13.8 C
Kocaeli
Pazartesi, Eylül 29, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1187

Türkistan’dan Anadolu’ya Çepni Türklerini Araştırıyorum

Karadeniz gezimiz devam ediyor. Dün Akçaabat’ın Haydarnebi yaylasındaydım, şimdi ise, Giresun Soğukpınar Karaovacık yaylasındayım. Karaovacık yaylası 700 yıllık geçmişi olan Çepni Türklerinin Anadolu’ya gelerek, yayla kültürlerini yaşattığı bir bölge. Çepni Türkleri halen daha bu bölgelerde yaylacılık kültürlerini devam ettiriyor.

Bu yazıyı sizlere 2600 metre yükseklikteki Ağılbaba dağ bölgesinden yazıyorum. Temmuz ayına girmemize rağmen, halen daha karlı dağlar gözümüze çarpıyor. Sular buz gibi akıyor, etraf yem yeşil görünümü ile adeta bizleri büyülüyor.
Bugün yaylalarda hayvancılık tamamen ölse de, Çepni Türkleri halen daha yayla kültürünü yaşatmaya devam ediyor.

Elimde kameram ve fotoğraf makinemle bölgede Çepni boylar ile ilgili araştırmalar yapıyorum. Çepni Türkleri ile ilgili bu bölgede önemli araştırmalar yapılmış durumda değil. Merhum Prof. Dr Faruk Sümer’in Çepni Türkleri ile ilgili yaptığı araştırmadan yararlanarak, Trabzon, Gümüşhane ve Giresun üçgeninde Çepni Türkleri ile ilgili belgesel çekip, tarihe not düşüyorum.

Çepni boyu Oğuz Kağan Destanı’na göre Oğuz Türklerinin 24 boyundan biridir. Bu boyların Üçoklar kolundan (sol kolundan) Oğuz Kağan’ın oğlu Gök Han’ın soyundan geldikleri kabul edilir.

Çepniler Türk tarihinde özellikle Karadeniz Bölgesi’nin Türkleşmesinde çok önemli bir rol oynamışlardır. Özgün kültürlerini günümüzde de muhafaza etmekte ve sürdürmektedirler. Çepniler dini ve sosyal örgütlenme bakımından 16. ve 17. yya kadar Hacı Bektaş Veli Dergahı’na bağlıydılar.[1]

“Çepni” kelimesi düşmanla savaşan anlamında kullanılmıştır. Çepni boyunun özelliği “nerde yağu görse orda savaşır” olarak anlatılmaktadır. Karadeniz’de özellikle Giresun ve çevresinde Çepni boyundan insanlar yaşar. Trabzon’un Türkleşmesini sağlamışlardır.

Çepniler, sayıları 24 olarak belirlenen Oğuz Boyları’ndan biri ve en kalabalık olanıdır. Üç – Oklar’ın Gök Han koluna bağlıdırlar. Bilindiği gibi Oğuzlar; Türkiye ve Azerbaycan Türkleri’nin, Türkmenistan, Irak ve Suriye Türkmenleri ile Gagavuzlar’ın atalarıdır. Cümleden anlaşıldığı üzere Çepniler Orta Asya kökenlidir. Çepni isminin yer aldığı ilk yazılı metin, ilk Türk bilgini olan Kaşgarlı Mahmud’un 1070 yılında kaleme aldığı Divanü Lügati’t-Türk isimli eserdir. Günümüze intikal eden kaynaklarda yer alan bilgiler, Çepniler’in, Osmanlı Hânedânı’nın mensup olduğu ve en önemli, en şerefli, en büyük Oğuz Boyu olan Kayılar’a yakın önemde bir boy olduğu kanaatini uyandırıyor.

Ne var ki onların savaşçı karakterleri, önemlerini günümüze yansıtacak kalıcı ürünler meydana getirmelerini engellemiş. Çepniler’e ait kabileler, değişik tarihlerde farklı cephelerde savaşmışlar ve ordu ile gittikleri bölgelere yerleşmişler. Savaşlarda nüfusları azalmış. Belli ve kalıcı bir kültür oluşturamamışlardır. Çepniler; 1071’de Anadolu’nun, 1277 yılından itibaren de Sinop’tan Trabzon’a kadar olan Karadeniz Bölgesi’nin fethedilmesinde çok aktif görevler üstlendiler. 1277 yılında Sinop’a saldıran Trabzon Krallığı’nın ordusunu bozguna uğrattılar.

Anadolu’da Çepni Yerleşimi;

Osmanlı Tahrir defterlerine göre, Anadolu’da Çepni adıyla anılan 43 yer ismi vardır. Bu sayıyla Çepni kelimesi, Anadolu’da yer adı olarak kullanılan Oğuz boyları içinde, yedinci sırayı almaktadır. Bu gün yurdumuzda Çepni’lerin dağınık bir yerleşime gittikleri görülmektedir. Sivas, Zile, Yozgat, Ankara, Çankırı, Çorum, Kastamonu, Bolu, Bursa, Kocaeli, Balıkesir, Manisa ve dolaylarında Çepni’lere rastlanmaktadır. Ancak Çepni’lerin en fazla yoğun oldukları yöre, Eynesil, Vakfıkebir, Kürtün, Salıpazarı, Gümüşhane Görele, Tirebolu, Doğançay, Espiye, Yağlıdere, Keşap, Dereli, Alucra, Giresun ve Ordu yöresidir.

Eynesil, Görele, Tirebolu, Kürtün, Espiye, Keşap, Giresun, Dereli ve Alucra dolayları, ilk Osmanlı Tahrir defterinde Çepnieli, Çepni ili, Çepni Vilayeti adları ile kaydolunmuştur. Bu nedenle, bu yörelerde Çepni’lerin yoğunlukla yaşadığını söyleyebiliriz. Oğuz elinin en büyük boylarından Çepniler’in Doğu Karadeniz Bölgesi’nde cereyan eden Türk yerleşmesinde oynadıkları en mühim rol, Trabzon’lu Şakir Şevket ve Tirebolu’lu Binbaşı Hüseyin Avni Alparslan’ın dikkatini de çekmiştir. Şakir Şevket, Çepniler’in İran’dan çıkarıldıktan sonra, onlardan 100.000 nüfusun Doğu Karadeniz bölgesine gelerek Tirebolu, Görele ve Vakfıkebir yörelerine yeleştirildiklerini bir rivayet şeklinde anlatır. * Faruk Sümer, Çepniler, s.95 Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul 1992 * Binbaşı H. Avni Alparsalan ise, elinde bulunan sınırlı sayıdaki kaynaklara dayanarak, yörede Çepnilerin çok önemli bir görev üstlendiğini ifade etmektedir.

Tarihçi ve Tarihi Anlamak

0

Tarihi olaylar geçmişe ait dünü ve bu günü şekillendiren olayların bütünüdür. Bir vaka eğer dünü ve bu günü şekillendirmiyorsa o bir tarihi olay değildir. Sadece bir vakadır.                                             

Her bilimin bir metodu vardır. Tarih biliminin de bir anlatım yöntemi vardır. Geçmiş zamanlarda yaşayan insan topluluklarının her türlü faaliyetlerini YER VE ZAMAN bildirerek, SEBEP-SONUÇ ilişkisini de içinde anlatan bilim dalıdır.                                                                                             

Tarihçi dünü ve bu günü şekillendiren olayları kronolojik bir sistem içinde sosyolojik, ekonomik, psikolojik ve siyasal açıdan tahlil ederek geleceğe ışık tutan adamdır.                              

Tarihçi ilim adamıdır. İlmini, ilim ahlakı ile yapmalı ve sergilemelidir. Tarihçi her şeyden  evvel namuslu ve hilim sahibi yani kendi şahsına karşı hata işleyen kimseler için bile kalbinde bir soğukluk beslemeyen, sabır ve tahammül sahibi olmalıdır. Bunlardan yoksun olan bir kimsenin tarihçi olması mümkün değildir. O sadece yazar veya ağzı olduğu için konuşandır.                                  

Tarihçi geçmişteki olayları hikaye tarzında ele alıp, günün şartlarına (eyyama) uygun tahliller yapan ve bunu siyasete alet eden, kafaları karıştırıp bundan kendisine veya başkasına çıkar sağlayan başka amaçlar elde etmeye gündem yaratmaya çalışmak değildir.                                              

Araştırmacı yazar Turgut Özakman tarihi “Tarih Kutup Yıldızı gibidir, insana yol gösterir.” Diye belirtir. Ancak tarihin insan hayatında kutup yıldızı olması için insanın gözünün de bozuk olmaması lazımdır.

İlim ahlakına sahip bir tarihçi insanlığa en güzel hizmeti sunan insandır. İlim ahlakına sahip bir tarihçi bu şekilde çalışmalarıyla insanlığa yol gösterici ve geçmişin hatalarından ders aldırmayı öğretir. Aksi bir durumda ise insanlığa kin, nefret, bağnazlık ve kötülük aşılar. Tarih bir ibret aynasıdır. Bu ayna geçmişte insanın yaptığı iyi şeyleri, kötü şeyleri gösterir ki  insanlar ondan ders alıp bir daha bu hataları  işlemesinler.                                                                                                  

Maalesef şimdilerde bir moda var. Oda tarihçi sıfatıyla ekranlara çıkıp, dünün yaşanmış veya yaşandığı ileri sürülen magazin haberlerini tarihi bir vaka olarak topluma anlatmalarıdır. Bu insanların unutmamaları gereken bir hususu hatırlamaları gerekir. O da topluma karşı namus borçlarının olduğudur.                                                                                                                         

Bu yazımla şahısları hedef alıp incitmek istemedim. Sadece bilinen doğruları bir kez daha anlatmak istedim.   

Ölü güler mi?

0

Ben esnaf çocuğu olarak büyüdüm.

Esnaf olmak, sanatkâr olmak, önemli bir şey. Kazanılan paradan ziyade, o ‘esnaf kültürü’, toplumda temayüz etmiş, önemli bir kazanımdır, sahip olan için.

Esnaf dürüst olur, efendi olur, terbiyeli olur, mütevazı olur. Yaşantısı ile de toplumda parmakla gösterilir.

Babamın bir sözünü hatırlıyorum.

“İş Adamı olmak kolay”, derdi.

“Parası olan herkes İş Adamı. Ama esnaflık farklı bir şey. Para, sadece para sahibi olmak yetmez esnaf olmak için”.

Yukarıda saydığım hasletlerden dem vurarak, o hasletlere de sahip olmadan esnaf olunmayacağını anlatmak istiyordu.

Ancak, küreselleşmenin toplumun her kesimini ağına aldığı dünyada, bundan en büyük darbeyi de “esnaf” aldı.

Artık şehirlerin, kasabaların içinde yer alan marketler, süpermarketler, hipermarketler, hatta alışveriş merkezleri vurdu ilk darbeyi esnafa.

Esnaf, okyanusta büyük balıklara yem olarak terk edilen küçük balıklara benzetildi.

Dayanamamaya başladı.

Geçinmek bir yana, kirasını bile ödeyemez hale geldi.

Geçin bir caddeden, görün bakalım kaç tane üzerinde ‘kiralık’ tabelası bulunun ‘boş dükkân’ göreceksiniz.

Esnaf, dükkân kapatıyor son üç yıldır.

Üstelik bunlar, sosyal güvenlik açısından Bağ kur kapsamında sayıldığı için, işsizlik rakamlarının içinde de görünmüyorlar.

