13.8 C
Kocaeli
Pazartesi, Eylül 29, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1203

Toplu Konutlarda Nelere Dikkat Edilmeli ve İdeal Bir Daire Nasıl Olmalıdır?

0

Günümüzde hem pahalı arsa fiyatları, hem de artan inşaat maliyetleri daha ekonomik olan çok katlı binaları yaygınlaştırmıştır. Çünkü alt ve orta gelir gurubuna mensup köylü, işçi, küçük esnaf, memur ve emekliler ile yoksulluk ve açlık sınırı altındaki muhtaç insanlar için müstakil evlerde oturmak veya mütahitlerce düzgün semtlere yapılan lüks daireleri satın almak hayal olmuştur. TOKİ ve Belediyeler tarafından bu insanların barınma ihtiyacını karşılamak için “sosyal devlet olmanın bir gereği olarak” üretilen toplu konutlar; birçok aileyi depreme dayanıklı olarak inşa edilen sıfır daire sahibi yapmış, o yerleşim birimindeki tüm evlerin satış ve kiralama değerlerini düşürmüş, kentleri güzelleştirmiş fakat toplumun beklentilerini tam olarak karşılayamamıştır.

Site içinde yapılan toplu konutların alt yapı ve çevre düzenlenmesi genellikle güzel olmakta fakat sosyal donatıları eksik bırakılmakta, insanların oturacağı daireler ise çok küçük ve kullanışsız olduğundan, Türk Milleti’nin asırlardan beri alışageldiği geleneksel anlayışa uymamaktadır. Elbette sosyal konut olarak üretilen bu daireler lüks inşa edilmeyecektir. Ancak farklı konseptler kullanılarak ferahlık sağlanmalı ve insanlara sağlık ve mutluluk içinde yaşayacakları daha güzel mekanlar sunulmalıdır. En azından sıfır daire alan insanlar hemen inşaata başlayarak evin içini tekrar elden geçirmekten “mutfak dolapları ile iç ve dış kapıları değiştirmekten, seramikleri yenilemekten, vestiyer ve banyo dolabı yaptırmaktan, duşa kabin ve kombi taktırmaktan, halıfleksleri kaldırıp lamine parke koydurmaktan ve balkonla mutfağı birleştirmekten” ve ciddi bir masrafa girerek aylık taksitleri ödeme sıkıntısına düşmekten kurtarılmalıdır.

Valiler, Kaymakamlar, TOKİ Yöneticileri ve Belediye Başkanları ile toplu konutları inşa eden mütahit ve mimarlar; esnaf ve ticaret odaları, emlakçı dernekleri, sivil toplum kuruluşları ile kendi aile ve yakın çevrelerinin fikrini alsalar veya o yörede yaşayan insanların bir kısmıyla küçük anketler yapsalar; ilham alacaklar ve kendilerini yenileyerek daha iyi projeler üreteceklerdir.

Bayanlar “hayatlarının büyük bölümü evde geçtiğinden” küçük ve Amerikan Mutfaklı daireleri istememektedir. Yani mutfak ayrı ve büyük yapılarak insanlar balkonla-mutfağı birleştirmek zorunda bırakılmamalı, dolaplar kullanışlı-tezgah uzun olmalı, dört kişilik yemek masası sığmalı, buzdolabının konacağı yer ayrılmalıdır. Mümkünse “evler kaloriferli olduğundan” apartman boşluğu veya daire girişine küçük bir kiler düşünülmelidir. Salon “misafir ağırlamayı sevdiğimizden” koltuk ve yemek odası takımının sığacağı büyüklükte olmalı ve kapısı bulunmalıdır.

Mahremiyete önem verdiğimizden odalar-mutfak ve banyoya salon değil antreden geçilmeli, yaşam alanı olarak değerlendirilen antre-salon-mutfak-kiler ve tuvalet ile yatak odaları ve banyo ayrı bölümler olarak inşa edilmeli ve koridora bir kapı konularak tamamen ayrılmalıdır. Dairede banyonun dışında bir tuvalet mutlaka olmalı, mümkünse ebeveyn yatak odasına da küçük bir duş konulmalıdır. Banyo “kirlileri evde yıkadığımızdan” asgari çamaşır makinesi-klozet-lavoba ve duş teknesini alacak büyüklükte olmalı, duşa kabin konulmalı ve çamaşır makinesi ile lavoba üstüne mutlaka dolap yapılmalıdır. Balkonlar “küresel ısınma sonucu artan hava sıcaklığı nedeniyle insanlar bunaldığından” dört kişilik bir ailenin yemek yiyebileceği ve çamaşır asabileceği genişlikte planlanmalıdır.

Bodruma her daire için ayrı bir depo konulmalı, asansörler “çok katlı evlere eşya taşımanın zorluğu düşünülerek” geniş yapılmalı veya bir büyük-bir küçük iki asansör bulunmalıdır. Yapı sektöründe uygulanmaya başlayan teknolojik gelişmeler toplu konutlara yansıtılmalı, binalar depreme dayanıklı radye temel-tünel kalıp olarak inşa edilmeye ve PVC doğrama-çift cam kullanılmaya devam edilmeli, kat sayısı beşten az-ondan fazla olmamalı, dairelerin tamamının güneş alması ve rutubete maruz kalmaması sağlanmalı, enerji tasarrufu düşünülmeli, kaliteli malzeme ve işçilik kullanılmalı, girişe çelik-odalara Amerikan panel kapı yapılmalı, odaların tabanı sıhhi olmayan halıfleks değil lamine parke olmalı, ıslak zeminlere beyaz değil renkli seramik uygulanmalı, kartonpiyer ve kornişler ihmal edilmemeli, girişe vestiyer-bir odaya gömme dolap-balkona kombi konulmalı ve evlerde ısı-ses-su izolasyonu sağlanarak insanlar yüksek doğalgaz faturası-komşunun gürültüsü-akıtan çatıyla bunaltılmamalıdır. Yukarıda zikredilen hususlar maliyetleri biraz artırsa da; TOKİ veya belediyelerden sıfır daire alan bir insanın “hiçbir değişikliğe ihtiyaç duymadan ve ekstra masraf etmeden” gönül rahatlığıyla oturabilmesi hedeflenmeli, inşaat kalitesi ve uygulanan detaylarla özel sektöre örnek olunmalıdır.

İki çocuklu çekirdek aile yapısı yaygınlaştığından, hayatı boyunca bir ev alma gücü olan insanlar genellikle 3+1 daire istemektedir. Ancak daha ucuz olduğundan 2+1 daireleri tercih edenlerde vardır. Evlenme yaşının yükselmesi ve çalışan bekar insanların ev sahibi olmak istemeleri nedeniyle 1+1 dairelere de talep artmıştır. Ancak toplu konut yapmaktaki hedef; muhtaç insanlara yardımcı olmak, aile sahibi insanları ev sahibi yaparak geçim sıkıntılarını hafifletmek, evlilik müessesesini teşvik etmek olmalı ve 1+1 dairelerin yapımı lüks konutlarla beraber özel sektöre bırakılmalıdır. Çünkü 1+1 daireleri alan hak sahiplerinin büyük bölümü oturmamakta ve genellikle öğrencilere kiraya vermektedir.

Dairelerin net inşaat sahası en az “3+1: 99m2, 2+1: 75m2” olmalı ve standardizasyon sağlanarak hepsine odaların dışında ayrı mutfak, banyo ve tuvalet ile iki balkon konulmalıdır. Üretilen sosyal konutlar “18 yaşından büyük ve evli olan, o yerleşim biriminde ikamet eden, kendisi ve eşi üzerinde ev bulunmayan, dar ve orta gelir grubuna mensup kişiler ile muhtaç insanlara” kar amacı gütmeden-maliyetine-peşinatsız ve faizsiz olarak verilmeli, taksitleri sabit olmalı ve geri ödemesi teslimattan sonra başlatılmalıdır. Her daire için konumu ve katına göre-her kişi için ücreti ve gelirine göre farklı ödeme ve vade seçenekleri uygulanmalı, aylık taksitler “hem tek maaşlılar hem de karı-koca çalışanlar için” hane halkı gelirinin 1/3’ünü geçmemeli ve insanların “kira öder gibi” uygun koşullarla ödeyebileceği makul bir seviyede olmalıdır.

Daire almaya hak kazananlar özel bankalardan yüksek faizli konut kredisi almaya zorlanmamalı ve aylık ödemeler TOKİ ve Belediyeler ile onların anlaştığı devlet bankalarına yapılmalıdır. Aksi halde insanlar “ev sahibi olma hevesiyle” bilinçsizce konut kredisi kullanarak taşıyamayacakları bir yükün altına girecekler ve taksitleri ödeyemeyenlerin dairelerine bankalarca icra yoluyla el konulacaktır. Sosyal Devlet ilerde birçok mudi yaratacak bu tip uygulamalara izin vermemelidir. Dairelerin alınıp-satılması ve kiralanmasına müsaade edilmemeli, oturma zorunluluğu getirilmeli, tapuları hak sahiplerine taksit ödemeleri bitinceye kadar verilmemeli veya üzerine ipotek konulmalı, ancak “insanların gelir durumunun değişebileceği de göz önünde bulundurularak” teslimattan 5 yıl sonra isteyenlere “kalan borcu kapatmak kaydıyla” teslim edilmesi düşünülmelidir. Elbette borcunu bitiren alıp-satıp kiralayabilmelidir.

Vali ve Belediye Başkanlarınca tüm yerleşim birimlerinin sosyal güvenlik haritası çıkartılarak; açlık ve yoksulluk sınırı altında bulunan muhtaç insanlar ile şehit-gazi aileleri, maluller, dul ve yetimler tespit edilmeli ve toplu konut uygulamalarında bu kişilerde düşünülmelidir. İşi-geliri ve herhangi bir sosyal güvencesi olmayan fakat eli-ayağı tutan ve evli olan insanlara “taksitlerini işe girince ödemek kaydıyla ve tapusu verilmeden” konut tahsis edilmelidir. Böylece bu insanlar terör ve suç örgütlerinin ağına düşmekten kurtarılmalıdır. Elbette İŞKUR tarafından önerilen işe girmezse daire geri alınmalıdır.

