19.9 C
Kocaeli
Cuma, Ekim 3, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1116

Yüksek Seçim Kurulu ve Hatip Dicle Olayı

 

Hatip Dicle eski Milletvekilidir ve KCK davandan tutukludur. Yani bu davadan dolayı SANIK durumundadır.  

Ancak Hatip Dicle bir başka eylemi sebebiyle bir seneden fazla ceza almış ve bu cezası kesinleşmiştir.

Türk Medeni Kanununun 407. maddesine göre ” Bir yıl veya daha uzun süreli özgürlüğü bağlayıcı bir cezaya mahkum olan her ergin kısıtlanır.  

Cezayı yerine getirmekle görevli makam böyle bir hükümlünün cezasını çekmeye başladığını kendisine VASİ atanmak üzere hemen yetkili vesayet makamına bildirmekle yükümlüdür.  

Türk Medeni Kanunun 410. maddesi de kısıtlama kararı, kesinleşince hemen kısıtlının yerleşim yeri ile nüfusa kayıtlı olduğu yerde ilan olunur.  

Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 76. maddesinde ” KISITLILAR ” Devlet sırlarını açığa vurma ideolojik veya anarşik eylemlere katılma ve bu gibi eylemleri tahrik ve teşvik suçlarından biriyle hüküm giymiş olanlar affa uğramış olsalar bile milletvekili seçilemezler.  

Türkiye Cumhuriyetinin Anayasası da çok açık bir şekilde seçilmeye engel durumları belirtmiştir.  

Şimdi bu kadar çok açık hükümlere rağmen televizyonlarda, gazetelerde hiç kimse bu açıklamayı yapmamakta herkes bu konuda açık hüküm varken kendilerine göre yorum yapmaktadırlar.  

Yüksek Seçim Kurulu Hatip Dicle’nin Milletvekilliğine yapmış olduğu ilk müracaat da bu konuları araştırıp talebini Anayasa ve Türk Medeni Kanununa uygun olmadığı gerekçesiyle reddetmesi gerekmekteydi. Yüksek dereceli hâkimlerden oluşan bir heyetin böyle bir hataya düşmesi düşünülemez.  

Seçim yapıldı neticeler açıklandı Diyarbakır İl Seçim Kurulu Hatip Dicle’nin kısıtlı olduğunu bildiği için mazbatayı almaya gelen avukatlarına müvekkiliniz KISITLIDIR, siz artık bu vekâletle iş göremezsiniz HATİP DİCLEYE VASİ tayin edilmesi gerekir. Tayin edilen VASİ yeni avukat tutabilir ancak müvekkiliniz KISITLI olduğu için vasinin tayin ettiği avukatlarda Milletvekili MAZBATASINI alamazlar” demesi gerekirken, mazbatayı avukatlara vermiştir.

Diyarbakır İl Seçim Kurulunun bu hukuka aykırı davranışını Yüksek Seçim Kurulu geçte olsa fark etmiş ve kanuna uygun olarak Hatip Dicle’nin Milletvekilliği iptal edilmiştir. Onun yerine seçilen ve mecliste yemin eden AKP’li milletvekilinin durumu da Anayasaya ve Seçim Kanunlarına uygundur.  

Hiç kimse Hatip Dicle ve onu aday gösterenler başka aday niye göstermediler bu durumu bildikleri halde kasten böyle davrandılar diyemezler. Çünkü suçlu suçunu gizlediği veya sakladığı için ayrıca bir cezaya çarptırılamaz. TCK’da böyle bir madde yoktur. Kaldı ki PKK Terör Örgütü lideri İmralı Canisi ne talimat verirse hangi listeyi onaylarsa onu uygulamak zorundadırlar. Hiç kimse onun talimatının aksine bir tutum içerisinde olamaz.

Zaten PKK’nın gayesi Türkiye’yi devamlı germek ve bunun neticesinde de ayrı bir devlet kurmak istediklerini çok açık olarak bildirmektedir. Nitekim Diyarbakır ilimize “AMED” ismini açıktan söylemeye başladılar ve seçilen bağımsız Milletvekilleri gurup toplantılarını AMED’de yapacağız açıklamasını yapmışlardır.  

Türkiye Cumhuriyeti Savcılarını göreve çağırıyorum. İnşallah görevlerini yaparlar.

Sadece futbolda mı şike var?

“Futbolda şike” haberleri herkesi düşündürmelidir.

Şike gerçekten var mı yok mu?

Kimilerine göre “sanıklar” şimdiden hüküm giydiler bile!

Kimilerine göre de sanıklar masum!

Bu sorunun yanıtı bende yok.

Bilmediğim, kanıt bulamadığım bir konuda da hüküm veremem.

Ama içimde derin bir şüphe ve kaygı var!

Çünkü, profesyonel futbol büyük bir ticari faaliyet haline geldi.

Futbolcuların transfer bedelleri bir yana, ligde başarılı olan kulübe federasyondan, televizyon yayınlarından büyük paralar ödeniyor.

Futbol kulüpleri şirketleşmiş ve borsada hisse senetleri satılıyor.

Böyle bir ticari alan yozlaşmaya, türlü oyunlara açıktır!

Şike nedir?

Bir spor karşılaşmasında, bazı sporcuları ya da kimi zaman yöneticileri “maddi çıkar” karşılığı yenilgiye ikna etmek!

Peki, sporda olan şike başka alanlarda olmuyor mu?

Örneğin, siyaset alanında!

Maddi çıkar karşılığı oyunu satanlar yok mu?

Veya; genel başkanları kafaya alıp rakiplerini aday listelerinde saf dışı etmek!?

“Siyaset pazarında” şike yok mu?

Ya belediyelerimiz?

“Tarla” konumunda bir araziniz var diyelim; belediye başkanı ve İmar Komisyonu’ndaki birkaç değerli meclis üyesinin küçük katkılarıyla o tarlanızı “ticari alan, fabrika sahası ya da toplu konut alanı” niteliğine dönüştürdüğünüz zaman, çok büyük bir rant elde etmeniz mümkün!

O rantı yaratanlar babalarının hayrına mı iş yaparlar!?

Bu ve benzeri “İmar Plan Tadilatları” olmuyor mu?

Kamu İhalelerinde neler olup bitiyor acaba?

Birbiriyle anlaşıp, “payını alarak” ihaleden çekilenlerin yaptıkları nedir?

Neden son yıllarda “Kamu İhale Yasası” 49-50 kez değişikliğe uğradı?

50 bin TL’ye kadar olan kamu yatırımlarında ihale koşulu olmadığını biliyor musunuz?

Kimi şirketler, tamamını vergilerinden düşmek üzere kimi “özel” derneklere bağışta bulunuyorlar!

Özellikle “Gıda Bankacılığı” yapan derneklere!

O dernekler de elde ettikleri maddi kaynakla fakir fukarayı doyuruyor!..

Bu ilişkilerde şike olmadığına inanır mısınız?

İşin ilginç ve dramatik yönü şu ki; kimi siyasetçiler futbolda şike olaylarını da “Ergenekon Örgütüne” yüklüyor!

Ne büyük ne uçsuz bucaksız bir örgütmüş!

Asker elinde, polis elinde, siyasetçi elinde, PKK elinde, Hizbullah elinde, Kuzey Irak’ta kaybolan ABD silahlarıyla cinayet işleyen gençler elinde!

Kafanız karıştı değil mi?

ŞİKE, hayatımızın her alanına sinsice girmiş, bir kurt gibi toplumu kemiriyor!

O kurt, nerede bir maddi çıkar bulursa orada ortaya çıkıyor!

Herkes, kendi iç dürüstlüğü ile kendi kendisine sormalı; “Ben, bu şikenin neresindeyim?” diye!

