18.8 C
Kocaeli
Çarşamba, Ekim 1, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1151

Türklerin Asimilasyonu

0

Yurtlarından ayrılan Türklerin gittikleri sahalarda yerlilerle karışmasından muhit (çevre), iklim şartlarına ve tesalüp nispetlerine (birleşme derecelerine) göre yeni yeni kabileler ve bu kabilelerin siyasi, içtimai amiller (sebepler) altında kaynaşmasından yeni yeni kavimler doğmuştur. Bu hadiseler içinde esefe layık (üzülecek bir husus) olarak dikkati celbeden (ve çeken) nokta, Türklerin ana dillerini kaybetmekte (Macar ve Bulgar Türkleri gibi) veya yerli dillerle muhtelif (çeşitli) nispette karıştırmakta gösterdikleri sür’attir. Milli benliğin korunması cihetinden mühim olan bu lisan (dil) temessülü (belli bir şekil ve surete girme) kolaylığı yeni bir dil öğrenmekte yerlilere nazaran daha müstait (isdidatlı ve) daha kabiliyetli olmaktan ileri gelmiş olabileceği gibi yerlilerin daha kalabalık bulunmalarından ve her gittikleri yerde idare mevkiine kendileri geçmek itibariyle hakimiyetlerini kabule daha çabuk alıştırmak saiklerinden (sebeplerinden) de tahassul etmiş (meydana gelmiş) olabilir.

Son asırların Osmanlı İmparatorluğu devrinde mesela Girit’e, Arnavutluğa, Şam’a veya Bağdad’a gitmiş Türklerin oralarda Grek ve Arap ve Arnavut dillerine temessülleri bizim neslin gözüyle gördüğü vakıa (ve olay)lardan olduğu gibi, bugün şark (doğu) vilayetlerimizde dedenin yalnız Türkçe, babanın hem Türkçe hem Kürtçe, torunun yalnız Kürtçe konuşmakta olduğu Türk köylerinin bulunması da aynı noktayı te’yit edecek (doğrulayacak) ve bütün Türklüğün intibahını (uyanışını) davete değecek bir hadisedir. (Türk Tarihinin Ana Hatları, Methal Kısmı, Yazan: Hey’et, İstanbul – 1931, s. 15)

Radyonun, televizyonun, gazete ve dergilerin olmadığı çok eski ortamları göz önüne getirin. Haberleşmenin gerçekten çok büyük zahmetlerle yapıldığı devirleri düşünün. Tabiat şartları ve sert iklimlerin yaşandığı bölgeleri hayal edin. Bu ağır şartların, yöre halkını, adeta esir aldığını tasavvur edin. İşte bu sebeplerden ötürü çevresiyle doğru dürüst iletişim kuramayan Doğu ve Güneydoğulu insanımız; çok düşük bir seviye ve düzeyde seyreden bir haberleşme ve iletişim atmosferinde çakılıp kalmıştır. Asırların geçmesiyle de, doğuda Farsça’nın, Güneyde Arapçanın etkisiyle Türkçesi dumura uğramış / körelmiş ve gittikçe başkalaşmıştır.

Giderek, konuştuğu dil; günümüzde nev-i şahsına münhasır yani kendi şahsına has, yeni bir görünüş kazanmış. Zamanla milli benliğinden uzaklaşarak; maalesef bölücü telkinat ve yayınların da etkisiyle bazıları kendilerini ayrı ve gayrı bir unsur olarak görmeye başlamıştır. Bunda, dıştan ekilen nifak ve şikak tohumlarının da payı, şüphesiz büyük olmuş; menfi semere ve netice vermekte gecikmemiştir. İşte, bütün bu durumlar; bir milletin belli bir müddet zarfında, kendini farklı görmeye başlamasıyla da sonuçlanabilir ki, nitekim kimileri için böyle olmuştur.

Buna somut bir örnek: İçinden Al-i Osman’ın / Osmanoğulları’nın çıktığı ve günümüzde

Karacadağ ve çevresinde yaşayan Karakeçili Türk aşireti; Türkçe’yi unutmuş olup, bugün

Kürtçe konuşur hale gelmiştir. Oysa, Batı Anadolu’daki soydaşları Türkçe konuşmaktadır.

İşte bu, coğrafi, fiziksel ve tabii şartların; kavimler üstünde oynadıkları rollerinin en bariz ve müşahhas bir misalidir.

Dirençli bir millet olmasına karşın Türkler Doğu – Güneydoğu Avrupa coğrafyasında asimilasyona da uğradılar. Özellikle Hıristiyanlığın etkisi ile iki büyük Türk halkı, eridi, gitti. Bunlardan birincisini Kumanlar oluşturmaktadır. Genelde Macarlarla eşleştirilen bu Türk halkı, Hıristiyan olduktan sonra Macarlaşmıştır. Kalan Kumanlar da Ruslar ile yüzyıllara dayanan ilişkilerinden dolayı onların arasında erimişlerdir. Prof. Gumilev diyor ki:

 “Viladimir Monomoh tarafından bozguna uğratılan Polovesler, Rus knazlarıyla dostluk kurmanın yollarını arıyorlar; kabileler halinde Hıristiyanlığa geçiyorlar; o sıralar birçok rakip sultanlığa bölünmüş olan İslam dünyasının temsilcisi Selçukluların saldırılarını

püskürtüyorlardı.” (Eski Ruslar ve Büyük Bozkır Halkları, I, s. 391)

Bu Hıristiyanlaşma ve peşinden gelen Slavlaşma; Bulgar Türklerinin Balkan kolunun da kaçınılmaz kaderi olarak daha önce başlamış bulunuyordu. Bugün komşumuz olan Bulgarlar, hakiki Türk halklarının başında gelenlerdendir. Ne acıdır ki Bulgaristan halkı, şimdi Türk düşmanlığını bayrak edinmiş bulunuyor. Bulgarlardan küçük gruplar Kırım’da Kırım Tatarları adıyla anılmakta ve Başkurt Türkleri arasında da bunlardan bulunmaktadır. (Yabancı Kaynaklara Göre TÜRK KİMLİĞİ, Rıza Zelyut, 4. Baskı Ağustos 2009, s. 342 – 343)

Gerçek manada Din, Dil ve Tarih bilgisizlik ve şuursuzluğu; Şark Mes’elesine de sathi ve yüzeysel bakışla sonuçlanmakta ve bu nazar bizleri; birbirimize yabancı gözlerle baktırmakta. Nitekim bu yüzden kime ve kimlere alet olabileceğimizi ve zaten yazık ki olduğumuzu üzülerek müşahede etmekteyim.

Evet, Kürt kardeşlerimiz ve bizler, Şark Mes’elesine bir de bu açılardan bakmayı ve düşünmeyi denesek ve bunu şiar edinsek; inanın işin mahiyeti kökten değişecek, gerçekler gün gibi ortaya çıkacaktır.

 

 

 

 

 

Domino Fırtınası

1980  öncesinde olduğu gibi CIA, artık başka devletlerin hükümetlerini devirip, yerine yandaş bir hükümet  kurma işinden  vaz geçirildi. Çünkü bu iş ABD için hem parasal yönden pahalıya mal oluyor, hem de kayıtdışı kullanılan paralar kongrede hükümeti zor durumda bırakıyordu. Ayrıca müdahale ettikleri devletlerin halklarının husumetini kazanıyorlardı.

Bir konuşmasında William Colby (CIA Direktörü) şunları söylüyordu: “Artık örtülü operasyonlara dönmeye gerek yok. Örtülü operasyonla uygulanmış bir çok program şimdi açık bir şekilde hem de başarılı olarak sonuç alınarak hiç itirazsız başarılıyor.” 

1980 den sonra Reagan tarafından kurulan ve adına  “project democracy(demokrasi ihracı) denilen bir uygulama geliştirildi. Bu yöntemle hem daha az masraflı, hem de daha barışçıl(!) bir yöntem uygun görüldü. Bu projeyle etki altına alacakları devletlerin sivil toplum kuruluşlarıyla irtibata geçilecek, onlarla kültür alış-verişi, eğitim, seminer ve karşılıklı dostluk adı altında  iş birliğine gidilmesi önerildi ve sistem o günden bu güne başarılı bir şekilde gelişerek varlığını devam ettiriyor.

Şimdi herkes “Domino fırtınasından“, Tunus’ta, Yemen’de, Mısır ve Ürdün’deki halk ayaklanmalarından bahsediyor. Sanki birisi ilahi bir düdük çaldı, uyuyan halk kitleleri bu düdükle birlikte aniden uyanışa geçtiler ve bu günkü tablo karşımıza çıktı. Hayır bu hareket hiçte sanıldığı kadar masum ve kendiliğinden meydana çıkmış bir halk hareketi değil,  bizzat yukarıda da belirttiğim gibi adına ‘‘PROJECT  DEMOCRACY”dedikleri sistemin ürünüdür.

