3.8 C
Kocaeli
Çarşamba, Ekim 1, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1163

Moğolistan Gezi Notları -3

Moğolistan da İpek Yolu İle Orhun’a Gidiyoruz

Moğolistan’ın başkenti Ulanbatur’dan Orhun vadisindeki Göktürk kitabeleri ve Ötüken diyarına gitmek üzere, yola çıkıyoruz. Batıya doğru gideceğimiz bu yol ipek yolu güzergahından birisi. Asırlar önce bu yoldan kervanlar geçiyorlardı. Asırlar sonra kervanların develerle takip ettiği yolları biz araçla gideceğiz. Şehri yavaş yavaş terk ediyoruz. Dağlar ve Bozkırlar arasında yola devam ederken, evlerin yerini artık çadırlar almaya başladı. Göçerlerin yaşadığı çadırlar. Bozkırların ortasında âdete birer mantar gibi gözüküyor. Asfalt yol sona erdi. Şimdi tozlu topraklı ovadaki yollarda giderken, küçük ve büyükbaş hayvan sürüleri, atlar ve deve sürüleri yeşil Moğol ovasının sessizliğini bozuyor. Aracımız bir anlamda bozkır safariside yapıyor. Aracın arkasında çıkan toz bulutları, yeşil ovanın sessizliğini bozarken, bir ara yine asfalt yola giriyoruz.

Tepe üstünde bir Şaman anıtının etrafında aracımız tur atıp, korna çalarak, duruyor. Şamanizm bölgesinin en eski inanç sistemi şaman anıtı küçük taşlarla adeta bir tepe meydana getirmiş. Yeşil bezler, koltuk değnekleri, mumluklar, şaman anıtının en önemli aksesuarları. Şaman anıtına sadece şamanlar değil, Budistler de saygı gösteriyor. Şaman anıtındaki ilginç malzemeler dikkatimi çekiyor ve anıtın tepesine tırmanıyor, kendimi alamayarak ezan okuyorum. Şamanizm bir çok batıl inanç sistemine göre, İlahi inanç sistemlerine çok yakın. Budizm, Moğolistan da en geçerli din. Müslümanların sayısı ise oldukça az. Son dönemde misyonerler büyük artış gösteriyor. Avrupa ülkeleri ve Kore’den Moğolistan’a yardım gönüllüsü adı altında gelen Hıristiyan misyonerler, oldukça etkililer. Kore’liler, Moğollara akrabalarımız diyerek, yakın ilgi gösteriyorlar. Kore’liler her bakımdan Moğolistan da etkili. Hıristiyan misyonerlerin 300’e yakın kilise açtığını öğreniyoruz.

Şu an Hıristiyanlık, Budizm’den sonra, ikinci konuma gelmiş durumda. İslamiyet ise, üçüncü duruma inmiş. Misyonerler özetle bölgede çok etkililer. Türkiye’den çok az gönüllü hizmet kuruluşu Moğolistan’da İslami hizmet yapıyor. Moğolistan’daki islami hizmetler ile ilgili bilgiyi daha sonra, sizlerle paylaşmak istiyorum. Ama kısaca, Moğolistan’daki inanç sistemi ile ilgili Turavel Turizm tarafından hazırlanıp bizlere de verilen bilgiyi sizler paylaşalım.

Moğolistandaki Dini İnançlar

Asya kültüründe göçebe halkın inançları; çeşitli formları ile tarih boyunca ve günümüzde yaygın çeşitlilik sergilemektedir. İnanç komünizm etkisiyle engellenmiş ise de, inanışlar yavaşça gelişen etkiyle Tibet tarzı Budizme eğilimlidir. Fakat Şamanizm, Moğolistan’ın din kültürüne damgasını vurmuştur.

Tengrizm ve Şamanizm, Arkeologlara göre 10.000 ile 40.000 yıl önceden beri Moğolistan’da ana inanç olmuştur ve gerçekte halen devam etmektedir. Moğollar çok dindardırlar ve hayatları boyunca inançlarına saygılıdırlar. Her ne kadar Hristiyanlık gibi diğer dinler birkaç yıl tanıtılmışsa da günümüzde Moğollar çoğunlukla Budizme inanmaktadır.
%80 Tibet Budizmi, %6 Hristiyan , % 4 Müslüman varsa da Şamanizm halen etkili olarak yaşanmaktadır. Tibet Budizmi, insan ruhunun ölümden sonra yeniden doğmasına kadar içinde bulunacağı koşulları ve geçireceği bilinç hallerini ayrıntılı bir biçimde açıklayan Budizm’in önemli bir koludur. Tibet Budizminin tatbik edilen şeklinde, Buda Dharma’nın öğrenilmesi, ahlâkî öğütler, nefisle mücadele, tefekkür ve meditasyon gibi içe bakış yöntemleri önemli yer tutar.

Tapınakların yarısından fazlası Budist tapınağıdır. 1930’da yıkılan ibadethaneler 1990’lardan sonra yeniden yapılmakta ve eskilerine yenileri eklenmektedir. En büyük budist tapınağı olan GANDAN MANASTIRI’nda Tibet Nepal ve Hindistan’dan gelen öğrencilere LAMA eğitimi verilmektedir. Şamanlar dünyadaki herşeyin ruhlarla dolu olduğuna inanır. Bitkiler, kayalar, dağlar, su ve hayvanların ruhu olduğuna ve bunlara saygı gösterip herşeyi dengede tutmak gerektiğine inanılır. Denge, insanın kendi içinde, toplumda ve doğada uyumu sağlayan en önemli unsurdur. Denge bozulduğunda olumsuz etkiler ortaya çıkar. Fiziksel güç ve kader inancın konseptini oluşturur. Şamanlar kendilerinin şifacı, kutsal itaatçi mucize doktor olduğuna inanırlar. Moğolistan’daki şamanlar yalnızca doktor değil aynı zamanda ruhsal güçlere sahip şifacıdırlar. Doğumlarında aldıkları gücü ahalinin dengesini sağlayıp yeniden yapılandırmak üzere kullanırlar. Hastalıklar ruhsal veya fiziksel travmanın neden olduğu, kişinin barındırdığı ruhlar arasında dengesizlik ve yabancı ruhların müdahalesi nedeniyle oluşur. Hastalıklar sadece fiziksel semptomlar değildir. Hastalığın ruhsal yönü önemlidir. Ruhsal hastalık tedavi edilmezse fiziksel hastalık hiç bir zaman geçmez. Şaman, tıbbi cihazlar olmadan bunu anlar ve kendi felsefeleri yönünde tedavi ederler. Hastalara ruhsal şifanın yanında şifalı otlardan ürettikleri ilaçları da vermektedirler. Moğolistan da %80’e yakın Budist olmasına rağmen, Ataistlerin sayısına oldukça fazla. Moğol devleti insanların inancına karışmadan, Laik bir sistemle devlet yönetimlerini sürdürüyorlar.                       Ulanbatur’dan Orhun Abideleri ve Ötüken’e Gidiyoruz                                                          Artık güneş tepemizde, bozkırların ortasında tozlu topraklı yollarda ilerleyişimiz sürüyor. Bozkırların ve ıssız Moğol dağlarının sessizliğini, sürülerini otlatan at sırtındaki çobanlar ile ayakta ata binen Moğol gençleri bozuyor. Bazen de bizlere Kartallar eşlik ediyor. Vakit bir hayli ilerledi. Mola vermek üzere, uzaktan gördüğümüz ve Ulanbatur’dan gördüğümüz ünlü Tuz ırmağı kenarına geliyoruz. Ana yoldan sapıp, ırmağın tam kenarına yaklaşarak mola veriyoruz. Tuz ırmağı biraz bulanık aksada, yeşillikler içerisinde güzel manzara sunuyor. Tuz ırmağı kenarından abdestlerimizi alıp, öğle namazlarımızı kılıyoruz. Bizler Tuz ırmağı kenarında öğle yemeğini sandaviçlerle giderirken, at sürüsünün ırmağın içerisine girerek, su içip serinlemeleri görünmeye değer. Tuz ırmağı kenarından ayrılma vakti. Yine tozlu topraklı İpek yolu güzergâhı. Issız bozkırlarda saatler süren yolculuklardan sonra, bu kez bir çadır kampta mola vereceğiz. Çadırlar otel haline getirilmiş. Büyük bir çadır restaurantta, Moğollara özgü patatesli et çorbasını içip, salata ve etli pilav yiyerek, kendimize geliyoruz. Moğollar Çadırlara Ger diyorlar. Göçerlerin yaşadığı Gerler Bozkırlar da çok güzel görünüm sergiliyor. Dinlendiğimiz çadırların hemen karşısında, Çin’lilerden kalma tarihi şehir ve kale kalıntılarının bulunduğu yere gidiyoruz. İpek yolu güzergâhındaki bu kale ve tarihi kent yıkılmış, sadece taş duvarları bozkırın ortasında ayakta kalma mücadelesi veriyor. Tarihi şehir ve kaleyi dolaşırken, moğol çoçukları bizlere eşlik ediyordu.

