12.7 C
Kocaeli
Pazartesi, Eylül 29, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1198

Esaretin Bedeli

Savaş, kanlı bir ticarettir!

Emperyalist emellerle ülkelerin işgali, bu kanlı ticaretin en büyük ahlaksızlık örneğidir!

Tarih boyunca savaşlar, güçlü ülkelerin güçsüz ülkelerin emeğine ve alın terine konmak için işlediği kitlesel cinayetlerdir.

Savaştan büyük maddi çıkarlar sağlanır.

Bedelini de masum insanlar öder.

Bugün, İzmit’in düşman işgalinden kurtuluşunun bir yıldönümünü daha yaşıyoruz.

Ancak, bu günü “gerçek bir bayram” olarak kutlayan kaç kişi var?

Yasa gereği yaşanan törenlerle yetinmek yeterli midir?

Düşünün lütfen;

İlköğretim ve ortaöğretimde “İzmit’in İşgal Yılları ve Kurtuluşu” işleniyor mu?

Çocuklarımız, dedelerinin yaşadıkları o ızdırap dolu yılları biliyorlar mı?

Namazgah’taki şehitlikte yatan insanlarımızı  bu kentte kaç kişi biliyor?

Önce İngilizler, sonra da Yunanlılar tarafından işgal edilen İzmit’te inanılması güç felaketler yaşandı.

Kurtuluş da kolay olmadı.

Ne yazık ki, dünden bugüne, çocuklarımıza ve gençlerimize, yaşanan bu acı olaylar ciddi şekilde anlatılamadığı için, bugün de yurdumuz parçalanmak isteniyor.

Haberlerde, bir korku ve macera filmi izler gibi bakıyoruz terör kurbanı olan insanlarımıza.

Ateş düştüğü yeri yakıyor.
Gerisi yalan!

Bir iki “ah-vah” birkaç klişe açıklama!

Hepsi o kadar…

Sonra, yine herkes kendi aleminde.

Sanayi ve Ticaret Bakanımız; “Kuzey Irak’taki Kürtler Türk mallarını tercih ediyor” diyor!

Yani, işadamları için önemli olan ticaret!

Siyasetçiler için de biraz hamaset!

Bu yüzden, Gazze’deki insanlık dramına tepki gösterenler, halkın duygularını istismar edenler, Irak’taki ABD emperyalizminin işgalini, yüzbinlerce masum sivilin katledilmesini görmüyor, tepki göstermiyor!

Hangi siyasal iktidar “velinimetine” başkaldırabilir?

Öte yandan, yüzyıllar boyu kardeşçe yaşamış, evlenip akraba olmuş halkları birbirine düşman kılmak, bizim analarımızı ağlatırken, emperyalistleri sevindiriyor!

Çünkü, Çok Uluslu Tekeller, dünyayı sömürebilmek için, “ULUS BİLİNCİ” ne sahip güçlü devletler değil, toprağı küçük, yöneticileri işbirlikçi ülkecikler istiyorlar!

Artık uyanmanın ve bu gerçeği görmenin zamanıdır!

İzmit’i işgalden ve İzmit halkını esaretten ve ölümden kurtaran  ve bu mücadelede şehit olan atalarımızı rahmet ve minnetle anmalıyız.

Bugün de bu ülkenin bütünlüğü uğruna yaşamlarını feda eden şehitlerimizi aynı minnet duyguları ile anmalı ve fakat bu uluslar arası siyasal oyuna daha fazla insan kanının karışmasına engel olmalıyız!

Elbette, bunun önkoşulu; emperyalist güçlerin tetikçisi konumundaki terör örgütünün koşulsuz silah bırakması ve bu alçakça teröre son vermesidir.

Bu ülkenin bereketli toprakları, bu topraklarda yaşamakta olan  her insanı besler ve yaşatır.

28 Haziran İzmit’in Kurtuluşu’na gelince;

Öncelikle, okullarımızda ve sivil toplum kuruluşlarımızda “İşgal yıllarında İzmit”  gerçeği ciddi şekilde anlatılmalı, bellekleri boşalan insanlarımız, atalarının neler yaşadıklarını bilmelidirler.

Ancak bu bilinç ve ortak duygu yeşertilebilirse kurtuluş bayramımızı daha bir içtenlikle ve geniş katılımlarla kutlayabiliriz.

En üretken kuruluşları yabancıların eline geçmiş bir ülkenin kutlayacak kurtuluş bayramları olamaz!

Önce, ekonomik ve siyasal sömürüye karşı bilinçlenmek gerek!

Yoksa, gerisi büyük bir aldatmacadır!

 

PKK’yı Muhatap Almak

Azgınlaşan terör örgütünün saldırıları karşısında medyada fikirlerini arz eden kişiler arasında iki tavır belirginleşmeye başladı.

GÜVENLİK BOYUTU İHMAL EDİLMEMELİ: Birincisi, açılım sürecinde medya pek yer vermez olduğu için sesini duyamaz olduğumuz milliyetçi aydın, siyasetçi ve emekli askerlerin dile getirdiği görüşler. Bu görüşte olanlar Türk Milletini terör eylemleri karşısında yıldırmaya çalışan terör örgütünün ve liderinin muhatap alınmasına karşı çıkıyor ve mücadelenin güvenlik boyutu ihmal edilmeden, ancak sosyal, ekonomik, psikolojik ve siyasi boyutlarıyla da sürdürülmesi gerektiğini ifade ediyorlar.

PKK’NIN HEDEFİ: Bu görüşte olanlar PKK’nın kuruluş hedefinin Türkiye Cumhuriyeti topraklarında bir millet inşası ve bu oluşturulacak milletin “kendini yönetme hakkına” dayanarak bağımsız bir devlet kurması olduğunu hatırlatıyor.

Tabii ki bağımsızlık öyle kolay bir süreç değil. Bunun için bağımsızlığa giden ara kademeler belirlenmiştir. Bu kademelere ulaştıkça bir sonraki kademedeki talepler dile getirilecektir. Kültürel haklar asla PKK’nın hedefi değildir. Ancak bu haklarla ilgili her elde edilen, PKK’nın başarısı olarak propaganda edilecek ve PKK’nın Kürt halkının yegâne temsilcisi gibi görünmesinde araç olarak kullanılacaktır.

AÇILIMDAN VER KURTUL’A: İkinci grup, açılımın hararetli destekleyicileri olan güruh. Açılımın anaların gözyaşını dindirmediğini, bilakis artırdığını gören milletin tepkisinden çekinerek, fakat şehitleri istismar etmekten de geri kalmadan bir kademe daha ileri gitmeye başladılar. Bir kademe ileriye yani “PKK’nın taleplerini verelim” çizgisine, yani BDP ve Öcalan çizgisine geldiler.

Bunlardan biri Nazlı Ilıcak. O’nu Tercüman Gazetesi’ni milliyetçi muhafazakâr çizgisinden dönüştürme (ve batırma) macerası ile başlayan gazetecilik hayatında tanımaya başlamıştık. Kıvrak kalemini Demirel destekçiliği, sonra Refah Partisi ve AKP yandaşlığına varan çizgide kullanan ve son dönemde de AKP’ye akıl hocalığı yapan Nazlı Ilıcak.

İktidar yandaşı medyanın en önemlilerinden “Sabah gazetesinde yazan Nazlı Ilıcak bir televizyon kanalında telefonla katıldığı haber bülteninde, ‘PKK’yı muhatap almadan bu sorunu çözmek mümkün değil‘ şeklinde konuştu.”

“Ilıcak, son saldırılardan sonra artık görülmüştür ki PKK’yı muhatap almadan bu sorunu çözmek mümkün değildir. Sonuçta silah onların elinde ve siyaset yapmak istiyorlar. Ayrıca Öcalan için de ev hapsi benzeri bir talepleri var. Şimdiki Türkiye şartlarında bunları yapmak mümkün değil. Hele şu kutuplaşma ortamında mümkün değil.”

