4.8 C
Kocaeli
Perşembe, Ekim 2, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1143

Kadına Bakış

Kadınlar hakkında yazmak gerekirse, o güzel kadınlarımız için, sayfalar az gelir. Kitaplar kifayetsiz kalır. Kısaca demek gerekirse, mübarek kadınlar diyerek başlayabiliriz yazımıza. Kaldı ki, onları sadece senede bir gün anmakla yetinmeyip, her gün her an anmak ve hatırda tutmak gerekir. Çünkü kadınlar evlerimizin direği, odalarımızın ışığıdır. Onlarsız bir hayat düşünülemez. Nitekim, yuvayı dişi kuş yapar sözü boşuna söylenmemiştir.

Kaldı ki, onlar şefkat, sevgi ve merhamet kahramanlarıdır. Onlara, bu hususta biz erkekler yetişemeyiz. Nitekim, bir annenin, çocuğunu tehlikeden kurtarmak için, hiçbir ücret istemeden ruhunu feda etmesine, çok zaman şahit olmuşuzdur. Kadınların, hakiki bir ihlas ve içtenlik ile yaratılıştan gelen görevleri icabı kendilerini evladına kurban etmeleri gösteriyor ki, hanımlarda gayet yüksek bir kahramanlık var.

Nitekim, 1877 – 1878 Osmanlı – Rus harbinde Erzurum’da Nene Hatunlar; Rusların Aziziye Tabyaları’ndan püskürtülmesinde büyük rol oynamışlardır. Milli Mücadele’de kağnılarla Milli Ordu için silah ve cephane taşıyan  -elleri öpülesi- kadınlarımız; taşıdıkları cephaneler aman ıslanmasın diyerek, çocuklarının soğuktan ölmesi pahasına, onların üstlerini örten yorganları alıp cephanelerin üstüne örtmeleri; kadınlarımızın nasıl bir fedakarlığın örnek ve önderleri olduğunu gözler önüne sermektedir.

İşte kadınlarımız; bu kahramanlığın inkişaf ve gelişmesi ile hem dünya hayatlarını, hem de ebedi hayatlarını kurtarabilir. Evet, o kuvvetli ve kıymetli seciye ve ahlakı inkişaf ettirilip geliştirilmeli. Bu hasletlerinin su-i istimal edilmesine, yani kötüye kullanılmasına, asla fırsat verilmemeli.

Mesela, bir şefkatli anne; çocuğunun dünya hayatında tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için, her fedakarlığı göze alır, onu öyle terbiye eder. “Oğlum paşa olsun” diye bütün malını verir, Avrupa’ya gönderir. Fakat o çocuğun ebedi hayatının tehlikeye girdiğini düşünmez! Çocuğunu dünya hapsinden kurtarmaya çalışır; fakat çocuğun Cehennem hapsine düşmesini hesaba katmaz!

Oysa, hem dünyasını ona temin etmeli, hem de ölümden sonraki hayatını garantiye alacak şekilde onu eğitmeli. Yani hem aklın gıdası olan ve ona dünyasını kazandıracak fen ilimlerini öğrenmesini sağlamalı. Hem de vicdanın gıdası olan ve ona ahiretini sağlıyacak din ve maneviyat bilimlerini edinmesini gerçekleştirmeli.

Fıtri ve yaratılışında olan şefkatin tam zıddı olarak, o masum çocuğunu ahirette kendisine şefaatçi yapması gerekirken, kendisinden davacı eder! O çocuk, “Niçin benim inancımı takviye etmedin, bu felaket ve felaketime sebebiyet verdin?” diye şikayet edecek. Üstelik, dünyada, İslam terbiyesini tam almadığı için, validesinin harika şefkatinin hakkına karşı layıkıyla karşılık veremez. Belki de annesine karşı çok kusur eder. Hem kendini, hem de annesini üzüntüye boğar.

Eğer, hakiki şefkat su-i istimal edilmeyerek, yani kötüye kullanılmayarak zavallı çocuğunu sonsuz hapis olan Cehennem’den ve sonsuz yokluk olan dalalet, sapıklık ve sapkınlık içinde ölmekten kurtarmaya; o şefkat sırrı ile çalışsa, o çocuğun ettiği bütün hasenat ve iyiliklerin bir misli, annesinin amel defterine geçer. Anasının vefatından sonra ise, her vakit iyilikleri ile ruhuna nurlar yetiştirdiği, ruhunu aydınlıklar içinde bıraktığı gibi, ahirette de değil davacı olmak, bütün ruh u canı ile ancak şefaatçi olup, ebedi hayatta ona mübarek, hayırlı bir evlat olur.

Evet, insanın en birinci üstadı, rehberi ve en etkili öğretmeni; onun annesidir. Bu münasebetle, mesela büyük bir İslam Alimi şöyle der:

“Ben kendi şahsımda kat’i (kesin) ve daima hissettiğim bu manayı beyan ediyorum:

 “Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem (ve yemin)

ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum validemden aldığım telkinat ve manevi derslerdir ki, o dersler fıtratımda, adeta maddi vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini, aynen görüyorum. Demek, bir yaşımdaki fıtratıma (yaratılışıma) ve ruhuma merhum validemin ders ve telkinatını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek – i esasiye (asıl çekirdek olarak) müşahede ediyor (görüyor) um.

“Ezcümle (özetleyecek olursam): Meslek ve meşrebimin dört esasından en mühimi olan  şefkat etmek… acımak ve merhamet etmeyi, o validemin şefkatli fiil ve halinden ve o manevi derslerinden aldığımı yakinen (kesin kes) görüyorum. Evet, bu hakiki ihlas (ve içtenlik) ile hakiki bir fedakarlık taşıyan validelik şefkati su-i istimal edilip (kötüye kullanılıp), masum çocuğunun elmas hazinesi hükmünde olan ahiretini düşünmeyerek, muvakkat (geçici) fani şişeler hükmünde olan dünyaya; o çocuğun masum yüzünü çevirmek ve bu şekilde ona şefkat göstermek, o şefkati su-i istimal etmektir.”

Yani, annenin çocuğuna; hem dünyasını hem de ahiretini kazandıracak şekilde bir eğitim vermesi veya verdirmesi lazımdır.

Evet, kadınların şefkat cihetiyle bu kahramanlıklarını; hiçbir ücret ve hiçbir karşılık istemeyerek, hiçbir şahsi çıkar gözetmeyerek, hiçbir gösteriş manası olmayarak ruhlarını feda ettiklerine en güzel misal şudur: O şefkatin küçücük bir örneğini taşıyan bir tavuğun; yavrusunu kurtarmak için, arslana saldırması ve ruhunu feda etmesidir.

Halbuki, erkeklerin kahramanlıkları karşılıksız olamıyor! Belki yüz cihetle mukabele ve karşılık görmek istiyorlar! Hiç olmazsa, şan ve şeref bekliyorlar! Fakat yazık ki, biçare mübarek, saygı-değer kadınlar; zalim erkeklerin şer, kötülük ve baskılarına çok zaman maruz kalıyorlar.

Oysa Hz. Muhammed: “Sizin en hayırlınız; hanımına en iyi şekilde davranandır.” Diye buyuruyor.

Bilelim ki, insanın, özellikle Müslüman’ın sığınağı ve bir çeşit Cennet’i ve küçük bir dünyası, aile hayatıdır. Ve bunu sağlayan ise evdeki kadının  – ışık misal – varlığıdır.

Kadın hususunda, erkeğe düşen görevler de var: Bir defa aklı başında bir adam; eşine muhabbet ve sevgisini, beş on senelik geçici olan dış görünüşündeki yüz ve vücut güzelliğine hasretmemeli. Aslında, kadınların en güzel tarafı ve üstelik daimi olanı; onun şefkatine ve kadınlığa mahsus güzel ahlakıdır. İşte erkek; sevgisini buna dayandırmalı. Öyle ki, o kadın yaşlandıkça kocasının muhabbeti ona devam etsin.

Çünkü onun eşi, yalnız dünya hayatındaki geçici bir yardımcı eş değil, aksine ebedi hayatında, daimi ve sevimli bir hayat yoldaşıdır. Kadın ihtiyarlandıkça daha ziyade hürmet ve merhamete layık olmalı. Karı – kocanın birbirine olan muhabbeti, daha çok kendini göstermeli.

Fakat, şimdiki modern terbiye perdesi altındaki hayvancasına geçici bir birliktelikten sonra bir ayrılığa uğrayan o aile hayatı, esasiyle bozuluyor.

Bahtiyardır o adam ki, eşiyle ebediyyen sürecek olan birlikteliğini kaybetmemek için, inançlı hanımını taklit eder. O da inançlı olur. Hem, bahtiyardır o kadın ki, kocasını dindar görür. Ebedi dostunu ve arkadaşını kaybetmemek için, o da tam bir dindar olur. Dünya saadeti içinde ahiret saadetini kazanır.

Bedbahttır o adam ki, sefahete girmiş eşine uyar. Vazgeçirmeye çalışmaz. Kendisi de ona katılır. Bedbahttır o kadın ki, kocasının kötü yoluna bakar, onu başka bir surette taklit eder.          Yazık o karı ve kocaya ki, birbirini ateşe atmakta yekdiğerine yardım eder. Yani, güya modern yaşayışlarına birbirini teşvik eder.

Bu zamanda aile hayatının ve dünya ve ahiret saadetinin ve kadınlarda yüksek ahlakın gelişmesinin sebebi, yalnız İslam dairesindeki İslamiyet adabı ile olabilir.

Şimdi, aile hayatında en mühim nokta budur ki: Kadın, kocasında fenalık ve sadakatsizlik görse, o da kocasının inadına, kadının asıl görevi olan sadakat ve emniyeti bozsa, aynen askeriyedeki itaatin bozulması gibi, o aile hayatının fabrikası alt üst olur. Belki o kadın, elinden geldiği kadar kocasının kusurunu düzeltmeğe çalışmalıdır ki, ebedi arkadaşını kurtarsın. Yoksa, o da kendini açıklık ve saçıklıkla başkalara göstermeye ve sevdirmeye çalışsa, her bakımdan zarar eder. Çünkü hakiki sadakatı bırakan, dünyada da cezasını görür. Çünkü namahremlerin nazarından fıtratı korkar, sıkılır, çekinir.

Namahrem yirmi erkeğin on sekizinin bakışından rahatsız olur. Erkek ise, namahrem yüz kadından ancak birisinden hoşlanmaz. Bakmasından sıkılır. Kadın o bakımdan azap çektiği gibi, sadakatsizlik ithamı altına girer. Zaafiyetiyle beraber, hukukunu koruyamaz.

Elhasıl: Nasıl ki, kadınlar, kahramanlıkta, ihlasta, şefkat itibariyle erkeklere benzemezler. Erkekler de o kahramanlıkta onlara yetişemiyorlar. Bu bakımdan o masum hanımlar dahi, sefahette hiçbir şekilde erkeklere yetişemezler.

Onun için fıtratlarıyla ve zayıf yaratılışlarıyla namahremlerden şiddetli korkarlar ve örtünmeye kendilerini mecbur hissederler. Çünkü erkek, sekiz dakika zevk ve lezzet için sefahete girse, ancak paraca zarar eder. Fakat kadın, sekiz dakika sefahetteki zevkin cezası olarak, dünyada dahi sekiz ay ağır bir yükü karnında taşır ve sekiz sene de o hamisiz çocuğun terbiyesinin meşakkatine girdiği için, sefahette erkeklere yetişemez, yüz derece fazla cezasını çeker.

Az olmayan bu çeşit olaylar da gösteriyor ki, mübarek kadınlar yaratılışları icabı yüksek ahlakın kaynağıdırlar. Günah ve sefahette dünya zevki için kabiliyetleri yok hükmündedir. Demek onlar, İslam terbiye dairesinde mesut bir aile hayatını geçirmeye mahsus, bir çeşit mübarek varlıklardır. Bu mübarekleri bozan komiteler kahrolsunlar! Allah, bu hemşirelerimizi bu serserilerin şerlerinden korusun.

