13.8 C
Kocaeli
Pazartesi, Eylül 29, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1200

Anayasa ve Halk Oylaması

Ülkenin gündemi sık sık değişiyor. Değişik olaylar en önemli gündem maddelerinin ikinci plâna atılmasına sebep olabiliyor. Aslında Dünya bize göre çok hızlı döndürülüyor. Dünyaya kendi çıkarlarına göre şekil vermeye çalışan egemen güç ve bloklar bu döndürme işini istediği gibi ayarlayabiliyor.

Anayasada yapılmak istenilen değişiklikler içinde ülke ihtiyaçlarına göre düşünülen maddeler var. Ancak, yapılmak istenen, ülkenin omurgasının değiştirilmesi ve Türkiye’ye yeni bir şekil verilmesidir. Türkiye’ye çok milletlilik, çokkültürlülük, egemenliğin paylaştırılması, milli ve üniter yapının değiştirtilmesi dayatılıyor. Sözde demokratikleşme ve sivilleşme adı altında 1919 ve 1920’lerde gerçekleştirilemeyenler savaşsız sözde barış ortamında gerçekleştirilmeye çalışılıyor.  Dış dayatmalar dolayısıyla ortaya çıkan bu durum ister istemez geniş bir mutabakata bizi götüremiyor. Oysa anayasa değişikliklerinde bilhassa TBMM içerisinde geniş bir mutabakat aranmalıdır. Milli çıkarlara göre hareket, geniş mutabakattan geçer. Anayasa üzerinde milli mutabakatın sağlanamadığı bir ortamda devletin değil; partilerin, dernek ve vakıfların ayrı ayrı anayasaları olur. Bu bir kargaşa ortamını ifade eder.

Fazla değil; yakın bir geçmişe gözümüzü çevirirsek mevcut iktidarın Başbakanlıkta bir komisyon kurdurduğunu ve bu komisyonda malûm öğretim

üyelerinin yer aldığını gördük. 1982 Anayasası’nda nerede “Türk”, “Türk Milleti”, “ülkenin bölünmez bütünlüğü…”  gibi ifadeler geçiyorsa küreselci ve teslimiyetçi komisyonca değiştirilmişti. Hatta Anayasanın 41. Maddesinde yer alan “Türk toplumunun temeli ailedir” ifadesi Türksüz hale getirilmişti. Bu örnekler çoktur.

“Efendim Kenan Evren Anayasasına karşıyız, tamamen değişmeli” gibi değerlendirmelerin milliyetçi kanatta yer alan bazıları tarafından seslendirildiğini duyuyoruz. 12 Eylül öncesi ve bilhassa sonrası eza, cefa çeken, haksız yere eşitliği sağlamak amacıyla baskı ve zulüm gören, ülkesini sadece sevdiği için horlanan ve kendisine Milli Marş zorla okutturulan birçok insanımız unutulmamıştır. Haksız yere baskılara maruz kalanların çektikleri çileler o dönemin şartları içinde değerlendirilmelidir ve unutulmamalıdır. Ancak, bütün bunlar Kenan Evren ve 12 Eylül Anayasası kaldırılıyor diyerek referandumda bunlara “evet” demeyi gerektirmez. Kimse oyuna gelmemelidir. Buradaki değişikliklerde hedef  ne sadece 12 Eylüldür; ne de Kenan Evren Anayasası…

Bugün arkadan dolanarak değişikliklerle varılmak istenen hedef Türkiye’nin milli devlet  ve üniter yapısının tahrip edilmesidir. 12 Eylül’e karşı haklı tepkilerimizi bugün kimseye kullandırmayalım. Kaldı ki ülkücünün eskisi ve yenisi olmaz. İnsanlar fikirlerini ve fikri çizgilerini tesadüfle şekillendirmemektedirler. Bu gibi değerler pazarda satışa çıkmadı ki oralardan alınabilsin.  Bu bakımdan,  mevcut iktidar çevrelerinin eza, cefa çeken insanlarımıza dönerek “İşkence gördünüz, bu değişikliklere hayır mı diyeceksiniz?” şeklindeki tezgâhını fark edelim.

Ortadoğu ve Filistin üzerine olup bitenler adeta bir ders gibidir.  Müslüman kardeşlerimizi desteklerken ölçüyü fazla kaçırmayalım. Yakın bir geçmişin olaylarını hatırlayalım. Ortadoğu’da Müslüman topluluklar hep kullanılmıştır. Filistin terör kamplarında az komünist militan yetişmedi. Bunların bir kısmı da şimdi basında köşe yazarıdır. Ortadoğu’da barışı dinamitleyerek varlıklarını sürdürmek isteyen emperyal güçler, El-Fetih ve Hamas’ı çatıştırmadılar mı? Bugün Türkiye’nin büyük desteklerine rağmen; seçimle işbaşına gelen Hamas Türkiye yerine Mısır’ın arabuluculuğunu istemiyor mu? Eğer İran vurulursa bazı Arap ülkeleri hava sahalarını açmayacaklar mı? Asıl mesele istikrarlı, şahsiyetli ve milli davalarda kararlı olabilmektir. Dış politikada kimse kimseye bağış yapmıyor. Türkiye bugün Atlantik ötesine hesapsız açılmasının faturalarını ödüyor.  

Allahümme Ecirnâ Min Şerri’l – ABD

0

İsrail‘in şerri Amerika‘nın şerrinin yanında tüy siklet sayılır. Irak, Afganistan, Pakistan, Kırgızistan, Kore, Tayvan, Endonezya, Sudan, Somali, Kolombiya.. Dünyada hangi ülke karışıyor ve karışacaksa taşın altında Sam Emice vardır. Bkz: İran.

Davos‘ta Amerikan müsaadeli iç politik ‘One Minute Şovu‘nu teoriden pratiğe dökmek isteyen Hükümet, ABD tarafından satıldı. İran‘la yapılan Takas Anlaşması için de yol veren ABD, anlaşmanın daha mürekkebi kurumadan Türkiye ve Brezilya‘yı bir çırpıda satmıştı.

Amerika için çifte standart yoktur, üçyüzlülük beşyüzlülük vardır. Hatta çok yüzlülükte 7 Kocalı Hürmüz gibidir. Ve ABD‘nin bütün başkanları tarihte I.Makyavelli, II.Makyavelli, 44.Makyavelli diye geçer.

