15.5 C
Kocaeli
Pazartesi, Eylül 29, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1191

“Evet” mi ? “Hayır” mı?

Anayasa’ya “evet” ve “hayır” noktasında birçok şey yazılıyor çiziliyor. Siyasi partiler yollara döküldüler bile. Yeni ve Sivil Anayasa değişikliklerine ciddi olarak içeriğini hesaba katmadan çok absürt ve saçma propagandalar yapılmaya da başlandı. Çünkü bu sefer referanduma katılacakların başında; 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1972, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997, 27 Nisan 2007 e-muhtıra gibi olayları canlı olarak bizzat yaşayan insanlar oy kullanacak. Bir de bu olayların dışında kalmış, hedef kaydırmaya açık, yeni ve genç bir seçmen kitlesi de oy kullanacak. Zira değişecek olan Anayasa, bir 12 Eylül 1980 Anayasası olduğundan, en fazla bu dönemde bir şekilde mağdur olmuş veya o döneme tanıklık etmiş birçok insan, bu Anayasa değişikliğini daha derinlemesine yorumlayabilme hafızasına sahip. Ancak, 1980 hadiselerinden habersiz, kulaktan duyma yanlış, eksik ön yargılı ya da yarı doğru bilgilerle bugüne gelmiş bu genç kesimin bu değişiklik paketini yorumlamada güçlük çektiğini görüyoruz. İşte tam da bu sebepten, işbaşında olanlar, geçmişi unutmuş görünerek, var gücüyle genç toplumu ya da yandaşlarını başka noktalara çekmekle meşguller. Halbuki aslında öncelikle 1980 mağdurlarının çektiklerine kulak vermek gerekir.

Toplumsal veya mensup olduğu sınıf ya da cemaatlerin yaşadığı travmalardan Bireysel Özgürlüklerin artmasıyla kurtulunacağına inandığımız bu zaman diliminde; iktidarıyla muhalefetiyle tekrar grup kimlikleri üzerinden kampanyalar yürütüldüğünden, bireysel düşüncelerin üstüne ciddi bir baskı uygulanmaya başladığını görüyoruz. Her kesimden grup önderleri renklerini daha şimdiden belli edip kendi guruplarını etkilemeye çalışmaktadırlar. Nitekim demokrasimizin gelişememe problemlerinden biri de, işte bu grup psikolojilerinin hala çok baskın ve hakim olmasıdır.

Öte yandan bir de sandığa ret cephesi oluşmuş, buradan elde edilen sonuçlardan kendilerine bir alan açmak isteyen gruplar da var. Ne olursa olsun, yaklaşık yüz elli yıldır her türlü seçim kampanyalarına maruz kalmış olan bu necip milletin evlatları, bugün artık bütün bu baskılardan kurtularak, reşit olduklarını da unutmadan kendi kararlarını kendileri vermeleri ve verdikleri kararın da arkasında durmaları gerekir!

Farklı  platformlarda insanların eğilimlerine baktığımda; bu olgunun, bulundukları gurubun temayülü şeklinde tezahür ettiğini gözlemlemekteyim. Farklı düşünmeye çalışanlar olursa, bunlar da aforoz edilme tehtidiyle karşı karşıyalar. Ben katıldığım birkaç toplantıda neden evet neden hayır dediğimde; cevap vermeye çalışanların Anayasanın hangi maddelerinin değiştiğinden bile haberlerinin olmadığını gördüm. Ve onların koro halinde, sadece mensubu oldukları tarafın siyasal söylemlerini tekrarladıklarını gördüm. 

Gerçekte Anayasada nelerin değişmekte olduğunu görüp, bu konuda gazete ve televizyonlarda boy gösteren yazar çizer takımının bu değişen maddeler üzerinden mi (?) konuştuklarını yoksa geçmişte olan olaylar ve ucuz siyaset üzerinden mi (?) konuştuklarını yorumlamayı ise sizlere bırakıyorum. Aslında bu referandum; bu toplumun bireylerinin reşit bireyler olup olmadığının ve kendi kararlarını kendilerinin verip veremeyeceklerinin ispatı olacaktır.

İsmet Özel’in bir sözü var: “İnsanlar hangi tarafa kulak kesilmişse, öbürüne sağır.” O halde bu konudaki yorumları tek bir kanaldan izlememek ya da tek bir gazeteden okumamak gerekir. Her şeyden önce asıl konu olan Anayasa değişikliklerini muhakkak biz kendimiz okuyalım. Varsa hukukçu arkadaşlarımız onlarla düşünce alışverişi yapalım. Kendimize ters gelen yerleri varsa bunlarla ilgili görüş alışverişinde bulunalım. İşte gerçek uzmanlarının gözünden bu değişikliklerin ne anlama geldiğine vakıf olduktan sonra da, bu konuda kopartılan fırtınaların ne kadar anlamsız olduğunu anlayacağımız gibi; söylenen ve yazılan her sözü daha iyi tahlil etme imanını da elde etmiş oluruz.

Her şeyden önce unutmamalıyız ki bu yalınızca bir referandumdur. Ve hiç te bir parti seçimi değildir. O halde bunu bir seçim ya da gelecek seçimin bir göstergesi gibi algılamak tam bir yanılsama ve hedef şaşırtmadır.

Kısaca bize burada şu soru soruluyor: “Bu anayasa değişikliklerine ne diyorsunuz?”

Bu soruya cevap vermenin tek yolu, halkın desteğini almak için referanduma sunulan bu teklifin Anayasa’ya ne gibi değişiklikler getirdiğini öğrenmektir. Öncelikle de bu önerileri anlamamız, yorumlamamız ve tartışmamız gerekir.

Aslında bu kadar basit olan bu referandum, maalesef parti seçim propagandalarına dönüştürülmek isteniyor. Sanki, bir sonraki seçimin provası  gibi. Bu durum çok üzücü. Yine bulunduğu parti ve grup ne diyorsa insanlar onu söyleyecek. Bazı sanatçıların yanında, bazı STK ya da cemaat liderleri daha şimdiden kanaatlarını belli etmeye başladılar bile!

Eğer geriye doğru bakmamızın bir anlamı olacaksa, öncelikle 12 Eylül 1980 Anayasası’nı o gün onaylayan ya da reddeden kesimlerin kimler olduğuna bakmak ve bunu hangi gerekçelere dayandırdıklarını hatırlamak gerekir. Aynı şekilde geriye bakarak bugün toplumu yönlendirmeye çalışanları, bir de bu açıdan sorgulamak gerekir.

Zaman ve seçmenler değişse de, taraflar ve bu tarafların körü körüne yönlendirdikleri kitlelere hedef olarak gösterdikleri kıblelerdeki bilinçli ön yargı ve yanılsamaların nesi değişti acaba? Ve o gün, 12 Eylül 1980 referandumu sonucunda, hiç inanmadığı halde, kim kimin sırtından neler elde ettiğini gerçek anlamda düşünen kim ki?

Halbuki bu referandum, önümüzdeki her seçim için de geçerli olduğu gibi, demokrasimizin zaferi olacak olan bireysel tercihlerimizin daha özgürce kullanılması ve daha öne çıkarılması için büyük bir fırsat aslında…

Kaygı, korku, niyet okuma, halkı küçük görme (halk için halka rağmen; anayasa değişikliklerini halk anlayamaz gibi) politikaları ve komplo teorileri üzerine oluşturulan seçim kampanyaları bizim gibi ülkelerin kaderi olmamalı. Halkımız, gerçek anlamda hiçbir duygusal argümana itibar etmeden bu değişikliğin kendisine, ülkesine ve geleceğine neler kazandıracağını iyice tarttıktan sonra, bireysel tercihini bizzat kendisi yaparak karar vermelidir.

Bağlılık değil, bağımlılık yapan her şey, Merhum Cemil Meriç’in de aktardığı gibi; “Bütün izm’ler idraklerimize giydirilmiş deli gömlekleridir.” Nitekim  esaret, eğer tutsaklık içine sinmişse bağımlılık yapar. İşte tam da bu konuda Eric Fromm’un “özgürlükten kaçış” teorisi çok enteresandır; “İnsanlar aniden özgürleştiğinde, özgürlükten korkup, hemen kendilerini esir edecek liderler seçtiğini” ifade eder.

Kelebek misali, artık kendi özgürlüğümüz için kozaları delerek dışarı  çıkmamız özgür olmamız gerekiyor. Böylece hakkımızda ahkam kesenleri ve bizleri kendi torbalarında görmeye alışanları bir kere daha şaşırtmalıyız. Kelebek meteforundan hareketle, aslında kelebeğin beynimizdeki kafes içinde yaşadığını görebiliriz. Eğer bize giydirilmiş olan sahte kafeslerden (maskeler, mahalle baskısı, grup kimlikleri v.s) kurtulmak istiyorsak ya da onlardan bıkmışsak; öncelikle kafamızın içindeki kafeslerden ve ön yargılarlardan kurtulmamız gereklidir. Kafeslerden kurtulduğumuz an ” kelebek” bizim özgürlüğümüzdür ve özgür düşüncemizdir, yaşamı ancak bir gün sürse bile!

Kabile ve Cemaat mantığından Cemiyete, bireysel kimlikleri bastırılmış insanlardan oluşan Kapalı Toplumlar’dan, kendi kanaatlarını sonuna kadar ve özgürce savunan bireylerden oluşan Bilgi ve Açık Toplumlar‘a diye düşünüp; vaveyla koparmadan ya da koparılan gürültüye aldırış etmeden önce Anayasada nelerin değiştiğine bakıp, kararımızı ona göre verelim. Bizim için karar veren ve düşünenlere inat!

Klâsik Türk ekolünün kurucusu Şeyh Hamdullah

0

 

Rivayete göre babası, gençliğinde evlenme arzusunda bulunduğu sırada, manevî bilimlerde ileri bir veliye rastladı. Bu zât ona “Ey Dede, senin evleneceğin filan mahallede bir fakir kişinin kızıdır; ondan başkası değildir; hemen onu al. Sakın tereddüt etme.”diye tavsiyede bulundu. Şeyh Mustafa Dede, tavsiyeye uyarak bu kızla evlendikten sonra aynı zata müracaat ederek tavsiyesinin sebebini öğrenmek istedi. O da fakir kızı aldığı için Mustafa Dede’yi takdir etti, hakkında hayırlı dualarda bulundu. Ona, Allah’tan bilgide üstün ve iyi ahlâk sahibi, adı her yerde anılacak ve şöhreti kıyamete kadar baki kalacak bir evlat sahibi olması için dua etti ve çocuk doğduğu zaman adının Hamdullah olmasını tavsiye etti. Böylece doğan çocuğa Hamdullah adı verildi.