Kadınlar geçim derdi için, serseri, ahlaksız, sözde Batı-görgülü bir kocanın tahakkümü altına girmektense, fıtratlarındaki iktisat ve kanaatla, köylü masum kadınların nafakalarını kendileri çıkarmak için çalışmaları çeşidinden, kendilerini idareye çalışmaları onlar için çok daha uygundur. Yok eğer size münasip olmayan bir erkek kısmet olmuşsa; kısmetinize razı olunuz, kanaat ediniz. İnşallah, rızanız ve kanaatınızla o da düzelir. Aksi halde, mahkemelere boşanmak için başvuracaksınız. Bu da, İslam haysiyeti ve milli şerefimize yakışmaz.

Kesin olarak biliniz ki, meşru dairenin dışındaki zevk ve lezzetlerde, on derece onlardan ziyade elem ve zahmetler bulunur. Onun için, meşru dairedeki keyifle yetininiz. Sizin evinizdeki masum evlatlarınızla, masumane sohbet etmeniz; her eğlenceden çok daha zevklidir.

Bir erkek, bir kadınla; ebedi bir hayat arkadaşı, dünyadaki saadete sebep olması ve birçok günahlardan kendini koruması için, evlenmeli. Yoksa kadını, devamlı baskı altında tutmak için değil. Ayrıca, sırf gençliğindeki güzellik için sevmemeli. Üstelik, ona; bir verip, on kere başına kakarak, onu minnet altında bırakmak için, asla evlenmemeli.

 

 

Gücünü Yalnızlığından Alabilmek

Freud, bilinen bir gerçeği, “Dünyaya yalnız geliriz, dünyadan yalnız ayrılırız.” cümlesiyle dillendirmiş. Yalnızlık, Yaratan’ın yasası. Yalnızlık üzerine bugüne kadar çok söz söylenmiş, türküler yakılmış. Yalnızlık, bir zayıflık mıdır, bir güç müdür? Bu, yalnızlığa nereden baktığınızla ilgili.

“Yalnızlık, hastalıkların üreyebileceği en iyi ortamdır.” diyen Breuer, “Fikirler tarihi, yalnızların kininin tarihidir.” ve “Bağlarımızı yalnızlık hevesiyle kopardığımız zaman boşluk bizi ele geçirir.” diyen M. Cloran ile “Yalnızlık tek kelime, söylenişi ne kadar kolay. Hâlbuki taşınması o kadar zordur ki.” diyen Goethe yalnızlığı madalyonun aynı yönünden bakıyorlar.

Adonis ise yalnızlığı “tek ağaçlı bahçe”ye benzetir. “Yalnızlık bana, hiçbir an eksilmeyen güç veriyor.” diyen Kafka ile “Birlikte olduğum insanlardan yalnızlığı öğrendim.” diyen Mevlana İdris’in yalnızlığa bakışı birbirine yakın olmakla birlikte madalyonun öbür yüzünü işaret ediyor. Şimdi tekrar soralım: Yalnızlıktan kaçalım mı, yalnızlığa koşalım mı?

Yalnızlığın, öğrencisi de öğretmeni de kendisi olan eğitim süreci olduğunu hep düşünmüşümdür. Söyleyecek sözü olanlar, yalnızlık mektebinin talebeliğini bir süre yapmalıdırlar. Yalnızlık mürekkebine bulanmayanların yazdıklarının kalıcılığı ve etkisi, ikindi gölgesi kadardır. Yalnızlık, insanı büker. Yalnızlık, insanı yakar. Yalnızlık, insanı eğitir. Yalnızlık, yıkılmayan iradeleri güçlendirir. Yalnızlık mıhıyla nallanan atlara, engebeli bütün yollar düzdür.

Yalnız kaldığım dakikalarda güneşin batışın veya doğuşunu seyretmek; karanlık gecelerdeki derin sessizliği, yanık sesli müezzinin okuduğu ezanı dinlemek, mezara gireceğim anda yaşayacaklarımı hissetmek istemişimdir.  Başkalarının dediği gibi, “kadın sesi, para sesi, su sesi”, yalnızlık özlemimin nedeni hiçbir zaman olmamıştır. Yalnızlık, bana göre, bu geçici değerler için, tercih edilecek bir zaman değildir.

Atalarımız, “Ağaca dayanma kurur, insana dayanma ölür, Allah’a dayan.” derken bir taraftan niçin yalnız olunması gerektiğini, bir taraftan da yalnızlıktan nasıl kurtulacağımızı işaret etmişler.  Yalnız kalmamak adına birlikte olmak, kişiyi çok kere minnete sokmaktadır. İnsanoğlu, karakterinin zayıflığı nedeniyle, bedel ödetmeyi, başkasının sırtından geçinmeyi sever. Bu durum, diğer kişi için yüktür. Yalnızlığımızı paylaştığımız dostlar, ayaklarımızın prangası oluyorsa, fıtratına özgürlük kodlanan insanoğlunun tercihi yalnızlık olacaktır. Minnet esaretinin, insana yaşattığı mahkûmiyet, çok yorucudur.

Ruşeni bir dörtlüğünde “Kimsesiz hiç kimse yok, / Kimsenin var kimsesi, /  Kimsesiz kaldım, / Yetiş ey kimsesizler kimsesi.” derken en yalnız durumda bile yalnız kalınmayabileceğini vurguluyor. Onunki, bir üstün bilinç.

Herkesin yalnızlaşmaya ihtiyacı var. “İnsan olma hazzımı, yalnızlığımla yaşadım.” diyebilmek ne güzel!

 

 

Saadet’te Yeni Dönem

Hocanın vefatından sonra parti yönetimi beklentilere uygun olarak sn. Prof. Dr. Mustafa Kamalak’ı genel başkan seçti. Prof. Dr. Sayın Kamalak’ı yeni görevinden dolayı tebrik ediyor başarılar diliyorum.

Başarılı olmak sadece başarı dilemekle olmuyor.

Siyasette başarı halkın nabzını tutmak,

Halkın sesine kulak vermekle olur.

Ben mutlak doğruyum.

Halk geçte olsa beni anlayacaktır anlayışı siyasette size sadece zaman ve emek kaybettirir.

Bu ülkenin Saadet Partisine ihtiyacı vardır.

Saadet yöneticilerinin de halkın sesine kulak verme mecburiyeti vardır.

Bu seçimde herkes kendi gücünü görmeli.

Seçimden sonra Saadet Partisi, Has Parti ve Türkiye Partisi aralarındaki lüzumsuz çekişmeleri bırakıp birleşmelidir.

İşte o zaman seçmene ümit veren bir milli görüş partisi ortaya çıkar.

Bu elbette zordur ama imkânsız değildir.

Nefis terbiyesi eğitimi görmüş insanların bu zoru başaracaklarına inanıyorum.

Sn. Prof. Dr. Mustafa Kamalak hukuki alanda kendini ispat etmiş değerli bir siyaset adamıdır.

Bu birleşmeye öncülük ve ağabeylik etmesi kendisinden beklenir.

Partide Genel Başkandan başka bütün yönetim aynı.

Büyük oranda muhalefet yapma anlayışları da aynı.

Bu parti ilkelerini değil muhalefet yapma tarzını biraz yenilemelidir.

Ben Genel Başkan olsam yâda yönetimde yetkili bir insan olsam, şu üç esas üzerine muhalefet yaparım.

1)      Yapılanlar güzel, fakat yetersizdir.

2)      Biz iktidara gelince daha iyisini yapacağız.

      Yaptıklarımız, yapacaklarımızın referansıdır.

3)      Siz halkımız, her şeyin en iyisine layıksınız.

Bu üç husus özelde Saadet Partisi, genelde bütün partiler için geçerlidir.

Ayrıca tarım, hayvancılık ve işsizlik üzerinden de geçerli ve tutarlı muhalefet olur.

Ülkemizde vasıflı vasıfsız yüz binlerce işsiz var.

Ayrıca işçi, memur ve emeklinin durumu da meydanda..

Bunlardan daha iyi muhalefet alanımı olur?

Siyaseti çamur atma, komplo kurma kutuplaşma anlayışıyla değil

Daha iyi hizmet üretme yarışı olarak görmek lazım.

Bunun içinde pozitif siyaset esastır.

Seçmene kendi yapacaklarınızı anlatınız.

Her şeye kara deyip çözüm üretmiyor, alternatif göstermiyor,

 Doğruları ve iyileri kabul etmiyorsanız,

 Bu anlayış halkı enayi yerine koymak olur ki; halkımız bundan hoşlanmıyor, bu muhalefete de pirim vermiyor.

Ak Parti ve Tayip Erdoğan karşıtları Kimseye oy kazandırmaz, sadece oy kaybettirir.

Siyasette beklenen başarı gelmiyorsa kendinizi ve yönteminizi sorgulayınız.

 Doğrusu budur.

Yanlış metotla doğru sonuca varılmaz.

Varılmıyor…

Şimdilik buraya bir nokta koyalım.

Saadet Partisi yöneticilerine Merhum Hocamızın anısını ölümsüzleştirmeye yönelik üç teklifim var.

1)      İstanbul da Prof. Dr Necmettin Erbakan Üniversitesi kurulması.

2)      Konya da Milli Görüş Üniversitesi kurulması.

3)      Ankara da Adil Düzen Üniversitesi kurulması.

Merhum hocamız siyaset adamı olmadan önce bilim adamıydı.

Sadece ulusal değil, uluslar arası üne sahipti.

Leopar tanklarının projesini çizen beyindi.

Onun bilimsel yönü böyle bir üniversite ile yaşatılmalıdır.

Celal Bayar, Adnan Menderes, Süleyman Demirel Üniversiteleri olması ne kadar olumlu ve doğruysa Prof. Dr. Necmettin Erbakan Üniversitesi kurulması o kadar doğru ve olumlu olur.

Bu üniversitenin İstanbul’da ve teknik ağırlıklı olması, onun eğitimini yaptığı ve defnedildiği yer olması açısından önemlidir.

Konya milli görüşün doğduğu ve hocanın siyasete başladığı yerdir.

Onun için Konya ya Milli Görüş Üniversitesi kurulması anlamlı olur.

Ankara yönetimin merkezidir.

Adil Düzen hocanın gerek ülke, gerekse bölge yönetimi ile ilgili görüşleridir.

Adil Düzen Üniversitesi bunun için Ankara ya kurulmalıdır.

Bu üç teklifin birincisini devlet üniversitesi olarak iktidar yerine getirmelidir.

Mevcut üniversitelerden birisine de ismi verilebilir

İkincisini milli görüşçü iş adamları vakıf üniversitesi olarak yapmalıdır.

Üçüncüsünü ise Saadet Partisinin yönetimi vakıf üniversitesi olarak gerçekleştirmelidir.

Böylece siyaset adamlarının yetişeceği bir siyaset üniversitesi kurulmuş olur

Milli görüş mensubu olan işadamlarını bu konuyu çok ciddi olarak düşünmeye davet ediyorum

Hukuki altyapının hazırlanması, ilgililerle organize Saadet Partisi yönetimi tarafından acilen yapılmalıdır.

Aynı zamanda vatana ve millete hayırlı iş yapmış olursunuz.

Bunlar çor zor derseniz, kolayını babaanneler de yapar,

 O da ruhuna fatiha okumaktır.

Huzur dolu yarınlar temennisi ile.

Siz yinede bir düşünün.