Üten mi, ütülen misiniz?

Din Sosyolojisi Profesörü Dr. Zekeriya BEYAZ ile çok tartışılan bir konuyu konuştuk: İSLAMİYET VE TÜRKLÜK”

Oğuz ÇETİNOĞLU: Hocam sizinle çok tartışılan bir konuyu konuşacağız: “İslamiyet ve Türklük.” Siz bu konu üzerine radyo ve televizyonlarda, konferans salonlarında çok konuştunuz, tartıştınız, gazete ve dergilerde çok sayıda makale kaleme aldınız.
Önce konu ile ilgili bir giriş yapar mısınız?

Prof. Dr. Zekeriya BEYAZ: Din milletlerin oluşumunda, milletlerin kendilerine özgün nitelik kazanmalarında ve diğer milletlerden ayrılmalarında rol oynayan milliyet esasları içinde en güçlülerinden birini meydana getirmektedir.

Müslüman olmadan önce de Türk milleti vardı. Müslüman olunca Türklerin millî varlığı daha da gelişmiş, korunmuş ve gürbüzleşmiştir. Türklerin bazı küçük gruplar hariç, tamamı Müslüman olmuşlardır. Dolayısıyla İslamiyet, Türklerin millî dini haline gelmiştir. Yani bütün Türkler tarafından kabul edilen, inanılan ve saygı gösterilen bir değerler sistemi olmuştur. Bugün dünyada yaşayan Türklerin tamamına yakın büyük bölümü Müslüman’dır. Sadece küçük bir Hıristiyan Gagavuz Türk’ü ve öteki bazı Türk grupları İslam ile şereflenmek imkânına kavuşamamışlardır.

Dolayısıyla İslamiyet Türk milletini millet yapan, diğer milletlerden ayıran en önemli unsurlardan birisi olmuştur. Bir diğer söyleyişle, Türk milliyet prensipleri arasında İslamiyet büyük ve imtiyazlı bir yer işgal etmektedir.

Oğuz ÇETİNOĞLU: İslamî hassasiyeti olanlardan bazıları, millî hassasiyeti olanlara bir takım sorular yöneltiyorlar. Şuurlu insanlar, gerekli cevabı veriyorlar. Fakat aynı soruların sorulması devam ediyor. Gerek tatminkâr cevap veremeyenler gerekse, tatminkâr cevaplara rağmen ısrarla aynı soruları sormaya devam edenlere cevap teşkil etmek üzere, sizin açıklamalarınızı almak istiyorum.
Bu tür sorulardan birincisi şöyle:  ‘Türk müsün Müslüman mı?’

Prof. Dr. Zekeriya BEYAZ: Sözünü ettiğiniz sorular, fitne ve fesat sorularıdır. Özellikle gençlerimize soruluyor. Tecrübesiz gençlerimizin bir kısmı ya şaşırıp kalmakta veya gerekli cevabı veremeyerek hak düşüncesinden şüphelere düşmektedirler.

Naklettiğiniz sorunun amacı Türklük ile Müslümanlığı çatıştırmaktır. Halbuki İslam ile Türklük niçin çatışsın, niçin karşı karşıya gelsin? Böyle bir şey ilme de aykırı, gerçeklere de aykırı, dinî ve millî menfaatlerimize de aykırıdır. Mesela İstiklal Marşımız ile Müslümanlık neden karşı karşıya gelsin? İstiklal marşımızda; ‘Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli, Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli’ denilmiyor mu?

Türk milleti mi Müslüman milleti mi diye çatıştırmanın ne anlamı var? Türk milleti aynı zaman da Müslüman değil mi? Türk milleti diyenler diğer Müslüman milletleri yok mu sayıyorlar ki? Onlardan da söz edilirken ayrıca isimleri ile söylüyorlar. Türk birliğinden söz edenler diğer Müslüman ülkeler ile düşmanlık mı edelim diyorlar?

Kendilerini Türk saymıyor olabilir. Fakat neden din, iman kisvesi altına saklamaya çalışıyorlar? Kendileri Türk Milleti diyemiyorlar, Türklükten utanç duyuyorlar. Böylesi bir hareket Türk milletine karşı büyük saygısızlıktır. Kendileri Türk olmayabilirler. Fakat Türk Milletine karşı saygılı olmak mecburiyetindedirler. Nimeti ile beslendikleri Türk Milletinin adını söylemeye tenezzül etmeyecek kadar, ona düşman olan zavallılara biz Türkler sadece acırız ve onların aşağılık duygusundan kurtulmaları için dua ederiz.

‘Türk müsün, Müslüman mı?’ Sorusu mantıken doğru değildir, yanlıştır. Çünkü bunlar ikisinin bir arada bulunmasına imkân olmayan, birbirinin zıddı olan şeyler değildir. Ama şöyle sorulabilir: Müslüman mısın, yoksa Hıristiyan mısın? Müslüman mısın, yoksa Musevi misin? Veya Türk müsün İngiliz misin diye sorulabilir. ‘Türk müsün yoksa Müslüman mısın?’ diye soru sormak ilmî açıdan yanlıştır ve mantıksızdır.

Biz hem Müslüman’ız hem de Türk’üz. Çünkü Türklük ile Müslümanlık bir arada olabilir, birbirinin zıddı değildirler. Nasıl ki, bir diğeri hem Arap’tır, hem de Müslüman’dır, bir başkası hem Fars’tır, hem de Müslüman’dır. Aynen biz de hem Müslüman’ız, hem de Türk’üz… Hem Türk’üz hem de Müslüman’ız.

Tarihten ve günümüzden yüzlerce örnekle biliyoruz ki, Türklük ile Müslümanlık etle tırnak gibi, kanla can gibi olmuştur. O yüzden biz, ‘Türklük kanımız, İslam canımız’ diyoruz. Osmanlı döneminde Balkanlarda Müslüman olan kimselere; ‘Türk oldu’ derlerdi. Bir baba çocuğuna Türklüğün şartı diye İslam’ın şartını öğretirdi. Çünkü Türklük ile Müslümanlık eş anlamlı hale gelmiştir. Bu gün de böyledir. Ancak unutmamalıyız ki, Türklük milliyetimizin adıdır, Müslümanlık dinimizin adıdır. Altını çizerek tekrar ifade edelim; Türklük kanımız İslam canımızdır. Ne kanımızdan, ne canımızdan vazgeçmeyiz. Kanımızı da, canımızı da severiz ve koruruz.

Bize ısrarla Türk müsün, yoksa Müslüman mısın diye soru soranlara biz, hem Türk’üz, hem de Müslüman’ız diye cevap verdik. Şimdi de biz onlara soralım: Ya siz nesiniz? Evet, ‘Müslüman’ız diyeceksiniz. Ama sizin bir soyunuz yok mu? Siz soysuz musunuz? Müslüman demek soysuz mu demektir?

Ha diyeceksiniz ki, biz de bilmem neyiz. İyi saygı duyarız. Demek siz kendi milliyetinizi gizli tutuyorsunuz. Onu açıktan söylemek işinize gelmiyor bu durumda bize; ‘Siz de Türklüğü inkâr ediniz diyorsunuz.’ Peki, biz Osmanlı zamanında 600 yıl Türklüğümüzü söylemedik, ama siz milliyetinizi hiç unutmadınız! Hayır, artık tuzağa düşmeyeceğiz. Soysuzluk rolleri yaparak bizi soyumuzdan vazgeçiremezsiniz? Siz soysuzluğa gerçekten de özenmiş olabilirsiniz ama biz bunun yanlış olduğuna inanıyoruz. İslamiyet ve gerçek hayat soysuzluğu kabul etmez. Dolayısıyla biz hem Müslüman’ız, hem de Türk’üz!