 Orhun abidelerine gitmek üzere vakit geçirmeden yola devam ediyoruz. Saatlerden süren yolculuktan sonra, nihayet asfalt yola geliyoruz. Bu yolun sonunda Göktürkler, Uygurlar ve Cengizhan İmparatorluklarına başkentlik yapan Karakurum şehri var. Ancak biz şehre gitmeden yoldan UGİNUR gölü yakınındaki çadır kamplarda konaklayacağız. Ancak, şoförlerimiz bir türlü kalacağımız Ger kampının yolunu bulamıyor. Güneş batmak üzere ıssız ve sessiz bozkırların içerisinde yolunu kaybetmiş kervan gibi kala kalıyoruz. Cep telefonları çekmiyor. Bir saat sonra yoldan geçmekte olan kamyonu durdurup, UGİNUR gölünün yolunu sorarak öğreniyoruz. Artık kalacağımız kampa gitmek üzere dağların arasından, bozkırlardan UGİNUR gölüne geliyoruz. Kalacağımız kamp uzaktan görünüyor. Yemyeşil bozkırın ortasında masmavi göl, adeta bir serap gibi. Gölü yakından görene kadar buranın bir serap olduğunu sanıyoruz. Orhun ırmağının suyundan beslenen göl bize hoş geldin diyor.
Güneş, kampın üzerinden yeni batmış. Güneşin buruk kızıllığı bölgeye hakim. Tesiste çalışanlar, bizlere hoş geldin derken, daha önce müslüman olduğumuzu öğrendikleri için Selamun Aleyküm diyorlar. Çadırlarda ikişer kişi kalacağız. Çadırlarımızın kapısı göl manzarasına açık. Çadırlarda  iki yatak, ortada soba bulunuyor. Sakin ve sessiz bir ortamda çadırlarımıza yerleşirken, bizi kötü bir sürpriz bekliyor. Onlarda sivrisinekler. İlaçlanarak, sivrisineklerden kendimizi koruyoruz. Tesisin göl manzaralı lokantasında akşam yemeklerimizi yerken, hilal şeklindeki ayın göle yansımasını doya doya seyrediyoruz. Elektrik olmadığı için jenaratörler çalışıyor. Kamera, telefon ve fotoğraf makinemizi şarj ederek, jenaratör kapanmadan uyku tulumlarımıza girerek derin bir uykuya dalıyoruz.
Ugıı Nuur Gölü
Sabah erken uyanıp, bozkırların ve Ugıı Nuur gölünün temiz havasını ciğerlerimize dolduruyoruz. Gölün ve bozkırın sessizliğini kuş sesleri bozuyor. Göçerlerin çadırından çıkarak, bozkırlara giden küçük ve büyükbaş hayvan sürüleri atlar, bozkırın sessizliğini bozuyor. Dağların arasındaki göl ve bozkırların manzarasında sanki kendimizi masal dünyasında hissediyoruz. Güneş dağların arasından yavaş yavaş doğuyor. Kahvaltımızı göle hakim restauranta yaparken, Ugıı Nuur gölünü doya doya seyrediyoruz
 Ugii Nuur gölü, deniz seviyesinden 1337 metre yüksekte Arkhangai yöresinde bir göl. 25 km kare alanı kapsıyor ve kanatlı hayvanların yaşadığı harika bir mekan. Kuğu, beyaz balıkçıl, Dalmaçya Pelikanı sıklıkla görülmektedir. Nisan ayında göçmen kuşların rotası buraya kayıyor. Bölgede kısmen tarım yapılabilir. Buğday, patates ve bazı cins sebzeler yetiştirilebilir. Doğal florası nedeniyle çok fazla sayıda sinek de görülür. Eğer sinekten rahatsız olursanız vücudunuza kımız sürebilirsiniz.                                                                Moğol Göçer Çadırları (Ger)                                                                                            Bizim çadır dediğimiz Moğolların GER dediği çadırlar, yere daire şeklinde çakılan tahta çitlerin üzeri ilk önce keçe ile kaplanır. Çatı’yı yapmak üzere iki sırığın üzerine yuvarlak bir parça konur, kenar duvarlarını oluşturan çite bağlanan sopalar bu yuvarlağa kadar uzatılıp uçları bağlanır. Tavandaki yuvarlağın ortasından hem ısınmak hem de yemek pişirmek için kullanılan sobanın borusu geçer ve kapatılmaz.
Ger evlerin küçük kopyası hatta haritasıdır. Ger’in kubbesi gökkubbe anlamını taşır. Ger çadırları kışın inanılmaz derecede sıcak, yazın serin ve güçlü rüzgarlara karşı koruyucudur. Kolay ısıtılabildiği için kış konaklamasında daima Ger tercih edilir. Kolaylıkla monte edilir ve taşınabilir. 150 – 200 kilo çadırı sökmek en fazla 2 saati alır.

Çadırlarda giriş kapısı daima Güney yönündedir. Güney en az onurlu yerdir ve gençlerin yaşam alanı olarak ayrılmıştır. Batı erildir ve erkek tarafıdır. Kuzey bölümü en onurlu yerdir. Bu kısımda, aileye ait kutsal eşyalar ve dini imajlar yerleştirilmiştir. Yaşlılar ve diğer saygın kişiler kuzeyde oturur. Misafirlerde bu bölümde ağırlanır. Doğu tarafı kadınların bölgesidir. Mutfak eşyaları, yiyecekler, çocuklara ait beşik vs. ile mutfak gereçleri gibi dişil eşyalar doğu yönündedir. Soba Gökkubbe’ye çıkış noktasında, Ger’in tam ortasındadır. Ger’in en kutsal yeridir. Ger, içindeki hareket, tepe deliğinden güneşin içeri giriş yolu olarak takip edilebileceği üzere, gökyüzüne gösterilmesi gereken huşu ve saygıyı simgeleyen şekilde mutlaka saat yönündedir. Ger, Amerikan yerlilerinin dört yöne ve evrene göre konumlandırdığı kutsal dairenin bir fiziksel temsilcisi olan şifa çemberine paralel olarak görülebilir.                                                                                                                                 Orhun Vadisindeki Kuşinsaydam (Dashınchılen Soum)a Gidiyoruz                           Hedefe yaklaşmak üzereyiz. Ugıı Nuur gölünü arkamızda bırakarak, Kuşi saydam bölgesi yani Orhun vadisine Göktürk abidelerinin bulunduğu Kültür tarihimizin muhteşem geçmişlerinin yazıldığı yere gidiyoruz. 1350 metre  bulunduğumuz yerin yüksekliği, biz 2400 metreye kadar yükseleceğiz. Orhun vadisinin bulunduğu yer yaklaşık 2100 metre yükseklikte. Tırmanışa geçiyoruz. Yol yok, taşların arasından güçlükle ilerliyoruz, rampa çok sert aracımız zorlanıyor. Nihayet bir düzlüğe çıkıyoruz. Son olarak araçtan inerek, Ugıı Nuur gölünün manzarasını seyrediyoruz. Bizlere sülün, kartallar ve envayi çeşit çiçekler eşlik ediyor.
Tekrar yollardayız. Güneş bir hayli yükselmiş, Hava parçalı bulutlu, hafif rüzgar esiyor. Ovalar ve vadileri düz giderek, Orhun vadisine geliyoruz ve vadi Göktürk anıtlarından Kültigin ve Bilge Kaan’ın anıtlarının bulunduğu yer. Anıtların bulunduğu yere Türkiye Cumhuriyeti devleti kısa adı TİKA olan Türk İş Birliği ve Kalkınma aracılığı, büyük bir müze yapmış. Uzaktan müze ve anıtların bulunduğu yeri seyrederken, kendimi yine zamanı mazide Türk tarihinin ihtişamlı geçmişinde buluyorum.
Türkler tarih boyunca kendi kültürlerinden doğan iki alfabe kullandılar.
Bu vadi kültür tarihimizin manevi tapu senedi. 1300 yıl önce Göktürk devleti ilk Türk kelimesini bu abidelere yazdılar. Devletlerin tarihinde yazılı belgelerin önemi çok büyük. Türk tarihinde de Göktürk imparatorluğu çok önemli.

