24.1 C
Kocaeli
Cuma, Ekim 3, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1119

Meclise Giriş Sınavı (MGS) Soruları

Şu sıralar ÖSYM’nin yaptığı YGS, KPDS, LYS gibi çok sayıda sınavların gündemde olduğu bir dönem. Meclis’e girecek vekillerimize de Meclise Giriş Sınavı (MGS) yapılması halinde sorulabilecek bazı sorular elimize geçti. Sorular açık, cevaplar için şifre yok. Gönül rahatlığıyla, kopya çekmeden sizce doğru cevap şıklarını seçebilirsiniz:

•1-    AK Parti İstanbul Milletvekili Hakan Şükür, “tutuklu milletvekillerinin” durumunu nasıl değerlendirdiğinin sorulması üzerine “Gündemi takip edemedim. Bunun değerlendirmesini bizim büyüklerimiz, bakanlarımız, tecrübeli büyüklerimiz yapıyordur” dedi. Bu cevabı nasıl değerlendirirsiniz?

  • a- Acemi siyasetçinin yediği “dakka bir gol bir” durumudur.
  • b- Milletvekili her konuyu bilmek zorunda değildir. Hakan Şükür cevabı ile haddini bildiğini göstermiştir.
  • c- Bu kapasitesi ile milletvekili olmak istediği için haddini bilmediği ortaya çıkmıştır.
  • d- Liderlerin seçtiği milletvekili kalitesini göstermektedir.
  • e- Her millet layık oldukları tarafından yönetilir.

•2-    CHP‘den 2 milletvekili Ergenekon Davası sanığı olarak, MHP‘den 1 milletvekili Balyoz davası sanığı olarak, BDP‘den 5 milletvekili KCK davası sanığı olarak tutuklu. Hatip Dicle milletvekili seçilme yeterliliğine sahip olmadığı için YSK tarafından vekilliği iptal edildi. Sizin için hangi seçenek en doğrudur?

  • a- Seçilmiş olanlar milli iradenin üstünlüğü ilkesine göre tutuksuz yargılamaya devam etmeli. Milletvekili görevlerini eksiksiz yapabilmelidir.
  • b- Hatip Dicle mahkûm olduğu için milletvekili seçilme yeterliliğine sahip değildir. Diğer vekiller hükümlü değil, henüz sanıktır. Kaçma şüphesi de kalmamıştır. Dicle haricindeki tutuklu vekiller tahliye edilmelidir.
  • c- Ergenekon ve Balyoz sanıkları rejime karşı eyleme yani darbeye teşebbüs etmiştir. Bunlar şahsen seçilmemiş, CHP ve MHP listelerinin ön sıralarına konulduğu için seçilmiştir. BDP’li vekiller tahliye edilmeli, diğerlerine milletvekilliği kapısı açılmamalıdır.
  • d- Sabahat Tuncel‘i hapishaneden çıkarıp milletvekili yapılmasını takdir edenlerin, CHP ve MHP’li tutuklu milletvekillerine tahliye kararı verilmemesini istemesi bölücülere gösterilen hoşgörünün, ulusalcı/milliyetçilerden esirgenmesidir.
  • e- Cevabım mensup olduğum partiye göre değişir.

•3-     Yeni Anayasa’nın temel ilkeleri hangisi olmalıdır?

  • a- Siviller yapsın, kısa olsun, ilk üç madde dâhil hepsi değişsin. Yeter ki değişsin.
  • b- Devletin temel nitelikleri değişmesin, kişi hak ve özgürlükleri gelişsin. Hiçbir etnisite veya dini inanışa özel kolektif hak verilmesin.
  • c- Öncelikle devletin temel nitelikleri değişsin. İlk üç madde ve Türklük kavramına yer veren maddeler kaldırılsın. Etnik kimlikler ve dini inanışların oluşturduğu topluluklar kendi özyönetimlerini kursun. Devlet federatif (hatta konfederatif) bir yapıda olsun.
  • d- Mevcut Anayasa korunsun, kişi hak ve özgürlüklerini artıran düzenlemeler yapılsın. Ama öncelikle Siyasi Partiler Kanunu ve Seçim Kanunu daha demokratik hale getirilsin.
  • e- Başkanlık sistemine geçilsin. Eyaletler iç işlerinde bağımsız olsun. Fakat Başkanlık yetkilerini sınırlayan kontrol sistemleri kurulsun.

•4-    TESEV, Cengiz Çandar’a “PKK dağdan nasıl iner?“konulu rapor hazırlattı. Bu raporda Öcalan ile yapılan müzakere süreci anlatılmakta. Buna göre süreci Başbakanın yalanlamasına rağmen Hükümet yürütüyor. “PKK, ‘demokratik özerklik’ adı verilen bir çeşit konfederasyon öneriyor.

“2005’e kadar askerlerin yürüttüğü görüşmelerden bu tarihte askerler çekiliyor, onun yerine hükümetin de onayıyla MİT devreye giriyor. 2010’da MİT Müsteşarlığına Hakan Fidan’ın atanması sonrası, Öcalan’la görüşen ekibe çeşitli bakanlıklardan üst düzey temsilciler de dâhil oluyor. Bu halen süren bir görüşme süreci.”

Bu haberin yorumu için aşağıdakilerden hangisi doğrudur?

  • a- Bu görüşmeler devlet tarafından yapılıyor, hükümet görüşme yapmıyor. Açılım, Öcalan görüşmelerine bağlı değil. Hükümet, Kürt vatandaşlarının inkâr edilen haklarını veriyor. Bu haklar verildikçe terör zayıflar.
  • b- Devlet terörle mücadeleden vazgeçti. Hükümet terör örgütü lideri ile müzakere yapıyor. Teröriste silahla kazanamadığını O’nun silah gölgesinde yürüttüğü müzakere ile vermek, TC devletinin yenildiğini kabul etmesi ve ülkenin bölünmesi demektir. Devlet önce terörle mücadele etmeli. Terör örgütü silah bırakmadan görüşme yapmamalı.
  • c- Kürtler bölünmeden bir arada yaşamanın şartlarını ortaya koydu. Devlet geçmiş günahlarından özür dilemeli. Kürtlerin kendilerini yönetme talebine karşı koymamalıdır.
  • d- Kürtlerin temsilcisi BDP değildir. AKP, Kürt oylarının çoğunu almıştır. Din kardeşliği kapsamında bir arada yaşamanın formülünü ortaya koyacaktır. Yerel yönetimlerin daha özerk olduğu bir yönetim ile “tek devlet, tek bayrak, tek vatan” formülü yaşatılabilir.
  • e- Hükümet ayrılıkçı Kürtleri şımarttı. Habur‘da yaşananlarla başlayan açılım süreci, Onları “bağımsızlık” ideallerine varabileceğine inandırdı. Cin şişeden çıktı. Ülkenin bölünmesi ve ABD desteğinde “Kürdistan” kurulması kaçınılmazdır.

Meclis’e gidip yemin edecek olan milletvekillerimizin bu ve benzeri sorulara verecekleri cevaplarının (hem de gerekçeleriyle) hazır olması lazım. İster vicdanlarına, isterse parti büyüklerine sorarak bu cevapları hazırlasınlar. Çünkü biz vatandaşlar olarak hep buna benzer soruları soracağız.

Dakka bir gol bir” durumuna düşmekten daha beteri, ülkenin ve milletin bölünmesine hizmet etmektir. Ülkenin bekası ve gelişmiş büyük bir Türkiye ideali için milletvekillerimizin basiretine ve dirayetine çok ihtiyacımız var.

 

“Gayrıdır Her Milletten Bu Bizim Milletimiz”

0

 

Kainatta müsavat / eşitlik yok, adalet vardır. Ve asıl olan da adalettir. Adalet ise her şeye ve herkese layık ve lazım olduğu ihtiyaç ve kabiliyetleri vermek demektir.

Milletler maden gibidirler. Her birinin ayrı bir misyon ve fonksiyonu vardır.

Çiçeklerin dünyası gibi kavimler de rengarenktir. Her biri bahar için lazım olduğu gibi, her kavim de bu dünya için gereklidir. Fakat aralarında keyfiyet ve içerik farkı vardır.

Hep bir Yaratan’ın kulu olmaları bakımından birbirlerine karşı böbürlenemezler. Hepsi yaratılışlarında olan kabiliyetleri göstermekle mükelleftirler.

Bir binada, eşik taşına da, kubbede yer alacak taşa da ihtiyaç vardır. Milletler de öyle; Medeniyet binasının yükselmesinde çeşitli yerlerde görev yüklenirler.

Çiçekler baharı teşkil ettikleri gibi, milletler camiası da medeniyet aleminin oluşmasında gerekli yeri alırlar.

Bazı milletler; çiçekler içinde Gül misali, çok farklı bir keyfiyet arz eder.

İşte Türk Milleti çiçekler arasında Gül gibi tarih boyunca ayrıcalıklı bir durum göstere gelmiştir.

Bundan dolayıdır ki, yazdıklarımız ancak böyle bir düşünce çerçevesinde bir anlam taşımakta olup, bu manada yorumlanmalıdır.

Yazdıklarımız yersiz bir gurur için değil; tarihi bir tespit; ilmi bir tahkik; tefekküri bir anlayış için kaleme alınmış hususlardır.

Çünkü: “Kavmiyeti tel’in ediyor / lanetliyor Peygamber.”

Türklerin geçmişte olduğu gibi, gelecekte de etkin rolleri olacak. “İslam garip geldi, garip gidecek.” Meal ve anlamındaki meşhur sözde zikr edildiği üzere, Türkler, Araplara halef olarak başlangıçta dünyayı şaşırttığı şekilde; ahir zamanda yine cihanı şaşırtacak ve hayrette bırakacak bir büyük hamlenin sahibi olacaklar.

İşte bu manadır ki, Allah tarafından Türkiye’nin maddi ve manevi muhafaza ve korunmasını sağlıyor ve hatta İslam Alemi’nin de her şeye rağmen manevi bir himaye altında tutulmasını gerektiriyor. Daha doğrusu istikbal için, el altında tutulmasını temin ediyor.

Emin olun ki, Avrupa ve Batı Dünyası, özellikle son otuz yılda teröre, dıştan ve bilhassa içten verdiği her türlü desteğe rağmen Türkiye’nin ayakta kalışından şaşkın ve hayretler içindedir. Onun içindir ki, bükemediği eli öpme manasında yüzümüze gülmeye başlamış, son zamanlarda yaptığı gibi, meydanlarda alamadığını masada almanın hin oğlu hinliği içinde sahte bir munislik maskesini takınmakta gecikmemiştir.