Yıllardan bu yana bizim ülkemizde de olduğu gibi hem sağın  ve hem de solun içine girerek her kesimi kendi âli menfaatleri uğruna kullandılar  ve bu günkü kabus dolu kara tablo ortaya çıktı. Şimdi Hüsnü Mübarek’e -başta Obama olmak üzere- Onun yandaşı devlet başkanları, bizim Başbakanımız Erdoğan da dahil olmak kaydıyla telkinde bulunuyorlar “artık çekil.” Hüsnü Mübarek “artık çekil” diyenlere şu cevabı veremiyor: “Niye, neden çekileyim?” Bunu diyebilmesi için kendi iradesiyle zamanında yönetimin başına  gelmeliydi, halbuki zamanında O da gene aynı güçler tarafından o makama oturtuldu, onun içinde sesini çıkartamıyor.

Evet macun tüpten çıktı bir defa. Onu yeniden tüpün içine sokamazsınız. Bu saydığımız ülkelerdeki yönetimler şöyle veya böyle gidecekler,  yalnız onların yerine gelecekler acaba ABD ve AB’nin işine gelir mi? ABD’nin ne düşündüğü bu konuda hala meçhul, elbet vardır gizli bir planı. Yalnız dikkat edilirse AB bu konuda gayet mutedil davranıyor çünkü Filistin’de olduğu gibi ya “Hamasvari  liderler” ülke yönetimlerinin başına gelirse…

Öyle ya, “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” ta var…

 

 

 

Defne Değil Ayten Joy Foster, Yada Bir Cinayetin Anatomisi

Magazinsever halkımızın heyecanlanarak bu satırların yazarının da magazin gevişine katıldığı zannıyla başlığa merak kesildiğini görür gibiyim. Öyleyse yavaş yavaş konuya gireyim.

Bir kere olay mahalli İstanbul Caddebostan değil, Kayseri Kocasinan, Buğdaylı Mahallesi. Kişi başına buğday ortalaması demek; birine bir ambar dolusu, yekdiğerine dane yarısı.

Ev Kerem Altan‘ın değil Bahri T.‘nin (42) evi. 2 ve 11 yaşlarında 2 çocuk sahibi Ayten T. (37) üçüncü çocuğuna hamiledir. Hastaneye gidemez zira 2. çocuktan borç olarak kalan 300 liralık senet onları beklemektedir.

Kocası topladığı çöpleri ayrıştırarak kazandığı ekmek parasıyla tek göz odalı gecekondusunun camlarına çektiği naylonla Kayseri ayazına rağmen varolmaya çalışmaktadır. Ve çocukların biri astım hastasıdır. Yeşil karta başvurmuştur ama onaylanmamıştır.

Baba Bahri‘nin çöp ayıklamak için 5 gün uzatılması akabinde sancıları artan Ayten Kadın evde hazırladığı leğenle kendi başına doğuma hazırlanıyor. Sonuç; kan kaybından ölüm. Hem anne, hem bebek..

Bizim ‘Deli BaşkanAli İhsan olmasa kimsenin bileceği duyacağı da yok. O ki yereli, ulusalı takip eden haliyle haberi ajansa geçirtemiyor, varın gerisini siz düşünün. ‘Yok Böyle Bir Dans‘; yok ‘Wipeout‘..

Akşam ratinginin en koyu saatinde böyle mide bozucu haberlere ihtiyaç yok. Nitekim Padişahımız Efendimiz de bu tip haberlerden hiç hazzetmez. Hemi de her şey âlâ ve dirlik düzen vâlâ iken.

Cumhurbaşkanımızın ve TOBB Başkanımızın şehrini, Erciyes‘in devasa şirketlerini ve pek hayırsever işadamlarını, pek bol dinî teşekküllerini saygıyla selâmlıyor, şapkamı tribünlerdeki tüm milliyetçi – muhafazakâr taraftarlarımıza sallıyorum.

İtirafımdır; ben komşusu açken tok yatan bir camışım. Ve Müslümanlığı camideki yat – kalkla sınırlamışım.

Evrensel Peygamberimizin izinin tozunu bulamayan sandık sandık Müslüman. Oy, oy, yüzdelik dilimlerde yandık Müslüman.

Taş taş değildir / Bağrındır taş senin.” Ben böyle kişi başına düşen gelirin..

Hayri Kırbaşoğlu ne der: ‘Bir ülkede asgari vere 640 liraysa o ülkede Müslim yok demektir

“Gesi bağlarında dolanıyorum
Yitirdim insanlığımı utanıyorum”

 

 

Sağlık Politikasına Bakış

Sağlık Hizmetleri

Türkiye’de sağlık harcamaları hem gelişen teknoloji hem de özel sağlık hizmetlerinin yaygınlaşması sebebiyle giderek artmaktadır.

Kişi başı sağlık harcamalarını rakamlarla verecek olursak; (Dolar / Yıl –  2003)

  • USA : 4887
  • ALMANYA : 2808
  • İNGİLTERE : 1992
  • FRANSA : 2561
  • JAPONYA : 1984 ( 2000 Yılı )
  • TÜRKİYE : 420

Ülkemizde yıllara göre kişi başı sağlık harcamaları ise şöyledir:

  • 1999 : 78,7 T.L.
  • 2007 : 724,6 T.L.

Sağlık Harcamaları Meblağı’na gelince; ( 2003 )

  • USA : 1,4 Trilyon Dolar ( Türkiye’nin gayrisafi milli hasılasının 7 kat )
  • ALMANYA : 200 Milyar Dolar
  • FRANSA : 135 Milyar Dolar
  • İNGİLTERE : 109 Milyar Dolar
  • JAPONYA : 364 Milyar Dolar (2000 Yılı)

TÜİK verilerine göre Toplam Sağlık Harcamalarının Gayri Safi Yurt İçi Hasılaya Oranı ise şöyledir:

            1999 : % 4,8

            2007 : % 6

 

  • Cepten Sağlık Harcamaları : %21,8
  • Kamunun Payı : % 67,8
  • Özel Sektörün Payı : % 32,2

Bu rakamlar bizi şu sonuca götürmektedir:

  • Sağlık hizmet sunumunda devletin payı azaldıkça, bir başka deyişle özel sektörün payı arttıkça, kişi başı sağlık harcamaları artmakta ve devletin sağlığı finanse etmesi zorlaşmaktadır.
  • Sonuçta vatandaşın katkı payı vermesi kaçınılmaz hale gelmektedir.
  • Bu nedenle DEVLET SAĞLIK HİZMETİ SUNMAYA DEVAM ETMELİDİR…
  • Bu aynı zamanda sosyal devlet olmanın da gereğidir.

Devlet Hastanelerinin Özelleştirilmesi;

  • Devletin yaptırım gücünü zayıflatır,
  • Katkı payı ödeyemeyecek durumda olan vatandaşları kaderine terk etmek anlamına gelir,
  • Fark Ücret alınması yaygınlaşır. Bilindiği üzere özel hastaneler 2010 yıl başından itibaren sınıflandırmaya tabi tutulmuştur. Buna göre alabilecekleri fark ücretleri de değişmektedir.
  • Ayrıca belirtilmelidir ki; fark ücretleri SUT fiyatları üzerinden hesaplanmaktadır. Sınıflandırma ve fark ücreti oranları aşağıda verilmiştir:
  • 0 – 200 puan : % 30 (Hastane Sayısı 3)
  • 200 – 400 puan : % 40 (H.S. 36)
  • 400 – 600 puan : % 50 (H.S. 124)
  • 600 – 800 puan : % 60 (H.S. 146)
  • 800 – 1000 puan : % 70 (H.S. 97) H.S.Toplam : 406

SGK’nın Özel Hastane Ödemeleri

  • Özel Hastanelere SGK tarafından 2008 yılında 4,3 milyar Lira ödeme yapılmıştır.
  • 2002 ve 2009 yılları mukayese edildiğinde özel hastanelere yapılan sağlık ödemeleri 9,4 kat artmıştır.
  • Özel hastanelerin yıllık büyüme oranı % 12’dir.

Partner Arayışı

  • Hızla büyüyen özel hastaneler ödeme sıkıntısı çekmişler, uluslar arası partner bulma ihtiyacı duymuşlar, neticede Amerikan, Arap ve Yunan sermayesi Türkiye’ye gelmiştir.
  • Dolayısıyla sağlık her geçen gün milli olmaktan çıkmaktadır.
  • Oysa sağlık sektörüne başka yollarla la kaynak yaratmak mümkündür. Bunlardan biri Sağlık Turizmidir.

Sağlık Turizmi

  • Sağlık Turizmi 3 kategoride ele alınabilir:

            1* Turistlerin sağlık sorunlarının çözülmesi,

            2* Kaplıca Turizmi,

            3* Yurt dışından hasta getirilmesi.

