynı yerde arka arkaya kesinlikle ekilmemesi ve ancak en az 3 yılda bir aynı yere soğan ekilmesi tavsiye edilir.

Toprak hazırlığı: Ekimden veya dikimden bir ay önce toprak durumuna göre 1-2 defa pullukla ve tam tavında iken sürülmelidir. Keseklerin ufalanması ve toprak yüzünde bulunan çeşitli artıkların temizlenmesi amacıyla tırmıklama yapılır ve böylece arazi tesviyesi de yapılmış olur.

Ekim: Soğan elde etmek için genellikle iki ekim veya dikim yöntemi uygulanır.                                                                                              -Tohumun doğrudan doğruya tarlaya ekilerek suretiyle baş soğan yetiştirilmesi,                                                                                             -Önce tohumlardan arpacık denilen küçük soğanların elde edilerek bunların tarlaya dikilmek suretiyle baş soğan yetiştirilmesi.

Gübreleme: Soğan yetiştirilecek arazi humus ve organik maddece fakir ise dekara 3-4 ton arasında ahır gübresi bir önceki ilkbahar veya sonbaharda uygulanmalıdır. Ayrıca siltli, tınlı ve killi tınlı topraklarda  önce ahır gübresi vermek şartı ile tamamlayıcı gübre olarak saf olarak 6-7 kg azot ile 6-7 kg fosfor verilmelidir. Ahır gübresi verilmediği durumlarda bu miktarlar azot ve fosfor için 9-10 kg olmalıdır.

Sulama: Soğanlar yüzeysel köklü bir bitkidir. Kökleri çoğu 40-50 cm derinliğinde bulunur. Soğanlar devamlı rutubetli topraklarda yetiştiriliyorsa, bu gibi durumlarda fazla sulama zararlı olur. Ayrıca uzun sure dayanıklılıklarını korumaları zorlaşır. Olgunluk devresinde sulama kesilir. Ve mümkün olduğunca toprağın çabuk kuruması sağlanmalıdır. Soğanlar masura sisteminde yetiştiriliyorsa karık usulü, eğer düzde yetiştirilme yapılıyorsa o takdirde yağmurlama sulama yapılır.

Bakım: Toprak tavında iken dikilmiş arpacıklar 1 hafta içinde sürmeye başlayarak toprak yüzüne çıkarlar. Dikimden itibaren 1,5-2 ay sonra toprak üstü kısımları 10-15 cm boylanınca ot alma ve toprağı kabartma amacıyla birinci çapa yapılır. Bu arada özellikle tohum yetiştirmede; sıra üzerinde tohumlar başlarının rahatlıkla gelişebileceği uygun mesafelerden, daha sık ekilmişse, fideler arasında çeşidin iriliğine göre 8-10 cm mesafe bırakılacak şekilde seyreltme yapılmalıdır. Bitkilerin gelişme durumuna göre birinci çapadan 2-4 hafta sonrada ikinci çapa yapılmalıdır.

Hasat: Ülkemizde soğan hasadı genellikle başları genellikle teker teker elle tutulup çekmek suretiyle veya zedelemeden çapa ile yapılmalıdır. El, çapa veya hasat makineleri ile olsun topraktan çıkarılan soğanlar havanın yağışsız olması koşulu ile başların istenilen kıvamda kurumasını sağlamak amacıyla 4-5 gün süreyle tarlada serili olarak bırakılmalıdır.

 

Obama Ermenice “Soykırım” Dedi!

Açılımcı siyasi iktidar “açmadık” bir şey bırakmadı; Ermeni açılımı, PKK açılımı, Alevi açılımı, Roman açılımı, Şarkıcılar açılımı diye uzayıp giden bir sıralama… Ne gariptir ki her “açılan” şey “pat” diye kapanıyor…

İki yıl önce Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “Erivan seferi” ardından Azerbaycan bayraklarına konulan yasak jestine rağmen yaranılmayan Sarkisyan’ın “Bursa işgali” ile başlayıp Tayyip Bey’in 17. ABD seferinden sonra açtıkları Ermeni açılım konusunu biraz irdeleyelim; bir soru soralım “Ermeni açılımında kim ne kazandı, ne kaybetti?” diye.

Kâğıt mezarlığındaki protokoller…

Hatırlatma yapalım; 10 Ekim günü İsviçre’de, emperyal güçlerin akbaba pençelerinin gözetiminde ve gölgesinde imzalanan protokoller, bugün artık “kâğıt mezarlığında” yerini aldılar. Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan belli olan bu sonuç hakkında ilk kanaatimiz, bir sene önce, iyi niyetle ifade edilmişti; diplomatik yazım dili için şu ifadeyi kullanmıştık; “bu kadar diplomatik ustalıkla kaleme alınan metinlerle hiç kimse bir şey kazanamaz…”  Meğer hata etmişiz… Kazanan oldu; Ermeniler…

Yine de bu kadar ülkelerarası seferlerin yapıldığı bir konuda, gerçekten kim ne kazandı ya da kazanacak veya ne kaybetti ne kaybedecek, sorusuna yanıt aramak için olayı farklı boyutlarda irdelemek gerekir, bunu yapmaya çalışalım.

Protokollerin onaylanması için zaman sınırlaması vardı; her iki ülke de altı hafta içinde bu metinleri onaylamalıydı. Olmadı ve bu süre sonunda ve daha da ötesinde gerekli siyasi uzlaşma çıkmadı, protokoller iki ülkenin meclislerinde onaylanmadı. Onaylanmayacağı baştan beliydi; varılan sonuç şudur “Eski tas eski hamam” örneği devam edecek.

Ermeni Anayasa Mahkemesi “imzalanan protokoller soykırım iddiamızı, toprak ve tazminat taleplerimizi saklı tutar” kararı aldı. Bu hükümler Ermenistan Anayasasında zaten vardı. Eloğlunun söylediği farklı bir şey de yok. Esas “hamlık” bizden; anayasalarındaki bu hükümlerine rağmen sen protokoller imzalıyorsun, sonra kalkıp “enek olmuş-dönek olmuş” bahane uyduruyorsun! Baştan bunun anlamı belliydi; “ben anayasanızdaki taleplerinizi ve iddialarınızı kabul ediyorum!”…

Türkiye, böyle bir karar karşısında “sızlanmaya” başladı. AB ve ABD ağabeylerine durumun vahametini güya anlattı. Ama kimse tınmadı bile. Hatta Ermenistan Anayasa Mahkemesinin kararını “doğal karşılamak gerekir” dediler, “bunu böyle olduğunu bilmeniz gerekirdi, abartmayın” dediler… Meğer herkes bu tuzağı biliyormuş bizden başka!

Bakar mısınız şu gaflete?!