Velhasıl bu vatan, bu millet ve bu devletin, indallah kıymet ve makbuliyetinin işaretlerini manevi cenahta görmüş olan manevi rical de, eserlerinde bu millete, bilvesile temas etmekle bu gerçeği göstermişler ve bu ilahi hakikate dikkat çekmişlerdir.

Vereceğim birkaç yorumsuz örnekle yazımı noktalıyorum:

“Rüyamda bu ulu zatın (Muhiddin-i Arabi’nin) bana seslenerek: ‘Beni Anadolu çocuklarına ve halkına tanıt, ben onları severim, vaktiyle o diyarları da ziyaret etmiştim. Mevlana gibi bir talebem vardır.’ Diye seslenmesi.” (Muhiddin-i Arabi, Fütuhat-ı Mekkiye, Tercüme: Selahaddin Alpay, İstanbul – 1977, s: 6)

Yunus Emre’nin bu millete özel bir bölüm ayırması:

 

               “Gayrıdır her milletten bu bizim milletimiz

                 Hiç dinde bulunmadı din ü diyanetimiz

 

               Bu din ü diyanette yetmiş iki millete

               Bu dünya ol ahrette ayrıdır ayatımız

 

               Kimin sözün kim bile akıl ermez bu hale

               Yarın anda bell’ola Müslüman Mürtedimiz

 

               Yunus canın yenile kim dostluğun anıla

               Aşk ile dinler isen bilesin kudretimiz”

 

(Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre, Hayatı ve Bütün Şiirleri, Altın Kitaplar, İstanbul – 1981, s: 270)

Mevlana hazretlerinin Türk’ü vasf etmesi:

“Ne mutlu o Türk’e, yani kamil insana ki, çekinmeden, korkmadan konuşmasına devam eder ve atını ateşle dolu hendekten sıçratıverir. Yani ölümü göze alarak çok tehlikeli bir iş olan hakikatleri söylemeyi başarır…. Kamil insan bir işte sebat edince, ayak direyince, yokluktan pişmanlık baş göstermez. Çünkü, Allah’ta fani olmuş, yokluk manasına ulaşmış bir velide pişmanlığın yeri yoktur.” (Konularına Göre Açıklamalı Mesnevi Tercümesi, 3.- 4. cilt, Tercüme: Şefik Can, İstanbul – 1997, s: 286)

 “Fakat her insanın evveli, iptidası (başlangıcı) şekildir, surettir. Ondan sonra can gelir, gönül gelir ki, o da, insanın iç yüzünün kemali ve güzelliğidir.

“Her meyvenin iptidası şekilden, suretten başkadır. Ondan sonra onun tadı, lezzeti gelir. Lezzet onun manasıdır.

“Önce çadır bulurlar, kurarlar da, sonra Türk’ü oraya misafir ederler.

“Ey Hakk Aşıkı, kendi maddi şeklini, suretini sen çadır, mananı da Türk olarak kabul et; yine mananı kaptan, şeklini de gemi olarak düşün!” (a. g. e. s: 56)

Bediüzzaman Said Nursi’nin “Türk”ü vasf etmesi:

“Efendiler! Ben, her şeyden evvel Müslümanım ve … (Şarkta) dünyaya geldim. Fakat Türklere hizmet ettim ve yüzde doksan dokuz menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş ve en sadık ve en halis kardeşlerim Türklerden çıkmış ve İslamiyet Orduları’nın en kahramanı TÜRKLER olduğundan, Meslek-i Kur’aniyem cihetiyle,

Her milletten ziyade Türkleri sevmek ve taraftar olmak kudsi hizmetimin muktezası (gereğidir)…. mevkuf (tevkif edilmiş) olan civanmerd ve muhterem Türk gençleri ve ihtiyarları içinde öyleleri var ki; onların bir tanesini, kendi milletimden yüz adama değiştirmem. İçinde öyleleri var ki; on sene bana zulüm eden memurlara, beş seneden beri onların hatırları için,  zalimlere bedduayı bıraktım. Ve onların içinde öyleleri var ki; ali (yüksek) seciyelerin (ahlakın) en halis nümunelerini (örneklerini) o alicenab  (yüksek ahlaklı) TÜRK arkadaşlarda kemal-i hayret (büyük bir hayret) ve takdirle gördüm ve Türk Milleti’nin sırr-ı tefevvukunu (üstünlük sırrını) onlarla anladım.” (Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayatı, Haz.: Hey’et, Envar Neşriyat, İstanbul – 1996, s: 228-229)

“Türkler hakkında sena-i Peygamberi muhakkaktır. Birkaç yerde Türklerden ehemmiyetle bahsetmiş. Hadis var…. manası hakikat ve Türk Milleti’nin sena-i Peygamberiye mazhar olduğu hakikattir. Bir nümunesi Sultan Fatih hakkındaki hadistir.” (Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası II, İstanbul – 1996, s: 37-38)

İşte bütün bu vasıflar gösteriyor ki:

“Rahmet-i İlahiyye’den ümid kesilmez. Çünki: Cenab-ı Hakk, bin seneden beri Kur’anın hizmetinde istihdam ettiği (hizmet ettirdiği) ve ona bayraktar (önder) tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini muvakkat (geçici) arızalarla İnşallah perişan etmez (yani etmeyecek). Yine o nuru ışıklandırır (yani ışıklandıracak) ve vazifesini idame (devam) ettirir (yani ettirecek).” (Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Envar Neşriyat, İstanbul – 1996, s: 327)

Türk Milletine Dualarımız

 

YÜCE ALLAHIM, BÜYÜK ALLAHIM Türk Milletini, Türk Yurtlarını koru. Düşman şerrinden sakla Türk’ü yiğitlikle daim et. Türk’ü erlik davasıyla yaşat. Türk’ü gerçekçi yap. Türk’ün gönlüne her şeyden önce hatta kursağına ekmek koymadan önce Türklük sevgisini koy. Türk’ü ideal ile yaşat ve ideali hakikat yapmaya çalışsınlar. Törelerini canları gibi saklat. Türk’e zevk ve rahat verme, bilakis zahmete alıştır. Zahmetle yürekleri, bedenleri demir olsun. Bu sayede onlara yüksek çalışma kudreti ver. Türk’ü faal, cevval et. Türk’e değişmez bir seciye ver zamanla seciye değişmesin, sadece tekemmülle tadilat görsün.

Milli kuvvet, namus, ahlak, azim, sebat, ideal Türkçülük ruhu, yurt severlik, ilim, intizam, beden kuvveti ve zenginlik hâsıl olduğundan Türk’e bunları ver. Türk’ten hırsız, namussuz türerse hemen kahret Türk’e benlik, hem de yüksek bir benlik ver. Türk nefsine itimat sahibi olsun. Türk’ü muhakemeli, ciddi adam olarak yarat. Hissiyatına kapılıp, öfke ile ayaklanmasın. Birden barut gibi parlamasın. Daima soğukkanlı olsun. Türk’ü her milleten cesur yarat, öç almayı Türk asla unutmasın. Namussuz bir tek Türk yaratacağına, dünyayı yık daha iyi. Ne kadar korkak Türk varsa hepsini helak et. Türk her şeyi mukayese etsin, yalnız akıl ve mantık denen şeylere bırakma onu. Sabırlı derde dayanıklı olsun, iradesi çelik gibi olsun.

Dönek Türk yaratma, Türkleri maymun iştahlı yapma. Türk daima ihtiyatlı adım atsın. Kimsenin tatlı diline inanmasın. Çalışma zekâdan üstün bir kıymet olduğundan Tanrım sen Türk’ü çalışkan et. Türk’ün ömrü çalışma ile geçsin, ona daima çalışma aşkı ver. Hele el birliği ile çalışmayı adet etsin. Tembel Türk’ü hemen öldür. Türk’e her milletten üstün zeka ver. Zeka ve çalışma ikisi bir arada olunca Türk’ün önünde durulmaz. Milli büyüklüğün tek şartı yüksek ideal buna alışmak içinde yüksek ahlak, fedakârlık ve sebat lazım olduğundan, Türkleri ahlaklı, sebatlı ve fedai kıl. Tanrım Türkleri birleştir ve her şeyden evvel ruhları birleşsin. Onları tek bir kafa gibi birleştirici kültür sahibi et. Türk’ü töresine sahip kıl. Türk budunu, atalar töresi asırların tecrübesi ile husule gelmiş, büyük bir hikmettir. Tanrım bizi töreye dokunmadan ve dokundurmaktan saklasın.

Türk Milletini lafçı değil, elinden iş gelir insanlar et. Bir şey söylemek vazife yapmak değildir. Onu fiilen yapmak ve yaptırmanın vazife olduğunu beyinlerine sok. Allah’ım sana hepsinden çok yalvardığım şudur, Türk’ü dalkavukluktan kurtar. Dalkavukçuluk ve emsali vasıtalarla zengin olmaktan koru. Türk’e kötü para hırsı verme, dalkavukları yok et. Türk aile töre ve disiplini her şeyden evvel koru. Türk toprağında hürler yaşasın, adaletten başka bir şey hüküm sürmesin. Sen Türk’e tabii şeylere tabiata karşı sevgi ver. Türk Yurdunda yoksulluk o kadar azalsın ki, fakirlik suç sayılsın. 

Türk’e insaniyetten evvel Türk Milletini düşündür, insanların insaniyet dedikleri şey göz boyamak için icat edilmiş bir boyadır. İnsaniyet maskesi taşıyan öyle milletler vardır ki maskelerinin altında canavarlar yaşar, insaniyetini gören olmadı. Tanrım Türk’e sağlam sürekli irade ver güçlüklerle de sabrını tahammülünü aynı zamanda gayretini artır. Ona esas seciye olarak vazife muhabbeti ve mesuliyet duygusu ver. Mesuliyeti Türk yurdundan eksik etme en büyük kuvvetin Türklük olduğunu, Türk’e öğret.  

Türkçe konuşan, Türk’e yurtluk etmiş olan yerleri kıyamete kadar Türk’ün hükmü altında bırak yüce Allah Türk Milletini korusun ve yüceltsin.