Sonra asıl yanıldığınız bir nokta vardı, o da kendi Türklüğünüzü unutmanızdır. Evet, siz de Türksünüz! Bu millete, bu devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür. Öyleyse bir olalım, bütün olalım, kardeş olalım ve yüreğimizi doldura, doldura hep birlikte haykıralım: ‘Hem Türk’üz, hem Müslüman’ız… Türklük kanımız, İslam canımız!

Oğuz ÇETİNOĞLU: Sizin yerinde tanımlamanızla, ‘Fitne-fesat sorularının ikincisi de şöyle: ‘Önce Türk müsün, önce Müslüman mı?’

Prof. Dr. Zekeriya BEYAZ: Bu soru bir gerçeği öğrenmek için değil de, daha çok zihinleri karıştırmak için sorulmaktır. Daha doğrusu maksatlı tuzak sorusu biçiminde sorulmaktadır. O yüzden de biz bunlara fitne fesat soruları diyoruz. Çünkü bir kimsenin soyu ve milliyeti ile dini ve inancı arasında öncelik ve sonralık veya çatışma gibi durumların söz konusu olmaması gerekir. Böyle bir durum varmış gibi göstermek veya yeniden ortaya çıkarmaya çalışmak ise, fitne ve fesattan başka ne ile nitelendirilebilir.

Soru maksatlı da olsa, biz doğru olarak cevap verelim: ‘Aynı anda Türküm ve Müslüman’ım.’ Öncesi sonrası yoktur. Her an hem Müslüman’ım, hem Türk’üm. İnsanın ruhu ile bedeni arasında öncelik ve sonralık olmayacağı gibi, milliyeti ile inancı arasında da öncelik ve sonralık söz konusu olamaz. Aynı zamanda hem Türk’üm, hem Müslüman’ım…

Konuya Türklük ve Müslümanlığın başlama açısından bakarsak, bu durumda maddî hayat ve manevî hayat olarak iki yönden bakılması mümkün olabilir. Ruhlar âleminde, yani manevî âlemde Yüce Allah’ın bütün ruhlara ‘Elestü birabbiküm’ yani ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ ‘Diye sorduğu zaman bütün ruhlar ‘Kalu bela’ yani ‘Evet sen bizim Rabbimizsin diyerek hepsi Allah’ın dinini kabul ettiler.’ Dolayısıyla bütün insanlar ruhları itibariyle dünyaya gelmeden önce Müslüman idiler. Manevî açıdan böyledir. Konuya maddî açıdan baktığımız zaman, yani insanların maddî dünyaya gelmeleri zamanından itibaren baktığımız zaman, bütün insanlar dinî emir ve yasaklarla mükellef olmadıkları bir zamanda, yani çocukluk dönemlerinde, en azından ana dillerini öğrenmek açısından milliyetleri ile tanışmış olurlar. Kaldı ki çocuk anne ve babasının kanını taşıması hasebiyle onların soyuna da mensup olmuş olur. Böylesi bir çocukluk döneminde ise henüz dinî yükümlülükler ile karşı karşıya bulunmamaktadır. Dolayısıyla de maddî hayatta milliyet daha önce başlamış olur. Fakat bu bir yorumdur. Bir diğer açıdan çocuğun kendi iradesi ile olmasa da, anası ve babası tarafından doğumundan itibaren birçok dinî vecibeler ile muameleye -işleme- tabi tutulur. Hatta İslam’a göre çocuğun hukuku ana rahminden itibaren başlar. Mesela, henüz doğmamış bir çocuğun babası ölmüş olsa, doğduğu zaman mal mülk sahibi olarak dünyaya gelir, yani babasının mirasına sahip olarak doğar. Çocuğun anasına ve babasına nisbeti, yani soy itibariyle bağlı bulunması da aynı zamanda milliyetinin temsili demek değil midir? Bu da dinen bir vecibe değil midir? İslam soysuzluğu asla özendirmez, aksine herkesin soyunu korumayı esas alır.
Görülüyor ki, hangi açıdan bakılırsa bakılsın dinimiz ile soyumuz ve milliyetimiz arasında bir öncelik ve sonralık söz konusu değildir. Tekrar altını çizerek ifade edelim, önceliği sonralığı olmamak üzere aynı anda hem Müslüman’ız, hem Türk’üz…

Oğuz ÇETİNOĞLU: Sık sık tekrarlanan fitne-fesat sorularından başka bir tanesi de şöyle: Bir kuyuya bir Türk düşse başka bir kuyuya da bir Müslüman düşse önce hangisini çıkarırsınız?

Prof. Dr. Zekeriya BEYAZ: Bu soru da sakat ve maksatlıdır. Çünkü dünyadaki Türklerin % 98’i zaten Müslüman’dır. Dolayısıyla kuyuya bir Türk ve bir Müslüman düşse diye soru sorulmaz, Türk Müslüman değil midir ki?

O zaman şöyle olabilir:
Bir kuyuya bir Müslüman Türk düşse, bir de Türk olmayan Müslüman düşse önce hangisini çıkarırsın?
Böylesi ferdî ve tehlikeli bir durumda biz Türkler, hiçbir ayırım yapmadan her ikisini de birden kurtarmaya çalışırız. Hatta kuyuya düşen gayrimüslim bile olsa, onu da kurtarmaya çalışırız. Biz Türklerin gönlü zengin, yüreği yufkadır. Hepimiz hayırseveriz, iyilikseveriz, muhtaçların yardımına koşarız. Tarih boyunca böyle olduğu gibi, günümüzde de öyleyizdir.
Olayı böyle ferdî ve insanî konulardan alarak biraz genişletirsek, tabii iş değişir. Ona göre soruyu biz soralım: ‘Dünyada öncelikle kimlerle yardımlaşma ve dayanışma içinde bulunursunuz? Türklerle mi, Türk olmayanlarla mı? Önce Türklere mi yardım edersiniz, başkalarına mı?’
Bu türlü sorulara verilecek cevap da gayet açık ve makul biçimde şöyle olabilir: ‘Biz bütün insanlar ile karşılıklı saygı ve karşılıklı iyilik esasına dayalı olarak güzel münasebetler kurarız. Darda kalan, zorda bulunan kimselere de elimizden geldiği kadar yardım ederiz. Ancak dünyadaki diğer Türkler ile münasebetimiz daha sıkı olur, daha geniş olur. Bu gayet tabiidir. Çünkü diğer Türk toplulukları da bize karşı daha candan yaklaşırlar, biz de onlara öylece candan karşılık veririz. Bütün dünya milletleri de böyledir. Araplar kendi aralarında Arap Birliği kurmuşlardır, çeşitli biçimlerde yardımlaşır ve dayanışırlar. Biz Müslüman olduğumuz halde bizi Arap Birliği’nin içine almazlar. Alman kökenli milletler de öyle, Slav kökenli milletler de öyledir. Dolayısıyla Türk kökenli milletler de kendi aralarında gayet tabii daha sıkı ve daha sıcak ilişkiler kuracaklardır. Bu eşyanın tabiatından, insanların maddî ve manevî yapısından doğmaktadır.

Kur’an-ı Kerim de akrabalar arasında yardımlaşmayı emretmiştir. Miras öncelikle insanın yakın akrabasına düşer. Uzak akraba ile de yardımlaşma ve dayanışma içinde bulunmak İslam’ın emridir. Dünyadaki bütün Türkler de bizim akrabalarımızdır. Evet diğer milletlerle de yardımlaşırız ama Türklerle daha çok yardımlaşırız ve dayanışırız. Birçok konularda da onları başkalarına, mesela Araplara tercih ederiz. Araplar da öyle yapmıyorlar mı? Esasen İslam’ın emri de bu yoldadır. Herkes kendi akrabası ile yardımlaşır ve dayanışırsa, bütün kitleler huzur ve refaha kavuşur.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Diyorlar ki; ‘Sen, ben Türk’üm dersen, diğerleri de Ben de şuyum demez mi? Böylece ülkede ikilik- ayrılık doğmaz mı?
Prof. Dr. Zekeriya BEYAZ: Bu yaklaşım Türkiye’de ve Avrupa’daki işçilerimiz arasında yaygın biçimde sık sık dile getirilmektedir.