Gölgesiyle barışanlar…

Resmen açıklanan protokol metinlerinde, Ermenileri hiçbir şekilde bağlayan hüküm içermemesine karşı Türkiye’yi “suçlu” pozuna sevk eden bir izlenim vermek için ince diploması kullanıldığı açıktır. Bunu anlamak için mutlaka diplomat olmak gerekmiyor. Ancak, dışişlerinde ömür tüketmiş deneyimli diplomatlar, konuya daha hassas yaklaşıyorlar. Satır aralarına yerleştirilmiş diplomatik şifrelerin olduğu ve Türkiye’ye yükümlülükler getirdiğini, bunun da hassas ifadelerle formülüze edildiğini söylemektedirler. Ki bunun sonucu da bugün göründü…

Çünkü protokollerde Türkiye-Ermenistan arasındaki esas sorun zikredilmiyordu. “Gölge sorun” niteliğinde bir yansıma vardı. “Gölgesiyle kavga eden” insanlar gibi protokolde de “gölgesiyle barışanlar” izlenimi ediniliyordu. Sorunun adı konulmadan “gölge sorunu” çözmek için varılan bir mutabakat metnin ömrü de bu kadar kısa oldu; şimdi “kâğıt mezarlığında” çürümeye terk edilmiş vaziyette…

Ermenistan protokolleri dondurdu, ardından güneş yanık tenli başkan Obama Türkiye’yi yine, tabir caizse, “payladı”… Daha on gün kadar önce Tayyip Bey 17. ABD seferinden dönerken, Başkanın, “24 Nisan’da ‘soykırım’ kelimesini kullanmayacağından eminim” dediğini “not edin” diye Yeni Çağ Gazetesi manşet yapmıştı. Sonuç Tayyip Bey’in söylediğinin tersi oldu…

Hayal beklentiler…

1- Ermenilerin isteği doğrultusunda sınırlar açılacaktı…

2- Tarihçilerin olmadığı ortak siyasi komisyon kurulacaktı…

3- Azeri-Ermenistan, uzlaşması olacaktı…

4- Ermenistan Türkiye’nin milli sınırlarını tanıyacaktı…

5- Toprak taleplerini değiştirecekti…

6- Diplomatik temsilcilik veya konsolosluk açılacaktı…

Bunların hiç biri olmadı.

Peki, ne olacak şimdi?

Olacağı belli; “yandı keten helvam, getirin gazooozzzz…” şarkısını çığırtacaklar ve “açılım aktörleri” kendilerine uygun konum arayacaklardır.

Ermeni çeteleri tarafından katledilen yüz binlerce vatan evladının devam eden soylarının temsilcileri şimdi şu soruyu soruyorlar; Türkiye’nin hassas olduğu “sözde soykırım”, “sınırların tanınması”, “toprak ve tazminat talepleri”, “Kars Anlaşması”, “Karabağ işgali” gibi temel sorunlar hakkında niyet ifade edilmeden, protokolün anlamı var mıydı?

Bu neyin açılımı oldu?

Konuyla ilgili olup da “naylon aydın”lardan olmayan her yurttaş bir şeyi daha merak ediyor; Türkiye ve Ermenistan Cumhurbaşkanları arasında, gizli üst telefon trafiği” oldu mu, olmadı mı? Örneğin Abdullah Gül Cumhurun başı sıfatıyla, Sarkisyan ile görüştü mü görüşmedi mi? Bu merak ediliyor…

Cumhurbaşkanı neden “sessiz diploması” öneriyor?

Neden? Kimden ne gizleniyor?

Yine bazı pazarlıklar mı var?

Obama Ermenice “soykırım” dedi!

24 Kasım 2010 oldu; güneş yanığı tenli başkan Obama’nın mesajı can kulağıyla dinlendi, söyleyeceğini söyledi. Tayyip Bey’in “not ettirdiği” sözlerinin aksine Obama “soykırım” ifadesinin Ermenicesini söyledi. Buna tepki olarak Türk Dış İşleri Bakanlığı “teessüflerini” bildirdi resmi kanallardan… Olması gereken de buydu…

Fakat T.C. Başbakanı Tayyip Bey, Obama’nın bu açıklamasından “memnun” olduğu (basın haberlerinden) duyunca beynime kan sıçradı… TC Başbakanı olan zatın, bu açıklamadan “memnun olduğunu” ifade etmiş olması bağışlanmaz büyük bir hatadır. Düşünebiliyor musunuz TC Devletinin Başbakanı ile Dışişleri Bakanlığı ayrı telden çalıyorlar! Bu kadar önemli bir milli meselede hükümette bir söz birliği bile yok. Nasıl sıçramasın insanın beynine kan!?

Obama soykırımın Ermenicesini açıktan telaffuz etmiştir. Soykırım ithamını kelime olarak Ermenicesini söyledi diye başbakan “memnun” olmuş, dış işleri bakanlığı teessüflerini bildirmiş!…

Şimdi vatandaş Mehmet soruyor; Başbakan Tayyip Bey böylece “soykırım” iddialarını kabul etmiş mı olmuyor?

Cevabını Tayyip Bey verir herhalde…

Sonuç olarak, iki ülke arasında imzalanan, bize göre sadece taahhütlerde mutabakat niteliğinde olan, hiçbir uygulama garantisi olmayan protokollerin hayata geçirilmesi mümkün olmamış ve Ermenistan tarafından çöpe atılmıştır. Bu, Ermenistan açısından son derece başarılı bir diplomatik sonuçtur. Şahsiyetli siyaset uygulamışlardır ve sonucunu da almışlardır. Bir manevrayla başkan Obama’nın soykırım ifadesini kullanmasını sağlamışlardır. Bizim gibi esen rüzgâra göre “yalpalama” siyaseti göstermemişlerdir.

Başbakan, başkan Obama’nın soykırım ifadesinin İngilizcesi yerine Ermenicesini ifade etmesini “memnun olmuş” olmakla ne kadar büyük bir tarihi hata yaptığını farkında mıdır? Ermenilerin anayasalarına ters olan protokollerden medet umanlar ta işin başında yanlış yapmışlardır. Türk milletinin aleyhine bir işleme imza atmışlardır.

Sonuç

Türkiye ne kadar fedakârlık yapmak isterse istesin, karşı tarafın “yeterli” görmeyecektir… Protokollerin “anlam kazanması” için ancak, Ermenistan’ın Osmanlı Ermenilerinin devletine yaptıkları “ihaneti” kabul etmeleri gerekir; sonra da kin ve nefret kaynağı milli hedefleri olan 4T’den (tanıma, tazminat, toprak, teminat) vazgeçmesi gerekir ki, bu asla mümkün değildir, bunu zaten peşin olarak “ret” etmişlerdir. Ermenilerden beklenen de budur, aksi halde, kendini inkâr etmiş demek olacaktı. Bu arada gençler soruyorlar; “peki, hocam, o suratlardaki “sahte gülücükler”, “el sıkışmalar”, “tarih yaratma” havaları ne anlam taşıyor?” Onu ben bilemem, muhataplarına sormak gerek!…

Futbol maç seferlerinin mükâfatı olarak, başta Türk Bayrağı olmak üzere, Erivan seferi baş aktörü Abdullah Gül ve ABD seyahat rekortmeni Tayyip Bey’lerin ve dahi A. Davutoğlu’nun posterleri Erivan’da, 24 Nisan 2010 günü yakılmıştır; Türkiye’ye en büyük hakaretler yapılmıştır.

