11.8 C
Kocaeli
Cuma, Ekim 3, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1128

Nietzsche, Mevlana ve Ben

0

Nietzsche, “kelimeler, filozofların baştan çıkarıcılarıdır: onlar dilin ağları içinde mücadele ederler” diyor. Baştan çıkan kelimeler, baştan çıkarıyor. Ya gönülden süzülenler, sonra sıraya dizilenler. Onlar âriflerin dünyasında dile geliyor: lisan-ı hâl. Bir yanda kelime hamalı, öte yanda kelime hemhâlı.

Nietzsche, Montaigne’ın kalemini hamallara kılıç olarak sallar: “Nükteli bir söz bulmak için yollarından bir hayli sapacak kadar ya da ‘sözcüklerini konularına uyduracak yerde, sözcüklerin uyacağı ilgisiz sorunlara sürüklenecek’ kadar aptal insanlar vardır. Başka bir yazarın da dediği gibi ‘akıllarından hiç geçirmemiş oldukları her hangi bir şey hakkında yazmak için, çekici bir tümcenin etkisi ile baştan çıkanlar vardır”.

Söz ustası, kelime hamalı Nietzsche! Dionysos’un sırtında, trajedi ile dolu bedenine musikiyi kanat olarak takıp, Apollon’a yükselmek isteyen bir çılgın!

Nietzsche gökyüzünde dönen kartala hayranlıkla bakarken, kendisini kanatların açtığı girdabın havasına bıraktı. Soluduğu havanın her an farklı olduğunu anlayamadan geçici cezbenin rüyasında battı.

Mevlana kanat açıp daireler döndü. Lakin her bir dönüşünü geride bıraktı. Dünü, dünde bırakıp, yeni sözleri düne bıraktı.

Her gün ve her an gördüğüm her şey eşsiz. Kim demiş güneş, dünkü güneş diye! Aynı yönden doğup, aynı yönden batsa bile! Benim yönüm her an değişiyorsa, gördüğüm güneş, ay ve yıldızlar hep eşsiz.

Her gördüğüme eş ararım, bir kısmını düne bağlar, tekrara katarım. Ama eşleştirdiğim her şey bir, bir, bir: eşsiz.

Aslında yoktur dünün tekrarı, hayatı her an yeni yaşarım, ama yine de her birini eskiye katarım.

Hiç aynı yere basmadım, aynı yerde yatmadım. Aynı gözlere, eski gözlerle bakmadım. Eskiden aldım ama eskide bırakmadım. Eski yolları yeni adımlarla aştım. Yollar ayağımda aşınırken, her bir zerresini canıma can diye kattım.

Her an biri ölür, biri dirilir. Benim içimde ölen de dirilen de eşsiz. Acılar bir önceki acılar değil, sevinçler keza. Hayat arkamda dürülür, önümde serilir. Yürüyüş değişmez Hakikatedir ve deveran Hakikatledir. Hakikat, müminin kalbindedir.

Nietzsche gönlündeki güneşi kararttı, elinde tuttuğu fenerin cılız ışığını yaktı, çarşı-pazar Tanrı’yı aradı. Zerdüşt olup, nefsinin mağarasına girip, insanlardan kaçtı. Yapacağı, ellerini göğe açıp, başını kalbine yaslamaktı. Lakin O, hayvanlar âlemine kucak açtı, arıyorum vehmiyle hep Tanrı’dan kaçtı.

“Nasıl içip bitirebildik denizi, gökyüzünü silmemiz için elimize süngeri kim verdi?” diyen Nietzsche’nin ıstırabı kelimelerinden belli. Ne hazin ki denizi içenler karada boğdu Nietzsche’yi. Ve gökyüzünü silen sünger kanını emdi. Nihayet Tanrı buyurdu; ölümü ilan ederken niceleri gibi Nietzsche de can verdi.

Kelimelerde var olanı, yine kelimelerle yok etmek mümkün mü? “Tanrı öldü” derken, Onu zikretmek suretiyle, aslında Onun varlığı ifade edilmiş olmuyor mu? O halde ölümsüzlük dilde yaşamaktadır.

Gök mavi, deniz mavi. Gök ile yerin ak direği şimşeği göremeyen, mütemadiyen kıyıları yoklayan dalgaları duyamayan ıstıraplı ölümlü, yerin altında kimbilir ne duyar şimdi!

Gözlerine çökmüş kara bulutları kaldır aradan, sen yeter ki iste gönülden, sana açar göğü: Yaradan.

Lakin şimdi Nietzsche’nin insanları için Dionyzik cümbüş, efsane olmaktan çıkmış, muhayyiledeki trajedi muhal değil, hâl olmuş. Üstasd’ın kalemiyle: ne kervan kaldı, ne at, hepsi silinip gitti, iyi insanlar iyi atlara binip gitti.

12 Haziran Siyaset Okumaları -6 / MHP ve BDP

0

Sn. Bahçeli seçim öncesinde, merhum Türkeş’in çok yakın durduğu, itibar, hürmet ve iltifat ettiği Sayın Gülen ve cemaatine karşı, açıktan kurumsal ve politik karşı vaziyet aldı.

O fedakâr insanlar, dünyanın her yerinde fiilen aksiyoner milliyetçilik yapıyorlar, teorisyenliğin çok ötesindeler. Öncelikle Türk çocuklarına, Milli Kültürün bütün değerlerini benimsetiyorlar. Türk’ün adını ve İslam’ı dünyanın her yerinde duyuruyorlar ve içlerinde MHP’ye sevgisi olan çok insan var. Bahçeli’nin çıkışıyla kim ne kazandı hala anlayabilmiş değilim. Bahçeli’nin bu tavrı, 3 Kasım 2002 seçim kararı gibi istişaresiz ve ilham kaynağı meçhul bir karara benziyor ve MHP’den ziyade AKP’nin işine yarıyor.   Sn. Gülen tarafından bu çıkışın nedeni bilinse de, Gülen hareketinin sevdalıları ile MHP arasında mesafe oluşturduğu kanaatindeyim. Bu hareketin mensuplarının yine de bütün yumurtaları aynı sepete koymayacaklarını düşünüyorum.

Unutmayalım; Allah, Hz. Musa’yı onun katlini isteyen Firavunun korumasına verdi ama Firavun, Musa’nın firavun olmasını sağlayamadı. Bu gerçek; asrın Firavunu ABD içinde değişmeyecek!

MHP bu seçime iddialı bir vitrinle giriyor diyemem. Vitrinini büyük oranda yeniledi. Vitrine koyduğu; Bahattin Şeker, Murat Başesgioğlu ve Sümer Oral gibi isimlerle ılımlı seçmene çağrı yapıyor  yorumlarına da katılmıyorum. Ilımlı seçmene açılma gayretleri yerinde fakat yetersiz kalıyor. İlk iki isim MHP’ye yabancı olmayan kimlikler. Sümer Oral’ın, yerel seçimde Cengiz Ergün rüzgârının tekrarı için vitrinde olduğunu ve bu nedenle Alaşehir Belediye Başkanı Kadir Daş’ın dördüncü sıraya konulduğunu düşünüyorum. Yani biri çekecek, öteki itecek ve MHP Manisa’da arkayı dörtleyecek. İnşallah bu hayalin faturasını Kadir Daş ödemez.