Yaşlı-hasta-engelli, çalışacak ve gelir elde edecek durumda olmayan ve hiçbir sosyal güvencesi bulunmayan evli insanlara da; durumu değişmediği sürece kalabileceği sosyal konutlar “tapusu belediyelerde kalmak kaydıyla” bedelsiz kiralanmalıdır. Kimsesizlerse huzur evleri, kadın-çocuk sığınma evleri vb. yerlere yerleştirilmelidir. Yani hiç kimse sokakta bırakılmayarak sosyal adalet sağlanmalıdır. Dolayısıyla devlet ve belediyeler tarafından geniş-ferah ve bahçeli evlerde oturmaya alışan bir toplumun daha ekonomik olan apartman dairelerinde oturmaya alışması ve gecekondulaşma önlenerek kentsel dönüşümün tamamlanması isteniyorsa; projelere önem verilmeli, geleneksel Türk Mimarisi toplu konutlara da yansıtılarak küçük ama kullanışlı evler yapılmalı ve uygulamada yukarıdaki hususlara dikkat edilmelidir.

TOKİ ve Belediyeler rant amaçlı ve üst gelir grubuna hitap eden villa ve lüks konut üretiminden vazgeçerek sadece ev ihtiyacı olan yerleşim birimlerinde sosyal konut inşa etmeli, yapılacak olan daireler Net: 100m2’yi geçmemeli, ekonomik kriz nedeniyle zaten bunalan piyasalarda haksız rekabete sebebiyet verilmemelidir. TOKİ ve Belediyeler de imar kanununa uymalı ve “hiç kimsenin devletle rekabet edemeyeceğini göz önünde bulundurarak” 10 kat inşaat yaptığı yerlerde “özellikle afet bölgesinde” insanlara 3 kat müsaadesi vererek çifte standart uygulamamalı veya herkese “denetimi sıkı tutarak” aynı kolaylıkları tanımalıdır.

Aksi halde ayakta kalmak için mücadele eden; mütahitlik, mühendislik, mimarlık, yapı denetim, zemin etüdü, harita, emlak, reklam, hukuk, tercüme, nalbur, nakliye, peyzaj, yapı dekorasyon, bakım-onarım, mobilya, kereste, doğrama, elektronik, elektrik ve su tesisatı firmaları ile inşaat sektörüne bağlı olarak çalışan 100’ün üstünde iş kolu daha ciddi sıkıntılara girecektir. Dolayısıyla TOKİ ve Belediyelerce toplu konutların inşaatı; o şehirde faaliyet gösteren ve sahipleri o kentte ikamet eden firmalara verilmeli, çalışacak işçiler o şehrin insanlarından seçilmeli ve ihtiyaç duyulan malzeme yine o şehrin esnafından alınmalıdır.

Yani konut üretilirken ciddi boyutlara gelen iç göçün önlenmesi, şehrin ticari hayatının canlanması ve istihdam sağlanması da hedeflenmelidir. Bu maksatla toplu konutların alışveriş ve ticaret merkezlerinde bulunan işyerleri; işi, geliri ve herhangi bir sosyal güvencesi olmayan fakat çalışmak isteyen insanlara uygun koşullarla verilmelidir. Toplu konut yapılacak arazi ve arsalar belirlenirken rant düşünülmemeli, maliyetleri düşürmek için mevcut hazine ve belediye arazileri tercih edilmeli, verimli tarım arazileri kullanılmamalı, imara uygun ve zemin etütleri yapılmış bölgelerde kentin dokusu bozulmadan üretilen arsalara deprem yönetmeliğine uygun ve en az 500 dairelik sosyal konutlar inşa edilmeli, dolayısıyla kentsel dönüşüm de sağlanmalı ve şehirler çarpık yapılaşma ile gecekondulaşmadan kurtarılmalıdır.

Toplu konutlar altyapısı ve sosyal donatıları ile yaşanabilir mekanlar haline getirilmeli, fiziki güvenliği sağlanmalı, ulaşım ve oto park imkanları bulunmalı, alışveriş merkezleri ile kapalı pazar yerleri olmalı, spor ve oyun sahaları ile parklar ve bahçeler yapılmalı, eğlenme-dinlenme mekanları ile piknik alanları düşünülmeli, sağlık ocağı ve ilköğretim okulu ile cami ve karakol planlanmalıdır.

Devlet insanların tamamını “karnı tok-sırtı pek olan, ailesinin geçimini sağlayacak bir işi ve başını sokacak bir evi bulunan, sosyal güvenlik şemsiyesi altına alınmış mutlu bireyler” haline getirmeye çalışmalı ve toplu konutları bu amaca hizmet etmek için yapmalıdır. Belediyelerin toplu konut yapmaktaki amacı ise; hemşerilerinin tamamını ev sahibi yapmak, kentsel dönüşümü sağlayarak çarpık yapılaşma-gecekondulaşma-altyapı ve trafik gibi ciddi meseleleri çözmek, şehri hava-görüntü ve gürültü kirliliğinden kurtararak sağlıklı ve kaliteli bir fiziksel çevre yaratmak, insanlara içinde sağlık-huzur ve güven içinde yaşayabilecekleri modern ve çağdaş bir kent sunmak olmalıdır.

Sansür, Siyaset ve Şehitler

Haftada bir yazdığım için konular birikiyor. Keşke zaman bulabilsem de her gün yazsam. Ama mümkün olmuyor…

Son yazımda “CHP örgütü demek, Türk Milleti demek değildir” başlığında gelişmeleri değerlendirmiştim. Ne yazık ki bu yazı kendini Atatürkçü ve sosyal demokrat olarak niteleyen bazı yayıncılar tarafından sansürlendi. Kimileride başlığı değiştirerek yayınladı. Oysa ki RTE, AKP ve cemaat ile tarikatlar için ne ağır yazılar yazdım hiçbiri sansürlenmedi. Bu nasıl bir demokratlık?

Ben CHP üzerine bir analiz yaptım. Bunu yapma ve düşüncemi özgürce ifade etme imkanım yok mu?

Siz nasıl Atatürkçüsünüz veya sosyal demokratsınız? Anlatın bir bilelim.

İpliğinizi biri pazara çıkarıyor diye mi sansür uyguladınız? Yoksa korktunuz mu?

Sadece Kemal Kılıçdaroğlu’nu bir umut görerek CHP’nin ipine sarılan arkadaşlara soruyorum. Sayın Kılıçdaroğlu; Dersim ve kürt meselesi hakkında bir fikirlerini açıklasında hep beraber öğrenelim.

Samimi olun arkadaşlar! Atatürkçülük ve sosyal demokratlık maskesi altına sığınarak bu ülkede yaptıklarınızdan dolayı siyasal İslamcı bir iktidarın başımıza musallat olduğunu itiraf edin.

Şimdi de aynı oyunu oynamak için dış destekli Doğan Medyasının Türkiye’nin kurtarıcısı olarak ilan ettiği Kılıçdaroğlu’nun etekleri altına gizleniyorsunuz. Ve biri bunları söylüyor diye hemen sansür uyguluyorsunuz. Biraz samimi olun…

Tatlı su Atatürkçüleri ve slogancı aslan sosyal demokratlar; yazılarımı cetvel koyarak dikkatle okuyun. Okuduktan sonra hala itirazlarınız varsa şöyle bir kendinizi sorgulayın. Ola ki doğruları görür ya da aslınıza rücu edersiniz.

Şehitler, şehitler, şehitler… kalbimizi dağlayan acılar ve buna dur diyemeyen bir halk. Doğruların ateş olduğu bir zamanda aman bu ateş beni yakmasın diyen dilsiz şeytanların kol gezdiği bir toprak parçası olmuş benim vatanım.

Alın ulan başınıza çalın…

Dersim’inizi,  bölücübaşınızı, patrikhane’nizi, Tayyib’inizi, Kılıçdaroğlu’nuzu, hocaefendinizi ve bilcümle putunuzu.

Yeter ki biraz adam olun adam!

Tasavvuf – 2

0

Ekonomik durumları iyileşen Müslümanlar lüks yaşamaya başlayınca

İster istemez bazı konularda İslam’ın özünden biraz uzaklaştılar.

Bu duruma tepki olarak sahabelerden başta Ebu Zer El-Gifari olmak üzere

Tabiinden bazı Müslümanlar dünya nimetlerine önem vermediler.

Sade bir hayat yaşamayı tercih ettiler.

Başlangıçta bunlar ferdi olaylardı.

Zamanla bu hayat tarzı, bu düşünce sistemli hale gelerek taraftar bulmaya başladı.

Böylece züht, takva, kanaat ve sade yaşamı esas alan tasavvuf anlayışı doğmaya başlamış oldu.

Tasavvuf genel anlamı itibari ile nefsi her türlü kötü duygulardan temizlemektir.

Haramlardan, günahlardan hatta şüpheli (helal mi, haram mı olduğu belli olmayan) işlerden uzak durmaktır.

Dinin emirlerini ince ayrıntılarına dikkat ederek yerine getirmektir.

Kalbi cilalamak ve orada Allah sevgisini hâkim kılmaktır.

Hicri 2. asırdan itibaren bu anlayış sistemleşmeye başladı.

İslam dünyasında taraftarları çoğalmaya başladı.

Bu akım Dünyaca tanınmış mutasavvıflar yetiştirmiştir.

Bunlardan bazıları şunlardır:

İmam-ı Gazali, Muhyittin Arabî, İbrahim Ethem,

Hasan Basri, Cüneyt Bağdadi, Şeyh Edibali,

Yunus Emre, Mevlana, Kafkas Kartalı Şeyh Şamil vb.

Bu ekolde derinleşmiş, uzmanlaşmış mutasavvıflardır.

Bu kişilere halk tabiri ile şeyh denir.

Ekole yeni girenlere sufi ya da halk tabiri ile sofu denir.

Tasavvufi hayat “Bir lokma bir hırka” anlayışı ile dünyadan el etek çekmek değildir.

Helali, haramı ve kul hakkını gözeterek iş yapmaktır.

Tasavvuf halk arasındaki ifadesiyle tarikat Arapça kökenli bir kelime olup Tarık “Yol” anlamına gelir.

Tarikat ise bu kelimenin çoğulu olup “Yollar” anlamına gelir.

Dolayısı ile tarikat Müslüman’ı Allah’a (O’nun rızasına) ulaştıran yollar demektir.

Herhangi bir tasavvuf (tarikat) ekolüne dâhil olmak dinen zorunlu mudur diye soranlara

Dinen zorunlu olan dini kurallara uymaktır.

Bunun uygulanış biçimi ise tercih meselesidir.

Ehlisünnet (sırat-i müstakim) dairesi içerisinde olması şartıyla

Bütün tasavvufu ekoller bizler için muteber ve saygı değerdir.

Tarikatlarda zikir (Allah’ı anmak) cehri (açık) hafi (gizli) olmak üzere iki şekilde yapılır.

Elbette ki insanlar mizacına uygun olanı tercih ederler.

Hiçbir ekole bağlı olmadan zikir yapmakta mümkündür.