Bu bakımdan BM Güvenlik Konseyi‘nde İran’ın Nükleer Programı‘na yönelik ambargoya ‘evet‘ ve ‘çekimser‘ yerine ‘hayır‘ diyen tüm yetkilileri tebrik ediyorum. ABD‘nin talebi üzerine yapılan toplantıda Türkiye‘nin dik duruşu Dafos‘tan, Gaz’ze‘den çok daha önemlidir. Bir tezkere krizi sırasında, bir de şimdilerde canını yakabildik ABD‘nin. Onların düzineleri bulan çuval‘ları karşısında şeref sayılarımızdır.

Daha önce Suriye, Katar, Ürdün, Libya ve Irak’la vizelerin kaldırılmasını teberrüken ifade etmiştik. Son hafta itibariyle Lübnan, Ürdün ve Suriye ile sınırların kaldırılması anlamına gelecek bir sosyo – ekonomik işbirliğine imza atılması da şâyan-ı takdirdir. Bizi hinterlandımızla buluşturacak her çalışmaya şapka çıkarırız.

Bu da şu demektir. ‘Stratejik Derinlik‘e dayalı yanlışlarla dolu dış politik kurgumuz zaman zaman başarılı işlere imza atabiliyor. Biz de bozuk saat günde 2 defa doğruyu gösterir kabilinden alkışlıyoruz. Ha, 1-2 daha böyle güzel iş ve eylem yapılırsa bozuk saat yerine artılar/eksiler denklemine bile gireriz.

Birileri Barak Hüseyin Obama‘ya kurban kesip övgüler düzerken biz ‘al birini vur ötekine‘ deyimine o zâtı örnekliyorduk. Maçın sonlarına doğru da olsa ayan tüm Millî Takım oyuncularımızı kutlar, giderayak yaptıkları birkaç güzel hareketi de başka maçlarda da göstermelerini umarım.

Nedense bunları yazarken o Ege türküsü dilime takıldı durdu:

“Ah bir ataş ver, gâvur sinem ko yansın
 Arkadaşlar uykulardan uyansın

Karikatürist Necdet Kuru Vefat Etti!

0

Necdet ağabey “iyi” bir insandı.

Az önce internette gezinirken bir haber gözüme ilişti.
Haberin başlığında “Ünlü Karikatürist Necdet Kuru Vefat Etti!” yazıyordu.
Bu başlığı okuyunca belki 5 dakika haberin alt kısmını okuyamadım.
Daha doğrusu okumayı içime sindiremedim.
Bunun nedeni de sanırım içimdeki “pişmanlık” duygusuydu.
Pişmandım..
Çünkü hemen hemen her bayram sabahı cep telefonuma Necdet Kuru abimin tebrik mesajları gelirdi.

Bu tebrik mesajlarına ben de cevap yazardım.
Bu mesajları yazarken de içimden “Ya şu Necdet abimi çok özledim. Müsait olduğum bir zamanda telefon edeyim de uzun uzun konuşup hasret gidereyim” derdim..
Derdim ama sonradan da unuturdum.
Vefat haberini okuyunca bu “unutkanlığım” daha doğrusu “vefasızlığım” beni utandırdı.
Necdet Kuru benim “Necdet abimdi.”

Kendisini 1980’li yılların ortalarında ben lise de okurken tanımıştım.
Benden 9 yaş büyüktü.
Necdet abi o yıllar “Yeni Düşünce” gazetesinde “Gasteci Galip” tiplemesini çiziyordu.
Ben de bazı karikatürlerimi postayla “Yeni Düşünce” gazetesine göndermiştim.
Gazete çizgilerimi beğendiğini söyleyip benden bant karikatürler çizmemi isteyince “Politika-cı” başlıklı bant karikatürler çizmeye başlamıştım.
Bu vesileyle Necdet abi de gazeteden adresimi alıp bana mektup yazmıştı.
O mektuptan sonra yazışmalarımız ve telefonla görüşmelerimiz sıklaşmıştı.
Ankara’ya yolum düştüğünde de yanına uğrar evinde bir kaç gün misafir olurdum.
Uzun uzun karikatür üzerine sohbetler eder çalışma odasında çizimler yapardık.

Yeni Düşünce gazetesinden sonra 1990’lı yılların başında çıkan “Tırpan” Mizah dergisinde de beraber çalışma imkanımız olmuştu.
Özverili çalışmasıyla derginin sahipliğini, editörlüğünü ve dağıtımını kendi yapıyordu.
Çünkü çizerlerin ve yazarların çoğu çalışmalarını Ankara dışından gönderiyordu.

Tırpan dergisi bir kaç sene çıktıktan sonra kapandı.
Dergi kapandıktan 2 veya 3 sene sonra Necdet abi beni telefonla aradı.
Biraz da utangaç bir şekilde benden banka hesap numaramı istedi.
“Abi niye istiyorsun?” diye sorduğumda

“Ya Murat’cım kusura bakma. Tırpan dergisinde çizerken sana telif ücreti gönderemiyordum. Çünkü dergi para kazanmıyordu. Geçen gün elime biraz para geçti. Ben de bu parayla Tırpan dergisine çizdiğin karikatürler için sana geçte olsa para ödemesi yapmak istiyorum” demişti.

Ne yalan söyliyeyim o zamanlar evlenmek üzere olduğumdan bu para beni biraz rahatlatmıştı.

Sözü fazla uzatmaya gerek yok.

Necdet abi “iyi” bir insandı.

28 Mayıs 2010 günü vefat ettiğini öğrendiğim Necdet abiye Allah’tan rahmet yakınlarına ve sevenlerine başsağlığı diliyorum.

Fetullah Hoca Konuştu mu, Konuşturuldu Mu?

0

Malum İsrail’in Mavi Marmara katliamı..

Her dinden insanlığın vicdanını derinden yaralamıştı.

Dünya ayağa kalkmış terörü yani İsrail’i lanetliyordu.

Elbette ki Amerika hariç.

Sn. Deniz Baykal’ın kaset konusu da dâhil olmak üzere

Birçok konuda görüş bildiren hoca efendinin bu konuda konuşup konuşmayacağını merak ediyordum.

Nihayet konuştu.

Konuştu ama,

Keşke konuşmasaydı.

Konuştu mu? konuşturuldu mu?

Bilemiyorum..

Hiç kimse minareye kılıf aradığımı düşünmesin.

Ben olaya değişik ihtimalleri de göz önünde bulundurarak,

Saplantısız bakmaya çalışacağım.

Bu konuyu yazmanın bir faydası var mı?

Bilemiyorum.

Yazmak mı doğru yazmamak mı?

Onu da bilemiyorum.