Ve buna karşı TBMM’den, Başbakan’dan ve Cumhurun Başından bir kınama dahi duyulmamıştır. Türkiye’nin onurunun ne durumlara düşürülmüş olduğunu bu olay bir kez daha göstermiştir. Güya “komşularıyla sıfır problem” politikanın ürünü işte budur.

Bunun telafisi yine Türk milletinin elindedir…

Kararı O verecektir…

‘Kendi Vatanımızda Azınlık Mı Olduk?’

24 Nisan‘da ‘Ermeni Soykırımı‘nın 95. yıldönümünü T.C. vatandaşlık kimliği taşıyan, T.C. gazete ve üniversitelerinden maaşlanan bir kısım kılıç artığı aydın bozması Taksim‘in göbeğinde eylemini koyarken ve göğsünü gere gere koro hâlinde ‘Siz soykırımcısınız‘ derken taşları bağlayan, köpekleri serbest bırakan polisiye tedbirlerimize rağmen denk geldiği yerde halkın tepkisine de yol açtı. En ciğerden ve dokunaklı olanı o başlıktaki sözü sarfeden kişiydi.

N.Fazıl‘ın ‘Özyurdunda garipsin, özvatanında parya‘ mısrasını gel de hatırlama şimdi. Benim garip halkım; Ermeni‘yi-Rum‘u kesti, Kürt‘ü-Roman‘ı dışladı, Alevî‘yi-Musevî‘yi horladı, o yüzden parya muamelesi görmeyi hak etti öyle mi? Yağma yok! Hem Türkiye‘yi Yağma Hasan’ın böreği gibi salya-sümük yiyeceksiniz hem de Türk Milleti’ni ‘ Yüzde 95 olsan ne yazar‘ diyerek yerin dibine sokacaksınız.

Siz hangi Truva Atı’nın içinden çıktınız liberal turşular? Soros’un Çiftliğinde oynanmadık hangi geniniz kaldı be değiştirilmiş mikroorganizmalar? Sizin bu câhil cesaretini aldığınız yer malûm. Tarihin yüksek gerilim hattına çarpıldığınızda göreceğiz yüzünüzü?

Obama ne dedi, ne demedi? Soykırım mı dedi, Büyük Felâket mi dedi? Obama sahip, sen köle.. Gâvurun ağzına bak, necat dile.. Colgate misvaklı diş macunu gibi.. Fırçala Behçet fırçala..

24 Nisan‘dan bu yıl böyle sıyırdık, seneye Allah kerim. Gelelim önümüzdeki maça; 19 Mayıs‘ta ister misiniz biz Gençlik ve Spor Bayramı‘nı kutlarken içimizdeki Ermenici’ler gibi içimizdeki Rumcu’lar Pontus Soykırımı‘nı Beyoğlu‘nda ansın? Seyyar sanatçılarımız buzuki çalsın, işporta aydınlarımız sirtaki oynasın?!

“Ne günlere kaldık ey gazi hünkâr / Katır defterdar oldu, eşek mühürdar”

“İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi de helâk eder misin Allah’ım?” 

Madem halkımız dedikoduyu demokrasi zannedip oyluyor; o zaman al sana Erzurumlu Emrah:

“Dedim Ankara nedir, dedi ilimdir
 Dedim AB nedir, dedi yolumdur
Dedim Kıbrıs, Kerkük.. dedi pulumdur
Dedim satar mısın, dedi ki hemen.”

 

Ne Düşündüm, Ne Yazdım?

0

Önce şu öykücüğü okuyalım: Bir bilgeye sevginin ne olduğunu sorar birileri. Bilge, konuk eder soru soran kişiyi evine. Ortada bir sofra, sofranın ortasında bir tas çorba, sofranın etrafında on kadar insan vardır. Bilge, her birinin eline birer metre uzunluğunda kaşık verir ve çorbadan içmelerini ister. Davetliler, sapları uzun olduğu için kaşıktan çorbayı içemezler bir türlü. Ağza girmeyen kaşıktan, çorbalar dökülür sofranın üzerine. İçilemeyen çorba, aynı zamanda bir kirlenmeye sebep olmuştur. Konuğunu bir başka odaya geçirir bilge kişi. Orada da aynı manzara vardır; ancak insanlar farklıdır. Kaşıklar, sofra, çorba hep aynıdır. Bilge kişi, sofradakilerden, çorbalarını içmelerini ister. Uzun kaşıklarla çorba içemeyeceklerini anlayan davetliler, bu defa çorbaları birbirlerine ikram ederler. Herkes çorbadan içer, kimse aç kalmaz, sofra da kirlenmez. Bilge, kendisine soru sorana hiçbir şey söylemez. Anlaşılan anlaşılmıştır. Birinci odadakiler paylaşmayı bilmeyenler, ikinci odadakiler paylaşmayı ilke edinenlerdir. Sevgi, paylaşmaktır, vermektir. Hep almayı ahlak edinen benciller, hem aç kalır hem çevreyi kirletir.

Bu öykücüğün verdiği mesajı, mesajı vurgulayan güzel örnekleri paylaşmak düşüncesiyle yazı yazmayı düşünürken aklım, gönlümün değil, bedenimin bulunduğu mekana döndü. Zihnime, Mecelle’deki “Def-i mefasid, celb-i menafiden evladır (Zararı yok etmek, fayda sağlamaktan önce gelir.) ilkesi hücum etti. Öyle ya temizlenmeyen pisliğin üzerine çiçek ekilemez. Ya çiçek tutmaz ya da çiçeğe ulaşılamaz.

Ülkemiz gerçekten tam bir zararlılar, pislikler, kokuşmuşlar mekanı olmuş. Bu pisliklerin üstüne güzellik tohumu ekmenin, imkansız, hatta ütopya olduğunu düşünüyorum bazen. Pislikleri temizlemek için kazdıkça daha fena kokular yükseliyor, etrafı sarıyor. Vurulan her kazma, yeni bir pislik türü ortaya çıkarıyor. Kokuşma tohumlarının en az yarım asır önce atıldığını; ancak bunu idrak edemediğimizi yeni fark ediyoruz.