Seçim Sonuçları: Ak Parti ve Diğerleri (2)

0

 

Bu seçimde CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun gayretini takdir etmeliyiz. Seçim sonuçları ile seçim sürecini kıyaslayınca; Osman Bölükbaşı’nın Kayserililere; ‘Hemşerilerim, hemşerilerim! Samanınız çok ama daneniz hiç yok!’ deyişini hatırlıyorum. CHP açısından sonuçlar, seçim sürecinde yazılan, çizilen ve söylenenlerle paralellik arz etmedi.

Seçim sürecinde sesi çok çıkan CHP ve destekçileri, sandıktan aynı sonucu elde edemedi. CHP’nin seçime farklı fikir ve mizaçların koalisyonuyla gittiğini ve henüz değişimin başında olduğunu dikkate aldığımızda, bu yeni dönemde iç meselelerle uğraşmaktan, iç disiplinini tesis etmiş etkin bir muhalefet gücünü kısa vadede ortaya koyamayacağı anlaşılıyor. Bu durum seçimden başarılı çıktı sayılması gereken CHP’yi seçimin kaybedeni yapması işten bile değil.

Kılıçdaroğlu’na, yeni CHP’yi kurması için zaman tanımak gerektiğini düşünüyorum. Yeni politika ve o politikayı içselleştirmiş bir parti oluşturmak için zamana ihtiyaçları var. CHP’nin yeni liderinin enerjisinin bu işe yeterli olacağı anlaşıldı. Sorun; teşkilatların statükonun etkisinden çıkamayışında ve yeni politikaları içselleştiremeyişinde.

Sosyal demokrat partiler ve paralelindeki örgütler ile medya, şimdiye kadar sağ siyasileri küçük göstermede hep etkili olmuşlardı. Bu sefer tam tersi bir durum yaşandı. AK Parti, Kılıçdaroğlu’nun proje ve vaatlerini küçümsemede çok etkili oldu. Adını, çarkçı Kemal’e çıkardılar. Demirel’in vaatleriyle özdeşleştirdiler. Kılıçdaroğlu’nun,”benim adım Kemal ben yaparım” deyişi de AKP’nin elini güçlendirdi. Kendine cesaret vermek için bu söylem bir iç ses olarak kullanılabilirdi ama dış ses olunca iş değişti.

MHP, seçimin tek kaybedeni. Türkiye’de olduğu gibi Manisa’da da kaybetti. ‘Kabahat, samur kürk olmuş kimse giymemiş’ misali, Devlet Bahçeli seçim akşamı yaptığı yazılı açıklamada, yine başkalarını suçladı, nerede hata yaptık demedi, bir özeleştiri yapmadı.

MHP, bu günlere Devlet Bahçeli’nin liderliğinde, stratejik hatalar rekoru kırarak geldi. Bahçeli, 1999 genel ve yerel seçimindeki % 18’lik payı; siyasal konjonktürün ve Başbuğ’un cenazesindeki tablonun, sağ seçmendeki etkilerinin bir yansıması olarak değerlendirmedi. Kendi başarısı olarak gördü ve bunu, otoritesini partiye hâkim kılmak için kullandı. Demokrat, şeffaf ve sevecen bir lider olmak yerine; otoriter, gizemli ve donuk olmayı tercih etti.

DYP ve Refah dinlensin deyip bir sağ koalisyon fırsatını elinin tersiyle itti. Rahşan Ecevit’in hakaret dolu açıklamalarına rağmen DSP ile koalisyonu tercih ederek çıktığı iktidar yolculuğunda, 28 Şubatçıların yol haritasını izlediği bu dönem; -istişare kaynağı meçhul-‘3 Kasım’da Seçim’ kararına kadar tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. Sandıkta kalınca, Genel Başkanlıktan istifa erdeminde bulunarak Türkiye’de bir ilki başlattı. Açtığı kapıdan gidenler, Türkiye’nin demokrasi tarihinde yerini aldılar ama o, istifasını geri alarak siyaset ömründeki ilklere bir yenisini daha ekledi.

27 Nisan 2007’den 12 Haziran 20011’e kadar olan dönemde; Cumhurbaşkanlığı seçimindeki 367 dayatması ve başörtüsü konularındaki olumlu politikalarını, AK Partiye muhalefet adına CHP paraleline kaydırdı ve parti felsefesini, Türkiye’de iktidarı belirleyen seçmen kitlesinden uzaklaştırdı.

-12 Eylül Halk Oylamasında, seçmeni serbest bırakmayıp tabanın bölünmesine zemin hazırladı, evet oyu veren ülkücüleri aşağıladı, statükodan yana tavır geliştirdi.

– 12 Eylül Halk Oylaması ve 12 Haziran seçimleri öncesinde, Fetullah Gülen’e cephe almakla siyaseten intiharını gerçekleştirdi.

– Tek seçicilik yetkisini kullanmada subjektif ölçüleri esas aldığını başkanlık divanı ve aday listeleriyle gösterdi.

-Türkiye’nin sorunları karşısında; Vatan, Millet ve Bayrak söyleminin ötesinde somut fikir ve düşünce gerçekleştiremedi. Seçmene, endişe ve korku salarak etkilemeyi tercih etti.

MHP, kitleleri yönlendirecek politikalar üretemeyince; kitleleri parmağında oynatan AK parti, MHP’nin politika alanını elinden aldı. Bu alanı yöneterek MHP’nin etkin gücünü kırdı, karizmasını çizdi. Meclis dışında kalmamasını ama Meclise onuru kırık ve etkisiz bir güçle girmesini sağladı.

Barajı aşamayacaklar söylentisi ve kasetler, başlangıçta MHP için önemli bir mağduriyet oluşturmuş ve MHP yelkeninin çok iyi rüzgâr almasını sağlamıştı. İktidar bu gelişmeyi zamanında fark etti. Medya ve etkili çevreler, MHP’nin baraj sorunu yok demeye başladı. Gerçeğin kerhen de olsa teslimi, MHP’ye yönelişi durdurdu. Gayrı ahlaki saldırı ve tuzakların MHP kadrolarında yarattığı öfke, önce sükûnete ve daha sonra mahcubiyete dönüştü. Taban heyecanını yitirdi, yeni bir heyecan dalgası yaratılamadı. Kaset operasyonu MHP’nin konumunu ayarlamada son derece etkili kullanıldı.

İşte bu nedenlerle % 13lük oy oranı MHP’nin siyasetinin olumlu yansıması olarak görülemez. Bu oylar, kör âşıkların ve MHP felsefesinin Meclis dışında kalmasına gönlü razı olmayanların oyudur.

Her şeyden öte MHP seçmene ne demişti? “Ses ver Türkiye!” Bu çağrının özünde ne yatıyordu? ‘Vatanın bölünmez bütünlüğü tehlikede, bağımsızlığımız elden gidiyor, bölünüyoruz. Bu gidişe dur de!’ Peki, seçmen ne dedi ve bunu neden dedi? İzninizle onu da müteakip yazımızda paylaşalım.

Tarihten ve Günümüzden Türk Dünyası Esintileri -5 Ahıskalı Türkleri

Kıpçak Türklerinin önemli bir kolu olan Ahıskalı Türkleri, günümüzde Gürcistan sınırları içerisinde bulunan ata yurduna M. Ö. 4. yüzyılda gelip yerleştiler. 1268’de İlhanlı Devleti’nin hakanı Abaka Han’ın desteğini alarak Atabeylik şeklinde bağımsız bir devlet kurdular. Sonraki dönemlerde Osmanlı Türkleriyle iyi ilişkiler içerisinde bulundular. Tarih boyunca Türklerin hep yanında yer aldılar. Savaşlarda silâh arkadaşı, barışta can dostu oldular. Yavuz Selim’in doğu seferlerinde destekçisi oldular.

Ahıska Atabeyliği 308 yıl hüküm sürdükten sonra, 1578 yılında, savaşsız olarak Osmanlı hâkimiyetine girdi. Ahıskalıların İslâmiyet’le gönüllü olarak şereflenmeleri de bu yıllardadır. Ahıskalılar 250 yıl boyunca Osmanlı Devleti’nin yönetiminde en huzurlu ve en güvenli ortamda, mutlu bir hayat yaşadılar.

1500’lü yıllarda Altın Orda Devleti’nin yıkılmasından sonra Ruslar Kafkaslara inmeye başladılar. Rusların Kafkaslardaki ilerlemeleri 300 yıl sürdü. 1800’lü yıllarda saldırılarını hızlandırdılar. Ahıska topraklarına ilk saldırı 1807 yılında oldu. 21 yıl boyunca Ahıskalılar ata yurtlarını, erkeği-kadını, çocuk yaşta olanlarla geçkinler, tek vücut hâlinde kahramanca korudular.

28 Ağustos 1828’de Ahıska, Rusların eline geçti. O tarihten 15 Kasım 1944 tarihine kadar 116 yıl Rus zulmünde yaşadılar. Bu yıllarda bir kısım Ahıskalılar, Osmanlı topraklarına göç ettiler.

15 Kasım 1944’te Sovyetler Birliği’nin Gürcü asıllı kanlı kızıl diktatörü Stalin, bölgede kalan son Ahıskalıları topyekûn sürgüne gönderdi.

Sürgündeki Ahıskalı Türkler; 15 ayrı devletin 265 farklı şehrinde, 4.264 adet değişik yerleşim biriminde hayatta kalma mücâdelesi veriyorlar. Yayın organlarında yer alan gayrı resmî bilgilere göre; Rusya Federasyonu’nun 28 ayrı yerleşim biriminde 70.000; Kazakistan’da 145.000, Azerbaycan’da 80.000, Kırgızistan’da 57.000, Özbekistan’da 30.000, Ukrayna’da 18.000, ABD’de 12.000 olmak üzere yaklaşık 450.000 Ahıskalı Türk, bulundukları yerlerde azınlık konumunda yaşamaktadır.

Stalin’in sürgüne gönderdiği diğer Müslüman Türklerle Çerkezler, Abazalar, Çeçenler… gibi akraba toplulukların hepsi, ata yurtlarına dönme hakkına kavuştular. Yalnızca Ahıskalı Türklerden bu hak esirgendi. Gürcistan’a dönebilen çok az sayıda Ahıskalı, ata yurtlarında, Rus zulmünü andıran baskılar altında hayatta kalma mücâdelesi veriyor.