Tasavvuf büyük denizlerdeki gemicilere pusula

Yâda kılavuz kaptan konumundadır

Tasavvufu bir cümleyle özetleyecek olursak;

Tasavvuf Asr-i saadet dönemindeki

İslami yaşantıya yani “öze” dönüş harekâtıdır.

Allah’u Teâlâ kalbimizi iman

Ayaklarımızı sırat-i müstakim üzere sabit kılsın.

29 Mayısta yayın hayatına başlayan Semerkant TV ye başarılar diler

Hayırlı hizmetler yapmasını temenni ederim…

                                                                                                                Devam edecek

Günahların İktidarları

0

Ana Muhalefet Partisi’nin genel başkanı sayın Baykal’ın istifası ile sonuçlanan ve bu partide taşların yerinde oynamasına yol açan hadise, birçok yönden önemli bazı konuları yeniden tartışmaya açtı. Baykal’ın kendisi bu hadiseyi bir komplo olarak değerlendirdi. Bu komplonun siyasi olduğunu, siyasi hesaplar uğruna iffet, hayâ ve ahlak ilkelerinin çiğnendiğini söyledi. Komplo teknikleri ile yürütülen siyasetin, yasal düzeni içinden çıkılmaz hale getirdiğini belirtti. İktidar partisini suçladı ve uzun süredir genel başkanlığını yaptığı CHP’nin başkanlığından istifa etti.

CHP’nin genel başkan yardımcısı Yılmaz Ateş ise, malum kasetle gösterime konan gayrı ahlaki görüntüleri ve CHP’nin kurultayını aynı bağlama oturttu. CHP kurultayının alçakça bir ortamda gerçekleştiğini söyledi. Malum olduğu üzere kurultay kaset görüntülerinin aktörü olan Baykal ve yandaşlarının tasfiyesi ile sonuçlandı. Ateş’in açıklamalarından, Baykal’ın tersine konudan sorumlu olanların hükümet değil, kurultayı Baykal’ı devirme hareketine dönüştüren parti içi örgütlü güçler olduğu anlaşılmaktadır.

Kasetteki görüntüler hakkında siyasi yorumlar fazlasıyla yapıldı. Başbakan sayın Erdoğan ise görüntüleri eşlere ihanet ve saygısızlık olarak değerlendirdi. Kadın hakları savunucuları ise konuya bu bağlamda yaklaştı. Böylece konunun ahlaki ve dini yönü seküler bir değere dönüştü. Konu iki kişi arasında geçen gayrı meşru bir cinsel ilişki olmaktan çıktı. Türk siyasetinin belirleyicisi oldu.

Kayıtlı gayrı meşru cinsel ilişkilerin gösteriminden, CHP’nin genel başkanı olarak çıkan Kılıçdaroğlu’nun çevresinde inşa edilen söyleme ve oluşturulan imaja bakıldığında, bambaşka bir manzara ile karşılaşmaktayız. Sanki kaset komplosu, CHP için yeni bir soluğa dönüşmüş, AK Parti iktidarına karşı onlara taze bir kan vermiş.   Komplonun komplosu dene bilecek iddiaların arkası da kesilmiyor. Öte taraftan bazı yazar ve televizyon konuşmacıları ise, iğrenç görüntülerin iktidar partisini devirmek için gündeme getirildiğini söylemeye başladı.  Kılıçdaroğlu’nun ekibi ile birlikte CHP’nin başına getirilmesi ve Baykal’ın tasfiyesi için düzenlenmiş olan bu kurgu, ilerde mevcut iktidar partisini de tasfiye edecekmiş.

Yukarıda anlatılanların hepsi, iki kişi arasında geçtiği anlaşılan gayrı meşru bir cinsel münasebetin, medyatik gösterime konması ile başlamıştır. Gayrı meşru cinsel münasebetin gösterimi, yukarıda söylenenleri özetlersek, Ana muhalefet partisi genel başkanı ve yönetiminin değişmesi ile sonuçlanmıştır. Beklendiği söylenen değişmeler ise bu yeni yönetimin CHP’yi iktidara taşıyacağı yolundaki umutlardır. Gandi ve Ecevit kasketi benzetmeleri ise tarihi metaforları, sembolleri ve nostaljileri cinsel gösterimle inşa edilen bu yeni iktidar arayışlarını temellendirme çabalarıdır.

Benim asıl üzerinde durmak istediğim konu, mahrem ve gayrı meşru bir cinsel durumun, gösterimi ve dolaşımının bir ülkenin iktidar ilişkilerini etkilediğini ve belirlediğini ortaya koymaktır. Ulrich Beck,  Siyasallığın İcadı adlı eserinde, imgelerin ve metaforların iktidar sağladığından ve halkı yönetme fırsatları yarattığından bahseder. İktidar ilişkileri, siyasi çatışmalar ve mevki elde etme savaşları, düşman imgeler üzerinden yürütülür. Düşman gerçekten nesnel olarak var değildir. Kurgulanmıştır, muhayyeldir. Ancak medyatik gösterim ve propaganda aracılığı ile bilinçlerde somutlaşma etkisi gösterir. Don Kişot’un muhayyel düşmanlara saldırması kurgusu burada gerçek ve saldırılacak somut bir gruba dönüşmüştür.

Malum görüntüleri, karşılıklı suçlamaları, koltuk değişikliklerini ve yeni iktidar arayışlarını bu bağlamda değerlendirdiğimizde ilginç bir manzara ile karşı karşıya olduğumuz ortaya çıkmaktadır.

Olup bitenler, geleneksel dil ile ifade edilecek olursa, ortada işlenen bir cinsel günah vardır. Bu günahı işleyenlerin kim oldukları malum görüntülerle yeterince açıktır. Ancak geleneksel değerlere göre günah olan bir davranış, modern değerlere göre bilindiği gibi her zaman suç değildir. Hatta Türk Ceza Kanununa göre zinanın suç olmadığı da açıktır. Bu durumda laik olduklarını, modern olduklarını ve pozitif yasaların üstünlüğüne inandıklarını her zeminde savunan CHP’nin seçkinleri, genel başkanlarını geleneğe ve dini inançlara göre günah olan bir davranıştan dolayı cezalandırmış oluyorlar. Bu da onların laik ve çağdaş diye bilinen değerleri henüz tam olarak özümsemediklerine işaret etmektedir. Çünkü kanuna göre suç olmayan bir davranıştan dolayı bir insanı cezalandırmak ve linç etmek de suçtur. CHP delegeleri töreye göre genel başkanlarını ve ekibini linç etmişlerdir. Partiden tasfiye etmekle cezalandırmışlardır. Siyasi retoriklere göre kurgulanmış bir töre cinayeti işlemişlerdir.

Öte taraftan geleneğe göre cinsel günahların ifşası, gösterime konması ve açıkça konuşulması da günahtır. Bir mümin cinsel bir günah işlese bile bunu saklamalıdır. İfşa etmemelidir. Başka insanlar da insanların bu tür günahlarını araştırmamalıdır, konuşmamalıdır. Çünkü cinsel kabahatlerin açıklanması, iffetsizliktir, hayâsızlıktır.  Zina kendi başına bir suç olmakla birlikte, zinanın ifşası ve gösterime konması daha büyük bir suçtur. Dolayısı ile genel başkanlarının cinsel bir kabahatini kayıt altına alarak gösterime koyan ve bu gösterimi kendi iktidarları için araçsal bir değere dönüştüren gruplar, iktidarlarını başkalarının günahlarına bağlı olarak inşa etmiş oluyorlar. Baykal olup biteni iffetsizlik ve hayâsızlık olarak tanımlamakla kendisine atfedilen kabahati saklamaya ve örtmeye çalışıyor. Onun bu tutumu İmam-ı Gazzali’nin haya ile ilgili olarak yazdıklarına da uygundur. 

Ancak Baykal’ın işlediği günahı gösterime koyarak parti içi dengeleri değiştirenler ve iktidar hazırlığı yaptıklarını söyleyenler, geleneğe göre iffetsizliği ve hayâsızlığı kendileri için bir umuda dönüştürmüş oluyorlar. Yılmaz Ateş, CHP kurultayının alçakça kurgulanmış bir ortamda gerçekleştiğini söylemekle bu duruma işaret etmiş olmaktadır.

Cinsel bir günahın, bir partinin yapısını bu kadar etkilemesi, beraberinde başka sorunları da gündeme getirmektedir. Bilindiği gibi, cinsel günahlar yapıları itibarıyla bireyseldir. Günahı işleyen iki karşı cinsle ilintilidir. Bu durum en azında geleneksel toplumlarda ve adaletin kişisel sorumluluklara bağlı olarak uygulandığı zihniyet dünyasında böyledir. Fakat son zamanlarda medyatik gösterime konan cinsel günahların kamuoyunca, tamamen siyasal ve ideolojik bağlamlarla ele alındıklarını ve konuşulduklarını müşahede etmekteyiz. Bundan dolayı bireysel günahlar, siyasal birer değere dönüşmektedir. Araçsallaşmaktadır. CHP’nin bir cinsel günahın gösteriminden dolayı bu kadar çok değişmesi, yeni sloganlarla kendini ifade etmesi ve Ecevit’in şapkası gibi tarihi metaforları propaganda malzemesi yapması bu etkinin boyutlarını gösteren somut örneklerdir.

Geleneksel değerler, yani cinsel günahlar, bir taraftan çağdışı olarak görülürken, diğer taraftan çağın siyasal ilişkilerini belirleyen aktörlere dönüşmektedir. Cinsel özgürlükleri savunanlar ve cinsel gösterimleri kendileri için kazanç kapısı olarak gören kapitalist medya patronları da ilginçtir, bu kayıtlı görüntüleri dolaşımda tutmaktan hoşlanıyorlar. Bu görüntüleri onlarda kendileri için bir kazanç kapısı olarak görebiliyorlar. Cinsel günah birileri için, medyatik ve siyasi linç olurken, birileri için iktidar kapılarının açılması açısından önemli olmaktadır. Öte taraftan pornografi sektörü için şehvetin yayılması ve azamileştirilmesi işlevi görmektedir.

Cinsel günahların iffet ve hayâ bağlamında ele alınmasının önemi de burada ortaya çıkmaktadır. Çünkü cinsel günahların aleniyet kazanması, onları siyasallaştırmaktadır, meşrulaştırmaktadır, araçsallaştırmaktadır. Birilerine yeni iktidar kapıları açarken, birilerini iktidardan etmektedir.   