12 Haziran seçimlerine BDP açısından baktığımızda; BDP’nin sistemin yanlışlarından en iyi beslenen ve kendi yarattığı soruna, meşru ve meşru olmayan zeminde en çok iç ve dış desteği toplayan bir parti konumunda olduğunu söylemek mümkün.  %10 barajı BDP için bir engel gibi görünüyor ama o baraj sırf BDP ve türevleri düşünülerek konulduğunu iddia etmek safdillik olur. Buna rağmen baraj üstünden yürüttüğü mağduriyet propagandasına içeride ve dışarıda yeterince destek buluyor. Baraj %5 e veya % 7 ye çekilseydi BDP’nin mağduriyetten bu kadar çok beslenmesi mümkün olamazdı.

BDP siyasi varlığını silahların gölgesinde sürdürüyor. Her şeyi pazarlık konusu yapıyor ve pazarlığına silahlı tehdit boyutunu katmayı ihmal etmiyor. Başbakan bile halk oylamasını değerlendirdiği bir konuşmasında;  BDP’nin silah tehdidiyle oy aldığını söyleyebiliyor. Ne hazin bir şey ki; PKK, Güneydoğu’da işin içine can korkusunu da katarak seçmen iradesine yön verebiliyor ve biz buna hür seçim diyoruz.

AKP’nin Kürt milliyetçiliğinde öne çıkan BDP paralelindeki adaylara bu seçimde yer vermemiş olması, başta Güneydoğu olmak üzere Türkiye’nin her yerinden bir kısım Kürt kökenli seçmeni BDP ye kaydıracak gibi görünüyor. Doğal olarak bu durum BDP’nin Meclis aritmetiğine yansıyacak ve BDP geçen döneme oranla daha çok sayıda Milletvekili ile temsil imkânına kavuşacak.

BDP gösterdiği adaylarla barışçı ve uzlaşmacı bir yol izlemeyeceği bilakis daha çetin bir yol deneyeceği sinyalini veriyor zira bünyesinde çok farklı alanlarda siyaset yapan ayrılıkçı adaylara yer verdi, bir nevi ayrılıkçı Kürtler arasında koalisyon oluşturup güç birliği yaptı.

BDP sayısal büyüklüğünün çok üstünde etki oluşturuyor. Türkiye’nin politik gündeminin % 50 sini belirliyor. BDP’nin PKK ile birlikte yürüttüğü ve dış güçlerce oluşturulan bu kozmik plan ve etkileri Türkiye’nin sosyal, siyasal, politik, ekonomik, kültürel yani maddi ve manevi gücünün % 50 sini emiyor. Türkiye’nin muazzam gücü kendi içimizde kısa devre yapılmayıp kalkınmasına harcanabilseydi; -Mevlana’nın tabiriyle- ‘en fakir vatandaşımız bile gümüş kaşıkla yemek yerdi’.  Bunu PKK ve siyasi sözcüleri de biliyor ama onların dert ettikleri şey önce Kürtlere sonra Türkiye’ye zarar veriyor.

Sonuç olarak 12 Haziran seçimlerinden sonra Türkiye bölünme sürecine girer mi derseniz, buna cevabımız; Kürtlerin tamamı bunu istemedikçe ve Türklerin bir kısmı devlete ihanet etmedikçe böyle bir sorun yaşanmaz ancak dış güçler son kozlarını oynayıp Türkiye’de bir iç karışıklık çıkarabilirler.

Meseleye seçim sonuçları itibariyle baktığımızda; MHP %14-18, CHP %25-30, AKP %38-44 ekseninde bir konum yakalar. BDP’nin 20-28 arası vekil çıkarması muhtemeldir. Manisa ölçeğinde ise genel durum; AKP, CHP ve MHP üçer vekille eşitlenmiş durumdalar, ortadaki bir vekilin üç partiye de aynı mesafede olduğunu söyleyebilirim. Her şey gönlünüzce olsun. Son.

              

 

 

 

 

 

Aydınlar Ocağı ve Metin Erişle söyleşi

Kocaelinin ve Gebze bölgesinin 36 yıllık geçmişine gazeteci olarak canlı şahitlik yapıyorum.

Kocaeli’nin ve Gebze bölgesinin 36 yıllık geçmişine gazeteci olarak canlı şahitlik yapıyorum. Nice olaylar yaşadık birçok şey gördük anlı şanlı güçlü geçinen niceleri gelip geçti. Bu gün bir çokları unutuldu hatırlanmıyor bile. Yaşadığım devir ne kadar sanal olursa olsun vefa, dostluk, arkadaşlık ve hatıralara büyük önem veren birisiyim. Gazeteci belgeselci olarak geçmişi hiç unutmuyorum.

Yıllar nede hızlı geçmiş. Tarihler 3 mayıs 1985 Kocaeli Aydınlar Ocağı’nın kuruluşuna şahitlik yapıyoruz. İzmit’teki Halk Eğitim Kültür Merkezinin salonu tıklım tıklım dolmuş. Kocaeli Aydınlar Ocağı’nın kuruluşu için Türkiye’nin önemli bilim, fikir adamları toplantıya yoğun ilgi gösteriyor. Ahmet Kabaklı Hoca ve diğer ünlü bilim adamları teker teker konuşma yapıyor. Salonda müthiş kalabalık var. Kocaeli Aydınlar Ocağını kuranlar hep birlikte merhum valilerimizden İhsan Dede’nin de bulunduğu hatıra fotoğrafı çektiriyorlar. 25 yaşında bir gazeteci olarak bu tarihi anlara şahitlik yapıp fotoğraflar çekiyorum.

 

Zaman ilerledikçe Aydınlar Ocağına üye oluyor ve bu günde İlim ve İstişare Kuruluna üye olmak gibi onurlu bir görevi üstleniyorum. Kocaeli Aydınlar Ocağı, partiler üstü hizmeti ile Kocaeli’ye büyük hizmet yapan Kocaeli’nin ilim, kültür hayatını canlı tutan önemli bir kuruluş. Kocaeli Aydınlar Ocağı’nın en önemli özelliği ise vefalı, bir kuruluş olması.

Aydınlar Ocağından Vefa Ödülü

3 Mayıs Türkçülük Günü Aydınlar Ocağının kuruluş yıl dönümü ve Fatih Sultan Mehmet Han’ın vefat yıl dönümü, bu anlamlı yıl dönümünde Kocaeli Aydınlar Ocağı tarafından Aydınlar Ocağının İlim ve  istişare Kurulu üyesi olarak, Devri Alem TV programı ve Gebze gazetesi olarak yaptığım kültür ve tarih  hizmetlerinden dolayı vefa ödülü ile ödüllendirildik. Bu gerçekten çok anlamlı bir Plaket töreni benim için.

Vefanın bir semtin adının olmadığını göstermesi bakımından güzel bir gelenek. Keşke bütün kurumlarımız  vefakar olabilseler. Her şeyin madde ile ölçüldüğü çıkarların ön planda olduğu vefasızlığın moda olduğu bir dönemde vefalı kurumların olması geleceğimiz adına mutluluk vericidir.