Her kapanan dükkân, sahibi ile birlikte en az 3-4 ailenin de geçim kapısının da kapanması demek.

Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği rakamlarına göre, bu yılın ilk sekiz ayında kapanan ticari işletmelerin sayısı yüzde 63.1 oranındaki rekor artışla 30 bin 332‘ye yükselmiş.

Kim bu ticari iletmeler diye adlandırılanlar?

– Küçük esnaf.

Büyük yabancı şirketlerin Türkiye’deki tek yatırımı olan süper ve hipermarketlerin Türk esnafına vurduğu darbe ile birlikte, ekonomideki yavaşlama da gelince üstüne, esnafın durumu ‘mevta’.

Lillahil Fatiha.

Başbakan da dün Tokat‘ta esnaf ve sanatkârlara verilen Halk Bankası kredilerinden alınan faizde, 3 puanlık indirimden bahsetmiş.

Eylül ayının başından itibaren esnafın kullandığı kredi, ucuzlayacakmış.

Önce şunu soracağım ben.

Ölmüş adamın cenazesine orkide göndermek, o ölüyü diriltir mi, anlatın bana.

Esnaf ölmüş, dükkânını kapatmış, karşılıksız çeklerden aldığı hapis cezalarını erteletmiş bir süre, sefalet içinde yüzerken, kendisine küfür gibi bir vaat.

3 puan indirdim senin faizleri.

Gülecek takati yok ki gülsün esnaf.

Gülemiyor

Ölü güler mi?

Sümelâ, Akdamar.. Sırada Ne Hinlik Var?

0

Biraz tarihçiyiz; 4 yılımız İstanbul Üniversitesi‘nde, birkaç yılımız SAÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü‘nde, 15 – 16 yılımız devlet liselerinde, ömrümüzün 3/2‘si okuma, yazma, araştırma, öğretme olarak tarih denilen eskimez ilimle iştigâlle geçti.

Biraz da Yeniçağ ve Osmanlı uzmanı sayılırız. Ben daha Hıristiyansız bir beldeye Osmanlıların kilise açtıklarını görmedim. Ama İzmit Çukurbağ‘da buna cümleten şahit olduk.

Türkler her dinden insana her yerde ibadethane açmışlar. İzmit‘te Hıristiyan olsaydı belki biz de sırtımızda taş taşırdık. Ama olmayan cemaatlere tapıngaç açmak misyonerlik davetiyesinden başka bir şey değildir.

Övündüğümüz ecdat fethettiği her şehrin muhakkak en büyük kilisesini camiye tahvil etmiş ve kılıçla cumasına çıkmıştır. 1299‘dan 1839‘a kadarki genel Osmanlı geleneği böyledir.

Ancak Avrupa‘nın düzenleyicisi olduğu Tanzimat‘la Gayrimüslim Açılımları yapılmıştır. Ve şımardıkça şımaran Rum, Ermeni, Sırp, Bulgar ve Levantenler hem kendi başlarını hem de bizim başımız derde koymuşlardır.

Biz de bunu tarih diye şuuruna mebni İmam-Hatiplerde, düz liselerde varlığımızın zekâtı olarak okuttuk. Gel gör ki o gençlerden bazıları parti belâsına şu Sümelâ’da yapılanı bile tevil modundalar.

Hani şu Fatih‘in 15 Ağustos 1461‘de aldığı ve 15 Ağustos 2010‘da sırtlarında Pontus haritalı Yunanlıların başpapaz efendileri eşliğinde gelip de âyin yaptıkları müze. Adeta 2 kere kuşatıp ta alamadığımız Viyana Kalesi‘nde ezan okutmaya benziyor.

Benim hamsi vatandaşım da gelen papaz kafilesine üç-beş bahşiş için kemençe çalıyor, üç-beş Hz.İsa/Meryem hediyeliği satmaya çalışıyor. 1997‘de çevre maskesiyle limana misyonerlik indirmeye çalışan gemiyi sokmayan gayyur Trabzonlular nerede? Onlar Maçka‘daki polis noktasını aşamadılar mı?

Nerede Kurtuluş Savaşı‘nın Faik Ahmet Bartutçu‘su ve İstikbâl Gazetesi? “Yağmur yağayi yağmur da başuma tane tane / Karadeniz uşaği da dünyalara bitane” Hani?

19 Eylül‘de Van‘ın Akdamar Adasında büyük bir Haç yaptırdık, yortusuna bekleriz efendim. Heybeliada‘yı da açacoğuz, şapka da giyecoğuz yeter ki Obama Emice Rize‘yi topa tutmasın?

Emperyalizmin parolası çocuğu anneye boğdurmak, işareti ise bir ülkenin zenginliğini bedeninden ruhuna kadar topyekûn soydurmaktır.

Eğer o görüntüler – Allah korusun – bir işgal sonrası görüntüleri olsaydı yeni Kuva-yı Milliye başlamıştı. Ne yazık ki Türk Bayrağının yakılıp yırtılması bağımsız Türkiye Cumhuriyeti‘nin gözü önünde artık rutinden sayılıyor.

Ve Tanzimat diye, Islahat diye, AB Müktesebâtı diye, Anayasa Değişiklik Paketi diye yiyoruz. Tek derdimiz işkembemiz

  “Kimi görsek etekleriz

 Ne utanmaz köpekleriz”

HITTA; Ya Rabbi bizi affet! Ey Rabbimiz; üzerimize sabır yağdır ve Müslüman olarak bizim canımızı al.

Türk – Kürt Çatışması!

0

En büyük yanlış ve hata; teröre, Türk – Kürt çatışması şeklinde bakmak ve baktırmaya çalışmaktır.

Problem, ne Kürt ne de Türk problemidir. Yani Kürt problemi olmadığı gibi Türk problemi de değildir.

Mes’ele, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bekası mes’elesidir. Bu devleti devam ettirmek istiyor muyuz, istemiyor muyuz?

Şüphesiz, herkes bu devletin devamı ve bekasından yanadır. Fakat, zahiri ve görünüşteki sebep ve bahaneleri gerçekmiş gibi algılayan veya onlara böyle algılatanlar yüzünden Türkiye bir iç gaile içine düşmüş daha doğrusu düşürülmüştür.

Bütün mes’ele, oyuna gelecek miyiz, gelmeyecek miyiz?

Oyuna gelmemek için, bu Devlet – i Ebed – Müddet’in temellerini Kıyamete kadar kalacak şekilde sağlam tutmakla mükellef ve yükümlü müyüz, değil miyiz?

Evet, mes’ele bunu yapacak mıyız, yapmayacak mıyız?

Şüphesiz, kahir ekseriyet ve ezici çoğunluk; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin birinci sınıf (ikincisi yok) vatandaşları olarak aynı gayede bir ve bütündür.

Fakat, ne yazık ki, sayılı da olsa, bir kısım kalem erbabı ve bazı siyasetçiler; nehri tersine akıtmaya çalışıyor. Akıl ve fikirlerine çelme taktıkları kimi gençlere, sözde sebep ve nedenler göstererek, emperyalist devletlerin taşeronluğunu yaptırıyorlar. Tabiatiyle, Türk Devleti’nin ilerlemesine de köstek oluyorlar.

Hangi kökenden gelirse gelsin; Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran tüm halka, Türk Milleti diyoruz. Binaenaleyh, devletine karşı dağa çıkanlar; hiç yoktan kan döküp, can alıyorlar; kendilerini de bu şekilde heba ediyorlar.

Sadede gelirsek; terörle mücadeleyi, Türklerin Kürtleri öldürdüğü şekilde anlar ve anlatırsak; bu vatana ve bu millete en büyük kötülüğü yapmış oluruz.

Nitekim, Türk Ordusu saflarında şehit olan Kürt kökenli kardeşlerimizle, teröristler içinde yer alan Kürt asıllı vatandaşlarımız aynı kefeye konarak; iki taraf ta da, olan Kürtlere oluyor diye yaygara koparanlar; büyük bir demagoji yaparak zihinleri karıştırıyorlar!

Beyler! Mes’ele bir kör dövüş değildir. Devlet’in; vatan ve milleti, kaos ve karışıklıktan koruma ve kollama gayretidir.

Dağa çıkan Türk de olsa, Kürt de olsa fark etmez. Devlet, onların üzerine gitmek zorundadır. Çünkü mes’ele, o ırka veya bu ırka mensup olanların mes’elesi değildir. Devlet’in; Devlete, kökeni ne olursa olsun; karşı çıkanlarla yapmak mecburiyetinde kaldığı bir vatan savunmasıdır. Kısaca, milli nefis müdafaasıdır.

Nitekim, Türk Ordusu menşei ne olursa olsun; millet olarak bütünleşmiş her kökenden Türk erinden müteşekkildir. Türk Ordusu’nda yer alanlar; ırk bağlamında değil; aynı vatanda yaşamış olmanın, aynı müşterek dili konuşmanın, aynı ortak dine inanmanın sağladığı milli birliğin oluşturduğu bir milletin ferdi olarak; vatan borcunu ifa etmek üzere Türk Ordusu’nda saf bağlamış bulunuyorlar.

Bundan dolayıdır ki, Türk Ordusu saflarında vatan, millet ve devlet için vuruşanlar ölürse şehit, kalırsa gazidirler.

Devlet’e karşı vuruşmanın ise, hiçbir haklı yönü  yoktur. Asidirler, bagidirler,  katli vacip olanlardır. Çünkü, yaptıkları asiliktir, fiilleri isyandır. Halbuki İslam’da haklı isyan yoktur. Allah isyanı haram kılıp yasaklamıştır. Nitekim ayet der: “Rabbim, haksız yere isyan ve saldırıyı haram kıldı.” (A’raf: 33)

Yani, teröristler haklı bile olsa  -kaldı ki haklı değildirler-  isyan ederek hak aramaya
kalkışırlarsa  -ki kalkışıyorlar-  haksızdırlar.

İşte bu şekilde isyan ederek, sağa sola saldırarak, yakıp yıkarak hak aramaya kalkan en büyük haksızlığı yapmış olacağından; Allah bu tarz; yani saldırı ve isyan ile hak arayışı haram kılmış yasaklamıştır.

Bu açıklamalar çerçevesinde; Türkiye’de olup bitenlere şöyle bir göz atacak olursak: Polise taş atmalar, molotofkokteyli fırlatmalar, resmi ve sivil araçları yakmalar, şahıs ve devlet malına zarar ve ziyan vermeler, doğal gaz ve petrol borularını patlatmalar, İkiz Mehmetçiğe yani Kahraman Polis ve cansiperane çarpışan Askerimize  -hem de kahpece ve kalleşçe-  kurşun sıkmalar ve bunları yapanları haklı görmek ve göstermek karşısında; emin olun, Yer Gök titremekte, harekete geçmek için sabırsızlanmaktadır.

Güya bireysel ve toplumsal hak veya demokratik haklar peşinde koştuklarını iddia edenler, nihayet ağızlarında sakladıkları baklaları, bir bir çıkarmaya başladılar: “Demokratik Özerklik”, “Federasyon”, “Yerel Yönetimlere kapalı ifadelerle devlet statüsünü verme hazırlık, ima ve istemlerini” yavaş yavaş söylemeye ve dillendirmeye geçtiler. Niyetleri, sözde hak ve hukuk talepleri altında, -Kürt kardeşlerimize rağmen-  Türkiye’yi bölüp parçalamak olduğu; Bayrak karşısında aldıkları tavır ve Türk Bayrağına; gösterilerinde hiçbir zaman yer vermemeleri, mecbur kaldıklarında varlığına kerhen katlanmaları, İstiklal Marşı’na karşı cephe almaları; her şeyi gözler önüne açıkça sermektedir.