Gürcü yöneticiler, Ahıskalılardan, Türk ismini bırakmalarını, Gürcülere mahsus isimleri kullanmalarını hatta açıktan söylenmese de Hıristiyan olmalarını istemektedir.
Asırlardır Türk ve Müslüman kimlikleriyle yaşayan Ahıskalı kardeşlerimizin, millî ve mânevî değerlerine bağlılıkları, pek çok insanı gıpta ettirecek derecede kuvvetlidir. Baskılara boyun eğip kendi değerlerinden vazgeçmeleri mümkün değil.
Hâlis Türk

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra gezip dolaşma imkânı bulduğum Türk yurtlarında, yeri geldiğinde, kendisinin Türk olmadığını, Azerî, Özbek, Tatar, Kırgız, Kazak vs. olarak vasıflandırdığı milletten olduğunu iddia eden çok sayıda Türk’le konuştum. Yalnızca Ahıskalıların Müslümanlıklarını hamd ile, Türklüklerini gururla söylediklerine şâhit oldum. Hattâ onlar, ‘Ahıska Türkü’ denilmesinden de rahatsız olduklarını belirtiyorlardı. ‘Siz ne kadar Türk’seniz, biz de o kadar Türk’üz. Siz ne Türkü iseniz, biz de o’yuz’ diyorlar.
Ahıskalı Türklere olan sevgimi bilen dostlar, Akmescit’te, Kazan’da, Kiev’de, Bakû’de, Odesa’da, Taşkent’te… tanıdıkları Ahıska Türkleriyle beni bir araya getirdiler. Hepsinde aynı hasletleri; ruh asâletini, kalp ve beden temizliğini, samimiyeti, dürüstlüğü, inançta şaşmaz kaviliği ve dolayısıyla öz değerlerine bağlılığı gördüm. Bulundukları bölgede azınlık konumunda yaşıyor olmalarına rağmen Ahıskalı Türkler kadar kendileri olarak kalabilen, kültürel asimilasyona (hiç ama hiç etkilenmeden) karşı koyabilen çok az insan gördüm.

Ahıskalı Türkler, bin yıllar geçse de öz benliklerinden hiçbir şey kaybetmeyecekler. Fakat kendilerine bir gün bile gecikmeden ata insanca yaşama hakkı tanınmalıdır. Herkes, bu hakkı tanımayı, insanlık borcu olarak kabul etmeli, kul hakkı olduğuna inanarak ödemeye çalışmalıdır.

Bu gün Ahıska Türklerine sâhip çıkamazsak, yarınlarda Anadolu’daki insanlarımıza sahip çıkabileceğimizden endişe edilir. Can kardeşlerim Ahıskalıları, en kalbî duygularla selâmlıyorum.
Irak Türklerinden Mektup Var

Arap ülkelerinde devrim rüzgârı esmeye başladı. Bu rüzgâr Irak’a sıçradı. 25 Şubat 2011 günü Irak’ta haksızlığa karşı yolsuzluğa karşı protesto gösterileri yapılma kararı alındı. Cuma günü Başşehir Bağdat’ta dev bir gösteri yapıldı. Bu arada Kerkük’te de yapıldı. Fakat Kerkük’teki etnik gruplar olarak Türkmenler ve Kürtler şehirde bir kargaşa olmaması için gösterilere katılmayacaklarını siyasî temsilcileri araçlığıyla açıkladılar.

Kürtler Kerkük’e beş bin peşmerge gönderdiler. Gerekçe ise göstericiler şehirde devlet dairelerini ve Kürt bürolarını yakacaklarını iddia ettiler. Bu arada Kürtler Türkmenleri yanlarına almak için görüşme trafiği başlattılar. Peşmergeler, Kürtlerden önce Türkmenleri koruyacağını ifâde ettiler. Fakat Türkmenler peşmerge güçlerinin ne olduklarını bildikleri için hiç tatmin olmadılar, hemen geçilmelerini istediler.

Araplar ‘Arap feryadı’ adı altında ve peşmerge güçlerinin hemen Kerkük’ten çekilmesi için bir protesto gösterisi düzenleme kararı aldılar. Şehirde durum daha da karıştı. Herkes gösterilerin yapılmasını bekler iken emniyet güçleri şehre, bomba yüklü dört aracın girdiğine dair ihbar aldıklarını açıkladı. Bu sebeple sabah saat 6.00 ile akşam 01.00 arasında sokağa çıkma yasağı konulduğunu ilan etti. Araplar ise bu karara uyacağını basın toplantısı araçlığıyla bildirdiler. Böylece gösteri tehir edildi.

Genel tablo şöyle: Şayet Kerkük’te bir kargaşa ortamı yaşanırsa, Kürtlerin dayanacağı gücü var. Araplar da aynı güce sâhipler. Fakat Türkmenlerin hiçbir gücü, yardım isteyebilecekleri hiçbir kişi ve makam yok. Kerkük’teki durum bundan ibarettir. Irak’ta 1300 yıldır devam eden Türk varlığı her an sone erebilir.
Türkçenin Dünyadaki Yeri

Dünyanın ilk dili ve alfabesinin; ‘Mu dili ve alfabesi’ olduğu söylenir. Yaklaşık 100.000.000 civarındaki bir insan kitlesi bundan 70.000 yıl evvel sadece, Mu dilini konuşuyordu. Mu alfabesinin Maya, Mısır ve Uygur alfabesiyle benzerlikleri, Mu insanlarının Türk olduğunu ve bu alfabenin ilk Türkçe alfabe olduğunu gösteriyor. O halde diyebiliriz ki; dünyanın ilk dili Türkçe idi. Günümüze baktığımızda dünyada yaklaşık 5.000 dil konuşuluyor. Bu diller elbette ki birbirine bağlantılı olarak bir aile kütüğü oluşturuyor. Yani 70.000 yıl evvel sulara gömülen Mu kıtasından kurtulan insanlar, dünyanın farklı coğrafyalarına giderek orada kurdukları kolonilerde bildikleri dilin yanında, yeni kelimelerle dillerini değiştirmişlerdi. Böylece bugün dünya üzerinde 5.000 civarında dil doğmuş oldu.

6.000.000.000’ı aşkın dünya nüfusun yaklaşık 2.000.000.000’ını oluşturan Çinliler; Çince konuşuyorlar, 1.000.000.000’ı aşkın Hintliler; Hintçe konuşuyorlar. Dünya ekonomisini elinde tutan ABD; dünyanın tamamına yakınını İngilizce konuşmaya zorlamış durumda ve ayrıca 18-19.yüzyıllarda yaptığı sömürgelerle bugün dünyanın 1/3 nü İspanyolcaya bağlayan İspanya’yı da unutmamak gerekir. Bugün Türkçe bu dil sınıflanmasında nerde bulunuyor ona bir bakalım. Ama önce 300.000.000’u aşkın insanın kullandığı Türkçeyi tanıyalım.
Türk dilleri veya Türk lehçeleri olarak Doğu Avrupa’dan Sibirya ve Çin’in batısına kadar uzanan bir alanda ana dil olarak 180.000.000 kişi tarafından, ikinci dil olarak Türkçe konuşulmaktadır.
Türk dillerini diğer dil ailelerinden farklı kılan mühim bir özelliği, konuşucularının uzun süre göçebe olarak yaşamışlığı ve bu yüzden bu dillerin sürekli birbirlerinden etkilenmiş olmalarıdır. Türk dillerinin çok sayıda aynı anlamda kullanılan ortak kelimelere sahip olmalarının yanı sıra cümle yapıları da hep aynı kalır. Bu yüzden Türk dillerinin bir dil ailesi olmadığı, tek bir dilin lehçeleri olduğu görüşü de yaygındır. Türk lehçeleri, Çağdaş Türk yazı dilleri veya Türk dilinin kolları gibi adlandırıldıklarına da rastlayabiliriz.

Aşağıda, Türk dillerinde cümle yapısının aynı kaldığını gösteren örnekler verilmiştir.

Türkiye Türkçesi: Çocuklar okulda dilimizi Latin alfabesi ile yazıyor.
Gagavuz Türkçesi: Uşaklar skolada dilimizi Latin alfavitindä yazêr.
Azerbaycan Türkçesi: Uşaqlar məktəbdə dilimizi Latin əlifbası ilə yazır.
Türkmenistan Türkçesi: Çagalar mekdepde dilimizi Latyn elipbiýi bile(n) ýazýar.
Özbekistan Türkçesi: Balalar maktabda tilimizni Latin alifbosi bilan / ila yozadi.
Doğu Türkistan Türkçesi: Balilar mektepte tilimizni Latin elipbesi bilen yazidu.
Kazakistan Türkçesi: Balalar mektepte tilimizdi Latin alfavitimen jazadı.
Kırgızistan Türkçesi: Baldar mektepte tilibizdi Latın alfaviti menen jazat.
Tatar Türkleri: Balalar mäktäpdä telebezne Latin älifbası bilän / ilä yaza.
Türk dilleri ailesi:

