13.8 C
Kocaeli
Salı, Eylül 30, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1185

Su ve Sağlık

Yerel yönetimlerin önemli bir görevi de bölgesinde yaşayan insanların günlük su ihtiyacını karşılamaktır. İnsanların yaşadığı mekanlarda temiz, güvenli ve ihtiyaca yetecek bir suyu vatandaşa ulaştırmaktır. Kocaeli Büyükşehir Belediyesi bünyesindeki İSU Genel Müdürlüğü Bu hizmeti yürütmekle yükümlüdür.

Su insan yaşamı için havadan sonra gelen en önemli ihtiyaç maddesidir ve beslenmemizin vazgeçilmez bir parçasıdır. İnsan, besin almadan haftalarca canlılığını sürdürebildiği halde susuzluk durumunda ancak birkaç gün yaşayabilir. İnsan vücudunun su içeriği yaşa ve cinsiyete göre %42 ile 75 arasında değişmekle birlikte yetişkin insan vücudunun ortalama %60’ı sudur. Vücut fonksiyonlarının yürütülmesinde, metabolizmanın dengesinin sağlanmasında ve vücutta pek çok biyokimyasal reaksiyonun gerçekleşmesinde su son derece önemli rol oynamaktadır.

Su;

– Besinlerin sindirimi, emilimi ve hücrelere taşınmasında,

– Hücrelerin, dokuların organ ve sistemlerin düzenli çalışmasında,

– Metabolizma sonucu oluşan zararlı maddelerin taşınması ve vücuttan atılmasında,

– Vücut ısısının denetiminin sağlanmasında,

– Eklemlerin kayganlığının sağlanmasında,

– Çeşitli biyokimyasal olayların gerçekleşmesinde yardımcıdır.

Büyüme ve vücut fonksiyonlarının yerine gelmesi için yeterli su alımı çok önemlidir. Ayrıca yapılan çalışmalar uygun miktarlarda günlük su tüketiminin;

– Soğuk algınlığı,

–  kabızlık,

– idrar yolu enfeksiyonları,

– cilt sağlığının korunması,

– organizmanın toksinlerden arındırılması,

– kilo kontrolü programlarında zayıflamaya yardımcı olması, cildin nem ve elastikiyetinin düzenlenmesinde rol oynadığı bilinmektedir.

Soğuk günlerde üşüdüğümüzde veya yazın çok sıcak, rutubetli günlerin olduğu gibi aşırı sıcaklık durumunda, vücudun normal sıcaklığını korumak için suya olan ihtiyacı artmaktadır. Sıcak, nemli havalarda vücut terleyerek sıvı kaybını artırır. Bu sebeple terlemeye göre su ihtiyacımızın karşılanmasına özen göstermeliyiz.

Bunun İçin;

– Sabah kalkıldığında ilk yapılması gereken işlerin başında 1 bardak su içmeliyiz,

– Her tuvalet sonrası,, kaybedilen sıvıyı yerine koymak için 1 bardak su içilmeli,

– Egzersiz yaparken ve özellikle sıcak havalarda çalışırken su tüketimi artırılmalı, 

– Suyu her zaman görünür bir yerde bulundurmalı, susama hissi beklenmeden su tüketmeye özen göstermeliyiz.

Her gün ne kadar su içmelisiniz?

Genel bir kural olarak, vücutta oluşan zararlı maddelerin atımını sağlamak ve vücut sıvı dengesini koruyabilmek için 8 – 10 bardak (2,5 Litre) su tüketilmesi önerilmektedir.

İnsanlar su ihtiyaçlarını genelde; içecekler, besinler ve metabolizma olmak üzere üç kaynaktan sağlarlar. Besin içerisinde bulunan besin öğelerinin yakılması sonucunda da su oluşur. Diyette proteine göre karbonhidrat ve yağın yüksek olması metabolik suyu arttırır. Yediğimiz besinler ve içecekler yoluyla da vücudumuza su sağlarız. Mesela sebze meyvelerin %85-90’ı, bir su bardağı sütün %90’ı sudur. Gün içerisinde içtiğimiz çay, kahve, soda vs. içecekler ile de sıvı almaktayız. Ancak kafein içeren kahve, çay gibi içecekler sıvı ihtiyacını karşılasa da uygun su kaynakları olarak sayılmazlar. Çünkü kafein içeren bu içecekler içildiğinde su alırız  ama idrar artırıcı etkisinden dolayı daha fazla idrar çıkışı yaptıracağından fazla da sıvı kaybederiz.

Alınan su öncelikle böbreklerden idrar ile atılır. Ayrıca cilt yolu üzerinden terle ve Akciğerler üzerinden soluduğumuz hava ile de su kaybederiz.

Sağlıklı ve güvenli su nedir? 

Güvenilir su zararlı bakteriler, zehirli materyaller ve kimyasalları içermeyen sudur. Sağlık Bakanlığınca ruhsatlandırılmış ticari amaçla satılan kaynak suları, içme suları ve doğal mineralli sular üretim aşamaları kontrol altına alınmış ve Sağlık bakanlığı denetimine tabii güvenli sulardır. Şehir şebeke sularımız ISU tarafından temiz su arıtılma tesislerinden geçirildikten sonra uygun şekilde klorlanmakta ve belirli aralıklarla değişik noktalardan alınan numunelerle kontrol ve takip edilmektedir. Böylece evimizde musluğumuzdan akan suyumuz güvenli hale getirilmektedir.

İSU yaptığı çalışmalarla önce Yuvacık Barajı ve temiz su arıtma tesisi ile daha sonra da bu işletmeye Sapanca suyuna bağlantı sağlayıp yedekleyerek bölgemizde yaşayan insanlarımızın temiz su ihtiyacını güvenceye almıştır. Ayrıca Gebze’de, Karamürsel’de, Kandıra’da, Derince’de yerel su kaynaklarını da temiz su arıtma tesislerinden geçirerek ihtiyacımız olan suyu 2040’lara kadar yetecek hale getirmiş bulunmaktadır.

Su gibi sağlıkta kalınız.  

 

Edebiyatımız, emperyalist yozlaştırmanın arenasına dönüştü

“Dünyanın hangi ülkesindeki aydınlar, kendi etnik kimlikleri, kültürel kökleri, gelenekleri ve dinleri karşısında bu kadar derin bir yabancılaşma içindedir, bana söyleyebilir misiniz? Türkiye’de yaşanan gidişat kesinlikle hastalıklıdır ve yeryüzünde de bir benzeri daha yoktur.”

Edebiyat dünyamızın yıldızı giderek yükselen genç kuşak yazarlarından Meryem Aybike Sinan ile Türk aydınındaki kültürel yozlaşma ve bunun edebiyatımıza yansımaları üzerine geniş kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdik. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz.

O, son bir kaç yıldır edebiyat dünyasında elde ettiği mütevazı kariyer ve şöhreti, kendi milletine karşı hastalıklı bir yabancılaşma duygusunu üstünkörü bir Türkçeyle kâğıda döküp dış kaynaklı pohpohlamalarla inşâ edenlerden değil. Yani, bu anlamda “sırtını ta Avrupa ve Amerika’lardan sağlama almış torpilli edip ve edibeler” listesinde yer almıyor. Şu ana kadar edebiyat adına her ne yaptı, ne başarı elde ettiyse hepsini dişiyle tırnağıyla ve yalnızca kaleminin gücüyle elde etmiş biri Meryem Aybike Sinan.

“Türkiye’ye düşman olmadan Türk yazarı olmaya çalışma mücadelesi”nin önüne çıkardığı bütün zorlukları tek tek, sabırla göğüsleyerek…

Özellikle öykü ve deneme alanında son yılların en başarılı bayan yazarları arasında gösterilen Meryem Aybike Sinan‘ın yıldızı, kültür ve sanatın diğer bütün alanları gibi edebiyatta da olanca şiddetiyle hissedilen “özbenlik reddiyesi”ne, sektörün kadim hastalığı durumundaki “sol hegemonya”ya rağmen her geçen gün biraz daha parlıyor.

“Hayat Gerçeğe Yürür” adlı ilk öykü kitabı geçtiğimiz yılbaşında piyasaya çıkan genç yazar, edebiyat dostlarından gördüğü samimi ve yoğun ilgi nedeniyle, eserlerinin basımını üstlenen Akış Yayınevi‘nden, çok kısa bir süre sonra ikinci eserinin yayımı için de teklif almış. Böylelikle, yazarın ilk kitabı bir buçuk ayda ikinci baskısına ulaşırken, “Hüzün Şebneme Benzer” adlı yeni çalışmasının da bugünlerde rafları süslemeye başladığını görüyoruz.

Nitekim, her iki eserinin ardarda piyasaya çıkmasıyla birlikte, çeşitli radyo ve televizyon kanallarındaki kültür-sanat programlarından aldığı davetler de gitgide artan bu ilginin bir başka kanıtı. Onu geçtiğimiz haftalarda önce Hilâl TV‘de Arzu Erdoğral‘ın hazırlayıp sunduğu “Çay Saati” programında, ardından da Mehtap TV‘de Ramazan Ümit Şimşek‘in konuğu olduğu “Çınaraltı”nda izleme imkânı bulduk. Sinan, katıldığı her iki programda da Türk dili ve edebiyatı üzerine ilginç ve derinlikli görüşleriyle izleyenlerin dikkatini çekerken, aynı süreçte düzinelerce radyo programına da konuk oldu.

‘Malatya’nın çok kültürlü ikliminde yetiştim’

Kimi prestijli edebiyat sitelerinde sadık okurları tarafından kendisine “Türkçe’nin yeni sultanı” ve “kadife üslûplu öykücü” gibi nitemelerde bulunulan bu genç ve yetenekli bayan yazar sorduğumuz ilk soru, onun hayata ve edebiyata bakışının da bir tür özeti aslında…

“Malûm, ülkemizde hemen her şey gibi edebiyat dünyası da alabildiğine siyasallaşmış durumda. ‘Sol edebiyat’ ve ‘sağ edebiyat’ gibi iki ana akım, iki temel kavram var karşımızda. Bu ise sanatın kuşatıcılığı adına çok arzu edilen bir durum olmasa da artık ne yazık ki bir realite. Pekiyi ya siz, kendinizi kültür ve sanattaki duruşunuz açısından bu yelpazenin neresinde konumlandırmaktasınız?” diyoruz Sinan’a…

“Ben bir Doğu çocuğuyum” diyor göz bebeklerine kadar işlemiş bir samimiyetle, “Doğulu olmaktan alabildiğine memnun bir Doğu çocuğuyum. 1975 yılında, Kürtler ile Türkler’in yüzlerce yıldır birarada ve kardeşçe yaşadıkları Malatya’da dünyaya geldim. Köken itibarıyla Türk’üm ve bununla da gurur duyuyorum. Fakat, yetişme çağlarımda, Malatya’nın -başlangıcı ta Selçuklu medeniyetine kadar uzanan- o gıpta edilesi çok kültürlü atmosferinden yoğun biçimde etkilendim. Yazı serüvenimin temellerini de uyum içindeki bu çok kültürlülüğe duyduğum derin hayranlık atmıştır aslında…

Bahçeli bir evimiz vardı Malatya’da. Ve pek çok farklı etnik kökenden gelen iyi kalpli, çalışkan, dürüst, yardımsever komşularımız… Kürd’ü, Alevî’si, Ermeni’si, Süryanisi’yle, hepimiz Malatyalı’ydık. Tıpkı bir zamanlar hepimizin Selçuklu ya da Osmanlı tebâsı olduğumuz gibi. Bir güne bir gün de babamın yakın çevremizdeki o kişilerle tatsız bir olay yaşadığını hatırlamıyorum.

Çocukluk ve gençlik yıllarım boyunca, bu ülkenin kültürel mozayiğini yeryüzünde benzersiz kılan tılsımın kaynağının, farklı dinler ve etnik kimliklere sahip bütün o insanlar olduğunu, bunların her birinin söz konusu mozaik içinde bütünü tamamlayıcı birer rolü bulunduğunu gözlemledim. O yüzden de hepsini ayrı ayrı sevdim. Zaten, sonradan bir çok öykü ve denememi de yakın çevremde gözlemlediğim bu rengârenk karakterlerin gerçek hayatlarından esinlenerek yazdım. “

“Öğretmen kökenli edebiyatçı” geleneğinin son halkası

Son derece zengin bir kütüphaneye sahip, her sabah en az üç-dört tane günlük gazete okunan bir evde büyümenin avantajını yaşayan Sinan’ın edebiyata düşkünlüğü de yine aile ocağındaki bu kışkırtıcı atmosfer sayesinde ortaya çıkmış. İlkokul, ortaokul ve lisede adım adım artarak devam eden bu düşkünlük de onu 1990’ların başlarında, Samsun 19 Mayıs Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümü’ne yönlendirmiş.

“Başarılı bir yükseköğrenim sürecinden sonra, 1990’ların ikinci yarısında ‘Türkolog’ unvanıyla mezun oldum bu okuldan” diyerek sürdürüyor konuşmasını, “Bitirme tezim ‘Yavuz Bülent Bâkiler’in Şiirleri Üzerine Bir İnceleme’ başlığını taşıyordu. Sonrasında ise daha profesyonel bir anlayışla öykü ve denemeler yazmaya devam ettim. 