Kocaeli’nin Marka Değerlerini  de Anlattım

Plaket töreninden önce Aydınlar Ocağının çok değerli başkanı gönül insanı Ahsen Okyar beyin 3 Mayıs Türkçülük günü ile ilgili güzel bir sunumunu dinledik. Ardından bize de söz verildi. Bende Aydınlar Ocağı’nın çok değerli gönül dostu üyelerine tarih kültür ve turizmde Kocaeli’nin marka değerleri. Kocaeli’nin tanıtımı ve Kocaeli’ne yapılması gereken kültürel hizmetler ile ilgili bir konuşma  yaptım.

Yaptığım konuşmada özetle şunları söyledim: “Kocaeli’nde yaşamak Allah’ın bir lütfu olsa gerek. Kocaeli’nde birçok insan birbirini tanıyor, iş eş ekmek sahibi oluyor. Ancak Kocaeli’ne vefa borcumuzu ödemiyoruz. Bu gün birçok ulusal ve bölgesel kanalda devri alem programını hazırlayıp sunuyorum. Dünyanın birçok ülkesini geziyorum yurt içi ve yurtdışından davetler alıyorum aman hiçbir zaman Kocaeli’nden, Gebze bölgesinden kopmuyorum. Bir ayağım Kocaeli de ve Kocaeli’ne karşı büyük vefa borcumuz var bu borcu ödemek içinde bir çok belgesel kültürel ve tarihi çalışma hazırlıyorum. Kocaeli’nin kültür ve turizmde marka değerlerini dünyaya tanıtmak için belgesel program ve kitap çalışmalarım devam ediyor. Aydınlar Ocağı’nın vefa ödülünü Sakarya Aydınlar Ocağı başkanının elinden alarak Sakarya ile de bir gönül köprüsü kurmuş olduk.

Aydınılar Ocağı’nın Onur Konuğu Dr. Metin Eriş’ti

Kocaeli Aydınlar Ocağının 27. kuruluş yıl dönümü toplantısının onur konuğu Kocaeli Gebze ve Dilovası tarihinin 42 yıllık canlı şahidi olan ve Kocaeli Aydınlar Ocağının  kuruluşunu gerçekleştiren ve en önemlisi Dilovası bölgesine yaptığı eğitim, kültür ve çevre hizmetleriyle bölgeye büyük katkısı olan Kocaeli Sanayi Odası’nın kuruluşunu gerçekleştiren ve ilk meclis Başkanı olan Dr Metin Eriş’ti. Metin abi sadece bir yönetici değil, ilim, fikir adamı ve hizmet insanı. Bölgemize büyük hizmetler yapmış bir gönül dostu. Kendisi ile hasret giderip çok özel  bir röportaj gerçekleştirdik. Dilovası ve Kocaeli ile ilgili yaptığımız röportaj yarın gazetemizde yayınlanacak.

 

Cici Demokrasi

“Cici Demokrasi” deyimini ilk kez 1970 yılında, Üniversite öğrenimim sırasında, Anayasa Hukuku hocam, rahmetli Prof. Dr. Muammer Aksoy’dan duymuştum.

Aksoy, 1950-60 yılları arasındaki Demokrat Parti döneminin “sözde demokrasini” anlatmak için kullanırdı bu deyimi.

Özellikle; “belirli bir kesim için var olan!” ama geniş halk kitlelerinin bir türlü yararlanamadıkları demokrasiyi böyle tanımlardı.

Aradan 41 yıl geçmiş.

Bugün de ülkemizde, demokrasinin varlığı tartışılıyor! Demokrasi, kimileri için var, kimileri için yok olan bir kavram!

İşte, seçime bir ay kala Türkiye’den demokrasi örnekleri!

Televizyon ve gazete haberlerinde, TV’lerdeki tartışma programlarında yalnızca üç siyasi partinin liderleri yer alıyor!

Neden?

 Başka partiler seçime girmiyor mu? Saadet Partisi, Demokratik Sol Parti, Has Parti, Büyük Birlik Partisi, Demokrat Parti, Millet Partisi, Liberal Demokrat Parti, HEPAR, DYP, TKP, Milliyetçi Muhafazakar Parti de seçimlere giriyor. Bu partilerin liderleri neden medyada yok?

Bu mu demokrasi?

AKP lideri Erdoğan, CHP lideri ile birlikte bir televizyon programında tartışma davetini reddediyor. Hem de rakibini aşağılayarak! “Haddine mi ya… Sen daha çıraksın, dur bakalım. Bu lig meselesi. Amatör kümede oynayanla süper ligde oynayan bir araya getirmek mümkün mü? Sen daha çok ekmek yiyeceksin!”

Bu mu demokrasi?

Seçime bir ay kala MHP kaset skandalları ile sallanıyor! Gizli eller gizli kameralarla MHP’li siyasetçilerin özel yaşamlarına girmişler, hatunlarla çekilen görüntüler internet ortamında yayılıp medyaya servis yapılıyor! Neden? Özel hayatın gizliliği nerede? Yoksa amaç “MHP’yi baraj altında bırakıp milletvekillerine beleş yoldan el koymak mı?”

Yine, seçime bir ay kala, CHP’li belediyelere yönelik baskınlar, göz altına almalar neyin nesidir? Aynı hassasiyet AKP’li belediyelere de gösteriliyor mu?

Yüzde 10 seçim barajı ile, “Milli İrade’nin bir kısmı saf dışı” kalıyor! Oysa demokrasi; “Azınlıkta olanın da söz ve kararlara katılma hakkı” na sahip olduğu bir düzendir. Yüzde 1’in de “TEMSİL HAKKI” olmalıdır. Bakın, her seçimde bu adaletsizliğe tepki olarak seçmenin yüzde 20’si sandığa gitmiyor! Bu mu demokrasi?

“Milletin vekillerini” millet değil, parti patronları yani Genel Başkanlar ve yakın çevresi belirliyor! Bu mu demokrasi?

Seçime bir ay kala Kocaeli Büyükşehir Belediyesi, “6 Aylığına 150 geçici işçi”  alıyor! Adamlar altı ay asgari ücretle çalışacak, sonra kapı dışarı! Ama çoluk çocuk aç, ne yapsın? Eh, o altı aylık karın tokluğuna oy verilmez mi!? Bu mu demokrasi?

“Cici demokrasi” için verilecek daha nice örnek var. Ama bir köşe yazısında çok da uzatmamak gerek.

Hem, “Arif olan anlar!” Anlamak istemeyene de kitap yazsan okumaz!..

Haydi, iyi demokrasiler!..

 

Anayasa ve Sivil Darbe

29 Nisan – 1 Mayıs 2011 tarihlerinde Ordu Aydınlar Ocağının ev sahipliğinde yapılan Aydınlar Ocağı Dernekleri 36. Büyük Şura’sının son derece önemli ve birçok ihanet kokan toplantıya cevap niteliğinde olan sonuç bildirisi www.aydinlarocagi.com adresinden elde edilebilir. Bu çalışmamıza değerli köşe yazarı dostlarımızın ilgisizliğinden üzüntü duyduğumu da burada ifade etmek zorundayım.