“Bu şartlarda çok tepki çekebilir bu sözlerim ancak sürekli yeni şehitler geliyor. Sadece silahlı tedbirle olmuyor. Askeri tedbirlerle çözmek mümkün değil. Seçimlere gidiliyor o nedenle şimdi olmaz belki ama seçimlerden hemen sonra bir yol yöntem geliştirmek zorundalar.” dedi.

Bir diğeri de Doğan grubunun önemli ismi M. Ali Birand. O da aynı tezi benzer cümlelerle savundu. Yandaş medyada köşe verilmiş birçok yazar da açıkça veya ima yolu ile bu görüşü dillendiriyor.

PKK’NIN TALEPLERİ: Açılım sürecinde İmralı’dan verilen mesajlar ve BDP yetkililerinin açıklamalarından PKK’nın talepleri açıklığa kavuştu:

  • 1- Öcalan’ı kapsayacak ve ona siyasal haklarını verecek bir genel af çıkarılması.
  • 2- Kürtçe eğitime geçilmesi,
  • 3- Anayasada vatandaşlık tanımının değiştirilmesi, Kürt kimliğinin -şimdilik- kurucu olarak belirtilmese bile anayasada güvenceye alınması,
  • 4- Güneydoğu’ya -şimdilik- özerklik verilmesi, (“özerklikten” ne anladıklarını Öcalan açıklamıştı; Güneydoğu’da Kürtlerin ayrı bir meclisi, ayrı bir güvenlik gücü (ordusu), ayrı mahkemeleri, vergi toplama ve harcama yetkisi, ayrı bir futbol ligi…)

PKK’nın hedefinin, BDP’nin seçim kazandığı illerimizde  (Irak’ın kuzeyinde Barzani’nin kurduğu federe devlet benzeri) bir federe devlet kurmak olduğu çok açık. Silahlı gücünü de burada “güvenlik gücü”ne dönüştürmek istiyor. Bir sonraki aşamada ise bağımsız bir devlet haline gelmek.

Nazlı Ilıcak ve benzerlerinin “PKK’yı muhatap alalım ve isteklerini vererek terörü durduralım” tezini iyi anlamak için PKK’nın bu taleplerini tekrar hatırlattım.

Diyelim ki, sırf analar ağlamasın diye (72 milyonluk, bölgesinde lider olma iddiasındaki Türkiye Cumhuriyeti Devletinin, 5 bin teröristin karşısında aciz kalıp yenildiğini kabul etmenin zorluğunu ve 42 bin can kaybının neden verildiğini sorgulamayı bir yana bırakıp) Öcalan’ı muhatap aldık.

PKK VURDUKÇA KAZANIRSA TERÖR BİTER Mİ? Soralım, psikolojik üstünlüğü ele geçirmiş ve vurdukça isteklerini almış bir terör örgütü haline gelirse, PKK bu taleplerinden hangisinden vazgeçer? Veya başka şekilde soralım: Bu taleplerinden hangilerini verirsek terör biter?

Soralım, bu gafletten öte noktaya gelmiş yazarlara, sözde aydınlara. Vatan toprağının bir bölümünü vermeye sizin ne hakkınız var? Değil sizin, bir tek kişinin dahi böyle bir hakkı yoktur, olamaz. Vatan toprağı pazarlık konusu yapılamaz.

“SEÇİMLERDEN SONRA” VE DEMOKRATLIK: Bir başka husus “bu muhatap alınma seçimlerden hemen sonra yapılsın” sözünün arka planındaki zihniyet. Sözde demokrat olan bu yazarlar demek istiyorlar ki, “ey millet sana seçim öncesi PKK’yı muhatap alacağız diyene oy vermeyeceğini biliyoruz. Ancak sen o kadar saf bir kitlesin ki, seçim öncesi telaffuz dahi edilemeyecek şeyleri seçtiğin hükümetler yapar. Biz de seçilmiş iktidar halkı temsil ediyor, demokrasi içinde son söz milletindir” der ve seni uyuturuz.

Bilmiyorum, biz Türk milleti olarak bu kadar saf mıyız? Ama hiç olmazsa Başbakan basiretli olsa. CHP ve MHP’yi PKK yandaşı olmakla suçlayacağına, etrafında kendisine methiyeler düzenlerin geldiği çizgiyi görse.

Türkiye’nin Öncelikli Hedefi

Türkiye başına musallat edilen bölücü terör nedeniyle,öncelikli hedeflerine ulaşmakta çok zorlanıyor.

Gerçi  öncelikli hedeflerin ne olduğu da tartışmalıdır ama yinede Türkiye’yi yönetenlerce her dönem birbirinden farklı öncelikli hedefler açıklanmıştır.

Türk Milletinden olmayanların kontrolüne girmiş bir Türkiye; AB örneğinde olduğu gibi halkın kafası karıştırılmak suretiyle  asla öncelikli hedef olamayacak hususların öne çıkarıldığı bir ülke haline gelmiştir.

Yaşadığımız olaylardan anlaşılacağı üzere Türkiye’nin öncelikli hedefi; Türk halkının rahatını, huzurunu, mutluluğunu ve gelişimini engelleyen bölücü terör ve bölücü siyaset belasından kurtulmasıdır.

Türkiye’nin ilk yapacağı iş, halkının can ve mal emniyetini sağlayarak, güvenlik sorununu halletmesidir. Arkasından “Adalet Reformu” gelmeli ve suç işleyenin cezası asla yanına kar olarak kalmamalıdır.

Ancak Türk halkı için öncelikli hedef olan güvenlik ve adalet konuları, TÜSİAD gibi kuruluşlara kapağı atmış ve bu topraktan zenginleşmiş Sedat Aloğlu gibi kişilerin “bazı şeyleri duymaya alışmanız lazım” diyerek önerdiği; İmralı canisinin çözüm için görüşmelere katılması, Anayasa’ya “bu ülkeyi Türkler ve Kürtler kurdu” ifadesinin eklenmesi ve bölgesel özerklik istekleri ile gerçekleşemez.

Türk Milleti, geçmişte olduğu gibi “ver kurtul” noktasına, AKP,bürokrasi, medya ve işadamları ile getirilmek isteniyor. Bu saydıklarımız sanki babalarının malını veriyormuş gibi çok rahat bir şekilde isteklerini ifade ediyor. Yalnız göremedikleri önemli bir husus var. Bu da memleketimizde tarihten ders almış ve vatansever bir çoğunluğun yaşadığı gerçeğidir.

Halbuki ittifak halinde olmamız gereken konu; bu güne kadar ülkemizin güvenlik sorununun çözülmüş ve halkının adalet içinde rahat ve mutlu bir hayat sürüyor olması gerektiği ve bunun niçin başarılamadığı olmalıydı. Konuşulacak şey ” ver kurtul” değil, milli devlet yapısını ve millet bütünlüğünü koruyarak bunu mükemmeliyete ulaştırmaktı.

Ardından köylü niye yoksul, niye ülke nüfusunun % 26’sının gelir düzeyi günlük 2 doların altında, tarım nüfusunun gayri safi milli hasıladan aldığı pay niye 1384 ABD doları gibi insan onuruna yakışmayacak bir düzeyde, Türkiye niye yılda 500 milyon canlı toprak kaybederek çölleşmeye doğru gidiyor, yine tedbir almazsak niye 2020’de bir enerji kriziyle karşı karşıya kalacağız, niye işsizlik tarihi rekorlar kırıyor, niye emek hak ettiği ücreti  alamıyor, niye emekli sürünüyor? olmalıydı.

Bunları konuşması gereken TÜSİAD, Aloğlu’nun ağzından baklayı çıkarttı. Üstüne de tüy diken siyasetçi eskisi Cem Boyner “artık devlet değil halkın diliyle konuşma zamanı” dedi. Bu Boyner herhalde halkın kendisine siyaset yaptığı dönemde verdiği cevabı unuttu ve yeni bir halk tokatı görmek istiyor.