Hamdullah genç  yaşında, devrinin klâsik bilgileri yanında güzel yazı yazmaya merak ederek, tanınmış hattat Hayreddîn-i Maraşî’den ders aldı. Daha sonra bu sanatkârın hocası Abdullah-ı Sayrafî ile onun da hocası Yâkut-ı Musta’sımî’nin yazılarını yani hat örneklerini toplayıp onlara bakarak meşk etmek suretiyle hat sanatında ilerlemeye başladı. Bazı büyük hattatlar gibi onun hayatının da bazı tarafları efsanevi rivayetlere dayanmaktadır. Tuhfe-i Hattâtîn, onun yazıda şahsiyetini bulması sırasında zahmet çektiğini; ıstıraplı anlar geçirdiği zamanlarda Hızır Peygamber’in geldiğini; kendisine aradığı üslûbuna Allah’ın yardımıyla ulaştığını ve bunun Tanrı’nın bir hediyesi olduğunu bildirir.

Şeyh Hamdullah, henüz Amasya’da iken orada valilik vazifesinde bulunan Şehzâde II. Bayezid’in dikkatini çekti ve istikbalin padişahı, ondan güzel yazı yazmasını öğrenmeye başladı. Bu hoca ve öğrenci münasebeti, Hamdullah’ın hayatında yeni bir devrenin açılmasına sebep oldu. Şehzâde, günden güne yazıda terakki eden genç hattattan yazı öğrenip icazetname aldı.

Sultan olan Bayezid, Şeyh’i İstanbul’a davet etti. Kendisine sarayda hususi bir yer ayırdı ve üç köyü tımar olarak verdi. Yazı yazarken II. Bayezid çoğu zaman onun divitini elinde tutmak, arkasını yastıklarla beslemek tevazuunu ve dolayısıyla hürmetini göstermiştir. Böyle alâkaların sanatkârlar üzerinde şüphesiz etkisi olmuştur.

Hemen her sanatkârda olduğu gibi, Şeyh’in saraydaki mevkii bazı kimseler tarafından kıskanılmıştı. Bir gün bilginlerle Şeyh, padişahın meclisine davet olunmuşlar. Padişah, baş köşeyi Şeyh’e verince bilginler bundan alındılar. Durumu sezen sultan, onun yazdığı bir Kur’an’ı getirip orada hazır bulunanlara gösterdi. Herkes yazısını beğenince padişah, “Eski hükümdarlardan hiç kimse böyle bir hattata mâlik olamamıştır’ diyerek bilginlerin orada mevcut kitaplarını üst üste koyduktan sonra “Kur’an’ı bu kitapların üstüne mi, yoksa altına mı koyalım?”diye sorunca onların, Kur’an’ın en üste konması lâzım geldiğini söylemesi üzerine latife yollu “Kur’an”ı içimizde bu kadar güzel yazan bir kişi yoktur. Böyle bir kimseyi sizden aşağı bir yere nasıl oturtabilirim.” dedi.

II. Bayezid taht ve tâcını oğlu Yavuz Sultan Selim’e terketmek zorunda kalınca, Şeyh de hiddet ve şiddetiyle tanınan bu yeni padişahın herhangi sert bir hareketine maruz kalmamak için Alemdağı’nda Sarıgazi köyüne çekildi; kendini ibadete verdi. Yavuz’un ölümü üzerine tahta oturan Kanûni Sultan Süleyman, hattatı huzuruna çağırıp iltifatta bulundu ve âdeta gönlünü aldıktan sonra kendisi için bir Kur’an yazmasını istediyse de Şeyh ihtiyarlığını ileri sürerek özür diledi. 1520 senesinin sonlarında hayata veda etti.

Çok alçak gönüllü olduğu için mezar taşına adının yazılmasını bile istememişti. Ünlü hattat Hâfız Osman, hiç olmazsa ruhuna Fâtiha okunabilmesi için, mezar taşına adını yazmak istemiş, fakat Şeyh’in vasiyetini hatırlayarak bu teşebbüsten vazgeçmiş. Rivayete göre Şahin Ağa adındaki bir hattat cesaret göstererek mezar taşını yazmışsa da aradan bir hafta geçmeden ölmüş. Şeyh’in kabir taşı yuvarlaktır. Üstündeki yazı şudur: Reisü’l-Hattâtin Hamdullah el-ma’ruf bi ibni’ş-Şeyh rahmetullahi aleyh”. Tarihi yoktur.

Şeyh Hamdullah, “Şeyh” unvânını ok atıcılığından almıştır. Ok ve yay yapmakta meşhur olan Hamdullah iyi bir ok atıcısı olduğunu, 1100 adımlık atışıyla göstermiştir. Pehlivanlar arasında ok atış rekoru kırarak menzil sahibi üstat olmuştur.

Bu başarıları  sebebiyle Padişah II.Bayezid tarafından Mahmud ve Hamza Dede’den sonra Ok Meydanı Atıcılar Tekkesi Şeyhliği’ne tayin edilmiştir.

Şeyh Hamdullah aynı zamanda iyi bir terzidir.  II. Bayezid’in şehzadeliği sırasında Şeyh Hamdullah kendi elleri ile diktiği ve hediye olarak verdiği kaftanda dikiş yerleri gizlenmiştir.

Sarayda bulunduğu yıllarda yazıda yeni bir üslûb bulmuş olan Şeyh’in kabiliyeti ve üstünlüğü, Tanrı’dan kendisine verilmiş bir hediye gibi düşünülmüş, yolunda yürümek isteyenler de ona manen bağlanmak ihtiyacı duymuşlardır. Yerleşen bir inanca göre de güzel yazıda ilerleyebilmek için yazı meşk etmeye başlamadan önce onun ruhuna bir Fâtiha okumak ve sonradan yazılarını iyice tedkik etmek, hatta ilk meşkten evvel bir kamış kalemin açıldıktan sonra mezarının üstündeki toprağın içinde bir hafta kadar kalmasını meteakip yazılacak meşklerin ilk satırını bu kalemle yazmak, fakat diğer satırları için başka bir kalem kullanmak başarının sırrı sayılıyordu. Şeyh Hamdullah Amasya’da iken evlenmiş erkek çocuğu Mustafa Dede ünlü bir hattat olmuş; kızının kocası yani damadı Şükrullah Halife de ünlü bir hattat olarak yazı tarihimize geçmiştir.

Amerikancı Cemaat Partisi (ACP)

Türk siyasi hayatına yakın bir süreçte yeni bir parti daha katılacak. Böylece üstü kapalı yürütülen siyasi faaliyetler de aleniyet kazanacak. Doğrusu da budur. Bir parti üzerinden siyaset yapmaktansa çıkar ortaya kendine oy istersin.

Tarikatlerin, Osmanlı-Türk İmparotorluğu döneminde de siyaset yaptıkları, zaman zaman iktidar oldukları bazı siyaset bilimcilerce göre de dönemin siyasi partileri olarak kabul edildikleri bilinen gerçeklerdir.

Cumhuriyet döneminde gelişen ve değişen dünya koşulları çerçevesinde tarikatların siyaset üzerindeki etkisinin önüne geçilmek istenmişse ve bu sebeple bir takım yasaklar getirilmişse de, geldiğimiz nokta itibarı ile bunda başarılı olunamadığı görülmektedir.

Cumhuriyetin kuruluş  yıllarında tarikatların  faaliyetlerine resmen son verilmişse de bunlar yaşayan sosyal organizmalar olduğu için yeraltında faaliyetleri devam etmiş ve uhrevi amaçların yanında dünyevi hedeflerin tahakkuku için tarikat mensuplarının siyaset yapması ile günümüze kadar gelinmiştir.

Serbest Fırka uygulamasından bu yana Demokrat Parti ile devam eden tarikatların siyaset yapma gerçekliği, AKP iktidarı zamanında da artan bir kuvvet kazanarak  sürmektedir.

Ancak bu siyaset yapma isteğinin ikrarı, her nedense cemaat ve tarikatları yönetenler tarafından pek kabul görmez ve bu gerçek itiraf edilmez.

Demokrat Parti, Adalet Partisi, Milli Selamet Partisi, Demokratik Parti, Anavatan Partisi, Doğru Yol Partisi, Islahatçı Demokrasi Partisi, Refah-Fazilet-Saadet Partilerinin silsilesi, Bağımsız Türkiye Partisi, Büyük Birlik Partisi ve hatta Ecevit’in Demokratik Sol Partisi; cemaat ve tarikatlarla yakın ilişki içinde olmuştur.

Cemaat ve tarikatlar, bu partilere adaylarını yerleştirerek onları meclise göndermeyi başarmış ve destekledikleri partinin iktidar olması halinde bu adamlarını bakanlık ya da bürokrasinin üst koltuklarına oturtmuşlardır.

Bu çalışmalar  devletin bizzat kendisi tarafından da çeşitli nedenler ve zorunluluklar sebebi ile zaman zaman desteklenmiştir. Kenan Evren döneminde olduğu gibi.

Osmanlı dönemindeki hak ve imtiyazlarını, Cumhuriyet ile birlikte kaybeden cemaat ve tarikatlar; bu hak ve imtiyazları yeniden kazanabilmek için olağanüstü  bir disiplin, fedakarlık ve çalışkanlık isteyen çalışmaları sürdürmüş ve bu günkü güçlerine ulaşmışlardır. Hatta bu konuda bir çok şey mubah görülmüştür.

Tarikat ve cemaatlerin bu çalışmaları, milli devletten hoşnut olmayan dış güçlerle kesişmiş ve bu gruplar günümüze kadar işbirliğini sürdürerek gelmişlerdir.

Türk devletine ve Türk milletine, düşmanlık besleyenlerin açıktan mücadelesine karşın, bu tarikat ve cemaatlerin içinde yer alanlar, düşmanlıklarını üstü kapalı bir şekilde ve takiye yapmak suretiyle gerçekleştirmişlerdir.

Siyasal manada ümmetçilik kavramına sahip çıkılırken özellikle Türklük kavramı hedef seçilmiş ve her platformda Türk olmayanlar ya da Türk olsa bile kendini Türk görmeyenler desteklenmiştir. Bu gün Türküm diyemeyen bir başbakanın desteklenmesi gibi…

Kanaatimce Türkiye’de faaliyet gösteren cemaat ve tarikatlar son üç yüz yıllık süreçte milli olma fonksiyonunu yitirmiştir. Bunun başlıca sebebi tarikat ve cemaatlerin Türk toplumunun sosyal hayatındaki öneminin başta İngilizler olmak üzere Fransızlar, Almanlar, Yahudiler ve nihayetinde Amerikalılar tarafından anlaşılması ve akabinde bu yapıların saydığımız devletlerin kontrolüne girmesinden kaynaklanmıştır. Milli Mücadele’nin başlangıcı ve devamınca, tarikat ve cemaatlerin tavrı, vurgu yaptığımız hususun en büyük göstergelerinden biridir.

Türkiye’deki cemaat ve tarikatlar, ne yazık ki kendini siyasal İslamcı olarak tanımlayan bölücü Kürtlerle, bunlara maddi ve manevi nedenlerle teşne olmuş ve yabancı güçlerle işbirliği içinde olan insanların elindedir.