Bulmaca gibi oldu değil mi?

Ama ben tercihimi yazmaktan yana kullanıyorum.

Doğru yanlış buda benim tercihim.

Evet, hoca efendi konuştu mu konuşturuldu mu?

Burada iki şık var.

Bunları çok kısa izah edeyim.

1 – Diyelim ki kendi iradesiyle konuştu:

Hem dünyasına hem de ahretine zarar…

Dünyasına zarar

İtibar kaybetti.

Sadece Müslümanlar nezdinde mi?

Hayır, tüm insanlık nezdinde..

Ahretine zarar

Peygamberimiz bir hadisinde buyuruyor ki,

Bir yerde insanlık dışı bir olay gördüğünüzde elinizle o olaya engel olunuz

Eğer elinizle engel olmaya gücünüz yetmezse, dilinizle engel olunuz

Eğer dilinizle de engel olmaya gücünüz yetmezse kalbinizle buğz ediniz.

Buda imanın en zayıf derecesidir.

Bu insanlık dışı olay bölgesel olabilir ulusal olabilir,

Bu olayda olduğu gibi uluslar arası olabilir.

Muhaddisler bu hadisi izah ederken derler ki

El ile engel olma görevi yönetimi elinde bulunduran ümera yani idarecilerin işidir.

Dil ile engel olma görevi ulema yani âlimlerin hoca efendilerin işidir.

Kalp ile buğz etme işi ise,

Eli ile dili ile engel olma imkânına sahip olmayan halkın işidir.

Buda imanın en zayıf derecesidir.

Kimsenin imanını tartmak bizim görevimiz değil,

Kendimizi de bu hadise göre değerlendirmek durumundayız.

Evet, şimdi soru şu,

Kalp ile buğz etmek imanın en zayıf derecesi olursa,

Buğz etmemek, hatta onlardan yana olmanın durumu nedir?

Sonra haksızlık karşısında susmak Müslüman’ın izzetine yakışır mı?

Söyleyin yakışır mı?

Yakışır diyene sözüm yok..

Diyeceksiniz ki hoca efendinin bir bildiği vardır.

Bende öyle olmasını temenni ediyorum.

2 – Konuşturuldu

1997 Refah -Yol iktidarı döneminde

Her zaman dik duruşuyla hatırlanacak olan merhum YAZICIOĞLU’nun canı rahmet istedi.

Mekânı cennet olsun..

Muhterem Erbakan Hocanın Başbakanlığı zamanında da aynı yâda benzer konuşma yapmıştı.

Kanal D’de Yalçın Doğan’a verdiği bir canlı röportajını dinledim.

Siyasetle ilgilenenler o olayı çok net hatırlar

Çok üzülmüştüm.

İçim sıkılmış kalbim daralmıştı.

Askeriyenin hükümete müdahale etmesi gerektiğinden bahsediyordu.

Hatta müdahale isabetli olursa iki sevap, isabetsiz olursa bir sevap alacaklarını söylüyordu.

Olayı müçtehidin içtihadıyla kıyaslıyordu

Aynı soruyu o olay içinde soruyorum.

Fetullah hoca gönlünden geçenimi söylüyordu?

Yoksa destekçileri,

Onu öyle konuşmaya mecbur mu etmişlerdi?

Beklide konuşmak zorunda kalmışta,

Olamaz mı?

Olabilir..

Kimsenin kalbini bilemeyiz,

Zahire göre değerlendiririz.

Kendi açısından haklı olabilir,

Ama buda onu mazur göstermez.

İstemeyerek bile olsa zalimlerin ve katillerin yanında olmak,

Sıradan bir Müslüman’a yakışmazken,

Fetullah Hoca gibi birisine yakışır mı?

Evet, İsrail’i uluslar arası sularda,

Filistin’de ve Gazze’de otorite kabul etmek,

İşgali meşrulaştırmak değimlidir?

Allah korusun bizim ülkemizde işgale uğrasa bizimde işgalcileri otoritemi görmemiz gerekecek?

İsrail izin verdide, yardım konvoyu izni kabul etmedi mi?

Açlıktan ölüme terk edilen bir millete yardım götürenleri haksız yâda suçlu saymak,

Dünyanın neresinde var?

İster konuştu açısından bakalım

İster konuşturuldu açısından bakalım

Bu olayın benim kanaatime göre savunulacak bir tarafı yok.

Cemaat mensubu kardeşlerim lütfen bana alınıp gönül koymasınlar.

Dostluk, yanlışlara göz yummayı gerektirmez

Yanlışlara göz yumandan da, dost olmaz

Bu millet ne çektiyse kavuk sallayanlardan çekmiştir.

Hatalarımızda ısrar etmemek temennisiyle…

Dost olalım dost kalalım…

Mazlumdan yana olalım

Ölmek Bilinci

0

Türkiye gündeminin, içte ve dışta bu kadar yoğun olduğu bir zamanda “ölmek”ten bahsetmek neyin nesi, demeyin. Son yazımda “Gezze’ye yardım götüren ve İsrailli devlet eşkıyalarının baskınıyla dokuz kişinin şehit olduğu gemide ben de olmak isterdim.” cümlesiyle samimi duygularımı ifade ettiğim yazım üzerine birkaç kişinin “Gerçekten olmak ister miydiniz?” demesi, bu konu üzerinde biraz daha zihin jimnastiği yapmamı gerektirdi. 

Ölüm üzerine bugüne kadar söylenmedik söz kalmamıştır, denebilir. Kimine göre “asude bahar ülkesidir”, kimine göre “yok oluştur”, kimine göre “bir düğündür” ve sonrası yeni fakat gerçek hayattır; kimine göre yaşamaktan kaçamayacağımız kabustur, kimine göre sadece nefes alışverişinin son bulmasıdır. Kim ne derse desin, ölüm, gerçektir.

Ölüm, yaşamayı, bir bakış açısına göre anlamlı, bir bakış açısına göre anlamsız kılar. Bana göre yaşamak, ölümle anlam kazanır. Ölüme anlam kazandıran da bilinç sahibi olmaktır. Bilinçle, seyahate çıktıysanız bu seyahatten çok şey öğrenirsiniz, değilse gördükleriniz bir hiçtir. İştahla, yemek yediyseniz, su içtiyseniz yediklerinizden içtiklerinizden lezzet alırsınız. Belli bir amaçla kitap okuduysanız öğrendiklerinizden mutluluk duyar, ufkunuzu genişletirsiniz. Bilinçtir her eylemin sonunda bize haz, mutluk, sevinç, derinlik, rahatlık veren. Ölüm için de aynı şey söz konusudur. Bilinçle yaşayanlar, bilinçle ölürler; ölüm, onlar için bir hazdır, “asude bahar ülkesi”nin eşiğidir.