Tarihe dönüp baktığımızda, Türk devletlerinin yoğun bir şekilde iç ihanete muhatap kaldığını görüyoruz. Ülkemizde de süren bölücülük de bu iç ihanet kapsamında değerlendirilmelidir. İç ihanet şebekelerinin kuvvetli dış destekçileri vardır. Nitekim bölücü hareketin temellerinin atılması 1700’lü yılların sonuna kadar gider. O günden bu güne bahsettiğimiz bölücülük hareketini bir çok dış güç kullanmıştır ve bu güçlerin bölücülük konusundaki çalışmaları kendileri açışından milli bir politika olarak günümüze kadar ana hatlarında pek fazla bir değişiklik olmadan gelmiştir.

Bizim halk olarak bunu anlamamamızın nedeni ise o güçlerin içimizdeki adamlarınca yüzyılları aşan bir süreç içinde çevrelenmiş olmamızdır.

Bölücülük hareketinin nihai hedefi ise, bir çoğumuzun ismini bile bilmediği ve aynı zamanda Dersim İsyanı’nın fikir babası olan hain Baytar Nuri’nin, Atatürk’ün Gençliğe hitabesini taklide çalıştığı “kürt gençliğine hitab” ında zikrettiği “İntikam! kürt diyarında uluyan sırtlan ve çakallar ırkının(yani Türk Milletinin) pis vücutlarından kürt vatanını temizlemek için” çalışmaktır.

Bunun tahakkuku için her zaman olduğu gibi yine dış güçlerden yardım istemek Dersim isyanının elebaşısı Seyit Rıza’ya düşer. Hain Seyit Rıza, Dersim generali sıfatıyla İngiltere’den “ekselanslarına sesleniyor ve hükümetinizin yüksek manevi etkisinden kürt halkını yararlandırmanızı sizden istirham ediyorum” diyor. TÜSİAD’çıları ve Sedat Aloğlu’nun söyledikleri nereye çıkıyor her halde anlıyorsunuz değil mi?

Yaşamım boyunca okuduğuma, gezdiğime  ve gördüğüme göre kürt dediğimiz kardeşlerimizin tamamı mutlak surette Türk Milletinin bir parçasıdır. Hatta bunu daha  da ileri götürerek Kürtlerin, ırken Türk olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak dün Özbekistan’da bugün Kırgızistan’da olduğu gibi Türkiye’de de kardeş kavgası çıkarılmak istenmektedir.

Bunun aracı da PKK’dır. PKK, 1978’den bu yana 4441’i toplu katliamlarda olmak üzere 7800’e yakın sivil yurttaşımızı katletmiştir. Yapılan incelemeler, katledilen yurttaşlarımızın % 90’dan fazlasının Kürt veya Zaza kökenli olduğunu göstermektedir. Ortaya çıkan sonuç PKK’nın Kürtlere de karşı olduğudur. Bu olaylar aynen geçmişte Balkanlarda meydana gelen olaylarda olduğu gibi Bulgar, Rum, Makedon ve Sırp çetelerinin Müslüman Türk halkına yaptığı zulme benzemektedir. PKK benzeri çeteler, Balkanlarda arkalarına dış güçleri almak suretiyle emellerine ulaşmış ve vatan topraklarımıza el koymuşlardır. Bu oyuna bu gün düşmemek için açılım taraftarı olan partileri, gazeteci ve televizyoncuları, akademisyenleri ve işadamları ile STK ve meslek kuruluşlarını mutlaka mercek altına almalıyız.

Tarih boyunca vatan topraklarımıza türlü oyunlarla el koyarak daima küçülmemize neden olan dış güçler ile onların iç taşeronları; hedefler konusunda bizi  mukayese yapmaktan daima  alıkoymaktadır. Almanya, İngiltere, Fransa gibi ülkeleri bir yana koyuyorum ama küçücük bir Hollanda, İsveç, Danimarka, Norveç ve hatta Belçika  öncelikli hedeflerini belirlemiş ve halklarını güvenli, rahat, huzurlu yaşar hale getirmişlerdir. Onlar kadarda mı olamıyoruz?

Türkiye’nin öncelikli hedefi, Anayasa’sının 3. Maddesinde yazılı olan “Türkiye Devleti ülkesi ve milliyetiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanunda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Milli marşı “İstiklal Marşı”dır. Başkenti Ankara’dır.” ve bunlar değiştirilemez ve  değiştirilmeleri dahi teklif edilemez anlayışını tahakkuk ettirmek ve bir türlü anlamayan kafalara bunu anlatmaktır. Bu husus gerçekleşince hedeflerin yerine yenilerini koyacağız.

Aksini düşünenlerin veya bunları aklına bile getirmeyenlerin ve de maddiyatın esiri olmuşların, tarih önünde vebali büyüktür. Türk halkı da yaklaşmış olan seçimlerde birinci öncelik olarak bunu görmelidir.

Bir İzmit Beyefendisi (3)

“Eğer çok sağlam bir mantık silsilesine sahip değilseniz herhangi bir fikrin takipçisi hatta kölesi olabilirsiniz”.

Yavuz ağabey’e yoğunlaştıkça Şeyh edebalı’nın meşhur Osman Gazi’ye öğütünün ilk mısraları aklıma gelir. Bizler bu ögütü sadece Osman Gaziye söylediğine inanır ve kendimize pek kondurmayız okur geçeriz. Çünkü muhatabı biz değiliz, Muhatabı olarak Osman Gazi olarak algılarız. Bu öğüt aslında Tüm Türk Milletinin ferdine hatta tüm insanlığın muhatap alması gereken ve zamanla daraltılmamış tüm zamanların en önemli öğütü olacak şekilde söylenmiş sözler olarak algılanması gerekir.

Yavuz Argıt Ağabey’de Şeyh edebalı’nın öğütüne uymuş ” Oğul, insanlar vardır,şafak vaktinde doğar,akşam ezanında ölürler….” Diye devam eden ögütünün muhatabı kabul etmiş ve akşam ezanı ölmemiş, sabah rüzgarı gibi savrulup gitmemiştir.

Aksiyon dergisinde 1997 yılında Emin Koyuncu’nun “Bir okuma inatçısı” Yazısından sonra 30.09.2000 tarihli yine Aksiyon dergisinde sayı 304 Muhsin Öztürk’ün “23 bin kitab okudu” yazısı ile devan edelim. Bu tarihi (2000) ISAM’a kitaplarının bağışlandığı ilk yılları olarak görüyoruz.

Okumada taassup kabul etmem

Bütün literatürleri takip ettiği iddiasında değil, en sağdan en sola okumaktan yana ve okuyor da. “Okumada hiçbir taassup kabul etmem. Bana kimse bunu kabul ettiremez. Başkalarının şahsiyetinde kendimi tefenni ederek değil fikir yolunda kendim yürüyeceğim. ” Bunu ‘öğrenme arzusunun geliştirdiği bir davranış tarzı’ olarak yorumluyor.

Her yolculukta 500 kitap

Yavuz Argıt hiç evlenmemiş ve tabii olarak etrafında pervane olan torunları yok. Mücerret bir hayat yaşamış/yaşıyor fakat hiçbir zaman yalnızlık duygusuna kapılmamış. Kitaplar onun dostları, çocukları, torunları olmuş bir nevi; “Benim saadet yuvam kitaplarımın olduğu yer“. Ve tabii pek çok zorlukla birlikte. “Makina Zabiti” olarak çalıştığı denizcilik yıllarında en büyük zorluğu kitap naklinde yaşar. Sözgelimi üç aylık sefere çıktığında yeni ek sefer ihtimaline göre altı ay yetecek kitap alır; ki bu 500 kitaptan aşağı değil; taşıyabilirsen taşı… Seferin hareket noktası İskenderun gibi uzak limanlar olduğunda kitap sevdası gerçek bir ‘eziyet’e dönüşür. Fakat her şeye rağmen hiçbir zaman kitapsız kalmaz. Bir de torun sevgisi yerine hayvan sevgisini ikame eder, en vahşi hayvanlar bile bu sevgiden nasibini alırken Yavuz Bey “ayrılığına dayanamadığıkedisi ile beraber yaşıyor

Kesret içinde vahdet yaşıyorum

Niye okuyorsunuz sorusuna cevaben “Bir kere bilgi zenginliği yaşıyorsunuz. Öğrendiğim herşey bende iç sevinci husûle getirir. Bir de âcizâne faydalı olabilirim diye düşündüm” diyor. Hiçbir zaman ilim adamlarıyla fikir tartışması yaparken galebe çalmak niyetiyle kitap okumamış. Hemen hemen her alandan onbinlerce kitap okumasına rağmen ‘kesrette boğulma” tehlikesi yaşamamış. “Tasavvufta şöyle birşey vardır. Vahdette kesret, kesrette vahdet. Ben kesret içinde vahdeti yaşıyorum.” Onun için en büyük tehlike tek bir taraflı olmak, belli bir görüş içinde sıkışıp kalmak; “Eğer çok sağlam bir mantık silsilesine sahip değilseniz herhangi bir fikrin takipçisi hatta kölesi olabilirsiniz.