Fakat bütün bunlara rağmen ve tüm yapılanlara karşın inanın:
 
                    Türk – Kürt  çatışması, çıkartamazlar asla
                    Böyle emrediyor çünkü, İlahi Yasa

İnsanlık Onuru

Türk Milletinin yaşamına baktığımızda bireysel ve toplumsal olarak insan odaklı bir çok olumsuzluklar yaşadığımızı görmekteyiz.

Gerçi bunlar, yaşama ve bu yaşamdaki baktığımız açıya göre değişebilir. Benim için yanlış olanlar sizin için doğrular olarak yansıyabilir. Ancak mutlak doğrular ve bunun  dışavurumları asla değişmez. Burada farklı bir durum varsa, yanlış giden bir şeyler var demektir.

İnsan günümüzde halen keşfedilmeyi bekleyen pek çok yanı olan en önemli canlı varlıktır. Her türlü iyiliği ve kötülüğü içinde taşır. Bütün evrenin sırları sanki ona yüklenmiş gibidir.

Hepimizin çabası; insanın içine depolanmış bulunan iyiliklerin gün yüzüne çıkartılması ve bu şekilde topluluklar halinde yaşayan insanlığın kemale ulaşması için gayret gösterilmesi olmalıdır.

Bunu başarabilmiş insanların fazlalaştığı toplumlar; diğer insan topluluklarından, bir adım öne geçer ve rahat, huzurlu, mutlu, güven içinde yaşar hem de insanlık alemine tekamül sürecinde öncülük ederler.

Aksinin gerçekleştiği toplumlar ise ilk önce sosyal sonra da maddi felaketlerle karşılaşır ve nihayetinde de yok olurlar. İnsanlık tarihi bunun örnekleri ile doludur.

Bir insan hangi hal üzerine yaşamalı? sorusunun üç aşağı beş yukarı hepimiz tarafından aynı minvalde cevaplanacağı kanaatimce tereddütsüz olmasına rağmen bu minval üzerine yaşadığımızı söylemek mümkün değildir. Eğer aksi olsaydı bu gün karşılaştığımız ve insan odaklı sorunları yaşamazdık.

İnsanoğlu ve tabii ki Türk Milletinin her ferdi;güçlü bir kişilik olmanın yanında, iman ve inanç sahibi bir insan olmalı ve bunların getirdiği ölçüde onurunu ve gururunu korumalıdır. Böyle yapıldığı takdirde toplum hayatı buna göre tanzim edilmiş, maddi ve manevi buhranlarda kolayca atlatılmış olacaktır.

İster Türkiye’de ister Türk coğrafyasında ya da dünyanın hangi köşesinde olursa olsun, insanlarımızın belirttiğimiz şekilde yaşayıp, hareket ettiğini ve çevrelerini olumlu manada etkilediklerini söyleyebilirmiyiz? Bu soruya müspet cevap vermek mümkün değildir.

Bu sebeple Türk Milleti yüzyıllardır bir ricad içerisindedir. Hem fert  hem de toplumsal olarak bir geriye gidiş, bir çözülüş süreci yaşanmaktadır. Bunun başlıca sebebi insanlarımızın davranışlarıdır.

Aslında bizlere hep Türk devletinin bir ricad içinde olduğu anlatılmıştır da Türk Milletinin ve milleti oluşturan insanlarımızın, ruhen ve fikren bir ricad içinde olduğundan bahsedilmemiştir. Böyle bir insan topluluğunun karşılaştığı maddi ve manevi sorunları algılaması ve çözümler bulması neredeyse imkansız gibidir.

Devlet, insanların oluşturduğu bir yapıdır. Eğer insanlarda bir zafiyet varsa devlette zafiyet içindedir. Bu sebeple yaşananlar devletten değil o devleti oluşturan insanların davranışlarından kaynaklanır. En son örneğini Osmanlı-Türk İmparatorluğu’nun yıkılışında gördüğümüz olaylar, insanların fikir ve fikirlerine uygun davranışlardan dolayı ortaya çıkmıştır. Onun için kimse yaşananlardan ve başımıza gelenlerden dolayı başka bir suçlu aramaya kalkmaya çalışmasın.

İnsanımızın ve toplumumuzun yaşadığı, maddi ve manevi sıkıntıların temelinde yine insan vardır. Ruhsal genetiği sorunlu hale getirilmiş veya baştan beri sorunlu olan bir insanın ve mensup olduğu milletin varacağı bir menzil yoktur. Tıpkı günümüzde Türk milletinin ve onu oluşturan insanların çoğunluğunun olmadığı gibi.

Türk insanı ruhsal açıdan problemlidir. Bu onun fikir hayatına ve bu fikirlerin yaşama sakat bir şekilde geçirilmesine neden olmaktadır. Kanaatimce Türklerin ruhsal genetiği ile oynanmıştır. Kişilik yapısında bir çözülme ve iman-inanç temelinin özünde bir sapma vardır. Bu onun, onurlu ve gururlu yaşamasına engel olmaktadır. Yoksa Türkler bu kadar yanlışlık karşısında ve maddi-manevi sorunlar hakkında bu kadar çaresiz kalacak insanlar asla olmamışlardır. Bu ruhsal değişim ne yazık ki; Türk Milletini hem ferden hem de toplumsal olarak her geçen gün uçurumun kenarına bir adım daha yaklaştırmaktadır.

Söylenen sözler ve yapılan nasihatlerin hiç biri para etmiş gibi durmamaktadır. Bu gelecekteki felaketlerin ne derece büyük olacağının sinyallerini bize göstermektedir. Çünkü geçmişte de böyle olmuştur.

Türk Milleti ve Türk insanının büyük çoğunluğu bir Türk gibi davranmamakta, yaşamını buna göre tanzim etmemekte, kendisini, ailesini, milletini, vatanını korumakta ve gözetmekte doğruları yapmamaktadır. Aynen geçmişte yaşananlarda olduğu gibi.

Bireysel menfaatlerin ön plana çıktığı, azgınlaşan nefsin tatmine çalışıldığı ve maddi ve manevi milli değerlerin itelendiği ve bunların her türlü onursuzluğu ve gurursuzluğu kabul etmek pahasına gerçekleştirildiği  bir dönemi yaşıyoruz.

Bu tip insan davranışları ne bir ferde ne de içinde bulunduğu topluma bir şey kazandırır. Böyle davrananlar hep kaybetmiştir ve bundan sonra da kaybedecektir.

Peki bunlara karşılık kimler kazanacaktır?

İnsan olmanın gereğini yerine getiren, kişilik sahibi, kendisini, ailesini, milletini, vatanını koruyan ve bunlar için bırakın doğruları söylemeyi gerektiğinde çekinmeden canını vermeye hazır insanlar ve onların dahil olduğu insan toplulukları kazanacaktır.

Türk Milletinin sadece Türkiye’de değil tüm Türk dünyasında bir ricad içinde oluşunun en büyük nedeni, kamil bir insan gibi davranamamak ve buna bağlı olarak onurumuzun ayaklar altına alınmasına seyirci kalmaktır.Böyle davranan bir milletin hayatiyetini sürdürmesi elbette beklenemez.Yüzyıllardır niye küçülüyoruz ve eriyoruz diye bir düşünün bakalım…

Doğruları menfaatlerimiz nedeni ile işimize gelmediği için “tu kaka” etmeye kalkarsanız yarınlarda acınacak hale düşersiniz. Her zamanda;

“Ne için boş durursun, çalış eşşolu, eşşolu,

 Yiyecek yok mu dedin ha, alış eşşolu, eşşolu..

 Uyuyan menzili bulmaz, o balın gülleri solmaz,

 Topal eşekle olmaz, yarış eşşolu, eşşolu..”

Diyecek  bir Neyzen Tevfik’de bulamazsınız. Eğer Neyzen’leri konuşturmamak istiyorsanız, insanca ve insanlık onuruna uygun şekilde yaşayan insanlar olmalıyız. Dahasını söyletmeyin bana ama bu söylediklerim bile fikirlerimizden rahatsız olanlara ve işlerine gelmeyenlere yeter herhalde…

Pontus hortlatılıyor mu?

Pazar günü binlerce Ortodoks Rum Yunanistan’dan gelerek Trabzon’un Sümela manastırında ayın yaptılar. Ekümenlik iddiasında olan Fener Patriği Bartholomeos ayini yönetti. 88 yıl sonra, Sümela’da ayin yapılması gerçekten düşündürücü. Neden bugüne kadar yapılmadı. Niçin bugünler tercih edildi. Ayine Türkiye Devleti neden izin verdi?  Bunların asıl amacı nedir?

Daha Önceki gün bu köşede İsrailli Turistlerin Karadeniz’de ne işi var sorusu üzerine yorum yazmış, yazdığım bu yorumun mürekkebi kurumadan, Pontus’u hortlatmak isteyen Yunanlı Ortodoks Rumlar’ın Pazar ayni yapması düşündürücüdür. Gerçekten Karadeniz üzerinde büyük oyunlar tezgahlanıyor

Her yıl Karadeniz’e bir kaç kez gidip gelmekteyim. Karadeniz gerek, bitki örtüsü gerek canlı çeşitleri ama en önemlisi su ve stratejik önemi dolayısıyla sömürgeci emperyalist güçlerin iştahını kabartmaktadır. Karadeniz’de son yıllarda yaşanan olaylar tesadüfi değildir. Karedeniz de 10 yıl önce Amerika’dan sözde ilim adamları kan örnekleri alarak, Gen tespiti yapmaya çalışmışlardı.

Yunanistan da binlerce Osmanlı Türk eseri yıkılıp yok olurken, Karadeniz bölgesindeki Kiliseler tek tek restore edilip ihya edilmesi tesadüf olmasa gerek. Kültür Bakan Ertuğrul Günay’ın seçim bölgesi ve memleketi  Ordu da çok büyük bir kilise yıllar önce restore edilirken, Ordu merkezdeki yüzlerce yıllık Osmanlı Camisi kaderine terk edilmişti.
Karadeniz her hangi bir bölge değil. Karadenize hakim olan devlet ve kültürler Kafkaslara Orta Asya’ya ve İran’a hakim olacaktır. Bunu bilen sömürgeci güçler, Karadenizi her yönü ile işgal etmeye çalışıyor. Öncelikle hoşgörü adı altında dini faaliyetler içine giriyorlar.

Sümela’daki 88 yıl sonraki ayin Pontus’u diriltme ve hortlatma hayalidir. Tarihe not düşme adına Ekümenlik iddiasında bulunan ve ayini yöneten Fener Rum Patriği Bartolomeos Türkiye devletine ve Osmanlı Padişahlarına övücü sözler söylüyor. Hiç kimsenin Bartelomeos’a inanması mümkün değil. Türkiye Devleti ve Osmanlı’ya övücü sözler söyleyen Bartolemeos patriklik yaptığı Fener Patrikhanesindeki Kin kapısının neden açılmadığını kamuoyuna açıklamalıdır.