 

Görsel İletişim ve Markalaşma

  • İletişim tarihi, insanlık tarihi kadar eskidir.
    İnsanın varolması ile ortaya çıkan iletişim olgusunun temelinde, paylaşma ihtiyacının giderilmesi gerçeği yatmaktadır. İlk çağ insanının bir av öyküsünü başkalarına anlatmak için mağara duvarlarına çizdiği resimler, başarılı geçen bir avdan sonra ateşin çevresinde yapılan danslar, komşu kabilelerle haberleşmek için belki de yeni reisin seçiminden duyulan mutluluğu paylaşmak amacıyla göğe gönderilen renkli dumanlar, gemicilere yol gösteren fenerler, ressamın tuvaline yansıttığı renkler ve çizgiler, bestecinin notalarla kurduğu ortaklığın neticesinde doğan besteler, sinemacının fikrini belgeleyen filmleri, balerinin duygularını yansıttığı hareketleri, hepsi, paylaşma ihtiyacının giderilmesi için başvurulan iletişim yollarıdır.
  • Yaşamak da başlı başına iletişim faaliyetlerini kapsayan bir olgudur.
    Doğduğumuz andan itibaren çevremizle sürekli iletişim, etkileşim içine gireriz. Bilinçsizce çevremizi etkilemeye, değiştirmeye; yine bilinçsizce etkilenmeye, değişerek çevremize uyarlanmaya başlarız. Bu çift yönlü etkileşim, hayat boyu sürer gider.
  • Yaşadığımız sürece zekamızı, kültür ve birikimimizi, kişiliğimizi iletişim alışkanlıklarımız ve iletişim çabalarımızla ortaya koyarız.
  • Duygu ve düşüncelerimizi başkalarıyla yine iletişim yoluyla paylaşırız. Anlamak, anlatmak, öğrenmek, başkalarına ulaşabilmek için de iletişime başvururuz. Denilebilir ki
    İletişim, beşikten mezara kadar hep bizimledir ve bizim için hava kadar hayatî bir ihtiyaçtır.
  • Çağımız teknolojisi giderek daha ileri düzeylerde gelişmekte olup iletişimin en önemli bileşenlerinden kaçınılmazı “Görsel İletişim”dir. Küreselleşmenin egemen olduğu günümüzde iletişim teknolojileri her gün biraz daha geliştirilerek bilgi çağına yeni boyutlar kazandırmaktadır. Zamanla yarışan bizler her türlü bilgiye kısa zamanda ulaşmak istemektedir. Tüm bu bilgileri sistem içinde sanat ve teknolojik çözümlerle sunabilmek Görsel İletişim Tasarımının yani bir grafikerin hedefidir. Bilişim teknolojilerinden en etkili biçimde yararlanarak yönetmek, evrensel bilgiyi sistem içinde sunmak, çağdaş sanat ve kurallarını uygulayıp yorumlayarak yeni anlatım biçim ve dillerini oluşturmaktır.
  • İyi bir görsel iletişim tasarımcısı çok iyi görsel düşünme ve algılama yeteneği ile birlikte, hayal gücününün yüksek olması ve çok araştırmasını gerektirir.
  • Albert Einstein ”Hayal gücü bilgi gücünden önemlidir.” Demiş. Bu meslekte bu unsurlar daha çok önem taşıyor. Hayal gücü ve bilgi yoğruluyor.
  • Sağlıktan, gıdadan, turizmden kuaförden mimarlıktan demir sanayiinden eğlence sektörü vs.. aklınıza gelen gelmeyen tüm sektörlere hitap eden bu meslek elinizdeki işe konsantre olup verimli olabilmeniz için o işle ilgili bilgi sahibi olmanızı gerektiriyor. Dolayısıyla araştırmacı olmanız olanaksız.
  • Bir ürünün pazarlanmasıyla yakından ilgili olan iletişim tasarımı, üretim sektöründeki firmaların kurumsal kimliklerini görselleştirir.

Markalaşma çabası içerisinde olan ve tasarımdan beslenen tüketici pazarına yönelik görsel kimlik oluşumunu sağlamak önemlidir.
 Markalaşma çabası dürüstlük, yenilikçilik, hız, güvenilirlilik gibi firma özelliklerini görünür kılar.                           Örnek vermek gerekirse, Mesela Hacıoğlu hiç tanımadığınız bir yerde şehir dışında yemek yemeniz gerektiğinde sıradan bir yerde yemek yerine tereddütsüz Hacıoğlunda girip karnınızı güvenle doyurabilirsiniz. Bir köşe yazarı şöyle yazmış, ” geçenlerde bir turist gördüm, Amerikalıydı. Türk arkadaşları onu kebap yemeye ikna etmeye çalışıyordu. Ama o neyle karşılaşacağını bilmediğinden ve korkusundan, yolun karşısındaki McDonald’s ‘ ı işaret ediyordu. Ülkesinden kilometrelerce uzaklıkta, tadını ve kalitesini bildiği, güvendiği markayı istiyordu.”

Marka yaratmak akıl işidir.
Markanın fikir temelleri olmalıdır. Estetik duyguları olmalıdır. Kişiliği olmalıdır. Mesajlar barındırmalıdır bünyesinde. Markanın bir duruşu olmalıdır, bir felsefesi. Marka bir bütündür. Marka sözdür. Marka senettir.

Markayı oluştururken ve konumlandırırken hep bilgi temelinde hareket edilir. Marka değerler manzumesidir kendi içinde. Marka oluşturulurken, bir süreç de tasarlanır. Ta en başından marka için atılan ilk adımdan, zihinlerde çakan ilk fikirden başlayan, adım adım tüm yaşamı tasarlanan bir süreç. Ama ucu açıktır bu sürecin. Marka süreci sonsuza hitap etmelidir. Yüzyılları düşünmelidir bu süreci tasarlayanlar. İşte bu nedenle markalaşmak akıl işidir.

  • Algılar yönetilecektir, imaj oluşturacaktır, duygulara hitap edecektir, estetik kaygıları olacaktır, sanatı barındıracaktır bünyesinde, reklam taktikleri en ince ayarlarla kullanılacaktır, kamuoyu yönetilecektir.

Mesela, kamuoyu nasıl yönetilir?

Günümüz dünyasının 150 ülkesinde markalarıyla hergün 150 milyonu aşkın kişiye ulaşan Unilever Hollandalı margarin üreticisiyle İngiliz sabun üreticisinin 1930’da birleşmesiyle oluştu. Türkiyede Ilk yatırımını 1950 de yapan Unilever yemeklik yağda VİTA margarinde SANA markalı deterjanda OMO çayda ilk özel seKtör olan  LİPTON’la Türk Tüketicisinin hayatında ilklere imza attı. Süt içermediğinden bozulma tehlikesi olmayan, Yaşam anlamına gelen VİTA çabuk kabul gördü. Yemeklik yağ ve sağlık anlamına gelen SANA’yla yeni bir kavram oluşturulmaya çalışıldı. Kahvaltılık sofra margarini. Başarılı reklam ve tanıtım çalışmaları olumlu sonuç verince Sana artık bir margarin markası olmaktan çıktı, margarinin Türkçe karşılığı oldu.

  • Algılar yönetilecektir, imaj oluşturacaktır, duygulara hitap edecektir, estetik kaygıları olacaktır, sanatı barındıracaktır bünyesinde, reklam taktikleri en ince ayarlarla kullanılacaktır, kamuoyu yönetilecektir.

Örnekler, 66 da çamaşır deterjanı OMO,  84 de sıvı krem temizleyici CİF, 86 da kepek önleyici CLEAR…

Bir de yeni bir kavram gelişiyor marka adına
Lovemark olması.

Pazar payı, karlılık, ciro vs. gibi durumları dışarıda tutarsak, markalaşma adına pazar liderliğinden bile daha önemli bir durum gibi. Kaç kişiye hitap ettiğiniz önemli değil, çok az bir kitlenin bile “lovemark“ı olmak, firma için ciddi bir biçimde markalaştığını gösterir. Örnek vermek gerekirse GSM operatörü olarak benim  lovemark’ım Turkcell, çeşit çeşit ve cazip koşullarda kullanımları çıksa da farketmez. İstenildiği kadar özellikte sıvı bulaşık deterjanı üretilsin kayınvalidemin hala lovemarkası Mintax krem deterjandan vazgeçmemesi gibi… 

Temel olarak markalaşmak, “Ayırt edilebilmek.”

Eğer benzer işi yapan markalardan olumlu kriterlerle, hatta bazen sadece isimle ayırt edilebiliyorsa, markalaşmış olduğu anlamına gelir.

Şimdi ye kadar anlatmaya çalıştığım şey, Marka dediğimiz kavramın sadece bir ürün logosu ya da bir kutunun üzerindeki amblemden ibaret olmadığı. Artık çoğu insan bunu biliyor. Markayı oluşturan fikir ve uygulamaların, bir firmanın kişiliğini, gelecek projelerini, sektördeki konumunu tümden belirleyecek bir önemde olması, markalaşma anlayışını daha da ön plana çıkaracağı artık kesinleşmiş durumda.

Paul Swets, bir kitabında günlük iletişimin 3 ana gruptan oluştuğundan bahsediyor: Vücut dilimiz, sesimizin tonu ve kelimeler. Swets, bunlardan en önemli olanının vücut dili olduğunu ve insanlar arasındaki iletişimin yaklaşık yüzde 70’inin bu şekilde oluştuğunu yazıyor. Sesimizin tonu yüzde 20 ve kelimeler ise yüzde 10’unun oluşturuyor iletişimin.

Evet, “kelimeler“,  günlük iletişimimizin yalnızca yüzde 10’nu oluşturuyor.
Peki ya görsel tasarımlardaki iletişim? gazete, dergi, kitap, broşür, kitap kapağı, Bilboard, tabela, megalight, Logo-amblem, afiş-poster, reklam ilanları, el ilanı…

Vücut dili ve ses tonu kullanmadığımız iletişim kurma modeli su anki teknoloji ile imkansız olduğuna göre, elimizde başka ne kalıyor:

KELİMELER. Ve sözsüz iletişimi destekleyici unsur olan RENKLER

  • Kullandığınız kelimelere dikkat etmeli ve özenle seçmeli.
    1974 yılında çok ilginç bir araştırma yapılmış ve bu araştırma sonuçları, kelimelerin önemini çok iyi anlatıyor.

Araştırmaya 50’ye yakın öğrenci katılıyor ve öğrencilere bir araba kazası filmi seyrettiriyorlar. Filmin sonunda bir grup öğrenciye “Arabaların çarpıştıkları andaki yaklaşık hızları ne olabilir?” diye sorarlarken diğer gruba “Arabaların birbirlerine dokundukları andaki yaklaşık hızları ne olabilir?” diye soruyorlar. İlginç kısım ise “çarpışma” kelimesini duyan öğrencilerin verdiği ortalama hız saatte 70 km iken “dokunma” kelimesini duyanlar ise 50 km cevabini veriyor. Ayni deneyimi yasayan kişiler, değişik kelimelere değişik yaklaşıyorlar.

İşte görsel tasarımdaki kelimeleri de bunu akılda bulundurarak seçmeniz gerekiyor.

Ve RENKLER

Sözsüz iletişimde KELİMELER ve destekleyici unsur olan RENKLER

Tasarımdaki renk duygusu ilk algılanan duygudur. 5 tane aynı ilanın bulunduğu bir sayfada en çok algılanan renkleri kullanmak olarak yorumlanmamalı bu.

En doğru ya da doğruya en yakın renkleri kullanmak diyebiliriz.

Unutmamalı ki,
Tercih edeceğimiz renk vurgusu, işin diğer serilerinde de tüketiciye anımsatıcı olmalı.

  • Örneğin lacivert fonuyla Turkcell, turuncularla da kardeş marka Turkcell Hazırkart, yıllardır hem anımsatıcı hem ayırıcı bu etkiyi kullanır.
  • Garanti bankası deyince aklınıza ne renk gelir.
  • Yapı Kredi deyince ne renk veya Akbank deyince…

Renk odaklaması, bir markanın algılanmasında taşıyıcı bir etkiye sahiptir.
Yıllar boyunca, bazı renkler farklı özellikler, durumlar ve hareketlerle özdeş hale gelmiştir. 