Kendi kültürümüze ait alfabeleri kısaca özetlemek gerekirse,
1.Göktürk alfabesi (Orhun Abideleri ), 2. Uygur alfabesi. Tarihte ilk yazılı Türk anıtları (Bilge Kağan-Kültigan (Tonyukuk) adına dikilmiş olan Orhun (Göktürk) anıtlarıdır. İşte bu anıtların bulunduğu Orhun vadisindeki Tuşi saydamdayız. Vadi uçsuz bucaksız bir ova. Envai çeşit çiçek ve bitki bulunuyor. Orhun abidelerinde başka Türk tarihi için Kırgızlara ait yenisey meyer taşlarıda tarihimiz için önemlidir
Türkler 8.yy’dan sonra İslamiyeti kabul etmeye başladılar. İlk islamı kabul eden devlet Karahanlılar oldu. Fakat boylar halinde müslüman olan boylar ise, Karahanlıları kuran Karluk-Yağma ve Çiğil boylarıdır. Türklerin müslüman olmasında en önemli etken Emevilerden kaçan İslam kültür ve medeniyetinin kültürlerine çok yakın olması olmuştur. lO.yy’dan sonra da Türkler İslam dünyasının koruyuculuğunu üstlendiler.
Anadolu, Balkanlar, Kafkasya, Hindistan, Batı Türkistan gibi sahalarda islamı yaydılar. Batıdan gelen tehlikelere karşı İslam dünyasını savundular. Yaptıkları müesseselerle de İslama hizmet ettiler.

İslam medeniyetine asırlarca hizmet eden Türklerin ihtişamlı geçmişi işte bulunduğumuz Orhun vadisinde, Orhun kitabelerinde yer alıyor. Orhun ırmağının doğduğu Hangay dağları ise, Kültür tarihimize Ötüken ormanları olarak geçiyor. Bu coğrafya Oğuz Kaan destanında yazıldığı yerler. Büyük Hun imparatorluğu da bu coğrafyada doğmuştur. Orhun Vadisindeki dağları, ovaları, çiçekleri ve yeşillikleri seyrederken, kendimi tarihin derinliklerinden alıp, bugünlere getiriyor ve bugün Türk dünyasının perişan hali karşısında üzülüp kahroluyorum.
Tarih boyu 116 devlet ve 16 imparatorluk kuran Türkler bugün paramparça. İç savaşlar düşmanlıklar ve kültürlerini tamamen kaybetmek üzereler. Orhun Abidesine giderken, Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu da acı acı düşünüp, kahroluyorum. Bağımsız tek Türk devletini yok etmek ve parçalamak isteyenler ve onların Türkiye içindeki yerli iş birlikçileri Türkiye tam bir ihanet çemberi içerisindeyiz.                                                                                Orhun Vadisini Unesco, Dünya Kültür Müzesi Mirası Listesine Aldı                        Aracımız Orhun vadisinde ilerliyor. Hedefimiz Orhun müzesine gitmek. Türkiye devleti 6.5 milyon dolar harcayarak, buraya müze yapıp, Kültigin ve Bilge Kaan anıtlarını burada konuma altına almış.
Orhun vadisinde, Türk tarihi ve Türk dili mirasının en eski yazıtları bu bölgededir. Birbirine yakın 2 önemli monolist vardır.
Eski Orhun Nehri yatağın boyunca iki parça antik kalıntı bölgesi vardır. Orhun vadisine yakın bir noktada yeni Orhun ırmağı nehrinin bulunduğu bölgede tarihi Kara Balgas şehir kalıntıları, Uygur imparatorluğu başkentlik yapmıştı ve Moğol İmparatorluğunun en eski başkenti Karakorum ise, bu bölgededir. Orhun Vadisi Ötükent ırmaklarına kadar Hun İmparatorluğuna ait mezar kalıntılarına rastlanır.

Orhun Vadisi geçte olsa UNESCO, DÜNYA MİRASI listesine alması sevindirici. Bu vadide İlk anıt 685-731 yılları arasında yaşamış Kültigen anısına adanmıştır. Diğeri ise, erkek kardeşi Bilge Han’a adanmıştır. Türk kültürü, tarihi, gelenekleri, inançları, askeri faaliyetleri, sosyal hayat ilk kez bu yazıtlarda kayda alınmıştır. “TÜRK” tanımı ilk kez bu yazıtlarda görülmüştür.
Bu anıt yazıtlar sadece içerik açısından değil, aynı zamanda yazım teknikleri bakımından da çok önemlidir.
Türkiye son yıllarda buralara ilgi gösteriyor. Alman, Finlandiya, Belçika, Rusya ve Çin arkeologlar ve bilim adamları bu bölgeleri sürekli gezip araştırma yazıp, ilmi çalışmalar yapıyorlar.

Devam edecek

 

T e f e k k ü r – N a m e (Yetmiş Yıl Sonra)

0

Kemal Bey, o gün çok sevinçliydi. Sonunda tayini çıkmış; (…..) şehrine müftü olmuştu. Hemen hazırlıklara başladı. Bu, onun ilk görev yeriydi. Hem yeni insanlar tanıyacak, hem de bam başka yerler görecekti.

Zaten bugünleri iple çekmişti. İnsanları seviyor, bildiklerini onlara aktarmaya can atıyor, bir an evvel onları tanımak istiyordu. Çok mes’uliyetli bir vazife yüklenmişti.

Ne var ki, böyle tatlı bir sevinç ve heyecan dalgası içindeyken, arkadaşlarının:

“O şehre gidilir mi hiç? Mutlaka tayin yerini değiştirmeli veya istifa etmelisin! Çünkü insanları; söz anlar cinsten değiller! Onlara laf anlatmak ne mümkün? Üstelik söyleyeceklerine, karşı koyacakları da muhakkak! Zira, o yöre insanından yaka silkmeyen mi var? Ne yapıp etmeli, oraya gitmemenin bir yolunu bulmalısın!” Şeklinde konuşmaları, vazife aşkıyla çarpan kalbini, derinden yaraladı. Morali altüst oldu. Çünkü, o sözler, sihir gibi, etkili olmuştu.

Gerçi, kim ne derse desin gidecekti. Hak bilinen yolda gereken yapılmalıydı. Ama içine şüphe kurdu girmişti bir defa. Ya söyledikleri doğruysa, diye düşündü. Ya gayesini gerçekleştiremezse? N’olurdu hali o zaman? Halbuki, ne hayaller kurmuş, ne emeller beslemişti.

Fakat, görünüşe bakılırsa, sonuç hiç de öyle olacağa benzemiyordu. Arkadaşları bilmeseler, hiç böyle konuşurlar mıydı? Demek bir bildikleri vardı. Artık, ilk sevincinden eser kalmamış, yüzünü hüzün bulutları kaplamıştı.

Acaba, boşuna mı gidiyordu? Ama gitmek zorundaydı. Yoksa daha işin başındayken, hangi mazeretle istifa edecekti? Ne derlerdi sonra? Hayır hayır, bunu yapamazdı!

Arkadaşlarıyla vedalaştı. Kemal Bey’in bütün gizleme çabalarına rağmen, endişeli hali, kimsenin gözünden kaçmadı. İlk fırsatta dönmek isteyeceğinden de, kimsenin kuşkusu yoktu. Bunu; adları gibi biliyorlardı.