Yunanistan’ın Pontus’u Hortlatma hayali tesadüfî değil. Dünya’da en dinci ülkelerin başında Yunanistan gelmekte. Önceki gün kamuoyuna açıklanan Uluslararası bir araştırma endistütüsü nün anketinde Dünyada en dindar ülkeler tespit edilmiş,  Bunun başında da Kıbrıs Rum Yönetimi birinci sırada, Yunanistan ikinci sırada geliyor. Bu demektir ki, dünyayı ciddi bir şekilde etkilemeye çalışan Yunanistan Pontus u da gerçekleştirmek için elinden geleni yapmaktadır. Pontus’a geçit vermememiz lazım.

Evet, sözü Başbakan Erdoğan’a getirmek istiyorum. Gaziantep’deki iftar yemeğinde Sümela’daki ayine karşı çıkanlara cevap veren sayın Başbakan, ayinin çok basit olduğunu ve hiç bir siyasi sonucunun olmayacağını söylüyor ve ilave ediyor… “Biz Sümela’da ayine izin verdik. Bende şimdi Yunun Başbakanına Atina’daki Fatih camiini ibadete açın deme hakkına sahip oldum.”

Başbakan bu sözünün arkasında durmalı. Vakit geçirmeden, Yunan Başbakanına Fatih Camiini ibadete açın demeli. Hatta bir adım daha ileri giderek, Türkiye Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu yanına 2 bin kişi alarak Atina’da yüzyıldır ibadete kapalı olan Fatih Camiinde Cuma namazı kılmalıdır.

Olaylar bu kadar basit değil, Bu yazıyı ben basit siyasi düşünceler ile kaleme almıyorum. 3 kez Yunanistan a gidip, Atina, Selanik, Pire, Kavala, Batı Trakya, Rodos ve Girit’de Yunan polisleri ile köşe kapmaca oynayarak, belgesel çekip araştırma yapan bir gazeteci olarak Yunanlıların ne kadar çok Türk İslam düşmanı olduğunu Müslüman Türk azınlığı nasıl eritip yok etmeye çalıştığını gören birisi olarak, olayların peşini bırakmamaya kararlıyım.

Yunanlı Rumlar Karadeniz Kalesi ve surlarında Sümela’da ayin yaparak, bir gedik açtılar. Hoşgörü adı altında Karadeniz’de ki bir çok kilise tamir ediliyor. Misyonerler sözde din yayma adı altında Karadeniz’i işgal etmeye çalışıyorlar. Karadeniz’in yüksek köylerinden bir çok genç burslu olarak, Yunanistan Üniversitelerinde okutularak, Pontus misyoneri yapılıyor.
Özetle Karadeniz gerçekten elden gidiyor.

Buradan Yunanlı tarihçilere şu soruyu soruyorum. Neden Karadeniz bölgesinden mübadele ile Yunanistan’a gidenlere Yunanistan’da ikinci sınıf insan muamelesi gösteriyorsunuz? Çünkü Karadeniz bölgesinden mübadele ile Yunanistan’a giden Ortodoksları gerçek Yunanlı kabul etmiyorlar. Çünkü onlarda biliyorlar ki Karadeniz de Yunan, Grek yok, İslam öncesi gelip yerleşen Ortodoks Hıristiyan Türkler vardı. O Türklerde mübadele ile Yunanistan’a gönderildi.

Buradan bir gerçeğin altını daha çizmek istiyorum. Ekonomik sıkıntı altında inlemeyen Yunan devleti, Gürcistan ve Kafkasya bölgesinden asılları Türk olan ve halen Türkçe konuşan bir milyona yakın Ortodoks Türkü Yunan götürerek, nüfus dengesini korumaya çalışıyorlar
Bu konu ile ilgili yazılıp söylenecek çok şey var. Ancak yazımı burada noktalıyor.

Karadeniz’deki sivil toplum örgütleri ve özellikle Sümela’da ki ayine izin veren Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ı Yunanistan başkenti Atina’daki Fatih camiini ibadete açılması için çalışma yapmaya davet ediyorum.

Halk Oylamasının Arka Plânı Ne Yapmalı?

0

12 Eylül 2010 tarihinde yapılacak halk oylaması, yabancı karşılığıyla referandum, ülkenin geleceğini tayin edici bir önemli adımdır. Ancak, millet olarak bunun tam farkında mıyız? Neden “EVET” veya neden “HAYIR” oyu kullanılacağının bilincinde tam değiliz. Kısaca Türk Milleti halk oylamasına fikren hazır değildir.

Görüldüğü kadarıyla vatandaş rey verdiği ve tuttuğu partiye göre oyunu şekillendirecektir. Bu, en büyük yanlıştır ve Türkiye’de halk oylamasına uygun bir ortamın bulunmadığını gösteren bir işarettir. Vatandaşın haber alma kaynakları tarafsız değildir, güdümlüdür. Fikir ve düşünce hürriyetinin gerçek anlamıyla bulunduğu, demokrasiye has basının yer aldığı ülkelerde halk oylaması bir ölçü ve ayar olabilir. Ülkemizdeki şartlar buna uymamaktadır. Basın ve yayın kuruluşları görevlerini gerektiği gibi yerine getirememekte, gerçekleri çekinmeden Meslek ve Basın Ahlâkı Yasasına uygun olarak ortaya koyamamaktadır. Genelde demokrasinin basını bulunmadığı için halk olup bitenleri öğrenememektedir.

Anayasalar değişmez metinler değildir. Ancak, her gelen iktidarın kendi çıkarlarına göre sürekli değiştireceği, dış dayatmalarla şekillenen metinler de değildir. Bugün maalesef, her gelen iktidara kendine uygun bir anayasa yapmasının yolu açılmaktadır. Asıl gaye anayasa değişikliği değil; Türk devlet yapısının egemen güçlerin isteğine göre değiştirilmesidir. Bunun için kurumlar tanınmaz hale getirilmekte, başkalaştırılmakta, engel görülenler ise yıpratılmaktadır. Anayasa Mahkemesi ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun üye sayısının çoğunluğu eğer iktidar yanlısı olsa idi; ne değişikliğe, ne de halk oylamasına ihtiyaç kalmayacaktı.

Maalesef son anayasa değişiklikleri üzerinde siyasi çekişmeler yüzünden tam bir mutabakat sağlanamamıştır. Geniş mutabakatın sağlanamadığı bir ortamda yapılan düzenlemeler, Devletin değil; partilerin metinleri olur. Bu da ülkeyi kargaşa ortamına sürükler.

12 Eylül’de oylayacağımız anayasa değişiklikleri, ne 12 Eylül’den öç veya rövanş almaktır; ne de Kenan Evren Anayasası olarak ifade edilen 1982 Anayasası’na tepki göstermektir. Darbecilerden hesap sorma sahte gösterilerine aldanmayalım. 12 Eylül’e karşı haklı tepkilerimizi kimseye kullandırmayalım. 12 Eylül’e takılıp kalmayalım. Günümüzdeki yeni 12 Eylülleri ve sivil darbeleri fark edebilelim. Eğer hesap sorulmak istenseydi; 15. madde kaldırılırdı. İç Hizmet Yasasının 35. maddesi düzeltilirdi. Darbe edebiyatı yapanlar Evren’i en iyi şekilde ağırlayanlardır.

Aslında TSK’nin iç hizmet yasasının 35. maddesini değiştirmekle de iş bitmemektedir. Anayasada her anayasal kurumun tanımı ve görevleri belirlenmiş olmasına rağmen, TSK için bu söz konusu değildir. “Cumhuriyeti koruma ve kollama” açıklığa kavuşturulmalıdır. Kurumları yıpratmaktan vazgeçilmelidir.

Varılmak istenen hedefi görelim. Bu değişiklikler birer öncüdür. Bugün arkadan dolanarak yapılmak istenen değişikliklerle varılmak istenen hedef, Türkiye’nin mili devlet, üniter yapı ve milli kimliğinin tahrip edilmesidir. İleride Türkiye’yi Türkiye yapan Anayasanın temel giriş maddelerini değiştirmektir. Ülkenin omurgası değiştirilerek ona yeni bir şekil verilmesinin yolu açılmaktadır. Türkiye’ye dışarıdan çok milletlilik, çokkültürlülük, egemenliğin birileriyle paylaştırılması, milli ve üniter yapının ve milli kimliğin değiştirilmesi dayatılmaktadır. Hedef, Türksüzleştirilmiş arkeolojik kalıntıya dayalı bir Anadolu Cumhuriyetidir.  Demokratik ve sivil anayasa adı altında, 1919 ve 1920’lerde gerçekleştirilemeyenler, savaşsız bir ortamda ve barış içinde gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır.

“Ben milli iradeyi temsil ediyorum, her kurum ve kuruluş benim istediğim gibi olacak” anlayışı demokrasiyle bağdaşmaz. Bu anlayışta hazırlanan, şahıs ve parti diktasına bizi götürecek değişiklikler, demokrasiye kan kaybettirir. Sandıktan çıkıp belirli bir süre ülkeyi yönetmekle görevlendirilenler, gayet tabii milli iradeyi temsil etmektedirler. Ancak, Devletin var oluş ve kuruluş felsefesiyle, milli hedefleriyle ileride ters düşecek, öncü rolü oynayacak değişiklikleri pazarlayamazlar. 12 Eylül halk oylamasında ülkeyi bekleyen tehlike budur. İki üç dilli ve devletli, milletli Türkiye!

Mevcut siyasi iktidarın onayıyla bir ara kurulan Anayasa Komisyonu ve hazırlanan taslak ve taslaklar; Türk Milleti, Türk kimliği, Atatürk Türkiyesi, ülkenin birlik ve bütünlüğü, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü gibi ifadelere karşı tavır almıştır. Cumhurbaşkanı ve milletvekili yemininden “Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda”  ifadesi çıkarılmıştır. Bu maksatlı bakış tarzının ilerideki değiştirmelerde de rol oynayacağı açıktır.  Farklılıkların kutsallaştırılması, birlik ve beraberliğin dinamitlenmesi bazılarınca demokratikleşmedir.

Kendisini Türk değil; ama Türkiyeli hissedenlerin, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna ve Milli Mücadele’ye karşı olan ihanet ittifakının halk oylamasında “evet” demesi normal karşılanmalıdır. Ama bunun aksini düşünenler, kendisini Türk Milletine mensup kabul edenler, etnik taassuptan uzak olanlar, milli kimliğinin Türk olduğu bilincinde olanlar, bir kere daha düşünmelidirler.

Halk oylamasındaki konu sadece teknik hukuki bir değişiklik değildir. Dış dayatmaların etkisiyle Türkiye’ye yörünge değiştirtmektir. Biz Milli Mücadele’yi çok zor şartlar altında yaparken ve onu Cumhuriyet’le taçlandırırken, iki-üç ayrı millet ve devlet kurmak için yapmadık. Eğer bunu kabul etseydik; Milli Mücadele’yi yapmaz, Sevr şartlarına bağlı kalırdık. Bundan dolayı “tek devlet, tek millet, tek bayrak” sözlerini sık sık tekrarlayanların arkası gelecek olan bugünkü değişikliklere evet demeleri akıl alacak bir şey değildir.

12 Eylül’de vereceğimiz oyla Türkiye’nin ileride nasıl bir devlet olacağını oylayacağız. 12 Eylül’ün öcünü almanın bununla bir ilgisi yoktur. Birilerinin dolduruşuna gelmeyelim. 12 Eylül 1980 sonrasının dağınıklığından ve şaşkınlığından kurtulalım. Tek patronlu, küreselleştirilen Dünyanın ve Yeni Dünya Düzeninin tuzaklarını fark edelim. Siyasi tuzaklara ve oyunlara alet olmayalım. Genel Seçimlerde iktidar partisine oy vermiş olsak dahi; 12 Eylül’deki oyumuzun başka bir şey olduğunu kavrayalım.