–  Beyaz, saflığın rengidir. 

–  Siyah lüksün rengidir. 

–  Mavi, liderliğin rengidir. 

–  Mor, asaletin, imparatorluğun rengidir. 

–  Yeşil, çevrenin ve sağlığın rengidir.

Markalar dünyasında, kırmızı satış rengidir ve dikkat çekmek için kullanılır. Mavi kurum rengidir, istikrar mesajını aktarmak için kullanılır. Örneğin, Coca-Cola kırmızı, IBM mavidir.

Kırmızı her ortama hayat ve enerji veren bir renktir. kırmızı, düşünceyi de etkiler. Ana renklerden biri olan ve birçok insanın ilk tercihlerinden biri olan kırmızı en dominant ve dinamik renk olarak tanımlanabilir. Harekete geçiren  etkisiyle, bakan kişinin ilgisini toplar ve yoğunlaştırır. Kırmızı tüm insan sistemini harekete geçirir. Duygusal sinirlere etkilidir, dolayısıyla  koklama, görme, tat alma ve dokunma duyularını tetikler. 3 kuruş fazla olsun kırmızı olsun 🙂

Kırmızı Mutluluğu temsil eder ve kişinin iştahını açar. Dünyadaki ünlü gıda firmalarının hepsinin logosunun kırmızı olduğunu hayretle fark edeceksiniz; Coca Cola, Pizza Hut, MC Donald’s, Ülker, Burger King… Bu listeyi binlere çıkarabilirsiniz.
Ne kadar parlak olursa olsun, hiçbir renk kırmızı kadar dikkat çekmez.

Tutkulu Siyah

Siyah her ne kadar ağırbaşlılığın ve soyluluğun ifadesi olsa bile şaşkınlığın, karışıklığın, üzüntünün kaybetmenin ve yas tutmanın da rengidir. Hırslı inatçı ve şartları zorlayan insanlar siyah rengi çok severler. Varolma ve başkaldırışın rengi olan siyah gücü ve tutkuyu da temsil eder. Bu nedenle tüm makam arabaları veya güç simgesi olan araçlar siyahtır. Bizde ve Batı’da siyah, matemi simgelerken Japonya’da mutluluğun simgesidir. Fonda kullanıldığında karamsarlığı çağrıştırır. Işığı yok eder. Konsantrasyonu en çok getiren renktir. Einstein’in konsantre olabilmek için perdeleri siyah, gün ışığı olmayan bir odaya girip ve bu şekilde düşündüğü söylenir.

 

Hayatı Hızlandıran Kahverengi
Gerçekçiliğin, plan ve sistemin rengidir. İnsanlar üzerinde canlılık hareketlilik etkisi bırakır. Kansas Üniversitesi Sanat Müzesi’nde bir araştırma için halının altını elektronik bir sistemle donatmışlar, duvar rengini beyaz ve kahverengi olarak değişebilir yapmışlar. Arka fon beyaz kullanıldığında, insanlar müzede yavaş hareket etmiş, daha uzun süre kalıp, daha fazla alanda dolaşmışlar. Arka fon kahverengiye döndüğünde ise, insanlar müzede çok daha hızlı hareket edip, daha az alan dolaşmış ve müzeyi çok daha kısa sürede terk etmişler. O yüzden dikkat ederseniz dünyadaki fast-food restaurantlarının hepsinin sandalyeleri ve masaları kahverengi, duvar boyaları ise kahverengi-şampanya-pembe karışımıdır. Hiçbir fast-foodcunun duvarını beyaz göremezsiniz. Burger King, Kentucky Fried Chicken ve benzer fast-foodlar yıllardır bilinçli olarak tüm duvarlarını baştan aşağıya kahverengi ağaç kaplama yaparlar.

 

 

Kahverengi toprağın,  bereketin rengidir. Kahverengi toprak rengi olduğundan kaybolmanın ve saklanmanın da rengidir. Kıyafetlerde pek fazla tercih edilmez, çünkü kahverengi giyen insanlar dikkat çekmezler.

Dinlendiren Beyaz
Beyaz saflığın, yeni başlangıçların ve barışın rengidir. Beyaz özellikle hastaneler ve ilaç firmaları gibi sağlık ve hijyeni vurgulamak isteyen mekanlar için tercih edilen ilk renktir. Beyaz, istikrarı, devamlılığı ve temizliği simgeler. Nazik, yumuşak, alçakgönüllü ve asil bir renktir.

Sarı gözün seçebildiği dalgaboyunun ortasında yer aldığı için aynı zamanda en parlak renktir. Sarı, geçiciliğin ve dikkati çekiciliğin ifadesidir. O yüzden tüm dünyada taksiler sarıdır. Dikkat çeksin ve geçici olduğu bilinsin diye. Araba kiralama firmaları logolarında sarıyı kullanırlar. ‘Ürün geçici, lütfen geri getirin’ demek istiyorlar. O yüzden dünyada hiç bir banka ambleminde bildiğimiz sarıyı kullanmaz. Paranın geçici değil, kalıcı olmasını isterler. Türkiye’de sarıyı logosunda baskın bir renk olarak kullanan tek banka, devlet bankası Vakıf bank’tır.

 

Yeşil, doğanın ve baharın rengidir, insanlar üzerindeki etkisi tartışılmaz. Ayrıca huzuru ve üretkenliği temsil eder. Güven ve rahatlık veren bir renktir. Yeşil rengin ağırlıklı kullanıldığı yerlerde üretkenlik artar. Yeşil alanlarda insanların daha az mide ağrısı çektiği tespit edilmiştir.
Yeşil, güven ve huzur verir. O yüzden bankaların logolarında en çok tercih ettikleri iki renkten biridir. Hastaneler de logo ve iç dizaynlarında yeşili tercih eder. Çünkü rahatlatıcı ve sakinleştiricidir.

Mavi, Mavi renk gökyüzünün ve denizin simgesidir. Mavinin kan akışını yavaşlattığına inanınılır, nazar boncuğu bu yüzden mavidir. Mavinin taşımış olduğu özellikler kırmızıya tamamen zıttır. Örneğin mavinin bitkilerde büyümeyi yavaşlattığı, insanlarda ise hormonsal aktiviteleri azalttığı gözlemlenmiştir. Mavi, sezgi gücünün ve karmaşık zihinsel becerilerin de simgesidir.. Beyni rahatlatırken içe dönüklüğü kabuğundan çıkartır ve manik depresif durumu sakinleştirir.
İyi olmak kırmızı da yatıyor tüm logolar kırmızı niye değil. Ben de kırmızı olayım.
Bir marka ya da bir logo için renk seçerken, yöneticiler genellikle oluşturmak istedikleri ruh halini gözetirler, yaratmak istedikleri farklı kimliği değil. Her ne kadar duygu durumu ya da ton önemliyse de diğer faktörler yalnızca duygu durumuna göre yapılmış bir tercihin üstüne çıkacaktır.  Daha önce de vardığımız noktada buydu. Ne söylediğimiz değil ne hissettirdiğimiz önemli.
Liderler ilk tercih hakkını kullanır. Normal olarak seçilecek en iyi renk, kategoriyi en çok temsil eden renk olmalıdır.

  • Ana rakibinizin tam zıddı bir rengi seçme kararının ardında güçlü bir mantık yatıyor. Bu renk kuralını unutursanız risk almış olursunuz.
    Kola, kırmızımsı-kahverengi bir içecektir ve kola için mantıklı renk kırmızıdır. Bu nedenle Coca-Cola yüzyıldan fazla bir süredir kırmızıyı kullanıyor.
    Pepsi Cola daha zayıf bir tercih yaptı. Kırmızı ve maviyi marka renkleri olarak seçti. Kırmızı kolayı sembolize ediyordu, mavi ise markayı Coca-Cola’dan ayırt etmeyi amaçlıyordu. Yıllarca Pepsi, Coca-Cola’nın renk stratejisine karşı ideale yakın bir düzeyde mücadele etti.
    Şimdi Dürüst olalım. Dünya Coca-Cola’nın işaretleriyle yıkanmış gibi geliyor değil mi? Pepsi Cola’nın işaretlerini farkedebilmek zor değil mi? Farklılaştırıcı bir renginin bulunmaması nedeniyle, Pepsi, Coca-Cola’nın kırmızısı altında neredeyse görülmüyor.
    Bir süre önce, Pepsi Cola ışığı, daha doğrusu renkleri görmeye başladı. Elli yıl önce yapması gereken şeyi yapıyor artık. Ana rakibinin renginin tersini, markasının rengi yapıyor.
    Pepsi, mavi renge bürünüyor. Reklam yorumcuları Bir Concorde uçağını maviye boyayarak, dünyaya mavi renk mesajını verecek kadar da ileri gittiğini söylüyor.
    Tersi olmalı. Kodak sarıdır, bu nedenle Fuji de yeşil!
    Yapılan araştırmalar gösteriyor ki,
    insanların fotografik hafızaları şirketlerin özel dizayn edilmiş logo çalışmalarını çok daha iyi hatırlamakta. Günümüzde büyük olmayı, marka olmayı başarabilen şirketler tüketiciyi yani bizler i çok etkilemekte.

 

Ülkücü / Mefkûreci / Adanmış İdealistlerin Çilesi

Rahmetli Galip Erdem derdi ki; “İç Türklere rağmen milliyetçi, dış Türklere rağmen Turancı, Müslümanlara rağmen Müslüman olabilen insan, ülkücüdür.”

Ve yine der ki:

“Gün olur, ülküsüz insanlara gıpta ile bakasınız gelir. Rahat yaşarlar. Tıpkı şairin söylediği gibi: «Akl-ı şuur»ları vardır; güzel severler, «bade» içerler ve nihayet göçüp giderler.
 Ülkücülerin hayatı bambaşkadır. Sözlüklerinde rahatlık kelimesinin yeri yoktur. Daimî bir mücadele içinde ömür tüketirler. Hemen herkesle, her şeyle zaman zaman çatıştıkları görülür. Arkadaşları ile, aileleri ile, hatta sevdikleri ile..

Belli bir ülkünün esaslarından ziyade politikanın değişen icaplarına uymayı tercih eden kudret sahipleri de sık sık ihtilafa düşerler. Çok defa başları belâya girer; gene de sinmezler. Bu halleri «kalabalık»a göre, uslanmamaktır; kendilerine göre de yılmamak.
 Ülkücü, dünya nimetlerinden yana nasipsizdir. Gözü yoktur ki nasibi olsun. Bir lokma, bir hırka o’na yeter. Paraya karşı o kadar müstağnidir ki halkın hayretine sebep olur. Herkesin istediğini istemez, ne istediğini de herkes anlayamaz.

Kendi zevkleri dışında zevk tanımayanların gözünde «zevksiz» bir adamdır. Küçümserler onu; hayatı anlamamakla, üç günlük dünyanın hakkını vermemekle itham ederler. Böyle davranışlara hiç önem vermez. Elverir ki inandığına dokunulmasın!
 Kalabalığın nazarında o, zavallı bir hayalperesttir. Olmayacak fikirlerin rüyasına dalmış öylece uyumakta, başkalarını da uyumağa teşvik etmekte..
 Bir gün fikirlerinin gerçekleştiği görülse bile, o’na karşı hiç kimse «aferin» demez. Üstelik «böyle olacağı zaten belli idi» buyrulur.
 Ülkücünün ülküsü ile münasebeti; hakikî bir aşkta sevenle sevgilinin münasebetine benzer. Hep verir, hiç almaz. Sevgili nazlıdır, sitemi eksik etmez; incinmeğe de hiç gelemez.