Bir doktor arkadaşım anlatmıştı:
‘1970 yıllardaydı, şimdi hayatta olmayan bir politikacı Diyarbakır Tıp Fakültesi’ne geldi. Ben de orada öğrenci idim. Fakültenin mescidinde öğrencilere namaz kıldırdı ve namazdan sonra arkasını mihraba, yönünü öğrencilere dönerek şöyle konuştu:
‘Ne demek ben Türküm demek? Sen Türküm dersen, diğeri ben de başka bir şeyim der. Mesela ben de Abaza’yım, o zaman benim de Abaza olarak ortaya çıkmam lazımdır. Böyle şeyler yanlıştır, sakın Türküm demeyin.’ mealinde birçok şey söyledi.
İlk bakışta masum bir iyi niyetin ifadesi olarak gözüken bu yaklaşım gerçekte yanlış ve haksızdır.

Önce hemen ifade edelim ki sen Türküm dersen, diğeri de bilmem neyim der, o halde sakın Türküm demeyin şeklindeki bir yaklaşım yanlıştır. Bu yanlışlığı bir karşı soru ile ortaya koyalım: Peki biz Türk’üz demekten uzak durursak onlar da bilmem neyiz demekten uzak duracaklar mı?

Mesela Osmanlı döneminde biz Türklüğümüzü hiç de öne çıkarmadık, peki başkaları da milliyetlerini terk ettiler mi?

Elbette ki hayır, onlar soy adlarını ve milliyetlerini ifade etmeye devam edeceklerdir ve Osmanlı döneminde de devam etmişlerdir.

O halde sakın ‘Biz Türk’üz demeyin, yoksa başkaları da kendi soylarını ilan ederler.’ Şeklindeki yaklaşım saptırma ve Türkler için kurulmuş bir tuzaktır. Çünkü Türkler Türklüklerini söyleseler de, söylemeseler de diğerleri kendi milliyetlerini her fırsatta ilan etmeye devam edeceklerdir. Bu durumda tuzağa düşen sadece Türkler olacaktır.
Gerçek şu ki, Osmanlı döneminde kendisini Türk saymayan kimseler özel kıyafetleri, özel dilleri ve özel örf ve adetleri ile soy ve milliyetlerini bütün teferruatıyla devam ettirmişlerdir. Sadece Türk’üm demek bir çeşit suç haline getirilmiştir. Bugün de bâzı kişilerin gayreti ile Türküm demek yine bir çeşit manevî suç haline getirilmek istenmekte ve fakat diğer azınlık adları öne çıkarılmaktadır. Mesela bugün Türk’üm dediğimiz zaman size hemen ırkçılık suçlaması yöneltiyorlar. Dinen suç işlediğinizi söylüyorlar. Fakat Türklükten başka bir milliyet adı söylenildiğinde ona sempati ile bakıyorlar ve hoş karşılıyorlar. Üzülerek ifade etmek zorundayız ki, kendisini Türk saymayanlar Türklere karşı ortak bir düşmanlık cephesi kurmuşlardır. En çirkini de bu düşmanlıklarını yüce dinimizi alet ederek dile getiriyorlar. Dolayısıyla bunlar milletimize de, dinimize de kötülük ediyorlar.

Sakın ‘Türk’üm’ demeyin. Siz, ‘Ben Türk’üm’ derseniz diğerleri ‘Arab’ız’ der, ‘Arnavud’uz’ der gibi yaklaşımların haksızlık olduğunu söyledik. Evet, böyle bir düşünce ve davranış haksızlıktan da öte, terbiyesizliktir, Türklere karşı bir saldırı ve hakarettir. Çünkü unutmamak lazımdır ki, burası Türkiye’dir, yani Türk yurdudur. Bir millete kendi yurdunda, kendi adını söylemeyi yasaklayacak kadar ileri gitmek o millete hakaretten de ileri bir şeydir. Evet, burası Türkiye’dir, Türkiye demek Türk yurdu demektir. Bir diğer ifadeyle Türkiye Türklerindir. Anadolu’yu fethedenler de, Selçukluyu, Osmanlıyı ve Cumhuriyeti kuranlar da hep Türklerdir. Elbette kendisini Türk saymayan birtakım küçük azınlıklar olacaktır. Dine göre, de hukuka göre de yaşanan gerçeklere göre de azınlıkların büyük çoğunluğa uymaları gerekmektedir.

Bugün dünyada 3000 kadar dil konuşulmaktadır ama sadece 216 devlet vardır. Resmî dil sayısı da 200’ü geçmez. Diğer bütün azınlıklar bulundukları ülkelerdeki büyük çoğunluğa tabi durumdadırlar. Dolayısıyla Türkiye’deki azınlıklar da büyük çoğunluk Türklere tabi olmak mecburiyetindedirler.

Sonra unutulmaması gereken bir başka husus da şudur: Kanunlarımıza göre kendisini Türk sayan herkes Türk’tür. Daha doğrusu vatandaşlık bağı ile Türkiye Devleti’ne bağlı olan herkes Türk’tür. Ayrıca Türklüğün bir de Kültür anlamı mevcuttur. Türk kültürü içinde büyümüş, Türklerin örf, adet, yaşama biçimini benimsemiş, inanç ve amaç itibariyle Türkler ile aynı değerleri paylaşan, bayrağımıza, vatanımıza, milletimize ve Devletimize yürekten bağlı olan herkes saf Türk’tür.

O halde yüreğimizi doldura doldura Türk’üz diye haykıralım, bundan şeref duyalım, Türklük kanımız, İslam canımızdır diyelim.
Yanlışa kapılarak soysuzluğa özenmeyelim, soysuzluğu telkin etmeyelim.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Bir başka fitne telkini: ‘Ne mutlu Türk’üm diyene değil, ne mutlu Müslüman’ım denilmelidir. Şeklinde özetlenebilir.

Prof. Dr. Zekeriya BEYAZ: Evet, zihinleri karıştırmak için belli çevreler tarafından maksatlı olarak bu sözler de söyleniyor.
Bunu söyleyenlerin kötü niyeti, sürekli Müslümanlıkla Türklüğü karşı karşıya getirmek ve çatıştırmak şeklinde ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla da Eğer Müslüman isen, Türk olamazsın, Türk’üm diyemezsin, Türk’üm der isen de Müslüman olamazsın… Gibi sakat ve çirkin bir imaj oluşturmak istemektedirler.

Gerçek hiç de öyle değildir. Arap nasıl hem Müslüman hem Arap ise, biz de hem Müslüman hem de Türk’üz… Dolayısıyla milliyetimiz ile dinimizi çatıştırmak hem yanlış ve ilim dışı bir harekettir, hem de zararlı ve tehlikeli bir davranıştır. Çünkü kendi milliyetini ve milletini sahiplenmeyen, kendi millî değerlerini sevmeye meyletmeyen bir kimse, sonuçta vatanını da, milletini de korumaz, böylesi kimselerden oluşan bir toplum ise, hür ve müstakil olarak yaşama azim ve iradesini kaybeder, neticede başka milletlerin kölesi haline gelirler. Türkiye’de Türklük düşmanlığı yapanların esasen temel amacı da budur. Yani biz Türkleri kendi millî benliğimizden uzaklaşıp, içten çökertmektir. Dolayısıyla de Türklük düşmanlığı fikrinin arkasında daima başka milletler, bizi yıkmak isteyen düşman milletler vardır. O fikri daima o düşmanlarımız üflerler, bazı kimseler bilerek, bazı saflar da bilmeyerek o zehirli fikirlere kapılırlar.