Geçenlerde 12 Eylül döneminde idam edilen terör örgütü üyesi üç gencin avukatlarının vefat ettiğini öğrendik. İşin önemli ve dikkat çekici yanı, kabri başında Enternasyonal Marşının söylenmesiydi. Bazıları dünü değerlendirmede yanlış yapmaktadır. Bugün sol içinde marjinal ve küçük bir grup olan ulusalcı çizgi o dönemlerde davadan dönek, revizyonist, sosyal faşist olarak tanımlanır ve asla hayat hakkı tanınmazdı. İdam edilen bu kişilerin bugün bir kahraman ve üstelik ulusalcı olarak anılmalarını hayretle izliyorum.  Yeni ve dönüştürülmüş CHP bu üç kişiden seçim ilânlarında istifade etmektedir. 

Ulusalcı sıfatı oldukça tartışmaya açıktır. Bu sıfat, Dünya siyasi konjonktüründeki değişmeye ve yenidünya düzeninin emperyal amaçlarına uygun olarak sürdürülen küreselleştirilme çabalarına karşı klasik ideolojilerin dışına çıkarak hatta onlarla ters düşerek milli menfaatleri, milli bağımsızlığı, milli kimliği fark ederek hareket edenleri tanımlamaktadır. Bu sıfat sol içinde küçük bir gruptur. Bu sıfat, bir dönem Sovyetler Birliğinin genişleme politikalarında da kullanılmıştır. Sovyet emperyalizmi, Uzakdoğu’da, Üçüncü Dünya ülkelerinde ve Afrika’da kendisine bağlı Batı’ya karşı desteklediği “ulusal kurtuluş hareketleri“ni öne çıkarmıştır.  Ancak, bu hareketler ne ulusal, ne de milli idi. Bir emperyalizme karşı ama diğer emperyalizmin taşeronluğunu yapmaktaydı. Milli bir hareket emperyalizmler arasında tercih yapamazdı.

Buradan bir toplantıya gelmek istiyorum. Bu hafta İstanbul ve Kültür Üniversitelerinin ortaklaşa düzenlediği “Uluslararası Anayasa Kongresi” yapıldı.  Bazı tarafsız yerli ve yabancı isimlerin dışında, dün aşırı solda ve bugün liberal yönde devşirilenlerle İslâmi görünümü kullananlar arasında bir ittifak ortaya çıktı. Birçok gerekli STK ve öğretim üyesine davet yapılmadı. Tarihi salondaki hava, genelde Milli Mücadeleye karşı mandacı, teslimiyetçi, işbirlikçi dedelerinin izinde gidenleri görüntülüyordu. Sanki dünü yaşar gibi oldum. Bugün kullanılan malzeme, anayasa değişiklikleri yoluyla ülkeyi geriye, Sevr şartlarına döndürmektir. Bu bir dev sivil darbedir.

12 Eylül’e karşı olmak, izlerini silmek, hak ve özgürlükleri genişletmek ile Cumhuriyete savaş açmak ve onun kuruluş amaç ve iradesini dışlamak farklı şeylerdir. Bunlar birbirine karıştırılmamalıdır. Anlaşılan şikâyetlere rağmen, tepki anayasacılığı devam edecektir. 

Anayasa’daki gerekli değişikliklere kimse itiraz etmiyor; ama bazılarının niyeti farklı… Zihinleri Türk düşmanlığı, Cumhuriyet ve milli devlet karşıtlığıyla şartlanmış olanlar, bu değişiklikleri kullanmaktadırlar. Onlara göre, ilk üç madde değişmeli, milli kimliği ve milliyeti ifade eden sözde ırkçı kelimeler çıkmalı, millet halka dönüşmeli, egemenliği belirleyen şartlar devletten alınıp paylaştırılmalı ve devredilmelidir. STK ile hiç ilgisi olmayan, bir malzeme gibi kullanılan eski bir genel başkan, yeni bir devlet imar ve inşa etmekten bahsetti. Kürtlerin ve Alevilerin ötekileştirildiğini söyledi. BDP propagandası yaptı. Bir hukuk derneğinin temsilcisi de Anayasayı kurucu meclis yapsın, laiklik ve ilk üç madde kaldırılsın deyiverdi. Önemli olan, herkes kendi fikrini ifade ederken İstanbul Üniversitesinin saygınlığının zedelenmemesiydi. Maalesef o köklü, ciddi, ağırlığı, geleneği olan ve örnek alınan kuruluş yıpratıldı.

Kanalistanbul

İnsanlar genel yapıları nedeniyle alıştıkları düzenin değişmesini pek istemezler. Ancak içinde bulunduğumuz zaman dilimi, sürekli değişimi öngörmektedir. Çoğalan yeni bilgiler, ivmesi sürekli artan teknolojiler sonucu gündemimize giren yeni ürünler yaşantımızı etkilemekte ve  devamlı değişime neden olmaktadır. Bu durum giderek daha da hızlanmaktadır.

Her çağda olduğu gibi günümüz toplumlarında da,  yeni gelişmelere daha kolay uyum sağlayabilmek için  öngörüsü güçlü liderlere ihtiyaç vardır.  Liderler, çevrelerine farklı bakabilen  ve geleceği  doğru okuyabilen, ileri görüşlü kişiler arasından çıkacaklardır.

Elbette yeni öngörülerin, tasarıların, sunumların ve tekliflerin, uzmanlarca  çağdaş bilimsel  kurallar  içinde  tüm  yönleriyle sorgulanması, irdelenmesi, incelenmesi gerekmektedir.

Ancak öneri sahibine ya da mensup olduğu siyasi partiye karşı olduğu için, onların her önerisine hiç bir araştırmaya gerek duymadan karşı çıkmak doğru bir yöntem değildir.

Anında öneriye karşı çıkmak, kötülemek, suçlamak hatta hakarete varan eleştirilerde bulunmak, sağlıklı bir yaklaşım değildir. Karşı görüşler bilimsel, çağın normlarına uygun ve yapıcı alternatifler içermelidir.

Her nedense ülkemizde yenilikler hep engellenmek istenmiştir. Kanalistanbul projesi açıklandığında işleri güçleri sabahtan akşama her gün belli bir görüşü ve onun liderini kötülemek olan bazı yazarlara gün doğmuş  anında yeni projeye ipe sapa gelmez nedenler ileri sürerek karşı çıkmışlardır. Oysa projenin  iki yıllık ön  hazırlık ve etüd dönemini içerdiğini, nedense gözardı etmişler ve görmezden gelmişlerdir.  

Allah’tan vatandaşlarımız sağduyularıyla hep yenilikçilerin yanında yer almıştır. Geçmişte de benzer durumlar yaşanmıştı.  Boğaziçi Köprüsü’nün yapımı projesi gündeme geldiğinde, o zaman da muhalifler ve karşıt görüşte olan yazarlar, hiç bir araştırmaya gerek görmeden, teklif sahiplerini yalnız  zenginlere, araba sahiplerine    yönelik hizmet  yapmakla suçlamışlardı. Yoğun olarak projeden vaz geçilmesini ve Zap Suyu’na köprü yapılmasını önermişlerdi.