Toplam 40 ayrı dilden oluşan, 300.000.000 kişi tarafından ana dili olarak konuşanı ile Türk dilleri ailesi, Altay dilleri grubunda büyük farkla en büyük dil ailesini oluşturur. yeryüzündeki bütün dil aileleri arasında yedinci büyük dil grubunu oluşturur ve önümüzdeki on yıllar içinde daha da büyüme kapasitesine sahiptir.
Yeryüzündeki büyük dil aileleri:
1- Hint-Avrupa dil ailesi
2- Çin-Tibet dil ailesi
3- Nijer-Kongo dil ailesi
4- Afro-Asya dil ailesi
5- Avustronezce dil ailesi
6- Dravid dilleri ailesi
7- Türk dilleri ailesi (Altay dilleri grubunda)
Türk dillerinin coğrafyası:
Türk dilleri; Doğu ve Güneydoğu Avrupa, Batı, Orta ve Kuzey Asya gibi büyük bir coğrafyaya dağılmıştır. Bu bölge Balkanlardan Çin’e, İran’dan Kuzey Denizi’ne kadar uzanır. Asya’nın yaklaşık 30 ülkesinde en az bir Türk dili, sözünü etmeye değer yaygınlıkta konuşulur. Bunun yanında Almanya’da büyük bir azınlık Türkiye Türkçesini ana dili olarak konuşur.
Büyük Türk dilleri ve anlaşılabilirlik:
Türk dillerini konuşanların dörtte üçü, en büyük üç Türk dilinden birini kullanır:
Türkiye Türkçesi; 74.000.000 kişi ana dili olarak konuşanı vardır. Türkiye, Balkanlar, Batı ve Orta Avrupa’daki ikinci dil olarak konuşanlar ile 80.000.000’u bulur.
Azerbaycan Türkçesi: 50.000.000 konuşucu: Azerbaycan ve Kuzeybatı İran, Gürcüstan.
Özbekistan Türkçesi: 24.000.000 konuşucu: Özbekistan, Kuzey Afganistan, Tacikistan ve Batı Çin.
Bir milyondan fazla konuşucusu olan diğer Türk dilleri:
Kazakistan Türkçesi: 11.000.000 konuşucu: Kazakistan, Özbekistan, Çin, Rusya’da.
Doğu Türkistan Türkçesi: 8.000.000 konuşucu: Çin- Doğu Türkistan’da,
Türkenistan Türkçesi: 6.800.000 konuşucu: Türkmenistan, Kuzey İran’da.
Kırgızistan Türkçesi: 3.700.000 konuşucu: Kırgizistan, Kazakistan, Çin Türkistan’ında.
Çuvaş Türkçesi: 1.800.000 konuşucu: Rusya’nın Avrupa kısmında.
Başkırt Türkçesi: 2.200.000 konuşucu: Başkıristan’da.
Tatar Türkçesi: 1.600.000 milyon konuşucu: (etnik olarak 6.600.000) Merkez Rusya’dan Batı Rusya’ya kadar olan bölgede.
Kaşgay Türkçesi: 1.500.000 konuşucu: İran’ınn Fars ve Çuzistan illerinde.
Güzel Dilimiz Türkçe:
Türkçe, Ural Altay dil ailesi içerisinde Türk dil ailesinin Oğuz Grubu’na mensup lehçedir. Anadolu, Kıbrıs, Balkanlar ve Orta Avrupa’da geniş yayılım alanı bulmuş olup, Türkiye Cumhuriyeti ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin resmî dilidir.
Türkçe; Gagavuzca, Horasan Türkçesi ve Osmanlıca ve birkaç lehçe ile birlikte olarak Altay dil ailesine bağlı Türk dilleri ailesinin Oğuz Grubunda yer almaktadır.
Türkçe Türkiye’nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin resmî dilidir. 1978 yılında Türkçe, Kosova’da resmî dildi. Şu anda sadece Kosova’nın Türk çoğunluğunun yaşadığı bir şehir olan Prizren’de resmî dildir. Diğer bölgelerdeki resmiyeti kaldırılmıştır. Eskiye dönüş için talep ve hazırlıklar vardır.

Divân-ı Lügati’t-Türk, Türk dilini anlatan ve yazılan ilk sözlük eseridir ve Kaşgârlı Mahmud tarafından 25 Ocak 1072’de yazılmaya başlanmış ve 10 Şubat 1074’te bitirilmiştir. Bu kitap içinde şu cümle bulunuyor: ‘Türk dilini öğrenmek çok gerekli bir iştir’. Sözlük, Türkçenin zengin gramer özelliklerini ilk ve en çarpıcı biçimde yansıtır.
Türkçenin kullanım alanını genişleten bir başka Karahanlı Devleti’nin mensubu, ikinci bir Türk ve Türkçe kültür abidesi olan Yusuf Has Hacib’dir. Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig adlı eseri ile Türk dil birliğinin diğer önemli yazılı temelini attı.(1069-1070 yılarında bu Türkçe eseri tamamlandı).

Ahmed Yesevi 12. yüzyılda Türk dilinde yazdığı ‘Hikmet’ adlı şiirleri bir araya getiren Türk tasavvuf edebiyatının bilinen en eski örneklerini içeren kitap ile Türkçenin kullanımını etkiledi.
13 ve 14. yüzyıllarda yaşayan Yunus Emre; Türkçenin, özellikle Türkçe şiir dilinin temel ustası ve abidesi olmaktadır. Yunus Emre’nin edebiyat tarihi bakımından, önemli bir yanı da Anadolu’da, Türkçe şiir dilinin öncüsü olması ve tasavvufî konuları yalın, kolay anlaşılır bir dille söyleyişi sebebiyledir. Şiirlerinin ölçüsü, Türkçenin ses yapısına uygun aruz olmakla birlikte söyleyişi akıcı, sürükleyici bir nitelik taşır. Tasavvufun en güç anlaşılır kavramlarını, Türkçenin ses yapısına uygun biçimde dile getirir, şiirinde duygu ve düşünce birliğinden oluşan bir derinlik görülür.

Hacı Bayram Veli 14 ve 15.yüzyıllarda Anadolu’da yaşayan Türk mutasavvıf ve şair olarak, eserlerini Türkçe olarak yazmakta idi ve Türkçe kullanımını Anadolu’da önemli şekilde etkiledi. HYPERLINK “http://www.efrasiyap77.org” www.efrasiyap77.org internet sitesinden alıntıdır.
Irak Türkmenlerinden olup hâlen Avustralya’da yaşamakta olan 1941 doğumlu edebiyatçı, şair, tiyatro araştırmacısı, yazarı ve aktör SALAH NEVRES’ten iki şiir:
Vatan Bende Yaşıyor / Susuz Kerkük
Kerkük’te göller varmış
Sonagölü Meceboğan Kırkboy
Zamanla kurumuş
Ördekler dağılmış
Şahin eyvah çekmiş
Kumru çile doldurmuş
Gam basmış dert kudurmuş

Kerkük’te
Sular akar gözlerden
Karaincjr Sarıtepe Vakaşa
Benzi sarı
Bahtı kara
Başbaşa…
Kerkük’te
Dehne Bulak Hasa var
Kışın çay gelirdi yağmurdan
Yazın akardı Allahkarı’ndan
Kaynak bozuldu
Su kesildi
Doyum olmadı Altunköprü suyundan
Kerkük çayı Hasasu
Dolmaz oldu tasa su
Tavuğsu Aksu gibi
Batmış aynı yasa su

Artık sular eskisi gibi akmıyor
Bahçe kumu birikmiyor
Kule dibinde
Akıntılar
Kaymak tutmuyor Hasatımarı’nda
Hamam çamuru oluşmuyor gölcüklerde
Yapraktaşı seçilmiyor çay boyunda

Bizimelde üç kaynak var bozulmaz
Akar sızar dökülmez
Alın terimiz: Emeksu
Gözyaşımız: Özlemsu
Yüzsuyumuz: Onursu

Melbourne, 14 Ocak 2002

Baba Gurgur (*)

Ey sırrımı saklayan tarihin meşalesi
Ey tükenmez baharın bizde sönmez lalesi
Sen ey hür güneşlerin ulvî pembe hâlesi
Pembe pembe yaldızla gözlerimin yaşını
Yansıt ey Babagurgur içimin ateşini

Sensiz virânemizde yarasalar uçuşur
Yanerken de kalbimiz ifitil fitil tutuşur
Bizde gâh kumru ağlar gâh baykuş ötüşür
Gâh bakarsın bir ozan geçmişten tele çalar
Bunalır Babagurgur duman duman saç yolar

Geçmişin gözde izi hep sensin ilimizde
Dört hececik adınla ahenksin dilimizde
Ne kalem var ne kılıç ne de mum elimizde
Tasalar hissettirir acı gerçeğimizi
Tanıt ey Babagurgur bize benliğimizi

Sen ey yurdumun yüreği sen azatlık feneri
Saç nurunu kucakla Mendeli (1) Telafer’i (1)
Sen sönmedikçe sönmez gözlerimizin feri
Sen varken ne örümcek serbest işler ağını
Ne de depremler bozar yurdumun kuşağını

Sen ey ulu âbide sen ey mukaddes nişan
Sen ey pembe mehtabı karanlığımı aşan
Ben yanıyorum sen de yan perişan perişan
Yak beni yandır beni niyaz için mum gibi
Aşkın ey Babagurgur üstümde zulüm gibi

(*) Babagurgur: Irak’ın Türkmen şehri Kerkük civarında bir mevkide, asırlar boyu daima yanan bir ateş vardır.
(1) Mendeli ve Telafer: Irak’ın Türkmeneli bölgesinde Türkmen şehirleri

Minberdeki Mustafa Kemal Paşa

0

Mustafa Kemal için uydurmadık iftiralar bırakmayan meczuplara ne yazarsak yazalım; onların mühürlenmiş kalpleri ışık geçirmez. Ama konular hakkında bilgisiz kalan vatandaşlarımı bilgilendirmek ve kapılmaları muhtemel yanlışlardan uzak durmaları için ve halen olan yanlışlardan arınmak için bazı gerçekleri dile getirmeye devam edeceğim.

Bunlardan bir tanesi de Mustafa Kemal’in İslam dini hakkındaki müspet ve doğru düşüncelerini ve fikirlerini yanlış aktarmaları ya da kasıtlı olarak iftiraların düzenli şekilde topluma yansıtılmasıdır…

Tipik bir örnek olduğu için Mustafa Kemal bir cuma namazında hutbe okuyor… Mustafa Kemal minberde…

İşte bunun için yazımızın konusu minberindeki Mustafa Kemal...

Yer; Balıkesir, Zagnos Paşa Camii… Tarih, 7 Nisan 1923…

Türkün atası Atatürk, Cuma hutbesini okumak üzere minbere çıkar ve başlar konuşmaya;

“Ey Millet,

Allah birdir.

Şanı büyüktür.

Allahın selameti, âtıfeti ve hayrı üzerinize olsun.”

Diyerek önce cemaatin sağlık ve saadeti için Allah’ın ismiyle başlayıp onunla bitirir… Ondan iyilik dileklerini belirtmiş, samimi inanç boyutunun işaretini vermiştir. Halkın iyiliği için dua etmiştir minberde…

Ardından Peygamberin görevini hatırlatmıştır…

“Peygamber efendimiz Cenabı Hak tarafından insanlara hakâyık-ı diniyyeyi (hak dinini) tebliğe memur (bildirmekle görevli) resul olmuştur.

Kanun-u Esâsi cümlemizce malumdur ki, Kuran azümişşan dahi husustur. İnsanlara feyz vermiş olan dinimiz, son dindir. Ekmel (mükemmel) dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, hakikate tamamen tevâkuf (uygun, vakıf) ve tetâbuk (tekabül) ediyor. Eğer akla, mantıka, hakikate tevafuk etmemiş olsaydı, bununla diğer kavânin-ı tabiiyy-ı ilâhiye (diğer ilahi kuralların tabiatın özüne) beyninde tezad olması icab ederdi. Çünkü bilcümle kavanin-i kevniyyenin menbai Cenabı Haktır.”