Kendimi daha lisedeki öğrencilik yıllarımdan itibaren daima ‘milliyetçi ve muhafazakâr’ çizgide bir insan olarak tanımlamışımdır. Mensup olduğu kavmin insanlık ailesi içindeki gerçek değerini İslâmiyetle şereflendikten sonra bulduğuna inanan, kendisini var eden etnik ve kültürel kökleriyle de diniyle de alabildiğine barışık bir Doğu ülkesi yazarıyım ben. Ruhumda çalkantılara yol açabilecek hiç bir kimlik bunalımım yok elhamdüllilah. Bu üslûp ve duruş içinde, edebiyattaki yoluma da aynı kararlılıkla devam etmekteyim. Belki benim ilerleyişim, küresel desteğe sahip bazı kalemşörler kadar hızlı olamayacaktır. Çünkü hem iç piyasada hem de yurt dışında bir Türk yazarının kendi değerleriyle barışık olmasının alabildiğine garipsenip kınandığı ve böyle bir bakış açısına otomatik biçimde cephe alındığı kültürel bir ‘fetret devri’ni yaşamaktayız. ‘Türkler’in tarih boyunca en büyük eğlencesi, zırt-pırt Ermeni ve Kürt kesmek olmuştur’ yazarak edebiyatın meşakkatli patikalarında bir anda uzun atlama yapanlar karşısında işimin hiç de kolay olmadığının farkındayım. Bu alanın baronlarının önüne aynı anda hem ilmî alandaki bir terakkiye, hem geleneğin güzel ve olumlu yönlerine, hem de bizi biz yapan inançlara bağlı, sentez bir kimlikle çıkmak epeyece gözükara olmayı gerektiriyor. Böyle bir tercih çoğu kez ‘aforoz’ ya da en hafif şekliyle ‘yok sayılma’ tehlikesini de beraberinde getirmekte çünkü.

Ama olsun; uğruna kesinlikle mücadele etmeye değecek güzellikte, ulvi bir dâvâ bu. Tanzimat’tan bu yana kafası alabildiğine karıştırılmış olan Türk milletinin, medyada dizginleri ellerinde tutan bunca ‘Batıcı’ karşısında, kendi değerleriyle barışık kadın ve erkek yazarlara artık eskisinden de şiddetle ihtiyacı var. Ben de ortaya koyduğum düşünceler ve eserlerle bu edebiyat cephesi içinde yer almaya adayım.”

‘Mermi sesleri’ arasındaki ilk öğretmenlik tecrübesi

Daha önce de vurguladığımız gibi, Meryem Aybike Sinan, kitapların ve okumanın çok sevildiği, bütün üyelerinin gündelik hayatta buram buram edebiyat soluduğu kalabalık bir aileden geliyor. Var olanla kanaat etmeyi bilen, dinine ve geleneklerine bağlı, o kalabalık mevcut içinde bile mutluluk ve huzur adına yine de sağlıklı bir armoni yakalayabilmiş örnek bir orta sınıf Türk ailesi. Ki zaman içinde, bu ailenin bütün üyeleri evdeki kadim geleneğe uyarak, eğitimlerini orta hâlli ekonomik koşullar altında büyük bir başarıyla tamamlamış ve bir bölümü de devletin çeşitli kurumlarında görev yapmaya başlamışlar.

Meryem Hanım da devletin “baba” olarak görüldüğü bu zinciri koparmamış, ‘Türkolog’ unvanını kazandığı yükseköğreniminden sonra Millî Eğitim Bakanlığı’na başvurarak lise edebiyat öğretmenliği kadrosu kazanmış. “İlk görev yerim Mardin-Nusaybin’di” diyor acı acı gülerek, “Gencecik, bekâr bir hanım öğretmen için oldukça zorlu bir görev yeriydi. Fakat, dedim ya, damarlarında doğuştan Doğululuk ruhu gezinen biriyim ben. Her ne kadar, kafamda yaşattığım kardeşlik bilincini yüzlerce yıl önce yakalamış olan o Doğu son yirmi yılda yerini daha farklı bir Doğu’ya bırakmış olsa da bu ilk görev yerimde acımasız gerçeklere karşı var gücümle direndim. Kendi Doğu algımı belleğimde inadına inadına yaşatarak görev yaptım Nusaybin’de… Ayrılıkçı terörün gemi iyice azıya aldığı bir dönemde, her iki-üç gecede bir makineli tüfek ve bomba sesleri arasında ifâ ettiğim ‘Şark Hizmeti’, sıkıntılı ama o oranda da eğitici bir süreç oldu benim için. Pek çoğu yoksulluğun dibine vurmuş Kürt çocuklarından oluşan yüzlerce öğrenci yetiştirdim. Onlar beni sevdiler, ben de onları…. Birlikte şiirler, romanlar okuduk, güldük, eğlendik, bazen de ağladık. Nusaybin’in o çetin ceviz şartlarında bile, edebiyatın içinden türlü türlü lezzetler çıkardık. Kendimi o yıllarda ünlü ‘Ölü Ozanlar Derneği’ filminin idealist edebiyat öğretmeni (Robin Williams tarafından canlandırılan ‘John Keating’ karakteri) gibi hissederdim. Fakat, taraflar arasında böyle bir sevginin yeşermesini asla istemeyen şer güçler gördüm orada. Doğu’daki görev sürem bitince de öğrencilerimi, nefretten nemalanan, onların körpe beyinlerinin bilimle, sanatla, imanla ve sevgiyle değil gözleri kör eden bir hınçla dolmasını arzulayan, gençleri dağa kaldırıp eşkıya yapmanın derdindeki bu kesimlerin ellerine bırakıp İzmit’e tayin oldum. Son 6-7 yıldır da benim gibi eğitimci olan eşimle birlikte bu kentte görev yapmaktayım.”

Üslûbunun kıvraklığı çocukken keşfedilmiş

Meryem Aybike Sinan, ardarda yayımlanan iki kitabında ve internet âleminin en prestijli kültür-sanat sitelerinden biri konumundaki “Sanat Âlemi”nde her ne kadar erişkinlerin edebiyat beğenisine hitap ediyor olsa da onun bu alanın yakın takipçileri tarafından iyi bilinen bir diğer tutkusu da “çocuk edebiyatı” üzerine eserler vermek…

“Çocukları sevmeyen öğretmenlik yapamaz; çocuk edebiyatı alanında sağlam ve kalıcı eserler verilmeden de bir ülkenin millî edebiyat geleneği oluşturulamaz” diyen yazar, basılı bir yayında boy gösteren ilk eserini bundan uzun yıllar önce yine bir çocuk dergisi için vermiş. Henüz ortaokul yıllarında yazdığı bir öyküsünün o dönemin en popüler çocuk dergilerinden Türkiye Çocuk‘ta basılması, üstüne üstlük kendisine bunun için küçük bir de telif bedeli gönderilmesi, hiç unutamadığı yazarlık anıları arasında yer alıyor. Türkiye Çocuk’un sonraki dönemlerde de pek çok öyküsüne yer vermesinin yanısıra, yaşı ilerleyip kalemi kuvvetlendikçe çocuk merkezli eserleriyle daha bir çok süreli yayında da boy göstermeye devam etmiş Sinan…

Onun üslûbundaki zenginliği, anlatımındaki sıradışılığı keşfedip kendisine edebiyat dünyasında yeni bir açılım sağlayan en önemli kişi ise kültür-sanat câmiamızın saygın isimlerinden gazeteci-yazar ve edebiyatçı Mehmet Nuri Yardım olmuş. Genç yetenekleri erkenden keşfedip büyük bir alçakgönüllülük içinde topluma lanse etmesiyle tanınan Yardım, geçen yılın yaz aylarında bazı deneme ve öykülerini okuduğu Sinan’a, yöneticiliğini kendisinin yaptığı “Sanat Âlemi” sitesinde yazmasını teklif etmiş. Ve başlayış o başlayış… Anılan tarihe kadar düşük tirajlı dergilerde nisbeten daha dar çerçeveli bir okur kitlesine seslenen yazarımız, kalemiyle sivrilmeye aday pek çok yetenekli insana -soyadına lâyık bir tutum içinde- yeni kanallar açan Mehmet Nuri Hoca’nın teşvik ve öngörüsüyle kısa sürede yüzbinlere seslenmeye başlamış.

Son olarak da Akış Yayınları‘nın yöneticisi, popüler gençlik romanlarıyla tanınan gazeteci-yazar ve tecrübeli editör İsmail Fatih Ceylan‘ın “Bu güzelim yazılar unutulup gitmemeli. Deneme ve öykülerinizi belli aralıklarla yayımlamak istiyoruz” teklifiyle kitaplar doğmuş.

‘Çocukların eğitimi çok önemli’

Halen, yayınlanmış iki kitabının yanısıra, biri roman olmak üzere iki yeni kitap üzerinde daha çalışmasına ve “Sanat Âlemi”nde düzenli olarak denemeler kaleme almasına rağmen, çocuklara yönelik çalışmalarını da hiç hız kesmeden sürdürüyor Meryem Aybike Sinan. Sözgelimi, bu alanın önde gelen dergilerinden “Somuncu Baba”, her sayısında mutlaka onun çocuk öykülerine yer vermekte. Kendisi de iki çocuk annesi bir bayan olarak, “Çocuklar benim hem enerji hem de gözlem kaynağım” diyor ve ardından da şunları ekliyor:

“Onlar üzerine, onların duygu dünyasına yönelik metinler kaleme almak, beni hem bir anne, hem bir eğitimci, hem de bir yazar olarak sürekli geliştiriyor. Genç kuşakların eğitimini garantiye almayan, bu alanda onlara sağlıklı bir kültürel altyapı sunmayan bir toplum, psikopatlığın gitgide daha fazla prim yapmasına da hiç şaşırmamalı. Tabiî, benim burada eğitimden kastettiğim şey, çocuklarının önüne kendilerine gün içinde ayak bağı olmasın diye kan ve vahşet dolu bilgisayar oyunlarını fütursuzca koyan, onlara -çizgi filmden başka herşeye benzeyen- sadistik japon animasyonlarını tekrar tekrar izleten ebeveynlerin yaptıkları bencillik gösterileri değil… Vatan, millet, bayrak ve Allah sevgisini yüceltecek eserlerden söz ediyorum ben. Ancak ne yazık ki böyle eserlerin sayısı hiç de fazla değil. Barbie ve erkek arkadaşı Ken’in, Winx kızlarının serüvenleriyle ya da vahşi savaş oyunlarıyla büyüyen, şiddet ve cinsellik düşkünü sorunlu bir nesil geliyor. Emperyalistlerin de istediği tamamen bu aslında. Reflekslerini yitirmiş bir Türk toplumu. Ve ne yazık ki edebiyat gibi kadim bir sanat bile, toplumun uyuşturulduğu bu emperyalist savaşın en önemli arenalarından birine dönüştü.”

‘Osmanlıca mirasını reddederek kaliteli edebiyat üretilemez’

Meryem Aybike Sinan‘ın son derece naif ve şiirsel bir üslûba sahip olan eserlerinde en çok dikkati çeken özelliklerden biri de, eski ve yeni kelimeleri son derece dengeli, aynı zamanda lezzetli bir sentez içinde harmanlaması… Bunun yanısıra, Türkçe gramer kuralları konusunda gösterdiği yoğun hassasiyet de hemen göze çarpmakta…

Gramerin doğru kullanımına ilişkin hassasiyetine değindiğimizde, Sinan bu konudaki görüşlerini de son derece çarpıcı ifadelerle dile getiriyor:

“Türkçe’nin kendine özgü şiirinin büyük bir yozlaştırma ve talan furyası altında yerle bir edildiği, milyonlarca insanın dükkan tabelalarından internet yazışmalarına kadar her alanda ne idüğü belirsiz paçoz bir dil kullandığı bu ahir zamanda, birilerinin Don Kişot’luk yapıp yozlaşma karşısında inatla direnmesi gerekiyor. Yanlış anlaşılmasın, ben uzun zaman önce Türkçeye yerleşmiş ve artık iyice kabul görmüş olan kimi türetme kelimeler konusunda katı bir reddiyecilik içinde değilim. Bunlar arasından, gerek gramer gerekse fonetik açıdan yerini bulmuş olanlar elbette ki Türkçe bünyesinde kalabilirler. Çünkü dil yaşayan ve sürekli gelişen bir varlık; doğru köklerden başarıyla türetilmiş kelimeler de dilimizi zenginleştirmekteler…

Fakat, aynı şefkat hiç bir zaman Osmanlıca’ya gösterilmedi. Yazı yazarken, Osmanlıca’dan miras pek çok kelimeyi de bilerek yediriyorum metinlerime. Türkolog olmama ve edebiyat öğretmenliğini kendime meslek olarak seçmeme rağmen, Türk dili konusunda hayatım boyunca kesintisiz bir eğitim sürecinde olduğumu varsayıyorum. O yüzden de her gün mutlaka bir kaç saatimi Osmanlıca sözlükleri incelemeye ayırmaktayım.

Osmanlıca kelimelerden bütünüyle ayıklanmış ve çorak bir tarlaya benzetilmiş olan bir Türkçeyle ‘büyük edebiyat’ yapılamaz. Üstelik, bu yalnızca bizim dilimiz için geçerli bir durum da değil. Batı edebiyatının en seçkin klasiklerine bakarsanız, orada da eski Fransızca’nın, eski Almanca’nın, eski İngilizce’nin tartışılmaz ağırlığını görürsünüz. ‘Tarumar etti’ fiilinin, içinde bulunduğu cümleye kazandırdığı şiiri ve edebî anlamı ‘yıktı’ fiilinde bulabiliyor musunuz? Osmanlıca kelimeleri tek tek ayıklanmış bir Türkçe belki internette birbirine ‘Mrb’ ‘Nbr’ yazmakta çok işe yarayabilir; fakat şiir, roman, öykü, deneme ve hatta günlük gazetelerde kaliteli köşe yazısı yazmaya asla yetmez. O yüzden de Türk edebiyatının kökünün kurumaması için, hem bir eğitimci hem de yazar olarak gelenekle bağı koparmamaya özel bir hassasiyet gösteriyorum.”