Bir ay sonra, Kemal Bey’in yolu memleketine düştü. Arkadaşları  “hoş geldin”e koştular hemen. Bir iki hoş beşten sonra, sorgu suale başladılar gecikmeden. Dedikleri gerçekleştiği için, üstelik gizli bir memnuniyet içindeydiler. Hepsi birden sözleşmişçesine:

“Yaaa, biz sana dememiş miydik? O bölge halkında hayat yok diye. Sözümüze geldin işte! Herhalde oraya dönmeyecek, yeni bir tayin için Ankara’ya gideceksin, değil mi?” diyerek, o şehre gitmeden önce söylediklerini doğrulamasını ve haklılıklarını, bir de kendi ağzından duymak istediklerini ima ettiler.

Kemal Bey, -eskisinden farksız- bütün bu konuşmaları; bu sefer, büyük bir soğukkanlılıkla dinledi. Tasdik edilmelerini, “Biz sana demedik mi?” tarzındaki sözlerinin kabulünü ivedilikle bekleyen arkadaşlarını, tek tek gözden geçirdi. Kendi iyiliğini düşündükleri(!) için, hepsine ayrı ayrı teşekkürler etti. Ve cevabını şu sözlerle tamamladı:

“O şehir; kırk yıl boyunca Moskof  işgali altında kalmış! Otuz yıl süreyle de, yerli Moskof zihniyeti altında, inim inim inlemiş! Buna rağmen, yani yetmiş sene sonra, her birine sorulduğunda;  -hala-  ‘Elhamdülillah Müslüman’ım.’ Diyebiliyorlarsa, ne mutlu onlara. Yapılacak şey, onları yermek değil, aydınlatmak olmalı. Bu temel sözün gereği ise, onları bir an evvel bilinçlendirmektir. Ki, bu da bizlere düşen asil bir görevdir.”

Bu şaşırtıcı cevap karşısında, Kemal Bey’in arkadaşları apışıp kaldılar!

 

 

 

 

 

Bayramlarla Geleceğe Yürümek

Tüm milletlerin tarihinde önemli günler, geceler ve olaylar vardır.

Bizim de, millet olarak bizi biz yapan günlerimiz, gecelerimiz vardır.

Bunların başında bayramlarımız gelir.

Bu bayramlarımız dinidir, millidir. Ama her yönüyle bizimdir. Bizler de orada yaşarız, geçmişi anar, geleceğimizi de bu çizgide şekillendiririz ve yönlendiririz.

İşte, o zaman millet olarak sağlıklı yaşarız ve gelecekle ilgili de dünyadaki yerimizi layıkıyla korumuş oluruz.

Bayramlarımız, değişen dünya şartları içinde hep aynı şekilde kutlanacak ve yaşanacak da değildir.

Zaten öyle de olmakta.

Geçmişte ulaşım güçlüğü, haberleşme zorluğu, kısaca; insanların birbirlerini sık göremediği zamanlarda bayramlar bir buluşma, kucaklaşma, hasret giderme, belki de bir yıllık hal – hatır sormalarla yaşanıyordu. Bir yıllık, altı aylık hasretlerin birikmiş enerjileri vardı. Gözler güler, kalpler hızlı çarpar, kelimeler dudaktan farklı sıcaklıkta çıkardı.

Peki, şimdi öyle mi?

Tabiî ki öyle değil!

Bugünkü, günümüzde bayramlaşanlar, bayramda bir araya gelenler, çok büyük oranda gün ve ay içinde birbirlerini sık sık görme fırsatı bulan, telefonlaşan, mesajlaşan, düğün – dernek ve cemiyetlerde bir araya gelme fırsatı bulan insanlar olduğunu görüyoruz.

Bunun dışında, bayram vesilesiyle bir araya gelme fırsatı olan insanlarımız da oluyor muhakkak.

Ama bunlar, günümüzde azınlıkta.

O halde, değişen şartlara rağmen, bayramların özünü kaybetmeden kutlanması ve yaşanmasına dikkat etmeliyiz.

Yoksa cep telefonu ve bilgisayar teknolojilerini kullanarak yüzlerce, binlerce mesaj göndererek bayramın hakkını tam vermiş ve yaşamış olmayız. O tadı da zaten alamayız ve tattıramayız da. Bu mesajların en azından telefonla takviye yapılası lazım mümkünse. Aslında en iyi olanı yüz yüze, göz göze ve gönül gönüle olanını yapmalıyız, yaşamalıyız.

Değişen dünya ve hayat şartları, bayramları bir dinlenme fırsatı olarak da önümüze koymuş olabilir.

Ama bu evden kaçmak, uzaklara giderek kimseyi görmemek, telefonları da kapatmak anlamına gelmemeli.

Bayramlarda meşru bir mazereti olmadan yurt dışına gidenlerin yorumunu ise, siz okuyucularıma bırakıyorum.

Önemli gün ve gecelere sahip, yüce bir milletin, zengin bir kültürün nesliyiz, çocuklarıyız. Bununla ne kadar övünsek azdır. Ama, bunun hakkını vermek de bize düşer. Bugünleri yaşayanlara düşer.

Aynı zamanda bu zenginliklerin de farkında ve bilincinde olmalıyız.

Geçenlerde Maltalı bir vatandaşla tanıştık. Adı Gadwin olan, dünyayı gezmiş görmüş, ticaretle de uğraşan bu kişiyle, bazen tercüman aracılığı ile, bazen de bozuk ve eksik de olsa hal lisanıyla sohbet ettik.

Konuşmanın bir yerinde bu Beyefendi, İstanbul’a sık sık geldiğini, Türkiye’yi ve Türkleri çok sevdiğini filan söyledi.

Ben de kendisine Türkiye’yi ve insanını niçin bu kadar çok sevdiğini sordum.

Bu Maltalı Beyefendi, soruma cevaben başladı konuşmaya.

“Türkiye büyük bir ülke. Dünya gerilerken, özellikle Batı gerilerken ileri giden bir ülke. Tarihiniz çok büyük, önünüz de çok açık ama insanlarınız bunun farkında değil. Aynı zamanda 284 milyonsunuz. Hele kültürünüze de hayranım. Ben bunları hemen hemen her hafta İstanbul’a giden ve bir çok dostları olan biri olarak söylüyorum.” dedi.

Gadwin’in konuşmalarında iki şey dikkatimi çekmişti. Biri 284 milyon sayısı, diğeri de hayran olduğu kültürümüzdü.

Bu iki hususu tekrar sorduğumda aldığım cevap beni bile düşündürmüş ve etkilemişti.

Gadwin sözlerine şöyle devam etti. “Siz 284 milyonu sadece sınırlarınız içinde aramayın. Mançurya’dan Belgrad’a kadarki gücünüzü bir araştırın, sorgulayın ve değerlendirin. Biz Maltalılar, 400 bin nüfusumuz var, hiç bey olamadık, bey seçmekle meşgul olduk tarih boyunca.

Kültürünüz çok zengin diyorum, gerçekten çok zengin. Sizin halk arasında yaşadığınız selamlaşma, kucaklaşma, hal – hatır sorma kültürünü biz kutsal günlerde bile yaşayamıyoruz.

Büyük – küçük arasındaki diyaloglarınız ve yardımlaşma duygularını biz okullarda öğretsek bile başaramayız. Siz Türklerin hayat yaşayışınız bile bir eğitim, bir okul. Bunun farkında mısınız?” diyerek bizleri de biraz daha düşünmeye sevk eden bir cevap almıştım.

Bunu niye anlattım?

Biz her şeye rağmen, millet olarak yaşatmaya çalıştığımız kültür olarak günümüz dünyasında etkili bir şekilde varız ve çok şükür yaşamaya çalışıyoruz. Bizler çok fark etmesek de birileri bunun farkında. Yeter ki biz kültürümüze, değerlerimize, daha da önemlisi bir birimize sahip çıkalım. Önemli gün ve gecelere sahip çıkalım. Bir araya gelelim ve yaşamaya – yaşatmaya devam edelim.

Nice önemli gün ve gecelerin bayram tadında yaşanması ve yaşatılması dileğiyle.

Türkiye Nereye -2

0

Bir önceki yazımız da dünyadan ve Türkiye’mizden çeşitli örnekler vererek “Türkiye nereye” başlığı adı altında çeşitli konuları gündeme getirmiştik. Etrafımıza şöyle bir bakacak olursak dünyanın tek merkezli bir güç tarafından yönetilmek istendiğini pek ala görebiliriz. Bu gücün adı küresel güçtür. Görevi ise böl, parçala, yönet ve sömür taktiğine dayanır. Bunun en bariz örneğini ise ne yazık ki Türkiye’mizde yaşıyoruz.