 

 

Tarihe Yürüyüş

Boğum boğum kuşatılmış ışığı,
Bir taşına yekpâre Acem mülkü feda bir şehir
Ve ruhuna iliştirdiği gençliğini
Vuslata kilitlemiş âşığı..

Gönül gözü elâ mı görür?
Köz köz iman Leylâ mı görür?
Geçeceksin.. geceden günden,
Geçeceksin Peygamber’in önünden

Avuçların,
Avuçların Kevser serinliğinde sanki
Ey yüreğini sancak deyu sura asanım !
Hasan’ım..

Sen söyle dinin ak güneşi..
Hangi körükle dindirmeli bu ateşi ki sönsün?
Ve sensin alev almış altı asrın itfaiye eri..

Yüreğim yetmiş iki parça geminin işgali altında şimdi..
Güya o güzel Emir’i methediyorum..
Aslında kendimi fethediyorum..

Ve elindeki
İrem bağlarının tebşir anahtarı mıdır?
Soruyorum ey gül devşiren asil âşık;
Tomurcuğun al mı, ak mı, sarı mıdır?

Deseydim
Bir çınarın göğsündendir bu misk-i amber..
Yine de beyaz bir deniz boyunca
Toprağın düğününe gelir miydi Kamber?

Şefkat çeşmesi..
Gül kapısı..
Muhabbet ordusu..

Bengisudur, içilir..
Bir cennete açılır..
İçeri gir !
Bundan öte sevgi seferidir..

Hâlâ yüreğimin atışını duymuyorsan güm güm..
Ve bir Şâhî gülle gibi bakışını saymıyorsan kusura..
Ey gönlüm,
Kulağını daya sura..

 

“Numaracı” Cumhuriyetçiler

0

Türkiye’de cumhuriyet kurulduğu günden beri bir evrim sürecini yaşıyor. Çağın ve olayların şartlarına göre de farklı evrelerden geçiyor cumhuriyet; bu evreleri şöyle ifade etmek mümkündür:

Birinci evre: 1923-1950 arasındaki yılları kapsar.

Bu dönem, zorluklarla mücadele etmekle geçti; her türlü yokluk ve yoksulluk yaşandı; cumhuriyetin temel ilkelerinin anlatılmasına çalışıldı ve süresini tamamlandı. Cumhuriyetin bu ilk evresindeki gelişmeler ve değişmelerde temel fikir, kurucu felsefe esasına dayalıydı. Her şey millik esasına dayandırılıyordu. Osmanlıdan geriye kalan ihmal edilmiş Anadolu’da bir milli (ulus) devlet kuruldu.

Millik, milliyetçilik, yurttaşlık, evrensel değerlere bağlılık bu dönemde girdi toplumun yaşamına. Bu millilik düşüncenin yaygınlaşması ve kökleşmesi için olağanüstü gayretler sarf edildi.

“Devlet” gücü ve otoritesi her alanda kendini gösterdi. Öyle olmak zorundaydı; yeniden inşa edilen bir devlet yapısı, bu ilkeli davranış refleksini göstermeye mecburdu.

Vatandaş=birey olma esasına dayanan bir ferdiyetçilik anlatılmaya çalışıldı. Ferdin kul olmadığı, vatandaş, yurttaş olduğu anlatıldı. Bu düşünce son derece önemliydi kişilik oluşumunda… Ferdiyetçilik bağlamında özel mülkiyet fikri, menfaat kapılarının eğitimin parçası haline gelmesi bu dönemde gerçekleşti. Aynı zamanda yurttaşın da sorumlulukları ve görevlerinin var olduğu anlatıldı…

İkinci evre: 1950-1960 yılları arasında yaşandı.

Cumhuriyetin bu dönemi demokrasi denemeleriyle geçti.

İlk kez çok partili bir sistem oldu, seçim yapıldı, vatandaşın önüne sandık konuldu. Kendini idare edecek kişileri seçme hakkını kullandı. Halkın iradesine başvuruldu. Vatandaş, seçme ve seçilme hakkının olduğunu öğrendi ve bu hakkı kullandı.

Hürriyetin anlamını, serbestliğin anlamını, ticaretin anlamını, yabancı sermayenin ne olduğunu öğrendi bu dönemde… Bu dönemde milli olan değerlerin yerine yabancı değerler cazip hale getirildi…

Üniversitede özerklik konuları konuşuldu.

Üçüncü evre: 1960-1980 yılları arası dönemleri kapsar.

Bu evrede hem devlet yapısında, hem de vatandaşın yaşamında olağan üstü gelişmeler, değişimler, farklılıklar yaşandı. Bu değişimlere ve gelişmelere uyum gösterdi.

Sendikalaşma, örgütlenme, ana gaye seçildi; “…izmler” rekabeti başladı; örneğin kapitalizm ile sosyalizmkominizim – faşizm – nasyonal sosyalizm çatışmaları yaşandı. Egemen güç olan sermayeye işçi emekçisi, fikir emekçisi öğretmen örgütlendi. Her iki tarafa uşaklık yapanlar çoğunluktaydı.

Sonuçta kazanan yine kapitalizm ve emperyal güçler oldu.

Dördüncü evre: 1980 – 2010 dönemi siyasi çalkantıların olduğu, terörle mücadelenin sürdüğü yıllardır; görünüşte halkın egemenliği öne çıktı, fakat ülkenin tehlikeye düştüğü andan itibaren yine askerin kurtarıcı olma beklentisi toplumda egemen kanaat olarak sürdü. Bürokrasi ikinci plana atıldıysa da devletin ruhuna işlenmiş bürokratik engeller tümüyle aşılamadı.

Hayatın her alanına bilişim sistemlerinin girmesiyle resmi işlemler daha hızlı yapılır oldu, ancak en ufak bir elektrik arızasında, ya da uydu aracılığıyla yapılan iletişimdeki aksamadan dolayı hayatın her alanındaki faaliyetlerin felç olmasına neden oldu.

Ekonomik olarak Anadolu insanının yükselen sesi var bu dönemde… ‘Anadolu kaplanları’ denilecek derecede bir dinamik öz sermaye fışkırdı. Merkezi idarenin tartışılmaya başlandığı bir dönemdir. Birçok sorunun mahallinde çözülebileceği varsayıldı. Mahalli idareler güçlendirildi. Merkez egemenliği ikinci dereceye itildi, fakat merkeziyetçi siyasi erkin direnci devam etti.

1982 anayasasına karşı bir mücadele başladı.

Zamanında haklın %92 oranında olumlu oyuyla kabul edilen yasaların anası olan metin artık “tu kaka” olmaya başladı. Herkes kusuru onda aradı. Kimisi “bedene dar gelen gömlek” dedi, kimisi “darbe-cunta anayasası“, kimisi “çağdışı” anayasa dedi…  Ve tamı tamına 17 kez değiştirildi.  Yine de yetmedi…

Çirkin politikacı, başarısızlıklarının sebebini 82 anayasasına yüklemeye başladı; kapasitesizliğini, ehliyetsizliğini sakladılar… Anayasa “vurun abalıya” konumuna sokuldu…

Son olarak 2010 yılında siyasi erk kendine uygun maddeler ihdas ederek, sadece bir partinin oylarıyla -muhalefetle uyuşmadan- üç temel değişiklik yapıldı; partilerin kapatılmasının TBMM kararına bağlanması, Anayasa Mahkemesi ve Yüksek Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun siyasi iradenin tasarrufuna tabi olmasını sağlayan madde değişiklikleri…

Bu dönemde Devletin kurumları arasında giderek büyüyen tartışma ve çekişme su yüzüne çıktı. Kurumlar arasında güvensizlik oluştu… Bu durum, 85 yaşındaki Türkiye Cumhuriyetinin düşürüldüğü en vahim durumdur. Kurumlar arası çatışma-tartışma günlük hayatın önüne çıkarıldı.

Yasama ve yürütme tek siyasi gücün egemenliğine girince cumhuriyetin koruyucu ve kollayıcı temel kurumlarından olan yargı ve orduya planlı ve sistemli bir saldırı başladı. Çünkü yıllardan beri rejime karşı kinle bilenen, hazırlanan, eğitilen kadrolar güç haline geldi. Rejim karşıtı zihniyet rejimi idare etmeye başladı.

Bunun adı güya milli irade oldu!

Geçmişten gelen yanlışlar arasında şaşkın ve kamanmış halkın önüne çıkarılan tercihi çaresizce oyladı. Çünkü alternatifi kalmamıştı, alternatif olabilecek tüm “çağdaş güçler” darbe psikolojisiyle budanmıştı… Sandıktan çıkan ne olursa olsun milli irade olarak anıldı. Hâlbuki milli irade denilen şey, değil ki çoğulculuğu çoğunluğu bile temsil etmiyordu; %45lik oya sahibi iktidar, TBMM de %65 (yaklaşık) oranında güce sahipti. Yani bir milli irade gaspı vardı; hiç kimse bu gasptan bahsetmiyordu…

Cumhuriyetimizin bu dördüncü dönemi çok zor aşılacağa benziyor. Cumhuriyetin temel ilkelerini değiştirmeye, din ağırlıklı umdelerin egemen olduğu bir toplum yaratma amacına yönelik yeni rejimler tasarlanma riski yaşanabilir. Bunlar da yapılırken kullanılan “havuç” ise “herkese daha çok demokrasi, daha çok hürriyet” sloganı kullanılmaktadır.

Gerçekte ne demokrasi ne de hürriyet amaçlanmakta!

Amaçlanan (her ne ise) hedefe ulaşmak için, daha önce açıktan söylendiği gibi, demokrasi de hürriyet de “araç” olarak kullanılmaktadır; vatandaş da buna aldanmaktadır maalesef…

Yıllardan beri Türkiye Cumhuriyetine yakıştırılmak istenen numaralar bugün güç kazanarak sürmektedir. Bu seferki “numaracılar” Roman Rakamıyla işaretli “numaracılardan” farklılar; onları da yanlarına alarak aldatıcı “numaracılar” grubunu oluşturmaktalar…

İşte bunlar “numaracı” cumhuriyetçilerdir.

Onlara dikkat etmek her seçmenin esas görevidir.

Havucun asıldığı ipin kenarında “bubi” tuzakları yerleştirilmiştir. Havuca uzananın elin de, patlamaya hazır bombanın olma ihtimali hatırlanmalıdır…

Cumhuriyet rejimin gelişmesine katkı yapan bu dördüncü evrede, Türkiye cumhuriyetinin ikinci ayağı olan gerçek demokrasinin tam anlam bulduğu yeni bir anayasa yaparak bitirebilirdi de bitirmeyebilir de…

Nasıl mı?