Türklükle Müslümanlığı karşı karşıya getirmek ve çatıştırmak isteyenlerin yanlış ve zararlı tutumlarına karşılık biz, doğru olarak Müslümanlık ve Türklüğü daima uyum içinde, birlik ve beraberlik içinde ele almalıyız. Çünkü gerçek de böyledir. Biz hem Türk’üz, hem Müslüman’ız. Türklük kanımız, İslam canımız, bir insanın kanı ile canı çatışır mı?
O halde, ne mutlu Türk’üm diyene, ne mutlu Müslüman’ım diyene, ne mutlu böylesi bir vatana ve millete sahip olana, ne mutlu millî ve dinî bilince sahip olana!

Görülüyor ki Türklükle Müslümanlığı çatıştırmaya, karşı karşıya getirmeye hiç de meydan vermeden, düşman tuzağına düşmeden gerçekler gayet güzel biçimde ifade edilebilmektedir. Bir insan, ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ dediği zaman, aynı zamanda ‘Ne mutlu Müslüman’ım diyene’ de demiş oluyor. Çünkü Türklerin tamamına yakını aynı zamanda zaten Müslüman’dır.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Deniliyor ki, ‘Ahirette Türklüğünden sorulmayacak. Ne diye Türkçülük ideolojisi güdüyorsun?’ Bu safsataya da cevabınız olmalı.

Prof. Dr. Zekeriya BEYAZ: Hemen ifade edelim ve kesin olarak cevap verelim ki, Yüce Allah bize ahirette Türklükten de soracaktır. Daha açık bir ifadeyle Cenab-ı Hak Türklere ahirette, Türklük ile ilgili görevlerini yapıp yapmadıklarından dolayı sualler soracaktır. Daha doğrusu Yüce Allah her millete kendi milliyeti ve milleti hakkında sorular yöneltecektir. Çünkü o milliyeti bütün unsurları ile insanlara ihsan eden de Cenab-ı Hakk’ın bizzat kendisidir. Verdiği her nimetten sorguya çekeceği gibi, milliyet nimetinden dolayı da herkesi sorguya çekecektir. Ahirette Türklükten sorulmaz, Müslümanlıktan sorulur diyenler, Türklüğün ve bütünüyle milliyetin ne demek olduğunu bilmeyen ve bu gerçeğin İslam’daki yerini kavramayan kimseler veya yolunu şaşırmış kötü niyetlilerdir.

Konuyu daha iyi açıklayabilmek için, Türklüğün ne anlama geldiğini kısaca görmek ve dolayısıyla onun korunması hususundaki dini vecibeyi göz önüne getirmek gerekir:
Türklük 300.000.000’u aşkın bir insan kitlesinin soy adıdır. Bu kitlenin çok küçük bir kısmı dışında hemen tamamı Müslüman’dır. Dolayısıyla Türklük bizim atalarımızdır, yaşayan 300.000.000 aşkın kardeşlerimizdir ve de Türklük bizim gelecek nesillerimizdir. Biz bu mübarek ve muazzam soydaşlarımızı sevmek, saymak, onlara bağlı olmak, onlara yardımcı olmaktan sorumluyuz.

Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde Müslümanları ve akrabalarımızı sevmek ve onlara yardımcı olmak yolunda birçok hüküm bulunmaktadır. Ahirette bu emirleri yerine getirip getirmediğimizden dolayı elbette sorulacaktır.

Türklük bizim dilimizdir, güzel Türkçemizdir. Kur’an-ı Kerim her millete bir lisan ihsan edildiğini ve bütün dillerin Allah’ın varlığının ve birliğinin alametlerinden olduğunu açıklıyor (Er-rum suresi 32). Ahirette Türklere dillerini koruyup korumadıklarından, geliştirip geliştirmediklerinden dolayı elbette sorulacaktır. Özellikle Türkçe gibi gelişmiş diller için…

Türklük bizim millî kültürümüzdür. Örflerimiz ve adetlerimizdir. Kur’an-ı Kerim’de örflerin korunması ve örf ile hüküm verilmesini emreden yüzlerce ayet-i kerime mevcuttur.
Bu örnekleri daha da uzatmak mümkündür. Mesela vatan bir milletin varlığının ve hayatını devam ettirmesinin temel şartıdır. Vatansız millet olmaz, o halde vatanı korumak milleti korumaktır, vatanı korumak İslam’ın emridir. Kısacası Türk milletinin maddî ve manevî bütün varlığını ve değerlerini korumak ve geliştirmek aynı zamanda İslam’ın emridir. Tabii bu Araplar için de aynıdır, Acemler için de aynıdır. Ancak henüz gelişmemiş ve kabile halinden ileri gidememiş dillerin ve kültürlerin sahibi olan halklar üstün kültür ve dillerden yararlanmak, onlarla bütünleşerek, zenginleşmek gibi görevlerle de yükümlü olurlar.
Kısacası evet, ahirette Türklükten de sorulacaktır.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Hocam, çok teşekkür ederim. Çok açık, çok net ve tam anlamıyla doyurucu, tatmin edici cevaplar verdiniz. Akıl ve iz’an sâhiplerinin kabulden kaçınamayacakları bir şekilde konular çözüme kavuşturuldu. Fitne ve fesat peşinde olmaya devam edenleri Allah (cc) ıslah etsin.
Prof. Dr. Zekeriya BEYAZ
01.03.1938 tarihinde Gaziantep’te doğdu. İlk tahsilini Gaziantep’te, orta tahsilini Kahramanmaraş İmam-Hatip lisesinde yaptı.
01.03.1963 tarihinde Nizip Ulu Camiinde İmam-Hatip olarak ilk defa memurluk görevine başladı. 1972 yılında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünden mezun oldu. Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatında, 14 yıl imam-hatiplik, vaizlik ve müftülük görevlerinde bulunduktan sonra 03.03.1977 tarihinde Diyanetteki görevinden istifa ederek ayrıldı.
10 yıl kadar serbest yazarlık gazete köşe yazarlığı yaptı. 1985 yılında İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünden ‘İslam Hukuku ve Türk Medenî Hukukuna Göre Evlenme’ konulu teziyle Yüksek Lisans mezunu oldu.
1987 yılında aynı Enstitüden ‘İslam Hukukuna ve Türk Medenî Hukukuna Göre Aile Hayatı’ konulu teziyle doktora diploması aldı. 20.02.1987 tarihinde İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde okutman olarak Devlet Memurluğu görevine yeniden başladı. 23.04.1991 tarihinde Sosyoloji Doçenti oldu.
14.01.1999 tarihinde İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Sosyolojisi profesörlüğü kadrosuna atandı. 01.12.2000- 01.12.2003 tarihleri arasında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı görevini yaptı. 04.12.2003 tarihinde İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesindeki eski görevine döndü. 2005 Yılı Şubat ayı başında 01.03.2005 tarihinden itibâren geçerli olmak üzere yaş haddinden emekli oldu.
Prof. Dr. Zekeriya Beyaz, evli ve 5 çocuk babasıdır.

Kabotaj Bayramı

Üç tarafı denizle çevrili olan Türkiye; endüstrisi, ticareti ve sporu ile, en ileri denizci millet yetiştirmek kabiliyetindedir. Bu kabiliyetten istifadeyi bilmeliyiz; denizciliği, Türk’ün büyük milli ülküsü olarak düşünmeli ve bunu kısa zamanda başarmalıyız.-

 Gazi Mustafa Kemâl Atatürk- (1937)

İstanbul Küçükayasofya Camiî Külliyesi içersindeki Hoca Ahmet Yesevi Vakfı’nın onbeş günde bir tertiplenen kahvaltılı sohbet toplantısının 36.sı yapıldı.  Her kahvaltılı toplantıya ailelerce iştirak sağlandığından bu toplantılar bir başka önem arz etmektedir.                                   