Ortaya çıktıkça insanı kahreden, hayrete düşüren; ancak alıştığımız için şaşırtmayan olaylardan birini “ti”ye alan bir yazı okudum az önce. Yazı, Sibel Eraslan’a ait: “Ellerinden kan damlayan anayasanın generali ise, kumsallar üzerinde resimler çizmeye devam ediyor. Birbirine kırdırılmış halkın çocukları onun çizdiği resimlerde olsa olsa bir ara renk… Adı üstünde ara renk… Sağ-Sol, Türk-Kürt, Alevi-Sünni… Birbirine karıştırılınca, çarpıştırılınca tüm bu ikilikler, bir-iki-üç, işte resim kıvamını buluyor, general, kan gölünün içinden çıkarttığı tüm nü’lerini, hayattan çalarak inşa ediyor… Nü, çıplaktır, tıpkı faşizm gibi… O ne kadar giysi giyerse giysin, hayatın tüm kariyerlerini, saygınlıklarını, dolgun emeklilik maaşı ve güvenlik tertibatlarını ve müebbeden kazanılmış sağlık hizmetlerini falan da bu “giysi” kelimesine dahil ederek söylüyorum, hayata istediği kadar kazık kakarsa kaksın, ellerindeki hayatsızlığı, ellerindeki o ölüme, teneşire, mezarlığa has çıplaklığı bir fikri sabit gibi tutkuyla taparcasına devam ettirecektir. General ve Nü… Çıplak kötülük… Pervasız şiddet…
Anayasa Değişikliği hadisesini partizanca bir kör noktaya dönüştürenlere ne demeli? CHP Deniz’ini, MHP Mustafa’sını, Türkiye Adnan Menderes’ini ne çabuk da unuttu?
Ama anne olanlar unutmuyor işte… Sağda solda terör adı altında şartları olgunlaştırılan 82 anayasasına kurban gitmiş tüm faili meçhullerin anneleri konuşuyor. Kanlı gömlekleri halen saklı olanların evlatları soruyor. Kendi askerine mayın döşemiş komutanların hesabı soruluyor. Evlatları asıldığı gün donmuş olan anneler konuşuyor… Kumsaldaki amatör ressamın yargılanmasını istiyorlar. Onun binlerce ölüyle ancak olgunlaştırılabilmiş 82 Anayasasını sorguluyorlar…
Bir-İki-Üç.
Resim Bitti!”

Yazar resim bitti diyor; ama olayların farkına varamayan, resim yapmaya devam edenler var. Zararlıları yok etmek, onlardan korunmak zor iş. Haydi kolay gelsin. Sonra çorbaları içeriz.

 

Cumhuriyet ve Demokrasi

İçinde “23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramı“nın bulunduğu bir haftayı geride bıraktık. Cumhuriyetimizin 87. Yıldönümünde, TBMM’nin kuruluşunun 90. yılındayız ve TBMM’de Anayasa’da değişiklikler yapacak paketin maddeleri görüşülüyor. İktidar partisi AKP, muhalefetten bir destek alamadığı için, 330 u biraz aşan oylarla (referanduma gidilmesini gerektirecek oy çoğunluğu ile) maddeleri Meclis’ten geçirmeye devam ediyor. İktidar tartışmayı Cumhuriyetçiler ve demokratlar ekseninde sürdürmeyi tercih ediyor. 12 Eylül 1980 darbesini yapanların getirdiği darbe anayasasını savunmakla suçlayarak muhalefeti kamuoyu önünde haksız çıkarmaya çalışıyor.

Bu tartışma ekseninde yer alan temel kavramlara açıklık getirmeye çalıştığım ve on yıl önce (25.10.2000 de) yazdığım bir yazıyı sizlerle yeniden paylaşmak istedim. Arkasından da Anayasa değişikliği tartışmalarını değerlendirelim.

Cumhuriyet eşittir Demokrasi” tanımlaması doğru değildir. Elbette bugün demokratik ülkelerin çoğunluğu cumhuriyettir. Ancak bazı cumhuriyetlerde demokrasinin esamesi okunmazken, bazı monarşilerde demokrasinin yaşandığı da bir vakıadır.

Peki, bu kavramlar kendilerini “cumhuriyetin bekçisi” sayanlarla, “daha fazla demokrasi” isteyenleri karşı kutupta toplayacak kadar birbirine zıt veya en azından birbiriyle uyuşması mümkün olmayan ihtilaf kaynakları mıdır?

Cumhuriyetimizin kurucularının temel ilkeleri vardı ve bunlardan belki de ilki “irade-i milliye’yi hâkim kılmak” idi. Bu düşünce Cumhuriyet nesillerince benimsenmiş olmalı ki, bütün anayasalarımızda da vurgulanan bu ilke, TBMM’nin en görünen yerine yazılan “Hâkimiyet (egemenlik) Kayıtsız Şartsız Milletindir” ibaresi ile somutlaştırılmıştır. Öyleyse milli iradenin hâkim kılınacağı veya hâkimiyetin millette olduğu demokratik bir cumhuriyet ülküsü peşinde koşmak, çatışmaktan daha olumlu bir yaklaşım olmaz mı?

Geliniz böyle bir pozitif yaklaşım denemesinde bulunalım.

Ey Cumhuriyetçiler, ey Demokratlar lütfen hep beraber şu cümleleri seslendirelim:

  • “Devletin, fertlerin özel hayatları da dahil, her yerde hazır ve nazır olduğu devlet merkezci bir yönetimi değil..
  • Devletin hukuku üreten tek güç olduğu, yurttaşları ile kendi yarattığı hukuk nedeniyle devamlı bir sürtüşme içinde olan bir devleti değil..
  • Vatandaşların yaşadığı hayatı düzenleyici kuralları yürütmek yerine, onların hayatlarını ve düşüncelerini tanzim eden, şekillendirmeye çalışan bir devleti değil..
  • Her sıkıştıkça başvurulan, içeriği belirsiz “kamu yararı“, “yönetimin takdir hakkı“, “hikmet-i hükümet” kavramlarıyla fertlerin temel hak ve özgürlüklerine müdahale eden bir devleti değil..
  • Hukukun üstünlüğü” ilkesinin yaşandığı..
  • Toplumun kendi hukukunu ürettiği.. Devleti hukukun yönettiği..
  • Çoğulcu, şeffaf, dışa açık..
  • Fertle devletin toplumun yarattığı bu hukuk karşısında eşit olduğu..
  • Teşebbüs gücünün devlete özgü olmayıp, daha çok fertlerde ve sivil toplum kuruluşlarında olduğu..

Bir toplum istiyoruz.”

Bu cümleleri inanarak söylüyorsanız siz demokratik bir cumhuriyeti istiyorsunuz.