İktidar ve muhalefetin uyumuyla oluşan bir “kurucu meclis” aracıyla, çoğunluğun “evet” diyebileceği bir çağdaş anayasa yapabilirdi.

Aklın gerektirdiği yol buydu…

Fakat mevcut siyasi erk buna asla yanaşmadı…

Şu anda freni boşalmış bir araba örneğidir Türkiye…

Eğer kaptan ki öyle biri yok henüz, el frenini ve debriyaj-vites kontrollü hız düşürmeyi becerirse uçurumun kenarında yarı sarkık durabilir…

Aksi takdirde…

Çok akıllıca bir strateji uygulanmaktadır; siyasi iradenin açılım-saçılım-kaçınım paketleri tutmayınca, iktidardan düşme riskine karşı kendini koruma refleksine yönelik olan anayasa değişiklik paketini gündeme getirdi!

Çok akıllıca bir politika; hakkını teslim etmek gerek…

Ne zaman ki bir konuda köşeye sıkıştı ise, hemen servise yeni bir meşguliyet oyuncağı sürülüyor…

Kamuoyunun ızdırap çektiği esas gündeminin üzeri süslü ambalaj kâğıdıyla örtülüyor, ortaya atılan meşguliyet oyuncağını alın oynayın’ dercesine milletle alay ediyorlar…

Bu anayasa değişiklik paketi de siyasi iradenin ihtiyaçlarını karşılamak için hazırlanmış bir paket olduğu herkesçe bilinmektedir…

Kabul edilmelidir ki akıl hocaları çok güçlü…

Doğanın kuralına ters de olsa başarılılar!

Aferin onlara…

Politika olarak çok başarılılar fakat politika “siyaset” demek değildir…

Bunun farkındalar mı?

Hiç sanmıyorum…

Din toplumun vicdanıdır; vicdan duygu ve düşüncelerin ayar merkezidir, yani ölçümleme (kalibrasyon) merkezi…

Din, toplumun ceketi olarak anlaşılmalıdır; dinsiz toplum olmaz; fertler arasında, toplumda adeta yapıştırıcı “harç” niteliğindedir din…

Kışın zemheride kişinin sağlığı için ceketi ne kadar önemliyse, toplumun din ceketi de o denli önemlidir.

Eğer birileri ceketi eline alıp sallarsa yanlış yapar…

Şimdilerde birileri bunu pervasızca yapıyor…

Onun için bu cumhur, sırtındaki din ceketini söküp alan ve elinde sallayan çok yüzlülere (poli (y) = çok; tik = yüz; politik = çok yüzlü) yanlışların hesabını demokrasi silahı olan “oy” ile vermelidir; vermelidir ki bundan böyle iktidara namzet kim varsa haddini bilsin ve ders alsın…

Cumhuriyet ecdadımın kurduğu yegâne kutsal değerdir, güçtür… Uğruna dede, dayı, amca şehit vermiş bir neslin temsilcisiyiz…

Hepimiz cumhuriyetin ecdadıyız, Onu korumak ve kollamak yine bizlerin, yani halkın, yani cumhurun görevidir…

Elimizdeki tek silah oyumuzdur…

Oy silahını çok isabetli kullanmalıyız…

Bu işin tekrarı, denemesi yoktur…

Aksi takdirde şu tekerlemeyi mırıldanırız;

“Biz batağa köprü olduk, başkaları geçti nehri,

İşte geldik gidiyoruz, şen olsun Halep şehri”

Kalın sağlıcakla…

İç Siyaset Dengelerinde Dış Tesirler

Dünya düzenini yönetme gücü ve emeli olan (emperyal) büyük devletlerin uzun vadeli stratejik planları vardır. Bu stratejik hedef ve planlar hükümetlerin değişmesiyle değişmez, sadece üslup değişir.

Günümüzün tek süper gücü haline gelmiş olan ABD’nin de bu gücünü daha uzun yıllar sürdürebilmesi için böyle hedef ve planları var. Özellikle enerji ve para kaynaklarını kontrol etmek bu planın ana hedefidir. Rakip olma potansiyeli taşıyan bütün ülkeleri/ ülke gruplarını (AB, İslam Ülkeleri gibi) kontrol etmek, diğer ülkelerin kaynaklarını kullanmak suretiyle bugünkü asimetrik güç dengesini devam ettirmek istiyor.

ABD, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) kapsamında çok geniş bir coğrafyada kendine yakın yönetimler oluşturmak, enerji açısından stratejik bölgelerde de askeri güç bulundurmak istiyor.

Bu uğurda yandaş iç siyasi hareketler oluşturma, iktidarda veya iktidar alternatifi olan partilerde istenilen türde lider seçtirme, terör hareketlerini destekleme, iç darbeler yaptırma ve nihayet askeri işgaller yaptırma gibi usuller uygulamaktadır.

“Eğer bir ülkenin iç dinamikleri uygun olmazsa bu yöntemlerin uygulanması mümkün olamaz, her olayın sebebini dışarıda arayan komplo teorilerine kulak asılmasın” diyen görüşün kısmi bir haklılığı olabilir. Sosyal olaylar karmaşıktır. Çok sayıda parametrenin etkisiyle olaylar yönlenir. Ancak bu parametrelerden dış tesirlerin belirleyicilik oranının çok yüksek olduğunu göz ardı etmek çok büyük yanılgılara yol açabilir.

CHP’de Deniz Baykal’ın Genel Başkanlıktan ayrılmasıyla sonuçlanan gelişmeler acaba sadece bir iç olay mıydı? “Ulusal konulardaki duyarlılığı” ve “açılımlara” karşı tavizsiz tutumuyla dikkat çeken, ABD’nin Irak’ı işgali için Türkiye’nin İstanbul, Trabzon dâhil çok sayıda havalimanı ile diğer limanlarını kullanmak, 80.000 ABD askerini Türkiye’de konuşlandırmak istemesine tepki göstererek tezkerenin reddinde önemli rol oynayan Baykal’ın gitmesi hangi dış mihrakların işine gelirdi?

CHP Genel Başkanlığına Kürt ve Alevi kimlikli bir kişinin gelmesini tercih eden dış güçlerin olmadığını söylemek ne kadar doğru olabilir?

Bugün Türkiye’de yapılmış darbelerin arkasında hangi devletlerin olduğu daha serbestçe tartışılabiliyor. Yapılmış ve planlanmış darbelerin başarı şanslarının aldıkları dış destekle orantılı olduğunu ispatlayan yüzlerce yazı okuyup, bir o kadar TV’lerde yorum dinlemedik mi?

Bu bakımdan iç politikadaki gelişmelerde de dış tesirlerin rolünü soğukkanlı bir şekilde düşünmek zorundayız. İçeride bambaşka duygularla ortaya koyduğumuz tepkilerle ortaya çıkacak gelişmelerin, dışarıda hangi ülkelerin çıkarına olabileceğini de hesaplamak durumundayız.

Türkiye’nin 27 Mayısında, 12 Martında, 12 Eylülünde Türk vatandaşlarının iç politik kaygılarıyla verdikleri tepkileri, ABD’nin, İngiltere’nin, Almanya’nın, İsrail’in, Rusya’nın derin devlet görevlilerinin hangi duygularla izlediklerini de düşünmek zorundayız. Kafkaslarda renkli devrimleri gerçekleştiren halkın coşkusunu, oyunu kurgulayanların okyanus ötesinden bilgisayar başında yönlendirdiğini dikkate alarak…

Bu satırların yazıldığı saatlerde Türkiye iki önemli haberle güne başladı:

  • Birincisi, İsrail donanması Gazze’ye yardım götüren başta Mavi Marmara olmak üzere 6 gemilik filoya saldırdı. Yapılan operasyonun ardından, 10 kişinin öldüğü bildirildi. Daha sonra İsrail ölü ve yaralılar hakkında haberleri yasakladığı için net haber alınamıyor. Yapılan saldırı İsrail karasularının dışında uluslararası sularda gerçekleşti.

Yaklaşık kırk senedir Ortadoğu’daki çatışmalara taraf olmadan Araplar ve İsrail arasında bir denge politikası yürüten Türkiye çatışma ortamına sürüklenmek isteniyor. Bu olaydan sonra Türkiye- İsrail ilişkileri yepyeni ve olumsuz bir mecraya girmiş bulunuyor. Dışişleri Bakanlığımızın ifadesiyle “uluslararası hukukun ağır bir ihlalini teşkil eden bu müessif olay ilişkilerimizde telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğurabilecektir.” 

Bu olaydan sonra İsrail’in barbarlığına karşı gerekli bütün şiddetli tepkilerimizi ortaya koyalım. Ancak şu hususları da düşünelim: Belli çevrelerin Irak’ta 1,5 milyon Müslüman öldürülmüşken ve bunların önemli bir bölümü aynı zamanda soydaşımız olduğu halde hiçbir tepki göstermezken, sadece Filistin ve Gazzeli Müslümanların mağduriyetine yoğunlaşmaları herhalde tesadüf olmasa gerek.

Bu çevrelerin Filistin ve Gazze üzerindeki dikkat çekme eylemlerinin artışında, “one minute” olayından sonra ABD’nin Türkiye’ye karşı bir olumsuz tavrının söz konusu olmamasının bir tesiri olmuş mudur? Aynı çevreler neden Telafer’deki katliamlara dikkat çekmez, Telafer’e insani yardım teşebbüslerinde bulunmazlar?

Ve belki de en önemli soru: Beklenen sonuçlarından biri bu olan “insani yardım” teşebbüsünde, Türkiye Cumhuriyeti devleti meselenin neresindedir?

 

  • İkinci haber ise, İskenderun Deniz İkmal Komutanlığı’na roketli saldırı düzenlendi. Saldırıda 6 askerimiz şehit oldu 9 askerimiz yaralandı. Otoyoldan askeri birliğe önce roketatarlı, ardından uzun namlulu silahlarla ateş açıldı.

Bu olay PKK’nın bir eseri midir, yoksa İsrail’deki olayla bir bağlantısı var mıdır bilinmiyor. Bu olayın İsrail’in İnsani Yardım gemilerine saldırısından sadece 4 saat önce meydana gelmesi düşündürücüdür.

Bu iki vahim olayın Türkiye’nin dış siyasetinde olduğu kadar iç politikada da tesirleri olacağını söylemek kehanet olmaz.

 

 

Sütün Beslenmemizdeki Yeri ve Önemi (1)

0

Her yıl 21 Mayıs Dünya Süt Günü 21-27 Mayıs ise Süt haftası olarak kutlanmaktadır. Bu vesile ile sizlere sütün ve mamullerinin öneminden bahsetmek istiyorum.