  • Normal bir turist gittiği ülkeye 1000 Dolar civarında para bırakırken Sağlık Turizminde bu oran 3.000 – 6.000 Dolara çıkmaktadır.
  • Türkiye yılda yaklaşık 5 milyar Lira olan Avrupa sağlık turizmi pazarının 5’te 1’ini kendisine çekebilirse sağlık sektörüne önemli bir kaynak yaratmış olacaktır.
  • İlk yapılması gereken Sağlık Turizmi Genel Müdürlüğü ve Sağlık Turizmi Yasalarını çıkartmak olmalıdır.

İthal Doktor

  • İthal doktor uygulaması çok önemli bazı sorunları da beraberinde getirecektir:
  • -Dil sorunu,
  • -Kalite sorunu,
  • -Malpractice ve hasta hakları.
  • Malpractice veya suistimal söz konusu olursa ( örneğin organ mafyası yada tıbbi yetersizlikten kaynaklanan yanlış tedaviye bağlı ölüm ), buna sebep olan hekim Türkiye’den firar edince ne olacak?
  • Alt yapısı hazırlanmadan doktor ithal edilmesi hastalara verilebilecektir. Bu nedenle uygulama başlatılmadan önce mutlaka gerekli tedbirler alınmalıdır.

Tam Gün ve Hastane Birlikleri Yasasına Tepkiler

Sivil toplum örgütleri ve meslek kuruluşları bazı açılardan mevzubahis yasalara karşı çıkmaktadır. Bunlardan başlıcaları aşağıda verilmiştir:

  • Çıkarılan yasalarda temel hedef hastane gelirlerinin arttırılmasıdır. Kaliteli hizmet ve araştırma geliştirme bugünkünden çok daha önemsiz hale gelmiştir.
  • Zaman harcanması gereken yada zor hastalardan uzak durulması gerekmekte, sadece bakılan hasta sayısının arttırılması amaçlanmaktadır.
  • Tüm sağlık çalışanları emekliliğe yansımayan düşük bir temel ücrete mahkum edilmektedir.
  • Sigorta şirketleri malpractice oranı yüksek olan hekimleri sigortalamak istemeyecekler, bu durumda doktorlar da riskli vakalara hizmet vermekten kaçınacaklardır. Sonuç olarak hasta mağduriyeti artacak, sağlık sektörü tamamen ticarileşecektir.

2 Büyük Sorun

  • Sağlık sisteminin 2 büyük sorunu özellikle İstanbul’da halen devam etmektedir:

            1)- Yoğun bakım yatak sayısının azlığı ve hizmet kalitesinin yetersizliği,

            2)- Yoğun bakım ve acil hizmetlerden ilave ücret alınması (ki hasta özel hastaneye isteyerek gitmemiştir ve hem Sağlık Uygulama Tebliği hem de Başbakanlık Genelgesi ilave ücret alınmasını yasaklamaktadır).

Tıbbi Malzemeler

  • Tıbbi malzeme üreticilerinin farklı ülkelere farklı fiyat uyguladığı bilinmektedir.
  • Yurt dışında paravan şirket kurularak gümrük giriş maliyetlerinin yükseltilmesi mümkündür.
  • Kamu zararı ve vatandaş mağduriyetinin önlenmesi için SIKI FİYAT KONTROLLERİ VE SÜRECİN SIKI TAKİBİ MUTLAK BİR GEREKLİLİKTİR…

Aşağıda Tıbbi Cihaz Harcamaları verilmiştir:

Tıbbi Cihaz Harcamaları – 2003

  • Sağlık ve Tıbbi Cihaz Harcamaları

 

Toplam Sağlık

Harcamaları İçinde    Tıbbi Cihaz Harcamalarının Oranı %   

Toplam Sağlık   Harcamalarının     GSMH’ya Oranı %      

Fert Başına Tıbbi Cihaz Harcamaları   € ( Euro )                                                                                          

ABD

5.1

13.9

278

JAPONYA

5.1

7.6

158

AVRUPA ( ortalama )

6.2

7.8

118

Türkiye’de Tıbbi Cihaz Harcamaları – 2003

  • Toplam Tıbbi Cihaz Harcamaları : 1.907.047.584 Amerikan Doları
  • Kişi Başına Düşen Tıbbi Cihaz Harcamaları : 26,48 Amerikan Doları

Sosyal Güvenlik Açıkları

  • Sosyal Güvenliğe son 17 yılda 223 milyar dolar (güncellenmiş haliyle 352,2 milyar dolar) harcanmış, bütçeden ayrılan pay ise 268 milyar doları bulmuştur.
  • Oluşan açığın % 75 inin sosyal güvenlik sisteminden kaynaklandığı tespit edilmiştir.
  • Bu süre içerisinde bütçenin % 17,4 lük kısmı sosyal güvenlik açıklarının kapatılmasına harcanmıştır.
  • Buna mukabil aynı yıllar arasında (son 17 yılda) yatırımlara harcanan pay sadece % 10 da kalmıştır.
  • 2010 yılı içerisinde yaklaşık 16,5 milyar dolarlık bütçe transferi gerçekleşmiştir.
  • * Toplam Gelirlerin Toplam Giderleri Karşılama Oranı (2009): % 72.8
  • * Gelirlerin bir önceki yıla göre artış oranı (2009): % 14.3
  • * Giderlerin bir önceki yıla göre artış oranı (2009): % 13.3
  • * Açık (2009): – 28.702.655

2009 Yılı SGK Bütçesi

  • 2009 yılı bütçesinin alt kalemlerinin dağılımı şöyledir:
  • Sağlık Giderleri: 8,8 Milyar TL.
  • SGK’ya yapılan transfer: 52,6 Milyar TL.
  • Sosyal Güvenlik Kurumlarına Devlet Primi Ödemeleri: 7,2 Milyar TL.

Sosyal Güvenlik Açıkları

Kurum

2010

Toplam

SSK

26,253    Dolar

113,810  Dolar

Bağ-Kur

  5,361    Dolar

 38,426   Dolar

Emekli Sandığı

  6,467    Dolar

 70,633   Dolar

Toplam

38,080    Dolar

223,318  Dolar

Faiz ( % )

   6,2        %

   8,3       %

Faiz Maliyeti

20,564    Dolar

128,919  Dolar

Faizli Toplam

352,237  Dolar

352,237  Dolar

Hormonlu Gıdalar:

Hormonlu gıdaların hormon dengesini ve bağışıklık sistemini bozduğu bilinmektedir. Bu nedenle ülkemizde kullanılan yaklaşık 1250 zirai mücadele ilacının yeniden ele alınması ve değerlendirilmesi gerekmektedir. Ayrıca 15 binden fazla katkı maddesinin de zararlı etkilerinin önlenmesi amacıyla gerekli tedbirler alınmalıdır. Bilhassa kafein, asesülfam K., yapay renk maddeleri, aspartam ve olestra ele alınmalıdır. Bilindiği üzere gofret, çikolata ve konserveler gibi binlerce gıda ürününe katkı maddesi konulmakta ve herkes bu katkı maddelerine bir şekilde maruz kalmaktadır.

GDO’lu Ürünler:

Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar 3 sakıncayı beraberinde taşımaktadır:

1)- Alerjik reaksiyonlar ve kanser gibi insan vücuduna zararlı etkileri,

2)- Ekosisteme verdiği zararlar (GDO’lu ürünlerin o bölgedeki bitki florasını değiştirdiği bilinmektedir. Çiçek tozları nedeniyle birbirine karışma söz konusudur.),

3)- Tohumda dışa bağımlılık, tohumluk fiyatlarında % 25 – 100 arasında artış gibi ekonomik zararlar.

Tüm bu gerekçelerle GDO’lu ürünlerin % 90’ından fazlasını gerçekleştiren Arjantin, A.B.D., Çin ve Kanada’dan gelen ürünlere karşı (bilhassa mısır, kanola, soya ve pamuk) hassas olunması gerekmektedir. Türkiye’ye 2003 yılında 1.8 milyon ton mısır, 900 bin ton soya girmiştir. 2005’te bu rakam 1.2 milyon tona çıkmıştır. Mısır ve soyadan üretilmiş yaklaşık 800 farklı ürünün GDO’lu olduğu  bilinmektedir (Bisküvi, çikolata, puding, bitkisel yağlar, bebek maması) Bu rakamlar konunun ciddiyetini gözler önüne sermektedir. Dolayısıyla, GEREKLİ TEDBİRLER ALINARAK GDO’LU  ÜRÜNLER  SORUNU  BİR AN ÖNCE TÜRKİYE’NİN GÜNDEMİNDEN SİLİNMELİDİR.