Bunlar mütedeyyin insanlarımızı, Allah’la aldattıkları kadar Allah’la da korkutarak dünyevi maçlarına ulaşmaya çalışmaktadır. Nihai ve aynı zamanda birinci hedef; işbirlikçileri ile birlikte önlerindeki en önemli engel olarak gördükleri milli devleti yani Türkiye Cumhuriyeti’ni ortadan kaldırmak ve Türk Milletini yok etmektir.

Siyasetle ilgilerinin olmadığını  her fırsatta tuzaklarına düşürdükleri ve şartlı refleks verir hale getirdikleri masum insanlara tekrarlayan, bu cemaat ve tarikatlara; siyasetteki adamlarınıza, Türk yargısında, emniyetinde, bürokrasisinde, eğitim sektöründe, diyanet teşkilatında bu kadar örgütlenme ve Türk Ordusuna sızma çabasına ne lüzum var diye sormak gerekmez mi?

Tarikat ve cemaatler, dünyevi hedeflerini gerçekleştirmek için dış güçlerin desteği ile adam yetiştirmiş ve bunları cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık koltuğu başta olmak üzere önemli koltuklara taşımayı başarmıştır. Ancak bütün bunlar, onların nefsine yeterli gelmemektedir. Hep daha fazlası istenmektedir. Daha fazlası ise yukarıda belirttiğim nihai hedeftir.

Türkiye’de son yirmi yıllık süreçte bir cemaat, özellikle dünyanın sahibi olma iddiasındaki Amerika Birleşik Devletleri ve onu oluşturan güçler tarafından desteklenerek bu günlere gelmiştir. Bu cemaatin, ilgi sahasında öne çıkarılışında rahmetli Esad Çoşan’ın başına gelen kaza bile çok manidardır.

Şimdi bu cemaatin önderi kabul edilen zat, Amerika’da, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Milleti’nin kaderini etkileyecek 12 Eylül referandumu ile ilgili çok önemli laflar ediyor. Mezarlıktakilere bile “evet” oyu verdirmek gibi… Mavi Marmara gemisinde yaşananlar hakkında İsrail’den yana tavır alan açıklaması da henüz çok taze. Bu cemaatin gazetesi ve yazarları ise AKP iktidarı döneminde tamamen siyasete soyunmuş durumda. Hoca efendinin gayri resmi sözcüsü Hüseyin Gülerce’de tam bir AKP ve “evet” propagandisti. Öyle ki; Gülen’i 12 Eylül’de Türkiye’ye oy vermeye davet eden Devlet Bahçeli’ye cevap anında Hüseyin Gülerce’den geliyor. Bunlar bana hiç tuhaf gelmiyor. Adamlar kendilerinden beklenileni yapıyor ve karşılığını da alıyor. Yani bedavaya çalışmak yok.

Türkiye’de AKP kurulana kadar birbirini yiyen cemaat ve tarikatlar, AKP kurulurken görünmez bir el tarafından bir araya getirilmiş ve bu birliktelik bu güne kadar çok güzel bir şekilde devam ettirilmiştir. Bu birliktelikten en büyük aslan payını ise Amerika’nın kucağına oturmuş, her şeyden anlayan hoca efendinin cemaati almıştır. Bunu gören şaşar beşer insanoğlu da cemaata kapak atarak oradan aldığı icazetle koltuk kapmaya çalışmaktadır. Bu döngü cemaati inanılmaz bir güce taşımıştır. Hem herkes bilir ki; Amerika’nın ve Yahudilerin icazeti olmasa dünyaya bu kadar yayılmak günümüzde mümkün değildir. Belki de onlarda geçmişte İngiltere Kralını veya Alman İmparatorunu irşad ederek İslam dünyasınının mukavemetini kıran ataları gibi ABD başkanlarını irşad ediyor ya da bu işbirliğini müridlerine böyle anlamlı bir şekilde izah ediyorlardır!

Asla siyaset yapmayız takiyesini ısrarla sürdüren cemaatin, gösterdiği bu kadar siyasi tavırdan sonra biraz samimi davranarak  partileşme zamanının artık geldiğine inanıyorum. Türk Milletini bu kadar aldatmak ve kullanmak büyük bir haksızlıktır. Eğer hoca efendi samimi ise bu haksızlığı gidermek için bir an önce partisini kurarak başına geçmelidir. Yetişmiş kadroları ile bir değil beş parti bile kurması mümkündür. Zaten gazete, televizyon, banka, okullar, müteahit, sanayici ve bil cümle her maddi imkanda hazırdır. Onun için, böyle kaçak dövüşmeye gerek yok.

Eğer benim koyduğum ismi beğenmediyseniz başka bir isimde koyabilirsiniz. Yeter ki inancı kuvvetli, imanı sağlam ve İslam’ın kılıcı olan Türk Milletine karşı biraz samimi olun. Takke düşüp kel görününce, merak etmiyorum Müslüman Türkler sizin hakkınızdan gelir.

Meraklısına son söz; tarihte buna benzer örnekler görüldü ve baki kalan Türk Devleti ve büyük Türk Milleti oldu. Tarih tekerrürden ibaretse yine aynısı olacaktır. Unutmayalım ki; Allah her daim doğruların yardımcısıdır.

 

Pirim Yapan İhanet

Önceki yazımızda da belirttiğimiz gibi düşmanlık duyguları yerleştirilerek insanlarımız birbirine karşı tahrik edilmektedir. Etnik fitne, demokratikleşme ve çağdaşlaşma zannedilmektedir. Bölgecilik, aşırı hemşehricilik ve etniklik pirim yapmaktadır. Ülke çıkarları, birlik ve bütünlüğümüz bir tarafa atılmış; fert, grup ve cemaat odaklı düşünülür olmuştur.  

Görüldüğü  kadarıyla iktidarın etnik ölçekli politikaları esas alması  ve küreselleştirmenin gereği olan parçayı bütünün önüne itici yönlendirmelere teslim olması, tehlikeli bir ortamı hazırlamaktadır. Türkiye’de Türk düşmanlığı yükseltilmekte ve ısrarla sürdürülmektedir. Ülkeyi yönetenlerin önemli bir bölümünün milli kimlik karşıtı bir tavır almaları, herhalde sadece bizim ülkemizde görülmektedir. Böyle bir yol en büyük tahrik ve fitnedir. Birlik ve bütünlük, huzur ve barış, milli kimliğe saldırılarak nasıl sağlanabilir? Bu önemli çelişkiyi ülkeyi yönetenler başta olmak üzere herkes düşünmelidir. Ordu ve Türk düşmanlığının bu derece şuur altına yerleşmiş olduğunu hiç kimse tahmin edemezdi.  

Geçenlerde değerli meslektaşım Prof. Dr. Özcan Yeniçeri, gazetemizdeki makalesine çok anlamlı bir başlık atmıştı: “ASKERE DÜŞMANLIK, DÜŞMANA ASKERLİK YAPMAKTIR”. Bu başlık her şeyi ifade etmektedir. Bugün, içinde bulunduğumuz ortam herkesin ipliğini pazara çıkarmakta; dönekleri, dönmeleri ve ihanet odaklarını da teşhir etmektedir.  

Türk ve Türkçe düşmanlığı sadece iç siyasette değil; eğitim sektöründe de dikkati çekmektedir. Bilhassa yüksek öğretimde Dünya ve ilim dili olan Türkçe’nin devre dışı bırakılma gayretleri, İstanbul Teknik Üniversitesi’nin İngilizce eğitim ve öğretime geçme özentisi dikkatten kaçmamaktadır. Yeni açılan, vakıf mı özel mi oldukları pek anlaşılmayan bazı üniversitelerimizde İngilizce eğitim ve öğretim öne çıkarılmaktadır. Bir gazete ilânı dikkatimi çekmişti. İstanbul’da bulunan Haliç Üniversitesi’nin gazetelere verdiği ilânda fakülte ve bölümler sayılırken Fen-Edebiyat Fakültesinin AMERİKAN KÜLTÜRÜ VE EDEBİYATI BÖLÜMÜnün bulunması, TÜRK DİLİ VE EDEBİYATInın unutulmuş olması anlaşılır gibi değildir. Siz örgün eğitim yoluyla bölüm açmasanız dahi Amerikalılar kendilerini değişik vasıtalarla çok iyi tanıtmakta ve herkese kültürlerini öğretmektedirler. Hedeflerini de kabul ettirmektedirler.  

Milletlerarası  bazı toplantılarda toplantı isminin sadece İngilizce yazılması, Türkçesine itibar edilmemesi hiçbir ciddi devlette görülmeyen örneklerdir. Ama bizde son yıllarda bu yanlışlar oldukça artmaktadır. Bilhassa fen ve teknik dallarda yapılan milletlerarası toplantılarda bu yanlışlara daha fazla rastlamaktayız.  

Sadece bunlarla da iş bitmiyor. Yeni anayasa taslağı dayatmalarında Türkçe’ye rakip bazı gecekondu diller ve kimlikler ortaya konuyor; ülke sanki açık arttırılmaya çıkarılmış gibi Devlete ve egemenliğe ortak aranıyor. İşte; 12 Eylül halk oylamasında bunu oylayacağız. Habertürk TV’deki bir programda İslâmcı etiketli bir yazar; “Anayasa değişikliklerine evet demeli; ancak, bunlar son derece yetersizdir. Bu değişiklikler, Anayasanın temel maddelerini değiştirebilme yolunu açması bakımından önemlidir.” şeklinde konuşmuştur. Aslında bu görüş, sadece bu yazarın değil; Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna, Milli Mücadeleye karşı olan ihanet ittifakının görüşüdür. Bir ara Aydınlar Ocağı neden sağın bütün kesimlerini artık kucaklamıyor diye bize tenkit yöneltilirdi. Bugün daha açık görülmektedir ki; sağın Türk düşmanı ve milliyetsiz kesimini kucaklamamız mümkün değildir.  

Halk oylaması  yaklaşırken kendisini hâlâ ülkücü zanneden, ekranlarda gerdan kıvıran bazı siyasiler ve kendisine eski sıfatını yükleyen ülkücüler gerçeklerin farkında mı? Acaba farkında oldukları için mi bazıları “evet” diyeceklerdir ve TC’nin tasfiyesinden yana olacaklardır? Anlaşılan 12 Eylül sonrasının dağınıklığı ve şaşkınlığı hâlâ sürmektedir. Zihinler bulanıktır, yenidünya düzeninin getirdiği şartları ve tuzakları fark edecek durumda değillerdir. Ekranlara çıkma şansını yakalamak uğruna malum çevrelerin istediği gibi konuşmayı marifet sayanlar vardır. Üstelik kendilerinin ülkücünün eskisi olduğu sıfatını bilhassa vurgulayarak… İktidar mı onlara yaslanıyor, yoksa onlar mı iktidara malzeme oluyorlar, göreceğiz.

Kılıçdaroğlu da ”Ben Türküm” diyemiyor

Başbakan’ın Türk Siyasi Hayatı’na getirdiği bir deyim var.  

‘Türkiyelilik.’  