Süt; Yüksek değerli her zaman her yerde bulunabilen ve organizmanın çok çeşitli besin ihtiyaçlarını uzun sure karşılayabilme yeteneğinde olan gıda maddesidir. Her yeni doğan yavrunun ilk gıdası süttür. İnsanlığın var olması ile başlayan süt ihtiyacı anne sütünden sonra yaşamın devamında da sütün temel gıda maddesi olarak kullanımını zaruri kılmaktadır.

Tarih boyunca insanlığı ilgilendiren en önemli sorunlar arasında beslenme önemini sürekli korumuştur. Yıllardır bu işin üzerinde durulmasına rağmen bugün gerek ülkemiz ve gerekse dış ülkeler kötü beslenen insanlarla doludur.

Toplumlar beslenme konularında yeterince eğitilmedikçe, aşırı beslenme, şişmanlık, kalp vb yaşam süresini kısaltan pek çok hastalık ortaya çıkmakta sağlık açısından problemler meydana gelmektedir. Bu nedenle besin üretimine bilimsel yönden modern teknolojinin bütün imkânları kullanılarak hız verilmelidir.

Ülkemiz Beslenme konusunda henüz şansını yitirmemiştir. Giderek dünyayı etkisi altına alan beslenme problemleri milli bir politika olarak benimsenmeli, gıda maddeleri üretiminde kaliteyi ve miktarı artırıcı önlemler alınmalıdır.

Hayatın sağlıklı devamı, dengeli ve yeterli beslenme ile mümkündür. Dolayısıyla sağlıklı toplum sağlıklı beslenmeden doğar. Sağlıklı bir toplum olabilmek için dengeli beslenmeliyiz.

Bu vesileyle diyorum ki daha sağlıklı olabilmenin nedenlerinden biride süt içmek ve içirmektir. Sütün besin öğelerinden bahsetmek istiyorum.

1-SÜT PROTEİNİ: Proteinin yap taşı aminoasitlerdir. İnsan organizması yağ ve karbonhidratı kendisi bizzat sentezleyebilmesine karşılık belli aminoasitleri gıdalardan mutlaka dışardan alması gerekmektedir. Esansiyel amino asit adı verilen bu maddeleri vucut bizzat kendisi yapamamaktadır. Hayvansal Proteinler, bitkisel proteinlerden daha kıymetlidir. Bundan dolayı günlük protein alımının asgari 1/3 ‘ünün hayvansal kaynaklı olması gerekir. Süt proteininin %95-98 gibi yüksek sindirilebilirlik oranı vardır.

2-KARBONHİDRATLAR(SÜT ŞEKERİ): Süt karbonhidratı süt şekeri olarak’

Ta isimlendirilen laktoz’dur. Nişasta ve şekerli gıdaların fazla miktarda alınmasında şişmanlık tehlikesi bulunmaktadır. Laktoz özellikle bağırsakta hızlı absorbe edilebilir. Şeker cinsleri fazla kalori sağlamaktadırlar. Buna karşılık süt şekeri beslenme fizyolojisi yönünden son derece uygun etkide bulunur. Çünkü vücutta çok yavaş parçalanmakta bağırsağın çalışmasını olumlu yönde etkilemektedir. Yavaş absorbisyon sayesinde laktozun bir kısmı bağırsağın alt bölümlerine geçmekte ve burada faydalı mikroorganizmaların gelişmesine olumlu katkılar yapmaktadır. Diğer müspet özellik laktoz kalsiyum ve magnezyum alımını teşvik etmektedir.      3-SÜT YAĞI: Süt yağı çok uygun kısa orta zincirli yağ asitleri oranının fazlalığı dolayısıyla kolay sindirilmektedir. Esansiyel yağ asitlerinden linoleik asit tereyağında %2,4 oranında bulunmaktadır. Bu yağ asidini vücut kendi yapamadığı için dışardan mutlaka alınması gerekir. 4-MİNERAL MADDELER: Potasyum litrede 1600 mg kadardır genel olarak halkın potasyum ihtiyacının %75’i karşılanabilmektedir. Magnezyum 1 litre süt yaklaşık 120 mg magnezyum ihtiva etmektedir. Magnezyum tüm metabolizma olayları için önemli ve hayati değerdedir. Günlük ihtiyaç 300-500 mg dolayında bulunmaktadır. 1 litre sütle ihtiyacı %40 ı karşılanmaktadır.

5-KALSİYUM VE FOSFOR: Süt ve süt ürünleri beslenmemizde kalsiyum ve fosfor ihtiyacının karşılanmasında önemli bir paya sahiptir.

Kalsiyum büyüme ve gelişme çağındakiler için çok büyük önem taşır. Kemik ve dişlerin yapısına girer. Aynı zamanda kemiklerin ve kasların çalışması kanın pıhtılaşma faktörünün oluşması için gereklidir. Kalsiyumun bu etkinlikleri yaşam için son derece önemli olduğundan besinlerle yeterince kalsiyum alınmazsa kemiklere yeterli kalsiyum yerleşemediği için geri çekilir. Bunun sonucunda kemikler yumuşar. Bu duruma “ostoemalacia ” denir. Çok doğum yapmış yeterli beslenememiş kadınlarda görülür.

Kemiklerdeki kalsiyum azalmasıyla özellikle kalça ve bel kemiklerinde ağrılar başlar ve zamanla kırıklar oluşur. “Osteoporozis” denilen bu durum yaşlıların, özellikle yaşlı kadınların en önemli sağlık sorunlarındandır. Yaşlılıkta kemik bozukluklarını önlemek için yaşlıların fazla kalsiyum almakla da sorun çözülmez. İnsan küçük yaştan itibaren yeterli miktarda süt alındığında kemikler daha güçlü olmakta ve yaşlılıkta kemiklerden kalsiyum çekilmesiyle yumuşama işi yavaşlamaktadır. Bu nedenle çocukları süt içmeye alıştırmak bir yandan iskeletin gelişiminin, dolayısıyla düzgün beden yapısının oluşmasında, diğer yandan yaşlılıkta kemik hastalıklarının önlenmesinde etkin olmaktadır.

Kalsiyum alımı ile büyüme arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır. Her gün süt içen böyle kalsiyum alımları yüksek olan çocuk ve gençler, sütü az içen ve kalsiyum alımları az olanlardan daha uzun boyludurlar. Günlük kalsiyum ihtiyacı normalde 800 mg kadar olup büyüme çağındaki çocuklarda 1000 mg. kadar çıkmaktadır. l litre süt 1200 mg kalsiyum 920 mg fosfor sağlamaktadır. Günlük fosfor ihtiyacı ise 800 mg kadardır.                                      6-VİTAMİNLER: Vitaminler mutlaka dışardan alınması ve hücrelerin normal metabolizmasını sağlayacak minimum miktarlarda alınması gerekli etki maddeleridir.

Süt, yağda ve suda çözünen vitaminleri ihtiva etmektedir. Bunlar ABDECK vitaminleridir.1 litre süt içildiği takdirde günlük ihtiyaçların %46’sı karşılanmaktadır. Örnek olarak yetişkinlerdeki D vitamini ihtiyacının %30 u sütten karşılanmaktadır. Sütte bulunan vitaminleri ayrı, ayrı inceleme yerine onların birer yapı taşı olduğunu eksikliğinde yaşamın sekteye uğrayacağını bilmek yeterlidir.

Özellikle sütteki B vitamini süt çocuklarında çok önemlidir. B6 vitamini 2 kat daha bebeklere lüzumludur. Kısaca hayvansal gıda olan sütte hemen, hemen vitaminlerin tümü mevcut olup, yaşamın devamı için, vitaminlerin bol ve kolay alınabildiği tek gıda süttür.

Demokratikleşme”ye Doğru-Mersin Durağı

“Ekopolitik, “demokratik açılım” süreci çerçevesinde geliştirmek istediği farklı perspektifleri bünyesinde barındıran bu çok-taraflı ve çok-sesli platformun ülkemizin birlik, dirlik, beraberlik ve bekası için önemli olduğuna; bu bağlamda sivil inisiyatifler arasında gelişecek ortak bir anlayışın çözümün gelişmesinde kritik bir rol oynayacağına ve siyasal sisteme de sorunun üzerine gitme noktasında manevra alanı kazandıracağına inanmaktadır.

  • Bu çerçevede Ekopolitik en kısa sürede 16-17 Kasım Çalıştay-Konferansı formatında süreci devam ettirecek yeni toplantılar organize etmeyi planlamaktadır. Bunun için Türkiye’nin doğusunda ya da batısında, kuzeyinde ya da güneyinde bütün il ve ilçelerinde karşılıklı anlayış ve toleransı geliştirecek toplantılar organize edilerek geniş bir ağ hareketinin başlatılması planlanmaktadır. Ekopolitik diğer sivil toplum kuruluşları ile koordinasyon halinde; Baroların, ticaret odalarının, belediyelerin ve bilumum örgütlenmelerin birbirlerini ziyaret ettikleri ve ortak toplantılar organize ettikleri geniş bir ağ örmeyi amaçlamaktadır.
  • Bu bağlamda siyasi sistemin geliştireceği programlara paralel sosyal sürecin, hazırlığın ve örgütlenmenin organize edilmesi; “demokratik açılım” olgusunun sağlıklı bir şekilde devam etmesi ve hakiki amaçlara ulaşması bakımından kaçınılmazdır. Ekopolitik bu minvalde tüm resmi makamlarla ve sivil toplum kuruluşlarıyla her türlü görüş alışverişinde bulunmaya ve işbirliği yapmaya hazırdır.

Ekopolitik “demokratik açılım” gibi ülkemizin önünün açılmasına ve tarihsel misyonunu yeniden keşfetmesine matuf bütün çalışmalarda elinden gelen her türlü mücadeleyi yapmayı kendisi için en önemli görev ve sorumluluk addetmektedir.” (Ekopolitik Murat Sofuoğlu

http://www.ekopolitik.org/public/news.aspx?id=4398&pid=11)

Demokratik açılım kavramının sağlıklı bir şekilde toplumda karşılık bulması ve devam etmesi için hazırlanan program çercevesinde Ekopolitik, Türkiye’nin Büyük Çatısı toplantılarının yerele inmesi noktasında İlk çalıştayı Mersinde yaptı. Türkiye’nin Büyük Çatısı: “Demokratikleşme”ye Doğru-Mersin Durağı çalıştay-toplantısını 14 Mayıs 2010 tarihinde Taksim International Mersin Otel‘de, aynı başlıklı konferansını ise, 15 Mayıs 2010 tarihinde, Mersin Ticaret ve Sanayi Odası Konferans Salonu’nda gerçekleştirdi. Her iki toplantıda da katılımcı memnuniyeti sağlandı, yerel ve Ulasal basında da karşılık buldu.