Oysa köprü yapılmıştır. Bilindiği gibi ihtiyacı tam karşılayamadığı için ikinci köprü de yapılmıştır. Üçüncüsü de gündemde bulunmaktadır. Televizyon önemli bir gecikmeyle (dünyada ilk düzenli tv yayını BBC tarafından 1936 yılında başlatılmıştır) gündemimize gelmesine rağmen, aynı “istemiyoruzcular”ın güçlü tepkisine neden olmuştu.  Televizyonun gereksiz olduğu, yerine bütün köylere radyo dağıtılmasının daha faydalı olacağı öne sürülmüştü. Aynı zihniyetin karşı çıkışlarıyla yol yapımları, baraj yapımları da türlü bahanelerle engellenmek istenmiştir.

Ancak milletimiz kendisine özgü sağduyusu ile hep yenilikçilerin yolunu açmıştır.

Büyük tasarıları başarmak, büyük devletlerin işidir. Türkiye’mizde büyük bir devlettir.

Kanalistanbul hiç kuşku yok ki uzun süre tartışılacaktır. Doğrusu da budur. Projenin uzmanlarca bilimsel düzeyde her yönüyle  tetkik edilmesi gereklidir. Mutlaka  göze çarpan hatalar, rahatsızlık veren bölümler uyumlu ve yapıcı alternatiflerle düzeltilecek ve  zenginleştirilecektir.

Kişisel görüşüm, Kanalistanbul projesine   hesapsız ve kitapsız, “bu tasarı bize ait değildir, top yekûn kötülenmelidir ve red edilmelidir” diye karşı çıkanlara  milletimiz gene hiç prim vermeyecektir.

Milletimiz duyarlıdır. Yapımında yarar gördüğü ve milli menfaatlere uygun olduğuna inandığı takdirde, bu projeye destek verecektir.  

Kamuoyunun yeterli olarak aydınlanabilmesi için bu büyük projenin temel dayanaklarının detaylı olarak açıklanması, hiç kuşku yok ki çok önemli gelişmelere neden olacaktır.

 

36. Şura’nın Ardından

Aydınlar Ocağı Dernekleri 36. Büyük Şura Toplantısı 28 Ocağın katılımıyla Ordu İlimizde 29-Nisan/ 01-Mayıs 2001 tarihleri arasında Ordu Aydınlar Ocağı Başkanı Av. Tevfik Karabulut’un ev sahipliğinde gerçekleştirildi.                                                                                                                

Trabzon’dan itibaren doğu Karadeniz bölgemizi gezmiş olmama rağmen Ordu İlimizi Aydınlar Ocağı’nın 36.Şûrası vesilesiyle görme ve gezme fırsatını yakaladım.                                                    

Türk Hava Yollarının TK 2806 sefer sayılı 29 Nisan 2011 Cuma günü sabah saat 07.35 uçağı ile Atatürk Hava Alanından Samsun-Çarşamba Hava alanına doğru saatinde uçuşa başladık. 1225 Km.lik mesafeyi 1 Saat 25 Dakikada kat ederek rahat bir yolculukla Çarşamba Hava alanına ulaştık. Türk Hava Yollarının uçuş güvenliği ve hizmet kalitesi beni daima kendisine yönlendirmiş ve tercih sebebim olmuştur. Türkiye’nin önemli bir kuruluşu olan Türk Hava Yollarının özelleştirme adına satılmak istenmesine gönlüm ve aklım ermemektedir.                                                                       

Bu güne kadar özelleştirme adına yapılan satışların ülke ekonomisine ve toplum yararına olmadığına hep şahit olduk. Son zamanlarda yapılan özelleştirmelerde önce Türkiye Cumhuriyeti yasalarına kurulmuş şirketler tarafından Türk ve Müslüman isimli şirket hissedarlarınca değerinin altında satın alınmakta ve aradan geçen kıssa bir zaman sonra özelleştirmeden satın alınan bu Devlet ve Millet malları büyük kârlarla yabancılara satılmaktadır. Özelleştirme şartnamelerini hazırlayanlar ve bu satış sürecine dahil olan siyasiler önce satın alanların emanetçi olabileceklerini öngörmemiş olmaları mümkün değildir. Petrol Ofisinin özelleştirilmesi. Tekelin özelleştirilmesi ve diğerleri aynı akıbeti paylaşmış ve burada zarar gören Türk ekonomisi ve milli menfaatlerimiz olmuştur.          

Süt, yoğurt gibi temel gıda maddesi üreten firmalar yabancılaşırken bundan içtiğimiz su da nasibini almıştır. Bir deyim vardı “Mezarımı ben satıyorum, kefenimi eller” işte şimdi olan budur.    Hiç kimse bunun bilimsel tarifini yapmaya kalkmasın. Aklı olan her kesin gözleri önünde bunlar cereyan etmektedir. Özelleştirdikleri hiçbir şey Milletin yararına tecelli etmemiştir. Yapılan özelleştirmeler daima şaibeli olmuştur.                                                                                                            

Ordu Kültür Sanat Merkezi Küçük Salon’da yapılan ilk günkü toplantının açılış konuşması ev sahibi Ordu Aydınlar Ocağı Başkanı Av. Tevfik Karabulut tarafından yapıldı. Av. Tevfik Karabulut’un konuşması ardından söz alan Aydınlar Ocağı Genel Başkanı Sayın Prof. Dr. Mustafa E. Erkal gündem değerlendirme konuşmasının ardından Şura gündemine geçildi. Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Orman Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Oğuz Kurdoğlu; “Hidro Elektrik Santralleri (HES) ve Çevresel Etkileri” sunum ve izahatları doğu Karadeniz bölgemizde “bir parmak bal için bir çeki odun çiğneme” keçiboynuzu örneğinde olduğu gibi, az bir gelir için telafisi imkânsız çevre katliamına dikkat çekti.                                                                         

Prof. Dr. Orhan Değer ise ” GDO’lu Ürünler ile Fruktozlu Şeker’in İnsan ve Toplum Sağlığına Etkileri” konulu bilgilendirme sağlığımızla uluslar arası düzeyde nasıl oyun oynandığını gözler önüne serdi. Şuranın takip eden ikinci gününde İlahiyatçı-Hukukçu-Yazar Ahmet Tekin “Günümüzde Misyonerlik ve Misyoner Faaliyetleri”, Doç. Dr. İbrahim Tellioğlu “Karadeniz Bölgesinin Kültürel Dokusu”, Prof. Dr. Nedim İpek “Osmanlı Dönemindeki Karadeniz Bölgesinde Nüfus Hareketleri”, Prof. Dr. Cevdet Yılmaz “Karadeniz Bölgesinde Kırdan Kente Göç Sürecinde Etkili Olan Faktörler ve Sonuçlar” konusunda tebliğlerini sundular.                                                                                          

“36.Şura Sonuç Bildirisi” Basın ve yayın organlarının iştirakiyle 01 Mayıs 2011 Pazar günü saat:11.00 de Atlıhan Oteli konferans salonunda Aydınlar Ocağı Genel Başkanı Sayın Prof. Dr. Mustafa Erkal tarafından sunuldu.                                                                                                                      

Ordu şurasının son günü 1 Mayıs 2011 Pazar günü Ordu merkezi ile Boztepe’yi birleştiren havaî hat “”Teleferik” için kılavuz tel çekimine tanık olduk. Boztepe teleferiği Ordu turizmine katkı sağlayacağına inanıyorum. Ordu Belediye Başkanı Sayın Seyit Torun’un gayretli çalışmalar sergilediği ve toplum tarafından sevildiğini görmek Ordu için bir kazançtır.                                                                 

Ordu izlenimlerimiz kısaca bundan ibarettir. Sağlıcakla kalın. Saygılarımla.                       