Haklı ve haysiyetli tepkimizi ortaya koymanın, endişelerimizi dile getirmenin, siyasi tartışmalarda yer almak veya polemiğe girmekle hiçbir ilgisi yoktur. Onu fazlasıyla yapanlar zaten ekranlardan taşmaktadır. Tam tersine gerçekleri dile getirmek ve kamuoyunu aydınlatmak, aydın ve vatandaş olmanın sorumluluğudur.  

Anayasada Türk Milletine bir bütün olarak bakılmalıdır. Kimseye imtiyaz sağlanmamalıdır.  Vatandaşlar arasında daha fazla eşitlikçi olalım. Daha fazla eşitlikçi olmak ve kimlik tanımak demek; Devletin dili Türkçe’ye rakip bazı dilleri ve yapay kimlikleri Anayasaya taşımak, Anayasa metninden Türklüğü dışlamak değildir. Ülke sanki açık arttırmaya çıkarılmış gibi Devlete ve egemenliğe ortak aramaya kalkmayalım. Devletin meşruiyeti, devlet olma niteliklerini ve egemenliğini ona buna devretmek ve paylaştırmak değildir. Hiçbir ciddi devletin tartışmadığı ve tartıştırmadığı konuları biz demokratikleşme ve sivilleşme diye yutturmayalım. Yutturmak isteyenlere karşı da reyimizi kullanalım.

Halk oylamasının ilerideki hedefleri ve varılmak istenen asıl gaye ve şifreler göz önüne alındığında aşağıdaki soruları cevaplandırmalıyız:

  • Demokrasinin rafa kaldırılmasına, parti ve şahıs diktası kurulmasına evet mi diyeceğiz?
  • Hukuk devletinin parti devletine, bağımsız ve tarafsız yargının bağımlı ve taraflı hale dönüştürülmesini demokratik bir açılım olarak mı kabul edeceğiz?
  • Açılım maceralarıyla ülkeyi tanınmaz hale getirici, insanlarımızı birbirlerinden ayırıcı ve soğutucu, birbirine ötekileştirici gidişe oyumuzla tepki göstermeyecek miyiz?
  • Hep şikâyetçi olduğumuz insanlarımızın kamplaştırılmasını arttırıcı gidişe evet mi diyeceğiz?
  • Kuvvetler ayrılığı prensibini ortadan kaldırıp her kurum ve kuruluşu, başkalaştırıp İcranın, iktidarın emrine sokucu kuşatmaya, tehlikeli gidişe evet mi diyeceğiz?
  • Türkiye’de Türk’e karşı sürdürülen etnik ırkçılığa onay mı vereceğiz?
  • Hedef alınan değiştirmelerle birlikte Anayasada Türklük ve Türk Milleti vurgusunun dışlanmasına evet mi diyeceğiz? Bakanlar Kurulu’nun, bu gibi tavsiyelerde bulunan bir malum vakfın (TESEV) raporunu görüşmeye açması asıl niyeti ortaya koymuyor mu?
  • Devletin dilinin Türkçe olmasına karşı olduğumuz için mi evet oyu vereceğiz?
  • Anadolu’dan Milli Mücadeleyle hep beraber kovduğumuz emperyalist işgalcileri tekrar davet etmek ve onları mutlu kılmak için mi evet diyeceğiz?
  • Türk Milletini ayrıştırıcı ve ufalayıcı, milli birlik ve bütünlüğü dinamitleyen etnik fitne ve taassuba onay mı vereceğiz?
  • Milli egemenliği dışarının işbirlikçisi birileriyle paylaşmaya evet mi diyeceğiz? Özerklik taleplerini kabul edip Güneydoğumuza NATO ve BM barış gücü mü davet edeceğiz?
  • Tavizlerle terörü azdıran ve bugünkü noktaya getiren, Devlete meydan okuyan bazı belediye başkanlarını görevden alamayan, gerekli iradeyi ortaya koyamayan, bölücü ırkçıları görmemezlikten gelen, Habur Kapısında Devletin itibarını zedeleyen, örgüte moral kazandıran, çadır mahkemeleri kuran bir anlayışın halk oylamasıyla önünü mü açacağız?
  • Terörün kaynağı Irak’ın Kuzeyinde iken; orayı kalkındırmak, güçlendirmek için uğraşan, Barzani’yi muhatap alan zihniyete destek mi vereceğiz?
  • Askerin karadan Kuzey Irak’a girmemesi için Kasım 2007’de ABD ile anlaşan, Kürt sorununa siyasi çözüm bulma şartı ile sadece hava operasyonlarına izin alan bir anlayışa mı evet diyeceğiz?
  • Basını ve aydınları susturan ve sindiren, kuruluşları satın alan, fikir ve düşünce hürriyetini kısıtlayan, yargısız infazlara yol açan demokrasi ile çelişen bir zihniyete mi demokratikleşme adına evet diyeceğiz? Terörle Mücadele Kanunun kuşa çevrilmesi ve onunla mücadele edilemez hale getirilmesi tesadüf müdür?
  • Vatana ihaneti ve zinayı suç kapsamından çıkaran, misyonerliğin önünü açan anlayışa “evet” mi diyeceğiz?
  • Uygulanan politikalarla artan işsizliğe, yolsuzluklara ve yoksullaşmaya onay mı vereceğiz? Teşvik mi edeceğiz?

        Sandığa mutlaka gidiniz ve oyunuzu yakın geçmişi unutmadan kullanınız. Vereceğiniz oy, vatanımız ve demokrasimiz için hayırlı olsun.

 

AYDINLAR OCAĞI GENEL MERKEZİ

 

 

        

21. Asır’da Türk Birliği

Geride bıraktığımız 20. asrın son 10 senesinde dünyada meydana gelen bazı gelişmeler o kadar güçlü ve derin jeo-politik değişikliklere yol açmıştır ki 21. asrın gerçek başlangıç tarihinin 2001 den önce 1990’lar da vukuu bulduğu söylenebilir. İçinde bulunduğumuz 21. yüzyılın eşiğinde,  1990’lı yıllarda, dünyamızda ve özellikle   “Türklük Havzası” nda çok önemli köklü, yapısal değişmeler meydana geldi. Uzun yıllar Sovyet ve Batı bloklarını birbirinden ayıran ve asıl gerginlik kaynağı olan  “Soğuk Harp”  sona ermiş, Varşova Paktı dağılmış, Komünist Sovyet rejimi çökmüş ve Gorbaçov la, Yeltsin‘in öncülüğünü yaptıkları yeni siyasi gelişmeler, Sovyetler Birliğinin 26 Aralık 1991 tarihinde artık resmi olarak varlığını yitirmesi ile neticelenmiştir. Rusya “demokrasi” rejimine geçerek yeni bir dönemi başlatmıştır.

Sovyetler Birliğinin dağılması ile bir  ” milletler hapishanesi” ne dönüşmüş Komünist Rusya yönetiminin demir pençesi altında Rus olmayan topluluklar 1989’dan 1991 yılına kadar arka arkaya istiklallerini ilan edip Birleşmiş Milletler Teşkilatının bünyesi içinde dünya sahnesindeki yerlerini, “Müstakil Devletler” olarak,  almışlardır. Sovyet Rusya’daki bu tarihi değişim Çeçenistan savaşı ve bazı lokal olaylar dışında, kanlı çarpışmalar ve derin beşeri ıstıraplar meydana gelmeden gerçekleşmiştir. Çağımızda müstemleke devletlerinin yönetimleri altında bulunan ülkelerin istiklallerini kazanmalarında zuhur eden kanlı olaylar, Fransa’nın Cezayir örneğinde yaptığı gibi insan kaybı ve izleri hala devam eden büyük faciaları hatırladığımızda, yukarıda zikredilen Çeçenistan örneği dışında “Sovyet İmparatorluğu” nun tasfiyesi herkes tarafından takdir edilmesi gereken gerçekten olumlu tarihi bir olaydır. Bunda o dönem Sovyet Rusya yöneticilerinin her kademedeki, başta Gorbaçov ve Yeltsin daha sonra V.Putin olmak üzere şeref ve övünç payı vardır. Gorbaçov‘un Kırım’da tatilde bulunduğu sırada Moskova’da, eski komünist rejim taraftarlarının giriştikleri darbe teşebbüsünün tam bir başarısızlıkla sonuçlanması Rusya’daki değişim arzu ve iradesinin ne kadar güçlü olduğunu çok açık bir şekilde göstermiştir.

Komünist rejime dayanan Sovyet imparatorluğunun dağılıp parçalanmasının en önemli sonuçlarının başında, şüphesiz biz Türkler için, Türk halkları ve ülkelerinin müstakil devletler olarak, dünya üzerindeki yerlerini almalarıdır.1989 yılını takip eden birkaç sene içerisinde Baltık ülkeleri ile birlikte aşağıdaki, halkı Türk asıllı olan ülkeler istiklallerini ilan ettiler:

Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan, Kırgızistan, Kazakistan. 

Bu kardeş Türk soylu ülkeleri Türkiye Cumhuriyeti hiç gecikmeksizin hemen resmen tanıdı. Tacikistan, birçok değerli tarihçilere göre Türk asıllı bir halkla meskûn olmasına rağmen Farsça konuşan bir ülke olmasından dolayı bu konuda özel bir yeri vardır.

Sovyetler Birliğinin 1990’larda dağılarak, diğerleri yanında Türk asıllı, Türk dilli halkların kendi müstakil devletlerine kavuşmaları, hangi açıdan bakılırsa bakılsın fevkalade önemli, geniş tesirleri olan tarihi bir olaydır.  21. asrın hemen eşiğinde ortaya çıkan bir vakıa Türkiye ve K.K.T.C.  hariç esir milletler olarak kabul ve zikredilen Sovyet yönetimi altındaki milyonlarca Türkçe dilli Türk halkını birden kendi devleti, bayrağı,  parlamentosu, ordusu olan milletler statüsüne çıkarmıştır.

Bu tarihi değişme, hadisenin çapı göz önüne alınıp objektif bir açıdan bakıldığında hiç şüphesiz; “Türk dünyasının yeniden dirilişi” teşhisini koyabiliriz. Nitekim bu yeni Türk Cumhuriyetleri birbirlerini takiben müstakilliklerine kavuşunca o dönemin Türkiye yöneticileri, siyasi ve aydınları, başta Cumhurbaşkanları merhum Turgut Özal ve Süleyman Demirel “Adriyatik Denizinden Çin Seddi ne kadar uzanan Türk dünyasını” deyimini ortaya atıp ülkeye mal olmasını sağlamışlardır. 