Çok arzu etmesine rağmen, Anayasa’ya ilave edemedi Başbakan bunu.  

Başbakan’dan sonra, Kılıçdaroğlu’da aynı ifadeyi kullandı bir gazeteye verdiği demeçte.  

O da röportajında ”Türkiyeliyim” demiş.  

Ancak ilginç olan bir şey var ki, Başbakan bu kavramı kullandığında kıyameti koparanlar, Kılıçdaroğlu kullanınca dut yemiş bülbül gibi sustular.   

Azınlıklar Raporu’nda bu ifadeyi kullanan Baskın Oran için “midemi bulandırıyor” diyen Ulusalcı bir yazar, söz konusu Kılıçdaroğlu olunca, midesinin bulantısı geçmiş mi oluyor?  

Kılıçdaroğlu, kendisine bugüne kadar yöneltilen Türklüğüyle ilgili sorulara, bir kez bile net yanıt vermedi.  

Sürekli kaçamak yaptı, bir türlü”Türküm’ demedi.  

Kılıçdaroğlu’nu, R.Tayyip Erdoğan’ın alternatifi gibi sunmaya çalışanların yaptıkları bu iki yüzlülük, Kılıçdaoğlu’nun Erdoğan’ın alternatifi değil, devamı olduğu gerçeğini saklamaya yetmez.  

AKP’nin başlattığı Amerikan Projesi’ni devam ettirecek bir siyasetçi Kılıçdaroğlu.  

Kürdistan’ı kurma ve Anadolu’yu Türksüzleştirme projesinde, Amerika’nın yeni yol arkadaşıdır Kılıçdaroğlu.  

CHP’ye Genel Başkan olmadan evvel Öcalan’ı da kapsayan bir Genel Af projesine sıcak baktığını ifade eden Kılıçdaroğlu’nu iyi tahlil etmek gerek.   

Seçime kadar geçecek olan süre içinde, göreceksiniz ki, bölücü söylemlerine devam edecektir.  

Kılıçdaroğlu’na teslim olanlar unutmasınlar, Kılıçdaroğlu’na teslim olanların sonu, bir gün PKK’ya teslim olmaktır.    

Kılıçdaroğlu ile bu ülke AKP döneminden çok daha fazla zarar görür.  

Zira Kılıçdaroğlu’nun da gizli gündeminde, İmralı Canisi’ni serbest bırakmak var.  

Zira, Kılıçdaroğlu’nun da gizli gündeminde, PKK ile masaya oturmak var.  

Kılıçdaroğlu açıklamalarında ne kadar ”İnsanların etnik kimliğini önemsemiyorum” dese de,  söylemlerinde sürekli bir etnik kimlik vurgusu mevcut.  

Mesela Kürt sorunuyla ilgili şunu söylüyor:   

”Kürt sorunu demiyoruz biz.  Doğu ve Güneydoğu sorunu diyoruz. Çünkü sadece etnik kimlik açısından yaklaştığınız zaman sanki diğer sorunları göz ardı ediyormuşsunuz gibi bir anlam çıkıyor. Olay bir etnik sorun olmanın da ötesinde bir sorun. Çünkü orada sadece Kürtler yaşamıyor ki. Oradaki işsizlik sorunu, sadece Kürt kökenli vatandaşlarımızın sorunu değil ki. Diğerlerinin de sorunları. Farklı inançtan insanlarımız da var orada Süryaniler, Yezidiler, Nusayriler var. Bölgeyi bütün görmek, bölgenin sorunlarını akılcı çözmek gerekiyor.”  

Bırakın Güneydoğu’yu, Türkiye’de kaç Yezidi, Süryani ve Nusayri var ki?  

Buna rağmen Kılıçdaroğlu’nun ifadelerinde yer bulabiliyorlar.  

Güneydoğu’da sadece Kürtlerden değil, Süryaniler, Yezidiler, Nusayrilerden bahsederken, Türklere, Türkiyelilik kimliğini uygun görüyor,  

Kılıçdaroğlu’na göre de -aynı  Başbakan gibi-, Türkiye’de her etnik kimliğin açıklanma özgürlüğü var,  bir tek Türklere yok.  

Ben Türküm dediğinizde, karşı söylem hazır.  

– Irkçı, faşist.  

Amaç belli.  

Türklerin Türklüğünü unutturmak, ”Ben Türküm” diyemez hale getirmek.  

Ama unuttukları bir şey var.  

Türkiye’de hala “Ne mutlu Türküm diyene” haykırabilen, sessiz bir çoğunluk var ve onlar henüz son sözlerini söylemediler.

Fethi Ağabey

0

Arkadaşımız Emin Sezer, merhum Fethi Gemuhluoğlu’nun en yakınlarından biri olmuştur. Bu yazı, 17 Ekim 1977 tarihinde yazılmuştır. 

Fethi Ağabey(1):

“Azizim, Efendim, dünürüm” 
 

“Yâdında mı doğduğun zamanlar,                                                                                                                                                                                                 Sen ağlarken gülerdi âlem;

Bir öyle ömür geçir ki olsun,

Mevtin sana hande, ellere mâtem.”

  •  
    •  
      •  
        •  

                 Muallim Cudi Efendi

Bu dörtlüğün mânâsına uygun yaşayan Fethi Ağabey Hakk’a yürüdü. 

Bu Türkmen Beyi’ne millî  mâtem tutulsa yeridir. Çünkü, Türk siyasi hayatının zirvesinde, “yönlendirici ve aksiyon belirleyici ustalığı” ile temayüz eden Fethi Gemuhluoğlu’nun, Türk millî eğitiminin genç dimağlara verilecek hayatî düsturları ehil ve âmilleri ile işlemek üzere aldığı mühim görevi başarı ile sürdürdüğünü, o yılların basınına akseden şu satırlarda bulmak pekâlâ mümkündür: 

“Bakanın……hocası!

… bütün bu işlerin sadece Adnan Ötüken’in müsteşarlığa gelmesi ile olduğunu sanmak da hatadır. Zira bizzat Bakan Cihat Bilgehan, bu tip işlerle uğraşmak için yaratılmış ideal bir bakandır. Kendisini Millî Eğitim Bakanlığının başında, Tevfik İleri’den sonraki en önemli bakan kabul etmektedir. Gerçek akıl hocası da, Cahit Okurer’lerden, Adnan Ötüken’lerden ve Necdet Sançar’lardan çok daha bu işleri bilen bir başkasıdır. Bu bir başkası ise, 1950 sonrası Milliyetçiler Derneği’nin hep perde gerisinde kalmasını bilmiş, Nihal Atsız’lardan, Nurettin Topçu’lardan ve hattâ Peyami Sefa’lardan daha müessir fikriyatçısı FETHİ GEMUHLUOĞLU’dur.  

Almanya’dan  Eğitim Bakanlığı Özel Kalem Müdürü olmak üzere getirilmiş olan bu zatın, Hukuk Fakültesi talebeliği devrinden beri Bilgehan, Mehmet Turgut gibi bugünün politika yıldızları üstündeki tesiri ise, o günleri iyi bilenler için hiç yabancı değildir… (Yön, 16 Temmuz 1965, s.lll) 

Onun, devlete, bizzat devlet içinde yön verişinin engin akislerini bulduğumuz bu satırların tartışmasını bir yana bırakarak, Türk gençliğinin, millÎ hars ve dinÎ akidelerle donatılmasına sarf ettiği gayretlerinin, bilâhire nasıl bir mecrâda, ne derece seviyeli ve verimli semerelere ulaştığını, taze ve canlı hâtıralarıyla bilmekteyiz.

İşte Fethi Ağabeyimiz Hakk’a yürüdü. Bir Alp-Eren olarak yürüdü.

Bu yürüyüşün mânevî  vekâr ve insanî haysiyeti; aziz dostum Mehmet Serhan Tayşi’nin aşağıya derc ettiğimiz engin tahassüslerinde “Bir Alp-Eren daha göçtü” ifadesiyle ne güzel mânâ bulmaktadır:

“Alp-Eren” kelimesi, sihirleyici bir tesir ifade eder. O zâhir ve bâtın’ın ortak noktasından hareketle çevreyi kuşatıcı, gönüllere ve ruhlara nüfuz edici bir ışığın temsilcisidir.

O. bizâtihi nurdur, zuhurdur.

O. Zümrüt-ü  Anka kuşudur lâşeye konmaz.

O, kalpden kalbe yoldur.

O’nun sağ tarafı şeri’at, sol tarafı cihad, sağa bakışı cemâl, sola bakışı celâldir.

O, Hakk’ın tecellîsine mazhar olmuş kalb, takdire râzı  olmuş rızâdır. Hem halvet ehlidir, hem celvet. Âşık’a ma’şuk, ma’şuka âşıktır. Rabbın edeb tecellisine mazhâr olmuş kişidir “Alp-Eren”… 

îşte Anadolu Türklüğü, Müslüman Türk Milleti için “Alp-Eren” budur. Bu hizmet yolu “Alp-Erenler Yolu”dur. Bu gün kahredici bir çıkmaz, bir labirent içine sürüklenen milletimize, çıkış yolunu gösterecek yüce canlan (Alp-Erenlere) her zaman olduğundan çok ihtiyaç vardır. 

Yiğit yaradılışı, engin merhameti, aşk ısıtmasına benzeyen hummalı  gençlik sevgisi yanında; Türk dili ve tarih kültürüne olan derin vukûfu ile bizleri kendisine bağlayan, gerçek bir “Alp-Erenimiz” yaşıyordu. Fikri esprisi, aşk ve cezbe dolu şahsiyeti ile gönüllerimizi teshir eden, yıkık ümidleri onaran, sönen şevkleri yenileyen sohbetleriyle aramızda yaşayan bir “Alp-Erenimiz” daha Hakk’a yürüdü. 

Türk’ün “Fetih günü” olan salı gecesi, “Fettah” isminin tecellisi, Fetih olgusunun sultanı Fâtih Sultan Mehmed Han’ın huzurunda, kendi ifadesiyle “gönül dölü”, bir damla veli dölü” olan, canından aziz tuttuğu gençliğinin kolları arasında bir kerre daha kaynaşıp, canlaştı. Sonra mâverâ’ya.., öteki “Alp Erenler “in yanına uğurlandı. 

Bu yolun sedâları  değil, karasevdalılarının… Bütün Fetih gençliğinin başı  sağ olsun..” 

Esasında satırlar oluşturmak üzere sıraladığım kelimelerle kendi hüznümü ifade etmek istedim. Deli gönlüm, divâne gönlüm, mazlum ve mahzun gönlüm benim… Koca bir ömrü, kendi kubbesinde iz bırakan, aks-ı sedâ olan bir kaç hâtıra ile geçiştirdi kalemim. Ama aslında hayat bir kaç hâtıradan ibaret değil midir?

Arap şairinin “Hayat okunan ezânla kılınacak namaz arasındaki vakittir.”, sözünü düşünüp duruyordum Fâtih camiinde. Bu el bağlayışta zihinleri okumaya ve zihnimi okutmaya ne kadar ihtiyaç duyuyordum. 