Her uzuv, işlevi kadar değerlidir. Göze, kulağa, dile, ele, ayağa anlam kazandıran, görmesi, duyması, tatması, tutması, yürümesi değil midir? İşlevini yerine getirmeyen bir uzuv, yok hükmündedir. O halde, varlığımızı yok hükmünden çıkaran nedir? Yaşamaktaki, ölmekteki bilinçtir.

Bilinçli yaşamak, ölmeyi ve ölüm sonrasını anlamlı kılmakla başlar. Bir gün nasıl olsa öleceğiz, bundan kaçışımız yok. Ölmeyi göze alamayanlar ve ölüm gerçeğini çok büyütenler, aslında her gün ölürler; ancak onların ölümü bir işkencedir. Ölüm hazzı, ölmeyi kutsal bir eylem olarak görmekle başlar. İnanıyorum ki, Gazze’ye gidenler, kutsal ölümün lezzetli şerbetinin tadına vardılar. İnanıyorum ki, o şerbetteki tadı duymak için, yüzlerce kez dirilip ölmeyi arzuladılar.

Alimlerin ve şehitlerin ölümü diğer ölümlerden çok farklıdır. Birisi ölümüyle büyük bir boşluk bırakmıştır, diğeri büyük bir fetih yapmıştır. “Alimin ölümü, alemin ölümü” denir bunun için. Şehitler, ölümüyle geride kalanlara yol açar, yeni dünyalar kurar. Geride kalanlar, onların fetih rüzgarıyla serinler. O şehitler olmasaydı, kaçımız vatan bildiğimiz bu topraklarda özgürce yaşabilecektik? Hepimiz, şehitlerin mirasını tüketen birer mirasyedi değil miyiz?

Gazze, dünyanın gündemi olmaya devam ediyor. Gazze’yi dünya gündemine oturtan, şehitlerin mübarek kanları oldu. Orada akan kanın, zalimin zulmünü durdurduğunu, mazlumun ahını sonlandırdığını  göreceğimiz günler uzak değil. Çoktandır gitmeyen yardımlar gitmeye başladı. Duvarların yıkıldığını, zalim İsrail’in dize geldiğini hep beraber göreceğiz. Bir yardım seferberliği, bir direniş hareketi, yüksek bir duyarlılık başladı dünyada. İnsanım diyenler, insanlığından uzaklaşmayanlar insanlık onurunun ölmediğini gösterecekler, birer kahraman olarak tarihteki yerlerini alacaklardır. Bunun öncü ismi olmak ne güzel!

Uzun yaşarak ölen dokuz yüz doksan dokuzdan biri olmaktansa, kısa yaşayıp ölen dokuzdan biri olmayı her zaman tercih ederim. “Dokuzlar” yolunuz açık, mekanınız cennet olsun!

Kapitülasyon

Kapitülasyon (Capitulation), aslında Latinceden gelen bir sözcük. Capitulum ve capitulare kelimelerinden türeyerek 15. yüzyılda yeni bir anlam yüklenmişti. Galibin mağluba, güçlü devletin güçsüz devlete verdiği koruma amaçlı müsaadelerin ve imtiyazların tümüne bu isim veriliyordu.

Muhteşem Süleyman 1532 yılında Avusturya’yı çökertince, İspanya Kralı Şarlken (Charles Quint), kardeşi Ferdinant için duyduğu endişeyle özel elçilerini İstanbul’a gönderir. Osmanlılar o tarihte  Şarlken’i ve Ferdinant’ı veziriazam seviyesinde gördüklerinden, elçiler sadrazam tarafından kabul edilirler. Huzura çıkınca vezirîâzam İbrahim Paşa’dan barış dilerler.

Barış yapılır. Sultan Süleyman’ın lütfen kabul ettiği barışa göre her yıl Osmanlı İmparatorluğu’na otuz bin altın, sadrazama üç bin altın, vezirlere de bin altın haraç ödenecekti. Bu sözleşme ile Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’daki üstünlüğü adamakıllı pekişiyordu.

Şarlken savaştığı ve esir ettiği Fransa Kralı I. Fransuva (François)’yı Madrit Kalesi’ne kapatmıştı. Esir kralın annesinin yakarması ve yalvarması üzerine, Kanuni Sultan Süleyman’ın, Şarlken’e  baskısıyla I. Fransuva ülkesine gönderilmişti. Fransa’daki karmaşa, savaş ve siyasi bunalımlar Fransa’yı ekonomik yönden çok zayıflatmıştı.

1536 yılında Fransa büyük elçisi Jan de la Fore (Jean de la Forest), Veziriazam İbrahim Paşa’nın önünde hürmetle eğilerek, Fransa Kralı’nın saygılarını ve bağlılık duygularını bir kez daha dile getirir. İçinde bulundukları çok zor durumu ve sıkıntıları arz ederek manevi desteğin yanı sıra maddi desteğe de çok fazla ihtiyaçları olduğunu anlatır.

Sadrazam İbrahim Paşa, Kanuni Sultan Süleyman’ın bu konudaki iradesini biliyordu. Zayıf ve muhtaç Fransa’ya yardım edilmesine izin verilir. 8 maddelik sözleşme imzalanır.

Veziriazam, sözleşmeden sonra büyük elçi Jan de la Fore’ye bir uyarıda bulunur. Türk limanlarına getirilecek mallar, dünya piyasalarının en kaliteli ve en iyileri olacaktı. Bu konuda çok dikkatli olunmasını ve azami titizliğin gösterilmesini ister.

Bu ciddi uyarı göz önünde tutularak yüklenen gemiler Marsilya’dan, İstanbul’a gelir ve Galata’ya yanaşırlar.

Fransa’nın güney bölgesindeki Tulle nehri kenarında aynı ismi taşıyan kasabada üretilen ince bir pamuklu dokuma da gelen mallar arasındadır. Üretildiği kasabanın adını taşır. Bu kumaş tül adıyla piyasaya sunulur. İstanbullular bu ürüne tülbent adını verirler ve çok beğenirler. Saçlarındaki nemi alan, terlerini kurulayan bu yumuşak ve hafif kumaşın temizlenmesi ve arınması da çok kolaydır. Bu özellikler tülün halk arasında kullanılmasını sür’atle yaygınlaştırır.