Atatürk’ün Dehası

Burada,  şu tarihi, unutulmaması gereken bir hakikati de zikir etmek bizim için vecibedir: Sovyetler Birliğinin bir gün mutlaka dağılacağı ve Rusya’nın yönetimi altındaki Türk asıllı kardeşlerimizin hür olacaklarını en açık bir şekilde gören ve en net bir ifade ile açıklayan milletimizin, dahi ve kahraman evladı, cumhuriyetimizin kurucusu merhum aziz Mustafa Kemal Atatürk olmuştur. 1930’ların başında O’nun söylediği su sözler uzağı görebilme yeteneğinin inkar edilmez bir örneği ve biz Türkiye Türklerinin tarihi görevini hatırlatan milli emanetidir:

 “Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya – Macaristan gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprülerini sağlam tutarak. Dil bir köprüdür, Tarih bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarih içinde bütünleşmeliyiz. Onların (Dış Türklerin) bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli” 

– Atatürk –

Yukarıdaki sözleri ile Atatürk 1930’ların başlarında 60 yıl sonrasını görerek, demir yumruk bir diktatörlükle yönetilen ve hiç yıkılmayacak gibi görünen bir rejimin kendi içinden hem de hiçbir büyük zorlamalar olmadan çöküp yıkılabileceğini, O’nun kelimeleri ile “parçalanıp,ufalanabileceğini” net bir şekilde ifade etmiştir. Böylece kendisi için Batı’da söylenen “20. asırda yetişen ender dahi. O da Türk milletine nasip oldu” teşhisinin doğruluğu bir defa daha kanıtlanmıştır.

Türk kamuoyundaki “Türk Dünyası”na karşı hassasiyet, ilgi 1990’ların başında Sovyetler Birliği çözülmeye başladığında hiç şüphesiz eski dönemlere göre çok daha yüksek seviyede idi. Bunda kitle iletişim vasıtalarının gelişmesi ile Türk dünyası ile meşgul olan dernek, vakıf gibi teşekküller ve yayınların ön planda rolü olmuştur.

Dolayısıyla Gorbaçov‘la birlikte Sovyetlerde başlayan değişim süreci Türkiye’de yakinen ve ayrıntıları ile takip edilmiş ve özellikle de Türk asıllı soydaşlarımızın yaşadığı bölgelere karşı büyük bir ilgi artması gözlenmiştir. Sovyet Rusya’da başlayan siyasi süreç içinde, asırlarca çarlık Rusya ve komünist rejimin esiri haline düşmüş ve sömürgeleşmiş Türk yurtları bir bir önce “egemenlikleri” ve arkasından da “istiklal”lerini ilan edip müstakil devletler haline geliyor, Birleşmiş Milletlerin önüne bayraklar göndere çekiliyordu.

Bütün dünyanın ve Türk milletinin gözleri önünde adeta bir “mucize” cereyan ediyordu. Bu Türk Asıllı ve Türkçe dilli ülkeler hiçbir çatışmaya girmeden silahların namluları konuşmadan, bombalar patlamadan tek tek müstakil oluyor ve “Türk Cumhuriyetleri”nin sayıları artıyordu.

1990’ların başındaki bu dönemde Türkiye belki rahmetli Atatürk‘ün 60 yıl önce işaret ettiği hedefi tam takip edip hazırlanmamıştı; fakat devletimizin yönetimi artık 1950 öncesinin kompleksleri olmayan, Türk Dünyası konusuna tam sahip çıkacak bilgili, cesur, şuurlu vatanperver, somut projeleri gerçekleştiren enerjik lider ve icracı kadroya sahipti.

Yakın ve şahsi gözlemlerim şunu göstermişti ki o dönemde devletimizin başında merhum Turgut Özal ve Cenab-ı Hak’tan uzun ve sağlıklı ömür dilediğim Süleyman Demirel‘in Cumhurbaşkanı olarak bulunması ve merhum Alparslan Türkeş’in bütün imkânları ile gayret sarf etmesi Türk dünyası için Yüce Yaratanın bir lütfü olmuştur. Tarih onların, en kritik bir dönemdeki bu mühim hizmetlerini şimdiden kaydetmiştir. Türk milletinin her bir ferdi olarak bizler onlara şükran borçluyuz. Onların isimleri ve onlara karşı duyulan sevgi bugün Adriyatik’ten Çin seddine kadar her yerde izhar ediliyor. Halk onlardan razıdır, Halik’ta razı olsun. Büyük mücahit ve devlet adamı KKTC’nin eski Cumhurbaşkanı Sayın Rauf Denktaş’ı burada zikretmemek mümkün mü? 

Namık Kemal Zeybek, kritik başlangıç döneminin Kültür Bakanı; Köksal Toptan, Milli Eğitim Bakanı; Abdullah Gül, ilk dönemin Devlet Bakanı, sonradan Başbakan, Dışişleri Bakanı ve Cumhurbaşkanı”

Türkiye’mizin bu müstesna liderleri gönülleri, fikirleri ve yorulmak bilmeyen enerjileriyle yeniden dirilen Türk Cumhuriyetleri ve toplulukları için çok önemli adımlar atmışlar, projeler gerçekleştirmişler, kısa sürede elle tutulur neticeler almışlardır.  

Birleşen Ülkeler

Merkezi Newyork’ta olan Birleşmiş Milletler Teşkilatına üye devletlerin sayısı 200’e yaklaşmıştır, önümüzdeki senelerde bu sayının daha da artacağı söylenebilir. Bu devletleri kuran milletlerden, kökü tarihin derinliklerine kadar inen, bugüne kadar kimlik ve varlıkların devam ettirmiş, devletler kurup geniş coğrafi alanlarda hüküm sürmüş olanların sayısı, aşağı yukarı iki elin parmakları kadardır. Bu milletleri, doğudan batıya doğru sayarsak şu tespitleri yapabiliriz: Çinliler, Türkler, Moğollar, İranlılar, Araplar, Grekler, Mısırlılar, Romalılar, Slav, Germen ve Anglo-Sak sonlar.

Bunlar arasında Türkler menşei, Asya olan ve tarihin seyri içinde batıya doğru yayılarak Avrupa topraklarına da yerleşip varlıklarını sürdüren ve o topraklarda da devletler kurmuş bir Asya-Avrupa (Avrasya) milletidir.

2. Dünya savaşı sonrası dönemde ortaya çıkan en önemli jeo-politik değişiklilerden biriside, hiç şüphesiz bazı ülkelerin aralarında kıtasal ve bölgesel “Birlikler” kurmaları bunları zaman içinde geliştirmeleridir.  Bu “Birliklerden” en fazla ön plana çıkan kıtasal boyutta olan “Avrupa Birliği” dir.

20. Asrın ikinci yarısında ülkeler arasında kurulan Birlikler şüphesiz sadece AB’den ibaret değildir. Çeşitli müşterek özelliklerden dolayı zamanımızda fonksiyonel Ülke Birlikleri kurulmuştur ve devam etmektedir.  Bunlardan bazıları şunlardır:

  • § Arap Birliği
  • § Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi (NAFTA)
  • § Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (EKİT)
  • § Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT)
  • § Karadeniz İşbirliği Teşkilatı
  • § Uzak Doğu ve Afrika’daki Birlikler
  • § Avrasya Ekonomik Topluluğu ve diğerleri…

Görülüyor ki çağımızın şartları ülkeleri “Birlikte”liklere sevk ediyor.

Türk Havzası

Türklerin bir “ulus” olarak tarih sahnesine çıkmaya başladıkları topraklar bugünkü coğrafi isimlendirmelerle Kazakistan, Moğolistan, Sibirya’nın güneyi ve Doğu Türkistan olsa da, Türk boyları tarihi seyir içinde daimi olarak, batıya, güneşin battığı topraklara doğru bir hareketlilik, yayılma, yerleşme durumunda olmuşlar ve oralarda hâkimiyet tesis edip devletler kurmuşlardır. Uzun asırlar boyunca ve birbirini takip eden dalgalar halinde Hazar Denizinin güneylerinden ve kuzeyinden devranı eden bu göç-yerleşme ve devlet kurma şeklinde ortaya çıkan süreç sonuçta Avrasya bölgesinin güney kuşağında bir “Türk Havzası” meydana getirmiştir. “Türklerin Tarihi” esas olarak bu “Havza” içinde ve etrafında oluşmuş, en önemli siyasi olaylarımız, kültür ve san’at mirasımız, halklarımızın yerleşimi bu “Havza”nın sınırları içinde vücut bulmuştur. Bu “Türk Havzası” bizim kendi tabirimizle, doğudan batıya, bir ucu Moğolistan’daki “Orhun Anıtları”ndan Avrupa topraklarındaki Mostar ve Drina köprülerine kadar uzanan bölgedir. Bugün de halklarımız, tarihimiz, eserlerimiz, kültürümüz, varlığımız bu geniş “Havza”dadır.

Sovyetlerin dağılış sürecinde, yeni Türk devletleri ve toplumları ortaya çıkarken, 1990-2000’li yıllarda, o zamanki Türk yönetici ve ilgililer, Türk varlığını yer aldığı bu bölge için yaygın olarak “Adriyatik’ten Çin seddine kadar Türk Dünyası” deyimini kullandılar. Sonradan bazı devletler nezdinde uyaracağı siyasi hassasiyeti düşünerek sadece genel bir manada “Türk Dünyası” tabirini tercih ettiler.

Bizler hangi söyleyiş tarzını tercih edersek edelim, bugün, Avrasya kıtasının güney yarısında bir “Türk Havzası” gerçeği vardır. Tarih, kültür, demografi ve hatta siyasi olarak bu gerçek ortadadır ve bölgede barışın sağlam temellere istinat etmesinde önde gelen bir unsurdur.

Birlik Şuuru

Sovyetler Birliğinin dağılması sonucunda dünya sahnesine çıkan müstakil Türk Cumhuriyetlerinde       -Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Kazakistan’da – bütün dünya Türklerinin, dil, din, kültür, tarih, coğrafi devamlılık v.s. alanlarında bir “bütün” teşkil ettikleri bilinci yaygınlaştı ve gittikçe zihinlerde ve duygularda kuvvet kazandı. Bu gerçeğin ortaya çıkmasında şüphesiz en önemli faktör Rusya Bolşevik İmparatorluğunun dağılması ile demir perdenin yıkılması sonucu bu ülkeleri Türkiye’den ayırtan duvarların, engellerin ortadan kalkmasıdır. Nitekim Türk dilli ülkelerin Rusya’dan ayrılmaya başlaması ile birlikte, onlarla Türkiye arasında temaslar, seyahatler, işbirliği süratle gelişti ve yaygınlaştı. İlk toplu ziyaretlerden birisini Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB)  Başkanı olan eski İstanbul Milletvekili, Sanayi ve Ticaret Bakanı Ali Coşkun’un başkanlığında bir iş adamları heyeti Türkistan’a, bir diğerini de İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyelerinden ve                  Türk Dünyası Vakfı Başkanı Prof. Dr. Turan Yazgan öncülüğünde, Azerbaycan’a giden akademisyen, yazar, gazeteci ve serbest meslek sahiplerinden oluşan kalabalık bir grup olmuştur. Bu ziyaretleri, başkaları takip etmiş ve her meslekten kişilerin yaptıkları seyahatler çoğalarak devam etmiştir.

Yeni müstakil Türk Cumhuriyetleri ve toplulukları ile yapılan karşılıklı ziyaretler resmi kuruluşlar arasında da önem kazanmış, en üst seviyelerde görüşmeler yapılmış ve bu vesilelerle “Birlik” duyguları açık bir şekilde dile getirilmiştir. 9. Cumhurbaşkanımız Sayın Süleyman Demirel’in Kırgızistan’ı ziyaretlerinde O’nu karşılayan Kırgız eski Cumhurbaşkanı Sayın Asker Akayef konuğuna hitaben “Asırlarca önce anavatanınız olan buraları atlarla terk edip Anadolu’ya gittiniz, şimdi ise buraya uçaklarla geri geliyorsunuz” demiştir. Sayın Akayef’in bu manalı sözleri birlik şuurunu dile getirmesi bakımından çok söylendi ve yazıldı.