Yavuz Argıt’ın “cumhur’a açıklamak istemediği fikirleri var. Açıklamak istemeyişini tasavvufi argümanlarla anlatıyor; öne çıkmak gayretiyle hareket etmemek, kırmamak, kırılmamak, fikrini ehline açıklamak; süt çocuğuna et vermemek yani; “Ketûm bir adamım. Ona da kızarlar, konuşmam. Ne huzurum kaçsın ne huzurunu bozayım kimsenin.”

Kendi fikirlerinin kendisiyle beraber toprağa gömüleceği görüşünde. Deneme tarzı kaleme alınmış binlerce yazısı var ama kitaplaştırmak niyetinde değil. “Onlarla benden sonrakiler uğraşsın” diyor

Yalnızlığımın cennetini kimse bozamaz

İSAM’a görüşmek için gittiğimizde herkesin Yavuz Argıt’a Yavuz Amca olarak seslendiğini gördük. Aslında hoşsohbet ve gençlere amcalık eden sevilen bir kişi etrafında. Yavuz Amca’nın İzmit’teki evi ideolojik skalanın her renginden insana açık olmuş; o da tabiri caizse nabza göre şerbet vermiş. Niye? “Bir insanın kalbini kırmaktansa, yalan söylemeyi hatta münafıklığı tercih ederim” diyor. “Bir maske giymeye mecburuz. Ben de maske takmak mecburiyetinde kalıyorum, aksi takdirde memnun etme arzusunu tatmin edemeyeceğim.” Peki, “Kimdir Yavuz Argıt?”sorusunun cevabı ne olacak? “Öyle bir yaşa geldim ‘dediler ki… diyecekler ki..’ bunun üzerindeyim. Ömer Hayyam’ın bir lafı vardır, ‘Kim ne derse desin ben oyum‘ makamı gibi birşey bu. Lehimde ve aleyhimde konuşulanlar beni alâkadar etmediği gibi asla beni yönlendiremezler. Fakat gençliğimde böyle değildim. O zamanlar kendim için değil çevrem için yaşadığımı görüyorum. Artık, tehdit de etseler, aforoz da etseler yalnızlığımın cennetini asla bozamaz kimse. Yeter ki kitap dünyasından tecrit edilmeyeyim.”

Bağış yapmasında Aksiyon aracı oldu

Bundan üç yıl önce yine Aksiyon’da çıkan Emin Koyuncu imzalı “Bir Okuma İnatçısı” başlıklı haberde kitaplarını bağışlamak istediğini söylese de “bağışlamak“la karşı karşıya geldiğinde pek kolay olmamış bu. Sabancı Üniversitesi, İzmit Belediyesi ve İSAM (İstanbul Bağlarbaşı’ndaki Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi Kütüphanesi) kitaplarına talip olur. “Acaba kitaplarım giderse ben ne yaparım? Kitaplardan ayrılma psikolojik bir etki yapar mı?” gibi endişeler başgösterir. İyi bir karara varmak için üç aylık bir seyahate çıkar. Döndüğünde kendisiyle ilk irtibatı kuran İSAM’a bağışlar kitaplarını. Herhangi psikolojik sorun yaşamaz çünkü gene kitaplarla başbaşa kalmıştır. Başta, 1999’da 22 bin kitap bağışlamış, bu yıl bin kitap daha eklenmiş bu sayıya. “Allah ömür verirse ilk etapta 30 bin, ordan da 50 bine çıkartmak isterim” diyor. Halen kitap alan, okuyan, sonra da İSAM’a bağışlayan, günlerinin büyük bölümünü İSAM’da geçiren Yavuz Argıt, “kayd—ı hayat” şartıyla bağışın devam edeceğini söylüyor.

Fotoğrafik okuma” melekesi

Mehmet Barlas 15 bin kitap okuduğunu söylediğinde pek çok kişi gibi bazı edebiyat eleştirmenleri de gün ve sayfa hesapları ile “bu mümkün değil” demeye getirmişlerdi hatırlanırsa. Yavuz Bey, 23 bin kitabı okudunuz mu sorusuna “Rahatlıkla evet diyebilirim” cevabını veriyor. Hiçbir hızlı okuma kursuna katılmamış fakat 45 senenin verdiği meleke ile “fotoğrafik okuma”yaptığını söylüyor. “Baktığınız zaman sayfayı görürsünüz. O sayfada anahtar kelimeler hemen göze çarpar. Ben çok seneler sonra böyle okurken, bunun doğru olup olmadığını denemek istedim. İlkönce yavaş yavaş okudum. Bir de fotoğrafik okuma yaptım. Hiçbir fark görmedim. Sonra bende tasavvuf ve felsefe önceliklidir. Bu mevzularda binlerce kitap okudum. Bir mevzuda birkaç bin kitap okursanız bu anlamanızı çok daha kolaylaştırıyor.” Ayrıca çok okumak için zamandan çalmak gerekiyor. Kahvede, otobüste, trende her yerde okumuş. Mesela İzmit Petkim Fabrikasında çalıştığı 11 yıl içinde binlerce kitap okuması, otomatik olarak çalışan makinaların ona bıraktığı boş vakitleri değerlendirmesiyle mümkün olmuş.

Hüseyin Rahmi Gürpınar‘ı müthiş bir gözlemci olması ve hadiseleri fotoğraf gibi anlatması bakımından en sevdiği yazarların içinde sayıyor. Peyami Safa, Vâlâ Nureddin (Vânû) da sevdiği yazarlardan.. Hangi kitaplar denildiğinde iş biraz karışıyor çünkü çok kitap var. İşte birkaçı; Prof Dr. Hikmet Birant’ın “Alıç Ağacıyla Sohbetler“, zeotekniği alanında Ord. Prof. Dr. Casvick’in “On küçük Kapı Yoldaşımız“, otobiyografi dalında “Ditikrirli Ditikrirli’yi anlatıyor“, Zenbudizm’e göre kemâle ermenin yollarını çay demleme ritüellerinden yola çıkarak anlatan “Çayname“, ayrıca roman olarak da “Alex Zorba“, ” Thaiz” hoşuna giden kitaplardan bazıları. Ahmet Yesevi ile Şah—ı Nakşibend zinciriyle gönül bağı olduğundan konuyla ilgili bütün kitaplar, İbn—i Arabi’nin bazı kitapları beğendiği kitaplar. “Vahdet—i Vücut’a ait 25 el yazması eseri elde etmeye çalıştığını” söylüyor.