Birkaç kelimesi hariç yaşayan düzgün bir Türkçe kullanılarak dinimizin ne kadar akla ve mantığa dayalı bir inanç sistemi olduğunu beyan ediyor. Eğer akla ve mantığa ters olsaydı o zaman yaratılış kanunlarına ters olurdu, diyor. Çünkü aklı yaratan da Allah’tır. Akılla inanmamızı isteyen de O’dur… O halde dinimizin akli olması kaçınılmaz olduğunu hatırlatıyor…

“Arkadaşlar; Cenab-ı Peygamber iki dâra, iki hâneye mâlik bulunuyordu. Biri kendi ikâmet hânesi eylediği, diğeri din işleriyle iştigal buyurduğu Allahın evi idi. Kendiişlerini kendi evinde görürdü, âmmenin işlerini de Allah’ın evi olan câmi-i şerifte ruyet eylerdi.

Biz de Hazreti Peygamberin usûlune iktida (bağlı olarak) ederek milletimize teallük eden husus için şu beytullahta toplandık.”

Bu satırlardan sonra, konuyu, halkın anlayacağı dilde konuşarak, dinin aydınlatıcı boyutunu anlatmaya başlıyor… Allahın huzuruna varmanın ne demek olduğunu hatırlatarak söze başlıyor; şöyle devam ediyor;

“Şimdi Hazreti Allahın huzurundayız. Bunu bana müyesser eden Balıkesir’in dindar ve kahraman insanlarına arz-ı çok memnun ve bu vesile ile büyük bir sevâbe nâil olacağımı ümid ediyorum.”

Mustafa Kemal’in buradaki vurgusu halkın duygularını paylaşmaya geldiğini ve bunu sağlayan dindar ve kahraman halkın bu özelliklerini ifade ederek Allah’ın kendisine sevap vermesi dileğinde bulunuyor. Bu bir anlamda Allah-kişi ilişkisindeki tevekkülü ifade ediyor.

“Efendiler, Câmiler birbirinizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Her şeyden evvel itâat ve inkiyâd-ı tâmme ile ibadet, din ve dünya için neler yapılması lâzım geldiğini düşünmek için yapılmıştır.”

Burada çok önemli bir vurgu var; kimsenin konuşmadan girip çıktığı, sadece imam efendiye uyarak “iki bağla üç salla, sonra üç bağla dört salla” tekerlemelerini duyup hızla ayrılan mekânlar olmadığını hatırlatıyor. Cami demek cem olmak, toplanmak, olduğunu hatırlatıyor… Camide toplanmanın gayesinin sadece secde etmek olmadığını, toplumsal konuların da tartışıldığı mekânlar olduğunu hatırlatıyor. Düşünceyi ve aklı öne çıkarıyor…

“Millet işlerinde her ferd başlı başına bir hizmet ifâ etmelidir. İşte biz de burada din ve dünya için, istiklâl ve istikbâlimiz için, bilhassa hâkimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşüncelerini anlamak istiyorum. Mal-ı milliye, irâde-i milliye yalnız bir şahsın düşüncesinden değil, bil umum efrâd-ı milletin arzularının, emellerinin muhassalasından ibarettir. Binaenaleyh benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim…”

Gazi Mustafa Kemal Paşa

7 Nisan 1923, Balıkesir,

Zagnos Paşa Camii, Cuma Hutbesi

Milletin her ferdinin bir sorumluluğu olduğunu, üretken olması gerektiğini, işini iyi yapması gerektiğini hatırlattıktan sonra milli geleceğin ve değerlerin selameti için sadece kendi fikirleri ve düşüncelerinin yeterli olmadığını, herkesin düşüncelerini almak istediğini, milli devletin işleyişi hakkında kendisine soru sorulmasını istiyor, halkın konular hakkında neler düşündüğünü öğrenmek istiyor… Halkın konuşmasını, birey olduğunu anlamasını istiyor ve bunu teşvik ederek önemli bir demokrasi örneği veriyor…

Şimdi bu hutbenin taşıdığı önemi ve yüklendiği derin ve geniş anlamı bir kez daha düşünelim. Bugün camilerimizde olup bitenlerle ilişkiler kurarak kıyaslamalar yapılmalı… Aradan geçen bu uzun süreye rağmen aslında çok fazla ilerlemenin olmadığını görmek mümkündür…

Sonuç olarak İslam; dinci yobazların, din tüccarı politikacıların elinde “oyuncak” edilmiş durumda… Devletin kontrolündeki diyanet ve bağlı “cem” mekânları camiler ve oralarda görevliler Atatürk’ün hatırlattığı anlamda bir hutbe okuyup okumadıkları, sosyal yaklaşımlarla olumlu davranışlar sergileyip sergilemedikleri, camiye gidip aklıyla inanan düşünce insanların fikrini sormak gerek… Camilerde Ku’ran unutulup olup olmadığı, yaşanıp yaşanmadığı şüpheli bir seri bedevi hikâyeleri, masalları anlatılarak vatandaşlar uyutulmaktadır… Ayetlerin anlamını aktarmak yerine bilmem kimin kime ne dediği hikâyeleştirilerek aktarılması vatandaşa yanlış bir yönlendirme olmaktadır… Ülkenin meselelerini hiç konu bile etmiyorlar… Cami, siyasetin arka bahçesi olma tehlikesiyle potaya girmiş durumda; din menfaat için, ikbal için kullanılmaktadır…

Sene de bir kez de olsa Mustafa Kemal’in Balıkesir hutbesini bu cami cemaatlerine okunsa ne olur, kıyamet mi kopar? Kopar tabii… Mustafa Kemal düşmanlığı kozu ellerinden alınmış olur; çünkü Mustafa Kemal hakiki Müslüman’dı; İslam dinini, Kur’anı gerçekten biliyordu ve uygulanmasını istiyordu.

Sonuç…

Bir ülkeyi içten sıkıntıya sokmak için iki temel kaynak vardır; din ve etnisite…

Küresel sömürgeciler her zaman bu argümanları kullanırlar…

Küresel emperyalizmin ana hedefi milli inancı yakalamaya çalışan milli güç odaklarını etkisizleştirmek için din motifini kullanırlar…

Unutmamak gereken bir ilke vardır: yıkmak kolay, yapmak zordur…

Türk Milletinin maneviyatı, milli şuuru tahrip edilirse, yozlaştırılırsa çaresizleşiriz…

Milli inanç ve düşüncede olan millici siyasi örgütleri desteklemek gerekir…

 

Gül Bağrına Saplanan Mızrak Yeri

Şafak sükûnetinde Yıldızlar endişeli,

Güneşin doğup, doğmayacağı şüpheli.

 

Uhut Dağı’nda hüzün ve sevinç:

Yenişemeyen pehlivanlar…

Asaletin acısını umursamaz onlar.

Kendinden menkul arzulara takılıp gidenler,

Fayda vermeyecek pişmanlıkları afakı deler.

 

Ben duruyorum dostlar, bakışlarım yerlere takılı.

Dönmeden topuklarımın üstünde, heykel olasım var.

Parmaklarımı taşa, toprağa çivileyesim var.

Burası durak yeri;

Tarihin bir daha kesiştiği,

Gülbağrına saplanan mızrak yeri dostlar…

 

Bir rüzgâr bekliyorum dostlar!

Ya “geriye dön”, ya “ileriye git” diyecek.

Kaderimden bir rüzgâr bekliyorum dostlar.

Mübarek Uhut Dağı’nda:

Tam da yamacın sağında…

Müşrik Halid Bin Velid Tugayı’nın önünde:

Alınyazımdan, çölün kumyalayan bulutlarından.

Sabrıma sabır ekliyorum ekliyorum dostlar.

 

Elimde, kartal tırnağı oklarım

Ve Pompei öfkeli yayım,

İşte orda, o günkü gibi: Uhut’dayım.

Her şey gerçek ve apaçık,

Gökten inen ilahî vahiy kadar.

Yağmaya koşanların okları, terk edilmiş oklar…

Ah yetim oklar… ah işaretim oklar, keşke yaysız uçsalar.

Ecel dolu, bedel dolu sadağım.

Emir gelmeden yerimden kımıldamayacağım.

Ben yalçın kayaya, derin toprağa kök salan sakız ağacıyım.

Çiğnenmekten, tükürülmekten korkmuyorum.

 

Ben duruyorum dostlar, bakışlarım yerlere çakılı.

Dönmeden topuklarımın üstünde, heykel olasım var.

Parmaklarımı taşa, toprağa çivileyesim var.

Burası durak yeri;

Tarihin bir daha kesiştiği,

Gül bağrına saplanan mızrak yeri dostlar.

Çatlasa da dağlar, kefen giyse de bütün sağlar

“Gel” denilinceye kadar yerimden ayrılmayacağım.

Bir iltifat, ikram istemiyorum.

Ben sadece “Gel” denilinceye kadar.

Bu geçidi tutuyor ve koruyorum.

 

Ne Yapmalı?

Büyük mücahit ve Doğu Türkistan davasının savucusu rahmetli İsa Yusuf Alptekin’in oğlu Aslan Alptekin ile Gazetemizin değerli yazarı, kıdemli ve tecrübeli gazeteci Behiç Kılıç Allah’ın rahmetine kavuşmuştur. Yakınlarına sabır ve başsağlığı diliyorum.

Bazı sözde İslami kuruluş ve çevrelerin İsrail ve ABD karşıtı tavır ve davranışları ne kadar samimi ve gerçekçidir sorusu zihinleri hep meşgul etmiştir.  Bilhassa yurtdışındaki bazı İslami kuruluşların yabancı istihbarat kuruluşlarınca değişik şekillerde elde edildikleri ve kullanıldıkları bilinen bir gerçektir.

Mavi Marmara Gemisinin Gazze’ye yardım ulaştırmak için meydan okur gibi korumasız yola koyulması ve iktidarın buna müsaade etmesi, sonucunu bile bile bazı vatandaşlarımızın saldırı sonucunda öldürülmelerine sebep olmuştur. İktidarın  “bizim dışımızda hareket ediyorlar, onlar bir sivil toplum kuruluşudur” şeklindeki beyanlarının doğru olmadığı bugün ortaya çıkıyor. İsrail-ABD ve bizimkiler arasında varılan uzlaşma sonucu Mavi Marmara yola çıkamıyor. Tel Aviv ve Washington Ankara’yı ikna edebiliyor. Sessiz diplomasi yürüyor ve “One Minute”  gösterilerinin arka planı bütün çıplaklığı ile ortaya dökülüyor.