**********************

•1-    Yapılmak istenen 30 civarındaki değişikliklerden, parti kapatmayı zorlaştıran ve yüksek yargı ile HSYK’nun yapısını ve işleyişini düzenleyen maddelerin paketten çıkarılması şartına bağlı olarak, diğerlerini CHP desteklemeye hazır olduğunu açıklamıştı. Fakat AKP’nin asıl hedefi bu üç konudaki değişiklikleri geçekleştirmek olduğu için paketi bölmeye yanaşmadı.

Bu da bir kere daha gösterdi ki AKP, gelecek seçimlerde bir kazaya uğrayıp, iktidardan düşme ihtimaline karşı kendince tedbirler almaya çalışıyor. Partisinin kapatılması ve yöneticilerinin “yüce divan”da yargılanmalarını fiilen imkânsız hale getirme niyetinde.

Bu bakımdan Anayasa değişikliği tartışmalarının “cumhuriyetçilik- demokratlık” ekseninde değerlendirilmesi doğru değildir.

•2-    Yüksek yargı üyelerinin atanmasında TBMM’nin ve Cumhurbaşkanı’nın daha ağırlıklı hale gelmesi (bırakın kuvvetler ayrılığına aykırılığını) “milli iradenin yargıya yansıması” olarak değerlendirilemez. Cumhurbaşkanı ile İktidarın TBMM’de sayısal ağırlığına dayanarak seçeceği kişiler, 12 yıl görev yapacaktır. İktidar partisi bir sonraki seçimde azınlığa düşse ve hatta barajın altında kalıp Meclis’te temsil edilemezse bu seçilen üyelerin bu defa milli iradeyi temsil etmediğini mi söyleyeceğiz?

•3-    Yüksek yargı üyeleri “Türk Milleti adına” yargılama yapan, yürütme ve yasamayı denetleyen kişiler olduğuna göre zaten milli iradeyi temsil etmiş sayılırlar.

•4-    Ancak mevcut sistemde Yüksek Yargı üyeliği bir kast oluşturma noktasına gelmiştir. Mesela Anayasa Mahkemesinde üyelerin siyasi görüşüne göre (hangi Cumhurbaşkanı tarafından atandığına göre) önceden kararlar tahmin edilebilir haldedir. Önemli olan Yüksek yargı üyeliği için de liyakati öne alan bir seçim modelini geliştirebilmektir. Bu konuda maalesef ne bir teklif ve ne de bir mutabakat arayışı bulunmaktadır.

•5-    Her oylama demokratik değildir. Öyle olsaydı “Ermeni soykırımı” konusunda kanunlar çıkaran ülkelerin, kendi parlamentolarında yaptıkları oylamalarla, tarihi olayları hakkında hiç bilgisi olmayan vekillerin oylarıyla değerlendirilmesine saygı göstermemiz gerekirdi.

•6-    Hâkimiyetin millette olması” çoğunluğun oylarıyla azlıkta olanların haklarının verilmemesi demek olamaz. Mesela insan hak ve özgürlükleri halkoyuna sunulamaz. (Sunulursa İsviçre’de minare yasağı getiren referandum gibi sonuçlar çıkabilir.)

•7-    Halkoyuna sunulacak 30 ayrı konuya birden “evet mi, hayır mı” şeklinde sorulursa da millet iradesinin ne olduğu anlaşılamaz.

 •8-    Demokratik bir Cumhuriyet rejimi isteyenlerin öncelikle değiştirilemez tek adam yönetimini sağlayan Siyasi Partiler Kanunu‘nu ve vekilleri milletin değil genel başkanın seçtirdiği garabet Seçim Kanunu‘nu değiştirmekle işe başlamaları gerekirdi. Oysaki partilerimiz “darbe anayasasında” var olan, milletvekili adaylarını delegelerin belirlediği ön seçim sistemini bile uygulamamaktadır.

Keşke, maksat demokratik bir cumhuriyet olsaydı da bu konuyu daha çok tartışsaydık.

İtiraf

ah,
dikenlere dolaşır dilim.
dilim keskin,
dilim bıçak.
can acıtan cümlelerin günahında,
kelimelerimin izi var.
bahane uykusuz geceler,
dilimde kurşun heceler..
ey sen!
adını hatmettiğim.
hatırına yazdığım şiirleri yırtıp her sabah,
sil baştan mısralar yazıyorum
usanmadan
gönlümün diviti kan,
gözümün dili gözyaşı oldu.
lal olsa dilim.
tarumar ettiğim her sayfada sen varsın.
pişmanım desem,
bir daha asla..
inanmam,
inanma sakın.
sus deme, ağır gelir nefsime
yaz! de
dili, kaleme teslim edip,
çekilip vicdanımın tenhalarına
razıyım
ne diyorsa şair.
dilimin ikrarına bakma
şiirler itirafımdır.  

Değerlerimiz ve Değer Kırılmaları Üzerine(1)

Değerler çok kapsamlı bir kavram. Değerlerimiz nelerdir diye sorarsak, hemen vereceğimiz cevaplar aşağı yukarı bir birine yakın cevaplar olacaktır. Peşinden hemen değerlerimizin öneminden, değerlerimizden uzaklaştığımızı ve değerlerimizle ilgili sıkıntılarımızı ifade ettiklerinizi sanki duyuyor gibiyim.

Belki değerlerimizi üç başlık altında izah etmek daha iyi olacaktır. .1 Milli değerlerimiz. 2. Manevi değerlerimiz.3 Kültürel değerlerimiz. Tabii olarak kendi aralarında daha çok başlıklara ayrılabilir.

Değer; bir şeyin önemini belirtmek için kullanılan soyut bir ölçüdür. Değer eğer nesne ile ilişkilendirilirse öznel bir görüş açısıyla değerlendirilir. Bu bakımdan da göreceli bir kavramdır. Bir kişi için değerli olan diğeri için değersiz, bir diğeri içinde orta değerde, çok değerli gibi uzatabileceğimiz derecelerde değer  ifadelerine yer verebiliriz.

Değer aslında nesnel, öznel, mantısal, ahlaksal, duygusal ve estetik alanında ortaya çıkar. Dolayısı ile toplumsal farklılıklar, bölgesel farklılıklar, yöresel farklılıklar içerir. Bu değerlerin bazıları bölgesel yakınlaşmalarla birlikte ortak değerler dönüşüp, dünyanın kabul görmüş evrensel değerlerine dönüşebiliyor.

Değişen, gelişen yep yeni dünya düzeni içinde hem iletişim, hem kullanılan araç ve gereçlerin değişimi, hem ulaşımdaki ve diğer değişikliklerle beraber ele alındığında yaşam biçimimizdeki değişiklikler ve değer kırılmaları kaçınılmazdır. Yurt içine giren her ürün unutulmamalıdır ki kendi kültürünü de beraber getirir. Alışkanlıklarımızda değerlerimizde değişikler gözlenmeye başlanır. Mevcut değerlerimizi oluşturan eylemlerden vazgeçtiğimizde ona bağlı oluşan değerleri de kaybederiz. Yerine yeni kullanılan veya kullanılmaya başlayan her türlü araç, gereç ve eylemlerin değerleri ister istemez kullanılmaya başlanır.