Meryem Aybike Sinan’ın dil ve edebiyat dünyamızdaki ürkütücü çoraklaşma üzerine yaptığı bu anlamlı vurgulardan sonra, sorunu tanımlarken söylenebilecek çok da fazla bir şey kalmıyor aslında…

Baskı teknolojilerinin gelişmesiyle birlikte kitap yazmanın ve yaymanın kolaylaşması edebiyatımızda “nicelik” açısından belli bir gelişmeye vesile oldu belki; fakat onca yıllar sonra sanat dünyamızın ufuklarında hâlâ yeni bir Necip Fazıl Kısakürek, Arif Nihat Asya, Nazım Hikmet ya da Cahit Külebi kükremesi duyamamış olmak bu endişeyi fazlasıyla haklı kılıyor.

Edebiyatımızın gün be gün “tektip”leştiği, bu da yetmiyormuş gibi -kendisine tema olarak eziklik psikolojisini ve “piç”leri seçmiş kimi kafası karışık kalemleri saymazsak- edebiyat alanında kadın varlığı ve duyarlılığının iyice gerilediği bir dönemde, yalnızca kıvrak kalemi ve Anadolu’ya yönelik sevdasıyla varolmayı seçen Meryem Aybike Sinan‘a çıktığı yolda sonsuz başarılar diliyoruz.

* * *

 

Söyleşi ve fotoğraflar: Ali Kemâloğlu Tarih: 01.03.2007 karakutu

Meryem Aybike Sinan’ın “Sanat Âlemi” sitesindeki haftalık yazılarını okumak için:

http://www.sanatalemi.net/KoseYazilari.asp?nereye=yazilist&ID=165

Meryem Aybike Sinan’ın kitaplarını edinmek için:

http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=114047&session=67140980385102421987&LogID

Siz Diktatör müsünüz?

Turgut Özal’ın iktidar olduğu yıllar, Türkiye’de iktidar gücünün gelebildiği noktayı görmek açısından önemli yıllardı.

Özal, hem İş Hayatı’ndan gelmiş olmanın farklılığı, hem de o dönemin en önemli İş Adamları ile kurduğu diyalog sonucu, ülke yönetiminde rastlanan her sorunu, ticari bir sorunmuş gibi algılayarak, o yönde çözümler geliştirirdi.

Her olayı basite indirger, halkın da öyle görmesini isterdi.

O’na göre PKK’nın çıkışı bile, üç beş çapulcunun işiydi.

Kendine olan aşırı güveni, Özal’a birçok konuda yanlış adımlar attırdı, Türkiye’de.

İlk Körfez Krizi esnasında takındığı üslup da, uluslararası bir sorunun çözümünden ziyade, bir tüccar tavrıydı.

Hatırlayın, Cumhurbaşkanı olduğu o dönemde, ‘bir koyup, üç almak’tan bahsedecek kadar, tüccar terzi gibi davranıyordu, aradan geçen 20 yılda, bölgedeki coğrafyayı değiştiren bu olay karşısında.

O da Başbakan Erdoğan gibi, halkın kendine olan teveccühünü yanlış yorumlamış, Başbakan olmanın yetmeyeceğini düşünerek, Başkanlık sistemine geçişin alt yapısını hazırlamakla meşguldü.

Ömrü vefa etseydi, Mesut Yılmaz gibi yanlış bir tercih yapmasaydı, bu konuyu belki de kendince halletmiş olacaktı.

Özal’ın da Başbakan Erdoğan gibi muhaliflere düşmanlık beslemek gibi bir özelliği vardı.

Muhalif basına hiç tahammül edemiyordu.

Bakmayın siz Nazlı Ilıcak’ın şimdilerde kendini Özal’ın devamı gibi gösteren R. Tayyip Erdoğan ile aynı safta buluştuğuna.

Aynı Özal, o dönemde, Nazlı Hanım’ın eşi rahmetli Kemal Ilıcak‘ı batırmak için nasıl çaba harcamıştı.

Sıkılmasa, mahalle bakkalına bile, “ekmek vermeyin bunlara” diye haber salabilirdi.

Dedim ya, Özal da Başbakan Erdoğan gibi muhalif sevmezdi.

Onların ekmekleri ile oynamaktan, çeşitli şekillerde tehdit etmekten imtina etmezdi.

Eşi Semra Hanım’ı İstanbul’a İl Başkanı yapmak uğruna bile, Cumhurbaşkanı olmanın tüm avantajlarını, Hükümet’in tüm imkânlarını kullanmaktan imtina etmedi.

İş Adamları’nı toplayıp, eşine nakdi yardım yaptırmanın yanı sıra, delegeleri, bu İş Adamları’nın bağlantıları ile sıkıştırıyordu.

Tüm kabineyi seferber etmişti.

O dönemim İstanbul Emniyet Müdürü Mehmet Ağar‘ın, makamına çağırdığı Semra Hanım muhaliflerine neler söylediğinin tanıklarından biriyim ben.

O dönem Özal’ın Koruma Müdüru olan, sonradan da milletvekili olan Musa Öztürk de, canlı tanıklarından biridir bu olayların.

İşte muhaliflerine bu kadar acımasız olan Özal‘ı, bir gün televizyona çıkartmıştı Uğur Dündar.

Dündar sordu Özal’a:

– Siz Diktatör müsünüz?

Özal’ın cevabı şöyleydi:

– Ben Diktatör olsam, siz bana bu soruyu sorabilir miydiniz?

Şimdi gelelim bugüne.

Başbakan Erdoğan’a bu soruyu sorabilecek cesarette bir gazeteci görebiliyor musunuz?

Böyle bir soru sorma cesaretini gösteren gazetecinin, soruyu sorduğu anda karşılaşacağı tepkiyi bir kenara bırakın, sonrasında başına neler gelebileceğini düşünebiliyor musunuz?

‘Evet’oylarının çıkması için artık her şeyi göze almış bir görüntü veren İktidar‘ın, istediği değişiklikleri çıkartması halinde, başımıza gelebilecekleri, lütfen bir daha düşünün derim ben.

 

Ah akıl seni bir kullanabilsek ve bir anlayabilsek

Aklı kullanmaya çalışarak düşünce aleminde şöyle bir dolaşalım. Bakalım nelerle karşılaşacağız….

Bu coğrafya küresel sömürgecilerin hedef coğrafyasıdır.

Tespit 1: İçinde yaşadığımız coğrafya, küresel egemenlerin, üstünde proje üzerine proje ürettikleri bir coğrafya.

Büyük Ortadoğu Projesi (Sonra Genişletilmiş Kuzey Afrika ve büyük Ortadoğu Projesi oldu.)

Demokrasi Projesi (Project Democracy) vs.

Bu projelerin ne için ortaya konduğunu bilmek için kahin olmaya gerek yok.

Bu coğrafyada yaşayan devletlerin ve toplumların siyasetinden ekonomisine, kültüründen dini inanç ve anlayışlarına hatta sınırlarına kadar yeniden düzenlenmesi niyeti gün gibi ortada. 

Biz de bu coğrafyanın tam ortasında olduğumuza göre projenin kapsama alanı içerisinde olduğumuzda kuşku yok.

Yani yeniden düzenlenmek istenenlerin arasında biz de varız.

Boşuna uzun süre eş başkanlık söylemleri kulaklarımızda çınlamadı ya.

Bize de yeni bir elbise hazırlanıyor.

Tespit 2: Görünen o ki Türkiye için yeni bir elbise dikiliyor ve bizim bu elbiseyi giymemiz isteniyor.

Ve yine görünen o ki tasarlanan elbise, halen üzerimizde bulunan tek devlet, tek millet, tek dil, tek din, tek bayraklı milli devlet anlayışı yerine çok milletli, çok dilli, çok dinli, çok bayraklı ve federalizme açık yeni devlet ve toplum anlayışını ifade eden elbisedir.

Sahi siz, Türkiye’nin otuz altı etnik guruptan meydana geldiği ve Türkler’in bu otuz altı etnik guruptan birisi olduğu, Türkiye’nin mozaik olduğu söylemlerini öyle laf olsun diye söylenen sözler olarak mı düşünüyorsunuz.

Aynı şekilde birilerinin, ay yıldızlı Türk Bayrağı yanında sarı-kırmızı-yeşil renkli Kürdistan Bayrağı da bulunsa ne olur şeklinde yüksek sesle dillendirdikleri niyetlerle, yine birilerinin, mevcut ay yıldızlı bayrağa Türk Bayrağı demeyelim, Türkiye Bayrağı diyelim zira birileri bundan alınabilir sözlerini durup dururken söylenmiş sözler olarak mı algılayacağız?

Öyle algılayanlar varsa buyursun algılamaya devam etsinler.

Terzi çıraklığına soyunan o kadar heveslimiz var ki..

Tespit 3: Görünen bir başka gerçek şu.

Elbisenin tasarımı her ne kadar uzaklarda yapılmış olsa bile bize bu elbiseyi giydirme işinde dış tasarımcılara yardımcı olan veya yardıma hazır bekleyen çok sayıda işbirlikçimiz var.

Maşallah, say sayabilirsen.

Kimi sivil toplum örgütü temsilcisi görüntüsünde, kimi aydın müsveddesi, kimi gazeteci bozuntusu, kimi de siyasetçi geçiniyor.

Ama hepsinin ortak bir tarafı var. Hep bir ağızdan aynı şeyleri söylüyorlar.

Söyledikleri de hep yukarıda yazılanlar ve benzerleri.

Gelelim dikkat çekici noktaya.

Bu guruba girenlerin hepsi şu sıralar yüksek sesle Anayasa’da yapılan değişiklikleri alkışlıyor.

Hem de arkalarındaki destekçileri ile birlikte.

Öyle ki bu değişiklikler sanki olmazsa olmaz türünden.

AB temsilcilerinden ABD’li yetkililere kadar herkes, yapılanların ne kadar iyi ve elzem olduğunu söylüyorlar.

Küresel egemen gücün bu bölgelerdeki sivil yapılanmaların önemli bir bölümünden ve sivil yapılanmalar yoluyla iktidar değişikliklerini sağlama işlerinden sorumlu etkin ismi SOROS’un Açık Toplum Enstitüsü başta olmak üzere ekonomik kaynaklarının önemli bir kısmı ABD ve Avrupa’daki önemli vakıflar ve sivil toplum örgütlerinden gelen çok sayıda vakıf, dernek vs, yapılan değişikliklerle ilgili oylamada evet oylarının yüksek çıkması için olağanüstü çaba gösteriyorlar.

Nobel ödülü rüşvetinin karşılığını verebilmek için Türkler bir buçuk milyon Ermeni ile otuz bin Kürdü kesti diyen Orhan Pamuk Efendi de dahil..

Allah Allah. Düğün veya bayram da yok ama bu eniştelerimiz bizi tekrar tekrar öpme peşinde. Hayırdır inşallah.

Dikkatten kaçak ayrıntı… Bu günkü küresel projeciler 1980 İhtilalinin de arkasındaki güçlerdi.

Tespit 4: Anayasa değişiklikleri ile ilgili kampanyalarda evet yanlılarının en fazla dillendirdikleri söylem hiç kuşkusuz 12 Eylül ile hesaplaşma söylemidir.

Bu söylemin önemli ölçüde etkili olduğunu da görüyoruz.                 

Ama ortada ciddi gariplikler var.

Önce, şöyle hafızalarımızı bir tazeleyelim ve geriye doğru bakalım. Sonra da bu günü gelelim ve bir noktada yoğunlaşalım.                     

Otuz yıl önce oynanan film ile bu gün oynanan filmin senaristleri arasında ilginç bağlantılar ve hatta aynılıklar görmemek için kör olmak bile yetmeyecek gibi görünüyor.

İlginç benzerlik hatta aynılık şudur.

12 Eylül İhtilalinin arkasındaki küresel aktörler ile bu gün, bölgemize yönelik projeleri devreye sokan küresel aktörler aynı kişiler veya en azından aynı familyadan.

Üzerinde düşünmeye değmez mi?

Görünen o dur ki, bu değişiklikler asıl yemek öncesi yenmek üzere masaya konan cinsten, esas köklü değişiklikler seçim sonrası gündeme gelecek…                               

Tespit 5: Fazla uzağa bakmaya gerek yok. Az ilerimize baktığımızda bile şunu  rahatlıkla görürüz.

Türkiye’nin Anayasal yapısında yapılması düşünülen asıl köklü değişiklikler, bu referandum ortamı ile saflaştırılan ve gerginleştirilen ortam sonrası yapılacak seçimlerde elde edilecek yeni iktidar döneminde yapılacaktır.

Mevcut Anayasa’nın değiştirilemez veya değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerine yönelik bazı yumuşatma veya törpüleme amaçlı değişikliklerin de gündeme geleceği görülen bu yeni dönemin arızasız geçirilmesi için şimdiden altyapı hazırlanmaktadır.

Yeniden ve iktidar ile Cumhurbaşkanlığı makamının kontrolünde oluşturulacak Anayasa Mahkemesi yapısı ile gelecek dönemdeki muhtemel ve köklü değişikliklerin Anayasa Mahkemesine gitmesi halinde buradan sıkıntısız şekilde geçmesinin sağlanmak istendiği yolundaki kuşkuları ciddiye almamıza sebep olabilecek çok sayıda emare vardır.