Zannımca ‘Er Kişi’ niyetine musallada saf tutanların Fethi Ağabeylerinin, Fethi Beyin, Fethinin, Fethi Gemuhluoğlu’nun, Ağacığı‘n(2) ebedî ayrılışına gönülleri burkuluyordu. Bu giden benim neyimdi? Âh bir ad bulabilsem… 3

Gönlüm gubar gubar… 

“Açılup dide-i dil seyr-i uruca daldım.

Şeb-i mehtâb mı, ya leyle-i mirâç mıdır?” 

Allah onu engin, sonsuz rahmetine ve canından çok sevip hürmet ettiği “Ehl-i Beyt”ine kavuştursun. İki Cihan Güneşi sallahü aleyhi vesellem Efendimiz şefaatini, Rabbım celle celâluhü Rahmetini esirgemesin.

“Gönül sâkısi destinde şuur peymânedir şimdi.

Gam ikliminde enkâz-ı sürur meyhânedir şimdi.

Bulunmaz kuşe-i rahat saray-ı uzlet âsâ  hiç.

Akıllar herc ü merc olmuş, huzûr divânedir şimdi. 

Koparma Beni

Bahar geldi yine yeşerdi dallar,

Dikenler içinden açarken güller,

Karlar eriyince çoşarken seller,

Mahsun kardelenim, koparma beni.. 

Dün kupkuru olan koca ağaçlar,

Renklere büründü dağ  taş yamaçlar,

Yayla yollarında kervanlar göçler,

Ben yavru kuzuyum, koparma beni.. 

Renk renk açan çiçekleri görmeyen,

Tefekküre dalıp sırra ermeyen,

Gönül bahçesine dalıp girmeyen,

Bu sırra mahzar ol, koparma beni.. 

Nerden gelir bu kadar renk cümbüşü,

Sanatkarlar şahı Rabbimin işi,

Ona kul olmaktır her işin başı,

Bu yola baş koydum, koparma beni.. 

Her çiçekte ayrı ayrı  kokular,

İbretle bak onda ne manalar var,

Neden tertemiz pak, kışın yağan kar,

Günah ile kirletip, koparma beni.. 

Her yer bak yemyeşil nedir manası,

İnsanın kalbinin yüzü aynası,

Zikret Yaradana sil kiri pası,

Şuursuz kalıp da, koparma beni.. 

Sakın boş geçmesin koskoca ömür,

Bak kızarmış ateş  eriyen demir,

Akıl etmez misin verilen emir,

Ona boyun eğdim, koparma beni.. 

Çiçekten meyveye duracak dallar,

Hep cennete çıkar en güzel yollar,

Seher vakti ona açılan eller,

Duadan niyazdan, koparma beni.. 

Laleyi remz etmişler Yaradana,

Gülü de güllerin ol sultanına,

Halimiz perişan geldik yanına,

Gözyaşım sel oldu, koparma beni.. 

Bahar geldi bakıp ibret almayan,

Niçindir nedendir deyip bilmeyen,

Davettir ezanlar ona gelmeyen,

Bırak nefsim ondan, koparma beni.. 

Nerde gizli bu çiçekler meyveler,

Hiç akıl etmez mi insanoğlu der,

Yaratanı düşünmezsen sen eğer,

Ona kul olmaktan, koparma beni.. 

Koparırsan solar çiçekler daldan,

Neden ibret almazsın arıdan baldan,

Onun kokusunu duyuran gülden,

Bahçende kurudum, koparma beni.. 

Koparırsan kurur çer çöp olurum,

O zaman ben seni nasıl bulurum,

Hangi yüzle ben huzura gelirim,

Ne olur Yarabbi, koparma beni.. 
 
 

 

Hukuk Devleti

Türkiye Cumhuriyeti devletinin, temelini teşkil eden Anayasa’nın 2. maddesinde, cumhuriyetin nitelikleri sayılırken, devletin “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti” olduğu ifade edilmiştir.

Anayasa’nın 9. maddesinde “yargı yetkisinin, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır” ve 10. maddesinde “herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle kanun önünde eşittir… Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları, bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadır” denilmek suretiyle hukuk devletinin ne şekilde yaşama geçirileceği belirtilmiştir.

Bu tariflerden yola çıkarak cevaplamamız gereken en önemli soru; Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk devleti olup olmadığıdır.

Dünyada henüz ideal anlamda adalet ve bu adaleti tesis eden ve adına hukuk devleti diyebileceğimiz bir olgu ve devlet yoktur. Bu sebeple Türkiye bir hukuk devleti değildir ve dünyadaki diğer devletlerin de olduğu  gibi bizimde ideal bir hukuk devleti olmamız beklenmemelidir. Bir ütopya ile Türk Milleti oyalanmamalı ve aldatılmamalıdır.

Her devlet,  iç hukukunda, milli konular ve uluslararası ilişkileri ilgilendiren hususlarda kendi menfaatlerini  kollayan bir hukuk anlayışını uygular. Bu sebeple objektif davranılamayabilinir. Bu her ülke için geçerli bir durumdur. Bunu kabul etmek kolay olmasa da gerçek budur.

Buna karşılık her devlet; en azından kendi vatandaşlarına ve ülkesinde bireysel hak arayan yabancılara karşı objektif adalet anlayışını gerçekleştiren bir hukuk devleti(!)  olmayı başarabilmelidir.

Siz bakmayın, Türk Devletini bir hukuk devleti olmamakla tenkit ederek suçlayanlara; onlar çoğunlukla devletine karşı bir ihanet içinde olanlardır. Amaçları;  yasaları yozlaştırarak devleti haklıya hakkını zamanında teslim bir devlet olmaktan uzaklaştırmak ve böylece adaleti tesis edemeyen bir devletten halkın soğumasını sağlamaktır. Günümüzde halkın adalet algısına baktığımızda bunu başardıklarını üzülerek görmekteyiz.

Türkiye; doğru olmasa bile her devlet gibi ulusal menfaatlerini korumak için adalete uygun olmayan yasal düzenlemeler ve uygulamalar yapabilir. Ancak vatandaşlarına eziyet eden, canından bezdiren yasal düzenlemeler  ve uygulamalar  yapamaz ve yapmamalıdır. Çünkü ulusal menfaatlerin korunması aynı zamanda bireysel menfaatlerin korunması anlamına da gelir. Aksi bir durum onun “hukuk devleti”(!) niteliğine ters düşer çünkü devlet vatandaşları için vardır. Vatandaşına eziyet eden devlet yaşayamaz ve yıkılır gider.

Üzülerek müşahede etmekteyiz ki; Türkiye birilerinin zorlamasıyla  vatandaşlarına hukuk açısından haksızlık eden bir ülke konumuna süratle sürüklenmektedir. Bu durum vatandaşın kafasında  Türkiye’nin vatandaşının menfaatlerini koruyan bir “hukuk devleti”(!) olup olmadığı konusunda ister istemez derin endişeler yaratmaktadır.

Ülkemizde gerçekler nedeniyle ideal bile olamayan bir hukuk sisteminin çivisi çıkmıştır. Bir davada yaz boz tahtası gibi tutuklamalar, yakalamalar, serbest bırakmalar görülmektedir. Aynı dava dosyasında bir hakimin verdiği karar itiraz üzerine diğer bir hakimce değiştirilmekte, tutuklular için aylar sonrasına duruşma günü verilmektedir.

Adlarını vermiyorum  ama sizler yakınen bilmektesiniz ki; yıllardır insanlar tutukludur ve yargılamaları devam etmektedir. Üç yılda bir yargılama bitirilemez mi? İsteyince jet hızı ile biten yargılamalar biliyorum. O zaman Anayasa’nın eşitlik getiren hükümleri nerede?

Hepimiz biliyoruz ki; 12 Eylül’de yapılacak referandumla Anayasa Mahkemesi’nin ve Hakim Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısı değiştirilmek istenmektedir. Eğer bu gerçekleşirse yapılan değişiklikler Türk Hukuk Sistemi’ndeki  problemleri çözmeye yetecekmidir?

Yargı üzerinde siyasi baskı, dün olduğu gibi bugünde vardır. Maalesef Anayasa’nın 9. maddesinde belirtildiği şekilde yargı yetkisi Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılamamaktadır. Mahkemelerin bağımsızlığından ve hakim ile savcıların dokunulmazlığından söz etme olanağı kalmamıştır.

Siyaseti ilgilendiren  konulardaki yargılama böyle de, vatandaşın bireysel sorunlarına ilişkin mahkemeye intikal etmiş konularda durum farklı mı? Kesinlikle hayır.

Türk halkının arasında “avukat tutma hakim tut” anlayışı çok geniş  manada kabul görmektedir. Bu da ateş olmayan yerden duman çıkmaz anlayışının bir tezahürüdür.

Hukuk Türkiye’de haklıya hakkını teslim etmekten uzaklaşmış ve güçlünün hukuku haline gelmiştir.

Sözde Avrupa Birliği’ne gireceğiz diye yasalarımız yumuşatılmış ve bilhassa ceza hukuku açısından getiren düzenlemeler neredeyse suçu cezasız bırakır hale getirmiştir. Mağdur  vatandaşın; mahkemelerin verdiği kararlar karşısındaki şaşkınlığı ve feryadı bu yüzdendir. Reform adı altında III.Selim’den bu yana devam eden başta adalet sistemine ilişkin yenilikler, hep Türk Milletinin kaybı ve Osmanlı-Türk Devleti’nin yıkımı ile neticelenmiştir. Şimdi yine aynı metotlar denenmektedir.

Binlerce kişinin katili olduğu tartışmasızca kabul edilen bölücübaşı’nın cezasını  ev hapsinde geçirmesinin istenmesi, devlete kurşun sıkanların genel af yolu ile af edilmesi, devleti taşlayan çocukların üstü örtülü af niteliği taşıyan bir yasa ile salıverilmesi, Habur örneğinde olduğu gibi bölücülerin her türlü terör dolu gösterilerine karşı hoş görü gösterilmesi, Beytüşşebap Kaymakamının taşlanması, sokak eşkiyasının yasal düzenlemelerle adeta devletten himaye görür hale gelmesi vatandaşın gözünü korkutmaktadır. Bu hukuksuzluk nihayetinde ülkeye anarşi getirecektir. İnegöl, Hatay, Erzurum’daki olaylar bunun öncü işaretleridir.