15 Mayıs 2010 TRT Ana Haber:

http://www.beyazgazete.com/video/2010/05/15/ulkede-birlik-ve-beraberlik-trt1.html

16&17 Mayıs 2010 Milliyet Gazetesi – Kadri Gürsel

 Mersin’deki Kürt Sorunu : http://www.milliyet.com.tr/mersin-deki-kurt-sorunu-/kadri-gursel/dunya/yazardetay/18.01.2009/1238555/default.htm?ref=haberici

Mersin’e ve Tersine Giden Kürtler : http://www.milliyet.com.tr/mersin-e-ve-tersine-giden-kurtler/kadri-gursel/dunya/yazardetay/18.01.2009/1238889/default.htm?ref=haberici

Yerel Basın

 Aydınlar buluştu, Kürt sorununu tartıştı : http://www.mersinimece.com/detay.asp?hid=9853

Mersin’in Hoşgörü Hafızasını Canlandırmalıyız : http://www.bugunmersin.com/detay.asp?hid=8214

Demokratikleşmeye Doğru : http://ufukturu.net/haber/3283-demokratiklesmeye-dogru.html

Daha önce “Türkiyenin Büyük Çatısı” bağlamında Ekopolitik tarafından gerçekleştirilen çalıştay-konferanslarının daha önce Yayımlamış olduğum yazı dizilerinin devamı olarak düşündüğüm “Demokratikleşme”ye Doğru-Mersin Durağı çalıştay-notlarını “basın metnini” sizlerle paylaşıyorum

“Ekopolitik olarak 14 Mayıs 2010 tarihinde Taksim International Mersin Otel’de organize ettiğimiz Türkiye’nin Büyük Çatısı: “Demokratikleşme”ye Doğru – Mersin Durağı başlıklı toplantımız Ekopolitik Genel Koordinatörü A. Tarık Çelenk’in konuşmasıyla başladı.

Çelenk, konuşmasında reel gerçekliğin insanlar arasında ortak aidiyeti ortaya çıkarabileceğine vurgu yaptı. Ancak psişik gerçekliğin de manipule edilebileceğini ekledi.

Ekopolitik Direktörü Murat Sofuoğlu, biz Türkiye’nin konuşan bir ülke olmasını, kendi sorunlarını kendi öz iradesiyle çözebileceğine inanıyoruz ve herkesin kendini olduğu gibi hissedebilmesini arzu ediyoruz dedi. Toplantının akademik ya da politik olmadığına değinen Sofuoğlu, bu toplantıda herkesin iç dünyasını ifade etmesini istiyoruz diye ekledi. Burada farklı kimliklerimizle ortak bir çatı altında nasıl yaşıyabiliriz bunun yollarını araştıralım dedi.

Katılımcılardan ilk konuşmayı Yaşar Erjem yaptı. Erjem, demokrasinin erdemine inandığını belirtti. Demokrasi kültürünü kurup oluşturmamız ve bu kültürü ekonomi ve sosyal hayat ile desteklememiz lazım dedi. Erjem, Türkiye’deki kurumların katılaşmış olduğunu, artık sorun çözemediğini bu kurumları değiştirmemiz, dönüştürmemiz gerektiğini ifade etti. Türkiye değişiyor diyen Erjem toplumun buna yön vermesinin gerekliliğini vurguladı ve bunun için kurumlar değişim yaşamalı dedi.

Abdullah Ayan, Mersin canlı bir labaratuvar dedi. Mersin’de tüm siyasi partilerin belediye başkanlıkları olduğunu belirten Ayan, şehrin kaos içinde olduğunu ancak dengesini de bulduğunu belirtti. Dışarıdan provakasyon olmadığı takdirde şehrin iç barışını muhafaza edeceğini söyledi.

Mustafa Güler, göçün kenti geliştirmeye itici bir güç olduğunu belirtti. Güler, Mersin’in göçle oluşan dinamik bir kent olduğunu vurguladı. Mersin’in ulusal basında bir çatışma bölgesi olarak gösterildiğini söyleyen Güler, Mersin’in dinamik yapısıyla değişime, gelişime açık muhalif bir kültüre sahip olduğunu ekledi.

Mustafa Erim, öncelikle Mersin’i Mersin yapan üç olaydan bahsetti. Kırım Savaşı, Süveyş kanalının yapılması ve Amerikan iç savaşı. Erim, dünyada müslüman ve hıristiyan ortak bir mezarlığa sahip olan tek kent Mersin dedi. Erim, 2004’te Abdullah Öcalan’ın sözlerinin ve Mersin’i Kürdistan’da gösteren haritaların güvenlik kaygısını arttırdığını ve politik söylemlerde kaygıları arttırdığını belirtti.

Faik Burakgazi, 99 yılından sonra bir takım provokasyonlara muhatap kalındı, yine de çok rahatsız edici bir olay yaşanmadı dedi. Burakgazi sosyal ve ekonomik krizlerden bahsetti. Ekonomik krizlerin de etkisiyle oluşan kentleşme sorununun kendine özgü sonuçlar ürettiğini söyledi. Yaşanan zor yıllardan sonra çatışmasız bir şekilde 2010’a gelebilmek çok önmeli diye belirtti. Burakgazi, burada insanın kendini kente ait hissetmesini oluşturamayan şartlar var diyerek kentlilik bilincinin tam olarak oluşmadığını vurguladı.

Bedrettin Gündeş, Mersin’de kimsenin birbiriyle sorunu olmadığı söyleyerek bunun başkaları tarafından yapılmaya çalışıldığını belirtti. Mersin’e gelen göçlerden sonra bazı kenar mahalleler oluştuğunu ama bunun sebebinin de kentin buna hazır olmaması olduğunu dile getirdi. Gündeş, anayasa değişsin, demokratik olsun diyerek hukuk sisteminin demokratikleşmesi ve sosyal yaşama hazırlanması gerektiğini söyledi.

Yasmina Lokmanoğlu, bütün ülkede terör sorunu varken Mersin’de olmadığını, bunun da Mersin’in barışçı bir kent olmasından ileri geldiğini belirtti. Lokmanoğlu, Mersin’de temel sorunun yeterli farkındalığa sahip olamamak olduğunu söyledi.

Mehmet Reşat Ata, sevgisizliğimizden bahsetti. Ata, sevgi ve bilginin öğrenilebilir bir şey olduğunu söyleyerek bunu öğrenirsek bir çok şeyi beraber aşabiliriz dedi. Birbirimizi aşağılamaya devam ettiğimiz sürece ve birbirimizi tanımayı reddettiğimiz sürece sorunları çözmemizin güçleşeceğini ifade etti.

Mahmut Arslan, hiçbir ülkenin demokrasiye kolay ulaşmadığını vurguladı. Mersin’de Kürtler ve Türkler ile ilgili provakasyon olmadığını, yaşanan birkaç olayın da dışarıdan desteklendiğini belirtti. Bu destek verenlerin de ülke birlik ve beraberliğini bölmek isteyenler olduğunu söyledi.

Ferudun Gündüz, en büyük sorunun idari yapıdan kaynaklandığını bunun çok yönlü olarak tartışılması gerektiğini belirtti.

Nazan Turgut, Mersin’in göçlerden oluştuğunu ve göçlerden sonra sürekli alt kimlik üzerinden siyaset yapılan bir yer haline geldiğini söyledi. Ancak Mersin’indeki demokrasi kültürü sayesinde farklı kimliklerin Mersin’de barındığını ekledi. Aidiyet duygusunun hala hissedilememesine rağmen, aynı zamanda bunları konuşacak ortamın bulunduğunu ve bu nedenle Mersin’in geleceğini olumlu gördüğünü söyledi.

Hüseyin Atılgan, ülkede hakkaniyet olmazsa provakasyonların olacağını söyledi. Memlekette sevgi ortamının yaratılması gerektiğini söyleyen Atılgan, Sunni’nin Alevi’ye, Türk’ün Kürt’e bakış açısının değişmesi gerek dedi.

Mekin Merter Salt, göçmenlerin kente her zaman bir renk kattığını vurguladı. Mersin’de Kürtleri hiç tanımayan Türkler olduğunu ve insanın tanımadığından korkacağını belirtti. Salt, ifrat ve tefritten kaçınmak gerektiğini, orta yolu bulmak gerektiğini söyledi.

Mete Yarar, geçmişte yaşadığımız sıkıntıların geleceğimizi engellediğini, geçmiş yüzünden empati yapamadığımızı söyledi. Ben Güneydoğu’da bulunurken Murat Hoca’dan feyz almazdım ancak tanıyınca altına imzamı atacağım şeyler yazdığını gördüm. Yarar, siz kendinizi hastalıklı olarak görürseniz bunun içinden çıkılmaz. Olayları Türk, Kürt veya mezhepsel durumlara indirgemeyin dedi.

Seydi Fırat, eskiden de Mersin’e geldiğini bugün durumun çok iyi olduğunu söyledi. Mersinlilerin çıkış yolu bulduklarını, dengeyi kurduklarını söyledi. Fırat, Kürt sorununun metropolü etkilediğini ancak Kürt sorunundan kaynaklanmayan sorunlar da olduğunu söyledi. Seydi Fırat, buradaki sorunun Mersin’i aştığını, eğer devlet tarafından, hükümet tarafından ele alınmazsa böyle devam edebileceğini söyledi. Fırat, bu toplantıda moral bulduğunu ve Mersin’in iki üç yıl öncesine göre daha iyi durumda olduğunu belirtti.

Yaşar Erjem, Mersin’i özel kılan şeyin yoğun Kürt göçü olduğunu belirtti. Kentleşmenin getirdiği olumsuzluklara değinen Erjem, Kürt sorunun çözümünü demokraside gördüğünü ve demokrasiyi değerler ve kurumlar sistemi olarak gördüğünü belirtti.

Musa Serdar Çelebi, Mersin’in çatışma potansiyeli yüksek bir kent olarak tanıtıldığını, aslında Mersin’in böyle olmadığını söyledi ve keşke bunu bütün Türkiye’ye anlatabilsek diye ekledi. Çelebi, sıkıntının Mersin’den kaynaklanmadığını, Kürt sorunu üzerinden siyaset yapmaya çalışanların Mersin’i kullanmasından kaynaklandığını söyledi.

Hüseyin Atılgan, yaşanan sorunların hükümetin yanlış politikalarından dolayı olduğunu belirtti.