Tül’ün daha sonra türbana dönüşmesi de ayrı bir konudur. Belki bir gün değiniriz.

Bir başka dokuma ürünü de satendeliyon (Satin de Lyon) dur. Bu da Lyon şehrinin adını taşır. Daha sonraları adı atlas olarak anılmaya başlanmıştır.

Halkın krepdamur dediği (Crepe d’Amour) ince yazlık kumaşlar,  gene sıcak havalarda üstlük olarak kullanılan kaşpusiyer (Cache Poussiere) toz önleyici kumaşlar bu gemilerle İstanbul’a ve İstanbullulara sunulmuştur.

Başkan Nicolas Sarkozy’nin ülkesiyle olan ilişkilerimizin bazı bölümlerini tarih işte böyle kayıt altına almıştır.

Hüsn-i Hat Sanatı

0

Hüsn-i Hat

“Yazı; Cismâni âletlerle meydana çıkan ruhâni bir hendesedir”
İlhamını Kur’an-ı Kerim’den ve Hz. Peygamber’in tavsiyelerinden alan hat sanatkârları “Allah güzeldir güzelliği sever”  hadisini düstur edinmiş, bir ibadet heyecanıyla üzerine titredikleri güzel yazıyı, gittikçe geliştirerek başka kültürlerde benzeri olmayan ve giderek evrenselleşen bir sanat dalı haline getirmişlerdir.

Hat eserleri, estetiği  ile gözlere hitap ettiği kadar, ele aldığı konular ve işlediği   metinlerle  de  zihinlere ve gönüllere  etkileyici  mesajlar ulaştırmaktadır.  Asırlar  boyu  bu anlayışla hat  sanatkarları başta Mushaflar, ayetler olmak üzere, en fazla Hz. Muhammed (s.a.s.)’in örnek şahsiyeti ve hadisleri etrafında sayısız güzel eserler meydana getirmişler bu suretle Müslüman halkın dini, ahlaki, sosyal ve içtimai eğitimine de katkıda bulunmuşlardır.

Camiler, kütüphaneler, çeşmeler, türbeler ve birçok yerde görülür Hat eserleri. Doğrudan ya da dolaylı mesajlar verir insanlara.

Örneğin; Camilerin kubbesinde “Gökleri ve yeri altı günde yaratıp daha sonra da Arş’ına kurulan O’dur”, “Allah göklerin ve yerlerin nurudur” gibi ayetler, çeşmelerde “Canlı olan her şeyi sudan yarattık”, türbelerde  “Her can ölümü tadacaktır” ayetleri dikkati çekiyor.

Hat sanatı; yerli, yabancı birçok ressamın ilgisini çekmiştir. Ünlü ressam Picasso, bir gün usta bir hattatın eseri karşısında: “İşte gerçek resim bu!” demiştir.Yine büyük ressam Van Gogh’a sorulan. “Siz resimde istediğinizi yapabildiniz mi? Gönlünüzden geçeni resimde dile getirebildiniz mi?” şeklindeki bir soruya, O: “Anlatamadım.” cevabını vermiş. “Peki bu hangi sanatla olur?” denmesi karşısında ise: “Kaligrafi ile (Hat sanatı) olur,” demiştir.

Yazmak insanlara mahsus bir eylemdir. İnsanlık tarihinin en önemli gelişmelerinden biri yazının bulunmasıdır. Sürekli gelişen ve değişen insanoğlunun elinde yazı da gelişmiş, çok çeşitli hallerle zenginleşmiştir. Bizim kültürümüzde sanat “mutlak sanatkar” a ulaşmanın arayışıdır.

Sanat; düşünür Roger Garaudy’nin ifadesiyle “Görünen ve bilinen güzellikleri kopya etmek değil,  gözle görülemeyen “mutlak güzel’i arayış çabasıdır.”

 

“Postal Öpücü” Kurtarıcı Olmuş

0

Siyasi iktidarın ağzından düşürmediği “demokrasi-barış-kardeşlik” sözlerinden ibaret güya proje içeriği belli olmayan bir karışıma dönüşmüş durumda…

Ne ararsan, kimi ararsan var içinde…

Öyle bir karışım ki yiyenin midesine oturuyor…

Demokrasiymiş…

Bunu söyleyebilmek için önce demokrat olmak gerek…

Ne demek barış?

Savaşlar devletlerarasında olur, barış ta…

Devlete isyan etmiş terörle barış nasıl olur?

Bizim bildiğimiz, tarihin de yazdığı terör pes edene kadar savaş sürer… Elli yıl da sürse terörle savaş devam eder…

Teröre “taviz” verirseniz hiçbir zaman bitmez…

Terörle “barış” yaparsanız, emsal olur…

Kaldı ki tek taraflı barış da olmaz…

Devlete isyan eden, varlığına saldıran terör örgütüyle barış!?

İlginç olan; siyasi iradenin bu söylemleri ile terör örgütünün söylemleri aynı paralellikte; toplamının bir bütünü…

Dillendirilenlerin tamamı PKK’nın siyasi talepleridir…

Tüm bunlar “demokratik açılım” ile maskelenmiştir.

Açılım pazarlık demektir.

Açılımdan kasıt, üniter devleti-milli devleti-millet bütünlüğünü-kuruluş felsefesini yozlaştırmak için zemin hazırlamaktır…

Etnisiteye göre devlette kurucu ortaklık!

Yöresel muhtariyet!

Anadilde eğitim!

Tüm bunlara devlet “evet” derse terör bitecek mi?

Gaflet!!!

Bakınız 1900’lı yılların Balkanlarına, bakınız Anadolu’daki “Batı Ermenistan” hayaliyle olup biten isyanlara!!!

Terör “okşanmakla” uslanmaz!

Ne diyor Ziya Gökalp; “her ilin (ülkenin, yurdun) bir dili vardır, bundan başka işle uğraşanların başka gayesi vardır.”

Derken, tehlikeli farklılığın nelere mal olacağını vurgulamıştır.

Evet, işte istenen demokratik açılımın şifreleri bunlar…

Soran var mıdır ki; açılım denilen şey, fukara halkın mutfağına fazladan bir lokma getirdi mi?

Hayır!

**

Terör feodalitesi…

Güneydoğuda vatandaş terör örgütüne teslim edildi…

PKK 1978’de devlete değil, rakip örgütlere, aşiret ağalarına saldırıyordu…

Çünkü terörün çıkış kaynağı feodalizmdi, ağalıktı, şeyhlikti, seyitlikti...