Küresel gücün yöneticileri ve finansörleri CFR  TROLETERYAN ve SAROS vakfı gibi kuruluşlar dünyanın çeşitli ülkelerinde sergiledikleri oyunları bizim ülkemizde de sekiz senedir ne yazık ki uyguluyorlar. ANASOL- M hükümetinin dağılma sürecini düşünecek olursak onun arkasından CFR’den gelen emri vaki AKP kuruluş tüzüğü (Kaynak Yeni Çağ Gazetesi Aslan Bulut) ile nasıl iktidara gelindiğini hepimiz hatırlarız.

Kamu İktisadi Kuruluşları hızla özelleştirilmiş, özelleştirilen sektörlerin ön planına göstermelik olarak bir Türk konuluyor perdenin arkasını araladığımızda karşımıza çıkan ya bir Rum ya bir Yahudi yada bir Ermeni ile karşı karşıya geliyoruz. Dış ticaret açığı hızla büyüyor, özelleştirilen sektör çalışanları kapı dışarı bırakılıp çoluk, çocuğuyla perişan hale getiriliyor.

Yukarıda arz ettiklerim işin ekonomik boyutuydu, birde siyasi boyutu var ki tamamen Türk Milletinin bekasıyla ilgili. 2001 yılında ülkeyi sıfır terörle devralan hükümet, hiç gereği yokken meydanlarda bizzat başbakan tarafından ayrıştırma yapılarak 36 etnik parçaya bölünmüş, terörün yumuşak karnını kaşıya, kaşıya binlerce insanımızın, gencimizin ölümüne sebebiyet vermiştir.

Habur sınır kapımızda hukuk skandalı yaşanmış, teröristlerin yargılanma sürecinde tepkilerini çekmesin diye Türk bayrağı ve Atatürk resimleri duvardan indirilmiştir. Ayrıştırma Kürt Projesiyle başlamış, gösterilen tepkiler üzerine Milli birlik projesine dönüştürülmüştür. Ayrıştırarak Milli Birliği sağlamakta ancak bunlara mahsus olsa gerektir herhalde…

Terörist başı ile görüşmeler  yapılmış, 2011 Haziran’ına kadar terör eylemini durdurma kararlarını almışlardır. Sanki Güney doğuyu Türk devletinden koparmışlar gibi bazı belediye başkanları pervasızca “Karadeniz’deki  vatandaşlarda bir Laz bayrağı taksalar ne olur?” cinsinden laflar edebiliyorlar. Her gün televizyon kanallarında Türkiye’nin başka meseleleri yokmuş gibi malum gazeteciler ve daha Türkçe konuşmasını dahi beceremeyen fakat kendisine aydın yaftasını yapıştırmış bir gurup zevat güney doğu meseleleri hakkında ahkam kesiyor ve işi o noktaya getiriyorlar ki her şey bitmişte  işin detayları kalmış onları konuşuyorlar.

Yine Barzani, CHP yöneticisi Mesut Değer’in de katıldığı KDP kurultayında “Kerkük Kürdistanındır, bunu tartışmaya dahi açmıyoruz. Sorunlu bölgelerin bizim tarafa geçmesi, orada yaşayanlar için olumlu olur. Birleşik Kürdistan’ı oluşturmak istiyoruz. Kürtler tek parça ve bölünemezler. Kürtler parça parça olamazlar artık. Kürtler tek vücuttur ve dil ekseninde bölünemezler. Çok farklı lehçeler olsa bile, Kürtçe tek dildir.” diyerek Türkiye’nin bölünebileceğini telaffuz edebiliyor.

Bütün bunlar Türkiye’mizin içinde cereyan ederken bizler ne yapıyoruz? daha ne kadar bekleyip nereye kadar susacağız? Şunu unutmayalım ki tarihe yön vermesini bilmeyenler; tarihin akışı önünde sürüklenip giderler. İstiklal Marşımızın okunması tehdit altındaysa, her sabah çocuklarımızın okuduğu ANDIMIZ da geçen “Varlığım Türk Varlığına Armağan olsun” mısrasını ele alarak Meclisteki adam “ben Türk değilim neden varlığım Türk varlığına armağan olsun” diyebiliyorsa, kimse kusura bakmasın ama içimden acaba her şey bitmiş midir? diye bir düşünce geçmiyor değil.

 

 

Wikileaks

0

Wikileaks

Dünyanın ipliğini pazara çıkarma olayıdır.

İki çeşit Wikileaks vardır.

       Dünyevi Wikileaks

        Uhrevi Wikileaks

        Dünyevi Wikileaks den panikleyenler

        Uhrevi Wikileaks leri hiç hesaba katmazlar mı?

Bu konuda iki ihtimalden bahsetmek mümkündür.

Bir bu gerçekten bağımsız bir ekip tarafından yapılmıştır.

Öyleyse tebrik etmek gerekir.

İki yâda bir operasyondur.

Arkasında bir takım karanlık güçler vardır.

Bu belgeler belirli amaçlara yönelik olarak servis edilmiştir..

O zaman hile hurdaya karşı dikkatli olmak gerekir

Hangisi doğru?

Doğruyu bir Allah bilir

Birde bu işi yapanlar

Gerisi yorumdan ibarettir

Wikileaks dünyevi ve uhrevi diye ikiye ayırmıştık ya

Dünyevi Wikileaks ler de ikiye ayrılır

Bir yerel Wikileaks ler

İki küresel Wikileaks ler

Şeffaflık her zaman iyidir.

Karanlıklar içerisinde her zaman tehlikeleri barındırır

Allah (cc) Felak suresinde karanlığın şerrine dikkat çekiyor.

Ergenekon’un Wikileaks ı açıldı.

Belgeler ortaya saçıldı.

İçerisinden balyozlar, eldivenler birçok tehlikeli maddeler çıktı.

Fenamı oldu?

O belgeler gizli kalsaydı muhtemelen o balyoz milletin kafasına inecekti

Hemen itiraz etmeyiniz

Sanki daha önce indiğinden haberiniz yok

Bu millet atmışı, sekseni, yirmi sekiz Şubat’ı yaşamadı mı?

Karanlık, gizlilik tehlikedir.

Şeffaflık insana güven verir

İnsanları endişelendiren ikiyüzlü davranışları ve gayri meşru işlerinin ortaya çıkmasıdır.

Kimse devlet sırları açığa çıktı diye endişe duymuyor.

Devlet adamları devlet sırlarını yabancı diplomatların yanında konuşmazlar.

Ecdadımız Fatih Sultam Mehmet Han devlete ait bir sırrı sakalımın bir tüyü bilse onu çeker atarım.

Devlet adamlığı budur..

Olaya birde şöyle bakmak gerekir.

Her şeyden önce insanlar vede devletler ABD yi ve ABD’lileri gözlerinde çok büyütmeyecek.

Onlarında kendileri gibi normal bir insan olduğunu anlayacaklar.

Korkuları zail olup kendilerine güven gelecektir.

Bir faydası da

Birtakım ulusal yâda uluslar arası kirli ilişkiler açıklanacak.

Kahraman bilinen hainler,

Adam bilinen madamlar,

Dev bilinen cüceler ortaya çıkacak..

Halkın gözündeki perde kalkacak.

Özellikle Arap İslam dünyasındaki,

Ortadoğu’daki cerahat yarılacak.

Batılı dostlarımızla beraber doğulu kardeşlerimizi de daha iyi tanıma imkanına kavuşacağız.

Su gözükecek teyemmüm bozulacak.

Sahte dostluklarda, kalıcı düşmanlıklarda yıkılmış olacak.

Batının maskesi düşecek.

Gerçek yüzü ortaya çıkacaktır.

Eğer bu olayı gerçekleştirenler gerçekten bağımsız bir ekipse

Belgelerin içeriğine gelince

Lüzumludur, lüzumsuzdur dedikodudur.

Olabilir

Buda diplomatların kalite yâda seviyeleriyle ilgilidir.

Şuraya dikkat

Merak ediyorum

Bu belgeler arasında Çekiç güç, PKK

İsrail, PKK ilişkilerine yönelik belgeler çıkacak mı?