Yavuz Argıt’la konuşurken sık sık İlber Ortaylı aklıma geldi. Bilgeliği, muzip bakışları, klişelerle dalga geçer hali, yer yer edebi bir kitaptan okunuyormuş havası veren akıcı konuşması. Ve okuduğu sayısız kitap. “Tasavvufî tabirle ân—ı dâimîyi yaşarım ben. Gelmiş, geçmiş ve gelecek beni çok ilgilendirmez, ben hâle bakarım” diyor. En büyük sır “ân—ı dâimî” de mi acaba? Ne dersiniz?

http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/detaylar.do?load=detay&link=6789

Bu mülakat ve diğer mülakatlarda kitap sayıları ile ilgili çelişki var gibi gözükebilir. Türkiyede raportaj kazaları olduğunu her zaman biliyoruz. Ben yazılara sadık kalma adına bu şekliyle değiştirme yapmadan vermek zorundayım. Ancak En yakın dostu Ahmet Nezih Galitekin’e sorduğumda 30.000 kitap bağışladığını. 1999 yılından 2009 vefat edinceye kadarda her yıl ortalama 1000 kitap alarak koleksiyonuna kattığını yani İSAM’a bağışladığını söyledi. İSAM’da kaldığı müddetçe de kitap almaya, aldığı kitapları okumaya

Yavuz Argıt Sultan Baba'da

Yavuz Argıt Sultan Baba’da

Cahit Büyükkanber ve Yavuz Argıt birlikte Sultan Baba'da

Cahit Büyükkanber ve Yavuz Argıt birlikte Sultan Baba’da

Yavuz Argıt dostlarıyla beraber

Yavuz Argıt dostlarıyla beraber

Cahit Büyükkanber dostlarıyla Sultan Baba'da

Cahit Büyükkanber dostlarıyla Sultan Baba’da

Bir grup dost Sultan Baba'da

Bir grup dost Sultan Baba’da

Sultan Baba'nın müdavimleri

Sultan Baba’nın müdavimleri

Sultan Baba'daki etkinliğe katılan bir grup

Sultan Baba’daki etkinliğe katılan bir grup

Sultan Baba'nın keyfini çıkaran bir grup

Sultan Baba’nın keyfini çıkaran bir grup

Cahit Büyükkanber ve Alaattin Fidancı Sultan Baba'da

Cahit Büyükkanber ve Alaattin Fidancı Sultan Baba’da

Akdeniz’in Doğusundaki Sorumsuzlar

Hz. Yakup’un on iki oğlunun, en büyüğü Yahuda’nın soyundan gelmişlerdir. Hz. Musa peygamberin tebliğ ettiği dinî kurallara bağlı bir kâvmin mensuplarıdır. Dünyanın dört bir yanına dağılmışlardır. Yaşadıkları yerlerde, ekonomik durumları genelde iyi olmalarına rağmen mutlu olamamışlardır. 

İkinci Dünya Savaşı’nda bir hayli hırpalanmışlardır. 1948 yılında ise Birleşmiş Milletler’in kararı ve onayıyla, Filistin’e yerleşmeleri kabul edilmiş böylece dünyanın her tarafından bu yeni yerleşim yerine göç etmeye başlamışlardır. 

O günlerden günümüze 60 yıldan fazla bir süre geçmiştir. Bütün bu zaman kesitinin hiçbir döneminde komşularıyla ve bölgedeki diğer ülkelerle savaşmadan duramamışlardır. Onlarla sürekli ihtilaf halinde olmuşlar ve devamlı huzursuzluk çıkarmışlardır. Tüm bu dalaşların sonucunda da sürekli, az veya çok topraklarını büyütmüşlerdir. 

Bu ülke, kurulduğundan günümüze dünyanın bir numaralı süper gücü olan devletin kayıtsız ve şartsız himayesinde olmuştur. Öyle bir koruma kalkanına sahiptir ki; hangi küstahlığı, edepsizliği ve saldırganlığı yapsa gene de hâmisi devletin koruması altında olmuştur.

İşlediği en büyük katliamlar bile koruyucusu süper güç tarafından hoş görülmüş ve  bir daha böyle fena şeyler yapma filan gibi garip  uyarılarla geçiştirilmiştir.  

Öyle bir güvence içindedirler ki, kendisine ülke kurması için yer sağlayan Birleşmiş Milletler’in kararlarına bile aldırmaz ve hiçbir uyarısını takmaz hale gelmiştir. Hatta Güvenlik Konseyi’nde bile aleyhine alınan  kararları umursamaz, çünkü bunların hâmisi tarafından veto edileceğini bilir. 

Sürekli insanlık suçu işlemeleri, insanları öldürmeleri, aç bırakmaları, giderek kendilerine yönelik bir beka ve güvenlik paranoyasına dönüşmüştür. Savaş esiri diye bahane ederek tutsak ettiği çocuk, kadın ve erkeklere hayatı zehir etmekten zevk alır hale gelmişlerdir. 

Zulüm, eziyet ve insanlık dışı davranışlarıyla, bir buçuk milyonu aşkın bir halkı, çoluk çocuk açık hava cezaevine hapsetmişlerdir. 

İnsanî yardımları bile kanlı eylemlerle önlemekten hiç çekinmemektedirler. 

Hâmisi devlet, bu defa dünya kamuoyunca yoğun olarak eleştirilen bu arsız ve yüzsüz yasakçı politikanın kınanması karşısında,  durumu kurtarmakta oldukça zorlanmaktadır. Ama gene de onları koruyacak bir şeyler aramaya devam etmektedir. 

Ancak bu devletin aymaz yöneticilerinin son yıllarda en fazla zorladığı Gazze önderlerinin de aralarındaki bölünmüşlüğü, ikiliği ve ayrılığı bir tarafa bırakarak güç birliği yapmaları zorunlu hale gelmiştir. 

Bir de bu ülkenin çevresindeki diğer milletlerin de, süratle, çağdaş yöntemlerle eğitilmelerine ve yönetilmelerine     önem verilmesi gerekmektedir.  

 

Mülksüz Bilge Kişiler

0

Her milletin mutlaka bir milli ülküsü / gayesi / ideali / felsefesi / mefkûresi vardır; olmalıdır… Milli ülküyü şöyle ifade edebiliriz; kısa vadede gerçekleşmesi mümkün olmayan, fakat ona ulaşmak için mutlaka sürekli gayret gerektiren ve kuşaktan kuşağa (nesilden nesile) aktarılan bir düşünce, fikir bütünüdür… Bunun örneklerini de vermek mümkündür; Yunan milleti için “megaloidea”, Yahudiler için “vaat edilmiş topraklara sahip olmak” ya da “büyük İsrail imparatorluğu”, ABD’li için de, her şart ve ortamda “ABD menfaatlerini korumak ve kollamak; dünyayı yönetmek” gibi…

Peki, Türk milletinin milli ideali nedir?.

Her millet için bu milli ülkü, “kutsallık” derecesindedir…

Bir fert için esas olan gaye de, bu milli idealin gerçekleşmesi yolunda katkı yapmak, önemli görevler yapmaktır…

**

Mülksüz kahramanlar…

Kişilerin milletine, ülküsüne hizmet edebilmeleri, düşüncelerini gerçekleştirebilmeleri için, kısaca millete bir şeyler verebilmeleri için, “çıplak” olmaları gerekir; kendini millete adamış olmaları gerekir…

Türk milletine, tarih boyunca, bir şey veren insanlara baktığınızda, “mülksüz” insanlar olduğunu görürsünüz; vatana, millete kendini adamış insanlar, herhangi bir “mülk” edinme hırsları olmamış, böyle bir gayeleri de yok; cepheden cepheye koşmuşlar, savaşmışlar ve ölmüşler; milletin ve vatanın geleceği için…

Bakınız Mustafa Kemal’e, bakınız İsmet Paşa’ya, bakınız Kazım Karabekir’e, bakınız Fevzi Çakmak’a, bakınız Rauf Orbay’a, bakınız Salih Bozok’a ve diğer İstiklâl Savaşının önderlerine…

Çanakkale savaşlarında şehit olan, gazi olan vatan evladı komutanlara, Mehmetçiklere bakınız…

Tek gayeleri olmuş; vatan için, bayrak içi, millet için, iffet için katkı yapmak…

Kendilerini adamışlar vatan için…

Kırk yaşına kadar cepheden cepheye koşmuşlar; ne ev, ne bark, ne çoluk çocuk, ne de eş…

Ne apartmanlar, ne araziler, ne villalar, ne holdingler, ne gemicikler, ne de kilolarla altınlar…

Hiç birisi olmamış onlara nasip…

Sırtlarında bir sakoları ve bellerinde palaskalarıyla tabancaları-kılıçları olmuş…