Sağlık Uygulamaları İçin Öneriler

  • Sağlık sektörü pek çok aktörün rol oynadığı kompleks ve karmaşık bir hizmet sektörüdür. Bu aktörlerin belli bir program ve uyum içerisinde faaliyet göstermesi ve sistemin devamlı surette denetlenerek revize edilmesi mutlak bir gerekliliktir. Uygulamada esas alınması gereken belki de en önemli faktör vatandaş odaklılıktır. Zira sağlık sektörünü diğer sektörlerden ayıran en dikkat çekici özellik kar amacının daha düşük olması ve sosyal yönünün güçlü bir şekilde kendisini hissettirmesidir. Dolayısıyla vatandaş odaklılık sistemin en verimli ve sorunsuz çalışması açısından kritik ve birleştirici bir öneme sahiptir. Alınan tüm kararlar ve yapılan tüm uygulamalar hasta memnuniyetini hedeflemeli ve kalite ön planda tutulmalıdır. Ancak bu şekildedir ki daha çağdaş ve daha sağlıklı bir sağlık sistemi kurulması mümkün olacaktır.

Eczacılık Hizmetleri

Yerli İlaç / İthal İlaç Oranı

  • İLAÇ HARCAMALARI ( Türkiye – 2006 ) : 16 MİLYAR YTL : 10 MİLYAR DOLAR
  • İTHAL – YERLİ İLAÇ ORANI

                                                 DEĞER        KUTU  SAYISI

     YERLİ İMALAT                64,1 %                     83,7 %

     İTHAL İLAÇ                     44,9 %                      16,3 %

 

  • İTHAL İLAÇ HARCAMALARI

     YIL                       DEĞER/DOLAR                  KUTU SAYISI

     2005                      2,8 Milyar                               180 Milyon

     2006                      3,2 Milyar                               215 Milyon

  • İthal İlaç Harcamaları Her Geçen Gün Artmaktadır.

İthal İlaçlar

  • İlaç üretiminde yerli üretici sayısının azalarak dışa bağımlılığın giderek arttığı, Türkiye’de faaliyet gösteren 60’dan fazla üreticiden sadece 5 tanesinin Türk firması olduğu, ayrıca bu firmaların da eşdeğer ilaç bölümlerini yabancı firmalara devrettikleri bilinmektedir.
  • TÜİK’e göre; Türkiye 2002 yılında 1 milyar 716 milyon dolar eczacılık ürünü ithal etmişken bu oran 2009 yılında 4 milyar 80 milyon dolara yükselmiştir. Artış oranı % 150 kat olarak gerçekleşmiştir. 2009 yılı ilaç – eczacılık ihracatı ise sadece 429 milyon dolarda kalmıştır. Bu durumda 3 milyar 500 milyon dolar civarında açık bulunmaktadır.
  • Türkiye milli ilaç sanayini kurma yolunda çok geç kalmıştır, ancak yine de uygulanacak akıllı politikalarla hızlı adımlar atmak mümkündür.

Devlet Hastanelerindeki Eczaneler

  • Devlet hastanelerinde ayaktan hastalara ilaç verilmemesi eskiden % 40’lara varan indirimleri ortadan kaldırmıştır. Ayrıca devletin rekabet ve fiyat belirleme gücü azalmıştır.
  • SGK ilaç harcamalar 2005’ten bu yana her geçen gün artış sergilemiştir.

Milli İlaç Sanayi

  • Globalleşmeyle birlikte ulus devletlerin parçalanma tehdidi altına girmesi ulusal ilaç sanayinin önemini bir kez daha ortaya çıkarmıştır. Öte yandan patent hakkıyla ilgili düzenlemelerle AR-GE faaliyetleri yetersiz olan milli ilaç şirketlerinin zor günlerde ülkeye katkısı maalesef istenilen düzeyde olamayacaktır. Dolayısıyla yeni bir milli ilaç politikası belirlenmeli ve bazı tedbirler alınmalıdır.
  • 1)- Ulusal ilaç fabrikaları AR-GE çalışmalarını arttırmalı ve ürün yelpazelerini geliştirmelidir.
  • 2)- Savaş, ambargo, deprem gibi afet dönemlerinde ihtiyaç duyulacak ilaç kalemlerinin yeterli seviyede üretilebilmesi için gerekli planlamalar yapılmalı ve alt yapı hazırlanmalıdır. Devlet bu tür ilaçların üretiminde aktif rol oynamalıdır.
  • 3)- Ulusal ilaç üreticileri bir takım teşvik ve kolaylıklarla desteklenmelidir.

24 Bin Eczaneden Sadece 1000 Tanesi

  • Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından yapılan yıllık 5,5 milyar liralık ilaç ödemelerinin 3,5 milyar lirasını Türkiye’de faaliyet gösteren 24 bin eczaneden sadece 1000 tanesinin aldığı bilinmektedir. Bu durum adaletsiz bir dağılım doğurmaktadır.
  • Ayrıca, hem eğitim düzeyi düşük ülkelerde sağlık sorunları yaratması hem de tekel oluşturması açısından sakıncalı olan MARKET ECZANELER konusu zaman zaman gündeme taşınmaktadır.

İlaç Fiyatlarının Düşüşü

  • İlaç fiyatlarındaki % 40’lara varan düşüşler 2 sonuç doğurmuştur:

            1)- Yerli ilaç üreticileri yabancı partner aramaya başlamış ve ucuz hammadde bulabilmek için Hindistan ve Çin’e yönelmiştir (ki bu insan sağlığı ile oynamaktır).

            2)- Özel eczaneler Danışmanlık Hakkı istemeye başlamışlardır. Çünkü cironun % 40 düşmesi kira vb. masrafların aynı kalması nedeniyle karı düşürmüştür.

Meslek Hakkı, Danışmanlık Hakkı

  • Meslek hakkı eczacıların hastaların sorunlarını dinleme ve yol göstermelerinden doğmaktadır.
  • Talep ettikleri meblağ ise kutu başına 1 TL. veya reçete başına 2 TL. dir.
  • Bu tutar günlük 1,5 milyon reçete ile çarpıldığında yılda toplam 800 milyon TL. reçete hakkı ödemesi (yılda 400 milyon kutu x 2 T.L.), ve 1,3 milyar lira kutu başına ödemeyi bulmaktadır (1,3 milyar kutu x 1 T.L).

MEDULA Sistemi

  • Medula sistemindeki bazen 24 saate varan kesintiler hastaları ve eczacıları sıkıntıya sokmaktadır.
  • Kare Barkod uygulaması da sorunlar yaşamaktadır. Barkodsuz ilaçlar elde kalacağı için mağduriyet yaşanacaktır.

Suistimaller

  • Özel hastanelere ve özel eczanelere açılımla beraber suistimallerde de artış meydana gelmiştir.

Sahte Rapor, Reçete ve Kupürler

  • SAHTE KUPÜR – SAHTE RAPOR 2007

   

    İHBAR SAYISI   /                ADET       /      TUTARI (YTL)

    AYLIK                               250 – 300                  –

    SAHTE KUPÜR                   11.919               2.491.700,70

    SAHTE RAPOR – REÇETE    918                1.000.000,00 üzerinde

 

Eczacılık Uygulamaları İçin Öneriler

  • Eczane işletim maliyetleri rasyonel bir şekilde güncellenmelidir.
  • Eczacıların özlük hakları iyileştirilmelidir.
  • Medula sistemi iyileştirilmelidir.
  • Eczacılık eğitiminin kalitesi yükseltilmelidir.
  • Sık mevzuat değişiklikleri önlenmelidir.
  • Milli İlaç Politikasına acilen geri dönülmelidir.
  • Yerli imalatçılar korunmalıdır.
  • İthal ilaçların pazarlanması konusunda yaptırımlar getirilmelidir.
  • Ar-Ge çalışmaları teşvik edilmelidir.
  • Rasyonel ilaç politikası ile gereksiz ilaç kullanımının önüne geçilmelidir.

Son Söz

  • MİLLİ SAĞLIK VE MİLLİ İLAÇ POLİTİKALARINA ACİLEN DÖNÜLMELİDİR…

 

Türk firmalarında CIA Ajanları

Ülkemiz halen istihdam sorununu çözmekte zorlanırken, istihdamın yerinde çözümü konusunda 1 numaralı sektör olarak kabul edilen tarım sektöründen de çıkmış oldu zaman içinde.

Türkiye’yi yönetenler, sanayileşmenin başladığı yıllarda oluşturulan yanlış kararlarla, ülkeyi çok ciddi anlamda, tarım ürünleri ithalatçısı ülke konumuna getirdi.

Yanlış kararların başında, sanayi konusunda seçim yapılırken, tarıma dayalı sanayinin, tamamen göz ardı edilmesi gelir.

Geniş tarım alanlarının bulunduğu, kent nüfusunun, küçük yerleşim bölgelerine oranla daha az olduğu dönemde, ülkede yetiştirilen tarım ürünlerinin işlenmesi için sanayi tesisleri kurulmadı bu ülkede.

Buğdayın una çevrilmesi için bölgesel değirmenler bile, uzun süre ülkede buğday ekimini belli başlı tarım ürünlerinin başına taşıdı.

Portakalın suyundan meyve suyu, çekirdeğinden kozmetik ürünü, kabuğundan reçel üretecek bölgesel tesisler kuramadığımız için, portakalı dalında bıraktık toplayamadan.