03-07-2011 Pazar günlü kahvaltılı sohbet toplantısının konusu günün önemine binaen Türk Denizciliği ve Kabotaj Bayramı idi.

Denizcilik konusunda uzman araştırmacı Dr. Muhsin İdikut Kadıoğlu konuşmacı idi. Hoca Ahmet Yesevi Vakfı Başkanı Erdoğan Aslıyüce’nin takdim konuşmasından sonra dinleyici kitlesine kısmen yabancı olan Türk denizciliği ve denizcilik tarihi hakkında bizlere detaylı bilgi verdi.

Öncelikle Hoca Ahmet Yesevi Vakfı Başkanı Erdoğan Aslıyüce ve konuşmacı Dr. Muhsin İdikut Kadıoğlu’na teşekkürü bir borç bilirim. Zira denizciliği ilgi alanım dışında bıraktığıma üzüldüğü ifade etmek isterim.

Türk denizciliğinde 1 Temmuz tarihi önemli bir gündür. 1 Temmuz 1926’da kabul edilerek, denizlerimizdeki bağımsızlığımızı kazandıran 815 Sayılı Kabotaj Kanunu’nun kabulünün ile Denizlerimizdeki kıyı ve limanlarımızın egemenliği bize geçmiştir.

Kabotaj Fransızca kökenli bir kelime olup, bir devletin kendi limanları arasında yolcu ve yük taşıma hakkı demektir. Osmanlı Devleti’nin kapitülâsyonlar çerçevesinde yabancı ülke gemilerine tanıdığı kabotaj ayrıcalığı, Lozan Barış Antlaşması’yla 1923 yılında kaldırıldı.

19.04.1926 tarihinde TBMM’inde 815 Sayılı  “Türkiye Sahillerinde Nakliyatı Bahriye (Kabotaj) ve Limanlarla Kara Suları Dahilinde İcrayı Sanat ve Ticaret Hakkında Kanun” 29-04-1926 tarihinde 359 Sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak 1 Temmuz 1926 tarihinde yürürlüğe girdi. Bu günden itibaren 1 Temmuz Kabotaj Bayramı olarak kutlana gelmiştir.                                     

815 Sayılı Kanunla yabancıların elinde bulunan bütün limanlarımız millileştirilmiş, Türk limanları ve sahilleri arasında yük ve yolcu taşıması ile kılavuz ve römorkaj hizmetlerinin Türk vatandaşları ve Türk Bayrağı taşıyan gemilerce yapılması hükmü getirilmiştir.                                                           

815 Sayılı Türkiye Sahillerinde Nakliyatı Bahriye (Kabotaj) ve Limanlarla Kara Suları Dahilinde İcrayı Sanat ve Ticaret Hakkında Kanun 7 maddeden oluşmaktadır. Kanunun getirdiği genel esaslar şöyledir;

Son iki maddesi yürürlük ve uygulamadan sorumlu Bakanlıkları gösterir.  Türk kıyılarının bir noktasından diğer noktasına yük ve yolcu alıp nakletmek ve kıyılarda, limanlar içinde veya arasında römorkaj ve kılavuzluk ve bütün liman hizmetlerini yalnız Türk Bayrağını taşıyan gemi ve taşıtlara aittir.  

Yabancı Gemiler sadece yabancı memleketten aldıkları yolcu ve yükü Türk limanlarına çıkarabilir ve Türk limanlarından yabancı limanlara gidecek yolcu ve yükü alabilir.

Türkiye’de nehir, göller ve Marmara havzası ile Boğazlar ve bütün karasuları ve karasularına dahil körfez, liman, köy vesairede vapur, römorkor, istimbot, motorbot, mavna, salapurya, sandal, kayık velhasıl makine, yelken ve kürekle hareket eden büyük taşıtlar ve saire ile duran ve yüzen araçlar bulundurmak ve bunlarla seyrüsefer ve nakliyat ameliyesinde bulunmak suretiyle ticaret hakkı, yalnız Türk Vatandaşlarına aitti

Kanunun 5.Maddesi cezaî hükümleri ihtiva etmekte olup 23-01-2008 tarihinde 5728 Sayılı Kanunun 6.maddesi ile yapılan değişiklikle “Bu Kanunun 1 inci maddesi hükmüne aykırı olarak Türkiye limanları arasında kabotaj yapan gemilerin kaptanlarına ve yabancılara ait deniz taşıtlarının sahiplerine bin Türk Lirasından yirmibeşbin Türk Lirasına kadar idarî para cezası verilir. Donatanı yabancı olan gemilerle yabancılara ait sair deniz taşıtları, idarî para cezası tahsil edilinceye kadar elverişli bir limanda masrafları kendisine ait olmak üzere tutulur. Bu Kanunun 2 ve 3 üncü maddelerinde belirtilen yalnızca Türk vatandaşlarına tanınan hakları kullanan yabancılara beşyüz Türk Lirasından beşbin Türk Lirasına kadar idarî para cezası verilir ve gemi ve sair deniz taşıtları seferden alıkonulur.

Birinci fıkrada yazılı olan idarî para cezalarına o yerin mülkî amiri, diğer idarî tedbirlere liman başkanı tarafından karar verilir.”  Şeklini almıştır.

Ancak Limanları özelleştirilmesiyle Kabotaj Bayramının ne denli bağdaştığı siz okuyucuların izanına bırakmak durumundayım.

Saygılarımla.

 

 

 

Artvin İli Yusufeli İlçesi Esenyaka Köyü 9. Lokum Şenliği

0

Artvin İli Yusufeli İlçesi Esenyaka Köyü Derneğinin düzenlemiş olduğu şenlik. Genellikle Artvin İli Yusufeli İlçesi Köylerinin gelir kaynaklarının yeterli olmaması dolayısıyla halkın büyük çoğunluğu  başta büyük şehirler olmak üzere Türkiye’nin  bir çok İline göç etmiştir.

Bu şehirlerden İstanbul, Ankara, Eşkişehir, Kocaeli, Sakarya, Bursa başta olmak üzere Türkiye’nin bir çok İllerine göç etmişlerdir.

Bunların en başında gelen ise Bursa’dır. Böyle olunca Köylülerimiz Bursa İlinde Dernek kurup kendi kültürlerini gelenek ve göreneklerini yaşatmak, iyi günde kötü günde bir araya gelmek beraber olmak maksadıyla ES-DER (Esenyaka Köyü Yardımlaşma Dayanışma Derneği) kurulmuştur.

Kuruluşundan bu güne kadar gelmiş geçmiş yöneticileri ve katkı sağlayan herkesi bu derneği yaşattıkları için kutluyorum.

Dernek faaliyetleri arasında yer alan insanların bir araya gelmesini sağlayan ve her yıl Bursa’nın değişik yerinde yapılan ve adına da lokum şöleni de denilen ve 9.su gerçekleştirilen Lokum Şöleni 2-3 Temmuz tarihinde Uludağ yolu Kralı beldesinde yapıldı.

Köyümüzün kültüründe var olan lokum; Mayalı Hamurdan yağda yuvarlak şekilde kızartılarak hazırlanır.

Piknik alanına Çadırlar kurulup Cuma akşamından Pazar akşamına kadar devam eden kültürümüzde davul zurna eşliğinde oyunlar oynanır. İstanbul’dan, Eskişehir’den, Sakarya’dan, Kocaeli’den, Bursa’dan, Erzurum’dan, Artvin’den köyümüzden, kısaca Türkiye’nin her yerinden gelen ve yıllarca bir birini göremeyen insanlar  birbirlerini görme imkanı yakalarlar.