Olanların da geride bıraktıkları ne çocuk, ne eş düşünmeye vakitleri olmuş…

Ülkenin, milletin kurtuluşu için hep seferdeydiler…

**

Toprağı vatan yapan kültür-bilgi…

Bu yalın kılıç, savaş neferi vatan fedailerinden ayrı olarak bir grup daha vardı; onların ne kılıçları, ne palaları, ne de palaskaları vardı; toprağın vatan olabilmesi için o toprağa kültürün, geleneğin, inancın ekilmesi gerekiyordu; irşat bahçelerin yeşermesi gerekiyordu, bu tip bahçelerin önce oluşması, sonra imarı gerekiyordu…

Bu bahçeler irfan ve ilim bahçeleriydi, irşat ocaklarıydı…

Bunu yapanların sadece bilgelikleri, sevgileri, iyilik ve şefkatle dolu yürekleri vardı…

Bilgileriyle insanları irşat edip aydınlatıyorlardı; ilmin, bilginin, irfanın ne demek olduğunu; helâl-haramın ne anlama geldiğini; kul hakkını, vatan kutsallığını anlatan bilge kişiler…

Bunlar mülksüz bilge kişilerdi…

Onların hiç bir yerde malları da mülkleri de olmadı…

Onlar da kendilerini adamışlardı; toprağın vatan olabilmesi için seferdeydiler; bilgileriyle, sözleriyle, telkinleriyle; en önemlisi de özü-sözü birlikte yansıyan kişilik ve davranışlarıyla, icraatlarıyla örnektiler; böyle katkı yapıyorlardı vatan hizmeti için…

Toprağı bilgiyle, inançla, imanla yoğuruyorlardı bu mülksüz bilge kişiler…

**

Boğazın süzgeci…

Milletin kaderine hükmedenler büyük sorumluklar taşırlar. Sadece bugün için değil gelecek için de sorumludurlar. Devleti millet adına yöneten yöneticiler, eğer ağzına geleni, aklına getirileni düşünmeden, tartmadan biçmeden söylerse, yanlış yapmış olur. Devlet adına konuşan kişinin her söylediği, o devlet için “belge”, “gerekçe” olarak düşmanları tarafından bugün olmazsa bile “yarın” mutlaka kullanılacağını bilmeleri gerekir…

Boğaz 9 boğumdur…

Dokuzuncu boğum “süzme” görevini yapar…

Boğaz süzgeci delinmişlerin söylemlerinde “ayar” yoktur…

Bu kişilerin ülke idare etmeye ne hakları, ne de yetkileri vardır… Türkiye cumhuriyeti, 1960’lı yılların kafasıyla-zihniyetiyle idare edilecek bir ülke değildir…

Devlet idaresi, ulu orta konuşularak idare edilen “hobi derneği” değildir… Herkes sorumluluğun farkına varmalı…

Her yetkilinin ağzından çıkan sözü, kulakları duymalıdır…

**

Yeniden…

Üç kıtaya yayılmış “İri Dev” olarak adlandırılan Osmanlıdan geriye kalan “küllerden”, kurtuluş mücadelesi verilerek yaratılan Anadolu’yu bize “vatan” yapan mülksüz kahramanlar, mülksüz bilge kişiler, ülkemde olup bitenlerden dolayı mezarlarında rahatsızdırlar…

Durum şunu gösteriyor ki, Türk milletinin, Türk yurdunun yeniden bu evsaftaki mülksüz kahramanlara, bilge kişilere ihtiyacı var…

Sizce yok mu?!

Edille-i Şeriyye -1

0

Edile-i Şeriyye dini deliller anlamına gelir. 4 bölümden oluşur.

1- Kitap: Kuran-ı Kerim

2- Sünnet:  Peygamberimizin söz ve davranışları

3- İcma-i ümmet: İslam âlimlerinin bir konu üzerindeki olumlu ya da olumsuz görüş birliği

4- Kıyas-ı fukaha: Birbirine benzeyen iki meseleden birinin hükmünü diğerisi içinde geçerli kılmaktır.

Dinimizde ana kaynak K.Kerim’dir.

K.Kerim hakkında kısaca bilgi edinelim.

23 senede nazil olmuştur.

Peygamber efendimiz zamanında kitap haline getirilmemiştir.

İçerisinde 30 cüz, 114 sure, 6666 ayet vardır.

Yasin suresi K.Kerim’in kalbi olarak kabul edilir.

Kevser suresi ise mim’siz ve cim’siz suredir.

En uzun suresi 286 ayetle Bakara suresidir.

 En kısa suresi ise 3 ayetle Kevser suresidir.

Mekke’de inen ayetlere Mekki ayetler,

Medine’de inen ayetlere Medeni ayetler denir.

Mekki ayetler genellikle iman ve itikat konularından bahseder.

 Medine’de inen ayetler ibadet, ahlak ve muamelat (suç ve ceza) konularından bahseder.       İlk vahiy Alak suresinin ilk beş ayeti olup “Yaradan Rabbinin adıyla oku” diye başlar.

Bundan Müslüman’ın dini ve dünyevi konularda bilgili olması gerektiği anlaşılır.                İkinci inen vahiy temizlik ile ilgilidir.

 Bundan da Müslümanların maddi ve manevi olarak temiz olması gerektiği anlamı çıkar.         Peygamber(sav) Hud suresi beni ihtiyarlattı buyuruyor.

Buda “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” İfadesidir.

Bundan da Müslümanların dürüst ve güvenilir olması gerektiği anlaşılır.

Bu üç ayetten yola çıkarak Müslüman’ın tarifini şöyle yapabiliriz.                   Müslüman: Bilgili, temiz, dürüst ve güvenilir insandır.

Bu tarifin altını, üstünü, önünü ve arkasını çizip çerçeve içine almak gereklidir.                Bu izahtan sonra esas konumuza geçelim.

Dinimizde ana kaynak K.Kerim’dir. Bir sorunun cevabı, bir meselenin hükmü verileceği zaman müracaat edilecek ilk kaynaktır.

Ama her meselenin hükmü Kuran’da yer almaz.

 O zaman devreye sünnet dediğimiz husus girer. Sünnete ve hadislere müracaat edilir.

Peygamberimiz(sav) veda hutbesinde size iki kaynak bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldıkça delalete düşmezsiniz. Birisi Allah’ın kitabı K.Kerim diğeri ise benim sünnetimdir. 

K.Kerim evrensel bir kitaptır.

 Kıyamete kadar gelecek tüm nesillere hitap etmek, yol göstermek için gönderilmiştir.             Peygamberimiz(sav) zamanında gelen ayetler vahiy kâtiplerince yazılıyordu fakat toplu halde değillerdi.

Hz. Ebubekir(ra)’ın hilafeti zamanında Hz. Ömer(ra)’ın teklifi üzerine

Zeyd b. Sabit(ra) başkanlığında kurulan bir komisyon tarafından toplanarak kitap haline getirilmiştir.

Hz Osman(r.an) Hilafeti zamanında da çoğaltılarak büyük merkezlere gönderilmiştir.            Daha sonra İslam coğrafyası genişleyip Müslümanların sayısı çoğaldıkça Kuran’a vukufiyet azalır.

Harekesiz kuranlar okunamaz ya da yanlış okumalar çoğalır.

Bunun üzerine Kuran’ı Kerimi harekeleme ihtiyacı doğar.

Halil b. Ahmet vb Arap dil bilimciler tarafından kuran harekelenir.

Zamanın ihtiyaçları göz ardı edilmemiştir.

Eğer sahabe (r.anhum)  böyle davranmasa idi şuan elimizdeki Kuran’ın İncil’den farkı olmazdı.

Piyasada bir biri ile çelişen birçok kuran olurdu.

Sünnete gelince:

 Sünnet hadisi de içerisinde bulunduran geniş bir kavramdır.