Vatandaşı sömüren feodalizme karşı başkaldırıydı…

Şimdilerde feodalizmden bahseden yok!

Çünkü artık terör ağaları var…

Her türlü illegal faaliyetler için yeni ağalıklar-feodaliteler oluştu…

Bunlardan bahseden yok, bu konuda “açılım” yapan yok…

Dünün feodal güçleri, bugün, terör örgütünün “sözcüleri” “ağabaşkanları“!!!

 

Sonra ne oldu?

1979’de terörist başı “APO” Suriye’ye geçti, orada örgütü kontrol etti, teröristler Filistin’de eğitim aldılar…

Hani bugünlerde uğruna İsrail’le savaş eşiğine geldiğimiz, kurtarıcısı olmaya soyunduğumuz Filistin var ya, işte orada PKK yetişti, filizlendi, dal budak saldı…

Ne denmeli bu duruma?

Anadolu’da böyle durumlarda; “buyurun cenaze namazına” denilir…

**

Etnik kimliğe dayalı bir ayrıştırma yapılmaktadır…

Türkiye Cumhuriyeti Devletinde neredeyse Türk açılımı istenecek! Türkler Lozan’daki azınlık statüsüne sokulacak!

Açılım diye törenler yapılıyor.

Nevruz kutlamalarını gördünüz…

Açılan pankartlara bakılırsa, Türkiye üniter bir devlet mi? diye tereddütler oluşmaktadır; kuşkular var bu konuda…

Yasalar ülkenin her yerinde farklı mı uygulanıyor?

Anayasal bir devlet değil mi Türkiye?!

**

Anayasa mı dediniz?

Devletlerin tabi oldukları yasaların anası vardır…

Nedir bu?

Anayasa…

Anayasa demek, toplumun sözleşme metni demektir; bu yasaların anasına herkesin onay vermesi gerekir ki bir anlamı olsun, toplumu yönetebilirliği olsun…

Öyle mi oluyor?

Hayır; (X) partisi salt çoğunlukta vekile sahip, kendine göre bir anayasa değişikli yapıyor; tüm direnmelere rağmen “dediğim dedik öttüğüm düdük” tekerlemesine uygun olarak istediğini yapıyor…

Sonra, bunun adı milli irade oluyor!

Milli iradeyi temsil etmeyen “millı” yasalar…

**

Sıfır problemle komşuluk!

Ne kadar “sıfır” düzeyde olduğumuzu son olaylar gösterdi…

Göbeğinden bağlı olduğun 3 milyonluk terörist devlet sana kafa tutuyor, gemini basıyor, el koyuyor, 9 vatandaşını öldürüyor…

Hatırlatalım, 2. Dünya Savaşında Osmanlı pasaportlu oldukları için Hitlerin hışmından, soykırımından Türkler tarafından kurtarılan Yahudilerin torunlarıdır bunlar…

Dün acıyarak kurtardığımız, sırtınızda taşıdığımız Yahudilerin torunları, bugün vatandaşlarımızı öldürmekteler…

Sen ne yapıyorsun?

Siyasi kabadayılık nutukları…

Hamaset ifadeler…

Önce yüksek tondan tehditler…

Sonra “ağababa”dan papara…

Ve “..meli” ekiyle biten temenniler!

Sebebi kim? Yine kendiniz!!! Yanlış devlet yönetimi…

Bu kadar gülünç olmak…

Filistin’e yardıma evet, diplomatik desteğe evet…

Fakat ne Filistin ne de Gazze ülkemin bir parçası?

Arap’tan daha çok “Arapçılık”

Bu hamasetin nedeni?

Dindaşlık mı?

Yalan!!!

Eğer öyle olsaydı, Irakta ölen 3 milyon sivil, yetim kalan 1,5 milyon çocuk, ırzına geçilen 600 bin kadın var…

Bunlar dindaş değil mi?

Üstelik Irak’ın bu hale gelmesine sebep olan BOP eş başkanı olmakla övünmek ortada dururken!!!??

 

Anadolu’da kaç tane Gazze’nin var olduğunu bilen var mı?

Anadolu’nun fukara insanları nana muhtaç iken bu sözde yardım kuruluşları neredeydi?

İsrail terörist… İsrail katil… İsrail lanetli… Hepsi tamam da…

Bunu bizden başka diyen var mı?

Hani o gemide 36 devletin temsilcileri vardı; niye o devletlerden hiç ses çıkmıyor?!

Nerede onlar; ilk ismiyle hitap edilen, mahdumların nikâh şahitliğini dahi yapan o devler başkanları, başbakanları nerede?

Niye ölenlerin hepsi Türk vatandaşı?

Demek ki palavra, 36 ülkeden insanın varlığı…

Din düşmanlığına, İsrail düşmanlığına dayalı bir politika…

Süper bir yanlış!!!

Devletin onuru beş paralık edilmiş… Buna zemin hazırlanmış… Karşı tarafa koz verilmiş… Şimdilerde meydanlarda vatandaşın manevi inançlarına dayanarak, kışkırtmalar yaparak, lafla gürleyerek, esip savurarak…

Ajitasyon yaparak…

Oy avcılığı yapmak!!!

Bu millet kanar mı artık???

Devletin “kellesine” ağ örülmüş… Kimin umurunda!?

Minberde vaaz verir gibi hamaset nutukları sepetle…

Elin ayağına dolanmış…

Sonra, “terör örgütü” kurmakla suçladığınız, “Ergenekoncu” ilan ettiğiniz Deniz Kuvvetlerinden bir amirali çağırıp akıl danışıyorsunuz!

Hani düne kadar bu TSK mensuplarını “örgütçü” diye bir kısmını içeri tıkıyordunuz, bir kısmını tehdit ediyordunuz, bir kısmını da “yasa” kılıcıyla doğramaya hazırlanıyordunuz!

Ne oldu?

Siyasi getirim (rant) toplamak için yoksa TSK’yi mi kullanmak aklınıza geldi? Yanlış politikalarla sıkışınca yine TSK mi?!

Savaş mı!!!???

Bizim Harput’ta bir deyiş vardır; sıkışıp kıvrananlar için söylenen bir ifade; “ya nassı ya!..”

Laf… Laf… Çok laf hata getirir…

Çok laf enerji boşalması demektir…

Diplomaside çok konuşmak yoktur…

Eldeki kozların, kartların kaybı demektir…

“Gürlediğiniz kadar ya icraat yap, ya da sus” derler!..