             

Belde–i Tayyibe

0

İstanbul, hem hakkında hadis-i şerif söylenen bir şehir, bir başkent, bir payitahttır. Yeni Roma’nın yani Osmanlı Devleti’nin başşehri, başkentidir.

İstanbul, hem de ayette atıfta / göndermede bulunulan, ayette zikredilen bir dünya şehridir. Bir dünya güzelidir. Bir  “Dünya Cenneti”dir.

Sebe’ suresinin 15. ayetinde geçen  “Belde-i Tayyibe”  terkibi ve tamlaması  “Güzel Şehir”  demektir. Aynı zamanda İstanbul’a işaret etmektedir.

Çünkü, “Belde-i Tayyibe”nin ebcet karşılığı, yani kelimelerini teşkil eden harflerin rakam değeri 857’dir. Bu, İstanbul’un fetih / alınış tarihi olan Hicri 857 tarihini gösteriyor. Ki Miladi karşılığı 1453’tür. Ve hepimizin bildiği İstanbul’un fetih ve zapt ediliş tarihidir.

İstanbul’un fethine işaret eden, bu fethin gerçekleşmesini isteyen hadis-i şerif hepimizce malumdur. Hadis, İstanbul’u fethedecek büyük komutanı ve şanlı askerini övmektedir.

Hepimizin ezbere bildiği manası; mealen ve serbest olarak şöyledir:

“İstanbul muhakkak / elbette fethedilecek, alınacak. İslam’a kazandırılacaktır. İstanbul’un fethini gerçekleştirecek olan komutan ne güzel, ne büyük bir komutan; askeri ise ne güzel, ne şanlı bir askerdir.”

Bir bakıma hadisi, şöyle de anlamak mümkün:

     “Ne mutlu İstanbul’u alan komutana.”
     “Ne mutlu O’nun askerine.”

O gün bugün; İstanbul göklere uzanan minareleri, semaya yaydığı Ezan-ı Muhammedileri, kubbeler altında secdeye varan insanları, mübarek güvercinleri, Osmanlı Devleti’yle yaşıt heybetli çınar ağaçlarıyla; İslam’ın bir serhat şehridir.

İstanbul’un hem Hz. Peygamber’in hadisindeki övgüye mazhar olması; hem de ayette “Belde-i Tayyibe” / “Güzel Belde”  denilerek zikredilmesi ve güzelliğiyle anılmasının çok hikmetleri, incelikleri, sırları vardır. Tarih açısından bunlardan biri de şudur dersek yeridir:

Hadisin övgüsüne mazhar olan, yani bizzat Hatemü’l – Enbiya Hz. Muhammed tarafından sena edilen O zata olan bakışımız; müspet ve olumlu olmalı. İnde’n-Nebi, Nebi katındaki kıymetini iyice anlamalı. Öylece değerini bilmeli.

Aynı şekilde O’nun hakkında, kem sözlerden kaçmalı. İndallah, Allah katındaki kıymetini  iyice anlamalı. Onun hakkında nasıl konuşmak gerektiğine de, çok dikkat etmelidir.

Kısaca, ona dil uzatmamalı. Zahire / dış görünüşe bakıp, batını / içi hakkında na-seza / uygunsuz sözler sarf etmekten içtinap edip kaçmalı.

Asrın Alim’i, O’nu zikredip andığı zaman  “Hazret-i Fatih Sultan Mehmed”  diyorsa, artık bizlerin O’na nasıl hitap etmemiz lazım geldiğini güzelce kavramamız icap eder.

Bu hitap tarzları, ayette İstanbul’a atıfta bulunuş, bir vesileyle İstanbul’a işaret ediş,  bizleri yine uzun uzun düşündürmeli.

O zatın yani Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri’nin kişiliğine, sultanlığına, devletini idare ediş keyfiyet, usul ve tarzına nasıl bakmamız gerektiği hususlarını da doğru yere oturtmalıyız.

Dolayısiyle, O’nun şahsında Osmanlı Devleti’nin her bakımdan meşruiyetinin farkına varmalı.

Osmanlı Devleti’ne bakışımızı yeniden tazelemeli. Tekrar gözden geçirmeli. Yanlış düşünce ve yorumlarımız varsa, hemen düzeltmeliyiz.

Fatih Sultan Mehmed Han’ın şahsında, Osmanlı Devleti’nin Hz. Peygamber gözündeki değerinin bilincinde olmalı. Allah katındaki kıymet ve derecesini çok iyi bilmeli.

Velhasıl, bu konularda artık kendimize bir çeki düzen vermeliyiz.

  

Allah Korkusu/Takvâ (3)

-Cehennemden korunma, Cennete kavuşma yolu-

Takvâ, kalpteki bir melekedir. Bir insanın iyi ve güzel işler yapabilmesi kalpteki takvâ ile ilgilidir.  Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Gerçekten vücutta bir et parçası vardır. Bu et parçası sağlıklı olduğu zaman, tüm vücut sağlam olur. Bu bozulunca tüm vücut da bozulur. Dikkat edin, bu et parçası kalptir.” (Buhârî, İman, 39)

Takvâyı elde etmenin birinci yolu, Allah’a imanla birlikte Allah’ın kitabına iman ve onu düşünerek okumak, anlamak ve hayatımıza uygulamaktır: “Biz onu böylece Arapça bir Kur’an olarak indirdik ve onda korkulacak şeyleri, ikazları türlü şekillerde açıkladık. Umulur ki onlar (bu sayede) ittika ederler (korkup sakınırlar) ya da Kur’an onlar için öğüt olarak düşünme (yeteneğini) oluşturur. (Taha, 20/113) Kur’an, kalplerde takvâya engel olan problemleri giderir; o, gönüllere şifa kaynağıdır: “Ey insanlar, Rabbinizden size bir öğüt, gönüllerdekine bir şifa ve mü’minler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir.” (Yûnus, 10/57)

Takvâyı kazanmanın ikinci yolu hidayete bağlı olan Allah’ın ihsanı (bağışı) dır. Hidayet olmadan takvâ olmaz: “Hidayeti bulmuş olanlara gelince, (Allah), onların hidayetlerini arttırmış ve onlara takvâlarını vermiştir.” (Muhammed, 47/17) Hidayet, şahsi bir çaba göstermeyi ister. Bu şahsi gayreti Kur’an şöyle bildirir: “Bizim uğrumuzda gayret gösteren, cihad edenleri, biz şüphesiz hidayette kılarız, onlara yollarımızı gösteririz.” (Ankebut, 29/69)

Takvâyı elde etmenin yollarından biri de oruç tutmaktır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur: “Ey iman edenler, sizden öncekilere farz kılındığı gibi oruç, size de farz kılındı. Umulur ki takvâya ulaşırsınız.” (Bakara, 2/183) Oruç, nefse hoş gelen dünyevî lezzetlere galip gelmenin aracı olduğundan, en önemli ittika vesilesi ve takvâ okuludur.