Bu birliği ve aynı milletin değişik devletleri olma gerçeğini en güzel ifade eden açıklamalarından birisini merhum Azerbaycan Cumhurbaşkanı Sayın Haydar Aliyef yapmıştır. “Biz iki devletiz, Azerbaycan ve Türkiye, fakat tek bir milletiz” Başta Türk devletleri olmak üzere dünyadaki Türklerin sosyolojik, kültürel ve en geniş anlamda, inanç olarak bir tek millet olduğunu en iyi bir şekilde, daha nasıl ifade edilebilir.  Aynı söylemi diğer müstakil Türk dilli ülkeler içinde ifade edebiliriz: “Biz 7 Devlet ve fakat bir Milletiz”

Türkiye Cumhurbaşkanlarından merhum Turgut Özal ve Demirel Türk devlet ve topluluklarına daima “kardeş”ler olarak bakmışlar, “Türk Havzası”ndaki insanlarımızı bir bütün halinde “Adriyatik’ten Çin seddine kadar Türk Dünyası” ifadesi ile tanımlamışlardır. Cumhurbaşkanımız Sayın Doç. Dr. Abdullah Gül de Türk Devlet ve topluluklarına öncelikli bir önem vermiş ve o ülkelerle olan bağlarımızı daha da güçlendirmek için devamlı çaba göstermiştir. Kendisinin ve ülkelerin devamlı çabaları sonucu “Nahcivan Anlaşması “ (Türk Konseyi) imzalanmıştır.

Birleşmeye Giden Yol

Dolayısıyla bugün Türkiye ve K. Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile birlikte sayıları 7 olan “Türk Devletleri”nin aralarında çok sıkı ve yoğun işbirliği yapmaları, belirli alanlarda, ekonomi, eğitim, kültür, beşeri kaynaklar, dış politika, savunma v.s. gibi konularda birlikte kararlar alıp, beraber hareket etme kural ve kurumlarını tesis edip dayanışmalarını sağlamaları daha gerçekçi bir hedef olarak kabul edilebilir.

Tarihi bir bakış açısıyla “Birlik” konusu ele alındığında, Türk tarihini inceleyenler Türklerin millet olarak “Birlik” haline geldikleri iki döneme işaret etmektedirler:

1. Göktürk İmparatorluğu,

2- Büyük Timur İmparatorluğu

Hazar Denizinin batı kesimini sadece ele aldığımızda, Türk Havzasının bu coğrafyasında yaşayan Türkleri ise tarihte Osmanlı Devleti bir devlet ve bir bayrak altında toplamıştı. Osmanlı Hanedanlığı, Yavuz Sultan Selimle birlikte 20. Asrın ilk çeyreğine kadar İslam Hilafeti unvanının sahibi olduğundan doğu Türklerini de temsil ediyordu. Çarlık Rusya’sı Osmanlı topraklarında yaşayan Ortodoksların hamiliğini kazanmak karşılığında kendi Müslüman tebaasının dini konularda İstanbul’u merkez karar verici olarak tanımalarını resmen kabul etmişti.

Türk Konseyi

Bugün ise 7 Türk devleti arasında gerçekleştirilebilecek danışma, müzakere, karar verme ve ortak uygulamalar şeklinde ortaya çıkarılacak “Birleşme” formülleri dünyevi alanları kapsayacaktır. Türk devletlerinin hep birlikte belirleyebilecekleri “birlik” kural ve kurumlarını gerçekleştirme hedefine karşı ileri sürülebilecek itirazlardan birisi de Türkiye’nin esasen “Avrupa Birliği” asli üyeliği yolunda ilerleme sağlama çabasında olduğu düşüncesidir.

Bu mülahazaya karşı şu 2 noktayı hemen belirtmekte fayda vardır: 1. Türkiye’nin AB’ye asli üyeliği, onun Türk Dilli Devletler arasındaki bir birliğin üyesi olmasına asla engel teşkil etmez. ” Türk Birliği” kuruluşu yapılandırılırken bu nokta şüphesiz göz önüne alınıp, en uygun formülasyon tespit edilecektir.

2- Bugünkü durumda, Türkiye’nin AB’ye tam asli üye olarak girmesinin önüne çıkarılan engeller küçümsenemeyecek, hafife alınamayacak kadar ciddi ve devamlılık gösterecek niteliktedir. Bazı ön plandaki AB ülkeleri Türkiye’nin nihai kabulünü kendi halklarının “referandum” kararına bağlamaktadırlar.

Fransa, Almanya ve Avusturya, Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine karşı olduklarını şimdiden açıkça ve mükerrerin beyan etmişlerdir. Yunanistan ve güney Kıbrıs yönetimi “red” tutumunu, siyasi hesap gereği şimdilik çok açık hale getirmeseler de, zaman zaman “tehdit” tonuyla dile getirmektedirler. Bazı eski üyelerde, Hollanda ve Danimarka gibi, halen Fransız-Alman eksenine paralel bir tutumun içine girmişlerdir.

Dolayısıyla, Türkiye’nin AB üyelik sürecini ileri sürerek Türk Dilli Devletlerin Birliğine olumsuz bakmak hatalı ve bizleri dünya ülkeler yarışında geriye düşürecektir. 

Esasen, bu gerçek şüpheniz göz önüne alınarak, 2007 yılında Azerbaycan’ın Başkenti Bakü’de toplanan “Türk Kurultayında aşağıdaki 1 numaralı tavsiye kararı 7 müstakil Türk devletinin de katılımıyla ve oy birliği ile kabul edilmiştir:

Karar 1- “Türk Dili Konuşan Devletler Birliği’nin yaratılması için zaruri, ilmi, ideoloji, kurumsal ve hukuki zeminin şekillendirilmesine başlamak amacı ile ilgili konseptin hazırlanması gerekli görülür.”

Bakü Türk Kurultayının 2. kararı ezcümle şöyledir:

Karar 2 – Kurultay Türk Dili konuşan ülkelerin devlet başkanlarının “daimi sekreterlik” oluşturması fikrini alkışlıyor ve bu teklifin Türk Dünyası arasındaki dostluk, işbirliği, ilişkilerin daha da dinçleştirilmesine, halkımızın kadim tarihe sahip çok asırlık kardeşlik münasebetlerinin inkişafına destek olacağını bildirir ve Türk Dili konuşan ülkelerin muvafık devlet ve hükümet yapılarını bu istikamette tedbirler almaya çağırır.”

Yukarıdaki karar metinlerinden açıkça görüldüğü gibi 2007 Bakü Türk Kurultayı “Türk Dili Konuşan Devletler Birliği”nin kurulması; Devlet Başkanları zirvesinin “daimi sekreterliğe kavuşturulması ve bunların gerçekleştirilmesi için “muvafık devlet yapılarını bu istikamette tedbirler almaya” çağırmaktadır.

Bu kararlar, açıkça görüldüğü gibi, Türk devletlerinin aralarında bir “Birlik” oluşturmaları hedefinin gerçekleştirilmesi istikametinde atılmış çok önemli adımlardır ve her devletin kendi uygun devlet organlarının gerekli tedbirleri almasını talep etmektedir.

Nitekim 2007 “Bakü Türk Dünyası Kurultayı” nın bu önemli kararları netice vermiş ve 3 Ekim 2009 günü Azerbaycan’ın Nahcivan şehrinde toplanan “Tarihi Zirve”de ” Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi” nin (Türk Konseyi) kurulması kararlaştırılmış ve buna ait anlaşma taraflarca imzalanmıştır.

Safhalar:

Türk Devletleri, aralarında bir birlik oluşturma irade ve kararlılığını gösterdikten sonra bunun yapısını, hiç şüphesiz, kendi iç şartları ve dünya konjonktürüne uygun olarak şekillendireceklerdir. Böyle bir birliğin başlangıcından nihai yapısını alana kadar birbirini takip eden değişik safhalardan geçeceği, bir zaman sürecini takip edeceği tabiidir. Dünyada görülen ve başarılı olan diğer birliklerin, bütünleşmelerin bize öğrettiği ders budur.

Türk Birliği“nin bir olgu olarak meydana gelebilmesi için, genel olarak, şu safhalardan geçmesi gerekeceği söylenebilir:

1. Birleşme fikir ve şuurunun halkın bütün katmanlarında yaygınlaşıp benimsenmesi.

Her bir Türk devletinin kendi milli varlığı ve sınırları ötesinde diğer kardeş Türk devletleri ile bugününü, yarınını, kaderini paylaşabilmesi ancak bu hedefin halkın bütün katmanlarının fikren ve duygu olarak güçlü bir şekilde kabul edilmesine bağlıdır.  Bu fikir ve tercih şüphesiz ki demokratik ve tamamen serbest bir ortamda vücut bulmalıdır.

Halklarımız arasında, devletlerimizin birliği fikrini en güçlü olarak besleyecek kaynak öncelikle Türklerin tarihidir. Tarihimiz bize, geniş manasıyla “büyüyemezsek küçülürüz” gerçeğini çok açık bir şekilde öğretmiştir.

2. Kültür ve Manevi değerlerde Müştereklik

Türk havzasındaki Türk halkları ortak kültürel ve manevi değerlere sahiptirler. Türkçe hepimizin müşterek dilidir. Bu gerçeği vurgulamak ve Türk Dünyası deyimini karşılamak için aynı manada ve fakat “devlet” olgusunu da belirtmek için “Türk dilli Devletler” deyimi, özellikle resmi nitelikli lisanda kullanılmaktadır. Tarihimizin seyri içerisinde geniş Türk Havzasında, dilimizde bölgesel farklılıklar ortaya çıkmıştır. Almaata’da, Taşkent’te konuşulan Türkçe ile Bakü ve İstanbul’da konuşulan ve yazılan Türkçe arasında farklar oluşmuştur. Bu tür farklılıklar diğer yaygın diller arasında da mevcuttur. Fakat bizim, Türk toplulukları arasında konuşulan Türkçe farklılıklarını giderebilmek, tek ölçüde (standart) bir Türkçe oluşturabilmek için yeni, devamlı ve kararlı çabalar sarf etmemiz gerekmektedir. Bu pek de zor bir gayret değildir. 2007 Bakü “Türk Kurultayı Sonuç Bildirisi”nin böyle bir dil anlayışı içinde kaleme alındığı anlaşılmaktadır. Bildiride “İstanbul Türkçe’si” ile Azerbaycan ve doğu Türkçe sinin uyumlu bir terkibi başarılı bir şekilde kullanılmış ve “ortak Türkçe”nin güzel bir örneği verilmiştir.

Manevi değerlerimizin temelinde kutsal İslam dini vardır. 10. Asırda Karahanlılar ve İdil-Ural Hanlıklarından bugüne kadar İslâmiyet bazı istisnalar dışında, dünya Türklüğünün tek dinidir. Türkler İslam inancından büyük güç almışlar, Müslüman milletlerin öncüsü ve koruyucu olmuşlardır. Öyle ki uzun asırlar özellikle batılılar Türk ve Müslüman tabirlerini aynı manada kullanmışlar, Balkanlarda Müslümanlığı kabul eden kişi ve topluluklara “onlar artık Türk oldu” denilmiştir.