Yeni kullanımlar genellikle yeni kuşaklar tarafından rağbet görür. Eski kuşak eski eylemlerine devam ettiği için yetiştiği döneme uygun değer yargılarına göre yaşamlarını sürdürürler. Hızla değişen çağda eski kuşakla yeni kuşak arasındaki fark açılmaya başlar.

Yeni bir kavram olan X kuşağı ve Y kuşağı gibi dünyada yeni bir anlayış hakim. Bu konu üzerinde, ciddi olarak durulması gerekir. Ülkemizin oluşturduğu uygulanan uygulanmayan tüm değerlerini, kalıplarını yıkıp yerine farklı değerlerin, melezleşmiş değerlerin geçmesini sağlayacak kavramlar ve oluşumlar. Tüm dünyanın bu kavramlar üzerinde ciddi sosyolojik, ekonomik ve psikolojik çalışmalar yapıyor. Bizde de inşallah benzer çalışmalar yapılır

Bir çok değerimiz küreselleşme, bölgesel etkileşimle birlikte ciddi bir tehdit altındadır. Peki biz bu değerlerimizi muhafaza edebilecek miyiz? Eğer muhafaza etmek istiyorsak neler yapmalıyız.? Bizlere düşen sorumluluklar nelerdir? Gibi soruları uzatabiliriz. Eğer sadece değerlerimizin kaybolmasından yakınarak vakit geçiriyorsak, bu sıkıcı durumun çözümüne yönelik değil de tespitine yönelik söylemler geliştiriyorsak, kıymetli gördüğümüz bu değerleri nasıl diğer kuşaklara aktarabiliriz… bilemiyorum…

Kavak ve Alerji

1- GİRİŞ

Anadolu’da kavak ve kavakçılık, asırlardır önemli ve yaygın rastlanılan bir kültür alışkanlığıdır. Anadolu insanı, yaşamının her aşamasında kavakla özdeşleşmiştir. Özellikle karakavak yetiştiriciliği Anadolu insanının sevincini simgelemiş evlilik veya çocuk doğumu gibi özel günlerde dikimi gelenek haline almış ve yaşamı boyunca önemli bir gelir kaynağı olmuştur. Ancak son yıllarda olgunlaşma zamanı tohumlarının pamukçuklar halinde etrafa yayılmaları (7-10 gün) bahane edilerek  kesilmeleri ve kent peyzajından çıkarılmaları artarak sürmektedir. Bu müdahale kavak ve söğüdün ön planda olduğu İç Anadolu kentlerinde de artarak sürmektedir.

Kavak cinsinin (Populus sp.), dünya üzerinde özellikle ılıman yörelerde doğal yayılış gösteren 100’den fazla türü, alt türü, varyeteleri ve sürekli yenileri elde edilen sayısız melezleri ve klonları bulunmaktadır.

Botanik sınıflandırmaya göre kavaklar (Populus L.) Salicales takımına ait Salicaceae familyası içinde yer alırlar. Bu ailede erkek ve dişi çiçekler ayrı ayrı salkım halinde birleşmişlerdir. Bir cinsli ve iki evciklidirler (Dioik). Yani dişi ve erkek çiçekler genelde farklı bireylerde yer alırlar. Doğada tohumdan gelen bir kavak bireyi, bazı istisnaların dışında ya erkektir ya da dişidir. Dişi kavaklar tohum, erkek kavaklar polen üretirler.

2- Kavakların Kent Peyzajındaki Yeri

Kavakların kolay bulunup, kolay yetiştirilmelerinin yanı sıra, doğru tür ve klonlar seçildiği taktirde geniş bir iklim ve toprak toleransına sahip olmaları ve hava kirliliğine dayanıklı olmaları önemli bir husustur. Ancak kavaklar hızlı büyümeleri ve kısa zamanda gelişip boylu yeşil alanlar oluşturmalarına karşılık, kısa ömürlüdürler.

Kavak, diğer bitki türlerinin çoğu gibi istilacı köklere sahip bir türdür. Çevreye yayılan kökleri, lağım ve pis su borularının içlerine girerek onları çatlatır, parçalar veya ince kökleri ile tıkayabilir. Özellikle filitrasyon ve arıtma tesisleri civarında kullanılmaları büyük sakınca yaratır. Yüzeysel ve sık bir kök gelişimi oluşturana ağaçlar yollardaki asfalt ve beton kaplamalarını kaldırırlar. Bu yüzden caddeler boyunca, hat ve kanal yakınlarında kavak ve benzeri ağaçlar kullanılmaması önerilir.

Erkek kavak ağaçları henüz yapraklanmadan önce Nisan ayı içinde, 4-5 cm uzunluğunda ve 1-2 cm kalınlığında bordo renkli erkek çiçek salkımları oluşturmakta ve polenler olgunlaşan salkımlardan rüzgarın vasıtasıyla çevreye yayılmaktadır. Polenler sarı renkte ve toz halinde olup, görünüşleri toz kükürde benzer. Dağılan bu polenler, genelde kent halkı tarafından fark edilip şikayet konusu olmamaktadır. Dişi ağaçlarda ise mayıs ayı sonunda dişi çiçekler olgunlaşır ve açılan kapsüllerden pamukçuklara asılı küçük tohumlar uçuşup etrafa yayılmaya başlar. Bu pamukçukların görsel rahatsızlıktan başka hiçbir zararı yoktur.

Kavaklar, Yukarıda bahsedilen bazı olumsuz özelliklerin yanında birçok olumlu özelliklere de sahiptir:

  • Bazı taksonları, kent içinde oluşabilecek gaz ve duman zararlarına, özellikle kükürtdioksite karşı dayanıklıdır.
  • Budamaya karşı dayanıklıdırlar
  • Tuza dayanıklıdırlar (özellikle akkavak, boz kavak)
  • Park ve bahçelerde sonbaharda altın sarısı yaprak rengine sahip güzel görüntü oluştururlar.
  • Bazı estetik değerlerinden dolayı tek olarak kullanılabilirler (gri yapraklı ve beyaz gövde ve dala sahip akkavak gibi)
  • Kent ormanları veya parklar içinde (özellikle titrek kavaklar) estetik ve ekonomik katkı sağlarlar.

 

3- Polenler Ve Polen Sanılan Tohumlar

Kavak ağaçlarından erkek bireyler henüz yapraklanmadan önce İzmit şartlarında Nisan ayı başlarında erkek kavak ağaçlarından 4-5 cm uzunluğunda 1-2 cm çapında bordo renkli erkek çiçekler oluşmakta ve olgunlaştıktan sonra bunlardan rüzgar yardımıyla toz kükürde benzer polenler çevreye yayılmaktadır. Polenler alerjik etkiye sahip olmakla birlikte farkına varılmadığından şikayet konusu olmamaktadır.