Bize de bu yıl bu şenliğe gitmek nasip oldu. Bu şenliklerin düzenlenmesinde emeği geçen başta Dernek Başkanımız Osman Çelik  Beyefendiye Yönetim Kurulu üyelerine Şairimiz Aydın Polat beyefendiye, Derneğimize katkı sağlayan herkese teşekkürlerimi sunar bu tür faaliyetlerin devamını diler,

Saygı ve muhabbetlerimi sunarım.

 

Milli Kimlik ve Türkçe

Ülke sorunlarını demokrasi içinde çözülemez noktalara taşımak, bizzat demokrasiyi dışlamak ve amaca varmak için onu vasıta gibi görmektir. Tenkit kabul etmemek, muhalif bir kimse ve kuruluş bırakmamak demokrasinin gereği midir? Son yıllarda ortaya çıkan çirkinlikler ve demokrasi ayıpları bu ülkeye hiç de yakışmıyor ve uymuyor. 

Ne gariptir ki; Başbakanımız mensup olduğu milletin adını nedense söyleyemiyor. Son derece anlamsız bir Türkiyeliliği öngörüyor. CHP’nin 12 Haziran 2011 Genel Seçimlerindeki seçim bildirgesinde de Türk Milleti ifadesine rastlayamıyoruz. Bir ara CHP ‘nin yeni genel başkanı “Kürt demiyorum ama Türk de demiyorum” diyerek zihninin ne kadar karışık ve bulanık olduğunu ortaya koymuştu. Türklük bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ayırım yapmadan ortak sıfatı değil mi? Milletin ve milliyetin adını etnik seviyeye indirip sözde dengeleme yanlışı neden? Dünya böyle mi yapıyor?

Kaldı ki, konuya kültürel bakarsak, Türkiye’de anadili Türkçe olanların %84-86 arasında değişmesi “Türkiye sadece Türklerin değildir” diyebilme gafletini gösteren bazı devlet adamlarımızı tekzip etmiyor mu? Ayrıca anadili Türkçe olmamasına rağmen, milli kimliği benimsemiş insanlarımız var. Güneydoğu’da yapılan araştırmaların çoğunda “kimlik sorunum var” diyenlerin oranı %6-8 arasında değişmiyor mu? İşsizlik en önemli sorun olarak %60’lara varan bir nispette karşımıza çıkmıyor mu?

Türk kimliği konusunda yeterli hassasiyeti göstermeyenlerin son günlerde Türkçe sevdası birden ortaya çıkıverdi. Olimpiyat kelimesi ayağa ve işportaya düştü. Türkçe, Türk Milleti’nin dilidir. Dünya dili olan Türkçe aynı zamanda kendilerini Türk Kültür dairesi içinde görenlerin, Türk Kültürünü yaşayanların ve Türk dostu olanların da ortak dilidir.

Geçenlerde BBC’nin ve Amerikanın Sesi Radyosunun Türkçe yayınları durdurduğu haberi basında yer aldı. Anlaşılan “Türk sorunu” uzun bir süredir Dünyada dal budak salmış, bundan dolayı siyasi patronları, uşakları ve işbirlikçileri Türk’le ve Türkçe’yle uğraşma ihtiyacı duymuşlardır.

Kosova’da anayasadaki resmi diller arasından Türkçe’nin çıkarılması sonucu, yerine İngilizce’nin geçtiğini biliyoruz. Türkçe sadece Türklerin yaşadığı bölge ve belediyelerde  geçerli olabiliyor ve kullanılabiliyor. Onu da çeşitli nüfus hareketleri ile engellemeye çalışıyorlar.

Kosova’dan aldığımız haberlere göre; Prizren’de KFOR kapsamında görev yapan ve güzel hizmetler veren Taburumuzda faaliyet gösteren “Mehmetçik Radyosu”nun yayınına son verilecekmiş. Kosova’da Türkçe yayın yapan tek radyo olan “Mehmetçik Radyosu”na sahip çıkacak yetkili arıyoruz. Bu yanlışın arkasında kimler var? Yeri geldiği zaman Türkçe’yi amaçları için kullanacaklar, toplantılarında bazı dönek eski komünistlerle Türk düşmanlığı ve Türkiye’yi Türkiye yapan değerlere karşı işbirliği yapacaklar; daha sonra Türkçe sevdalısı kesilip Türkçe’ye hizmet edecekler. Türkçe, Türk Kimliğinin dışında mıdır? Bu bir çelişki değil midir?

Türkiye’nin kurtulmak zorunda olduğu bir çelişki de, demokrasi ile ırkçılığı akraba görme yanlışıdır. Hem demokrasi ve demokratikleşmeyi ağzımızdan eksik etmeyeceğiz; hem de etnik ırkçılığı demokratikleşme diye savunarak terörlü ihanete taviz vereceğiz. Bu çelişkiden de kurtulmak durumundayız. Çelişki ve yanlışlar o kadar çok ki… İstanbul 1.Bölgede MHP’den seçimi kazanmış olan Hayrettin Nuhoğlu’nun çeşitli tertiplerle yolunu kesip TBMM dışı bırakmak demokrasinin bir gereği mi? Milli iradeye saygı nerede?

Alman, Fransız ve Rus millet olmuş da biz mi milletleşememiş ve milletleşme yolunda mesafe alamamışız? Bazı belirsizliklere, mutabakat eksikliklerine ve kısır döngü olarak süren yanlışlara rağmen; mahalliliği, etnikliği aşan ortak bir milli kültür ve milletleşme süreci yürümüştür. Ancak bugün GOP(Genişletilmiş Ortadoğu Projesi) geçerlidir. Değişen Dünya yeniden paylaşılıyor. Türkiye’yi istedikleri şekle sokarlarsa Ortadoğu’ya ve diğer ülkelere bizi örnek gösterebileceklerdir.

Sömürgecilik dün de bugün de canlılığını koruyor; ancak malzeme ve kavramlar değişebiliyor. Demokrasiden başka sığınacağımız bir liman yok. Ancak sandık ve demokrasinin sömürgeciliğe, “emperyal demokrasi“ye hizmet eder hale gelmesi de bir çeşit demokrasiye yabancılaşmadır.

Gebze hizmet sektörüne yönelmeli

İsmail Kahraman’ın sorularını cevaplayan MHP Kocaeli Milletvekili Lütfü Türkkan Gebze bölgesi ile ilgili önemli mesajlar verdi.  

Kocaeli Aydınlar Ocağı İlim ve İstişare Kurulu üyesi Gazeteci – Yönetmen İsmail Kahraman’ı ziyaret eden MHP Kocaeli Milletvekili Lütfü Türkkan önemli açıklamalarda bulundu. 1997 yılında Dilovası’nda fabrika kuran Türkkan dünden bugüne bölgemizle ilgili değerlendirme yaptı. İlk olarak Dilovası ile ilgili değerlendirme yapan Türkkan, Dilovası’nın tam bir ilçe olamadığını, bir çok eksiğinin bulunduğunu ifade ederek, bu eksikliklerin belediye ve kaymakamlık tarafından giderilmesi gerektiğini söyledi. Dilovası’nın sanayi açısından önemli bir yer olduğunu kaydeden Türkkan, Dilovası’nın denize sıkıştığını ve genişleme alanının olmadığını kaydederek bu konuda ki önerilerini anlattı.