Ayrıca Hizbullah İsrail savaşına,

İsrail’in Gazze’yı bombalamasına,

Mavi Marmara katliamına ilişkin yazışma ve belgeler.

En önemlisi de,

İsrail’in gerek Ortadoğu’da gerekse diğer ülkelerdeki

Katliam ve de operasyonlarına ilişkin belgeler ortaya çıkacak mı?

Eğer bu belgeler ortaya çıkarsa

Bu gerçekten bağımsız bir olaydır.

Tebrik’e şayan bir iştir.

Suçlamak değil kutlamak gerekir

Diğer belgelerinde içeriği dikkate alınmalıdır.

Belgeleri şifreleyen, şifreleri kıranlar da insandır.

Eğer bu belgeler arasında İsrail’in cinayet ve suikastları yer almazsa

O zaman bu bir operasyondur.

Belirli amaçlara ve hedeflere yönelik olarak yapılmış demektir.

Bu durumda birçok önemli belgenin içeriğini tartışmalı hale getirebilir.

O zaman Fasıkların haberine balıklama dalmak doğru olmaz.

Müslüman ferasetli insandır, oltadaki yeme gelmez

Bu nu iç politika malzemesi yapmanın puan getireceği kanaatinde değilim.

Eğer gerçekten başbakanın İsviçre bankalarında sekiz ayrı hesabı varsa

Bu belgeleri açıklayanlar

O bankaların isimlerini ve hesap numaralarını da paranın miktarını da açıklasınlar.

Bu kadar işi beceren onumu beceremeyecek.?

Böylece işin doğrusu meydana çıkmış olur.

Aksi takdirde ‘Çamur at tutmazsa izi kalır mantığı hiçbir medeni insana yakışmaz

Birde Wikileaks in Ührevsi var

Unutanlara hatırlatılır

Yoksa hala ABD’li yâda Batılı dostlarınıza mı güveniyorsunuz

Takdir sizin

Allah (cc) dünyamızı da Ahretimizi de hayreylesin

Wikileaks’ini sağ taraftan alanlardan eylesin   

ÂMİN

Yumurtaların Gizlediği Gündem

Gazetelerin, TV’lerin ve Hükümetin gündeminde ön planda görülen, öğrencilerin yumurtalı protestosu önemli bazı gelişmeleri perdelemekte. Ankara SBF’de öğrencilerin ikisi de Anayasa Profesörü olan CHP Genel Sekreteri Süheyl Batum’u sözlü, AKP milletvekili Burhan Kuzu‘yu ise yumurtalarla protesto etmesi önemsiz değildir, olayın sonrası iyi yönetilmezse Türkiye sathına sıçrama ve çatışmalara sebep olma riski vardır.

Başbakan dâhil siyasilerin abartılı tepkileri bu olayın iyi yönetilmesine yardımcı olmaz. Fakat “Füze Kalkanı Projesi’ne Türkiye’nin katkısı“, “PKK liderinin Fethullah Gülen Cemaatine işbirliği teklifi” ile “özsavunma gücü oluşturulması talimatı” ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun, “Osmanlı Milletler Topluluğu teklifi” gibi Türkiye’nin yakın geleceğine dair çok önemli gelişmelerin işareti olan konuların, sütre gerisine itilmesine yardımcı olur.

******

FÜZE KALKANI: Füze kalkanının esası, bir balistik düşman füzenin, füzesavar bir füzeyle vurulmasıdır. ABD’nin başlangıçta (2006 yılında) düşüncesi Füze Kalkanı Projesinde öngörülen sistemin radarlarının Çek Cumhuriyeti’nde, füzelerinin ise Polonya’da yerleştirilmesiydi. Bu sistemin esas olarak İran‘dan ve Kuzey Kore‘den gelebilecek bir füze saldırısını önlemek için düşünüldüğü açıklanmıştı. Ancak Rusya Devlet Başkanı Putin ile Polonya ve Çek halkının şiddetli tepkileri projede revizyon yapılmasına yol açtı. Şimdiki proje, füze kalkanının radar tesislerinin Türkiye’ye yerleştirilmesi, füzelerin ise denizdeki savaş gemilerinden fırlatılmasıdır.

Türkiye’ye 2 adet radar yerleştirilecek. Bu radarların menzili 4300 km‘dir. Balistik füzelerin yörünge tayinini yapan bu radarlar, ABD ordusunun Yüksek İrtifa Hava Savunma füze sistemi THAAD ve Patriot PAC-3 ve ABD Aegis füze savunma gemi ve kıyı platformlarına bağlanacaktır. Sistemin komuta ve kontrolü sadece ABD’ye aittir.

Açıkça ifade edilmese de bu sistemin hedefi İran’dan kaynaklanabilecek bir füze saldırısını bertaraf etmektir. İran’ın elindeki Şahap-3 füzelerinin Türkiye’den ötesine yani başka NATO ülkelerine ulaşacak etkili bir menzile sahip olmadığı bilinmektedir. Yaklaşık 2500 kilometre menzilli bu füzeler, İran’ın batısındaki Türkiye’ye ve İsrail’e ulaşabilir. Bu bakımdan esas savunulması düşünülen ülkenin İsrail olduğu anlaşılmaktadır.

Türkiye’ye yerleştirilecek radarların menzili bu füzelerden çok fazladır. Çek Cumhuriyetine konulduğunda Kore’den gelebilecek füzeyi tespit edebilecek menzile sahiptir. Radarların konuşlanacağı yerin Şahap füzelerinin menzili dışındaki bir Avrupa ülkesinde olması teknik olarak daha doğru olmalıydı. “Türkiye’nin komşularıyla sıfır problem tezi” ile “İran ile dostluğun” devamına dair izlediği dış politikayı rafa kaldıran bir emrivaki mi söz konusu acaba?

Ulusal Strateji Merkezi – USMER İstanbul Başkanı Haluk Dural, bu füze kalkanının Türkiye’ye yerleştirilmesinin risklerini özetle şöyle ifade ediyor:

(i)- Türkiye ve İran arasında husumete yol açacaktır.

(ii)- Güneydoğu ve Doğu bölgelerimize NATO şemsiyesi altında ABD askerlerinin yerleşmesini sağlayacaktır.
(iii)- Komuta ve kontrolü tamamen ABD elinde olacağı için, kime karşı, ne zaman kullanılacağı Türkiye’nin bilgi ve yetkisi dışında olduğundan Türkiye için büyük bir tehdit oluşturacaktır.”

Türkiye semalarında vurulacak bir füzenin (hele bir de nükleer başlıklı olursa) ne gibi tehlikeler oluşturacağı ve Türkiye’yi istemediği savaşlara da bulaştırabileceğini anlamak için uzman olmaya gerek yoktur.

Onur Öymen de Füze Kalkanı projesine Türkiye’nin bulaştırılmasının tehlikelerini belirttikten sonra, isabetli bir teşhisle, yapılması gerekeni açıkladı: Çözüm Türkiye’nin kendi milli füzesavar füze sistemini kurması ve komuta ve kontrolünü kendi elinde bulundurmasıdır. İsrail ve Hindistan gibi ülkelerin yapabildiği bu işi Türkiye’nin yapamayacağı düşünülemez. Bunun maliyeti de Türkiye’nin üstlenemeyeceği kadar büyük değildir.”

******

ÖCALAN’IN ÖZSAVUNMA GÜCÜ VE CEMAAT AÇIKLAMALARI:

İmralı’dan gelen talimat hemen yerine getirildi. Demokratik Toplum Kongresi dedikleri platformdan açıklamalar geldi.

“Sivil alanda örgütleneceğiz. Fuhuş, v.s. gibi kötülüklerden halkımızı korumak için komiteler kuracağız. Güvenlik alanında güç oluşturacağız.” Özsavunma Gücü adını verdikleri (muhtemelen PKK militanları ile oluşturulacak) bu güçle, bölgede kendi hukukunu uygulayacak bir “paralel devlet” oluşumu için bir adım daha atılmak isteniyor. Zaten DTK‘nın da oluşacak bu devletin Meclis’i olmak üzere tasarlandığı, bayrak ve marşlarının da hazır olduğu herkesçe biliniyor.