Dişi kavak fertlerinden ise, Mayıs ayı başlarında çevreye pamuklu küçük tohumlar yayılmaktadır. Halk tarafından “Polen” zannedilen bu pamukçuklar ağacın çoğalmasına ve etrafa yayılmasını sağlayan tohumlardır. Bu pamukçukların alerjilere sebep olmadığı bilim adamlarınca belirtilmektedir.

 

 

Resim. Pamukcuklar olarak yayılan tohumlar (Üstte), Kavak polenleri

4- Polen Alerjisi Sorunları

Alerjinin, vücudun savunma sisteminin yabancı maddelere karşı kendini korumak maksadıyla aşırı tepki göstermesi olduğu kaydedilmiştir. Normal olarak bağışıklık sistemi, vücuda bakteri gibi bir mikroskobik zararlılar girdiğinde tepki gösterir. Alerjik insanların bağışıklık sistemi ise polen gibi nispeten zararsız maddelerin varlığına da tepki göstermektedir. Polenler, “çiçek tozu” da denilen ve boyutları mesela kayın ağacında 0.02 mm ile kabak’ta 0.2 mm arasında değişen erkek eşey hücreleridir. Alerjik reaksiyonun şiddeti, hafif bir rahatsızlıktan, yaşamı tehdit eder durumlara kadar değişebilmektedir. Alerjik maddeler nefes yoluyla, temasla, yiyecek ve içeceklerle veya alınan ilaçlarla bağışıklık sistemini uyarabilir. Aksırma, hapşırma, hırıltılı soluma, öksürme, mide ağrısı, gözlerde ve deride kaşınma gibi rahatsızlıkların biri veya birkaçı alerjik tepkimelerin genel belirtileridir.

Bazı Bitkiler ve Polenlerinin Alerjik Etkileri

Akçaağaç                    Bütün türleri alerjiye sebep olur

Ceviz                          Orta derecede allerjiktir.

Çam türleri                 Orta derecede allerjiktir.

Çınar                           Orta derecede alerjiktir.

Ihlamur                       Orta derecede alerjiktir.

Meşe                           Ortadan şiddetliye kadar alerjiktir.

Kavak                         Orta derecede alerjiktir.

Dişbudak                    Orta derecede alerjiktir.

Söğüt                          Alerjiktir

Çim bitkileri               Alerjiktir ve 10 000 kadar türü vardır          

Yukarıda görüldüğü gibi kent peyzajında kullanılan bütün ağaçların ve diğer tüm bitkilerin polenleri alerjiktir. Burada üzerinde özellikle durulmak istenen,  polen alerjisine sadece kavakların sebep olmadığıdır. Kavakların tamamı kesilerek yok edilse dahi, polen alerjisi sorunları bitmeyecektir. Çünkü, doğal olarak Türkiye’de yetişen veya ithal edilerek belediyeler tarafından şehirlerimizin yeşillendirilmesinde kullanılan bir çok ağaç ve bitki türü, diğer bitkilerle birlikte alerjik etkilere sahiptir. Çözüm, polen kaynağı bitkileri yok etmek yerine, ABD’de olduğu gibi polen sayımlarına dayanan nokta tespitler yaparak halkı uyarmaktır.

5- Sonuç Ve Öneriler

Türkiye’de maalesef alerji kaynağı olarak sadece kavaklar kabul edilerek, kavakların kesilmesi yoluyla polen alerjisi sorununun çözüleceği gibi bir ön yargı işletilmektedir. Bu konuda basın ve yayın organlarından da sürekli olarak yanlış ve yanıltıcı bilgiler verilmektedir.

Diğer ağaç türleri gibi kavak da kent içi peyzajında kullanılabilir. Ancak, kent içi peyzajında kavağa yer verilirken şu konulara dikkat edilmelidir:

  • Uzun ömürlü kavak türleri seçilmelidir. Örneğin Akkavak 200-300 yıl, karakavak 300 yıl yaşayabilmektedir.
  • Dikim yerinin koşullarına (iklim toprak ve su gibi) uygun tür ve klonlar seçilmelidir.
  • Ağaçlar alt yapıların geçtiği yerlerden uzağa dikilmeli, binalara fazla yaklaştırılmamalıdır.
  • Periyodik kontrollerle yaşları ilerlemiş, gövde ve dallarda çürüklük oluşmuş bireyler zamanında uzaklaştırılmalıdır.
  • Kavak polenleri Nisan ayında uçmaktadır. Kavak polenleri az zararlı sınıfa girmektedir. Polen allerjisi yönünden bütün bitkilerin az veya çok zararlı olduğu, bunların yanında kavakların masum kaldığı bilinmelidir.
  • Kavakların pamukçuklarından rahatsızlık söz konusu ise erkek kavak klonları kullanılmalıdır.

Bunlar:

Samsun (Populus deltoides)

                        I-45/51 (Populus x euramerican),

                        Gazi (Populus nigra),

                       Anadolu (Poplus nigra) isimli klonlardır.

Kavak, iklim ve toprak koşullarının elverişli olduğu bölgelerde kırsal peyzajı şekillendiren önemli bir unsurdur. Kavak ağacı, her iklimde yetişebilen türlerinin bulunması, kolayca yetiştirilebilmesi, yazın gölgesi, sonbaharda sararan yaprakları ile özellikle yeşile hasret Anadolu kentlerimizde kent peyzajında önemli bir açığı kapatmaktadır. Batı ülkelerinde de Karakavak ve Akkavak şehir içlerinde sıklıkla kullanılmaktadır. Planlamalarda, yukarıdaki hususlara dikkat edilerek kavağın kullanılması, dezavantajlarını en aza indirgeyerek başarılı bir şekilde kullanımına olanak sağlayacaktır.

 KAYNAKÇA

ANONYMOUS, 1994: Türkiye’de Kavakçılık. Kavak ve Hızlı Gelişen Tür Orman Ağaçları Araştırma Müdürlüğü, İzmit.

ASLANBOĞA, İ. 1986: Kentlerde Yol Ağaçlaması TÜBİTAK YAE, Yayın No. U3, Ankara.

ÇEPEL, N. 1994: Peyzaj Ekolojisi. İ.Ü. Orman Fakültesi, Yayın No:429 İstanbul.

DİRİK, H. 1991: Kent Ağaçları İ.Ü. Orman Fakültesi Dergisi, Seri:B, Cilt: 41/3-4, İstanbul

KOÇ, N.-ŞAHİN, Ş.1999: Kırsal Peyzaj Planlaması. A.Ü. Ziraat Fakültesi, Yayın No:1509,. Ankara

PAMAY, B., 1972: Park-Bahçe ve Peyzaj Mimarisi. İ.Ü. Orman Fakültesi Yayın No:264, İstanbul.