Yağlı tohum işleme fabrikalarını bölgelerde kuramadığımız için, tarım ürünlerinin çeşitlemesine gidemedik, ülkemizi en büyük yağ ithalatçısı ülke konumuna getirdik.

Buna bağlı olarak, hayvancılığımız da geriledi.

Hayvan yemi ithalatında kullanılan yağlı tohum artığı küspeye de milyar dolarlar ile ifade edilen döviz ödüyoruz.

Dünkü yazımda belirtmiştim.

Amerikalı’nın mısırını getirip, şurubundan nişasta bazlı şeker üretirken, şeker pancarı ekimini de sıfırladık.

Bunları beceremedik ama sanayi ürünleri üretiminde durumumuz nasıl derseniz, orada da müstemleke bir ülke konumundayız maalesef.

Sanayi Devrimi diye Türkiye‘de montaj sanayi ile başlayan sanayi ürünleri üretimi açısından da, eli kolu bağlı bir ülke Türkiye.

Gün geçmiyor ki aydınlarımız, ekonomistlerimiz, “Türk Savunma Sanayi neden gelişmez” diye, paneller, seminerler, sektör analizleri gibi araştırmalar yapmasınlar.

Bütün bu araştırmaların sonunda, sorun gelir hep pazar meselesine dayanır.

Ülkemizde üretecek imkânlarımız vardır ama ürünü satacağımız yerde zorlanırız.

Türkiye, imkân ve kabiliyetleri açısında önemli bir aşamaya gelmiştir aslında.

Savunma sanayi firmaları, iç pazarda yeterince rağbet görmez. Zira Türk Ordusu, silah ihtiyacının çok büyük bir bölümünü Amerika‘dan alır.

Bu bağımlılık bile tek başına, yerli savunma sanayisinin gelişmesinin önünde büyük bir engel.

Cumhuriyetin kuruluş yıllarında, bu sanayi alanında çok büyük atılımlar olmuştur.

Türkiye’nin NATO’ya girmesi ile birlikte, Amerikan silah sanayinin önemli bir pazarı haline geldik.

Kırıkkale silah fabrikalarında çalışan işçi sayısı daha önce 22 bin iken, bin 200’e düşmüş daha sonraki yıllarda.

NATO‘ya bağımlı kaldıkça, etrafımızdaki ülkelere de, sanayi ürünü satamaz hale geldik farkında mısınız?

Suriye, İran, Irak gibi ülkelere olan savunma sanayi ürünleri satışımız da, yine gizli bir el tarafından devamlı olarak engelleniyor.

Bu gizli el Amerika’dır.

Amerika, ülkemizin de bağlı olduğu NATO’yu öne sürerek, bu pazarlarda aktif satıcı ülke olmamızı engellemektedir.

Diğer yatırım mallarında durum farklı değildir aslında.

Boru üreten, alüminyum üreten, hatta bunlardan yapılmış teçhizatlar üreten tesislerimiz var.

Freze üreten, torna üreten, hatta bunları üreten makineleri dahi üreten tesislerimiz var.

Bu ürünlerin alıcısı daha çok İran ve benzeri ülkeler.

Ancak Amerika‘nın, bu ülkelere satış yapılmasını yasakladığını söylüyor firma temsilcileri.

Sebep de, nükleer araştırmaya yönelik bir takım gelişmelerin önüne geçmek.

Bu konuda Bülent Esinoğlu’nun iddiası ise, yüzümüzü daha da kızartacak nitelikte.

Bülent Esinoğlu’na göre, Türkiye‘de bu konularda üretim yapan 54 fabrikayı takip eden 54 CIA Ajanı var.

“54 CIA Ajanı, 54 Türk firmasını takip ediyor” iddiası gerçek ise, Türkiye’nin hükümranlığından bahsedenlerin yüzüne tükürmek geliyor içimden.

 

Hilful Fudul As – Cem (Adaleti Sağlayanlar Cemiyeti)

Adaleti savunmakla, adaleti sağlamak farklı hususlardır.

Adaleti savunmada yaptırım gücü söz konusu değildir.

Haksızlıkları dile getirir, kınarsınız. O kadar.

Mazlumun yanındasınız ama zulme engel olamıyorsunuz.

Adaleti sağlamada gereğini yapmak ve zulme engel olmak söz konusudur.

Orada size rağmen bir haksızlık yapılamaz.

İşte buna adaleti sağlamak denir.

Hılful Fudul’un tarihçesinden önce tercümesinden bahsetmek istiyorum.

Hılful Fudul’u “erdemliler cemiyeti” olarak tercüme etseler de,

Bu içeriği tam olarak yansıtmamaktadır.

“Adaleti Sağlayanlar” ifadesi konunun içeriğine daha uygun gözükmektedir.

Yukarıda açıkladığım sebeplerden dolayı, benim tercihim de bu yöndedir.

“Erdemliler Cemiyeti” olarak öğrenmiştik öyle de biliyorduk.

Farklı bakış açıları olayların farklı yönlerini keşfetmenizi sağlıyor.

Şimdi gelelim bu cemiyetin kuruluş sebeplerine;

Haram aylar: Muharrem -Recep- Zilkade- Zilhicce.

Bu aylar Araplarca mukaddes sayılan aylardı.

Bu aylarda hiçbir kötülük ve haksızlık yapılmaz, kan dökülmezdi.

Her türlü haksız ve hukuksuzluk günah kabul edilirdi.

Bunun için bu aylara haram aylar denilmiştir.

Araplar arasında bu aylarda dört defa savaşlar olmuştur.

Bunun için bu savaşlara günah anlamına gelen Ficar savaşları denilmiştir.

Birinci Ficar muharebesinde peygamberimiz henüz 10 yaşlarında idi

Birinci Ficar muharebesi Kinane kabilesi ile Havazin kabilesi arasında olmuştur.

İkinci Ficar muharebesi Kureyş ile Havazin kabileleri arasında meydana gelmiştir.

Üçüncü Ficar muharebesi Kinane ile Havazin kabileleri arasında vuku bulmuştur.

Peygamberimiz 20’li yaşlarında iken 4. Ficar muharebesi meydana gelmiştir

Bu savaş ta Kinane kabilesi ile Havazin kabileleri arasında meydana gelmişti.

Kureyş kabilesi de Kinane kabilesinin müttefiki olduğu için bu savaşa katılmak

zorunda kalmıştır.

Kinane kabilesinden birini Havazin kabilesinden biri öldürerek Hayber kalesine sığınmıştı.

Bunun üzerine Kinane kabilesi Havazin kabilesine saldırdı.

O sırada Kureyş Kinane kabilesiyle müttefikti.

Peygamberimizin savaşa katılması da bu sebeple olmuştur.

Peygamberimiz bu savaşa katılmasına rağmen savaşmamış, düşman tarafından atılıp ta

isabet etmeyen okları toplayarak amcalarına götürmüştür.

Ficar savaşlarından sonra Mekke’de hukuksuzluk arttı.

Hukuksuzluk yapanlar sadece Mekke’nin haytaları değildi.

Güçlü olan yerli ve yabancı herkes bu eşkıyalıktan nasibini almaya çalışıyordu.

Mekke’de özellikle dışarıdan gelen yabancılar için mal – can – namus emniyeti kalmamıştı.

İsteyen istediği yabancının mallarını alıyor, tek kuruş ödemiyordu.

Aciz ve güçsüzler her türlü zulme maruz kalıyor ve bu zalimlere, karşı koyma cesaretini gösteremiyorlardı

Bu kaos ortamına bir son verilmesi gerekiyordu.

Ama bu duruma kim ve nasıl son verecekti?

Mekke’de meydana gelen şu olay bardağı taşıran son  damla oldu.

Yemenden gelen bir tüccar Sehm kabilesinin ileri gelenlerinden biri olan

As bin Vail’e mallarını satmış fakat parasını alamıyordu.

Satıcı tüccarın müracaat edeceği bir yer olmadığından, ya da yardım için çaldığı her kapı yüzüne kapandığından,

Ebu Kureys tepesine çıkarak yüksek bir sesle Kureyş kabilesini adaleti yerine getirmeye çağırdı

Bu olay hukuksuzluğa ve zulme ferdi baş kaldırıştır.

Tunus’taki Firavun’u götüren olayların başlangıcı olan, bir vatandaşın zulme isyan olarak kendini yakması gibi bir olaydır.

Darısı diğer Firavun’ların başına.

Bunun üzerine vicdan sahibi insanlar ki içlerinde peygamberimiz ve amcası Zübeyir de vardır.

Mekke’nin ileri gelenlerinden Abdullah ibni Cüdan’ın evinde toplanarak, zayıfları korumak ve adaleti sağlamak için bir cemiyet kurmaya karar verdiler.

Yani bir noktada günümüze uyarlarsak yeni bir yönetim oluşturmaya karar verdiler.