Türkiye’nin bölünmesi yolunda ciddi mesafeler alındığını görmemek için kör olmak lazım.

İşte bu aşamada terör örgütü başı Öcalan‘ın, İmralı’dan avukatlarına verdiği mesajı, avukatlar(!) F. Gülen Cemaatinin önemli ismi Hüseyin Gülerce‘ye, Yalova’da yaptıkları toplantıda ilettiler. Öcalan‘ın basına yansıyan ifadeleri şöyle: “Hem kendileri hem biz, gerek Türkiye’de gerek Ortadoğu’da önemli aktörleriz. Kendileri Türkiye’nin hatta Ortadoğu’nun demokratikleşmesinde rol alabilirler, önemli bir güçleri var. Ben, kendilerini bir tarikat-cemaat olarak görmüyorum. Biraz sivil toplum örgütü hatta bir siyasi parti işlevine sahip olduğunu düşünüyorum. Rolü önemlidir. Hatta Ortadoğu’nun bir siyasi partisi gibiler. Ben böyle görüyorum kendilerini. Oldukça dinamik güçleri var, biz de dinamik bir gücüz. Bu iki dinamik gücün karşılıklı anlayış göstermesi ve dayanışma halinde olması durumunda, Türkiye’de birçok temel sorun çözülecektir. Bu dayanışma sadece Türkiye’yi değil Ortadoğu’yu da etkileyecektir.”

PKK‘nın ve onun yan kuruluşlarının Gülen Cemaatine dair düşmanca söz ve eylemleri hatırlardadır. PKK/ BDP’ liler, KCK operasyonun, Emniyette ve Adliyede önemli noktalarda olan Cemaat tarafından yapıldığına inanmaktadır. DTP Eşbaşkanı Emine Ayna, 21 Nisan 2009 tarihinde, “Partimize yönelik operasyonu başlatan ve sürdüren de AKP-Fethullah Gülen Ergenekon’udur” demişti. PKK ve yan kuruluşlarının, Cemaat mensubu iki imamın öldürülmesi, Cemaate ait dershane, yurt ve ışık evlerin yakılması eylemlerini yapan anlayışları nasıl değişti, ne oldu da bu zeytin dalı uzatıldı?

ABD’nin BOP içinde “ılımlı İslam” modelini uygulamak istediğine ve bu kapsamda Türkiye ve Gülen Cemaatine bir rol vermek istediğine dair çok şey yazıldı. Öcalan’ın, Gülen Cemaatini “Ortadoğu’da bir siyasi parti gibi” görmeye başlaması bu projeye uygun düşüyor. Kendisi de bu projede aktif rol almak istediği için, karşı güç gibi görünen Cemaati, daha büyük halkanın (BOP’un) içinde “dayanışma” içinde olmaları gerektiğine ikna etmeye çalışıyor.

Önemli olan “dayanışma” teklifine Cemaatin tepkisinin ne olacağı? Cemaat kendisi hakkında, BOP’un sahibinin güdümünde olduğuna yönelik iddiaların test edildiği bir süreçte. Dileğimiz Cemaatin, bu iddiaları çürütecek bir tepki göstermesidir.

 “Osmanlı Milletler Topluluğu” tezini incelemeye yer kalmadı. Bu konu ve bugün yazdıklarımız arasındaki ilişkisi üzerine düşünmeye ve yazmaya devam edeceğiz.

 

Kendine selam ver

0

“Yola çıkınca her sabah
Bulutlara selam ver
Taşlara, kuşlara
Atlara, otlara,
İnsanlara selam ver.
Sonra çıkarıp cebinden aynanı
Bir selam da kendine ver
Hatırın kalmasın el gün yanında
Bu dünyada sen de varsın!
Üleştir dostluğunu varlığa,
Bir kısmı da seni sarsın.”

 “Selam” isimli bu güzel şiiri paylaşmak istedim sizinle…

Herkese Merhaba…
Herkese Merhaba…
Herkese Merhaba…

Yine uzun bir aradan sonra beraberiz sevgili okur…

Özlemişim sizi özlemişim…

Bu hafta İzmit’te en çok görmek istediğim insanlardan birini konuk ettik… Prof. Dr. Üstün Dökmen…

Kimimiz kitaplarıyla, kimimiz de “Mutluluğun Anahtarı Küçük Şeyler” isimli televizyon programlarıyla biliriz Prof. Dr. Üstün Dökmen’i…

Yok eğer hala aranızda sevgili Prof. Dr. Üstün Dökmen’i tanımayanınız varsa size de diyecek bir çift sözüm var…

Derhal Prof. Dr. Üstün Dökmen’in “Küçük Şeyler” kitabını edinin ve kütüphanenizin kolay ulaşılabilir bir köşesine yerleştirin…

Hayatta size rehberlik edecek başucu kitaplarından biridir bilesiniz…

Prof. Dr. Üstün Dökmen’i canlı canlı gözlerinin içine bakarak dinlemek benim için bir ayrıcalıktı…

Bu ayrıcalığı Kocaeli’ye tanıyan İroni Organizasyon ve sevgili arkadaşım Zafer Çetin’e teşekkürlerimi iletiyorum…

Sonra da size Prof. Dr. Üstün Dökmen’in bizimle paylaştıklarından bir kesit sunacağım…

“Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi oluyoruz…

Yapmayın…

Hayatı hep sorgulayın, yanlış ve yanlı bilgileri test edin.

Hemen her şeye inanmayın.

Maalesef birçok değer yargılarını toplumumuza, insanımıza yanlış öğrettik.
Tüm sorunların kaynağı bu yanlışlardır.
Bu yanlış önyargıları yıkınız, yılgınlığı bırakınız.
Lütfen doğruları öğrenmek için kitap okuyalım.
Okumayanların iki yakası bir araya gelmez’ sevgili okur gel-mez…

Birisi bir şey der, hepimiz inanırız. İşte biri çıkmış ‘Ay’dan Çin Seddi gözüküyor´demiş. Sonra herkes inanmış.

Ama Çinli astronotlar, uzaydan Çin Seddi’ni göremeyince ´Milli eğitim ders kitaplarından bu bilgiyi yanlış diye kaldırmışlar´diyerek ciddi bir yanlışa dikkat çekti.
Uzun lafın kısası Prof. Dr. Üstün Dökmen, bilgilenmenin aynı zamanda çok eğlenceli bir süreç olabileceğini gösteren tiyatral şov tasarlamış. Çok da iyi yapmış. Emeğine sağlık… İyiki varsınız Prof. Dr. Üstün Dökmen…

Ne diyeyim adeta geçen seneden beri aklıma koyduğum bir hayali yaşamış oldum… Bir şeyi gönülden isterseniz inanın o gelip sizi bulur…

Darısı başınıza sevgili okur… Darısı başınıza…

Dilerim siz de benim gibi en kısa zamanda değerli büyüğümüz Prof. Dr. Üstün Dökmen’le buluşma imkanı bulursunuz…

Söz buluşmadan açılmışken, bizim de ayrılık vaktimiz geldi çattı sevgili okur… Yeniden görüşünceye kadar en çok beni özleyin…

En çok beni özleyin… En çok beni özleyin…

Hatta bir tek beni özleyin…

ÖZLEYİN…

 

Kaleme Sesleniş

Çilem sensin ey kalem

Kara gözlerinle bakıp

Ne yazarsın ?

Bilemem !

 

Ney olsan da inlesen

Satır satır seni dinlesem

Ağlatır mısın çilemi ?

Bilemem !

 

Gözyaşını salıverip

Kâğıda mürekkep

Boğazdaki düğümleri söküp

Irmak ırmak çözer misin ?

Bilemem !

 

*          *          *

 

Yapraklarda bitip dal budak

Aydınlıktan uzak

Karanlık odalara dalarsın

Duygularımın kesmez

Kör bıçağısın.

 

Düşüncelerimi çizersin dev yumak

Damar damar

Hafıza kazar,

Seni tutan felç elleri;

Kıvrım kıvrım

Sonsuz çilelere salarsın

 

Ey bilinenin yalancısı

Bilinmeyenin inkârcısı

Bu ses sessizliğin sancısı.

Julian Assange mi, Yunus Özen mi?

0

Wikileaks adlı site önce Irak işgali ve Afganistan‘la ilgili belgeler yayınladı ama nedense pek kimsenin dikkatini çekmedi.