ÜRGENÇ, S. 1998: Ağaç ve Süs Bitkileri Fidanlık ve Yetiştirme Tekniği. İ.Ü. Orman Fakültesi, Fakülte No: 442,Yayınları, İstanbul.

YALTIRIK, F. 1993: Dendroloji Ders Kitabı II Angiospermae. İ.Ü. Orman Fakültesi Yayın No:420,  İstanbul.

 

 

Altın Sükut

Susuyorsun aralanan kapıların arkasından,
Konuşuyorsun gevezeler gibi ama, sanki kime konuşuyorsun.
Söylediklerin mi, sustukların mı  hangisi beni incitir.
Yoksa gözlerindeki ifademi, hüzünlü hallerin mi ruhları saran
 
Konuşuyorsun fısıltılı rüzgarlar gibi…
Esiyor kulaklarıma vızıltılar.
Başkada bir işe yaramıyor.
Senin ettiğin lakırdılar.
 
Her şeye yorum her şeye maydanoz…
İstemesek te duyuyoruz, hissediyoruz.
Yoğunlaşan, uğuldayan rüzgarlı fısıltılar.
Alçalan grileşen bulutlar.
 
Hem konuşmak, hem susmak,
Hangisiyle başın göğe erecek.
Gri bulutlar dağılacak, toz pembe mi olacak!
Sözler gümüş olacak, sükut altın mı olacak!

Mardin’deki Açılım!

Türkiye’nin asıl gündem maddelerini ve büyüyen sorunlarını örtmede bir perde rolü oynayan açılımlar ve açılım maceraları başımızı çok ağrıtacağa benzemektedir. Türkiye bu resmi beyanlarla devlet şeklinden Anayasasına kadar dış taleplere açık ve tavize hazır bir konuma sokulmuştur.

İnsanları birbirine soğutan, birbirinden uzaklaştıran ve ötekileştiren, demokrasiyle ilgisi olmayan, hiçbir ciddi devletin açılmaya cesaret edemediği konularda ortaya çıkan manzara, çok üzücü ve düşündürücüdür. Açılım macerası, Türkiye’yi tasfiye etmeyi aklına koymuş çevrelerin örtülü bir oyunudur. Hiçbir ciddi devlet bu tür maceralarla uğraşmaz ve kendini bunlara teslim etmez. Demek ki; demokrasinin uygulandığı birçok Batı Avrupa ülkesi bizdeki açılımlara benzer örnekleri sergileyemediklerinden demokrat sayılamayacaklardır.

Ülkenin huzur ve istikrarının bozulmasında açılımların rolü büyüktür. Ermeni açılımı fiyaskoyla neticelenmiştir. Diğerleri de aynı sonuca ulaşacaktır. Bir ülkede huzur ve istikrarı bozmak, insanlarını germenin ve tahrik etmenin demokrasi ile ne ilgisi var? Adeta insanlar çatıştırılmaya davet edilmiştir. Aşırı tahrik, tepki-etki ilişkisi içinde kötü örneklerini vermektedir. Samsun’da terör örgütünün davasını takibe giderek destek veren bir eski genel başkan, burnundan yumruk yemiştir. Kayseri’de de benzer bir olay bir bakanın başına gelmiştir. Bu hoş olmayan örneklerin artmaması için toplum daha fazla tahrik edilmemelidir.

Mardin’de Artuklu Üniversitesi’nde ortaya çıkan bir olay da değişik tip bir açılım sayılabilir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da tepki koyduğu bu olay, Müslümanı devşirme, uyuşturma ve ılımlı yapmanın yeni bir görüntüsüdür. Dünyayı küreselleştirme peşinde koşan süper güce bağlı denetim ve eşgüdümün sağlanması yolunda bir üniversitemizde yabancı istihbarat örgütlerinin faaliyetleri ortaya çıkmıştır. YÖK, gerekli dikkati göstermezse; benzer gelişmeler diğer bazı üniversitelerimizde de görülebilir.

Mardin Artuklu Üniversitesi’nde Londra merkezli “Küresel Yenilenme ve Rehberlik Merkezi” adlı bir kuruluşun “Cihat Fetvalarının Yeniden Yorumlanması” adıyla düzenlediği, sadece İngilizce’nin geçerli olduğu toplantıda, Batı tarafından yaratılan İslâmifobiyi destekleyici bir faaliyet yapılmıştır. İslâm âlemi ve Müslüman ülkeler, yabancı işgaller ve müdahaleler karşısında değiştirilmek istenen fetva ile kendilerini savunamaz, koruyamaz hale getirilmekte; emperyal amaçlar karşısında pasifleştirilmektedir.

Bir dönem Sovyet tehdidine karşı ABD kaynaklı İslâm merkezli Yeşil Kuşak yaratma araçları bu defa, Müslümanları ve İslâm ülkelerini sömürgeci güçlere karşı teslim olmaya, direnmemeye yöneltmektedir. Ilımlılaştırılan İslâm yoluyla Müslümanlar artık ülkelerini savunamaz hale getirileceklerdir. Toplantıya katılanlar arasında farklı dinlerin temsilcilerinin de olduğunu düşünürsek; dinlerarası diyalog ekseninin burada geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, sonuç bildirisi konusunda ihtilaf çıkmıştır. Demek ki; cihat fetvasının geçerliliğini yitirmesi konusunda toplantıya katılanlar tam anlaşamamıştır. Bu örnek de dinlerarası diyalogun Müslümanı bastırma, sindirme, tanınmaz hale getirme, direnme gücünü ortadan kaldırma ve küresel güce hizmet eder hale getirme olduğunu ortaya koymaktadır.

Irak’ın ABD tarafından işgal edildiği ilk günlerde kendilerine demokrasi getirdiklerini zannederek Amerikan askerlerinin ellerini öpen Iraklı sivillerin düşündürücü tavrı, cihat fetvasının değiştirilme gayretine bir örnektir. Böylece işgalci güçler ödüllendirilmiş olmaktadır.

Gerek devlet ve gerek vakıf üniversitelerimizde benzeri faaliyetlerin bulunmadığını söylemek mümkün değildir. Son yıllarda küreselleşmenin etkileriyle, ortak projelerin uygulanmaları iddialarıyla bir takım yabancı faaliyetlerin bilimsellik adı altında ortada dolaştıkları görülmektedir. Bazı fakültelerimizin değişik bölümlerinde sözde dost ve müttefik ülkelerin istihbarat örgütlerinin artan faaliyetleri herhalde takip ediliyordur.

NOT: Kazak Türklüğünün sembol isimlerinden Hasan Oraltay’a Allah’tan rahmet, yakınlarına ve sevenlerine de başsağlığı diliyorum.