Kültürel bütünleşme çabalarında yazı (alfabe) birliği hayati öneme haizdir. Müşterek “Latin Alfabesi”ne geçen “Türk Dilli” ülkelerin bu kararları takdire değer.

3. Ekonomik İşbirliği ve Bütünleşme

Türk devletleri arasından en önde gelen birleştirici faktörlerden birisi de hiç şüphesiz iktisadi alanda olmalıdır. Toplumlar, genelde, devletlerarasındaki işbirliği ve birlik hareketlerinin, sonunda kendi hayat seviyelerine olumlu katkı getirmesini beklerler; birleşme ile refah düzeylerinin yükselmesinin paralel gitmesini talep ederler.

Türk devletlerinin birlik girişimlerinde de yoğun bir “işbirliği safhasından” ekonomilerin bütünleşmesi” ne kadar devam edecek bir çizgi takip edilmelidir.

4. Siyasi Birlik

Türk Devletleri Birliği, tek tek Türk devletlerinin varlık ve egemenliklerini ortadan kaldırmayacaktır. Fakat birleşme süreci içinde pek çok konuda “siyasi beraberlik” siyasi danışma ve dayanışma” mekanizmalarının işletilmesi gerekir. Aksi halde siyasi bir güç sergileyemeyen bir birliğin yaptırım etki ve itibarı söz konusu olamaz.

5. Savunmada Birlik

Savunmada caydırıcı bir güç sergileyemeyen herhangi bir birlik etkinlik ve devamlılık sağlayamaz; başka devlet ve silahlı sistemlerin yönlendirmesine maruz kalır. Dolayısıyla genelde savunma alanında birliktelik, özellikle de savunma sanayinin geliştirilmesi müşterek bir hedef halinde ele alınması zaruridir.

Yukarıda sıralayıp, her birini birkaç cümle ile işaret ettiğimiz hususlar, halen mevcut müstakil Türk devletlerinin aralarında bir “Birlik” kurmalarını kararlaştırdıklarında göz önüne almaları gereken ana çerçevenin unsurlarını teşkil etmektedir. Hiç şüphesiz ki tarihi bir nitelikte olacak olan böyle bir “Birleşme” irade ve süreci çok ciddi ve çeşitli meseleleri ele alıp çözüm tercihlerini, temel prensipleri ve kurumsal yapıyı belirlemesi zaruridir.

Bütün bu işaret ettiklerimiz ve diğer boyutlar, başlangıçta tespit edilemeyen başka meseleler, şüphesiz ki bir zamanlama içerisinde ve safha safha çözümlere kavuşturulacaktır. İnanç, sabır ve tecrübe zorlukları aşmakta belirleyici vasıflardır.

Çağımızın bize öğrettiği, “Birleşme” için takip edilecek yolun, demokratik, halklarımızın serbest iradesinin sonucu, dengeli, barışçı, gelişmeci ve ortak manevi değerleri yönünde olmasıdır. Başarı aklın ve maneviyatın ürünü olacaktır. Böylece asırlar önce, 730 – 732 ve 735 yıllarında büyük atalarımızın Asya’nın kalbinde, “Orhun Abidelerindeki, vasiyetleri bir defa daha gerçekleşmiş olacaktır:

“… Fakat gök Tanrı, Türk’ün bu haline acıdı. Türk milleti yok olmasın, eskisi gibi cihanın en yüce milleti olsun diye, babam İlteriş Kağan’la anam Elbilge Hatunu Türklere hakan kıldı. Tanrı güç verdi, babamın Türk ordusu kurt, Türk düşmanları koyun oldu. Düşmanlar, kurt önünden kaçan koyunlar gibi dağılıp gitti. Hakan babam, doğudan batıya at koşturup Türk milletini tekrar topladı, birleştirdi. Türk devletini diriltti.

Ey Türk Oğuz Beyleri! Üstten gök çökmedikçe, alttan yer delinmedikçe bil ki, Türk milleti, Türk yurdu, Türk devleti, Türk töresi bozulmaz. Ey Türk milleti! Kendine dön!  ”

Bilge

Kitap, Yazar ve Okur

0

Günümüz nesilleri çok şanslı. Neden derseniz? Neşriyat ve yayınların bolluğu, çeşitliliği ve her sahada kaleme alınan eserlerin mevcudiyeti; zamanımız nesil ve kuşakları için sevindirici bir husus.

Her daldaki yerli yayın, yani kendi insanımızın kaleme aldığı her alandaki edebiyat / yazın, tarih, fen ve teknik üzerine yapılan çalışmalar, ortaya konan eserler göğsümüzü kabartıyor.
Yine her konuda tercüme edilip, dil ve lisanımıza aktarılan eser ve yapıtların büyük yekün tutması da işin cabası.

Hele kitap ve dergilerin baskılarındaki nefaset işin bir başka yönü. Bundan kırk elli sene evvel, yabancı dergilerin kaliteli kağıtlara basılmış nefis halleri, hep dikkatimi çekmiş; Türk naşir ve yayıncıların da, bu şekilde baskı yapacak günleri, adeta iple çekmişimdir. Çok şükür, bugün Türkiye’de çok güzel, mükemmel dizayn ve tertip edilmiş enfes eserlerimiz göz kamaştırmakta. Kitapçılığımızla iftihar etmekten kendimizi alamamaktayız.

Fakat, beni düşündüren husus: Bir kısım gençlerimiz; büyük bir iştiyak ve istekle, ilgi duydukları konularda, özellikle din ve ilahiyat mevzularında okumakta, adeta birbiriyle yarış halindeler. Elbette okumaya bu denli meyilleri takdire şayan.

Lakin, okumalarda önceliği, o konudaki tercüme eserlere vermelerini doğru bulmuyorum. Şüphesiz, dinsel konularda diğer ülke alim ve bilginlerinin de eserleri okunmalı ve zaten okunuyor. Üstelik, bu husus gayet güzel bir şekilde gerçekleştiriliyor.

Belirtmek istediğim nokta: Bu eserlerden önce, o konuda yazılmış kendi alimlerimizin eserlerine, okuma önceliği vermemiz gerekir diye düşünüyorum. Önce, kendi eserlerimizi mütalaa edelim. Sonra, acaba aynı konuda onlar nasıl bir mütalaa ve yorumda bulunmuşlar diye, onları da okumaktan geri kalmayalım. Lakin önceliği kendi içimizden çıkan alimlerimize vermemizi daha uygun görüyorum.

Zira bunun böyle yapılmayışı, mes’elelere bakış ve düşüncelerde; ihtilaf ve derin ayrılıkların ortaya çıkmasına vesile ve sebep oluyor. Ayrıca, bazı önemli ve hayati mes’elelerde keşmekeşliğe ve karışıklığa yol açıyor. Hatta kardeşliği zedeliyor, ittihat ve birliğe zarar veriyor. Vicdan ve kalplerde manevi gedikler açıyor. Birlik ve beraberliğe gölge düşürüp, nerdeyse tehlikeli bir mahiyet arzediyor.

Oysa, öyle değerli klasik eserlerimiz var ki, dünya aydınları; bu eserlerin içimizde çıkmasına gıpta ederken, kendi gençlerimizin milletin öz bağrından fışkırmış; mesela Mevlana gibi zatların eserlerinin kapağını bile açmaya lüzum hissetmemesi, çok hazin ve üzücüdür.

Yine içimizden yetişmiş, kesbi bir alim olan M. Hamdi Yazır gibi, klasik tefsirde aşılamamış devasa bir tefsir ortaya koymuş, ilmii seviyesinden dolayı iftihar ettiğimiz ve etmemiz lazım  gelen  çok muhterem allame bir zat; dev eseriyle karşımızda dururken; bunu hiç hesaba katmadan, diğer İslam alimlerin tercüme eserlerine  -ama sırf onlara-  kıymet vererek; kendi alimini kaale almamayı, ben şahsen büyük bir eksiklik olarak görüyor ve bu durumdan dolayı çok müteessir oluyor, çok üzülüyorum.

Yanlış anlaşılmasın. Türkiye dışındaki muhterem zatların da, eserlerini okuyalım. Ama bu; önceliği kendi alimlerimize vermekten bizleri alıkoymamalı.

Evet, önce kendi tarihçilerimizden tarihimizi, kendi edebiyatçılarımızdan edebiyat ve yazın hayatımızı, kendi ilahiyatçılarımızdan İslamiyeti öğrenip; daha sonra, diğer İslam alimlerin eserlerine de yönelmeli, Batı edebiyatçıların edebi / yazınsal yapıtlarını da incelemeli,
yabancı tarihçilerin kitaplarına da bakmalı.

Belirttiğim gibi, önce kendi yurdumuzu tanımalı, önce kendi tarih ve geçmişimizi bilmeli, önce kendi edebiyatımızı okumalıyız. Ve tabii, dinimizi önce kendi alimlerimizin yazdıklarından öğrenmeliyiz.

Böyle yapmalı ki, Türkiye dışındaki gelişmeleri kendimizle kıyas edebilelim. Eksiğimiz gediğimiz varsa giderelim. Alınacak bir husus çıkarsa, hemen alalım. Velhasıl düstur ve prensibimiz: “Huz ma safa, da’ ma keder.” Olmalı. Yani: “Her şeyin iyisini al, acı ve keder vereni bırak.”

Türk aydınların; ister sağcı olsun ister solcu, ister inanan olsun ister inanmayan; her iki kanadın ortak bir yanlış tutum ve davranışları var! Ki o da şudur:

Her iki cenah da, her hususta ağırlığı  -ne hikmetse-  dış ülke yazar ve eserlerine vermekte. Onların yazıp çizdikleri ve söylediklerini; tutulacak yol olarak görmekte. Doğruları, dışarıda ve dışarıdakilerde aramakta. Sadece onlardan esinlenerek, Türkiye’de yol-yordam göstermeye kalkmaktadırlar.

Nasıl mı? Şöyle: İnananlar, İslam alemindeki şahsiyetlere tam manasıyla bağlanmakta. Yazdıkları eserleri baş tacı etmekte. Onlara olduğundan fazla değer vermekte. Kendi yerli alimlerin eserlerinden üstün tutmakta. Bırakın günün eserlerini, yerli klasik / ölmez eserleri bile okumaya layık görmemekte. Hatta kimileri onlara karşı dudak bükmektedir.

Oysa, biz diyoruz ki, elbette İslam Alemi’ndeki eserlerden Türkçe’ye çevrilen değerli eserler okunsun ve okunmalı. Ama bunu yaparken, kendi eserlerimizi bir kenara iterek, onları nisyana mahkum etmemeliyiz.

Keza / bunun gibi, inançtan uzak veya en azından  inanç karşısında ihmalkar davrananlar; Batılı yazarların eserlerine düşkün oldukları, Batılı eserlere tutkun oldukları kadar; kendi insanınca yazılmış eski ve yeni eserlere, hatta değeri hiç azalmayan, aksine gittikçe kıymetlenen tarihi, klasik / kalıcı eserlere karşı bigane kalmakta, adeta sırtlarını çevirmektedirler.

Oysa, elbette Batılı yazarların eserlerini okuyacaklar ve okumalıdırlar. Ama bu; kendi öz yazarlarını ve onların eserlerini ihmal etmek bahasına olmamalı.

                    Müzminleşti yanlış bir eğilim: İlle de ya Doğu ya Batı!
                    Kendimiz olacağımız vaktin, hala gelmedi mi saatı?