Devleti idare edenlerin ağzından çıkan her kelime devleti bağlar…

Bunu bilmeyenler nasıl devleti idare eder?

**

Kimdir postal öpen?

1974 de Mardin Kızıltepe kazasında “Molla Mustafa Barzani’nin adamları” diye işaret edilen insan sayısı 3-4 kişi idi…

Gelinen şu hale bakınız…

Bugünkü siyasi iktidar sözcüsüne ait olduğu söylenen ve dünün Molla Barzani’nin zürriyetinden oğul Barzani içi “postal öpücüsü” dedikleri kişiyi kırmızı halı ile karşılıyorlar…

Mahdum Barzani, PKK terörüne son vermek için “kurtarıcı” olarak davet edilmiş!!!

Özel olarak tahsis edilmiş devletin uçağı gönderilerek PKK destekçisi, himayecisi, dünün “postal öpücüsü” özel olarak getirtilmiş!!!

Dün, “muhatabımız değil” diye görüşmeyi ret ettiğiniz bu zatı devletin en üst makamlarında “kabul” ediyorsunuz!!!

Devletin dış işleri bakanı; PKK destekçisi, Türk milletine her fırsatta hakaret eden dünün “postal yalayıcısı” zat için “kek” (ağabeyim, kardeşim) diye aile nüfusuna dahil ediyor!!!

Böylesine bol tutarsızlıkları hangi devletin idarecileri yapar?

Mesut Barzani’nin gelişi tek de değil, iç işlerinden sorumlu “bakan” sıfatlı ve PKK kampında “teftiş” yaptığı bilinen zat da birlikte Ankara’da!

Irak bayrağı arka fonda yok!!!

Bu hareketler bile başlı başına bir mesaj niteliğinde…

Alan olursa!

Bu ne gaflet???!!!

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin düşürüldüğü düzeye bakar mısınız???!!!

Tanrım sen aklıma mukayyet ol…

 

Malatya Gezim

0

Merhaba benim adım Ayşegül.  Kocaeli kafilesinin en genç üyesiyim. Benim Kocaeli Aydınlar Ocağı ile ikinci gezim.  Birinci gezimi yazmak nasip olmadı.

Hasan Amca yaz dediği için yazıyorum. İkinci gezim uçakla olduğu için heyecanlıydım. Yalnız uçağa 7 kere küçükken binmişim. Şimdiki ise sekizinci uçağa binişim. Havalimanında bazı aksaklıklar ortaya çıktığından, pek iyi geçmedi havalimanı. Ama uçak çok zevkliydi. Uçak da salamlı tost, yemiş ve limonata içmiştim. Tadını beğendim.

Her neyse sonra 5 yıldızlı Anemon Otele vardık. Otel çok güzeldi. Yalnız banyoları hariç.Sonra yemek yemeye aşağıya indik. Yemekten sonra biz gruptan ayrı olarak,  Emine Teyze, Gül Teyze, annem (Halime TOKA),Özge Abla, Selçuk Amca, babam (Mustafa TOKA) ile beraber Malatya’ya gittik. İlk başta taksiye bindik. Sonra “MALATYA  BEŞKONAKLAR’A’ ” gittik. Orada babam ile Selçuk Amca  ertesi günü burada yapılacak yemek için hazırlık yapıyorlardı. Sonra Malatya’nın meşhur vilayet turistler turistler parkına gittik. Orada dondurmalar, havuç suları, kahveler filan içtik.

Sonra taksi ile otelimize geri döndük. Ben çok yorulmuştum . O yüzden hemen odaya gidip yattım. Sabahleyin erken kalkmamız lazımdı. Çünkü kahvaltı erken başlayıp erken biticekti. Çünkü bayanlar Malatya’yı gezecektik.

Tabii bayanlar gezerken bir rehber lazımdı . O yüzden babam da bizim ile beraber gelecekti. Ertesi gün ilk önce Malatya  Yeni Cami’ye gittik. Etrafındaki bakırcılar çarşısını gezdik. Sonra “DİBEK KAHVESİ”almak için kahveciye gittik.  Sonra ise Kernek denen yere gittik. Park içinde BBP nin toplantısı vardı. Başkanları konuşma yapıyordu. Orada şelale gibi bir yer vardı. Oraya gittiğimizde Gül Teyzeler “KÜÇÜK ESKİŞEHİR” adını vermişlerdi.

Tabii yorulunca dinlenmek lazım. O yüzden sakşam gittiğimiz  çay bahçesine gittik. Giderken hep bir derenin kenarından yürüdük. Orada biraz dinlendikten sonra Malatya’nın içme suyunun bulunduğu yere gittik.  Harika bir yerdi orası.  Girerken hastanelere girerken ayağımıza giydiğimiz mavi galoşlardan giydik.  Suyun kaynağına baktıktan ve fotoğraflar çekildikten sonra kiraz ağaçlarından kiraz toplamaya başladık. Kirazlar bir harikaydı.  Orada Turgut ÖZAL’ın gizlice gelip dinlendiği  yer de vardı. Sonra “SU SESİ” denilen yere geldik. Orada da çok güzel kirazlar yedik. Sonra otobüse binip otelimize gittik.

Erken çıkmamız lazımdı ki “BEŞ KONAKLAR’A” yemek yemeye gidelim. Sonra hazırlanıp otobüse bindik. Beş Konaklar’a vardık. Orada genellikle yöresel yemekler olduğundan pek yemekleri yiyemeceğime benziyordu. Çünkü yöresel yemekleri sevmezdim. Sonra her gelen yemeğin tadına baktım. Aralarından en çok “ANALI KIZLIYI”beğenmiştim. Yemekten sonra kayısılar için yemekten sonra alışverişe gittik.  Alışverişten sonra otele geri döndük.

Sabahleyin kahvaltıdan sonra “İNÖNÜ ÜNİVERSİTESİNE ” gittik. Üniversite içindeki  “TURGUT ÖZAL MÜZESİNİ” gezdik. Sonra “MALATYA HAVAALİMANİNA ” gittik. Ve tatlı yorgunluktan sonra sağ salim evlerimize ulaşdık. Annem babamla  ve onların  güzel dostlarıyla harika bir gezi oldu benim için. Bu geziyi düzenleyenlere sonsuz teşekkürler. Bu arada ben de ilk defa böyle bir siteye yazı yazmış bulunuyorum.