Müslüman sivillerin nasıl öldürüldüğünün, Guantanamo‘daki esirlere nasıl işkence yapıldığının, kadınların nasıl ırzına geçildiğinin, milyonlarca insanın nasıl sakat / yetim bırakıldığının pek önemi yoktu.

Tâ ki devlet adamlarıyla ilgili gizli yazışmalar dedikodu mahiyetiyle ortaya çıktı, derhâl ilgi çekti. Televizyonlarda hem de haber saatinde yeni bir dizi başlamıştı. Biraz ‘Yemekteyiz‘, biraz ‘Kurtlar Vadisi‘, azıcık da ‘Aşk ı Memnu‘..

Toplumsal şirazemiz kaymış: Kime zûlmediliyorsa, kim zûlmediyorsa etsin bizim için ‘tın’. Velâkin kim kiminle, nerede, ne zaman, nasıl bir dolap çeviriyorsa hemen radarlarımız oraya.

Hesapta İslâm‘da tecessüs, gıybet ve dedikodu haram; zûlmü ve kötülüğü engellemek de farz-ı ayn. Hadi layn!

Parmağıma değil işaret ettiğime bakın‘ demiş ya amcam, halkımızın wikileaks‘tan çok Julian Assange ilgisini cımbızladı netekim. Belge eşittir popülizm. Artık bu saten sonra gelsin fan kulüpler, tv reklâmları, şampiyonlar ligi açılış vuruşları..

Bendeniz olaraktan Jullian Assange‘e karşı Yunus Özen‘i öneriyorum. Kimdir, neyin nesidir Yunus Özen diyenler bir tık www.kocaeliaydinlarocagi.com.tr sitesine çay – kahve molasına uğrasınlar.

Şu kadarını söyleyeyim; teknik takipten teknolojiyi ehlileştirmeye varıncaya dek, ‘kim kimin hakkında ne düşünüyor‘dan ‘kimlere ne düşündürtülüyor‘a kadar adam bilgi sahibi. Utanmadan bir de bilgiyi paylaşıyor.

Altı üstü bir internet sitesinin bir fikrî meşher ve bir görsel ziyafet mekânı olmasında ‘derin‘ emeği var. Vimeo‘dan tut flickr‘a, frienfeed‘den blogspot‘a, facebook‘tan tut twitter‘a, daha bilemediğim ne numara; bu beyefendi anti teknolijistleri bile dörtnala koşturuyor.

Örgüt ve provokasyon ortağını da unutmuyorum: Ahsen Okyar. Ne yaptılar, ne ettiler tribündekileri sahaya sürdüler. İsteyen top oynuyor, isteyen piknik yapıyor. Taraftar peyderpey sahaya inmeye devam ediyor sayın seyirciler. Bu işin sonu nereye varacak?

Aziz milletimizin LPG ile çalıştığı malûm. Yoksa Galatasaray‘ın UEFA Kupası‘nı aldığını neyle açıklayacağız; fitbolla mı? Bu babda işbu fakir dâhil her kim halkımızı ‘söz uçar yazı kalır’ beyanında gaza getirdiyse Allah razı olsun.

Filvâki bazı kavramların terso kullanılmasından dolayı anten ayarlarıyla oynamayınız. Zira birileri bize uzayda ekstra hacimlik yer açıyorsa biz de sözün müteahhitliğini yapmaya memuruz. Belki inşa edeceğimiz bir bina medeniyet sığınağımız olacak.

Ben oyumu Yunus Özen‘den yana kullanıyorum. Üçüncü şahısların dikkatine sunarım.

İmza; eski bir Müslümcü.

 

Türk Kimdir?

0

İnsanın milliyetini, konuştuğu dil tayin eder. Kökeni ne olursa olsun, o kimse konuştuğu dilin ait olduğu millet ismiyle anılır. Yani müşterek dilin sahibi olan millet adıyla vasıflanır. Yoksa bu verilen sıfat onun kavmini inkar manası taşımaz ve taşımamalı. Keza mensup olduğu kavmin dilini de reddetmez ve etmemeli. Çünkü bu vasıflanış; sadece millet oluşun kendisine kazandırdığı müşterek bir millet ismini almasından ve genelde bu şekilde nitelenmiş olmasındandır.

İşte, Türkiye’de tek bir millet vardır derken, herkesin müşterek dil olarak Türkçeyi bilip konuştuklarını kastediyoruz. Çünkü millet doğuştan ziyade bir oluşumdur. Yani, bir kimse aslen Türk olmasa da, Türkçe konuşuyorsa o, Türk milletinden sayılır. Öyleyse, “Türk kimdir?” sorusunun karşılığı “Türkçe konuşandır.” ifadesinde kendisini bulmaktadır.

Gelelim sadede: Türkiye’de Güneydoğu halkına rağmen, o halkın davasını güttüklerini iddia edenler, bir kaşık suda fırtına koparıyorlar. Özellikle, Türklerle madde ve manada bir ve bütün olmuş Kürt kardeşlerimizi;  “Ana dilde eğitim!”  yaftasıyla; zamanla ayrışmayı intaç edecek, ayrışmayla sonuçlanacak ve hatta belki de bölünmeye yol açacak tehlikeli ve dönüşü olmayan bir mecraya sürüklemek istiyorlar.

En az bin yılı geride bırakarak, millet olmayı başarmış olan Türklere ve Türkleşmiş insanlara, bin yıl öncesini hedef olarak göstermek; onları çağların gerisine çekmek demektir. Güler misin ağlar mısın? Şaşarım ben onların akılsız aklına! Çünkü nehri tersine akıtmak isteyenlerin belli ki, akıllarından zoru var!

Halbuki, her şeye rağmen Türkiye Cumhuriyeti Devleti, İlkokul eğitiminde muvaffak olmuştur. Türkçeyi hem de en nefis o güzelim İstanbul Türkçesini mükemmel bir şekilde, yöre çocuklarına en güzel bir tarzda öğretmeyi başarmıştır. Üstelik bunu çok değerli Cumhuriyet Öğretmenleriyle sağlamıştır. Yirmi beş senesi Doğu’da geçmiş biri olarak; bu alkışlanacak gelişmeyi bizzat görmüş ve buna kulaklarımla bizzat şahit olmuşumdur.

Bireysel hak, haktır. Türkiye’de hemen herkes bu haklara sahiptir. Eksikler varsa da zamanla giderilir ve zaten tedricen gideriliyor. Fakat resmi haklar devletin tasarrufundadır. Devleti ayakta tutacak şekilde bir dizayna tabi tutulmuştur. Devleti zaafa uğratacak uygulamalardan daima kaçınmak gerekir. Ve zaten Türkiye’de yapılmak istenen de budur.

 “(Çünkü) ihmal edilmemesi gereken bir nokta, Doğu’da terör olaylarını besleyen sorunların sadece Doğu ve Güneydoğu’ya has sorunlar olmadığı gerçeğidir. Türkiye’nin genelinde var olan demokratikleşme sorunu, bölgede daha da yoğunlaşarak kanayan bir yara haline gelmiştir. Yani sorunun temelindeki nedenlerin pek çoğu bölgesel değil, ulusal niteliktedir. Sorunun bu özelliği, yapılacak reformların ulusal boyutlarının da bulunduğu gerçeğini ortaya çıkarmaktadır.” (Köprü – Yaz / 2010, s.9)

Evet, soruna; bölgesel ve yerel sorun olarak bakmamalı. Türkiye’nin mes’ele ve sorunu diye düşünmeli. Problemleri, Türkiye’nin birlik ve bütünlüğüne gölge düşürmeyecek şekilde ele almalı.

Şu asla unutulmasın ki, tek bir millet olgusunu kırabilecek en tehlikeli fiil ve hareket tefrikadır, ayrılıktır, ayrı baş çekmektir. Yani ayrı bir çığır açmayı istemektir! Bunun da temelinde, bir buz parçası hükmünde olan kavmiyetçiliğin benlik ve enaniyetini; içinde tam bir fena fi’l – millet olunacak havuzu kazanmak için, o dairedeki ab-ı hayat içiren millet havuzuna atıp eritmemek yatar. Halbuki:

                    “Kavmiyeti tel’in ediyor (lanetliyor) Peygamber.”