Halbuki; Türk Ceza Kanunu’nun 302.maddesi “Devlet topraklarının tamamını veya bir kısmını yabancı bir devletin egemenliği altına koymaya veya Devletin bağımsızlığını zayıflatmaya veya birliğini bozmaya veya Devletin egemenliği altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya yönelik bir fiil işleyen kimse ağırlaştırılmış müebbet hapis ile cezalandırılır.” demektedir. Bizden hukuk reformu bekleyenlerin tamamı kendi ülkelerini  ve vatandaşlarını buna benzer yasal hükümlerle koruma altına almışlardır. Ancak bunlar hep bizden kendimizi mahvetmek üzere bir şeyler yapmamızı beklerler. Tıpkı Paris Antlaşması’nın Osmanlı’nın 18 Şubat 1856’da ilan edilen Hatt-ı Hümayun’daki sözde reformları kabul edinceye kadar imzalanmaması ve Avrupa Konserti’ne alınmamamız gibi…Şimdide Avrupa Birliği kapısında benzer  bahanelerle bekletiliyoruz. Yüzyıllar geçmiş hem Avrupa hem biz durduğumuz yerde duruyoruz. Bizim için gülünecek ve acınacak bir durum…

Vatandaşımız, ülkemizin her yanında hukuksuzluk nedeni ile bir baskı altındadır. Halkın kimlik bilgilerini dahi koruyamayan devlet, anlatmaya çalıştığımız şekildeki bir  “hukuk devleti”(!) olma niteliğinden uzaklaşmıştır. Doğru görmesek bile vatandaş, özel hukuktan kaynaklanan haklarından fedakarlık edebilir, haksızlığı sineye çekebilir ancak ondan hukuksuzluk üzerine oturan bir nedenle, devletinin ve milletinin bekasından vazgeçmesini istemek ülkeyi felakete götürür.

Türkiye’yi böyle bir noktaya getirenlerin şapkalarını önüne koyarak iyi düşünmeleri gerekir. Hukuk yolu ile rejimle kavga etmeye ya da rejimi değiştirmeye çalışanlar, ilk önce objektif adaleti tesisi ederek vatandaşın endişelerini gidermesi, acilen çözülmesi gereken büyük bir sorundur.. Sonra da bağımsız yargının ve hukuk kurallarının lazım olduğunda herkesin ihtiyacına cevap verecek bir nitelikte olması lazımdır.

Hukuksuzluk bumerang gibi dönüp bunu yaratanların kafasına çarpar. Yapılacak iş yargıyı süratle karar veren ve haklıya hakkını teslim eden bir hale getirmektir. Bunun içinde her türlü reform yapılmalıdır. Aksi halde bu adalet anlayışı, devletimizi ve milletimizi koruyamaz.  

 

Etnik Cehennem’e Doğru

0

Türkler tarih boyunca hiç ırkçı olmadılar, hep başka din ve milletlerle bir arada yaşadılar. Türklerde hiç sınıf ayrımı da olmadı, kölelik de.. 

Türkiye Cumhuriyeti de aynı genomun aynen devamıdır. Bir zamanlar Hun, Göktürk, Selçuklu, Osmanlı adları da verilen bu imparatorluk mirasçısı halkın son yüzyıldaki ortak adı; Türk Milleti

Bunun içinde Türkmen, Kürt, Lâz, Çerkez, Gürcü, Muhacir, Zaza, Abaza, Manav, Tatar, Yörük, Boşnak, Çeçen, Arnavut, Arap, Roman, Adige, Kumuk, Kırgız, Pomak, Terekeme, Azeri, Ubıh, Kazak, Uygur, Karapapak, Mesket, Nogay, Torbeş var. Rum, Ermeni ve Yahudi yok. Lozan‘da azınlıklar da din esasına göredir, mübadele de.. 

Türk Milliyetçiliği dinî ve bütüncül bir milliyetçiliktir ki Türk Kültür ve Medeniyeti esasına göredir. Müspet milliyetçiliği bile ‘ırkçılık‘ görüp tekfir edenler lâf arasında “Elhamdülillah Gürcüyüm, Elhamdülillah Kürdüm” demekte ise beis görmediler. Oysa Peygamber‘in Veda Hutbesi‘nde ayaklarımın altında dediği kavmiyet asabiyesi kabilecilik daha doğrusu etnikçiliktir. 

PKK‘lılarla zamanında dağ-taş gönüllü asker olarak bir dönem uğraştık. Ama İslâmcı kisvesiyle Kürtçülük, Çerkezcilik yapanlarla uğraşmak zor. Muaviye‘nin ordusu gibi.. Mızraklarında Kur’an sayfaları, dişlerinin arasında ise etnik şehvet. 

Açılım‘ denen şey başından beri milletin arasını açmaktı. Ortaasya‘da Ruslar; Kırgız‘ı, Özbek‘i, Kazak‘ı, Türkmen‘i, Tacik‘i ayrı milletler haline getirebildiler yarım yüzyılda. Bizde de ABD sponsorluğunda 36 etnisiteyi canlandırma, Ulus Devlet’e son verme antrenmanları yapılıyor. 

Ben Silvan kadar bereketli, Sinop kadar fakir yer görmedim. Bir Diyarbakırlıyı alın getirin Artvin‘e, Artvinliyi de Diyarbakır‘a. Bakalım hangisi kârlı çıkacak? 

Adı, kültürü, töresi ve her şeyiyle Türk Kültüründen olan Kürtleri ayrı bir millet, ayrı bir dil ve ayrı bir tip yaptı bu açılım. A.Ö. (Açılımdan Önce) kimsenin merak etmediği etnik menşe şimdi ilk tanışma cümlesinde sorulur oldu. 

100 yıl önce 1000 yıllık beraberliğimiz olan – dinler hariç – ortak ve iç içe geçmiş bir yaşam sergilediğimiz Ermenilerin akılları çelindi, Türklerin üzerine gelindi ve nihayetinde azanlar bu coğrafyadan silindi. 

Aha diyorum: Plân; Kürt’ün kafasını Türk’e kırdırma plânıdır, Ermeniler gibi Kürtleri de coğrafya inşaatında yol mıcırı olarak kullanmaktır. Ermenilerin çoğu uyanamadı, bakalım Kürt kökenli vatandaşlarımızın çoğu aymış mı, uyanmış mı? 

Etnik lezzet, şehvanî ve hayvanî bir histir. Coştu mu göz gözü görmez. Dış parmaklı maşa hareketlerini bile kendi gücünün yansıması sanır. Açılım, af, ortaklık, özerklik, federasyon; bunların hepsini bileğinin hakkı zanneder. Cayırtı da bundan sonra kopar.

Bu coğrafyada affedilmeyecek tek hata stratejik körlüktür. El ile gelen, el ile gider. Dostluk ve kardeşlik tek taraflı kaldırılabilir ama yerine tek taraflı olarak tekrar konulamaz. 

Benim gözüm ok ve yayda, kulağım kirişte. İçi boşsa siz doldurun demiştiniz ya Sayın Başbakan dolmuyor işte. 

Fazla açılmayın, boğulursunuz. 

 

Atatürk-iye!

Bugün toplumumuzda derin bir çelişkiyle karşı karşıyayız.

Türk müyüz? Yoksa Türkiyeli miyiz?

Kimi aydınlarımız, yazarlarımız ve kanaat önderi diyebileceğimiz kişiler, ısrarla ve kimisi gerçekten inanarak kimisi ise emperyalist dünya tarafından örtülü veya açık dayatılan oyuna katılarak Türk’üm demiyor.

Türk’üm demenin neredeyse ayıplandığı, kafatasçılık olarak nitelendirildiği günleri görmekten çektiğimiz acıları bir kenara bırakacak olursak, Milliyetçiliğin faşistlik olarak algılandığı günümüzün mevcut durumunu çok iyi analiz etmemiz gerekir.

Milliyetçilik, maddi ve manevi açılardan millet ve ülkesinin çıkarlarını  her şeyin üstünde tutma anlayışı olarak tanımlanabilir.

Milliyetçi olmak insanın ülkesini milletini sevmesidir. Milletin her bir ferdini ayırt etmeden sevmek esastır milliyetçilikte. Münferit olaylar dışında tarihimizde, bilerek isteyerek kasıt unsurları içeren sürekli bir devlet politikası güdülmemiştir gerek kendi milletimiz mensuplarına gerekse farklı milletlerden insanlara. Üzüntü  verici ve tasvip edilmesi mümkün olmayan olayların ortaya konulması  ne milliyetçilik kavramını olumsuzlar ne de milliyetçiyim diyen insanları farklı gösterir.

Esas amacımızın  ortak kültürün, ortak geçmişin ortak yaşanmışlıkların kattıklarını ortak gelecek ülküsüyle üretime, güzelliklere, sağlıklı bir topluma dönüştürmek olması gerektiğini unutmamalıyız.

Ancak ısrarla bizlerin, Türkiye Cumhuriyeti Toprakları dahilinde yaşayan Türk Toplumunun bireylerinin, Anayasal tanımı bir kenara koyacak olursak, etnik kökenleri kaşınarak farklılaştırma-ayrıştırma yoluna gidilmektedir. “Böl, Yönet” politikasının en sık rastlanan yöntemi olan etnik farklılıklara vurguda bulunmak, insanların hislerinin istismarı, hassas algılarının deşilmesinden başka bir şey değildir.

Nasıl ki Laiklik kavramı gereği devletin devamlılığı adına, beşeri kuralların kanunların eşit, adil ve herhangi bir önyargı olmadan uygulanabilirliğini, eşit ve objektif kurallar bütününü doğru kabul ediyorsak, devlet yönetimimizde de etnik köken ayrımı  yapmadan, etnik kökenlerin ayrışmaya sebep olmasına izin vermeden politika üretmeliyiz.

Siyasi hayatımızın pratiğinde gördüklerimiz ilerisi için umutlarımızı kırıcı  nitelikte söylemler oluyor. Siyasetçi, asker, akademisyen gibi fikirleri kamuya mal olan kişilerin bir çoğu, ısrarla içine düştüğümüz-düşürüldüğümüz oyunun piyonları olmaya devam ediyorlar.

“Türk”  – “Türkiye”li ayrışmasını “Türk” lehine veya “Türkiye” lehine geliştirecek değilim. Esas olanın kavramları doğru tanımlayıp, yerli yerine koymaktan geçtiği düşüncesindeyim. Bu çerçevede, “Türkiye” vatandaşı olmaktan duyduğum gurur ile  genlerimizdeki varoluş kültürümüz olan “Türk”lüğümle de duyduğum  gururu ayırt edecek bir cihaz henüz icat edilmedi. Dikkatle ve ısrarla belirtmeliyim ki, burada hissettiğim “Türk” lük, antropolojik veya ırksal bir yaklaşımla anlatılan değil, “Türk Kültürü”nün kendini “Türk” hissetmenin getirdiği kavramın varettiği “Türk”lüktür.

Maalesef günümüzde durum öyle bir hale geldi ki, “Türk” kelimesinin kaldırılıp yerine “Türkiye” kullanılmasının teklifiyle karşı karşıya kalıyoruz. Aşağıda değişmesi muhtemel örnekleri sesli olarak okuyup, kulağınızda bıraktığı tınıya, zihninizde yarattığı  algıya odaklanmanızı rica ediyorum.