Muhtemel birkaç şeyi şimdiden söyleyelim isterseniz.

-Siz bakmayın yüksek sesle dillendirilen Özerk Kürdistan veya Katalan Modeli taleplerine. Bunların yakın gelecekte olmayacağını söyleyenler de biliyorlar. Asıl gaye, ölümü gösterip sıtmaya razı etmek kabilinden yerel yönetimlerin güçlendirilmesi adı altında merkezi otoriteye ait bazı yetkilerin BDP kontrolündeki belediyelere ve İl Genel Meclislerine aktarılmasını sağlamaktır. Bu şekilde hukuken ve fiilen yarı özerklik sağlanmak istenmektedir.

-Herkes bilir ki toplumsal ayrıştırmanın en etkili yolu eğitim dilinin ayrıştırılmasıdır. Mevcut Anayasal yapı ile bu mümkün değildir. Ama yapılacak yeni düzenlemelerle ve bir adım ileri anlayışı ile Kürtçe’nin Üniversiteler başta olmak üzere bazı eğitim kurumlarında ve özellikle özel eğitim kurumlarında seçmeli eğitim veya farklı alternatiflerle eğitim dili olmasının önü açılmak istenecektir.

-Muhtemel gelişmelerin en önemlisi PKK’nın siyasallaşmasının sağlanmasına yönelik hukuki düzenlemeler olacak gibi görülmektedir. PKK’nın lider kadrosunu da kapsayacak genel affın da içerisinde bulunduğu, ayrılıkçı görüşleri savunan partilere yönelik yasal kısıtlamaların da  yumuşatıldığı yeni bir dönem ile karşılaşırsak şaşırmayalım.

-Bir de tabii ki mevcut Anayasa’daki Türk Milleti ve vatandaşlık tanımlarının yeniden yapılması meselesi gündeme oturacaktır.

Öyle ya, tuz altıda bir olanın adını otuz altının tamamına şamil kılmak hakkaniyete uymaz denecektir.

Bu radikal değişikliklerle ilgili dava açıldığında, bunlar memleketin hayrınadır diyerek davaları reddedecek Anayasa mahkemesi yapısına ihtiyaç vardır.

Bunların bir kısmının dahi gündeme gelmesinin toplumda ciddi travmalara sebep olacağı kuşkusuzdur.

Böyle bir dönemde “ey millet, endişelenmeyin bunlar öyle kötü şeyler değil, hatta toplumumuz için faydalı değişikliklerdir diyecek yeni bir Anayasa Mahkemesi yapısına ihtiyaç olduğu açıktır.

Temel soru şudur. Gerçek niyet tüm gücü ele geçirmek midir? yoksa ülkeyi demokratikleştirmek ve evrensel hukuku egemen kılmak mıdır?

Tespit 6: Hemen herkesin kafasında cevabını aradığı temel soru şu olmalıdır.

Uğrunda acımasızca kavga yapılan bu değişiklikler gerçekten ülkede demokratikleşmeyi ve hukukun herkese eşit uygulanmasını sağlamak için mi yapılmak istenmektedir? yoksa birincil amaç bütün gücü elde toplamak arzusu mudur?

 

12 Eylül ve Zaferler Ayı Ağustos

26  Ağustos  1071’den  30  Ağustos 1922’ye kadar geçen zaman dilimi tarihimiz açısından önemlidir. İçinde bulunduğumuz Ağustos ayı zaferler tarihimize atın harflerle geçen birçok zaferlerle  anılmakta.

Zaferler haftasını kutladığımız  bugünlerde 12 Eylül’de yapılacak olan Anayasa oylaması gündemde Bir kaç satırla da olsa bende konu hakkında görüş açıklamak istiyorum.

12 Eylül’de gerçekleşecek olan Referandum ile ilgili çalışmalar tüm hızıyla devam ediyor . Bölge milletvekilleri ve siyasi partiler yaklaşan referandum öncesi hummalı bir çalışma içerisinde. Referandum’dan Evet mi yoksa Hayır mı çıkacak merak konusu.

Sorun’un çözümünde karşılıklı  sevgi ve saygı  en etkili çözümdür. Mübarek Ramazan ayı ve  Zaferler haftasını kutladığımız  bu  günlerde  Yunus Emre’nin tavsiyesine uyup   karşılıklı sevgi ve saygı seferberliği başlatmalıyız.
” Gelin Tanış olalım… İşi kolay kılalım…
Sevelim sevilelim…   Dünya kimseye kalmaz..”

Ağustos  ayında kazandığımız Zaferler: 30 Ağustos zafer bayramını coşku ile kutlamaya az bir süre kaldı. 1071’den  1922 ‘ye  tarihimize altın harflerle  geçen   Ağustos ayında hep birlikte kazandığımız zaferlerden bazılarını  kısaca  hatırlatmak  istiyorum.

Malazgirt’den Afyon Kocatepe’ye  yurt içi ve yurt dışında Zaferler kazandığımız  bu bölgelerin bir çoğuna  bizzat giderek  belgesel çekip araştırma yaptığımda Anadolu’nun her yerinden şehit isimlerini gördüm.

İşte  Ağustos ayında  kazandığımız zaferler tarihimizin kilometre taşları…

1071: Malazgirt zaferi
1389: Birinci Kosova zaferi
1473: Otlukbeli zaferi
1480: Otranto zaferi
1484: Akkirman kalesinin fethi
1501: Mora’nın fethi
1501: Navarin kalesinin fethi
1514: Çaldıran zaferi
1516: Antep’in fethi
1516: Mercidabık zaferi
1516: Yavuz Sultan Selim Han’ın Halep’i fethi
1519: Barbaros Hayrettin Paşa’nın Cezayir’i fethi
1521: Belgrad’ın fethi
1526: Mohaç zaferi
1534: Barbaros Hayrettin Paşa’nın Tunus’u fethi
1534: Kars’ın fethi
1537: Korfu adasının fethi
1539: Sırbistan Kastelnovo zaferi
1543: Barbaros Hayrettin Paşanın Fransa’nın Nis kalesini fethi
1545: Estergon kalesinin fethi
1551: Trablusgarp’ın fethi
1552: Turgut Reis komutasındaki Türk Donanması, Andrea Dorya komutasında ki donanmayı yenerek Ponza zaferini kazandı.
1571: Kıbrıs’ın fethi
1571: Magosa kuşatması
1616: Girit’te Hanya kalesinin fethi
1633: Ermenistan’ın fethi
1635: Erivan’ın fethi
1645: Osmanlı ordularının Girit’e çıkışı
1678: Ukrayna’nın fethi
1826: Türk ordularının Atina’ya girişi
1915: Çanakkale Conkbayırı zaferi
1919: Muş ve Bitlis’in Ruslardan geri alınması
1922: Büyük taarruz ve Dumlupınar zaferi

Ağustos  ayında  kazandığımız Zaferlerimizi  kısaca hatırlatırken, şehit ve gazilerimizi  minnet, şükran ve rahmetle  anıyoruz. Nur içinde yatsınlar.

Evet’çilerin Düşünmeleri Gerekenler

Değerli okurlarımızın ve internet yoluyla bizi takip edenlerin ve arayanların yaklaşan Ramazan Bayramını tebrik ediyorum. Ülkemizin daha aydınlık, birlik ve bütünlüğünün perçinlendiği, etnik zorlamaların ve ayrıştırmaların, demokrasiyle çelişen sınırlama ve sindirmelerin ortadan kalktığı nice Ramazan ve Bayramlarda buluşmasını Allah’tan niyaz ediyorum.

Halk oylamasının arka planını ortaya koyan ve “ne yapmalı” sorusunun cevabını veren kitapçığımız www.aydinlarocagi.org. internet sitesinde bulunmaktadır. Oradan alınarak uygun görülen e-postalara gönderilebilir. Okuyucularımıza önemle duyururuz.

Ülkemizin asıl sorunlarını çözmekten çok; yeni ihtilaflar ve kamplaşmalar doğurucu bir halk oylaması sürecinde bulunuyoruz. Şimdilik önümüze konan 26 maddelik anayasa değişiklik paketi, ileride getirilecek olanların öncüsüdür. “Daha çok demokrasi” ve sözde “AB standartlarına ulaşma” görüntüsü altında temel hak ve hürriyetler sınırlandırılmakta, aydınlar sindirilmekte, her kurum ve anayasal güç icranın denetim ve emrine sokulmaya çalışılmaktadır. AB standartları herhalde sandıktan çıkan her iktidarı tek güç haline getirmiyor. Kuvvetler ayrılığı prensibini iptal etmiyor.

Türkiye’nin yıllardır en önemli sorunu gücü eline geçirenin kendi dışındaki kurum ve kuruluşları tahakküm altına alma eğilimidir. 1970’li yıllarda özellikle yargının CHP ile ortak tahakkümü ve baskısı unutulmamıştır. Bugün de bunun yerini mevcut siyasi iktidar (yürütme) alıyor. Eğer halk oylamasından “evet” çıkarsa, ülkemizdeki demokratik hak ve hürriyetlerin daha da geriye götürülmesi, baskıların artması, yargısız infazların çoğalması mümkündür.

Önümüzdeki dönem, halk oylamasından “evet” çıkması halinde Türksüzleştirilmiş ve Cumhuriyeti devre dışı bırakacak yeni anayasa taslakları ortada dolaşabilir. Ülke tam bir etnik çorbaya dönüştürülebilir. Yeni etniklikler yaratılabilir. Böylece 2010 modeli yeni Sevr’lere ulaşılabilir. Bu nasıl bir demokratikleşme anlayışıdır ki, Türkiye’yi Türkiye olmaktan çıkarabiliyor. Çözülmeyi ve ayrışmayı demokrasiyle bir kabul edebiliyor. Hiçbir ciddi devlette olmayan tartışma zemini demokratikleşme diye yutturulabiliyor.

Ortada siyasi bir şike var. PKK’nın siyasallaşmış yüzü olan BDP’nin boykot kararı da aslında dolaylı bir evettir. Ancak, taviz beklentisiyle bu boykota dönüşmüştür. Boykot kararı, değişiklikler yeterli görülmese de yarın büyük çoğunlukla  “evet”e dönüşebilir. Herhalde, yetkililerin terörle mücadelede kararlılıktan anladıkları, terör örgütüyle pazarlık olmamalıdır. Maalesef, bu konuda pis kokular etrafa yayılmıştır. Halk oylamasında “evet” verecek olanlar, ne enteresandır ki, BDP ile aynı çizgide birleşmiş olacaktır. Böylece, AKP-BDP, bir bölümüyle BBP, kendisini Türkiyeli görenlerle bazı İslâmcı kesimler ittifak kurmuş olacaktır.

12 Eylül’de sandığa gideceklerin unutmamaları gereken bir gerçek vardır. Bu da Anayasaya verilecek olan son şekildir. Bunun işaretleri bugüne kadar yapılan anayasa taslak hazırlıklarında, iktidar partisinin yetkililerinin beyanlarında ve evet propagandası için bastırılmış kitapçıklarda yer almaktadır.

AKP grup başkanvekili bir hanımın “Anayasadan Türk ve Türk kimliği ifadelerinin çıkmadığı sürece ülkenin demokratikleşemeyeceği” hezeyanları unutulmuş değildir. Tabii ki kendilerini Türk değil; ama Türkiyeli görenleri, “Türkiye, sadece Türklerin değildir” diyen iktidar mensuplarını da unutamayız. Herhalde bundan dolayı, Ermeni ve daha sonra da Yunan açılımlarına ihtiyaç duyulmuştur.

Asıl amaç, Anayasanın tamamının değiştirilmesidir. Şimdilik, 26 maddenin 24’ü ile vatandaşa satış ikramı ve “promosyon” sunulmaktadır. Böylece “tek devlet, tek millet, tek bayrak” lafları da havada kalmaktadır.

Türkiye halk oylamasıyla meşgûlken, yurtdışında çok değişik şeyler olmaktadır. Meselâ, Hollanda vatandaşlarımız üzerinde insan hakları ihlallerini arttırmakta, eritmeci politikalar sürdürülmektedir. Uyum yasası adı altında birinci nesil bile dil sınavlarına alınmak istenmekte; bunu değişik ülkelerdeki bazı örnekler takip etmektedir. Avusturya’da bir firmanın süt paketlerinde vatandaşlarımıza dönük Türkçe bir yazı, ortalığı karıştırabilmekte; büyük tepki doğurmaktadır. Bizde ise, yer yer Türkçe’nin yerini İngilizce almaktadır. Milli egemenliğe karşı halk oylaması ve seçim konuşmalarında Kürtçe zorlaması vardır.

Not: Rahmetli Recep Doksat’ın eşleri Necla Doksat’a Allah’tan rahmet dilerim.

 

 

12 Eylül 1980 İhtilali İle İlgili Bir Hatıra( 1 )

0

12 Eylül 1980 Askeri İhtilali yapıldığı zaman SEKA Genel Müdürlüğü’nde Personel Müdürü olarak vazife yapmakta idim. 1967 yılında memur olarak işe başladığım Personel Servisinin her kademesinde çalıştıktan sonra Personel Müdürü olmuştum.

Bu itibarla, uzun yıllar Personel Servisinde çalışmış olmam sebebiyle birçok Kamu Kurumu ile görev icabı irtibatımız bulunmakta idi. İrtibatımız olan kurumların başında ise Emniyet Müdürlüğü gelmekte idi. Zira o tarihlerde sadece SEKA’nın İzmit Müessesesinde 6 bin işçi, Genel Müdürlük memur personeliyle birlikte 7 binden fazla personel çalışmakta idi.