Resûlullah (s.a.s.), Ramazan ayı içinde yapmamız gereken öyle sünnetler bırakmışlardır ki, bunların hepsi de takvâya ulaşmak için gereken önemli hususlardır. Allah Resûlü (s.a.s.), bu ay içerisinde çok Kur’an okumayı bize sünnet kılmıştır. Bilindiği gibi Kur’an okumak, takvâya varabilmenin yollarından biridir. Allah yolunda infakı sünnet kılmıştır. Aynı şekilde infak da Bakara suresinin ilk ayetlerinde açıklandığı gibi bizi takvâya ulaştırır. Ramazan’ın son on gününde itikâfa girmeyi bize sünnet kılmıştır. Bu da takvâya götüren vasıtadır. Ramazan ayını ibadetlerle en iyi şekilde değerlendiren kimse, takvâya ulaşmış ve kurtuluşa ermiş olur.

 Takvâya ulaşmak için, haramları terk etmek ve farzları ifa etmek daha sonra da nafilelere devam etmek gerekir. Namazların sünnetleri başta olmak üzere nafile namazlar, özellikle teheccüd namazı, zikir, tefekkür, sadaka gibi şeylerle takvâ sağlanabilir. “Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan rabbinize kulluk/ibadet edin ki takvâ sahibi olasınız” (Bakara, 2/21) ayet-i kerimesinde belirtildiği üzere Allah’a kulluk maksadıyla yapılan tüm ibadet ve tâatler, kişinin takvâ yolunda ilerlemesini sağlar.

Farzlar, sünnet ve nafilelerden daha öncelikli ve ehemmiyetli olduğu gibi; haramları terk etmek, günahlardan sakınmak da farzlardan öncelikli ve daha önemlidir. Takvâ yolcusu bir Müslüman; kesin olarak açıkça belli olan haramları terk eder, hükmü kesin bilinmeyen şeylerden de uzaklaşır. Çünkü o iş, yasak ihtimali olan şüpheli bir şeydir. Şüpheli şeyleri terk etmek ise takvâdır. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurur: “Şüphesiz helal bellidir, haram bellidir. Her ikisinin arasında şüpheli olanlar vardır ki insanların çoğu bunu bilmezler. Kim şüpheli şeylerden sakınırsa dinini ve şerefini korumuş olur.” (Buhârî, İman 39; Müslim, Müsakat 107)

Kalbi yumuşatıp takvâya müsait hale getirmek için; akraba, eş-dost, hasta, fakir ve kabir ziyaretleri yapmak en verimli ilaçdır. Gülmeyi azaltmak ve Allah korkusundan dolayı ağlamayı çoğaltmak da takvâya vesiledir. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Çok gülmeyin, çünkü çok gülmek kalbi öldürür.” (Kütüb-i Sitte, hadis no: 7281, c. 17, s. 584) Kişinin kendisini ilgilendirmeyen, gereksiz, faydasız şeyleri (mâlâyâni) terk etmesi de takvâdandır. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.); “Kişinin mâlâyâniyi (kendisini ilgilendirmeyen faydasız şeyi) terk etmesi, güzel müslüman olduğunun (takvâ sahibi olduğunun) delilidir (Tirmizî, Zühd 11; İbni Mace, Fiten, 12) buyurmuştur.

Özbekistan Seyahati Notları

Kavak ve Hızlı Gelişen Orman Ağaçları Araştırma Müdürlüğü’nün Türk İş Birliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı (TİKA) desteğiyle Özbekistan’da yürüttüğü Kavakçılığı Geliştirme projesi kapsamında Müdürlüğümüz uzmanlarınca çalışmalar yapılmaktadır. Proje ile Özbekistan’da Sermerkant yakınlarında Canbay Orman fidanlığında Türkiye’den götürülen kavak klonlarıyla deneme kurularak, hızlı gelişen, yöreye uyumlu klonlar bulunması, fidanlık ve ağaçlandırma tekniği konusunda teknik işbirliği yapılması planlanmıştır.

Bu kapsamda ilki 2010 Nisan ayında ikincisi bu yıl Mart ayında Özbekistan seyahatleri gerçekleştirdim.  Bu seyahatlerde çalışmanın yanı sıra gittiğimiz şehirleri ve civarını tanımaya,  görmeye gayret ettik. Özellikle son gezimizle ilgili gözlemlerimi aktarmaya çalışacağım.

İstanbul- Taşkent seferleri Türk Hava Yolları ve Özbekistan Hava Yolları  tarafından haftanın beş günü  yapılmakta 4,5-5 saat kadar sürmektedir. 22 Mart 2011Akşam saat 21:30 da serin  ve yağmurlu bir günde yola çıktık. Yarı uyur, yarı uyanık bir yolculuk sonunda mahalli saat 06:00 Taşkent hava alanına ulaştık. Ülkeye daha girişte bir beyanname doldurarak, yanında bulunan eşyalarını, paralarını beyan ediyorsun, belgeyi iyi saklamak zorunda olduğumuz ifade ediliyor. Ayrıca ülkenin en büyük para birimi 1000 som = 0,40$=  60 krş paraları ancak çantada taşıyabiliyorsun. Ayrıca resmi kur 1$ 1600 som, karaborsada 2400 som olduğundan herkes dolar bozdurmak için karaborsayı tercih ediyor.

Orada bizi Özbekistan TİKA Koordinatörlüğünden görevliler karşıladı ve otelde birkaç saatlik dinlenmeden ve TİKA ofisindeki toplantıdan sonra Semerkant’a gitmek üzere yola çıktık. Orada şehirler arası yolculuklarda ucuz ve hızlı olduğu için taksiler tercih ediliyor. 300 km, 4-4,5 saatlik yolculuk için taksinin aldığı toplam ücret 80 bin Som (33 $ = 53 TL), kişi başı 20 bin som, bize göre çok ucuz sayılır. Ancak herhalde kıştan yeni çıkıldığından olmalı,  yollar yer yer çok bozuk olduğundan yorucu bir yolculuk sonucu akşam saatlerinde Semerkant’a ulaştık. Semerkant şehir merkezinde küçük şirin bir otel olan Tumaris’e yerleştik. Çorba ve Şaşlıkdan (şiş kebap) oluşan oraya göre hafif sayılacak bir akşam yemeği sonrasında hemen dinlenmeye çekildik.

24 Mart Perşembe gününden itibaren Semerkant’ta proje konusu çalışmalara başladık. Çalışma yeri fidanlığı ziyaretimizde daha önce yapılması gereken hazırlıkların hiç başlamadığını, yapılan eğitimlere rağmen çalışmalarda hala geleneksel yöntemlerine devam ettiklerini gördük. Dileğimiz proje çalışmalarıyla birlikte anlayışın değişmesidir.