Diğer sahalarda umumiyetle dikkatsiz hareket eden ülkücü, sevgili bahis konusu oldu mu baştanbaşa hassasiyet kesilir. Şahsına fenalık yapanlara pek aldırmaz ama ülküsüne yan gözle bakanlara tahammülü yoktur. Sadakati için karşılık beklemez, mükâfat istemez; bir garip kişidir. Ülküsüne hizmet edenlere son derece hürmetkârdır.

Gerçek âşıklar gibidir; kıskanmaz. Sevgilinin sevildikçe güzelleşeceğini bilir. Sevmenin gururu yegâne süsüdür.
 Ülkücünün en çok dinlediği «nasihat»dır. «Yapma» derler, «hayatını heba etme» derler, «gününü gün et» derler. O kadar çok şey söylerler ki hiç bitmez. O hepsini dinler ama hiçbirini tutmaz, gene bildiği gibi yaşar.
 Ülkücülerin en amansız düşmanları «eyyamperest»lerdir. Menfaatlerine tapan bu adamlar daha çok kazanmalarına, daha rahat yaşamalarına mani olacak sanırlar da ülkücüyü hep ezmeğe çalışırlar! Ne garip tecellidir ki ülkücünün gayretlerinden en çok faydalananlar da «eyyamperest»lerdir.
 Gün gelir, ecel hükmünü icra eder; ülkücü dünyasını değiştirir. Kalabalık o’na acır, daha iyi yaşamış olmasını temenni eder. Hâlbuki o, inançları uğrunda yaşamanın hazzını tadamadıkları için ömrü boyunca «kalabalık»a acımıştır.”

Her Mart ayı itibariyle Galip Ağabey‘in ruhuna 14 kere Fâtiha!

Reşit Galip yaşasaydı ne derdi?

Bu dönemdeki yolsuzluklara değiniyorum fırsat buldukça.

Bu kez de Atatürk döneminde yaşanan bir olayı naklediyorum bugünlerle bir kıyaslama imkanınız olsun diye.

Çankaya sırtlarında oturan Ankaralılar, şehre Reşit Galip Caddesi‘nden geçerek inerler.

Pek azı bu ismin kim olduğunu bilir.

Bu bilinmezlikte belki Dr. Reşit Galip‘in 41 yaşında göçüp gitmesi rol oynamıştır, belki de İnönü’yle yıldızının hiç barışmaması…

Rodos’ta doğan Reşit Galip, ortaokulu bitirince kardeşiyle bir sandala binip Marmaris’e gelmiş. liseyi İzmir‘de okumuşlar.

Kardeşi Hüseyin Ragıp (Baydur) diplomatlığı seçip büyükelçilik yapmış.

Reşit Galip ise İstanbul Tıp’a gidip doktor olmuş.

Öğrenciyken gönüllü olarak 1. Dünya Savaşı’na katılmış. Kafkas Cephesi dönüşü öğrenimini tamamlayıp fakültede asistanlığa başlamış.

1923 Mart’ında, hekimlik yaptığı Mersin‘e Mustafa Kemal Paşa geldiğinde Paşa’nın huzurunda konuşmuş ve gözlerine doğru bakarak şöyle demiş:

– “Muhterem Gazi, sen yalnızca bu milletin bir kahramanı değilsin, sen bunlardan çok daha büyüksün. Sen bu milletin bir ferdisin. Senin birinci büyüklüğün, bu milletin bir ferdi olmakla iktifa ve iftihar etmendir.”

Herkesin yüceltme yarışına girdiği günlerde Gazi‘yi ‘milletin bir ferdi’ sayan 30 yaşındaki bu hatip, herkesin dikkatini çekmiş.

Tabii en çok da Gazi‘nin…

Kemal Paşa ona milletvekilliği önermiş ve Dr. Reşit Galip, Ocak 1925’te Meclis’e girmiş.

Bir süre İstiklal Mahkemesi üyeliği yapmış. CHP İdare Heyeti’nde görev almış. Türk Ocakları’nda, Halkevlerinde çalışmış. Yine Atatürk’ün isteğiyle Serbest Fırka’ya girmiş.

Ve Atatürk’ün sofrasına oturmuş. Onu bakanlığa taşıyan süreç de o sofrada başlamış.

Bu sofra sahnesi pek çok tanığın anılarında vardır:

1931 sonbaharıydı.

Dönemim Milli Eğitim Bakanı, Atatürk‘ün Harbiye’den ‘tabya öğretmeni’  Esat Mehmet ile Reşit Galip, kız öğrencilerin kıyafeti yüzünden tartıştılar.

Kazım Özalp’in ‘Atatürk’ten Anılar’ kitabında (T. İş Bankası Y., 1992, s. 48-49) geçer bu tartışma.

Sofra gerilir.

Gazi, vekilini zor durumda bırakan bu çıkıştan hoşlanmaz.

Atatürk uyarma gereği duyar:

– “Bu sofrada hocama ve bir Milli Eğitim Bakanı’na hakaret etmenize müsaade edemem” diye haşladı.

Ama Reşit Galip sineceği yerde üste çıktı:

– “Devrimleri korumak için sizden müsaade istemiyorum. Hatayı yapan siz de olsanız, sizi de eleştiririm. Mesela Rose Noir’a verdiğiniz 15 bin liralık kredi mektubu da siz yaptınız diye hata olmaktan çıkmaz.”

İlk kez Atatürk‘ün sofrasında Atatürk bu kadar sert eleştiriliyordu.

Reşit Galip‘in sözünü ettiği Rose Noir, Beyoğlu‘nda, Rus karı-kocanın işlettiği bir barın adıydı.

Atatürk bir gece oraya gitmiş, mekanın sahibi Madam Senya’dan “İş Bankası’ndan kredi alamıyoruz” yakınmasını dinlemiş ve orada bir kağıda İş Bankası Genel Müdürü’ne hitaben ‘yardımcı olunması’ isteğini yazmış, Rus çifte vermişti.

Reşit Galip bu iltimas talebini eleştiriyordu.

Atatürk bu kez kızmadı;

– “Yoruldunuz, buyurun biraz istirahat edin” diyerek kibarca Reşit Galip’i sofradan kovdu.

Ama genç adamın yılmaya niyeti yoktu.

Yıllar yılı bir efsane gibi anlatılacak çıkışını o an yaptı:

– “Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Milletin işlerini görüşüyoruz. Burada oturmak sizin kadar, benim de hakkımdır.”

Atatürk kendi fikirleriyle kendisini vuran bu genç adama baktı, sonra yanındakilere dönüp

– “Öyleyse biz kalkalım” dedi.

Sofradaki bütün heyet ayaklandı. Reşit Galip‘i sofrada yapayalnız bırakıp çıktılar.

Bu müthiş sahnenin devamı daha da ibret vericidir:

Reşit Galip bütün geceyi Dolmabahçe Sarayı’nda pencere kenarındaki bir koltukta geçirir.

Atatürk uyandığında Genel Sekreteri’ne Reşit Galip‘i sorar.

– “Sabaha kadar bekledi, mahcubiyetini size iletmemizi istedi. Ankara’ya gidecek kadar borç para istedi. 25 lira verdik” derler.

Atatürk; “Ankara’ya gidecek adama 25 lira mı verilir. Bari benim hesabımdan birkaç yüz lira verseydiniz” der.

Sonra “Cebinde beş parası yok ama karakterinden hiç taviz vermiyor. Parası yok ama cesareti var” diye ekler.

Atatürk birkaç gün sonra kendisini yeniden sofraya davet eder.

Hemen yanındaki sandalyeye buyur eder.

Onun yanına da, hocası Esat Mehmet’i oturtur. Ve orada yeni Milli Eğitim Bakanı’nın 39 yaşındaki Reşit Galip olduğunu açıklar.

Rose Noir olayı mı?

Onu da hatırlatalım:

İş Bankası Genel Müdürü Muammer Eriş, Atatürk imzalı kağıdı alınca doğruca Dolmabahçe Sarayı‘na gelmiş, Ata’nın ricacı olduğu krediyi vermeye kuralların uygun olmadığını bildirmiş, talebi reddetmiştir.

Reşit Galip’in bakanlığı sadece 13 ay sürdü.

Bu süre içinde Darülfünun’dan üniversite reformunu başlattı.

Öğretmenlere genel bütçeden maaş ödenmesini sağladı.

Eşi Zübeyre Hanım’ın deyimiyle ‘deli gibi çalışıyor’ ama Atatürk‘e çıkışacak kadar ayarsız dili yüzünden her gün işe cebinde istifa mektubuyla gidiyordu.

Aslında Atatürk’le araları iyiydi. O Gazi‘ye ‘Paşam’, Gazi de ona ‘Doktor’ diye hitap ederdi.

Bir gün sofradan ayrılırken, Atatürk; ‘Seni eve ben bırakacağım’ demiş.

Eve bırakınca o da saygıdan; “Ben de sizi uğurlayacağım Paşam” karşılığını vermiş.

Ama kendisinin arabası olmadığından yürüyerek uğurlamış.

O gece zatürree olmuş. Dinlenmesi tavsiye edilince 1933 Ekim’inde görevden ayrılmış.

1934 yazında Moda‘daki bir deniz kazasında kızlarını kurtarmaya çalışırken akciğerlerini hepten üşütmüş.

Bir mucize eseri kurtulduğu bu kazadan sonra ölümü bekleyerek, hastalığını takip etmeye başlamış.

Keçiören‘deki bağ evinin kütüphanesine demir yatağını taşıtıp yedi ay kitaplar arasında yatmış.

1934’te, 41 yaşında hayata veda etmiş.

Öldüğünde cebinde 5 lira parası varmış.

Her sabah okul öğrencilerini güne başlatan ‘Türküm doğruyum çalışkanım’ andı var ya, kim kaleme almış biliyor musunuz?

– ‘Reşit Galip…’

İnanılır gibi değil. O andın 1933’ün 23 Nisan günü Reşit Galip’in kaleminden çıktığını eminim çoğumuz bilmiyorduk.

Balyoz Davasının Bir Başka Boyutu

Balyoz Davası kovuşturması, Silivri Mahkemesinde başladı. Halen 160’dan fazla sanık komutan tutuklu. Bunların içinde kuvvet komutanları, ordu komutanları, kurmay başkanları, en stratejik birliklerin komutanları var.

“Ergenekon” ile başlayıp, “Balyoz Davası” ile devam eden süreç, akılları karıştıran karmaşık bir yapıya dönüştü. Herkesin iddianameleri, sanık ifadelerini okuması, Mahkemedeki hâkimler kadar dosya muhtevasına vakıf olması mümkün değil.

Ancak genel algı o ki, her gün “yeni deliller”, yeni dosyalar, mevcut davayla birleştirilmesi söz konusu olan ilave davalar, yeni sanıklar, yeni gözaltılar ve yeni tutuklamalarla davalar içinden çıkılmaz bir hale geldi.

Balyoz Davası asıl olarak (emekli veya muvazzaf) Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları ile ilgili olduğu, sanıklar arasında çok sayıda üst seviyede komutanlar da bulunduğu için tek boyutlu bir olay olarak değerlendirilmesi doğru olmaz.

İşin hukuki boyutu böyle karmaşıkken bir başka yönüne, istihbarat boyutuna dikkat çeken Mahir Kaynak‘ın tespitini çok önemli buluyorum:

“Darbe iddialarıyla başlayan ve halen yeni iddialarla genişleyen bu süreçte bazı operasyonlar olduğu hissediliyor. Bu operasyonların ortaya çıkarılmasını yargıya bırakmak, bu kurumu bilmediği ve bilmesi gerekmeyen bir olayla karşı karşıya bırakmak anlamına gelir.”