Bu kadar kalabalık personelin çalıştığı kurumda da zaman zaman emniyeti alakadar eden hadiseler mutlaka olurdu. Böyle durumlarda ise, emniyet görevlilerinin ilk müracaat ettikleri yer olarak kurumların personel birimlerinin olduğu bilinen bir husustur. Emniyet mensupları umumiyetle bazı şahıslar ile ilgili olarak bilgi araştırması yapar, personelin ilgili birimleri de imkânlar dâhilinde yardımcı olmaya çalışırdı.

O tarihlerde SEKA’ya vazife icabı sık sık gelip giden bir komiser vardı. Bu komiser ile 12 Eylül İhtilalinden önce çok samimi duygular ile konuşur, kendi aramızda günlük meselelerden bahsederdik. SEKA’da çalışmalarımız bu minval üzere devam ederken 12 Eylül 1980 sabahı duyduk ki Memlekette ihtilal yapılmış ve Türk Silahlı Kuvvetleri idareye el koymuş. Günlerden de Cuma idi. İhtilalin ilk günlerinde sokağa çıkma yasağı ilan edildiği için kimse evden dışarıya çıkamadı. Sadece Sıkıyönetim Komutanlığından izin alabilenler sokağa çıkma hakkına sahip oldu. Bu durum bir iki gün devam ettikten sonra sokağa çıkmak serbest bırakıldı. Böylece memlekette ihtilal yapılmış olsa da rutin hayat devam etmeye başladı.

Burada önemine binaen şu hususu ifade edeyim ki, ihtilalden sonra SEKA’da çalışan personel arasında kayda değer herhangi bir değişiklik olmadı. Sadece Genel Müdür ve Genel Müdür Muavinlerini kapsayan bir değişiklik yapıldı. Bunun haricinde kalan personel umumiyetle yerlerini muhafaza etti. Bu durum ise SEKA’nın istikrarlı çalışmasını devam ettirmesi bakımından çok önem arz etmiştir.

Günlerden bir gün dairede çalışmakta iken her zaman SEKA’ya gidip gelen komiser yine odama geldi. “Müdür Bey acele olarak görüşmemiz lazım” dedi. O sıra da odada birileri olduğu için yan tarafta boş bulunan odaya geçmemizi teklif ettim. Benim bu teklifim üzerine, komiser “hayır, Müdür Bey burada değil, Emniyet Birinci Şubeye gideceğiz” dedi. Ben de hiç tereddüt etmeden “gayet tabi olur” diye cevap verdim. Çünkü biliyordum ki tedirgin olacak herhangi bir suçum, gayri meşru bir işim yoktu. Kendimden o kadar emindim.

Hazırlandıktan sonra Birinci Şubeye gitmek üzere SEKA’nın dış kapısından çıkarken birden aklıma geldi. Devir ihtilal devri, gideceğimiz yer ise Emniyet Birinci Şube Müdürlüğü idi. Ne olacağı belli olmazdı. Bu durumu düşünerekten Komiser Beye, “gidiyoruz ama neticede ben bir memurum, müsaade ederseniz amirlerime haber vereyim” dedim. O da gayet makul karşıladı. Ben bunun üzerine geri dönüp, o zaman idari Genel Müdür Yardımcısı olan Rıdvan Yenişen’in makamına gittim. (Burada Rıdvan Bey’den bahsetmiş iken anti parantez şu hususu ifade edeyim ki, Sayın Rıdvan Yenişen daha sonra Aksaray, Kayseri, Bursa ve İstanbul Valiliği yapmış olup, şu anda da Ankara’daki evinde iki yıla yakın zamandan beri adeta bitkisel hayat yaşamaktadır. Bu vesile ile kendilerine Cenab-ı Allah’tan hayırlı ömür ve acil şifalar niyaz ederim. Rıdvan Bey, İzmit-Uzuntarla’lı olması münasebetiyle İzmit’te geniş bir kesim tarafından tanınmaktadır. Kendisini tanıyanlar ve ilgilenenler için irtibat telefon numarası 0532 214 43 03′ dür.)

Rıdvan Bey’in makamına girince durumu kısaca anlattım. Hemen Emniyet Müdürünü arayıp, benim herhangi yanlış bir iş yapmayacağımı, kendilerinin en güvendiği personelden birisi olduğumu anlattı. Rıdvan Bey’in bu sözlerinden çok memnun olmakla beraber isnat edilen suçun ne olduğunu merak etmeye başladım.

Rıdvan Bey Emniyet Müdürü ile konuşmasını bitirdikten sonra, “komiser ile bir de ben görüşeyim” dedi. Ben komisere haber vermek üzere dışarı çıkarken kapıyı açtığımda bir de baktım ki, komiser kapıyı tutmuş kapının önünde bekliyor. Genel Müdür Muavininin kendisi ile görüşmek istediğini söyledim. “Olur” dediği için içeriye girdik. Rıdvan Bey meseleyi anlamaya çalışırken, komiser Beyefendi “sizin isminiz ne?” dedi. O da “Rıdvan Yenişen” deyince, “Beyefendi sizi de Birinci Şubeye götüreceğim” dedi. O da hiç tereddüt etmeden “peki gidelim” deyip hemen ceketini giydi, SEKA’nın Genel Müdürlük binasının önüne indik. Komiser anlayışlı birisi imiş ki, Emniyetin resmi arabası ile gitmeyelim sizin arabanız ile gidelim, böylesi daha uygun olur dedi. Bu nezaketine teşekkür ederek SEKA’nın makam aracı ile yola çıktık.

Yola çıkınca Komiser, “Aykut Ercilli kim?” diye sordu. Biz de İzmit SEKA’nın Hukuk Müşaviri olduğunu söyledik. Bunun üzerine “Onu da alacağız” dedi. Ben de merak iyice artmıştı. SEKA Genel Müdür Muavini Rıdvan Yenişen, İzmit Müessesesi Hukuk Müşaviri Aykut Ercilli ve Personel Müdürü olarak ben Emniyet Birinci Şubeye gidiyorduk. Ortak bir hareketimiz olmadığı gibi, üçümüz bir arada herhangi bir yere de gitmemiştik. Takdir edilir ki, böyle bir durum karşısında ben merak etmeyeyim de kim etsin?

Aykut Bey’i de almak üzere İzmit Müessesesine gittik. Müessese Müdürlüğü binasının önüne gelince, “siz burada bekleyin ben Aykut Beyi alıp geleyim” dedim ve Hukuk Müşavirinin odasına gittim. Baktım ki, Aykut Bey birçok kanun kitabını masanın üzerine yaymış bir dava ile ilgili olarak mütalaa hazırlıyor. Aykut Bey’e selam verdikten sonra durumu kısaca anlatıp Birinci Şubeye gitmemiz gerektiğini, Rıdvan Bey ile Komiserin aşağıda arabada beklediklerini söyledim. Aykut Bey, “görüyorsunuz şu an benim çok işim var gelemem” dedi. Ben gelmesi gerektiğini izah etmeye çalışırken arkamdan Komiserin sesini duydum. “Naz etme Avukat Bey gideceğiz” dedi. Meğer komiser, arkamdan beni takip edip gelmiş. Bu ikaz üzerine Aykut Bey, “peki” deyip toplanmaya başladı. Aykut Bey yıllarca muhtelif yerlerde savcılık yaptığı için Birinci Şube deyince işin ciddiyetini anlamıştı. Bu sebeple hemen hazırlanıp aşağıya inerek arabaya binip, Birinci Şubeye gitmek üzere yola çıktık. Yolda giderken kendi aramızda suçumuzun ne olabileceğini konuşuyor, fakat hiçbir sebep bulamıyorduk. Komiser ise hiç renk vermiyordu. Böylece konuşa konuşa Emniyet Müdürlüğüne kadar geldik. Üçümüzü birden bir odaya aldılar. Odada bir süre aramızda konuşarak oturduk. Biz beklerken bazı polis memurları ellerinde dosya ile odaya girip çıkıyor, fakat bize hiç bir şey söylemiyorlardı.

Ne kadar bekledik bilmiyorum. Nihayet bir başka Komiser elinde bir dosya ile geldi ve “Musa Ordu kim?” diye sordu. “Benim” deyince, beni alıp dışarı çıkardı.

Devam edecek…

‘Hayır Diyebilen Türkiye’

Kamran İNAN kitabına bu başlığı koyarken elbette yüce halkımızın Başbakan‘ın “Gandi Kemâl’in başörtüsü sorununu çözebileceğine inanıyor musunuz?” sorusuna başındaki şapkadan kopya çekerek ‘evet‘ dediğini duymamıştı.

Kapitalizm Dininin Serbest Piyasa Ekonomisi Mezhebine sıkı sıkıya bağlı olan Hükümetimiz Para Peygamberinin talepleri doğrultusunda yarım kiloluk Anayasa Değişiklik Paketi‘ni tablet boylarda Perşembe Pazarında satışa çıkardı.

Paketi adamakıllı inceledim.  Topu topu 26 madde fakat sanırsın Özdemir Âsaf‘ın ‘Masa‘ şiiri. Ne demiş; “Adam habire pakete koyuyordu, Pakette paketmiş ha, Bana mısın demiyordu

Paket özgürlük, paket maaş zammı, paket banyo sabunu, paket iftariyelik, paket jant kapağı, gazoz açacağı, paket okyanus mavisi, uzay araştırmaları, paket Sezen Aksu, Cemil İpekçi..

Hüseyin Çelik‘in tarafıma gönderdiği kitapçıktaki 40 Evet’in 20’si sallamasyon. Yok grev hakkıymış, yok sosyo-ekonomik konseymiş, yok çifte sendikaya üyelikmiş, yok disiplin cezalarına sicil affıymış. Tereciye tere, sendikacıya sendika..

20 tane ‘evet’ içerisinde özürlülere, gazilere pozitif ayrımcılık gibi, YAŞ kararlarının yargı denetimine açılması gibi, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru gibi maddeler de var. Ama kitapçıkta göremediğim halde en az 3 maddede anlatılan ve zorlaştırılan hatta Meclis Genel Kurulu‘nun iznine bırakılan parti kapatmalar var.

Ben de 8 sene iktidar olsaydım ve son nefeste iman faslına kadar birşey yapmak isteseydim kelleyi kurtarmaya oynardım. Darbelerle hesaplaşma sosu ve demokrasi mayonezi de üstüne dökerseniz yiyen yer. Netekim biz yemedik. Dahası asıl dert Danıştay ve Anayasa Mahkemesi‘ni okyanus ötesinin talebiyle çerezlemek. Niye? Zira asıl savaş ekonomik güçler ve küresel şebekeler savaşı..

Siz madenlerdeki Devlet payını %23’ten %2’ye indirdiniz, Danıştay iptal etti. Siz TPAO’nun petrol arama iznini kaldırdınız, Danıştay bozdu. Siz Suriye sınırındaki mayınlı arazileri 44 yıllığına İsrail’e verdiniz, Anayasa Mahkemesi kabul etmedi. Siz Petrol Yasası çıkardınız, Danıştay reddetti. Siz ve sizin uluslararası şerikleriniz ülkenin bütün yer altı ve yerüstü varlıkları ejderha iştahıyla istiyor; yargı ayak diriyor. Bu yargının hizaya sokulması şart.

2 şeye kalıbımı basıyorum: Bir; bu paket geçerse kaybettiklerimiz ancak Osmanlı’yı batırırken kaybettiklerimizle kıyaslayacağız. İki; demokrasi ateşinde ısıtılan kurbağanın artık Güneydoğu’da özerklik aşısı vakti gelmiştir.

Niye evet dediğini bilmeyen ezbercilerin ezberi bu yazıyla bozulmayacak. Çünkü birçoğu ‘şeyimize göre imam bulduk‘ havasındalar. Darbecilerle hesaplaşma kısmını ise Muşi Dayı’ya havale ediyorum.

Hutbemizi Başbakan‘ın Şeş Kanalı hakkındaki fetvasıyla bitirelim değerli Simonlar:

Referandum, bi hayr be!