Murat Belge, Mersin’in uzun süredir aynı sorunlar ve aynı avantajlara sahip olduğunu belirtti ve sorunu aşacak potansiyele sahip bir şehir olduğunu söyledi. Belge, buradaki sorunların seyircisi mi olacaksınız yoksa bu sorunların çözümünün bir parçası mı olacaksınız, burada esas sorunun bu olduğunu vurguladı. Sorunların çözümünde herkesin ve her kurumun rolü olduğunu ancak nihai mercinin sivil toplum olduğunu vurgulayan Belge, sözlerini “şimdi değilse ne zaman?” diyerek bitirdi.

Necdet Yıldırım, bugün burada kouşuluyorsa tartışılıyorsa artık bundan sonra bu sorunları aşmak zaman içinde de olsa mümkündür dedi. Yıldırım, Mersin’de kim yaşıyorsa bu sorunu çözmek için dinlemek zorundayız dedi.

Mehmet Güngör, Mersin’de 1036 tane hemşehri derneği var, insanların geldikleri yerlerin isimlerini taşıyan siteler var, Mersin’de Mersinliler Derneği var diyerek “Hemşehrim nasılsın” sorusunun “Bizden misin değil misin“e dönüştüğünü vurguladı. Güngör, insanın tanımadığından bilmediğinden korktuğunu söyledi ve kentleşmeye inandığını ancak onun üstünde olan kentlileşmenin önemini vurguladı.

Cemal Altan, Mersin’de ayrımcılığın ve ırkçılığın ortaya çıkma ihtimalinin Türkiye’deki ile aynı seviyede olduğunu belirtti. Medyanın Mersin’e çok önem verdiğini ama Mersin’in çok farklı tutulmaması gerektiğini söyledi. Cemal Altan, Mersin’de insanların 30 yıldır kentlileşmediğini belirtti ve entegrasyon sürecindeki problemlere değindi, dolayısıyla ortak bir kültürün oluşamadığını söyledi.

Erdal Arslan, insanları ötekileştirmekten vazgeçmeliyiz dedi. Sıkıntıları Türklüğe, Kürtlüğe dayatanlar ülkeyi kaosa sürükleyenlerdir ifadesini kullandı. Arslan, herkesin birbirini hoşgörü içinde dinlemekle mükellef olduğunu belirtti.

Ali Doğan, kamil insan olmak için tüm toplumları kucaklamalıyız dedi. Mersin’in sorununu çözersek Türkiye’nin sorununu da çözeriz diyen Doğan, her ilden, her kültürden insanları barındıran Mersin’de bir Mersinlilik kültürünün oluşmaya başladığına değindi.

Son oturumda katılımcılar sorunlarla ilgili çözüm önerilerini dile getirdiler:

  • Toplumsal süreçlerin yönetiminde krizlerin ortaya çıkmasını engelleme noktasında devreye girecek erken uyarı mekanizmaları kurulmalıdır.
  • Sorunların çözümü konusunda toplumun her kesiminden kanaat önderleri cesaretle öne çıkmalıdırlar.
  • Sorunları çözme noktasında tedrici bir metot takip edilmelidir.
  • Her toplumsal kesim kutsallar üzerinden çıkabilecek çatışma alanları noktasında dikkatli olmalıdır.
  • Uygulanabilir, çalışabilecek ve insanların ihtiyaçlarını karşılayacak mekanizmalar kurgulanmalıdır. İşsizliğin yarattığı problemler üzerinde düşünmek bu konuyu kavramaya yeter.
  • Herhangi bir çözüm önerisinin bir kesim için “zafer“, diğer bir kesim için “mağlubiyet” olarak algılanmaması sorunların çözümü noktasında büyük önem taşımaktadır. Kürt sorununu çözeceğiz derken Türk sorunu yaratılmamalıdır; Alevi sorununu çözerken de Sünni sorunu yaratılmamalıdır.
  • Eğitim güçlendirilmeli, özellikle ana okulları yaygınlaştırılmalıdır.
  • Sorunların çözümüne girişte sivil toplum kuruluşlarıyla yerel medya işbirliği halinde olmalıdır.
  • Çukurova Bölgesinin ve Mersin’in tekrar Türkiye Coğrafyasında hak ettiği yeri ekonomik ve siyasi perspektifi almasını sağlayacak yollar araştırılmalıdır. Çukurova, Türkiye’nin kalkınma planlarında ön planda yer almalıdır.
  • Mersin’in geri kalmış mahalleleriyle zengin mahalleleri arasında, eski yerleşimcilerle yeni göç edenlerin yerleştiği mahalleler arasında entegrasyonu sağlayacak programlar geliştirilmelidir.
  • Şiddeti öne çıkartan metotlar protesto edilmeli ve buna karşı ortak cephe oluşturulmalıdır.
  • Alt kimliklerin, ortak bir üst kimliğin ve aidiyetin sağlanmasını engelleyecek formatta ortaya konmasının çatışma dinamiklerini tetikleyebileceği iyi anlaşılmalıdır. Bu bağlamda insan olma üst kimliğine yoğun bir şekilde vurgu yapılmalıdır. “

Ekopolik sitesinde yer alan açıklama (Ekopolitik http://www.ekopolitik.org/public/news.aspx?id=4765&pid=11

 

Mayıs Ayının Düşündürdükleri

İstanbul’un yüce Fatih Sultan Mehmet tarafından Fethinin daha doğrusu kurtuluşunun 557. Yıldönümünü kutluyoruz. Ayrıca, Bosna’da Fatih’in ulaştığı en Batı noktada Fransiskeler isimli dini azınlığa tanıdığı hak ve hürriyetler dolayısıyla her 28 Mayıs’ta düzenlenen önemli bir tören de var. Aydınlar Ocaklarının Malatya’da yapılmakta olan 34. Şurası dolayısıyla bu fermanın (Ahitname) yıldönümü törenlerine katılamadık. Buradan Osmanlı beşeri coğrafyasında yer alan Türk ve Türkiye sevgisiyle dolu olan bütün kardeşlerimize en iyi dileklerimi sunuyorum.

İstanbul’un Fethinin yıldönümlerinde törenler düzenleniyor. İslâm’ın ve Türklüğün bu önemli zaferi kutlanıyor. 2000’li yıllarda konuya biraz farklı bakma ihtiyacı doğuyor. Günümüzde 1071, 1453 ve 1923’lerin intikamı Cumhuriyet Türkiyesinden alınmak istenirken; bazılarının Bizans’ın bugünkü varisleriyle ve Anadolu’dan kovduklarımızla rahmetli Cemil Meriç’in “Batının yeniçerileri” olarak isimlendirdiklerinin çirkin bir işbirliği içine girdikleri görülüyor. Bu durumda bazılarının İstanbul’un Fethini kutlamaya hakları acaba var mı sorusu akla geliyor. Bu çelişkiyi ve ayıbı “Vatan sevgisi imandandır” hadisinin ışığında düşünmek gerekiyor.

Üniversitelerde bölücü ırkçı ve aşırı sol işbirliği dikkat çeker hale geldi. Olaylar tırmandırılıyor. Batıda aşırı sol, etnik ırkçılık ve benzerleriyle uğraşmaz. Bu gibi konular ideolojilerine terstir. Bizde ise; aşırı solun önemli bir bölümü Türk, Cumhuriyet ve milli devlet düşmanlığından, milli ve manevi değerlere karşı oluştan kaynaklandığı için farklı bir çizgi çiziyor. Bunlar, kendilerine karşı olan ve Türkiye’yi Türkiye yapan değerlere bağlı olanların afişlerini indiriyor; hatta bayrağa bile müsaade etmiyorlar. Terör örgütü ve elebaşısının afişleri ortada dolaşıyor. Yöneticilere ve Emniyete sorarsanız terör yok. Terörün olabilmesi için silâhların patlaması, sopalarla çatışılması mı gerekiyor? Bunlar hazmedilebilecek şeyler midir?

Türk siyasi hayatında derin yaralar açan 27 Mayıs’ın bir yıldönümünü geride bıraktık. Darbeler hiçbir zaman bir çözüm olmamıştır. Bunlar, ülkeyi kamplaştırmış, insanları birbirine soğutmuş, sosyal bütünleşmeyi tahrip etmiş, yanlış bir geleneği doğurmuştur. Ancak, bunda siyasetçilerin hiç mi rolü yoktur? Sorumluluk, uzlaşma ve devlet adamlığı örneklerini sergileyemeyenler, darbelere gerekçe olmamışlar mıdır? Darbeleri alkışlayan çok geniş bir kesimin daha sonra darbe karşıtı olduğunu görüyoruz. Günümüzde ise; askeri darbeler TSK’ni yıpratmak için bir araç olarak kullanılıyor ve istismar ediliyor. 27 Mayıs sonrası idam edilen değerli devlet adamlarının akrabaları kullanılıyor. Bunlar işin farkında değil mi? Dün Taksim’de Ermeni tezlerini savunup oturma eylemi yapanlar, aynı zamanda sözde darbe karşıtı, Kürt olmamalarına rağmen Kürtçü ve ırkçı… Her konuda Türkiye ile kavgalı.

Askeri darbelerin dış destek olmadan gerçekleşmeyeceği anlaşılıyor. Ancak, dış destekli sivil darbeler (bazı AB uyum yasaları, yasa ve Anayasa değişiklikleri ve garip açılımlar) göz ardı ediliyor. Demek dış destekli oldu mu her şey mübah. İktidarların sandıktan gelip sandık yoluyla gitmesi idealdir. Ancak, bunun gerçekleşebilmesi için demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla işlemesi, fikir, düşünce ve basın hürriyetinin kısıtlanmaması ve siyasi ipotek altına alınmaması gerekir. Hür düşünce, fikir ve basının olmadığı yerde sandık neyi değiştirecektir? Türkiye’de demokrasinin basını genelde var mı? Küresel iktidar sandıktan çıkmıyor ama, sandıktan çıkanları yönlendiriyor. Demokrasinin küresel iktidara, bir vasiye ihtiyacı var mı?

İngiltere’de muhafazakâr ve liberal koalisyonu kuruldu. Başbakan Cameron, basına iktidar ortağıyla yaptığı ilk açıklamada “ülke çıkarlarını korumaktan, (national interest)”den bahsediyor. Bizde ise; yeni CHP’ye akıl vermeye çalışan eski tüfekler “Aman milliyetçilik ve millilikten uzak durun” tavsiyesinde bulunuyorlar. Zaman zaman da sosyalizm aşkı ve eski modası geçmiş ezberler canlanıyor. Oyun içinde oyun plânlanıyor. Sayın Kılıçdaroğlu kullanılıyor mu sorusu akla geliyor.