“Kaynağı bilinmeyen bulgularla olay çok genişledi ve ordunun önemli bir bölümü suçlandı. Bunun içinde ne kadar gerçek, ne kadar istihbarat örgütlerinin provokasyonları olduğunu bilmiyoruz. Bu konudaki en önemli yanılgımız olayın çözümünde yargıyı görevli saymak, devletin diğer kurumlarını olayın dışında tutmaktır. Oysa istihbarat operasyonlarında kalkan görevini bizim istihbarat örgütü yapar ve yargıya destek olur.”

“Darbe iddiaları akıl sınırlarını aşmış ve çok geniş bir kitleyi itham eder hale gelmiştir. Önümüzdeki günlerde bölgede bazı çatışmaların olması ve bunun bizi de etkilemesi söz konusuyken böyle bir ortam yaratmak yanlıştır. Yargının verdiği kararlar hakkında şüpheler oluşmuştur ve onun adalet yerine siyaset tarafından yönlendirildiği kanısı yaratılmıştır.” (Mahir Kaynak, Star Gazetesi, 12 Mart 2011)

***

Balyoz Davasını anlamak için, başlangıçta şu hususları ortaya koymak uygun olacak:

  • DARBECİLER YARGILANMALI: Türkiye, TSK içinde bazı zümrelerin zaman zaman darbe yapmasından çeşitli sıkıntılar çekti. Darbe yapan veya yapmaya teşebbüs edenler varsa gerekli cezaya çarptırılmaları, yeni darbe hevesinde olacaklara karşı caydırıcı olacağı için iyi olur. Bu millet (1963’te) darbe teşebbüsünde bulunan Talat Aydemir ve Fethi Gürcan’ın idamla cezalandırılmasına hiç itiraz etmedi. Yeter ki darbe iddiaları ispatlansın.
  • SEMİNER FAALİYETİ Mİ, DARBE PLANI MI? Balyoz Davası sanıklarının yaptığı iddia edilen plan akıllara ziyan bir görünümde. Plan’da kaos yaratmak amacıyla Fatih Camisinin bombalanması gibi inanılması güç iddialar var. Yapılan “savaş oyunu seminer faaliyetinin” “darbe planı” olarak nitelendirilmesi için, Davanın görüldüğü İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanının sorduğu kritik soruya henüz cevap verilememiştir. Balyoz davasının 163 sanığı hakkındaki tahliye talebinin reddedilmesine şerh koyan hâkim Şeref Akçay, “Sanıkların yargılanmaması gerektiğini kimse söyleyemez” dedi ve sordu:

“Burada cevaplandırılması gereken ve bize göre de bu davanın temelini oluşturan bir soru vardır ve bu soruya hukuken cevap verilmediği müddetçe bu dava sonuçlanamaz. İddianamede de bu soruya herhangi bir cevap verilmemiştir.

Sorulması gereken soru; ‘Sanıkların 5-7 Mart 2003 tarihlerindeki bu toplantıdan sonra bu eylemlerini devam ettirecek herhangi bir faaliyette bulunmuşlar mıdır, herhangi bir icrai faaliyette bulunmuşlar mıdır?’ sorusudur…”

Mahkeme Başkanı Şeref Akçay, ”Dosyalarda sanıkların 5-7 Mart 2003 tarihindeki toplantıdan sonra eylemleri devam ettirdiğine veya bu iradeyi taşıdıklarına dair herhangi bir delil yoktur” görüşünü dile getirdi.

Yine cevaplanmamış kritik başka bir soru daha var: Bu komutanlar darbe planı yapmış ise, hangi güç bunları darbe yapmaktan vazgeçirmiştir?

  • İstihbarat örgütlerinin provokasyonu: Mahir Kaynak “önümüzdeki günlerde bölgede bazı çatışmaların olması ve bunun bizi de etkilemesi söz konusuyken” yabancı devletlerin istihbarat teşkilatlarının, Türk Silahlı Kuvvetlerini zaafa uğratmak veya Türk siyasetini ve devlet yapısını şekillendirmek için, “provokasyonlar” yapmakta olabileceğine dikkat çekiyor.

Bu “provokasyonlar” Mahkemeyi yönlendirmek için, bazı gizli belgeleri tedarik etmek, sahteliği çok uzun sürede ayırt edilebilecek deliller üretmek, medya aracılığıyla psikolojik operasyonlar yapmak gibi uygulamalarla yürütülüyor olabilir.

Bu ifade kanaatimce, Mahkemenin uzmanlık alanına girmeyen, “istihbarat”  alanına giren bu konuda yargının yanıltılabileceği ve hatta kullanılabileceği anlamına geliyor.

  • ESKİ HESAPLARIN ÖCÜ: Bir de buna iç siyaset hesaplarıyla ve geçmiş mağduriyetlerin öcünü alma peşinde olanların, intikam heveslerinin de birleştiğini düşününüz. Bu psikolojiyle, “bölgedeki çatışma ortamında,” TSK’nın en caydırıcı olması gereken zamanda, psikolojik operasyonla moral gücü dibe vurmuş olmasının yaratacağı sıkıntıları görmek mümkün olamıyor.

Ergenekon” ve “Balyozsanıklarının kimlikleri ile “belgelerin” elde ediliş şekilleri bu “provokasyon” şüphesini destekler niteliktedir. (Ergenekon davasına ajan olduğu şüphesiz Tuncay Güney adlı papaz bozuntusundan temin edilen altı çuval dolusu belgenin, Balyoz davasına ise Taraf Gazetesi’nden Mehmet Baransu‘ya gönderilen bir bavul dolusu “gizli” belgenin temel olduğunu unutmamak lazım.)

“Geçmişimizle hesaplaşmak” hevesiyle, acaba geleceğimizi tehlikeye mi atıyoruz?

 

 

İslam Dininin İlme Verdiği Değer

İnsanlığın maddi ve manevi olarak ilerlemesini sağlayan en önemli unsur hiç şüphesiz ilimdir. İlim, büyük bir hazine ve karanlığı aydınlatan bir ışıktır. Hayrı şerden, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayıran ilimdir. En güçlü insan, bilgi ve kabiliyeti yüksek olandır. Güçlü toplumlar da, ilim, teknik ve sanatta gelişmiş toplumlardır. Yüce Allah (c.c) bu hususta bizleri ilme teşvik ederek şöyle buyuruyor:

“Ey Muhammed! De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 9)

“Allah, içinizden iman edenlerin ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltir.” (Mücadele, 11)

“Her ilim sahibinden üstün bir ilim sahibi bulunur.” (Yusuf, 76)

Bu ayetlerden anlaşılan şu ki; ilimde ne kadar mesafe katedilmiş olursa olsun,  kişi kendisini ilmin zirvesinde sanmamalı, gaflet edip tembelliğe düşmemeli, ilmini geliştirmeye devam etmelidir.

Kur’an-ı Kerimin insanlığa ilk hitabı ‘OKU’ kelimesidir. Kitabımızın bu kelimeyle başlaması çok önemlidir. Günümüzde en geçerli yol ilimdir. Resulullah (a.s) bir mübarek sözünde:

“Dünyayı isteyen ilme sarılsın, ahireti isteyen ilme sarılsın, hem dünyayı hem ahireti isteyen yine ilme sarılsın.” (Tirmizi, Daavat, 68)

Günümüz dünyasında kaba kuvvet değil ilim öne geçmiştir. Zira ilmi tercih eden, aynı zamanda güçlü konumdadır. Yüce Allah, Meleklere, kelimeleri öğrettiği Adem (a.s)ma secde etmelerini emretmişti. Bu konuya bu cepheden bakarsak, ilim sahibinin üstün olduğu manasını çıkarabiliriz. Demek ki; ateşten yaratılmak değil, ilim sahibi olmak daha üstünlüktür. “Allah’tan gerçekten ilim sahipleri korkar.” (Fâtır,28) Ayet-i Kerimesine bakarsak, mânevi alanda da ilim sahibinin ileride olduğunu görürüz.

‘Oku’ emri ile yüce Allah, her çeşit kabalığa son vererek, üstünlüğün ilim de olduğunu bildirerek, bizi okumaya teşvik etmiş, adeta ‘okuma’ seferberliği başlatmıştır. Cenab-u Allah, yüceltmek istediği Peygamberimize ilk defa okumayı emretmiş ve okumayı öğretmiştir. Zira, yücelmek için ilim ne kadar gerekliyse, ilim için okumak da o kadar gereklidir. Alak suresinin başlangıcındaki beş ayetde:

“(Ey Habibim!) Yaratan Rabbinin adı ile oku! O, insanı pıhtılaşmış bir kandan yarattı. Oku! O, cö-mertliğinin sonu olmayan Rabbin, kalemle yazmayı da öğretendir. İnsana bilmediklerini de ancak O öğretti.” buyrulur. Bu Ayetlerden anlaşılan mana şu-dur: Okumaya ve ilme O’nun ismiyle başlamalı. Ayetlerde bu emredilmektedir. Allah’ın ismiyle okunan ilim faydalı ilimdir. Allah ile, besmeleyle başlayan ilim nasıl zararlı ve haram bir ilim olabilir. O halde bize emir ve tavsiye edilen ilim helal olan, dinen yasak sayılan cinsten olmayan ilimdir. Peygamberimize kalemsiz öğreten Allah, diğer kullarına da kalemle öğretendir. Öyleyse ilim sahibi olmak için ya okuyarak ya da, yazarak öğrenebileceğimiz mümkündür. Aksi taktirde, yattığı yerden kimsenin ilim sahibi olamayacağı bildirilmektedir. Bunun için okumak, yazmak, eğitim ve öğretim, araştırma yapmak, tefekkür etmek ve akletmek dinimizin temel karakteridir.

Peygamber Efendimiz, faydalı ilmi teşvik ederek, faydasız ilimden de Allah (c.c)’a sığınmış ve ashabını bundan sakındırmıştır.

“Mü’min ölümünden sonra hayatta iken öğrettiği ve yayınladığı ilimden, geride bıraktığı iyi evlattan, miras olarak bıraktığı mushaftan, yaptırdığı mescidden, yolcular için inşa ettirdiği misafir evinden, akıttığı sudan, sağlıklı iken malından verdiği sadakadan kendisine sevap ulaşır” (İbni Mace Mukaddime,20)

“İlmi öğreniniz. Çünkü onun öğrenilmesi, Allah’a karşı saygı, ilim talep etmek ibâdettir. Bilimsel tartışmalar, Allah’ı anmak, bilimsel konulardan konuşmak ise cihaddır. (Cihat: Cahilliği kaldırmak için yapılan mücadeledir.”) “Bilgisiyle insanları yararlandıran bir âlim, ibadet edenden hayırlıdır.” “Bilginlerin, alimlerin kalemlerinin mürekkebi, Şehitlerin kanıyla tartılsa, Allah katında, şehitlerin kanlarından ağır gelir.” (İhya-u Ulumiddin,1/19)

Peygamber Efendimiz (s a v):

“İlim talebi her müslümana farzdır” (Beyheki, ilim) buyurmuştur. Demek ki; Dinimizde okuma ve ilim tahsilinin cinsiyetle alakası yoktur. Diğer bir hadiste ise;

“İlim öğrenin çünkü ilim öğrenmek düşmana karşı silahtır. Allah ilimle bir kısım milletleri yükseltir, hayırda komutan ve önder yapar, onların izlerinden gidilir ve fikirlerine uyulur.” (A. İbn Hanbel, Müsned, III, 157)

Resûl-i Ekrem Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde:

“Allah (c.c), hakkında hayır murâd ettiği kimseyi dinde ince anlayış (ilim) sâhibi kılar.” (Buhârî, İlim, 10; Müslim, İmâre, 175) buyurarak ilim adamına verilen değeri vurgulamaktadır.

Okumaya ve öğrenmeye çok önem vererek dünya ve ahiretimizi mamur etmeliyiz. Her gün mutlaka dünya ve ahretimize faydalı kitap okuyalım.  Çocuklarımıza da bunu tavsiye edelim. Onlara öğrenecekleri her türlü ilim tahsilinde Allah rızası için öğrenmeyi öğretelim. İş yeri ve evlerimizde bir kütüphanecik oluşturalım. Öğrendiklerimizle amel ederek ilmin gayesine ulaşalım.