Aileden / Milletten Olmak

“Nihayet, emrimiz gelip de tandır kaynayınca, Nuh’a şöyle seslendik: ‘Her birinden ikişer çift al. Aleyhinde hüküm verilenler dışında aileni, bir de iman etmiş olanları gemiye yükle.’ Ama Nuh’la birlikte çok az bir kısmı iman etmişti.” (Hud: 40)

“Nuh dedi: ‘Haydi binin artık gemiye! Onun hareket ederek akıp gitmesi de demir atması da Allah’ın adıyladır. Doğrusu benim Rabbim elbette ki, Gafur’dur, Rahim’dir.’ ” (Hud: 41)

“Gemi, içindekilerle birlikte dağlar gibi dalgalar arasında akıp gidiyordu. Ve o an Nuh, kıyıda kalan oğluna: ‘Oğulcuğum gel, bizimle beraber bin gemiye; o inkarcı kafirlerle beraber olma!’ diye seslendi.” (Hud: 42)

“Fakat oğlu dedi: ‘Ben, beni sulara karşı koruyacak bir dağa sığınacağım.’ Nuh dedi: ‘Bugün, Allah’ın acımasını, esirgemesini hak etmiş olanların dışında, kimse için Allah’ın hükmünden kurtuluş yoktur!’ Ve tam o anda aralarında bir dalga yükseldi ve oğul boğulup gidenlerin arasına karıştı.” (Hud: 43)

“Ve denildi: ‘Ey yer! Suyunu yut ve ey gök, sen de tut!’ Su çekildi, iş bitirilmişti. Gemi, Cudi üzerine oturdu ve o zalim topluluğa haykırıldı: ‘Defolun!’ ” (Hud: 44)

“Bu arada Nuh, Rabbine yakardı da, dedi: ‘Ey Rabbim, oğlum benim ailemdendi! Senin vaadin ise elbette haktır. (Cenab-Allah’ın bu buyruğundan kasdı şudur: ‘Senin bu oğlun, kurtarmayı vaat ettiğim aile fertlerinden değildi. Çünkü kafir idi. Kafir senin ailenden sayılmaz. Zira, müminle kafir arasında velayet -birbirine sahip çıkmak- yoktur.’ -Kur’an-ı Hakim Meali, Prof. Dr. Suat Yıldırım, İzmir-2006,  s: 226- ) Sen hakimlerin, en iyi hüküm verecisin.” (Hud: 45)

“Allah buyurdu: ‘Ey Nuh! O, asla senin ailenden değildi. (O senin ailenden değildi yani o senin ailenden sayılmaz. Kan-bağı yönünden öyle olsa bile, manevi bakımdan inkarcı kafirlerle beraberdi.) Çünkü yaptığı iyi ve doğru olmayan bir işti. (Zira, İslam’da bir ailenin ferdi sayılmak için evlilik akdi veya aynı nesilden gelmekten doğan hısımlık yanında, din birliği de gereklidir. -Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Evrensel Çağrı Kur’an-ı Kerim, 2005-İstanbul, s: 556-557-) Öyleyse hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi benden isteme. (Çünkü, benim takdirimde yatan en içsel sebepler ve insanın ahiretteki nihai durumu hakkındaki bilgiyi Alemlerin Rabbi olarak ancak ben bilirim ben. Zira, bu konulardaki ‘niçin’ ve ‘nasıl’ sorularının cevapları insanın duygu ve algı alanının dışında olup sadece gayb alemi olan benim katımdadır.) Cahillerden olmayasın diye seni uyarıyorum.” (Yani Ben Azimü’ş-Şan’dan, takdirimi; kendi heva ve heveslerini tatmin edecek yönde değiştirmemi isteyen cahil kimselerden biri olmamanı öğütlüyorum.)

Bu ayetten anlaşılıyor ki, insanlar arasındaki yakınlığın asıl sebebi DİN BİRLİĞİ’dir. Allah’ın dinine inanmış ve peygamberlerini tasdik etmiş kimseler birbirlerinin manevi akrabası, yakını ve dostlarıdır. Bunların aralarında manevi bir birlik vardır. Müminlerle kafirler ırk bakımından birbirlerinin akrabası olsalar bile, bu akrabalığın Allah katında hiçbir değeri yoktur. Nitekim Hz. Nuh’un oğlu babasına inanmadığı için, Allah Teala onu Nuh Peygamber’in ailesinden saymamıştır. Halbuki Hz. Peygamber, aralarında hiçbir nesep bağı bulunmayan Selman’ı kendi ailesinden saymıştır. Buna karşılık, özellikle Bedir harbinde birçok sahabi, en yakınları olan babalarına ya da oğullarına karşı savaşmışlardır. -Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, Hey’et, TDV, Ankara – 2005, s: 226- )

“Nuh dedi: ‘Ey Rabbim hakkında bilgim olmayan bir şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlayıp bana rahmet etmezsen, zararlı çıkanlardan olurum.’ ” ( Nuh: 47)

Türkiye, yıllardır terör belasıyla boğuşmakta ve bir türlü terörün önünü alamamaktadır. Çünkü, terör; içten menfi propaganda ve teşviklerle, dıştan maddi-manevi desteklerle, devamlı zinde tutulmaya çalışılıyor. Kısaca, dışarıdan üfleyip, burada oynatıyorlar!

Elbette, Türk Ordusu gerekeni yapıyor ve yapacak. Üstelik, Türk Ordusu başarısız değil başarılı. Fakat, saldırı devam ettiği için, sanki başarısızmış gibi bir görüntü ortaya çıkıyor. Bu da içimizdeki gafil veya kötü niyetlilerce Türk Ordusu aleyhinde kullanılmaya vesile oluyor.

Türk Ordusu’nda, her biri Türk Milleti’nin birinci sınıf (ikincisi yoktur) vatandaşları olan değişik kökenden gelenler olduğu gibi, tabiatiyle Kürt kökenli Türk vatandaşları da var. Dolayısıyla, onlar da Türk Ordusu saflarında yer almaktadırlar. Teröristler ise, genellikle Kürt kökenli Türk vatandaşlarıdır. Görünüşte, Kürt Kürdü öldürüyor gibi bir manzara karşısındayız.

Hemen belirteyim ki, mes’ele Türk – Kürt mes’elesi değildir. Bir tarafta Kürt kökenli vatandaşlarımızın da içinde bulunduğu Türk Milleti; diğer tarafta, bu millete karşı -halka rağmen- isyan ederek dağa çıkmış Kürt kökenli silahlı gruplar var.

Silaha sarılıp devlete karşı dağa çıkanlar; artık bu milletin ferdi olmaktan çıkmışlardır. Dağa çıkanlar Türk asıllı Türk vatandaşı olsalar dahi, durum böyledir. Demek ki, mes’ele kavim, kabile mes’elesi değil; millete karşı isyan etmiş asilere karşı, devletin emniyet ve asayişi temin etme uğraşıdır.  

Yukarıda verilen ayetlerde zımnen ve dolaylı olarak belirtildiği üzere, mes’ele doğuş değil oluş mes’elesidir. Bu oluşa yani Türk Milleti’ne karşı bir ayaklanma söz konusudur. Her devlet iç ayaklanmalara veya buna öncü olacak her kıpırdanışa karşı, meşru müdafaa yapmak zorundadır. Ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti de -haklı olarak- bunu yapmaktadır.

Ne yazık ki, dıştan mütemadiyen kışkırtılan ve destek verilen bu ayrılıkçı gruplar oldukça; devletin haklı ve yerinde mücadelesi, yani kendini savunması devam edecektir. Bu durumun sürmesi, asla Devletin başarısız olduğu şeklinde yorumlanmamalı. Çünkü, saldırı sürdüğü müddetçe, savunma da şüphesiz devam edecektir ve etmeli.

Saldırı sürüyor diye, vatanımızdan, devletimizden vaz mı geçelim? Her şeye rağmen kervan yürüyecek. Elbette, gönül ister ki, şehit düşülmesin gazi olunmasın. Fakat, neylersiniz ki, vatan müdafaası; sırasında, şehit düşmeyi de, gazi olmayı da gerektiriyor.

Unutmayalım ki, aziz şehit ve gazilerimiz sayesinde bu vatanın değeri bir kat daha artıyor, fiyatı ödenemez bir hal alıyor. Bu da, bir bakıma Türkiye’nin teminatı oluyor.

Bizler bugünlere nasıl geldik sanıyorsunuz? On asırdır bu topraklardan hep atılmak istenmedik mi? Buna rağmen hep direnip durmadık mı? Milletçe gazi olduk, şehit düştük ama Al Bayrak ve Şanlı Sancağımızı asla yere düşürmedik yine düşürmeyeceğiz.

Ne yapalım dostlar? Dünyanın:

Bahası, en fazla olan Anadolu’yu vatan bilmişiz.
Onun uğrunda ölmek ise, bizim en büyük ilk işimiz.

Menşei ne olursa olsun, ister Türk ister Kürt ve saire. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne baş kaldıran bu milletin ferdi olmaktan çıkar. Elbette çıkmasına üzülürüz ama, bu hıyanetinden ötürü onu asla haklı görmeyiz.

O artık bu milletin ferdi değildir. Önceden kardeşimiz olsa bile. Evet, devlet kolay kurulmuyor. Sırasında, ihanet eden en yakınlarımızdan bile vazgeçmek gerekiyor. Çünkü onlar bu hareketleriyle bizden olmaktan çıkmış; düşmanların oyuncağı olmayı yeğlemişlerdir.

Özellikle, çift başlı çift dilli devlet kurmayı hayal edenler için, denildiği gibi biz de deriz:

“Arus – u saltanat şerik  kabul etmez.”
(Saltanat gelini ortak kabul etmez. )

Velhasıl, aynı vatanda yaşayan, umumiyetle aynı dine inanan, aynı ortak dili konuşanlar; özde milleti meydana getirirken; aynı oluştan yan çizenler veya çizmek isteyenler, ayrılık gayrılık davası güdenler; aynı milletten görünseler ve içinde yer alsalar da, artık o milletten sayılmazlar. Tıpkı, öz oğul Ken’an’ın Hz. Nuh’un oğlu olarak kabul edilmediği, artık aynı oluşta olmadığı için, aileden atıldığı gibi.

Referandumda Neden Evet, Neden Hayır? (Değişen Anayasa Maddeleri ve Analizleri)

Giriş: 12 Eylülde oylayacağımız Anayasa Değişikliği ile ilgili yazdığım yazılara verilen olumlu tepkilerin yanı sıra şöyle bir istem öne çıktı; ‘değişen maddelerin orijinal hali ile değişik halini içeren makaleler yazılması.’ Okuyucularımın bu istemine yanıt olacak şekilde, Anayasa’nın hangi maddesinin nasıl değiştiğine dair özet düzeyde bir derleme ve bu maddeler hakkındaki yorumları kapsayan bir makaleyi takdirlerinize sunuyorum. Umarım ki referandumda “neyi ne için oyluyoruz” sorusuna yanıt arayan okuyucuya, vatandaşlarımıza yardımcı olmuş oluruz.

Değişen Anayasa maddelerinin çok kapsamlı ve karmaşık düzeni nedeniyle en dikkatli araştırmacılar bile sıkıntı çekerken sade vatandaşın bu maddeler hakkında bilgi sahibi olması mümkün değildir. Bu nedenle değişen maddelerin ne kadarının önceki halini ne kadarının da yeni ekleri taşıyor olduğunu bilmek hayli sıkıntılıdır, sayfalar dolusu karşılaştırmayı gerektirir. Bununla birlikte bunları, özet düzeyde de olsa, araştırıp derlemek, konu hakkında fikir sahibi olmak ve sizlerle paylaşmak amacıyla bu çalışma yapılmaktadır. Bunun, bir akademisyenin halkına karşı temel bir görevi olduğuna inanıyorum. Bendeniz de bu görevi yapmaya çalışıyorum.

DEĞİŞİKLİK PAKETİ MADDELERİ

“Kanun Önünde Eşitlik” Konusunda

Madde-1: Mevcut Anayasanın 10. maddesinde değişiklik hakkında.

Anayasa madde 10 da yer alan, “…kadınlar ve erkekler eşik haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür” ifadesine ek yapılmıştır.

Eklenen ifade: “Bu maksatla alınacak tedbirler, eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz. Çocuklar, yaşlılar ve engelliler, gibi özel süratle korunması gerekenler için alınacak tedbirler, eşitlik ilkesine aykırı sayılamaz.”

Yorum-İrdeleme: Mevcut Anayasamızda bu hüküm genel anlamda zaten vardır. Kadın-erkek ayrımını yapan hiçbir yasamız yoktur. Birey olarak hem kadın hem erkek her türlü hukuksal haklara sahiptirler. Burada sadece detaylandırılmıştır. “…alınacak tedbirler, eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz.” İfadesi eşitlik ilkesini tekrarıdır, tabii ki aykırı yorumlanamaz. Bunu tekrara gerek yoktur. Çocuklar, yaşlılar ve engelliler zikredilmekle toplumsal yapının birey bağlamında ayırımcılığı yapılmış izlenimi veriliyor. Devlet her vatandaşına karşı zaten sorumludur.

Normal bir birey kadar engelli vatandaşına karşıda aynı görevleri yapmak zorundadır.

Kadın, çocuk ve engelli haklarına ilişkin zaten yürürlükte olan uluslararası mevzuata uygun yasalarımız var. Var olanı “reform” diye sunulup vatandaşın aldatılması, kandırılması “demokrat” geçinenlere hiç, ama hiç yakışmıyor.

Kaldı ki engelli vatandaşlarımız için “özel” yasalar da vardır; devlet kurumları bu kesim için özel tedbirler almaktadır. Örneğin, engellilerin arabalarını kaldırıma rahat çıkması için kaldırım düzeni, belediye otobüslerinin kapı eşiklerinin körüklü olarak alçalıp yükselmesi, özel park alanlarının ayrılması, binalarda özel asansörlerin tahsisi v.s. gibi önlemler bu özellikteki vatandaşlara sağlanmaktadır. Tabii ki uygulamalarda eksiklikler vardır. Bunun telafisi de yürütmeye düşer.

Toplumda yaşlının, çocukların ve engellilerin yaşamını kolaylaştırmak için Anayasa maddesine böyle detay yazmaya gerek yoktur.  O zaman çocuklara hangi tip “mama”nın hangi tip “biberon“la verileceği de yazılması mı gerek!?  Anayasalar genel mutabakat metinleri olduğu göz ardı edilmiştir.

Buradaki detayın amacı, “göz boyama” kurnazlığıdır.

Sonuç: Bu göz boyama amacına rağmen “EVET”  denebilir.

“Özel Hayatın Gizliliği” Konusu

Madde-2: Mevcut Anayasa’nın 20. maddesinde değişiklik yapılmış.