Hep birlikte Kâbe’ye gidip Hacerül Esved’in üzerine su döküp bu kutsanmış sudan teker

teker içtiler.

Sağ ellerini havaya kaldırarak, bundan böyle Mekke’de herhangi bir haksızlık meydana gelirse, mazlumları korumak ve adaleti sağlamak için; denizlerde su olduğu, Hira ve Sebir dağları yerinde durduğu ve Kâbe’de ibadet edildiği müddetçe tek bir vücut gibi

birleşeceklerine ant içtiler.

İşte bu anlaşmaya Hılful Fudul adı verilmiştir.

Şimdi gelelim cemiyetin içeriğine…

Bu cemiyeti kuranlar elbette erdemli insanlardır.

Ama cemiyetin kuruluş amacı, erdemli insanları sadece bir araya getirip muhabbet ederek hoşça vakit geçirmek değildi.

Bu cemiyetin amacı, yok olan adaleti sağlamaktır.

Bunun için Hılful Fudul Cemiyeti’nin tercümesi “Adaleti Sağlayanlar Cemiyetidir.

Bu cemiyet adaleti sağlamak için şu maddeleri karar altına almıştır.

1 – Mekke’de yerli ve yabancı zulme uğramış hiç kimse kalmayacak

2 – Mekke’de zulme meydan verilmeyecek, zalime müsamaha edilmeyecek.

3 – Mazlumların hakları zalimlerden alınıncaya kadar mazlumlarla birlikte hareket edilecektir.

Bu cemiyetin yaptığı ilk iş, Yemenli tüccarın mallarını As bin Vail’den alarak sahibine vermek olmuştur.1

Yani dostlar alış verişte görsün kabilinden bir cemiyet kurmamışlardır.

O gün Mekke ile sınırlı olan hukuksuzluk yani zulüm bugün başta İslam ülkeleri olmak üzere bütün dünyayı adeta bir virüs gibi sarmıştır.

Zulme başkaldırarak hukuksuzluğa dur diyecek bu ve benzeri teşkilatlanmalara çok acil ihtiyaç vardır..

Hz Ali (ra) bir sözünde ‘Zalimlerin en büyük yardımcıları mazlumlardır’ buyuruyor.

Sesiniz çıkmadığı müddetçe ensenizde boza pişirmeğe devam ederler.

Herkes belasını başkasından bulsun deyince zalimlere gün doğuyor.

Oysa mazlumlar bir kafalarını kaldırsa, kaşlarını çatarak azıcık suratlarını ekşitseler neler olmaz ki.

Hiçbir zulüm ebedi olmamıştır.

Baskılar bir müddet insanları korkutarak sindirse bile, millet bir zaman sonra volkan gibi patlayarak zalimleri saltanatları ile beraber yok ediyor.

Tunus ve Mısır bunun en bariz örnekleridir.

Temennim bu ve benzeri olayların Firavunlar arası nöbet değişikliği olmamasıdır.

Zira zihniyet değişmeden şahısların değişmesi bir mana ifade etmez

Bugün İslam dünyasında dernek ve cemiyetlerden ziyade Hılful Fudul zihniyetine ihtiyaç vardır.

İslam dünyası içinde kurulan cemiyetler dostlar alış verişte görsün kabilinden öteye geçememiştir.

Arap Birliği -İslam Kalkınma Bankası- Müslüman Ülkeler- Hacim var kütle yok.

Bereket ki Sivil Toplum Örgütleri var da, mazlumların bir kısmının yaralarını sararak karınlarını doyurmaya çalışıyorlar.

Onlar da olmasa mazlumlar acıları ve açlıkları ile baş başa kalacaklar.

Hılful Fudul cemiyeti peygamberimize vahiy gelmeye başladıktan sonra da varlığını sürdürmüştür.

Şu olay bunun en bariz örneğidir:

Bir gün dışarıdan gelen bir tüccar mallarını Ebu Cehil’e satar.

Fakat Ebu Cehil parayı bir türlü vermez.

Araya giren aracıları da kovar.

Bu şahıs peygamberimize giderek durumunu anlatır ve yardım ister.

Peygamberimiz gayri Müslim olan o kişiyi alarak Ebu Cehil’in evine gider.

Mazluma kimlik sorulmaz.

Derhal bu kişinin parasını öde diye Ebu Cehil’e seslenir, Ebu Cehil hiç itiraz etmeden parayı öder.

İşte buna kütle denir.

Müslüman, kütlesi olan insan olmalıdır.

Kanarya Sevenler cinsinden dernek ya da cemiyetler kurulursa, zulmün yaygınlaşması ve meşrulaşmasını sağlamaktan başka bir işe yaramazlar.

Sonuç: Çıkarılması gereken dersler.

1 – Adaleti sağlamak, dinî vicdanî ve insanî bir sorumluluktur.

2 – Adaleti sağlayanlar önce kendi içlerinde adaletli olmalıdır.

3 – Mazlumun yanında ve zalimin karşısında olmak esastır.

4 – Mazluma kimlik sorulmaz.

Evet, bu gün insanlığın cemiyetlere değil, Hılful Fudul zihniyetine ihtiyacı vardır.

Zulmün olmadığı yarınlar temennisiyle…

 

1 – Salih Suruç Kainatın efendisi(asm)

Hıncal Uluç’un Su Testisi, Başbakan’ın Beslemesi

Geçen hafta, benim gibi TV’de dans ve show programlarını pek seyretmeyenlerin duymadığı, bir ismi ezberledik: Defne Joy Foster.

Bu genç kadının adını, bir bekâr arkadaşının evinde ölümüyle ilgili TV’lerin haber bombardımanı ile öğrendim. Defne Joy, meğer gençlerin çok yakından tanıdığı ve bir dans yarışması programında çok ilgi çeken bir yarışmacıymış. Bir Türk anne ve bir ABD’li babanın kızı imiş, evli ve 18 aylık bir çocuğu varmış.

Öldüğü gece bir eğlence mekânında fazla miktarda alkol aldıktan sonra, o gece tanıştığı bir genç adamın bekâr evine gitmişler.

Bu genç adam ise, Ahmet Altan’ın oğlu ve Taraf Gazetesinin Genel Yayın Müdürü Kerem Altan.

Defne Joy bu evde fenalaşarak ölmüş. Bu ani ölüm üzerine TV ve gazetelerde Defne Joy’u yüceltici ve neredeyse gençliğe örnek gösterecek şekilde yayın yapıldı.

Bu yayınlara yani “Defne’nin azize haline getirilmesine” tepki gösteren Hıncal Uluç, farklı bir açıdan olayı sorguladı. İlk defa tanıştığı bir genç adamın evine giden 18 aylık çocuğu olan evli bir kadının tavrını şöyle sorguladı:

“Ortada çok açık, çok seçik bir ‘İhanet’ var.. Bir gecelik macera için, aldatılan bir koca ve unutulan bir bebek..

Ölmüş.. Allah rahmet eylesin..

Ama böyle bir insana, öldü diye saygı duymamı kimse benden beklemesin..

Kimse de, onu Azize ilan ederek, gençliğin önüne ‘Rol model’ diye koymaya kalkmasın..

Defne’nin ölümü tipik bir ‘Su testisi, su yolunda kırıldı’ olayıdır!..”

Hıncal Uluç, İsmet Berkan’ın ifadesiyle “Herkesin aklına geleni değil, insanların aklına gelse bile söylemediğini yazmış.

Hıncal Uluç’un, Defne’nin “Azize ilan edilerek, gençliğin önüne ‘rol model’ diye konulmasına” gösterdiği tepki haklı. Ancak bu kapsamı aşan ve etik olarak bir ölünün arkasından sarf edilmemesi gereken tahkir edici cümleleri ile ölçüyü kaçırmış.

Bu sözler bir kesimde ciddi tepkiler yarattı. “Su testisi başında kırılsın” denildi, hakaret dolu cevaplar verildi. Üstelik bu tepkiler Hıncal Uluç’un kendimahallesinin tepkisi.”

Kendi mahallesinin dedim. Çünkü Hıncal Uluç muhafazakâr bir kişilik değil. Türkiye’de ilk erkek dergisi “Erkekçe“yi çıkarmış, Amerikalı eski eşinin etkisiyle olsa gerek, “Aziz Valentin Günü”nü Türkiye’de “Sevgililer Günü” olarak kutlanmasını sağlamış bir adam.

 

*******************

 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye aleyhine pankartların açıldığı KKTC’deki miting nedeniyle hem göstericiler, hem de iktidara yönelik sert sözler sarf etti.

“Protesto gösterisi geçen hafta başkent Lefkoşa’da düzenlenmişti. Sendikalar ile sivil toplum örgütlerinin muhalefet partileri desteğinde gerçekleştirdiği gösteride, Türkiye aleyhine sloganlar atılmış ve “Kurtarıldık mı? Has…tir”, “Türkiye elini yakamızdan çek“, “Ne paranı, ne paketini, ne de memurunu istemiyoruz” yazılı pankartlar taşınmıştı.”