İktidarın ABD’den çok ABD’ci ve ikiyüzlü politikası, Libya’da, Suriye’de ve Irak’taki gelişmeler göz önüne alındığında ülkemize itibar kaybettirmiştir. Haklıdan değil de güçlüden yana ve güçlünün emrinde oluş, komşuları ile “Sıfır Sorun” yaşama hayalini de alt üst etmiştir. Tam tersine komşularımızla dağ gibi sorunlar yaratılmaktadır. Türkiye güvenilir bir komşu ve dost olma özelliğini BOP eşbaşkanlığı ile yitirmektedir.

12 Haziran 2011 Genel Seçimleri sonuçları itibari ile çoğulcu değil; ama çoğunlukçu demokrasiye daha da güç katacağı, milli çıkarlardan çok küresel çıkarlara açık ve hizmet eder hale geleceğimiz anlaşılmaktadır. Seçim sonuçları BOP’un sahibi olanların isteklerine uygun bir tablo doğurmuştur. Orta Doğu’da milli sınırlar demokratikleştirilme bahaneleri ile değiştirilmekte, muhalif gruplara her türlü destek verilmekte ve küresel gücün egemenliği güçlendirilmektedir.

Dernek kurmak yerine parti kuranların, dernekçilikle particiliği birbirine karıştıranların hali düşündürücüdür. %20 oy oranı hayal edenlerin binde altılarda kaldıkları görülmüş, Cumhuriyet için Güçbirliği adayları ise sadece kendi reklâmlarını yapmışlardır. Sonuçta muhalefetin daha da güçlenmesi adeta önlenmiştir. İktidar partisine verilen oylarda Anayasanın nasıl değiştirilebileceği, “Yeni Türkiye” tezgâhları ve ülkeyi bekleyen tehlikeler hesaba katılmamış, belediye hizmetleri ve borçlandırılan geniş kesimlerin iktidar değişmesi ile karşılaşabileceği zorluklar öne çıkarılmış, iktisadi sorunlar unutturulmuştur.

Kaset tezgâhları ile namus tüccarlığı yapılmış ve bugüne kadar görülmeyen çirkinlikler MHP’ye karşı sergilenmiştir. Ülkenin rotasını değiştirtmek için engel görülen her şeyle uğraşılmaktadır.  Böyle bir ortamda muhalefet partilerine düşen görev iyi bir durum değerlendirmesi yapmak ve bugünden faaliyete geçmektir. Seçim propagandasının sadece seçim dönemlerinde yapılması yanlıştır. Sosyal ilişkiler geliştirilmeli ve temsilde ortaya çıkan bazı hatalar düzeltilmelidir.

Dışa kapalılık ve sosyal temas eksikliği giderilmeli, faal bütün sivil toplum kuruluşlarına uygun şekilde yaklaşılmalı, faaliyetlerine katılmalı, davetlere gereken cevap verilebilmelidir.  Milli ve dini gün ve aylarda,  mahalli kurtuluş ve törenlerde etkin bir şekilde yer alınmalıdır. Aynı fikre sahip olanlar birbirine rakip olmaz; ancak birbirini tamamlar. Önemli olan karşı fikirlerle mücadele etmektir. 

İç sahada oynama ve birbiriyle uğraşma sosyal hastalığı terk edilmelidir. Ülkeyi ve partileri sözde kurtarmak isteyenler, önce kendilerine çeki düzen vermelidirler. Sandık başları bazı yerlerde haklı veya haksız değişik sebeplerle terk edilmiş ve MHP’nin oyları başka partilere yazılmıştır. Türkiye’nin içinde bulunduğu ortam, şahsi hesapları ve duygusallığı aşmayı gerektirmektedir. İhanete ve hukuk dışılığa hoşgörü ile yaklaşılamayacağı anlaşılmalıdır.

Neden Kore’deyim?

Daha küçük yaşlarda Kore savaşları hikâyeleri dinleyerek büyümüştüm. Kore’de Türk askerlerinin kahramanlığı anlatılıp söyleniyordu.  Kore Türk Tugay komutanı Tahsin Yazıcı paşalar ve Türk askerlerinin Kore’deki kahramanlık destanları halen kulaklarımızda çınlıyor. Haritada yerini bulmakta zorlandığımız Türkiye’den binlerce kilometre uzaktaki Kore’ye gidiyorum. Bizleri Kore’ye davet eden Kore firması ortak olan Kibar Holdingin misafiri olarak Kore’yi gezip Devr-i âlem TV belgesel programı olarak belgesel çekme imkânı da bulacağım. Gelin şimdi Kore ile ilgili yaptığım kısa bir derlemeyi birlikte okuyalım.

Güney Kore Devletini Tanıyor Muyuz?
On binlerce Mehmetçiğimizin uğruna savaştığı ve binden fazlasının şehit olduğu Kore’yi ne kadar tanıyoruz? Güney Kore Asya’nın doğusunda Dünyanın en büyük kıtası. Avrupa’nın doğusunda, Büyük Okyanus’un batısında, Okyanusya’nın kuzeyinde ve Arktik Okyanus’un güneyinde bulunan kıta. Doğuda Pasifik Okyanusu, kuzeyde Kuzey Buz Denizi, güneyde Hint Okyanusu, batıda Avrupa kıtası ile çevrilidir.

Avrupa kıtası ile olan sınırı kesin tespit edilmiş değildir. Eskiden Don Nehri, Asya ile Avrupa arasında sınır olarak kabul edilirdi. Daha sonra Ural Dağları sınır olarak kabul edilmeye başlandı. Kore Yarımadasının 38° enleminin güneyinde kalan bir devlet. Kuzeyinde Kore topraklarında yaşayan ilk insanların yaklaşık yarım milyon yıl önce buraya geldikleri tahmin edilmektedir. Fakat bilinen Kore tarihi İÖ 2333 yılında Kral Gojoseon tarafından kurulan krallık olarak bilinmektedir.

Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, batısında Asya’nın doğusunda, Kore Yarımadasının 38° enleminin kuzeyinde kalan bir devlet. Güneyinde Kore Cumhuriyeti, batısında Sarıdeniz, doğusunda Japon Denizi, kuzeyinde Çin ve Rusya Federasyonu vardır.
Kore’nin doğusunda olan Sarıdeniz, Büyük Okyanus’una açılan Doğu Çin Denizi’nin Çin ve Kore yarımadasının içlerine sokulmuş bir uzantısıdır. Denizin adı, içine dökülen Sarı Nehir’in getirdiği alüvyonlarda bulunan sarı kum partiküllerinden gelmektedir.
 Kore’nin Güneyinde Japon Denizi bulunmakta. Japon Denizi Pasifik Okyanusu’nun batıdaki bir uzantısıdır. Japonya, Rusya ve Kore tarafından kuşatılmış ve etrafı neredeyse tamamen karalar ile çevrilidir. Akdeniz gibi küçük bağlantılar ile okyanusa açılır ve Kore’nin doğusunda ise Çin Denizi bulunur. Doğu Çin Denizi, Çin ve Kore kıyılarında, Ryukyu ve Kyushu Adaları ile Pasifik Okyanusu’ndan ayrılan, Büyük Okyanus’unun bir kolu. 1.249.000 km² lik yüzölçümüne sahip olan deniz, Çincede Doğu Denizi olarak adlandırılır. 

Kore Tarihi  

Kore tarihi M.Ö. 3000 yılına kadar uzanır. Budizm ve Çinlilerin etkisinde kaldı. Daha sonraları 7. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar değişik hanedanların idaresi altında bağımsız olarak yaşadı. 1910 yılında Japonlar Kore’yi işgal ederek koloni hâline getirdiler. Bu durum, 1945 yılına kadar sürdü. İkinci Dünya Harbinde Japonya’nın yenilmesinden sonra Güney Kore’yi ABD, Kuzey Kore’yi de Rusya işgal etti. Böylelikle kuzeyde komünist rejim, güneyde demokratik rejim kurulmuş oldu.

25 Haziran 1950’de Rus subaylarının kumandasındaki Kuzey Kore birlikleri, yarımadanın tamamına komünizmi kabul ettirmek için Güney Kore’ye saldırıp istilâ etti. Bunun üzerine BM, Güney Kore’nin kurtarılmasına karar verdi. Bölgeye BM askerleri gönderildi. Bu orduya Türkiye, bir tugayla katıldı. İşgalci komünist birliklerin Güney Kore’den çıkarılması için Mehmetçik büyük başarı gösterdi. Mehmetçiğin zaferi bütün dünyaya yayılarak takdir topladı. Yapılan görüşmeler neticesinde 27 Temmuz 1953’te ateşkes imzalandı. 38. Paralel Güney Kore ile Kuzey Kore arasında sınır kabul edildi. Savaş sonrası, Başkanlık sistemine dayalı demokratik rejime geçildi. Kuzey Kore ile birleşme devamlı gündemde olup, yakın bir zamanda tek devlet hâline gelmeleri ümit edilmektedir.      

Kore’nin Fizikî Yapısı 
Güney Kore’nin güney ve batı kıyıları çok girintili ve çıkıntılıdır. Birçok yarımada ve küçük adalarla çevrilmiştir. Bu kısımlarda, Pusan ve İnchon en önemli limanlarındandır. Doğu bölümü dağlık olmasına rağmen, batı bölümü geniş alanlar, ovalar ve tepelerle kaplıdır. Doğu bölümünde tabiî limanlar da yoktur. Genellikle dağlıktır. Fakat dağlar yüksek değildir. En yüksek dağı, 1915 m ile Chiri San Dağıdır. Önemli nehirleri arasında Naktong, Han ve İnchon ırmakları sayılabilir.

Kore’nin iklimi, kışın karalardan esen soğuk rüzgârların, yazın Pasifik’ten esen sıcak ve nemli muson rüzgârlarının etkisindedir. Ülkenin yüzey şekilleri iklimi etkiler. Muson rüzgârları sayesinde bitki örtüsü arasında tropikal bitkiler de yer alır. Yıllık yağış ortalaması 1270 mm’dir. Güneyde Eylül ayında sık sık tayfunlar görülür. Ülkede en düşük sıcaklık ortalaması 3°C, en yüksek sıcaklık ise 24°C’dir.