Peygamber(sav)’in söz ve davranışlarını içerir ve üç bölüme ayrılır.

a -Kavli Sünnet: Peygamber(sav)’ın sözleridir. Hadis dediğimiz bölümdür.

b -Fiili Sünnet: Peygamber(sav)’ın hal hareket ve davranışlarıdır. Giyim kuşamı cemiyet içerisindeki davranışları vs.

c -Takriri Sünnet:  Sahabelerden herhangi birisinin yapmış olduğu işi peygamberimizin onaylamasıdır.

Bir yolculuk esnasında sahabeden biri su bulamadığı için teyemmümle namaz kılar vakit çıkmadan su bulunduğu halde namazı yeniden kılmaz dönüşte durum Peygamberimize anlatıldığında peygamberimiz yapılan işin doğru olduğunu söyler.

                                                                                                                     Devam edecek

Terörün 2010 Modeli

2002 sonrasında terör olaylarındaki büyük artış dikkati çekmektedir. Önemli olan terörü azdıran ortamın nasıl ortaya çıktığıdır. Terörle mücadele kararlılık ve istikrar arar. Terörle mücadele edenlerle, büyük fedakârlıklarla görevlerini yerine getiren güvenlik güçleri ile mücadele edildiği bir ortamda terörle mücadele başarıya ulaşamaz. Kurumlararası çekişmenin ve alan ihlâlinin olduğu, birbirini fonksiyonel olarak tamamlaması gereken kurumların kendilerini rakip gibi gördükleri bir ortamda terörle mücadele zorlaşır.

Terörün amacı daha fazla demokrasi ve daha fazla kültürel haklar olmadığına göre; daha fazla demokrasi ve hakların genişletilmesi ile terörle mücadele edilemez. Çünkü terörün amacı ne kültüreldir; ne de demokrasi talebi ile ilgilidir.  Sayın Başbakan’ın tabiri ile taşeronluk yapan örgüt; Türkiye’nin toprak bütünlüğünü milli ve üniter yapısını, demokratik rejimini hedef almıştır. Örgütün siyasi kanadı TBMM’ye kadar uzanmıştır.

“Terörle bir yere varılmaz” sözü  yetkililerce sürekli tekrar ediliyor. Ancak, Türkiye’de son yıllarda terörle bir yerlere varılacağı ümidi aşılandı. Vatandaşın değil; terör örgütünün ve yandaşlarının ön isteklerinden bir kısmını yerine getirdik. Ama bu terörün ortadan kalkmasını sağlamadı. Çünkü asıl istek bu ön talepler değildi.  Açılım açılım diye siyasi iktidarın bile açıklayamadığı dış patentli bir maceralı yolda yürüdükçe, hiçbir ciddi devletin veremeyeceği tavizleri verdikçe, bunun daha fazla can ve mal kaybına mal olduğunu göreceğiz. Yönetenler kabul etmeseler de terör konusunda bir siyasi irade zaafı vardır. Halkı teröristten ayırmanın yolu Anayasanın 10. Maddesini ihlâl ederek örgüte ve yandaşlara pozitif ayrımcılık yapmak ve imtiyazlar tanımak değildir.

Irkçı, bölücü terör Türkiye’yi kuşatmada ve pazarlık gücünü arttırmada dışarının kullandığı bir kozdur. ABD, İsrail’in bizzat kulağını çekmemiş, Türkiye’yi kullanmıştır. “One Minute” gösterisi ve siyasi amaçla gönderilen Mavi Marmara Gemisinin amacı budur. Türkiye PKK ile uğraşmıyor; bölgede sınırları değiştirmeyi amaçlayan emperyal güçlerle mücadele ediyor. Hedef emperyalizmin arzuladığı bir Türkiye’nin yaratılmasıdır. Anayasası, yasaları, yönetim şekli buna göre şekillendirilmek isteniyor. Onların istediği Türkiye 1919’ların Türkiye’sidir. 

Kimseyi suçlamayalım. Önce kendi yanlışlarımızı görelim. Asıl hedef Irak’ın toprak bütünlüğünü ortadan kaldırmak ve Irak’ın Kuzey’inde ABD jandarma devletçiği kurmaktı. Bu yolla Türkiye istenilen yörüngeye sokulacaktı. Biz ne yaptık. Barzani’yi destekledik. Elektrik, su başta olmak üzere Dünyayı para gören bazı özel sektörümüzü oraya gitmesi için teşvik ettik ve bölgeyi kalkındırmaya çalıştık. Barzani’nin ülkemizdeki şirketlerine dokunmadık. Terörü destekleyen değişik mafya tipi örgütlenmelere ses çıkarmadık. Süleymaniye’de başımıza çuval geçirilmesini gömemezlikten geldik. Bir devlet büyüğümüz “büyük devletler özür dilemez” dedi. Habur Kapısındaki çirkin gösteriye göz yumduk. Örgüte pirim verdik. Derin devlet hikâyeleri ile askeri darbeleri öne çıkardık. Sivil darbeleri unutturduk. Yabancı devletlerin derin devletlerine alan açtık. Ergenekonla PKK bağlantısı kurmaya çalıştık. Terörle mücadele yasasını delik-deşik ettik. İdamı kaldırdık. “Türkiye sadece Türklerin değildir” dedik. Etnik grupçuluğu ve etnik fitneyi demokratikleşme sandık. Teröre karşı birlik ve beraberliği dinamitledik. TBMM’den Kuzey Irak’a müdahale kararını bir türlü çıkaramadık. Çıkardıktan sonra da uzun süre uygulayamadık.

Teröre karşı toplumdaki direnci kırmak ve bastırmakla uğraştık. Vatandaşın şehit cenazelerine ilgisi bile çok görüldü. Ondan sonra neden İspanya’da olduğu gibi yüz binler toplanmıyor diye kendi kendimize soru sorduk. Şehit babalarını sorguladık. Gözaltına aldık. Şemdinli’de kitapçıdaki patlamadan hemen sonra asker ve kamu görevlilerini suçladık. Oysa orada birçok devletin derin devleti hazırdı ve faaldi. Jandarma düşmanlığı moda oldu. Sınırda jandarma yerine özel güvenlik düşündük. İstihbaratı sözde müttefikimizden bekler olduk. Askerin yetkilerini sınırlandırdık.  Milli ordusuz demokrasi düşündük. ABD ile bizi oyalayan koordinasyon toplantıları yaptık.

Yanlışları görelim, şehitlerimize saygılı olalım. Şehidini bağrına basan, “vatan sağ olsun” diyen asil insanlarımızın değerini bilelim.

31 Yıl Sonra Tarımcılar Buluştu

0

Erzincan Ziraat Meslek Lisesi 1979 mezunları ağırlığı ile 1978 – 1980 kısmı mezunları 31 yıl sonra ilk defa bir araya gelmenin mutluluğunu Osmanlının Başkenti Bursa da tattı.

Öncelikle, Bu organizasyonda Bursa da ikamet eden sınıf arkadaşlarımdan Turgut Genç, Yücel Erdoğan, Muhlis Köksal, Tarhan Erkıral, Zafer Soncan, Osman Yüce, Mehmet Turan, Bülent Polatcan, hepsine kusursuz organizasyonu gerçekleştirdikleri için hepsine ayrı ayrı teşekkür ederim. İçlerinde Yücel Erdoğan kardeşimiz ilimizde Kocaeli Tarım il Müdür Yardımcısı olarak bir müddet görev yapmış ve 2 yıl önce emekli olmuştur.

O yıllarda Ziraat Okulları bünyesine alacağı öğrencileri klasik usulü sınavla bünyesine katıyordu. Bizim dönemimizde 35 kişi paralı yatılı 15 kişi parasız yatılı öğrenci alıyordu. Anadolulun yoksul ama zeki çocukları amaçları kısa yoldan ekmeğini kazanıp hayata atılmak ailelerine yardımcı olmaktı.

Okulumuz yatılı ve uygulamalı eğitim vermekteydi. Devlet parasız yatılı bitirenlere mecburi iş veriyor, paralı yatılı bitirenlere ise sınav açıp yine bir kısmını alıyor. Geriye kalan mezunlar ise KİT’erde Özel sektörde rahatlıkla iş bulabiliyordu.