İlimden kasıt sadece dini ilimler değil, dünyevi ilimlerde emir ve tavsiye edilen ilimlerdendir. Zira dünyevi ilimler olmazsa dini yaşamak da imkânsız hale gelir. Teknolojinin gerisinde kalan devletler diğer gelişmiş devletlerin sömürgesi olmuş ve zamanla asimile olarak dinlerini de büyük ölçüde kaybetmişlerdir. Kur’an-ı Kerimde:

“Düşmanın silahıyla silahlanın, kuvvet hazırlayın” buyrulmasını bu manayı yükleyerek okuyabiliriz. İlim olmadan bu kuvveti hazırlamak mümkün değildir. Bütün ilimler Ku’anda olmayabilir, ancak Kur’an, yol gösterir. Şöyle ki;

“Bilmiyorsanız, zikir ehline (ilim ehline, âlimlere) sorun” (Enbiya,21,7) buyurulmuştur.  Âyet-i Kerime’deki zikir, ilim demektir. Bu âyet-i kerime, bilmeyenlerin, âlimleri bulup onlardan sorup öğrenmelerini emretmektedir. Ayrıca; bir ayet hangi ilimden bahsediyorsa o ilmin tahsilini yapan kişilerin o ayeti yorumlamasının daha doğru ve isabetli olacağı da vurgulanmaktadır. Yüce Allah diğer bir ayette:

“Allah iman edenleri yüceltir; kendilerine ilim verilmiş müminleri ise, (cennette) kat kat derecelerle yükseltir” (Mücadele, 58, 11) buyuruyor.

Bir ilim adamından dinlemiştim; birisi ona şöyle bir soru soruyor:

“Hocam! Kur’an’da bütün ilimler var diyorlar, siz ne dersiniz?”  Sorunca, ben de ona:

“Evet vardır, çünki Kur’an’da bir çok ilmin çekirdeği diyebileceğimiz ana başlıklar vardır, ayrıntılar içinse “Bilmediğiniz konuyu bilenlere sorunuz” buyurarak onunda yöntemi bildirilmektedir” şeklinde cevap verdiğini ifade etmişti.

Evet Kur’an-ı Kerim ayrıntıya girse idi, hem hacmi çok geniş olacak ve hem de asr-ı saadette, daha ilim ve fennin gelişmediği dönemde zaten inananların az olduğu hengâmede insanlar inanma güçlüğü çekecek, ayetleri hazmedemeyecekti. Meselâ uçaktan, uzay mekiğinin aya, yıldızlara çıkacağından açıkça bahsedilseydi, nasıl izah edilecekti. Fakat bunlara işaret ediliyor, yerin derinliklerine, fezaya gidilmekten, nüfuz edilmekten bahsedilmektedir. Bakalım görelim nasıl olacak diye bir merak ve dikkat çekilmekte, ilimler ilerledikçe bahse konu buluşların hayata geçirilebileceğine işaret edilmektedir. Şimdi gelinen nokta şu ki; Yüce Allah; Rahman suresinde aya çıkılacağını, fezaya ancak ilmi ve maddî güç ile çıkılacağını ifade etmiş. Bu ve buna benzer nice ilmi gerçeklere işaret edilerek, sanki ileride asırlar sonra bu ilmi gerçekler hayata geçirildikçe anlarsınız, der gibi bizi bu teknolojiye teşvik etmiş ve alıştırmış olmaktadır. Bir ayet-i Kerimede:

“Size ayetlerini gösterir ki düşünesiniz.” (Bakara:73) buyrulur. Kâinatın, yer ve göğün, insanın yaratılış evreleri, hayat suyunun geldiği yerler bildirilmektedir. O günün şartlarında film ve röntgen cihazının olmadığı dönemde Peygamberimiz bunları nereden bilecekti. Fakat öğreten ve bildiren Allah bildiriyordu.

“Allah, sana Kitab’ı ve hikmeti indirdi ve sana bilmediğin şeyleri öğretti.” (Nisa:113) buyuruluyor.

Şimdi rahatlıkla diyebiliriz ki, ilim ilerledikçe Kur’an tazeleniyor, anlaşılamayan ilimler açığa çıkıyor. Gelişen ilimler Ku’anı tefsir ediyor. O gün bilinen binitlerden bahsederken, daha sonra bilmediğiniz binitlere işaret eden yüce Allah; taksiler, otobüsler ve uçaklara işaret ediyordu. Bunu o günün şartlarında yorumcu ve müfessirler ismen telaffuz edemiyorlardı. “Dağları yerinde duruyor zannetmeyin onlar bulutlar gibi yüzüyor” ayetinin, açıkça dünya dönüyor dediğini çok net olarak ortaya koyamıyorlardı. Dağlar yüzüyordu gezegenler gibi, ama nereye, evet kendi etrafında dönüyor, yani dünya dönüyor diyemiyorlardı. Galile’nin canından olduğu konuyu Kur’an, asırlar önce ifade ediyordu. Atomun parçalanabileceğinin ilim adamlarının anlamasından asırlar önce Kur’an atomun zerrelerinden bahsediyordu.  Evet Cenab-u Hakk:

“Düşünürseniz size ayetleri açıkladık.” (Âl-i İmrân:118) buyuruyor. Demekki düşünülecek, araştırılacak ve sonunda gerçeğe ulaşılacaktır.

Kur’an-ı Kerimde şöyle buyruluyor:

“Bu misalleri ancak âlim olanlar anlar.” (Ankebut,43) Yani; her alim, kendi sahasını ilgilendiren ayeti daha iyi anlayacak ve daha iyi yorumlayacak demektir. Diğer bir ayette de:

“Allah (c.c) içinizden iman edenlerin ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltir.” buyurmaktadır. (Mücâdele 58/11)

Bunun için alimin uykusunu, cahilin ibadetinden üstün tutan yüce dinimizin sevgili Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v), “Beşikten mezara kadar, kadın erkek herkesin ilim tahsilini, eğitimini, ilim Çin’de dahi olsa, yani çok uzaklarda da olsa gidilip alınmasını” tavsiye etmiştir. (Suyuti, Fevzül-Kadir,1/542) Ayrıca faydalı ilmin, irfanın, teknik ve medeniyetin nerede olursa olsun alınması, yani ilmi üretenin dini, ırkı ve cinsiyeti ne olura olsun faydalanılması gerektiği anlaşılmaktadır. Ayrıca ilmin beynelmilel olduğuna da işaret edilmektedir.

“İlim müslümanın yitiğidir, bulduğu yerde almalıdır” mübarek sözünün anlamı da budur.

Bilim ve medeniyet, dünya milletlerinin ortak malıdır. Bu yolda her toplumun az veya çok bir payı vardır. Bu payda Avrupa, Çin, Mısır, Hint, Roma, v.b. medeniyetlerinin de bir payı vardır. Bilhassa ortaçağda medeniyet bayrağını İslam Medeniyeti almıştır. Daha sonra gerileme devrinde, medeniyette batılılar ilerleme katetmişlerdir. Bu ilerleme yalnız başına olmamış, batının ilerlemesinde müslüman bilim adamlarından da önemli ölçüde faydalanmışlardır. Dokuzuncu yüzyıldan ondördüncü yüzyıla uzanan zaman diliminde, en ileri uygarlık “İslam Uygarlığı” olmuştur. İlim ve medeniyet alanındaki buluşların birçoğu, bu dönemde gerçekleşmiştir. Akıl ve gerçek bilgiye dayanan bu uygarlık, bu günkü dünya uygarlığına kaynaklık etmiştir.

Batılı bilim adamlarından Prof. J. Risler: “Müslüman astronomistler, matematik alimleri derecesinde Rönesans’ımıza tesir ettiler.” diyor.

E. F. Gautier ise:”Yalnız Cebir değil, diğer matematik ilimlerini de, Avrupa kültür dairesi, Müslümanlardan almış olduğu gibi, bu günkü Batı matematiği gerçekten İslam matematiğinden başka bir şey değildir.” diyor.

Allah Teâla Kur’an’da defalarca;”Aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Bakara:44) buyurmak suretiyle, akla ne kadar önem verildiğini bildirmektedir.

Mustafa Kemal ATATÜRK’ün:

“Bizim dinimiz en makul ve en tabii dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki, son din olmuştur. Bir dinin tabii olabilmesi için akla, fenne, ilme, mantığa uygun düşmesi gereklidir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygun düşer.” İfadesindeki gibi İslam’da “din-bilim çatışması” yoktur. Özellikle İslam Dini akla ve bilime önem veren bir dindir.

Kur’an’da, kâinatın yaratılışı ve düzeni ile ilgili ayetler ışığında yapılan araştırmalar, hicri takvimin oluşturulması, buna bağlı olarak ibadet saat ve günlerinin tespit edilmesi, dolayısıyla her yıl on gün geri kalan yıl sayesinde Hac ve Oruç gibi ibadetlerin bütün seneyi dolaşmasıyla zaman ve zeminlere göre adaletin sağlanması gibi hikmetli yorumlara İslam alimleri katkı sağlamışlardır. Astronomide, dünyanın yaratılışı, insan anatomisi, matematik, fizik, kimya, tıb ve bir sürü ilim dalında İslam dünyası altın çağlarını yaşamıştır. Yüce Allah:

” Hikmeti (ilmi) dilediğine verir. Hikmet verilen kimseye çok hayır verilmiştir. Bunu ancak sağduyu sahipleri düşünüp anlarlar.” (Bakara:269) buyuruyor. Ancak ilmi talep etmek, elinden geleni yapmak, zahiri bütün sebeplere tevessül ettikten sonra tevfikat-i Rabbaniyi beklemek gerekmektedir. Aksi taktirde zengin ülkelerin eline bakar duruma düşmek zorunda kalırız. Tabiiki, manevi ilimler konusunda kendisine Vehbi ilim verilen kişiler de vardır. Ancak bu ilim bile durup dururken herkese verilen bir ilim değildir. Bildiği ile amel eden kişiye bilmedikleri de bahşedilebilir. Bu bile bir çalışma ve gayret sonucu verilen bir lütuftur. Ancak bazı kişilerin haketmedikleri her hangi bir şeyi kul hakkı veya gayr-i hukukîlik başlığı altında ele alarak dünyada yada ahirette hesabı verilecek işler kategorisinde değerlendirilmelidir.

Şu husus hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir; bütün bu ilmî buluş ve inkişaflara rağmen, başka milletlerin öne geçmesi çok kötü bir performans seyridir. Bu hiç affedilemez, ilmî çalışmalarımızla övünmek değil, çok çalışarak bu açığı kapatmak zorundayız. Okumadan ve çalışmadan kalkınmak hiçbir millete nasip olmaz. Topraklarımızı, mabed ve mukaddes değerlerimizi ancak çalışarak koruyabiliriz.

Sevgili Peygamberimiz (a.s.v): “Dünya ve onun içinde olan şeyler değersizdir. Sadece Allah (c.c)’ı zikretmek ve O’na yaklaştıran şeylerle, ilim öğreten âlim ve öğrenmek isteyen talebe bundan müstesnadır.” (Tirmizî, Zühd, 14) buyuruyor.