Türk Dil Kurumu – Türkiye Dil Kurumu

Türk Eczacılar Birliği – Türkiye Eczacılar Birliği

Türk Eğitim Vakfı – Türkiye Eğitim Vakfı

Türk Hava Kurumu – Türkiye Hava Kurumu

Türk Hava Kuvvetleri – Türkiye Hava Kuvvetleri

Türk Hava Yolları – Türkiye Hava Yolları

Türk Kalp Vakfı – Türkiye Kalp Vakfı

Türk Kızılayı  – Türkiye Kızılayı

Türk Patent Enstitüsü – Türkiye Patent Enstitüsü

Türk Silahlı  Kuvvetleri – Türkiye Silahlı Kuvvetleri

Türk Sineması  – Türkiye Sineması

Türk Standartları  Enstitüsü – Türkiye Standartları Enstitüsü

Türk Tabipler Birliği – Türkiye Tabipler Birliği

Türk Tarih Kurumu – Türkiye Tarih Kurumu

Türk Askeri – Türkiye Askeri

Türk Bayrağı  – Türkiye Bayrağı

Türk Dili – Türkiye Dili

Türk Edebiyatı  – Türkiye Edebiyatı

Türk Hukuku – Türkiye Hukuku

Türk İnsanı  – Türkiye İnsanı

Türk Kadını  – Türkiye Kadını

Türk Lirası  – Türkiye Lirası

Türk Sanatı  – Türkiye Sanatı

Türk Sporu – Türkiye Sporu

Türk Toplumu – Türkiye Toplumu

“Saatlerce adı dünya yüzünden kaldırılmaya çalışılan Türklüğün talihini düşünürdüm.” –Ö. Seyfettin.

“Anadolu bugünkü Türklerin vatanı olmadan önce, sayısız topluma beşiklik etmiştir.” –C. Uçuk.

Türk milleti İstiklal Savaşı’nda varlığını dişini tırnağına takarak göstermişti.” –A. Erhat.

“Evin nizamında Türk kadınlarının vakur zarafeti göze çarpar.” –O. S. Orhon.

Türk Ocağında bir de konferans vermiş olduğunu hatırlatırım.” –F. R. Atay.

Türk Cumhuriyeti varlığını, istikbalini safsatalarla tehlikeye maruz bırakamaz.” –Y. K. Karaosmanoğlu.

“Burada başka bir olay anlatacağım ki bu, Türk’ü şuuraltı bir kuvvetle İstiklal Savaşı’na sevk eden amillerin biridir.” –H. E. Adıvar.

“Biz, Türkler, bütün tarihî hayatımızca hürriyet ve istiklale timsal olmuş bir milletiz!” –Atatürk.

Her fırsatta mevcut tüm sosyal, ekonomik ve hukuksal sorunlarımızın sebebi gibi gösterilen 1982 Anayasamızı ve öncesinde 1924-1961 Anayasalarını incelediğimizde “Türk” kelimesinin geçtiği yerleri merak ediyorsanız eğer işte size o maddeler: 

TÜRKİYE CUMHURİYETİ  ANAYASASI 
Kanun No  : 334 
Kabul Tarihi : 9/7/1961 
BAŞLANGIÇ 
Tarihi boyunca bağımsız yaşamış, hak ve hürriyetleri için savaşmış olan; 
Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti; 
Bütün fertlerini, kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez bir bütün halinde, millî şuur ve ülküler etrafında toplıyan ve milletimizi dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak milli birlik ruhu içinde daima yüceltmeyi amaç bilen Türk milliyetçiliğinden hız ve ilham alarak ve; 
«Yurtta Sulh, Cihanda Sulh» ilkesinin, Millî Mücadele ruhunun millet egemenliğinin, Atatürk Devrimlerine bağlılığın tam şuuruna sahip olarak; 
İnsan hak ve hürriyetlerini, millî dayanışmayı, sosyal adâleti, ferdin ve toplumun huzur ve refahını gerçekleştirmeyi ve teminat altına almayı mümkün kılacak demokratik hukuk devletini bütün hukukî ve sosyal temelleriyle kurmak için; 
Türkiye Cumhuriyeti Kurucu Meclisi tarafından hazırlanan bu Anayasayı kabûl ve ilân ve onu, asıl teminatın vatandaşların gönüllerinde ve iradelerinde yer aldığı inancı ile, hürriyete, adâlete ve fazilete âşık evlâtlarının uyanık bekçiliğine emanet eder.

TÜRKİYE CUMHURİYETİ  ANAYASASI (*)

(Kurucu Mecliste Kabul Tarihi : 18.10.1982; Halkoyuna Sunulmak Üzere Tasarının Resmî  Gazetede İlanı: 20.10.1982-17844; Kanunun Halkoyu ile Kabul Tarihi: 7.11.1982; Halkoyu Sonucunun Yayımlandığı  Resmî Gazete Tarihi: 9.11.1982-17863 Mükerrer)

Kanun No. : 2709                  Kabul Tarihi :  7.11.1982 

BAŞLANGIÇ  (Değişik: 23.7.1995-4121/1 md.)

Türk Vatanı ve Milletinin ebedî varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda;

Dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak, Türkiye Cumhuriyetinin ebedî varlığı, refahı, maddî ve manevî mutluluğu ile çağdaş medeniyet düzeyine ulaşma azmi yönünde;

Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı;

Kuvvetler ayrımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medenî bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu;

(Değişik: 3.10.2001-4709/1 md.)Hiçbir faaliyetin Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve lâiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı;

Her Türk vatandaşının bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak millî kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddî ve manevî varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu;

Topluca Türk  vatandaşlarının millî gurur ve iftiharlarda, millî sevinç ve kederlerde, millî varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu, birbirinin hak ve hürriyetlerine kesin saygı, karşılıklı içten sevgi ve kardeşlik duygularıyla ve “Yurtta sulh, cihanda sulh” arzu ve inancı içinde, huzurlu bir hayat talebine hakları bulunduğu;

FİKİR, İNANÇ VE KARARIYLA anlaşılmak, sözüne ve ruhuna bu yönde saygı ve mutlak sadakatle yorumlanıp uygulanmak üzere,

TÜRK MİLLETİ TARAFINDAN, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.

1924 – Madde 4.- Türk milletini ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi temsil eder ve millet adına egemenlik hakkını yalnız o kullanır.

1961 – IV. Egemenlik. 
MADDE 4.- Egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milletinindir. 
Millet, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır. 
gemenliğin kullanılması, hiçbir suretle belli bir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ, kaynağını Anayasadan almıyan bir devlet yetkisi kullanamaz.

1982 – Egemenlik

MADDE 6. – Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir.

Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır.

Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.

1982 – Devletin temel amaç ve görevleri

MADDE 5. – Devletin temel amaç ve görevleri, Türk Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.

1924 – Madde 10.- Milletvekili seçmek, yirmi iki yaşını bitiren kadın, erkek her Türkün hakkıdır.

1924 – Madde 11.- Otuz yaşını  bitiren kadın, erkek her Türk milletvekili seçilebilir.

1961 – Yargı yetkisi. 
MADDE 7.- Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.

1982 – Yasama yetkisiMADDE 7. – Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.

1982 – Yargı yetkisi

MADDE  9. – Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.

1924 – Madde 38.- Cumhurbaşkanı, seçiminden hemen sonra Meclis önünde şöyle andiçer: 
 
<< Namusum üzerine söz veririm ki: Cumhurbaşkanı olarak, Cumhuriyet kanunlarını, milletin egemenlik esaslarını sayacağım; Ve bunları müdafaa edeceğim; Türk milletinin mutluluğuna bütün bağlılığımla, bütün kuvvetimle çalışacağım; Türk Devletine yönelecek her tehlikeyi en son şiddetle önliyeceğim; Türkiye’nin şanını, şerefini koruyup yükseltmek, üstüme aldığım görevin isterlerini yerine getirmek için olanca varlığımla çalışmaktan asla ayrılmıyacağım. >>

1961 – Temel hak ve hürriyetlerin özü, sınırlanması ve kötüye kullanılamaması. 
MADDE 11.- (Değişik : 20/9/1971 – 1488 S. Kanun/md. 1 ) 
Temel hak ve hürriyetler, Devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğünün, Cumhuriyetin, millî güvenliğin, kamu düzeninin, kamu yararının, genel ahlâkın ve genel sağlığın korunması amacı ile veya Anayasanın diğer maddelerinde gösterilen özel sebeplerle, Anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olarak, ancak kanunla sınırlanabilir. 
Kanun, temel hak ve hürriyetlerin özüne dokunamaz. 
Bu Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbirisi, insan hak ve hürriyetlerini veya Türk Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü veya dil, ırk, sınıf, din ve mezhep ayırımına dayanarak, nitelikleri Anayasada belirtilen Cumhuriyeti ortadan kaldırmak kasdı ile kullanılamaz. 
Bu hükümlere aykırı eylem ve davranışların cezası kanunda gösterilir

1924 – Türklerin kamu hakları 
 
1924 – Madde 68.- Her Türk hür doğar, hür yaşar. Hürriyet başkasına zarar vermiyecek her şeyi yapabilmektir. 
 
Tabi haklardan olan hürriyetin herkes için sınırı, başkalarının hürriyeti sınırıdır. Bu sınırı ancak kanun çizer. 
 
1924 – Madde 69.- Türkler kanun karşısında eşittirler ve ayrıksız kanuna uymak ödevindedirler. Her türlü grup, sınıf, aile ve kişi ayrıcalıkları kaldırılmıştır ve yasaktır. 
 
1924 – Madde 70.- Kişi dokunulmazlığı, vicdan, düşünme, söz, yayım, yolculuk, bağıt, çalışma, mülkedinme, malını ve hakkını kullanma, toplanma, dernek kurma, ortaklık kurma hakları ve hürriyetleri Türklerin tabii haklarındandır.

1961 – MADDE 18.- Herkes, seyahat hürriyetine sahiptir; bu hürriyet, ancak millî güvenliği sağlama ve salgın hastalıkları önleme amaçlarıyla kanunla sınırlanabilir. 
Herkes, dilediği yerde yerleşme hürriyetine sahiptir; bu hürriyet, ancak millî güvenliği sağlama, salgın hastalıkları önleme, kamu mallarını koruma, sosyal, iktisadî ve tarımsal gelişmeyi gerçekleştirme zorunluğuyla ve kanunla sınırlanabilir. 
Türkler, yurda girme ve yurt dışına çıkma hürriyetine sahiptir. Yurt dışına çıkma hürriyeti kanunla düzenlenir.

1961 – Ailenin korunması. 
 
MADDE 35.- Aile Türk toplumunun temelidir. 
Devlet ve diğer kamu tüzel kişileri, ailenin, ananın ve çocuğun korunması için gerekli tedbirleri alır ve teşkilâtı kurar.

Ailenin korunması

MADDE 41. – (Değişik: 3.10.2001-4709/17 md.) Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır.

Devlet, ailenin huzur ve refahı  ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının  öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilâtı kurar. 