Pankartlara sinirlenen Erdoğan, Kırgızistan dönüşü, şöyle konuştu: “Ülkemizden beslenenlerin bu yola girmesi manidardır. Biz destekliyoruz. Bunun karşılığı olması gerekmiyor mu? Yönetimin duyarsızlığı var. Türkiye’ye çek git defol diyorlar. Sen kimsin be adam, benim şehidim var, gazim var. Güney’le beraber yaptıkları provokatif eylemler bunlar. Böyle bir eyleme hakları yok. En düşük memurları 10 bin liraya yakın para alıyor.” (Not: Türkiye, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne 2010 yılında 1,1 milyar TL kaynak tahsis etti.)

KKTC’nin ilk Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ta göstericileri şu ifadelerle kınadı: “Erdoğan’ı haklı olarak öfkelendiren terbiyesizliği yapan bu provokatörler, Hristofyas‘a hizmetten başka bir işe yaramaz. Rum lider Hristofyas, siyasetinin ve hedefinin Türkiye’yi Ada’dan çıkarmak, Kıbrıs Türkleri’nin Anavatan ile bağlarını koparmak olduğunu açıklamıştır.”

Oysaki bu eylemleri yapanlar Rauf Denktaş’a ve bugünkü Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu’na ve O’nun partisi Ulusal Birlik Partisine karşı olan gruplar.

Annan Planı görüşmeleri ve halkoyuna sunulmasında Türkiye Hükümeti, Başbakanımız T. Erdoğan ve iktidar partisi AKP ile KKTC’deki bu gruplar aynı görüşü savunmuşlardı.

Denktaş’ın ve Eroğlu’nun kabul etmediği, fakat AKP Hükümetinin desteklediği Annan Planı‘nın kabul edilmesi için, “yes be annem” sloganıyla destek vermişlerdi.

Annan Planı’na karşı çıkanların gerekçesi, “Ada’dan Türkiye’yi çıkarmak” maksadına hizmet edeceği içindi. Annan Planı’na destek veren şimdiki protestocuların gayesi de Türkiye’yi Ada’dan çıkarmaktı. O gün de öyleydi, bugün de. Hükümetimizin desteklediği Talat ta aynı görüşteydi.

  • KKTC’de çirkin protestoyu yapanlarla, dün aynı mahallede görünen Başbakanımızı bugün belki de gerçek mahallesinde görmekten mutlu olmamız gerekir. Ancak haklı ama kapsamı ve ölçüsü kaçmış tepkisini gösterirken, KKTC halkına yaptığımız yardımları başa kakan ve “besleme” sıfatıyla bütün KKTC halkını rencide edebilecek ifadeleri keşke etmeseydi.
  • Başbakan da Hıncal Uluç gibi “başkalarının aklına gelip de söyleyemediğinisöylemiş. Hıncal Uluç, sert bir üslupla ve eski mahallesinin dünya görüşüne zıt yazdığında sadece kendisini bağlar. Eski mahallesinden gelen tepkileri şahsi olarak göğüslerken, farklı kesimlerden sempati toplayabilir.
  • Ancak Başbakanımızın (bir süre ikamet ettiği eski mahallesinden) gelen tepkilere karşı öfkeyle sarf ettiği sözler, sadece “provokatörleri” hedef almıyor. Kuzey Kıbrıs T.C. halkının tamamını tahkir eden sözler, bu kardeşlerimizi üzmüştür. Ayrıca siyaseten de bu üslup faydalı değildir. Unutulmamalıdır ki, Başbakanımızın sözleri sadece kendini değil, Türkiye’yi bağlar.
  • KKTC’ye yapılan yardımlar, sadece kendilerine uygulanan ambargoyu çözemediğimiz buradaki kardeşlerimize karşı bir vazifemiz olmaktan ibaret değil, Türkiye’nin güvenliğinin ve bölgesel menfaatinin de bir gereğidir.
  • Filistin ve Mısır’lı Müslüman halkın gönlünü kazanıcı cengâverce çıkışlar yapan Başbakanımızdan, “hem Müslüman ve hem de Türk olan Kuzey Kıbrıs’lı kardeşlerimizin de gönüllerini kazanacak bir üslup kullanmasını diliyorum.

 

Uyanın Kıdem Tazminatı Gidiyor

Türkiye, sosyal adaletin bir türlü tesis edilemediği büyük bir ülke…

Adaletsizliğin her türlüsünün kol gezdiği Türkiye’de insanlarımız garip ve mazlum.

Memleketin kaymağını hep krema bir kesim yiyor. Büyük çoğunluk bu küçük azınlığın insafsızca götürdüğünü, şaşkınlık ve çaresizlik içinde izliyor.

İşsizliğin kol gezdiği Türkiye’de, sırf sosyal güvencesi olsun diye asgari ücretin altında 200 – 300 TL’ye çalışan nice insan var. Kaçak çalışanları ise hiç saymıyorum bile.

Türkiye’nin zenginliğinin üstüne oturmuş küçük azınlık siyasal iktidarların gelişinde gidişinde önemli rol oynuyor. Sendikacılık ise hepten sararmış ve doğru dürüst işçinin hakkını arayan kalmamış. Zaten sosyal ve ekonomik sorunlar, ülkeyi baştanbaşa sarmış. Herkes ağır bir işsizlik ve hesapsız konut, araba ve banka kartlarının kredi tuzağında zor soluyor.

Şimdide bunlar yetmezmiş gibi çalışanın yani işçinin elinden kıdem ve ihbar tazminatları alınmaya çalışılıyor.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer “kıdem tazminatı”nı bir sorun olarak niteliyor. Evet, böyle bir sorun var. Ama bu sorun kaymağı yiyen azınlığın sorunu. Etini, kemiğini, iliğini sömürdüğünüz halkın, elindeki bir hakkı daha elinden alma sorunu.

Bakan Dinçer, 2009 yılında yaklaşık 2,5 milyon insanın işini kaybettiğini buna karşılık ancak %8’inin kıdem tazminatını aldığını söylüyor.

Doğrudur, işverenlerin çoğu işi yargıya götürerek uzatmak ve ortalama en az iki yıl süren yargılama sonunda, işçinin hakkı olan kıdem tazminatını ödemek istiyor. Para çıkacaksa cepten geç çıksın mantığıyla hareket ediyorlar. Yoksa çoğu ödeme güçlüğü içinde değiller.

Bakan Dinçer, işçinin hakkını arayacağı yerde, işverenlerin hakkını korumaya çalışıyor. Ve imkansızlık içine sokulan işçiyi bu haktan vazgeçirmek için ikna metodunu deniyor. Çünkü kendisini iktidar yapan, çalışan emekçi kesim değildir.

Bakan Dinçer’in partisi AKP’nin iktidarının devamı için çalışan çaresiz hale getirilmek isteniyor. Tıpkı hisseleri elinden alınan Karabük’teki Kardemir işçileri gibi.

Kıdem ve ihbar tazminatı, çalışan kesim için önemli bir haktır. Bu hak sadece işçilere değil her türlü statüde çalışan emekçilere ve özellikle devlet memurlarına da tanınmalıdır.  Ancak kamudan istifa yolu ile ayrılmış 657 sayılı yasaya tabi olanlara, emekli olduklarında Emekli Sandığından ikramiye ödenmesini bile Anayasa Mahkemesi’nin kararının hilafına kanun çıkartarak engellemeye çalışanlar, işçiye de kıdem ve ihbar tazminatını çok görmektedir.

Uyan işçi kardeşim uyan! Sahip olduğun hakları kaybetme. Halkın başına tebelleş olmuş bu vahşi kapitalistlere dur de. Yoksa evdeki bulgurdan, kıçtaki dondan bile edecekler, haberin olsun.

“Tarih Yeniden Yazılacak”

“Damgaların Göçü” belgeseliyle, “Türkler Anadolu’ya ne zaman geldi?” sorusu cevap buluyor. Yapımcı ve Yönetmen Servet Somuncuoğlu tarafından hazırlanan “Damgaların Göçü”;  “Türkler Anadolu’ya ne zaman geldi?” sorusuna, bugüne kadar gün yüzüne çıkmamış bulgularla, dünya tarihini yeniden yazdıracak bir cevap veriyor. Yönetmen Somuncuoğlu, kendisini arayan Cemil Söylemezoğlu’nun  “bizim burada kaya resimleri”  var demesi üzerine Ankara’nın Güdül ilçesi Salihler köyüne gittiğini anlatırken, “Beni götürdüğü alanlardaki kaya resimleri, çarpıcıdan öte muhteşemdi. Söylemezoğlu ile 2008 yılı Nisan ayında başlayan araştırma ve çalışmalarımız 2010 yılı Nisan ayına kadar sürdü. Bölgede on ayrı araştırma gezisi yaptıktan sonra “Damgaların Göçü” belgeselinin projelendirilmesi ve çekim süreci başladı” diye konuştu.

Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, Türkiye’de birçok bölgede  “kurgan”  adı verilen Türk mezar yerlerinin mevcut olduğunu belirterek şöyle konuştu: “Sadece Doğu Anadolu’da 1000 civarında kurgan var. Hakkari’de Prof. Dr. Veli Sevin başkanlığında açılmış olup, M.Ö. 1200 yıllarına ait olan kurgan; eski Türk mezarlarının en önemli özelliklerini taşımaktadır. Mezardan çıkan Balballar, Asya’daki Balballarla aynı özellikleri göstermektedir. Dolayısıyla kurganların Anadolu’daki varlığı ve zamanı Türklerin Anadolu coğrafyasındaki tarihini ortaya koyacak en önemli unsurlardandır. Türk tarihçileri, Anadolu tarihini yeniden ele almak ve Türk tarihinin 1071’de başladığı tezinden sıyrılıp yeni araştırmalara imza atmak durumundadırlar.” (Yeniçağ, 27 Ocak 2011, s.2)

Belgesele danışmanlık yapan Gazi Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, Anadolu’nun değişik yerlerinde mevcut kaya resimleri ve kurgan adını verdikleri mezar yerleri olduğunu, Asya’daki kaya resimleriyle Anadolu’daki kaya resimlerinin eşdeğerlik ve benzerlik gösterdiğini söyledi.

Beypazarı ile Güdül arasındaki dağlarda bulunan M.Ö. 3000 – 5000 yılları arasında yapılan kaya resimlerinin o tarihteki insanların yaşayış biçimlerini (ve) inançlarını gözler önüne serdiğini anlatan Halaçoğlu, “Resimlerde insan figürleri, süvariler, at üzerinde avlanma, hükümdarlık alametleri yer almaktadır. Konunun uzmanları bunları bütün olarak değerlendirdiğinde Anadolu tarihinde çok farklı bir sayfa açılacaktır. Ve bu sayfa belki de dünya tarihinin yeniden yazılması için bir başlangıç teşkil edecektir. Ayrıca burada çok sayıda kurgan olarak nitelediğimiz mezar yerleri mevcuttur. Bunların benzer örnekleri Asya’da, Tuva’da, Yakutistan’da ve Sibirya’da da görülmektedir ve oradaki kaya resimleriyle kıyaslanabilecek niteliktedir” şeklinde konuştu. (a.g.g. s.2)

Dr. Mustafa Aksoy, buradaki resimlerin Türk dünyasının Altaylar bölgesindeki kayalardaki resimlerle benzerlik gösterdiğini belirtirken, “Nasıl ki biyolojik hayatımızda DNA’lar varsa, sosyal hayatımızda da var. Ben buna sosyal DNA diyorum. Çünkü Sibirya’dan Balkanlara kadar olan Türk kültür coğrafyasında birbirinden haberdar olmayan insanların aynı damgaları kullanmaları son derece manidardır” dedi.

Doç. Dr. Yücel Şenyurt resimlerdeki at tasvirleri ve runik yazı örnekleri ile çeşitli Türk boylarına ait damgaların, bu alanın Hun ve Göktürk dönemine ait olabileceğini gösterdiğini söyledi. Prof. Dr. Ahmet Taşağıl ise kaya resimlerinin analitik, üslup ve sanat yönünden değerlendirilmesi gerektiğine değindi. (a.g.g. s.2)

Kaya resimlerinde Göktürk harflerinin kullanılması; Türk kültürünün yaygınlık alanını

gösteriyor. Ayrıca dağ keçisi ile ay ve yıldız motifleri dikkat çekiyor. (a.g.g. s.2)

Yazarın biri, yıllar önce, köşe yazısına  -hatırladığım kadarıyla-  şöyle başlıyordu: “1000 senedir Türklerin, 2000 senedir ise Kürtlerin yurdu olan Anadolu…” Böyle bir cümleyle karşılaşan Kürt asıllı bir Türk vatandaşının kafasında şöyle bir hüküm oluşmaz mı? “Demek ki, Türkler; bizlerden 1000 yıl sonra Anadolu’yu yurt tutmuşlar. Anlaşılan o ki, Kürtler; Türklerle aynı kökenden gelen bir millet değil!”

Evet sevgili okur! En tehlikeli yalan; yarısı doğru ve hakikat olan yalandır. Çünkü çürütülmesi çok zordur. İşte, dıştan; böyle yarısı doğru yalanlar üfleniyor! İçeride de bu telkin ve üfleyişlerle oyuna gelerek oynayan, dışarının yönlendirmesiyle yıkıcı ve bölücü cereyanlara kapılan kimi aydınlar var! Bunlar, bu yarısı doğru; yalan yanlış bilgilerle, Güneydoğu insanımızın zihinlerini tarümar ediyor! Kardeşi kardeşe düşman edecek olan nifak, şikak ve fesat tohumlarını  -özellikle-  körpe dimağlara, ekiyorlar! Onların akıllarına; kulağa hoş gelen ayrılık gayrılık fikirlerini sokuyorlar! Onları, -sözde kalmaya mahkum-  heves ve maceralar peşinde koşmaya sevk ediyorlar! Böylece, kabul olunmayacak duaya,       -şimdiden-  ‘amin’ diyor ve dedirtiyorlar!

Halbuki, tarihi iyi bilenler, Türklerin Anadolu’yu mekan tutmalarının, çok eski tarihlere uzandığını, açıkça görmektedirler. Binaenaleyh, söylenilen ve zannedilenlerin aksine; Kürt kardeşlerimizle aynı kökün iki farklı dalları olduğumuz; gün gibi aşikardır. Nitekim, yukarıda alıntıladığımız araştırmalar; Türkiye’deki tarihi izler ve bulgularla, Orta Asya’daki tespitlerin aynı olduğunu göstermekte; Türk – Kürt kardeşliğini;  -iç ve dış düşmanların rağmına-  daha da pekiştirmektedir.

Güneş balçıkla sıvanmaz. Bizler bu topraklarda, önceden beri, bir ve beraber olarak vardık ve varız. İnşallah, bundan sonra da  -ila yevmi’l-kıyam-  yani kıyamete kadar böyle kalacağız.

Evet, zaman ihtiyarlandıkça, tarihi hakikatler bir kat daha kendini belirtir bir mahiyet ve içerik alıyor. Velhasıl, Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatan ve milletiyle, bölünmez bir bütündür. Bunun böyle olduğu; tüm kıskanç gözlerin bütün engellemelerine rağmen, yeni tarihsel bulgularla, bir kat daha kanıtlanmış ve belgelenmiş oluyor.

 

 

Domino Rüzgarı

Önce Tunus, Ürdün, Yemen, Lübnan derken şimdide Mısır. Başta saydığım diğer ülkelerdeki isyan ve ayaklanmalar, daha önce başlamasına rağmen hepimizin de bilip, gördüğü gibi gün geçtikçe Mısırda şiddetini artırarak devam ediyor yani isyanın baş kaldırının merkez üssü Mısır olacak gibi görünüyor. Bu ayaklanmalar öyle gösteriyor ki Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’i koltuğundan indirecek ve yukarıda saydığım devletlerde ona göre şekillenecekler.

Eee atalarımız boşuna dememiş el atına binen çabuk iner diye. Gerçi Hüsnü Mübarek otuz yıldır görevde sayısal bakımdan pekte çabuk diyemeyiz, lakin iş Devlet yönetimine gelince otuz sene, kırk sene, elli sene devlet hayatında pekte uzun bir zaman olmasa gerek. Hüsnü Mübarek’i o makama ABD ve emperyalist güçler getirdi, otuz sene ondan faydalandılar artık onun verebileceği bir yarar kalmayınca da halkı aleyhinde kışkırttılar. Bu olay sadece Mısır’da değil Tunus’ta da böyle, Yemen’de de ve Ürdün’de.

Emperyalist güçler halkın kötü yönetilmenin faturasının kendilerine çıkmaması için gözden çıkardıkları liderlerin arkasından desteklerini çekerler ve halkı kendi liderlerine karşı kışkırtırlar. Ta ki yerlerine getirdikleri lideri halk benimseyip kabullensin. Zavallı cahil halk kitlesi zanneder ki eski lideri devirdik yerine kendi istediğimiz yöneticiyi getirdik. Aslında çok büyük bir yanılgı çünkü o gelecek olan yeni lider halkın isteyip getirdiği değil de önceden küresel güçler tarafından tespit edilmiş kişi veya kişilerdir.

Sözün özü bu hareketler hiç bir zaman bir halk hareketi değildir, tamamen Küresel güçler tarafından yönetilen ve Büyük Ortadoğu projesinin halkalarının bir parçasıdır. Hep birlikte bekleyip göreceğiz parçalanıp bölünen devletçikleri ve Truva atlarından çıkacak Kemal Dervişler ve Babrak Karmalleri…