PKK Eylemleri ve Açılım

Sadece Güneydoğu ve Doğu Anadolu’nun bir kısmında değil, BTP’nin “Kürdistan sınırları” olarak ilan ettiği bu bölgemizin dışında da PKK, terör eylemlerini hem sayıca ve hem de nitelik olarak artırdı. Askeri birlikleri hedef alan saldırılar yanında, şehir merkezlerinde planlanıp, gerçekleşmeyen şok edici eylemler dikkate alındığında PKK’nın bu yaz çok kanlı eylemlerle gündemde kalacağı anlaşılıyor.

PKK terör örgütünü İmralı’dan yönetmeye devam eden Öcalan‘ın avukatları aracılığıyla şu mesajı verdiğinden beri bu olaylar zaten bekleniyordu: “31 Mayıstan sonra ben yokum. Olacakların muhatabı ben değilim.”

Fakat bu olayları yorumlayanlardan bir kesimin, “PKK, açılımları istemediği için terörü azdırdı” tarzı açıklamalarını anlamakta güçlük çekiyorum.

AÇILIM NEDEN DOĞMUŞTU? Şimdi bir hafızamızı tazeleyelim. “Kürt Açılımı” kavramını ilk duymaya başladığımız zaman ile Cumhurbaşkanı Gül’ün “iyi şeyler olacak” açıklaması aynı döneme rastlıyordu.

Obama yönetiminin iş başına gelmesinden sonra ABD, Irak’tan silahlı kuvvetlerini çekme planını açıklamıştı. ABD silahlı kuvvetlerini Irak’tan çekerken geride petrol kaynakları ile nakli sağlayan boru hatlarının güvenliğinin sağlandığı bir düzen kurmayı istiyordu.

İstenen güvenli bölge için PKK’nın tasfiye edilmesi veya uzun süre kuluçkaya yatırılması gerekiyordu. Bu noktada Türkiye ile ABD’nin menfaatlerinin örtüşüyor olması bir şans olarak telakki edildi.

Ancak bu operasyonun yapılmasının bir “siyasi çözüm” üzerine inşa edilmesine bağlı olduğu dayatılıyordu. Siyasi çözüm için bir yandan PKK ve yandaşı ayrılıkçı Kürtlerin, diğer taraftan Türk Milletinin (ayrılıkçı Kürtlerin dışındaki tüm Türkiye Halkının) ikna edilmesi gerekiyordu.

AÇILIMIN GELİŞİMİ: Açılımın adı bile şiddetli reaksiyona yol açtığı için “Kürt Açılımı” adından vazgeçilerek “demokrasi açılımı” denilmeye başlandı. Açılımın dışına da şık bir ambalaj sarıldı, “analar ağlamasın, evlatlarımız ölmesin, acılar son bulsun.”

İmralı ile yapılan görüşmelerden sonra ilk deneme yapıldı. Öcalan’ın talimatıyla “Habur‘dan giriş yapan PKK’lı gruba karşı DTP öncülüğünde yapılan karşılamada teröristlere kahraman muamelesi yapıldı. Türkiye Devleti hukuku ve devlet ciddiyetini sarsan komik bir yargılamadan sonra bunları serbest bıraktı.

Öcalan bu hamlesiyle PKK üzerindeki mutlak otoritesini ortaya koydu. “Eğer PKK’yı devreden çıkarmak istiyorsanız bunun bir tek yolu vardır, benimle pazarlık etmek” mesajını verdi.

Fakat ikna edilmesi gereken diğer tarafın, yani Türk Milletinin şiddetli reaksiyonu ve seçimlerin yaklaşmaya başlaması Öcalan’la pazarlığı imkânsız hale getirdi.

İşte bu noktada Türkiye Cumhuriyeti Devletini istediği noktaya getirmeye ramak kaldığını düşündüğü sırada, bütün kozların elden çıkma ihtimaline karşı, Öcalan terör örgütlerinin klasik tavrına geri döndü: Halkı ve devlet adamlarını yıldırmak, öfke ve çaresizlik içinde tavizkâr hale getirmek.

Öcalan’ın hayali: Öcalan’ın bir tek hedefi var: Irak’ın kuzeyinde Barzani’nin yaptığını yapmak. Yani hapisten çıkmak, siyaset yapma imkânı elde etmek. Ve bir federe devlet yapısı oluşturarak bu devletin başına geçmek. Sonraki aşamada Irak’ta bir bölünme olması halinde Büyük Kürdistan’ı oluşturmak üzere bu toprakları Türkiye’den koparmak.

İşte 31 Mayıstan itibaren büyük terör eylemlerini başlatacağını duyuran Öcalan, “bunları durdurmak sadece benim elimde. Gelin benimle masaya oturun” mesajını veriyor.

40 binden fazla vatan evladının kaybına ve milyarlarca dolarlık ülke kaynaklarının heder olmasına sebep olan adamın, Türkiye Cumhuriyetine kafa tutmasıdır bu.

TERÖRLE MÜZAKERE: Terörü, teröristle müzakere ederek çözebileceğini sananların, verdikçe daha fazlasının isteneceğini görmeleri gerekiyor. Bugüne kadar “terörle bir yere varılmayacağı” hep ifade edilmekle beraber, uygulama “terörle bir yerlere gelindiğini gösteriyorsa” daha fazla terörle, daha ileri noktalara varılmak istenecektir.

Sonuçta vatan topraklarının bir bölümünü vermeden, müzakere ile terör durdurulamayacaktır. Vatan toprağından bir karışı dahi vermek konusunda ise hükümet te dâhil hiçbirimizin hakkı ve yetkisi yoktur.

PKK KÜRT HALKINI TEMSİL EDİYOR MU? Kürt halkının bir kısmının PKK hedeflerini benimsemesi söz konusudur. Ancak hâlâ büyük kısmı Devletimizin yanında, birlik ve kardeşlikten yanadır. Silahlı terör örgütünün bütün baskı ve dayatmalarına rağmen bu akımın siyasi kolu %6 oy mertebesini aşamamaktadır. Terörün baskısı azaltıldığı zaman bu oy oranının da düşeceği görülecektir.

Devlet teröre karşı tavizsiz bir mücadele (dış boyutlarını ve finans kaynaklarını da dikkate alarak) yapmak durumunda. Ancak halkı kucaklayıcı tedbirlerle, özellikle işsizlik ve fakirlikle mücadeleyi öne çıkaran ekonomik ve sosyal tedbirlere ağırlık vererek, çareler üretmemiz gerekiyor.

Sabırlı ve uzun soluklu bir mücadeleyi sürdürmek zorundayız. Başbakan’ın meşhur sloganını biraz değiştirerek ifade edelim: Yılmak yok, mücadeleye devam.