Eklenen ifade: “Herkes kendisi ile ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sahiptir. Bu hak, kişinin kendisi ile ilgili kişisel veriler hakkında bilgilendirme, bu verilere erişme, bunların düzeltilmesini veya silinmesini talep etme ve amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını öğrenmeyi de kapsar. Kişisel veriler, ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık rızası ile işlenebilir.”

Yorum-İrdeleme: Kişisel verilerin korunması hakkı zaten yürürlükteki yasalarla koruma altındadır. Ayrıca uluslararası yasalar gereğince ilkeleri ve mahkeme kararlarına yansımış mahkeme içtihatları vardır. Yapılan değişiklik ulusal ve uluslararası yasalarca güvence altında olan kişisel verilerin korunması “yenilik” olarak sunulması son derece ilginç.

Ancak burada eklenen ifadelerde gizli bir tehlike seziliyor; devlet kurumları kişi hakkında bir “fişleme yapar” anlamı çıkıyor, örneğin telefonları dinlenir, yaşamındaki özel anlar kayırt altına alınır ve gerektiğinde aleyhine delil olarak kullanılabilecek ihtimali var demektir.

Burada açık olmayan pek çok sorgulama yapılabilir; örneğin: birey hakkında devletçe tutulmuş “kişisel veriler” ne anlama gelir?

Devlet neden her birey için bu fişlemeyi yapsın?

Devletin görevi mi, kişilerin özel verilerinin kaydını tutmak?

O takdirde kişinin hürriyetini kısıtlamış olmaz mı?

Özgür yaşama felsefesini kontrol etmiş olmuyor mu?

Bu verileri kim kontrol edecek?

İktidar partisince seçilmiş TBMM den bir komisyon!

Yani siyasi partilerin vekilleri ya da tayin ettikleri bürokratlar tarafından kişilerin özel hayatları “kontrol” edilecek!!!

Buna nasıl “evet” denilebilir?

Vatandaşlarımızın kaçı bunun böyle olduğunu biliyor?

Diğer yandan Devletin elinde kişisel kayıtlar olacak ve kişi gidip devletten bunların ‘kendi aleyhine kullanıp kullanılmadığını sorgulayacakmış,’ ya da ‘ben bu kayıtları beğenmedim silin’ diyecekmiş!

Devlete egemen olan siyasi irade bu madde ile her ferdi “kontrol altında tutar”  ve bireye korkuyla yaşatma yetkisini veriyor.

Diğer bir bakış açısıyla konu irdelendiğinde; diyelim ki bir politikacı hakkında, yada bir STK mensubu hakkında bilgi toplayıp arşivleyen araştırmacı yazarın bu topladığı bilgileri kullanma yetkisi de bu “kontrol” mekanizmasına takılacaktır. Bir ihtimal ki her dönemdeki siyasi iradeler, kendi aleyhine olan her türlü bilginin yerinde kullanılmasına gerektiğinde engel de olabilecek.

Sonuç olarak bu madde hükümleri, yürütmeyi yapan siyasi iradeye dokunulmaz derecesinde “denetlenemeyecek” bir güç kazandırıyor. Bu hükümler bereyi ve toplumu zayıflatıyor, fakat devlet adına denetimi yapan yürütmeyi yetkili ve güçlü kılıyor.

Sonuç: “Hayır” verilmelidir.

“Seyahat Hürriyeti” Konusu

Madde-3: 1982 Anayasa’sının 23. maddesi değiştiriliyor.

Eklenen ifadeler:  “…vatandaşın yurt dışına çıkma hürriyeti, ancak suç soruşturması veya kovuşturması sebebiyle ve hâkim kararına bağlı olarak sınırlandırabilecek.”

Yorum-İrdeleme: Uygulanan mevcut yasalarımıza göre “yurtdışı yasağı”, herhangi bir şekilde işlediği suçtan dolayı aranan ya da şüpheli durumdaki potansiyel suçlu insanlar için geçerli olan bir emniyet supabıdır. Bir an için düşünelim; hırsızlık, adam öldürme, gasp, soygun, cumhuriyet aleyhtarı rejim düşmanı suçlardan aranıp da soruşturması ya da kovuşturması süren insanlar rahatça yurtdışına çıkabilecek. Burada açık olmayan bu şartlardan sadece biri mi yoksa hepsi mi gerekli, çıkışı sınırlandıran? Henüz soruşturma ve hakim kararı olmadan bir suçlu çıkabilecek, yani kaçabilecektir. Dahası devleti milyar düzeyde dolandırmış çeşitli vergi borçları olan şahıs hakkında soruşturma-kovuşturma devam ederken, hakim kararı olmadığı için yurtdışına çıkması engel değil, yani ne kadar vergi kaçakçısı, vergi borçluları varsa yurt dışına çıkma hürriyetleri olacak. Böylece devlete vergi borcu olanlar rahatlıkla yurtdışına kaçabilecek ve orada kaçırdıkları vergilerle aldıkları villalarda yaşayabilecekler…

 Sonuç: Devletinin ve milletinin menfaatini düşünen, haksızlığa karşı gelenler “Hayır”, kendi ve yakınlarının menfaatini düşünen, vergi borcu olan, suç işlemişler “evet” diyeceklerdir.

İstismara Karşı Tedbir Konusu”

(Ailenin Korunması)

Madde-4: 1982 Anayasa’nın 41. maddesi değiştiriliyor. Maddenin başlığı “Ailenin Korunması ve Çocuk Hakları” olarak değiştirilmiş ve bazı ekler yapılmış.
Eklenen ifadeler:“..Her çocuk, yeterli himaye ve bakımdan yararlanma, yüksek yararına açıkça aykırı olmadıkça ana ve babası ile kişisel ve doğrudan ilişki kurma ve sürdürme hakkına sahiptir. Devlet, her türlü istismara karşı, çocukları koruyucu tedbirleri alır.”

Yorum-İrdeleme: Aslında mevcut yasalarımız çekirdek ailenin desteklenmesi ve geliştirilmesi, aile mahremiyetinin korunması için yeterince kanun hükümleri vardır. Örneğin çocuğuna şiddet uygulayan anne-babaya karşı çocuğun korumaya alınması, yetim ya da öksüz kalmış çocukların “çocuk esirgeme kurumu” gibi birimlerde devletin himayesine alınması, çocuklara yönelik “porno” ticaretinin ağır cezalarla cezalandırılması gibi koruyucu ve destekleyici yasa hükümleri vardır. Bu maddenin taşıdığı içerik bağlamında “evet” ifadesini hak ediyor. Fakat yine bir aldatmaca ya da bir saptırma amaçlandığı izlenimi var. Örneğin halkın gerçekten değişmesini istediği Anayasa maddeleri değil de var olan yasa hükümlerine paralel ifadeler içeren madde değişiklikleri yapılıyor. Bize gör halkın esas gündemini saptırmak, halkın değişimle birlikte gelişim isteklerinin üzerini örtmek, gözden ırak tutmak için geliştirilen ince ayarlı bir değişikliktir.

Sonuç: Aldatmaca amacına yönelik de olsa, çocukların hatırı için “Evet” denilmelidir.

Sendika Kurma Hakkı İle İlgili Değişiklikler

Madde-5: 1982 Anayasa’nın 51. maddesinin son fıkrası yürürlükten kaldırılıyor.

Değişikliğin özeti: Bir kişinin aynı zamanda ve aynı iş kolunda birden fazla sendikaya üye olma serbestîsi getirilmiştir. Bir kişi isterse aynı iş kolunda dahi ve aynı zaman diliminde birden fazla sendikaya üye olabilecektir.

Yorum-İrdeleme: Burada amaçlanan eğer işçinin fazla sendikaya üyeliği ise bunun çok anlamı yoktur. Sendikaların üye sayısını kabartmak ve aidat gelirlerini artırmaya yönelik bir katkı sağlayabilir bu değişiklik. Ayrıca belli sendikaları siyasi iktidarın yanında eyleme hazır halde tutmak için, hazır kuvvetler niteliğindeki “örgütlü timler” halinde birkaç sendikaya birden kayıt yaptırarak, o sendikaları siyasi iradenin ya da partinin ya da örgütün kontrollerde tutulabilecek. Böyle örgütlü bir hareketle birçok işçinin aidatları da “kaynağı meçhul” paralarla “peşin” ödenebilecektir. Bu durumda sınırlama gelmediği için, “naylon sendika üyeliği” kendiliğinden oluşacak ve işçilerin lehine olan haklar da istismar edilerek kayba uğrayabilecektir. Mevcut yasalarla, kaybolan sendikal hakların aranması için sendikalar üyeleri adına yargıda hak arayabiliyor iken, bu anayasal hak da ortadan kaldırılmaktadır. Hiçbir sendika üyeleri adına yargıya başvuramayacaktır.

Sonuç: İşçi kesiminin “Hayır” demesi gerekir.

Madde-6: 1982 Anayasa’nın 53. maddesinde değişiklik yapılıyor.

Değişikliğin özeti: Devlet memurlarına toplu sözleşme yapma hakkı veriliyor. Memur sendikalarının temsilcileri ile hükümet yetkilileri arasında görüşmeler yapılacak, anlaşma sağlanamadığı takdirde, her iki taraf -sendika ve hükümet- “Uzlaştırma Kurulu“na başvurabilecek. “Uzlaştırma Kurulu”nun kararları toplu sözleşme hükmünde olup kesindir. İtiraz ve grev hakkı yoktur.

Yorum-İrdeleme: Mevcut anayasaya ve bağlı yasalarımıza göre devlet memurlarının hükümetle “toplu görüşme” yapma hakları vardır. Ayrıca eylem yapma hakları vardır, aksi durumlarda yargıya başvurma yolu da açıktır. Bu değişiklikle Devlet memurlarının eylem hakkı tamamen kaldırılıyor, mevcut hak olan “toplu görüşme” ifadesinin yerine “toplu sözleşme” konuluyor. Toplu sözleşme mevcut hakları da ortadan kaldırdığı için devlet memurları bağlamında geriye gidiş vardır. Bu yeni hükme göre anlaşma sağlanmazsa zaten taraflar “sözleşme” imzalamıyorlar, onlar adına “uzlaşma kurulu” karar veriyor. Dolayısıyla memurların hak kaybı olduğunda başvuracakları ne grev hakları var ne de yargıya gidip hak arama hakları var. Dolayısıyla her durumda memurun aleyhine bir durum mevcuttur.

Sonuç: Öncelikle Devlet Memurların “Hayır” demesi gerekiyor. Diğer seçmenler de “hak-hukuk” adına onlara destek verebilir.

Madde-7: 1982 Anayasa’nın “Grev Hakkı ve Lokavt” başlıklı 54. maddesi değişikliğe uğratılmış.

Değişikliğin özeti: Grev esnasında greve katılan işçilerin ve sendikanın kasıtlı veya kusurlu hareketleri sonucu grev uygulanan iş yerinde sebep oldukları maddi zarardan sendika sorumlu tutulamayacak. Siyasi amaçlı grev ve lokavt, dayanışma grevi ve lokavtı, genel grev ve lokavt, iş yeri işgali, iş yavaşlatma, verim düşürme ve diğer direnişlere ilişkin yasaklar kaldırılıyor.

Yorum-İrdeleme: Grev yapılan iş yerinde meydana gelecek zararlardan sendika değil de işçinin sorumlu tutulduğu bir hüküm içerdiğine göre, işçi ile sendika arasında “fitne” kaynağı olabilecek çekişmelere yol veriyor. İş yerinde provokasyonlar sonucu kasıtlı yapılacak hasarın sorumlusu yine işçide oluyor. Grev kaynaklı her türlü olumsuzluk işçinin sırtına yükleniyor.

İşçilerin yıllardan beri verdikleri mücadeleler sonucu anayasal hüküm halinde yürürlükte olan kaldırılmış “grev yasakları” sanki yeni kaldırılıyormuş gibi sunulmaktadır.

Burada amaçlanan püf nokta, işçilerin hakları göz ardı edilerek sendikayı öne çıkarmak ve işçileri kontrol edecek, zapturapt altında tutacak sendika ağaları (feodalizmi) yaratmak, gerektiğinde bu sendika ağalarını, menfaat sağlayarak, siyasi iradenin “yandaşı” haline getirmek ve böylece işçi sınıfını kontrol etmek.

 Sonuç: İşçiler “Hayır” diyebilir.

Parti Kapatma Konusu

Madde-8: Anayasa’daki, “Siyasi Partilerin Uyacakları Esaslar” başlıklı 69. maddesi değiştirilmiş.

Değişikliğin özeti: Siyasi partilerin mali durumu Sayıştay tarafından denetlenecek. Kapatma davaları, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın talebi üzerine olacak, talep TBMM’de grubu bulunan siyasi partilerin belli oranlarda üye verdiği bir komisyon inceleyecek. Meclis tam sayısının 3/2 çoğunluğunun onayladığı kapatma davası açma izni ile dava açılacak, Anayasa Mahkemesi kesin olarak karara bağlayacak. Komisyonun çalışma şekli ve kararları hakkında izlenecek yol, geçecek süreler için detaylar maddede belirtilmiş. Anayasa Mahkemesi, işlenen suçun ağırlığına göre kapatma yerine partinin devlet yardımından kısmen veya tamamen yoksun bırakılması cezası verebilir.

Yorum-İrdeleme: Konu tamamen siyasi partilerin yapısını ilgilendirdiği ve çok detay içerdiği için yoruma gerek kalmıyor.

Sonuç: “Evet” denilebilir.

Kamu Denetçiliği Konusu

Madde-9: Anayasa’nın 74. maddesi değiştirilmiş.