Semerkant; Cihan imparatorluğu kuran Timur’un anıt mezarı, medreseler, türbeler, Uluğ bey rasathanesi, İmam Buhari türbesi, geniş yolları, parklarıyla yeşillikler içinde çok eski bir Türk şehridir. Şehirde eski ve yeni camiler olmakla birlikte yüksek minare olmadığından, sayılarıda az olduğundan ilk bakışta göze çapmamakta, ancak arandığında bulunabilmektedir. Ayrıca haporlör kullanımı yasak olduğundan ezan sesine hasret kalınmaktadır. Şehir içinde ana yollar bakımlı, ancak mahalle aralarında yollar köstebek yuvası gibi. Bizdeki gibi seçimle gelen belediye başkanı yok, yerine bizdeki vali karşılığı hakim adı verilen yönetici şehirdeki imar dahil her işten sorumlu.

25 Mart Cuma, yağmurlu bir gündü, Cuma namazını İmam Buhari’nin kabrinin de bulunduğu külliyedeki camide kıldık. Külliye birkaç yıl önce restore edilmiş, geniş bahçesiyle çok güzel olmuş. Her zaman ziyaretçilerle dolup taşıyor. Cuma namazı için yer bulamayız diye biraz erken gittik ancak belki havanın yağışlı olmasından camii tam dolmadı. Cemaatin çoğu yaşlı kişilerdi, gençlerin azlığı, ülke geleceği için umut karartıcı.

26 Mart Cumartesi günü Canbay Fidanlığı çalışanlarının geleneksel nevruz kutlama gününe katılarak, eğlencelerine ortak olduk.

27 Mart Pazar günü Semerkant’a yaklaşık 300 km uzaklıktaki Buhara şehrini ziyaret ettik. Rusların en son işgal ettiği Buhara Hanlığı merkezi olan şehir, birçok dini ve tarihi esere ev sahipliği yapmaktadır. Son yıllarda çok hızlı restorasyon ve imar faaliyetleriyle şehir gerçek kimliğine kavuşturulmaya çalışıldığını gördük.

İlkönce Şahı Nakşbend Hz türbesi, mescidi, müzeyi ziyaret ettik, külliye oldukça iyi restore edilmiş, çok sayıda ziyaretçi vardı, mescidinde şükür namazı kıldık, dua ettik, duygulu anlar yaşadık.  Daha sonra şehir merkezinde yeni yapılan büyük bir parkta yapılan ağaçlandırma faaliyetini, gördük, fidanların Belçika’dan 2 milyon Euroya alındığını öğrendik.

Şehir surları, İsmail Samani türbesi, halen eğitim faaliyetine devam eden Miri Arap Medresesi, Khan Camii, Kalyan minaresi, sonrasında iç kale’yi (Han sarayı) gezip incelemekten büyük memnuniyet duyduk. Yine 4 saatlik yorucu yolculuk sonrası Semerkant’a döndük. Semerkant’ta proje çalışmalarından fırsat buldukça çevreyi ve şehirdeki eserleri ziyaret imkânımız oldu.

Semerkant’ta görülmesi gereken yerler arasında  Registan Meydanındaki üç Medrese, Uluğ bey medresesi ve rasathanesi, Şahı Zinde Türbesi (Sahabe türbesi ), Bibi Hanım Camii, Amir Timur türbesi, Daniel Peygamber türbesi, İmam Maturidi türbesi, tarihi çarşı görülmeye değer. Eserlerin tamamı ve çevreleri restore edilmiş, temiz düzenli halde muhafaza ediliyor.

Amir Timur’un türbede yattığı, ve gerçek mezarı ancak 1941 yılında Rus arkeologlarca belirlenmiş. O yıllarda mezarı açılarak geçici bir süre için kemikleri incelenmek üzere  Moskova’ya götürülmüş. Rehberimiz İlham beyin bu konuyla ilgili anlattıkları çok ilginçti. Mezar açılma işlemi sırasında türbe yakınında oturan iki yaşlı adam, heyetin Özbek görevlisine mezarın kesinlikle açılmamasını, aksi halde büyük felaketlerin yaşanacağını söylerler. Ancak her şeye rağmen mezar açılır ve o gece Almanya Rusya’ya saldırır.

Türbede Timur İmparatorluğu’nun batı sınırlarının İstanbul dahil bütün Osmanlı topraklarını da içerdiğini gördük. Aslında Yıldırım ve Timur’un Ankara savaşı Osmanlıyı gerilettiği ve belki cihan imparatorluğunu 40-50 yıl geciktirdiği tarihi bir gerçek.  İmam Maturidi türbesi de başka bir ziyaret yeri, komünizm döneminde çok sayıda evliyanın da bulunduğu mezarlık yok edilip, yerleşime açılmış, bağımsızlıktan sonra imam Maturidi’nin yattığı kısım ve civarı temizlenip bir türbe yapılmış, çevresi de park haline getirilmiş.

Ülkede ağaç dikme çalışmalarına önem veriliyor. Ülkenin bağımsızlığının 20. yılında 20 milyon fidan dikilmesi hedeflendiğini ve çalışıldığını öğrendik. Ancak ağaçlandırmalarda sulama yapılması mecburiyeti, su kaynaklarının yetersizliği aşılması zor bir engel olarak görülüyor. Gezimiz sırasında 40 yaşlarında ancak yaz mevsiminde halen sulanan karaçam ormanını da gördük. Ayrıca tarım arazilerinde iklim gereği sık sulama ihtiyacı, salma sulama yapılması hem su israfına hem de toprakta tuzlanmaya sebep olmaktadır. Ayrıca bilindiği gibi Aral gölüne dökülen nehirlerin suyunun ulaşamaması, gölün küçülmesine dolayısıyla bir çevre felaketine yol açmaktadır.

30 ve 31 Mart proje ile ilgili çalışmalarımızı tamamladık. 1 Nisan Cuma günü yine taksiyle Taşkent’e döndük. Taşkent geniş yolları, parkları ile modern bir kent görünümünde. Çok eski bir kent olmakla birlikte, günümüze kadar ulaşabilen çok az eser bulunmaktadır.

Özbekistan’daki dostlarımızı çok samimi davranışları, misafire saygısı, ikramı çok sevmeleriyle her zaman hatırlayacağız. Ruslardan miras kalan votka sevgisinin de yavaş yavaş azaldığını memnuniyetle gördük.  2 Nisan günü sabah erken saatlerde beş saatlik yolculuğun ardından devamlı hatırlanacağımız dostluklarla ülkemize döndük.

 

İmam Buhari Türbesi (Semerkant

İmam Buhari Türbesi (Semerkant

Şah-ı Nakşibendi Türbesi

Şah-ı Nakşibendi Türbesi

Buhara’da yeni düzenlenen şehir parkı.

Buhara’da yeni düzenlenen şehir parkı.

Buhara Miri Arap Medresesi

Buhara Miri Arap Medresesi

Buhara Han Sarayı (İç Kale)

Buhara Han Sarayı (İç Kale)

Emir Timur Türbesi

Emir Timur Türbesi

Registan Meydanı

Registan Meydanı

İmam Maturidi Türbesi

İmam Maturidi Türbesi

Buhara Khan Camii ve kalyan minaresi

Buhara Khan Camii ve kalyan minaresi