İnsanın öğrendiği ilmini diğer insanlara öğretmesi de büyük hayırlardan biridir. Talebe yetiştirmek, kitap yazarak, yayınlayarak,  ilmini kendisinden sonraki nesillere ulaştırmak, hadis-i şerifte buyurulduğu üzere kişinin amel defterinin kapanmayacağına ve sevabının devamlı olacağına vesile olacak sâlih amellerdendir. (Müslim, Vasiyyet, 14)

Resûl-i Ekrem Efendimiz: “Kim ilim tahsiline yönelirse, Allah (c.c) o kişiye cennetin yolunu kolaylaştırır. Melekler yaptığından hoşnut oldukları için ilim öğrenmek isteyen kimsenin üzerine kanatlarını gererler. Göklerde ve yerde bulunanlar, hatta suyun içindeki balıklar bile âlim için Allah’tan mağfiret dilerler. Âlimin âbide karşı üstünlüğü, ayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Şüphesiz ki âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler altın ve gümüş miras bırakmazlar; sadece ilmi miras bırakırlar. O mirası alan kimse, bol nasip ve kısmet almış olur.” (Ebû Dâvûd, İlim, 1; Tirmizî, İlim, 19)

“Ya öğreten, ya öğrenen, ya dinleyen, ya da ilmi seven ol. Fakat sakın beşinci olma, helak olursun”,

“Bir ilim talebesi ilim tahsil etmekteyken ölüm ve ecel gelse, vefât etse şehid hükmündedir.” buyurmaktadır.

O halde sözü, söz sultanının dilinden bitirelim;  “Dünyayı isteyen ilme sarılsın, ahreti isteyen ilme sarılsın.. Hem dünyayı ve hem de ahreti isteyen ilme sarılsın.”

Fikrimin Son Günü

Geçtiğimiz hafta sonu 24 saatliğine İzmir’e gittim. Bu zaman zarfında bir sergi açılışına, konsere katıldım ve bir panelde oturum başkanlığı yaparak konuştum. Ayrıca biri eski, üç belediye başkanını dinleyerek  onlarla sohbet ettim. Sivil toplum kuruluşlarının üye ve yöneticileri ile de beraber oldum.

Arta kalan zamanda İzmir’in İstiklal Caddesi haline gelen Kıbrıs Şehitleri Caddesinde bir  tur attım ve bir mekanın bahçesinde caddeyi gözleyerek, çay keyfi yaptım.

Bu arada İzmir’in önemli semtleri olan Basmane, Çankaya ve Alsancak’ta dolaşarak esnafla sohbet ettim. Hatta sokakta klasik dergi satışı yapan devrimci liselilerden dergi satın alarak, onlara “kimi devireceksiniz” diye de takıldım.

Tabii ki; başta Yeni Asır olmak üzere İzmir ve Ege’ye hitap eden gazeteleri de didik didik ettim.

Aynı günün gecesi İstanbul’a döndüm ve ayağımın tozuyla kalabalık bir Beyoğlu eğlencesine katılmak üzere bu semte geçtim.

İzmir malumunuz olduğu üzere ülkemizin en önemli kentlerinden biri. Bana sorarsanız düşmana ilk kurşunu atan Hasan Tahsin’le  özdeşleşmiş bir şehir. Gerçi bir çok değerin yetiştiği ve tarihi olayların yaşandığı bir yer ama yine de bazı şeyler daha çok ön planda. Örneğin  “Gavur İzmir” konusu gibi…

İzmir kendine has bu özellikleri nedeniyle, Türkiye’nin başına örülmek istenilen çorapa dolayısıyla da bu çorapın örücüsü olan AKP iktidarına karşı direniyor.

Ancak defalarca İzmir’e gitmiş olmama rağmen bu gidişimde bir kez daha gördüm ki; İzmir’in bu direnişi sadece duygusal nedenlere bağlı milli bir refleksten kaynaklanıyor.

Neredeyse herkes aynı şeyleri söylüyor ama bunlara ilişkin gerçekçi çözüm bulmaktan çok uzaklar. Ne yazık ki; ne mutlu Türküm diye haykıran bu insanların bazılarının umudu, kendisine halen Türklüğü yakıştıramayan bir  genel başkanın başında bulunduğu  parti olmuş. Bu ne perhiz  bu ne lahana turşusu!

Onlara gore CHP; Türk ordusunun başında İzmir’e giren Mustafa Kemal’in partisi. Oysa CHP bütün ağızlardan bunu tekzip ediyor. Aksini düşünenlerin ise koltuğu kaybederiz korkusu ile sesleri çıkmıyor. Köprünün altından çok sular akmış ama bunu  görseler bile bir türlü kabullenmek istemiyorlar.

Oysa günümüzün CHP’si, Atatürk’ün CHP’si ile hesaplaşmak istiyor. Dersim konusu başta olmak üzere bir çok konuda  Erdoğan ile aynı çizgiye geldiler. Hakikat komisyonu kuralım, yerel yönetimlere özerklik tanınmasını konuşalım, Öcalan’a ev hapsini tartışalım, gerekirse AKP ile koalisyon yapalım diyenler bu gün CHP’yi temsil edenler. Her halde Erdoğan’da bunlardan güç alarak iki partili bir meclis arzusunda olduğunu belirtiyor. Ne de olsa fikirler buluşmuş…

Buna karşılık İzmirliler Türk milletine mensup olmaktan çok gururlular. Meselelere milli bir pencereden bakıyorlar. Ancak baktıkları açıdan aydınlığı yakalamaları mümkün değil. Ya bunun farkında değiller ya da dediğim gibi kabullenmek istemiyorlar. O nedenle ne kadar olumlu düşünürlerse düşünsünler bunu doğru bir eylemle taçlandıramadıkları için, ne kendilerine ne de ülkemize beklediğimiz katkıyı sağlayamıyorlar.

Halbuki yaklaşan seçimlerde Türk milletini TBMM’de iktidar yapmak için staretejik bir çaba harcasalar, sonuç ne kadar daha iyi olur. Bunun için adres göstermeye de lüzum  yok.

Türk milleti açısından baktığımızda, 12 Haziran 2011 tarihinin en az 29 Ekim 1923 tarihi kadar önemli olduğunu görüyoruz. Bana göre fikrimin ince gülü bu tarihte fikrimin son günü haline dönüşebilir.

İzmir ve İstanbul’da bir araya geldiğim yüzlerce insanın iyi şeyler düşündüğünü ama doğru fikirlerle ve akılla süslenmiş bir stareteji ile hareket etmediğini gördüm.

AKP  ve CHP’nin, Türk insanının yüzüne karşı ayrı konuşup arkasından ayrı hareket etmesini ve böylece insanımızı yanıltmasını önlemeliyiz. Aksi halde telafisi  zor büyük zararlar görmeye devam edeceğiz. Hem de iyi niyetle!!!

 

 

 

Yağcılık ve Yalakalık Üzerine

Yağ çok değerli bir besin kaynağıdır. Çok çok çeşitleri vardır. Tereyağı, zeytinyağı, fındık yağı, çiçek yağı, margarin yağları vs. Bu yağları üreten ve satanlara da yağcı denir. Hatta bu sebeple soyadı yağcı olan vatandaşlarımız vardır. Bunlar alın teri ile üretime katkıda bulundukları için saygı duyulan insanlardır.

Besin kaynağı olmayan ancak insan hayatında önemli yeri olan yağlarda vardır. Gres yağı, gazyağı, yağlı boya gibi.

Bu yağlarda bir takım ihtiyaçlar için kullanılan yağlardır. Yağlar üzerimize bulaşmasa çok iyi işlerde kullanılır. Ancak üzerimize bulaştığında da kokusu uzun zaman üzerimizden çıkmaz kendimizi ve etrafımızdakileri de rahatsız eder.

Bir de sanal yağcılarımız vardır. Bunlarda sadece güzel laf üretirler. Bu yağcılarımız çok önemli kişilerdir. Bunlara yağcılık özellikle öğretilmiştir. Çünkü bu yağcılık kolay bir iş değildir. İnsanın onuru ile ters orantılıdır. Biri yükselirken diğeri alçalır. Hatta yağcılık öyle bir boyuta ulaşır ki ONUR kelimesinin bir mana ifade etmediğini açık olarak görürsünüz.

Gazeteci çalıştığı gazetede yükselmek için gazetenin patronuna ve genel yayın yönetmenine yağcılık yapar. Eğer gerçekten iyi yağ çekebilmiş ise yükselir. Televizyoncular da aynı yolu denemek zorundadırlar. Bilgi ve becerileri önemli değildir. Yağcılığı iyi yapamazlarsa işten kovulmaları kaçınılmazdır.

Bürokraside beceri ve konusunda kariyer sahibi olmak önemli değildir. Önce yağcı olacaksın üstlerine yağ çekerek el etek öperek yükselmenin yollarını arayacaksın.

İktidar partisinin üst düzey yöneticilerine yağcılığı iyi yaparsan, iş bulma garantin var demektir. “HAMİLİ KART YAKINIMDIR” yazısını eline aldın mı kim tutar seni.

Milletvekili olmak ve milletvekili olduktan sonra partin iktidar olmuşsa, bakan olmak için lidere kul köle olursan yağcılığı başarıyla yürütebilirsen yerin garantidir. Bu işler hayat boyu hep böyle devam eder.

Yağcılığın biraz daha ilerlemiş haline de dalkavukluk denir. Bu değerlendirmeyi yaparken aklıma patlıcan dalkavukluğu fıkrası geldi.

Padişahın biri patlıcanı çok severmiş, ne zaman “şu patlıcan musakkaya bir türlü doyamıyorum” dese dalkavuğu da “aman padişahım siz söyleyince ağzımızın suyu akıyor. Akşam olsa da yesek”

Padişah imambayıldıdan söz edecek olsa ” şu imambayıldıyı icat edenin makamı cennet olsun, nefis bir yemek insan yemeye doyamıyor” dermiş.

Padişah, karnıyarıktan, patlıcan dolmasından, kızartmasından, kebabından söz ettikçe dalkavuk da göklere çıkarırmış.

Gel zaman git zaman padişah patlıcandan nefret etmiş, sofraya değil yemeği, salatası, turşusu, tatlısı patlıcanın “p” harfinin gelmesini bile yasaklamış. ” şu patlıcan musakkanın neresini beğenirlerde yerler bir türlü anlamıyorum” dediğinde dalkavukta padişahın sözünü tamamlarmış. “Aman padişahım bu musakkanın yenilmesini yasaklamak lazım” Padişah bir başka gün ” bu insanlara hayret ediyorum. “O kadar güzel salata çeşidi varken, akşam yemeğinde tutup patlıcan salatası yiyorlar, anlamak mümkün değil” Dalkavuk sözünü kesercesine atılarak eklemiş ” İnsanlarda damak zevki diye bir şey yok, en iyisi patlıcanın yetiştirilmesini yasaklamak Adını bile duymaktan nefret ediyorum”

Bu konuşmaları duyan biri dayanamamış ve padişahın olmadığı ortamda dalkavuğa sormuş “ya hu sen bir zamanlar patlıcanı met eder ve adeta göklere çıkarırdın. Şimdi ise patlıcanı ve yemeklerini kötülüyorsun. Nasıl olurda bu kadar değişebilirsin hayret” Dalkavukta hemen cevaplamış.

“Bana bak arkadaş bana bak ben patlıcanın değil padişahın dalkavuğuyum anladın mı?

Bu fıkrayı anlatırken hemen aklıma Montesguieu’nun meşhur sözü geldi. “dalkavukluğun sağladığı çıkar dürüstlüğün kazandırdığı faydadan daha fazla olursa o ülke batar”

Ülkemiz batıyor mu? Çıkıyor mu? Onu bilemem ama biz gerçekleri sadece gerçekleri yazmaya devam edeceğiz.

Tuzağa koyduğun yem taneleri cömertlik sayılmaz. Nice insanlar gördük üzerinde elbise yok, nice elbiseler gördük içlerinde insan yok.

Bizim Rize de güzel bir deyim var “Ey gidi dağ adamı semirtir yağ adamı”

Yağcılıkta semirenler şunu iyi bilin ki keser döner sap döner. Yağlar erimeye başlar yağcılıktan el de edilen mevkiler ve mal mülk bir gün yok olur gider.