Değişiklik özeti: Madde kapsamında yer alan “Dilekçe Hakkı” başlığı yerine “Kamu Denetçiliği” (ombudsman) önerilmiş. Değişikliğe göre “ombudsman”, TBMM Başkanlığına bağlı olacak. Oluşturulması ve işleyişi ile ilgili detaylar verilmiş, vatandaştan gelen şikayetlerin incelenmesini yapacak olan “ombudsman” sistemin TBMM de nasıl görev yapacağı açıklanmış.

Yorum-İrdeleme: Sade vatandaş olarak bir konu hakkında şikâyet ya da dilek bildiriminde bulunmak için Anayasada var olan ve TBMM bünyesinde görev yapan “Dilekçe Komisyonu” yerine konulan yeni görünümlü bir oluşum. Ancak burada ilginç bir durum var; vatandaş olarak “Kamu Denetçiliği” için istemde bulunduğunuzda, muhatap olacağınız bu yeni oluşum “ombudsman”  aslında neyi ne yapacağı, nasıl yapacağı, yaptırımı ve sorumluluğu muğlaktır. Fakat taraflı olarak oluşturulmuş ve anayasal güvence altına alınmış bir kurum olacaktır. Sonuç alınması şüpheli olan bir “Kamu Denetçisi” ile şikâyetlerin denetimi nasıl sağlanacağı şüphelidir.

Diğer yandan yasalarımızda mevcut olan hükümler gereğince, “mahkemelerin yerindelik denetimi”  yapamayacağı hakkında bir hükmün bu değişiklikle Anayasa maddesine konulmuş olması, bazı sakıncaları birlikte getirmektedir. Özellikle Kamu işletmelerinin özel teşebbüse devri ile ilgili “özelleştirme” olaylarında yapılan kamu harcamalarının kısıtlanmasına yönelik mevcut yasalardaki kısıtlayıcı hükmün bu değişiklikle kaldırılması son derece sakıncalıdır; bu hükümlerle özelleştirmelerin yargının denetimi dışına çıkarılması dolaylı yolla açılmış olacaktır.

Sonuç: “Hayır” denilmeli.

Milletvekilliği Düşme Konusu

Madde-10: Anayasa’nın 84. maddesinin son fıkrası yürürlükten kaldırılıyor.
Açıklama: Bunun anlamı şudur: Bir siyasi parti hakkında yürütülen kapatma davasının kaldırılmasına yönelik işlemler devam ederken aynı zamanda o partiye mensup milletvekilliğinin düşürülmesi de uygulamadan kaldırılıyor.

Sonuç: “Evet” verilebilir.

Madde-11: Anayasa’nın, TBMM’nin Başkanlık Divanının oluşumunu düzenleyen 94. maddesi değiştirilmektedir. Başkanlık divanının seçimi ve seçim süresi hakkında detaylı açıklamalar vardır. TBMM iç işiyle doğrudan ilgili olduğu için ve vatandaşı doğrudan ilgilendiren bir madde değişikliği olmadığı için yorum yapmaya gerek görmüyorum.

Sonuç: “Evet” denebilir.

Yüksek Askeri Şura Kararları Konusu

Madde-12: Anayasanın, “Yargı Yolu” başlıklı 125. maddesinde değişiklik yapılmış.

Değişikliğin özeti: Yüksek Askeri Şura’nın (YAŞ) kararları yargı denetimine açılıyor. Bu denetim “orduyla ilişki kesme” konularını kapsıyor ve denetim sivil yargı tarafından yürütülecek. Yargı yetkisi, idari eylemlerin hukuka uygun olup olmadığına bakacak, YAŞ kararları hakkında “yerindelik denetimi” yetkisine sahip olmayacak.

Yorum-İrdeleme: YAŞ kararlarının yargı denetimine açılması ilk etapta “demokratik” görünebilir ve doğru gelebilir. Yargı denetiminin askeri yargı değil de sivil yargı tarafından yapılıyor olması, bazı endişeleri gündeme getirmektedir. Ordunun işleyişini sivil yargı ne kadar yorumlayabilir şüphesi vardır. Hâkim kanaati çok farklı işleyebilir. Orduda disiplinsiz ve uyumsuz insanların yargı tarafından himaye görürse TSK’nin durumunun ne hal alacağını (hele ki siyasallaşmış yargı olursa) dahi düşünmek istemem.

Sonuç: “Hayır” denilmelidir.

Toplu Sözleşme Hakkı, Disiplin Konusu

Madde-13: Devlet memurlarının çalışma düzeni ile ilgili hükümler içeren Anayasanın 128. maddesi değiştiriliyor; memurlara “toplu sözleşme hakkı” tanınıyor.

Yorum-İrdeleme: Devlet memuru olan vatandaşların halen mevcut yasalarla sendika kurma ve toplu görüşmeler yapma hakları var, fakat grev hakları yok. Var olan “toplu görüşme” ismi değiştirilmiş ve “toplu sözleşme” diye sunulmuş. Konuyu yukarıda bir başka madde değişikliğinde açıkladık. Memur sendikaları ile hükümet arasında uyuşmazlık çıktığında çözüm yolu için yargı yolu kapatılıyor. Uyuşmazlık kurulu kararı kesin sonuç oluyor.

Son karar merciinin kararlarına karşı yargı yolu kapatıldığı için memurun istemlerine ve hak-hukuk ilkelerine ters gelmektedir.

Sonuç: “Hayır” denmelidir.

Madde-14: Memurların disiplin kovuşturması ile ilgili hükümleri kapsayan Anayasanın 129. maddesinde değişiklik yapılıyor; “uyarma ve kınama” cezalarına yargı yolu açılıyor.

Yorum-İrdeleme: Fazla yoruma gerek yoktur. Haksızlığa karşı yargı yolu açılmıştır. Memurun belli durumlarda haksız ceza alması denetlenebilecektir.

Sonuç: “Evet” denilmelidir.

Madde-15: 1982 Anayasa’sının “Hâkimler ve Savcıların Denetimi” başlıklı 144. maddesinde değişiklik yapılıyor.

Değişiklik özeti: Adalet Bakanlığına bağlı müfettişler, savcıların adalet görevin idari olarak nasıl yaptıklarını araştırma, inceleme ve soruşturma yetkisinde olacaklar. Bu denetleme işini, hâkim ve savcı mesleğinden olan kişiler de yapabilecek.

Yorum-İrdeleme: Anayasal değişiklikteki denetleme işi olumlu bir yaklaşımdır; her kurum gibi adliye de denetlenmelidir. Ancak, denetleme işi için önceliğin bakanlığa bağlı müfettişler tarafından yapılması sakıncalı olabilir. Endişe duyulacak riskler vardır. Zira siyasi iradelere bağlı bürokratlar bazen yanlış yönlendirmeler ve kasıtlı davranışlarla kurumlara ve bireylere zarar verebilmektedir. Hak-hukuk kaybı ya da teslimi adalet bakanlığının kurduğu denetim sisteminin adil-duyarlılık derecesiyle ilişkilidir.

Sonuç: “Evet” denilebilir.

Askeri Yargı

Madde-16:  1982 Anayasanda yer alan “Askeri Yargı” başlıklı 145. maddesi değiştiriliyor.

Değişiklik özeti: Askeri mahkemeler, askeri personelin sadece askerlik hizmet ve görevleri ile ilgili olan suçlara ait davalara bakabilecekler. Devletin güvenliğine, anayasal düzene ve düzenin işleyişine ait suçları kapsayan davalara askeri yargı bakamayacak, bu davalar sivil mahkemelerde görülecek. Savaş hali dışında, sivillerin askeri yargıda yargılanması engellenmektedir.

Yorum-İrdeleme: Askeri yargının görev alanının sadece askeri personelin görev suçlarını yargılamakla sınırlandırılması, işleyen sağlam demokrasilerde doğru bir yaklaşımdır. Fakat Türkiye’de askerle kavgalı bir iktidarın kontrolündeki sivil mahkemelerde askerin yargılanma yolunun açılması bir çelişkiyi ortaya koyuyor. Milli meselelerde suç işleyen sivillerin yargılanmasında askeri yargıyı dışlamak askeri yargıya güvensizliktir. Buna karşılık askerlerle ilgili bir suçun sivil yargıya havale etmek ve askeri yargıyı yine dışlamak bir çelişkidir ve yargılamada tarafsızlığı zedeler ve pek çok sıkıntıyı gündeme getirecektir. Nitekim son zamanlarda  “özel yetkili mahkemeler” aracılığıyla siyasi iradenin hukuksuzluğu nasıl teşvik ettiği ortada iken, askeri mahkemelerin yetkilerinin azaltılmasına olumlu rey vermek ve bu değişikliği “reform” olarak telakki etmek mümkün değildir.

Bu maddenin değişmesiyle, askeri alanda ordu mensubu bir kişinin EROİN kullanması ya da UYUŞTURUCU ticareti yapması halinde Askeri Yargı dokunamayacak, sivil yargı bakacak. Bu sonuç, Ordunun disiplinsiz hale gelmesi demektir. Buna kim ve nasıl “evet” diyebilir, anlamak çok zor…

Diğer bir çelişki de “askeri vesayet” deyip askeri aşağılamak moda haline gelirken, Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları ve Jandarma Genel Komutanı için ayrı bir yargılama önermek, yani diğer askeri makamlardan ayrıcalıklı olarak “Yüce Divan” ayrıcalığını tanımak dikkat çekicidir. Bu durum, siyasi iktidarın aslında bu vesayetin devamını istediği anlamını vermez mi? O takdirde “askeri vesayet” söylemin samimi olmadığı görüşü baskın gelmeye başlar. Sonuç: “Hayır” denilmelidir…

Anayasa Mahkemesinin Yapısı

Madde-17: Anayasa Mahkemesinin (AYM) kuruluşunu düzenleyen 146. madde değiştiriliyor.

Değişiklik özeti: AYM yi oluşturan üye sayısı 11 asıl 4 yedek olmak üzere düzenlenmiştir. Yeni şekli 17 asıl üyeden oluşması öneriliyor.
Bu üyelerin bir kısmının seçimi; TBMM, Sayıştay Genel Kurulu; baro başkanlarının avukatlar arasından önerilen adaylardan seçilecek.
Diğer çoğunluk üyeleri ise Cumhurbaşkanı; Yargıtay, Danıştay, Askeri Yargıtay, Askeri Yüksek İdare Mahkemesinden, YÖK aracılığıyla üniversitelerden seçilecektir. Kurumlardan seçilecek üye sayıları değişkendir. AYM heyeti, deyim yerindeyse, her meslekten insanların oluşturduğu “heterojen” bir mahkeme heyeti olacak. AYM üyelerinin seçim şekli ve kurumlara ait sayılar uzun metin olduğundan buraya aksettiremiyoruz.

Yorum-İrdeleme: Bu değişiklik paketinin can damarını oluşturan maddelerden birisidir. Yüksek yargının yürütmenin işgali altına gireceği noktasında görüş birliği vardır. Çünkü AYM üyelerinin çoğunluğunu yürütme yani hükümet belirliyor. Bu da siyasi irade hangi görüş ve ideolojide ise kendisine yakın bulduğu yargıçları ya da üst düzey bürokratları AYM üyesi olarak atayabilecektir. Hükümetin ve hükümet paralelindeki cumhurbaşkanı tarafından atanan üyeleri de dikkate aldığınızda AYM üyeleri adeta bir partinin kontrolünde seçilip atanan üyelerden oluşacaktır. ATM üyeliğine atanan pek çok üye hukukçu bile olmayan mesleklerden olacaktır.

12 Eylül’ün en katmerli kurumu olan YÖK’ün iktidarca kaldırılması öngörülürken, YÖK aracılığıyla AYM üye olan YÖK temsilciler siyasi iradenin söyleminde samimi olmadığını gösterir. Böylece AYM ye gönderilen üyeler aracılığıyla 12 Eylül eseri olan YÖK tam anlamıyla kökleşmiş olacaktır. Keza, Sayıştay bir mahkeme bile değilken AYM ne üye vermesi siyasi hesapların bir göstergesidir. Sonuç: “Hayır” denilmelidir.

Madde-18: AYM üyelerinin görev sürelerini düzenleyen 147. maddesinde değiştiriliyor.

Özet: AYM üyelerinin görev süresine sınırlama getiriliyor. AYM üyeleri, 12 yıl için seçilecek,  2 defa üyeliğe seçilemeyecek, bu süreden önce yaş sınırını dolduran emekli olacak. Maddeye yorum getirmeye gerek yoktur. Sonuç: “Evet” olabilir.

Madde-19: AYM’ nin görev ve yetkilerini düzenleyen 148. maddesi değiştiriliyor.

Değişiklik özeti: AYM’ ne bireysel başvuru hakkı tanınıyor.  “Anayasa şikâyeti” başlığı ile sınırlı olan uygulama kaldırılıyor. “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi” kapsamındaki hak ve özgürlüklerden birinin devlet gücüyle ihlal edildiği takdirde, normal yargı yollarının tüketilmiş olması durumunda, AYM’ne bireysel başvurabilecek.

Yorum-İrdeleme: “Anayasa şikâyeti” talebinde bulunanların şikâyetlerinin sonuç vereceğine inanmak çok güç. Önerilen sistemde, şikâyetçi sonuç alamaz, bir oyalama yolu olarak kalabilir. Çünkü bu yol anayasal güvenceye alınmıştır. Bireysel olarak önerilen “Anayasa şikâyeti” hakkı, aslında bireyin kaybolan haklarına kavuşması amacını taşıdığından şüpheliyim; buradaki amaç, olabildiğince