Kore’nin Doğal Kaynaklar

Eskiden ormanlarla kaplı olan ülkede denetimsiz kesim, yangın ve hastalık yüzünden ormanlar kalmamıştır. Fakat dağınık çam ve bambu ağaçları vardır. Maden bakımından zengin sayılmaz. Fakat tungsten üretiminde önde gelen ülkelerdendir. Ayrıca kömür, demir, fluorin, grafit, altın, bakır ve kurşun az miktarda çıkarılır. 

Kore’de Nüfus ve Sosyal Hayat

Kore nüfusu, 23.113.0193 (48. sıradadır)dur. Halkın % 32’si şehirlerde yaşar. En büyük şehir, başşehir Seul’dur. Budizm Alm. Buddismus (m.), Fr. Bouddisme (m.), İng. Buddism. Buda’nın felsefî düşüncelerini kabul edip yolunda yürüme. Brahma inanışının değiştirilmiş bir şeklidir. M. Ö. 4. yüzyılda, Hindistan’ın kuzeydoğusunda, Brahmancılık’ın sert uygulamalarına alternatif olarak kurulan, Buddhacılık veya Budizm olarak bildiğimiz ekolün mimarı olan Gautama Buddha’nın yaşamı hakkında kesin ve net bir bilgi birikimine sahip değiliz.

Çeşitli kaynaklarda, O’nun M. Ö. 560-480 yılları arasında yaşadığı ilişkiler. Kore, Kore topraklarında yaşayan ilk insanların yaklaşık yarım milyon yıl önce buraya geldikleri tahmin edilmektedir. Fakat bilinen Kore tarihi İÖ 2333 yılında Kral Gojoseon tarafından kurulan krallık olarak bilinmektedir.

Japonya arasında bir köprü olmasına rağmen, kendilerine has bir kültür geliştirmiştir. Köylerde yaşayan Koreliler, yüzyıllar önceki gibi giyinir ve yaşarlar. Şehirlerde yaşayanlar ise batı dünyasının etkisindedirler.

Halkın büyük kesimi Konfüçyanizm ve Budizm inancındadırlar. % 10 kadar Hıristiyan vardır. Kore Türk tugayının tanıttığı İslâmiyet, her geçen gün yayılmaktadır. Halkın kullandığı ve resmî dili Korece’dir.

Eğitim

Eğitim 6-12 yaş arasında mecburî ve ücretsizdir. Ülkede okur-yazar oranı % 92’dir. Güney Kore’de 72 üniversite ile 82 yüksek okul vardır.

Kore’de Siyasi Hayat

1972 Anayasasıyla yürütme görevi, Ulusal Konferans tarafından 6 yıl için seçilen Devlet Başkanına verilmiştir. Kânun yapma görevini üzerine alan Millet Meclisinin 276 üyesi vardır. Meclis üyeleri 4 yıl için halk tarafından seçilirler. Başkanın meclisi feshetmek yetkisi vardır.   

Kore de Ekonomi     

Ülke ekonomisinin temeli tarıma dayanır. Bunun yanında balıkçılık ve çıkarılan tungsten madeni sanayi ve ekonomide önemli yer tutar.   

Kore de Tarım ve Hayvancılılık

Tarım: Kore Yarımadasının verimli toprakları, Güney Kore sınırları içinde kalmıştır. Halkın başlıca besin maddesi olduğundan, pirinç ekimi önemli yer tutar. Pirinç üretimi, 7 milyon tonun üzerindedir. Ülkede pirinçten başka buğday, arpa, patates, soya fasulyesi, tütün ve şekerkamışı yetiştirilir.
Balıkçılık: Ülkenin önemli gelir kaynaklarından birisi de balıkçılıktır. Ülke topraklarının üç tarafı denizle çevrili olduğu ve açık deniz balıkçılığı yaptığı için, ihraç edilecek kadar balık avlanır.
Kore’de Sanayi 
Kore’de Sanayi; Yarımadanın ikiye bölünmesinden sonra Güney Kore dışarıdan sağladığı kredilerle sanayisini hızla geliştirmiş ve çeşitli sanayi ürünleri ihraç edecek duruma gelmiştir. Dokuma, kâğıt, kontrplak, elektrik ve elektronik âletler yapımı ileri düzeydedir. Ayrıca plastik maddeler, boya, gübre, çimento, cam fabrikaları ve araba fabrikaları vardır. Motor sanâyii de kurulmuştur.

Kore’de Ticaret

Güney Kore dışarıya, dokuma, kontrplak, elektronik âletler, kara taşıtları, elektrik gereçleri, tungsten, balık ve balık ürünleri ihraç eder. En çok giyim eşyası satan ülkeler arasındadır. Dışarıdan ise makina ve tahıl alır. Güney Kore’nin ticaret yaptığı ülkelerin başında ABD, Japonya ve Hong Kong gelir. Yıllık ihracat tutarı 20 milyar dolar civarındadır.

Ulaşım

Ülkeden kara ulaşımı, karayolları ve demiryolları ile sağlanmaktadır. Demiryollarının uzunluğu 6340 km, karayollarının uzunluğu ise 54.689 km’dir. Bu yolların % 57’si asfalt kaplanmıştır Yarımada ülkesi olduğu için denizcilik gelişmiştir. Önemli limanları Psan ve İnchon limanlarıdır. Hava ulaşımı Güney Kore Hava Yolları ile sağlanmaktadır.

Mirac ve Namaz

Mübarek kandil gecelerinden birini daha idrak etmek üzereyiz. 28 Haziran 2011 Salı gününü Çarşamba’ya bağlayan gece mübarek Mirac Kandili’dir.

Mirac;  Sevgili Peygamberimizin hicretten bir yıl kadar önce bir gece vakti, Cebrâil (a.s.) tarafından,  Mekke-i Mükereme’deki Mescid-i Haram’dan alınıp, Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya götürüldüğü, oradan da Yüce Allah’ın katına yükseltildiği pek kıymetli bir gecedir. Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya kadar olan kısmına “İsrâ” adı verilen bu kutlu yolculuk Kur’an-ı Kerim’de şöyle anlatılmaktadır: “Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu Mescid-i Haram’dan,  çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. O, gerçekten işitendir, görendir.” (İsrâ, 17/1)

Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’in en büyük mucizelerinden biri olan İsrâ ve Mirac hadisesinin biz Müslümanlar açısından üç önemli sonucu olmuştur. Bunlardan birincisi Bakara sûresinin “Amenerrasûlü” diye anılan son iki ayetinin nazil oluşu; ikincisi Hz. Peygamber (s.a.s.)’in ümmetinden, Allah’a şirk koşmayanların affedilebileceklerinin va’dedilmesi; üçüncü önemli sonucu ise, beş vakit namazın farz kılınmasıdır.

Namaz mü’minlere bir Mirac hediyesidir. Onun içindir ki, Onun içindir ki, “Namaz mü’minin Miracı” olmuştur. Nasıl ki, Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.), Mirac’ta vasıtalardan arınmış olarak, Yüce Allah ile buluştu ise; mü’min de namazda vasıtasız olarak doğrudan Rabbinin huzuruna çıkar, sadece O’na kulluk etme ve sadece O’ndan yardım isteme fırsatı bulur. Böylece Peygamberimizin Mirac’da gerçekleşen Allah ile mülakatı, huzura kabul edilmesi, namaz içinde sembolik olarak yaşanmış olur.

Mirac; insanlık tarihinde yalnız Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e nasip olmuştur. Böyle yüce bir mertebeye hiçbir beşerin ulaşması mümkün değildir. Ancak Yüce Rabbimiz, namaz sayesinde biz müminlere günde beş defa Mirac hazzını tatma imkanını lutfetmiştir.  Müslüman, Mirac hediyesi olan namazı şartlarına riayet ederek, huşu içinde kılmak suretiyle Allah’a yakınlaşmanın; aracısız, vasıtasız olarak O’nunla baş başa kalmanın ve O’nun huzurunda huzura ermenin gayreti içinde olmalıdır.

İslâm dininde yüce yaratıcı Allah’a yaklaşmanın yolu, O’na yükselmenin basamağı ve bu bakımdan en parlak ve önemli ibadet, namaz ibadetidir. Bu özelliğinden dolayı namaz diğer bütün ibadetlerin özü ve özeti sayılmıştır. Nitekim Hz. Peygamber bir hadislerinde “Namaz dinin direğidir” (Tirmizî, İman, 8; Müsned, V, 231, 237; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, 31-32) buyurmuş, secdeyi de kulun Allah’a en yakın olduğu hal olarak nitelendirmiştir. (Müslim, Salât, 215; Nesâî, Mevâkit, 35) [TDV. İlmihali, I, Sh. 220]

Namaz fiilî bir dua ve niyaz, doğrudan Allah’ın rızasına yönelik, Allah’ın huzurunda huşû ve huzur dolu bir kulluk göstergesidir. İnsan canı sıkıldığı, bunaldığı zaman ibadete sarılır, namaza yönelirse sıkıntısı gider, içi rahatlar. Peygamber Efendimiz içinde bir sıkıntı hissettiği zaman hemen namaza kalkarak Allah’a sığınır; içindeki gam, keder ve tasa gider, huzura kavuşurdu. Onun için de “Gözümün aydınlığı namazdadır” (el-Müsned, III, 128, 199, 285) buyururdu.

Namaz, Allah’a yakınlaşma ve O’nunla beraber olma vesilesidir. Rabbin huzuruna çıkabilme nimeti ancak namazla elde edilebilir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “Secde et ve Rabbine yaklaş!” (Alak, 96/19) buyurulmuştur. Çünkü namaz, Mirac’daki buluşmanın ardından Hz. Peygamber (s.a.s.)’e, arada Cebrail (a.s.) olmadan doğrudan farz kılınmıştır.

Namazın Mirac gecesinde farz kılındığının idraki içinde olmalı,  kaza ve nafile namazlarla geceyi ihya etmeye çalışmalı; en önemlisi de bir ömür boyu Mirac’ın gayesine uygun hareket etmeye ve Allah’a yakın olmanın yollarını aramaya çalışmalıyız. Bu gece ayrıca çokça Kur’an okumalı, özellikle Peygamber Efendimize Mirac gecesi verilen Bakara Suresinin son iki ayeti ile İsrâ Suresinin 22-39. ayetlerinin manası üzerinde tefekkür etmeli, bu ayetlerde belirtilen hususlar çerçevesinde hayatımızı gözden geçirmeliyiz.

Mübarek Mirac Kandili’nin ilimiz, ülkemiz ve bütün insanlık âlemi için hayırlara vesile olması dileğiyle bütün okuyucularımızın kandillerini tebrik ediyorum.