Okulumuzda çok iyi bir eğitim vardı. Uygulamalı eğitim verildiği için 4000-5000 dekar arazisi ve Hayvancılık, Tavukçuluk, Meyvecilik, Sebzecilik, Gıda Muhafaza, Tarım Alet makineleri birimleri vardı. Sonradan Fakülte, Yuksek okul, okuyan arkadaşlarımızdan hep duyardık işte yüksek okulda, fakültede Ziraat okulunda aldığım eğitimin şu kadarını alamadım diye;

Buluşmalar başlayınca işte falanca geldi. Filanca geliyor, birbirlerine sarılıp öpüşmeler, çok değişmişsin valla ben seni tanıyamadım. Ortalıkta herkesin değişik değişik ellerinde fotoğraflar ortalarda uçuşuyordu. Daha dün gibiydi bazı arkadaşlarımız birbirlerinin simalarını unutmuş olsalar bile o anıları unutmak isimleri unutmak mümkün değildi. Çünkü bizler; aynı yatakhaneyi, aynı yemekhaneyi, aynı sınıfı beraber paylaşmıştık. Gençliğimizin en deli yılları o okulda geçirmiştik.7 arkadaşımızı kaybetmiştik, kimi depremde, kimi eceliyle vefat etmişti. Onlara Allahtan rahmet diliyorum.

Tarımın öncüleri; Onlar Anadolu’nun bir ucundan bir ucuna her köşesinde görev aldılar ve bu ülkenin tarımına katkı sağladılar. Yâda özel sektörde görev alıp değişik hizmet verdiler.

Bu buluşmaya katılan arkadaşlarımı burada anmak istiyorum. Abuş Yıldırım Urfa’dan, Ahmet Küçüköner Merzifon, Abdülaziz Kırca Suşehri, Bülent Akçay, İrfan Kavlak, Ömer Özcan, Yusuf Karaçay, Bahattin Kesik Erzincan’dan, Ahmet Karadon, Cemal Bozdağ, Cengiz Erdem, Hasan Terzibali, Nuri Erence, Nihat Şanlıer, Saim Serttaş İstanbul’dan, Dursun Kılıç Osmaniye, M.Erdal Yıldırım Kayseri, İbrahim Demirci Artvin, Kıyas Ilgar, Yılmaz Baki Kars, Murat Kaya Zonguldak Ereğli, Nurhan İnanç Konya, Ünal Erkıral Gebze, Ziyattin Taşdemir Nazilli, Yavuz Tahmaz Fethiye, Bülent Aydın Çanakkale, Mehmet Sipahi Tokat, Seyfi Taş Ankara, Hepiniz hoş geldiniz.

Kimi emekli olmuş kimi çalışıyor, kimi torun sahibi olmuş vay be 31 yıl dile kolay böyle bir organizasyon olacağını duyduğumuzda inanın bir ay boyunca kafamızda bu vardı arkadaşların bulunmasında hep birbirimize yardımcı olduk hastası olan ve yurt dışında olan sekiz arkadaşımız bu buluşmaya katılamadı. Seneye Okulumuzun Bulunduğu Erzincan’a karar verildi.

Bursa da yapmış olduğumuz buluşma Cuma akşamı başladı. Pazar günü saat 4’e kadar sürdü. Ayrılık vakti geldiğinde kimi arkadaşlarımızın gözlerinden akan yaşlar bize okulumuzun verdiği vefa, arkadaşlık dostluk kardeşlik duygusunu gösteriyordu.aslında söylenecek çok şey vardı ama bu kadar yeter.

Yeniden Organizasyonda emeği geçen herkese teşekkür ederken Bana sitesinde yer açan ve bu duygu düşüncelerimi buradan aktarabilmemin hazını yaşatan Kocaeli Aydınlar Ocağına Teşekkür ederim. Erzincan’da  buluşmak ümidiyle; Hoşçakalın

 

Başbakan dediğin taş kalpli değil ki

Başbakan’ın bugün AKP Gurup Toplantısı’nda yaptığı konuşmayı başından sonuna izledim.

Mevzide çökmüş Başbakan’ın yüzündeki “çaresizlik”, yerini muhalefete yüklenen “Şahin” bir ifadeye bırakmıştı.

Başbakan’ın vuku bulan son olaylardan elem duymadığını söylemek yanlış olur.

Yüreği yanan babaların feryadı, O’nu etkilemez demek de gayri insani olur.

O da bir baba ve O da evlatlarını gözü gibi esirgiyor her baba gibi.

Her gün yurdun ayrı bir yerinden gelen kahpe saldırı haberlerinden en az bizim kadar onun da morali yerle yeksan oluyordur.

Hatta inanıyorum ki Başbakan’ın duçar olduğu durum, bizimkinden çok daha kötüdür.

Zira O, hem bir baba olmanın verdiği hassasiyetle üzülürken, hem de olayların bu noktaya gelmesinde sorumluluğu olan bir yönetici olma sıfatıyla, aldığı vebalin sıkıntısı içerisindedir.

Başbakan’ı kandırdılar, “sosyalist soslu liberal aydınlar”.

Devlet Bahçeli’nin kendilerine verdiği ad ile 12 Kötü Adam, bu milleti yönetmek için siyasete soyunan Kasımpaşalı bir genci, fena işlettiler.

Attığı her adımı, tezahüratlarla “Sen en büyüksün” şeklinde köşelerine, ekranlarına taşıyan bu 12 Kötü Adam,  geçmişten bugüne şecerelerini, ihanetlerini çabuk unutturdular Başbakan’a.

Onların verdiği yol haritası ile yol alırsa, zannetti ki Başbakan, her şey güllük gülistan olacak.

O, bütün dünyanın kendisine hayran olduğu Demokrat bir lider, Türkiye de, tüm komşuları ile sorunlarını halletmiş, 2023 hedefinde,  bölgesinde Lider Ülke olacak.

Oysa ne kendisi söylenildiği gibi bir Lider olabildi, ne de Türkiye, sorunlarını aşmış bir ülke.

Aksine düne kadar kapıların ardında kendisine Cesaret Madalyası verenler, Brother diyenler, kendisini miadı dolmuş akıtan bir pil gibi, ayrıcalıklı bir çöplüğe göndermek için tezgâh peşindeler.

Başbakan’ın fark edemediği en önemli mesele, bu 12 Kötü Adam’ın iplerinin, bu ülke üzerinde hesap yapan servislerin elinde olduğuydu.

Onların gerçek sahipleri bunlara ne derse, bunlar öyle konuştular, öyle yazdılar, öyle ikna ettiler.

Demokrat Lider havasından vazgeçmemek adına,  OHAL’in ne menem kötü bir şey olduğunu Devlet Bahçeli’ye hakaretamiz ifadeler yordamıyla anlatmaya çalışıyor Başbakan.

O Devlet Bahçeli ki; koalisyon ortağı olduğu 57. Hükümet zamanında OHAL’in kaldırılması konusunda imzası olan bir Siyaset Adamı.

Evet OHAL’i bu ülkede kaldıran, bugün kendisinin ifade ettiği gibi Başbakan Erdoğan değil, 57. Hükümettir.

Yani Bahçeli’nin Başbakan Yardımcısı olarak görev yaptığı Koalisyon Hükümeti’dir.

2002 Seçimleri’nin hemen  öncesinde  hazırlanan Bakanlar Kurulu kararı ile, sadece iki ilde, Tunceli ve Şırnak’ta kalmış olan  OHAL’i,  son kez, bir daha uzatılmamak kararı ile 30. Kasım.2002 ye kadar uzatan  Hükümet Tezkeresi’nin altında,  Başbakan Yardımcısı olarak Devlet Bahçeli’nin imzası var.

Yani OHAL’İ biz kaldırdık diyen Başbakan, bu konuda da doğruyu söylemiyor.

OHAL’i kaldıran Başbakan Erdoğan değil ama ülkeyi,  bölgede tekrar OHAL’e ihtiyaç duyulacak duruma getiren, bizzat Başbakan Erdoğan ve AKP Hükümeti’dir.