1924 – Madde 82.- Türkler gerek kendileri, gerek kamu ile ilgili olarak kanunlara ve tüzüklere aykırı gördükleri hallerde yetkili makamlara ve 
 
Türkiye Büyük Millet Meclisine tek başlarına veya toplu olarak haber verebilir ve şikâyette bulunabilirler. Haber veya şikâyeti alan makam kişi ile ilgili başvurmaların sonucunu dilekçiye yazılı olarak bildirmek ödevindedir.

1924 – Madde 87.- Kadın, erkek bütün Türkler ilk öğretimden geçmek ödevindedirler. İlk öğretim Devlet okullarında parasızdır.

1982 – Eğitim ve öğrenim hakkı ve ödevi

MADDE 42. – Kimse, eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz.

Öğrenim hakkının kapsamı kanunla tespit edilir ve düzenlenir.

Eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılâpları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz.

Eğitim ve öğretim hürriyeti, Anayasaya sadakat borcunu ortadan kaldırmaz.

İlköğretim, kız ve erkek bütün vatandaşlar için zorunludur ve Devlet okullarında parasızdır.

Özel ilk ve orta dereceli okulların bağlı olduğu esaslar, Devlet okulları ile erişilmek istenen seviyeye uygun olarak, kanunla düzenlenir.

Devlet, maddî imkânlardan yoksun başarılı öğrencilerin, öğrenimlerini sürdürebilmeleri amacı ile burslar ve başka yollarla gerekli yardımları  yapar. Devlet, durumları sebebiyle özel eğitime ihtiyacı  olanları topluma yararlı kılacak tedbirleri alır.

Eğitim ve öğretim kurumlarında sadece eğitim, öğretim, araştırma ve inceleme ile ilgili faaliyetler yürütülür. Bu faaliyetler her ne suretle olursa olsun engellenemez.

Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez. Eğitim ve öğretim kurumlarında okutulacak yabancı diller ile yabancı dille eğitim ve öğretim yapan okulların tâbi olacağı esaslar kanunla düzenlenir. Milletlerarası andlaşma hükümleri saklıdır.

1924 – Madde 88.- Türkiye’de din ve ırk ayırd edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese <<Türk>> denir. 
 
Türkiye’de veya Türkiye dışında bir Türk babadan gelen yahut Türkiye’de yerleşmiş bir yabancı babadan Türkiye’de dünyaya gelipte memleket içinde oturan ve erginlik yaşına vardığında resmî olarak Türk vatandaşlığını istiyen yahut Vatandaşlık Kanunu gereğince Türklüğe kabul olunan herkes Türktür. 
 
Türklük sıfatının kaybı kanunda yazılı hallerde olur.

1961 – Vatandaşlık. 
 
MADDE 54.- Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür. 
Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türktür. Yabancı babadan ve Türk anadan olan çocuğun vatandaşlık durumu kanunla düzenlenir. 
Vatandaşlık, kanunun gösterdiği şarlarla kazanılır ve ancak kanunda belirtilen hallerde kaybedilir. 
Hiçbir Türk, vatana bağlılıkla bağdaşmıyan bir eylemde bulunmadıkça, vatandaşlıktan çıkarılamaz. 
Vatandaşlıktan çıkarma ile ilgili karar ve işlemlere karşı yargı yolu kapatılamaz.

1982 – Türk vatandaşlığı

MADDE 66. – Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.

Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türktür. (Son cümle mülga: 3.10.2001-4709/23 md.)

Vatandaşlık, kanunun gösterdiği  şartlarla kazanılır ve ancak kanunda belirtilen hallerde kaybedilir.

Hiçbir Türk, vatana bağlılıkla bağdaşmayan bir eylemde bulunmadıkça vatandaşlıktan çıkarılamaz.

Vatandaşlıktan çıkarma ile ilgili karar ve işlemlere karşı yargı yolu kapatılamaz. 

1982 – Sporun geliştirilmesi

MADDE 59. – Devlet, her yaştaki Türk vatandaşlarının beden ve ruh sağlığını geliştirecek tedbirleri alır, sporun kitlelere yayılmasını teşvik eder.

Devlet başarılı sporcuyu korur.

1924 – Madde 92.- Siyasi hakları olan her Türkün, yeterliğine ve hakedişine göre, Devlet memuru olmak hakkıdır.

1961 – Kamu hizmetlerine girme hakkı. 
a) Hizmete girme. – MADDE 58.- Her Türk, kamu hizmetlerine girme hakkına sahiptir. 
Hizmete alınmada, ödevin gerektirdiği niteliklerden başka hiçbir ayırım gözetilemez.

1982 – Hizmete girme

MADDE 70. – Her Türk, kamu hizmetlerine girme hakkına sahiptir.

Hizmete alınmada, görevin gerektirdiği niteliklerden başka hiçbir ayırım gözetilemez.

1961 – Vatan hizmeti. – MADDE 60.- (Değişik : 20/9/1971 – 1488 S. Kanun/md. 1 ) 
Vatan hizmeti, her Türk‘ün hakkı ve ödevidir. Bu ödevin, Silâhlı Kuvvetlerde veya kamu hizmetlerinde ne şekilde yerine getirileceği kanunla düzenlenir.

1982 – Vatan hizmeti

MADDE 72. – Vatan hizmeti, her Türkün hakkı ve ödevidir. Bu hizmetin Silahlı Kuvvetlerde veya kamu kesiminde ne şekilde yerine getirileceği veya getirilmiş sayılacağı kanunla düzenlenir.

1982 – Yabancı ülkelerde çalışan Türk vatandaşları – MADDE 62. – Devlet, yabancı ülkelerde çalışan Türk vatandaşlarının aile birliğinin, çocuklarının eğitiminin, kültürel ihtiyaçlarının ve sosyal güvenliklerinin sağlanması, anavatanla bağlarının korunması ve yurda dönüşlerinde yardımcı olunması için gereken tedbirleri alır. 

1982 – Seçme, seçilme ve siyasî faaliyette bulunma hakları

MADDE 67. – Vatandaşlar, kanunda gösterilen şartlara uygun olarak, seçme, seçilme ve bağımsız olarak veya bir siyasî parti içinde siyasî faaliyette bulunma ve halkoylamasına katılma hakkına sahiptir.

(Değişik: 23.7.1995-4121/5 md.)Seçimler ve halkoylaması serbest, eşit, gizli, tek dereceli, genel oy, açık sayım ve döküm esaslarına göre, yargı yönetim ve denetimi altında yapılır. Ancak, yurt dışında bulunan Türk vatandaşlarının oy hakkını kullanabilmeleri amacıyla kanun, uygulanabilir tedbirleri belirler.

(Değişik: 17.5.1987-3361/1 md.; 23.7.1995-4121/5 md.)Onsekiz yaşını dolduran her Türk vatandaşı seçme ve halkoylamasına katılma haklarına sahiptir.

Bu hakların kullanılması  kanunla düzenlenir.

(Değişik: 23.7.1995-4121/5 md.; 3.10.2001-4709/24 md.)Silah altında bulunan er ve erbaşlar ile askerî öğrenciler, taksirli suçlardan hüküm giyenler hariç ceza infaz kurumlarında bulunan hükümlüler oy kullanamazlar. Ceza infaz kurumları ve tutukevlerinde oy kullanılması ve oyların sayım ve dökümünde seçim emniyeti açısından alınması gerekli tedbirler Yüksek Seçim Kurulu tarafından tespit edilir ve görevli hâkimin yerinde yönetim ve denetimi altında yapılır.

(Ek: 23.7.1995-4121/5 md.) Seçim kanunları, temsilde adalet ve yönetimde istikrar ilkelerini bağdaştıracak biçimde düzenlenir.

(Ek: 3.10.2001-4709/24 md.)Seçim kanunlarında yapılan değişiklikler, yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanmaz.

1961 – Silâhlı kuvvet kullanılmasına izin verme. 
 
MADDE 66.- Milletlerarası hukukun meşru saydığı hallerde savaş hâli ilânına ve Türkiye’nin Taraf olduğu milletlerarası andlaşmaların veya milletlerarası nezaket kurallarının gerektirdiği haller dışında Türk Silâhlı Kuvvetlerinin yabancı ülkelere gönderilmesine veya yabancı silâhlı kuvvetlerin Türkiye de bulunmasına izin verme yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. 
Bu izin için, Meclisler, birlikte toplanarak karar verirler.

1961 – MADDE 68.- (Son Değişiklik : 16/4/1974 – 1801 S. Kanun/md. 1 ) 
Otuz yaşını dolduran her Türk, milletvekili seçilebilir. 
Türkçe okuyup yazma bilmiyenler, kısıtlılar, yükümlü olmasına ve muaf bulunmamasına rağmen muvazzaf askerlik hizmetini yapmıyanlar veya yapmış sayılmıyanlar ve kamu hizmetlerinden yasaklılar ile ağır hapis cezasını gerektiren bir suçtan dolayı kesin olarak hüküm giymiş olanlar ve -taksirli suçlar hariç olmak üzere- beş yıldan fazla hapis cezasiyle veya zimmet, ihtilâs, irtikâp, rüşvet hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, dolanlı iflâs gibi yüz kızartıcı suçlardan biriyle kesin olarak hüküm giymiş olanlar, milletvekili seçilemezler. 
Aday olmak, memurluktan çekilme şartına bağlanamaz. Seçim güvenliği bakımından hangi memurların ne gibi şartlarla aday olabilecekleri kanunla düzenlenir. 
Hâkimler ile subay, askerî memur ve astsubaylar, mesleklerinden çekilmedikçe, aday olamazlar ve seçilemezler

1961 – MADDE 71.- Millet Meclisi seçimlerinde seçmen olan her Türk, Cumhuriyet Senatosu seçimlerinde de aynı şartlarla oy kullanır. 
c) Cumhuriyet Senatosu üyeliğine seçilme yeterliği. 
 
1961 – MADDE 72.- Kırk yaşını doldurmuş ve yüksek öğrenim yapmış bulunan ve milletvekili seçilmeye engel bir durumu olmıyan her Türk, Cumhuriyet Senatosuna üye seçilebilir. 
Cumhurbaşkanınca seçilecek üyeler, çeşitli alanlarda seçkin hizmetleriyle tanınmış ve kırk yaşını bitirmiş kimselerden olur. Bunlardan en az onu bağımsızlar arasından seçilir.

1961 – MADDE 75.- Seçimler yargı organlarının genel yönetim ve denetimi altında yapılır. Seçimlerin başlamasından bitimine kadar, seçimin düzen içinde yönetimi ve dürüstlüğü ile ilgili bütün işlemleri yapma ve yaptırma, seçim süresince ve seçimden sonra seçim konularıyla ilgili bütün yolsuzlukları, şikâyet ve itirazları inceleme ve kesin karara bağlama ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinin seçim tutanaklarını kabûl etme görevi Yüksek Seçim Kurulunundur. 
Yüksek Seçim Kurulunun ve diğer seçim kurullarının görev ve yetkileri kanunla düzenlenir. 
Yüksek Seçim Kurulu, yedi asıl ve d&ouml