Yerleşim Kuzeye Yayılmalı

Dilovası’nın eski belediye Başkanı Musa Kahraman ve mevcut başkan Cemil Yaman’a yerleşimi kuzeye doğru kaydırmalarını istediğini belirten Türkkan, “İnsanlarda bu şekilde sanayinin kirli havasından kurtulurlar. Orada ki zehirlenme doğal bir zehirlenme. İstediğiniz kadar önlem alın, arıtma yapın, emisyon kurun ama kimya sanayinin olduğu bir yerde kirlilik yok demek inandırıcıcı değil. Kirlilik mutlaka var ama bunu azaltabilirsiniz. Bu yüzden yerleşim kuzeye doğru yayılmalı. kentsel dönüşümle insanlar oraya kolaylıkla taşınabilir. Konuyla ilgili projelerimiz var. Bunu halkımızla paylaşacağız. Halkımızdan onay aldıktan sonra yerel yöneticilerimizle halkın onayını almış bu projeyi hayata geçirin diye konuşacağız.”dedi.

Gebze Sanayiye Doydu

Gebze ile ilgili değerlendirme yapan Türkkan, Gebze’nin de sanayiye doyduğunu belirterek Gebze’de hizmet sektörünün büyümesi gerektiğini ifade etti. Gebze’de yeni bacalı sanayiye izin vermenin ihanet olduğunu dile getiren Türkkan, “Gebze bana göre sanayiye doymuş vaziyette. Bu bölgeye bundan sonra sanayi izni vermek bölge halkına ihanettir. Bölgeyi hizmet sektörüne açmak, sanayiden uzak tutmak lazım. Hizmet sektörüyle beraber hem istihdam alanları gelişir. Eğitimli işsizler ordusuna böylelikle iş olanakları sağlanmış olur. Bölge sanayi yorgunluğunu böylelikle üzerinden atmış olur, Gebze bölgesi daha iyi yaşanılır bir yer olur. Bunla ilgili projemiz var. Kuzeyde İstanbul’a en yakın Karadeniz sahilimiz var. Buralara oteller yapılabilir ve hizmet sektörünü buralara yayabiliriz. Bölgede ki 2B arazilerinin yatırımcılara bedelsiz tahsisi için çalışmalar yapacağız. Diğer partilerimizin milletvekilleriyle oturup çalışacağız. Onlara oturup tartışacağız. Kocaeli için iyi ne varsa bunları istişare yapacağız.”diye konuştu.

Sanayi Müzesi

İsmail Kahraman’ın Sanayi Müzesi ile ilgili sorusuna ise Türkkan, “İstanbul’da özel sektörün bu konuda girişimi var ama yeterli değil. Kocaeli bu iş için çok müsait yer. Buranın sanayicileri birleşerek bunu yapabilirler. Ancak Burada çok uzun süre bacalı sanayi kalmaz. Arazi fiyatları o kadar yükseldi ki buralarda artık sanayi olmaz. İstanbul’da da bir çok önemli fabrika vardı ama kapanmak zorunda kaldı bu şekilde. Buralar lojistik depo haline gelir. Hizmet sektörüne hitap eden yerler haline gelir bölgemiz. Bu dönüşüm kısa sürede sağlanacaktır. “diye cevap verdi.

Yemin Krizi

Meclis’te yaşanan Yemen krizine ise Lütfü Türkkan, “MHP Devletin sigortasıdır. Biz meclise girerek siyasetin meşru zeminde yapılması gerektiğini hatırlattık. Siyasetin meşru zemini TBMM’dir. Eğer siz bunu TBMM’den dışarı çıkarırsanız kimin nerede nasıl bir muhalefet yapacağını kestirmeniz mümkün olmaz. Tarih bunun bedelini ödettirir. Meclise girmeyenler bunun bedelini ödeyecektir. AK Parti’nin yaptıklarını tasvip etmiyoruz ama bunun tepki yeri Meclistir.”dedi.

Nasıl Bir Vekil Olacak?

İsmail Kahraman’ın nasıl bir vekil olacaksınız soruna ise Lütfü Türkkan, “Seçilmeden önce ben şunu söyledim. Ben siyaseti milletle yapacağım. Ben gidip teşkilatlarda oturup delege peşinde koşmam, bu benim tarzım değil. Her Cuma bir ilçemizin bir camisinde Cuma namazına gidip namazdan sonra halk sofrası kuruyoruz, sonra da halkımızla buluşup, ziyaretler yapıyoruz. İnsanlarımız bizi sokakta bulacak. Hastası sıkıntısı olana gideceğiz. 4 yıl sonra insanlarımız bu adam seçildi ama 4 sene bizim aramızdaydı, derdimizi anlatabildiğimiz bir vekilimiz var diyebilsinler. Dört sene sonra herkesin Allah razı olsun diyebileceği bir vekil olmak için çalışacağız. Maaş almayacağımı söylemiştim. Bizim rızkımız bize yeter çok şükür. Aldığımız maaşı şartlı bağış yapacağız valilikle birlikte. Araştırma sonunda kriterlere uyan 50 öğrencimize burs vereceğiz. Hiçbir şey yapamazsak bile 200 tane çocuğumuzun eğitimine katkıda bulunmuş oluruz. Onlar da bize Allah razı olsun der biter. “diye cevap verdi.

Kocaeli Halkına Mesajı

 Son olarak Kocaeli halkına seslenen Türkkan, “Ülke üzerinde kara bulutların, sıkıntıların olduğunu biliyorum. Ama hiçbir zaman umudunuzu yitirmeyin. Bu ülke sadece 88 yıllık bir cumhuriyet değil. Binlerce yıllık geçmişe sahip bir kültürün parçası. Türk milleti kendi özüne döndüğünde her türlü sıkıntılarını atlatır, bütün problemlerini çözer. İleriye umutla bakmaya devam edin, Parlamento da Türkiye’yi seven milletvekilleri varsa bu ülkeye hiçbir şey olmaz.

İsmail Kahraman, Lütfü Türkkan ile mülakatını yaparken

İsmail Kahraman, Lütfü Türkkan ile mülakatını yaparken

Futbol da Olur Böyle Şeyler

Türkiye bir futbol skandalı ile çalkalanıyor. Ancak futbolun içinde olanlar bilir ki; bu ne ilk ne de son olacaktır. Futbol var oldukça biz buna benzer şeyleri hep göreceğiz.

Son olaylar üzerine ahkam kesenler ya cahilliklerinden konuşuyor yada sanki yeni bir şey öğrenmişçesine Türk halkı ile alay ediyor. Çünkü bu olaylar dün de vardı yarında olacaktır. Ve sadece biz de değil bütün dünyada benzer şeyler cereyan etmektedir.

Peki öyleyse, ülkemizi ve dünyayı  üzerine bir mıknatıs gibi çeken bu olay, niçin böyle bir zamanda gündeme taşınmıştır? Benim en çok ilgimi çeken nokta budur.

Çocukluğumdan beri futbola aşırı ilgi duyan, Süper Ligde orta hakemlik dahil olmak üzere 18 yıl hakemlik, 8 yıl ulusal bir gazetede spor yazarlığı, toplam 7 yıl iki ulusal televizyonda spor yorumculuğu, yetmedi spor üzerine yüksek lisans yapan benim gibi bir adamın soracağı tek soru, yukarıda belirttiğim sorudur. Türk halkının bu soruya cevap araması gerekir.

Elbette yetkililer cevabını bildikleri bu sorunun doğru taraflarını Türk halkı ile paylaşmayacaklardır.

Bu gün Türkiye’nin önüne bir futbol skandalı olarak getirilen bu konularla, futbolun içinde olduğum sürece uğraştım. Ancak gördüm ki bu tip olayların içinde olmayan yok gibi. Herkesin yolu bir gün takım, futbolcu, hakem, teknik direktör vs. ayarlamaya düşmüş. Pislikler her yere bulaştığı içinde devamlı surette üstü örtülmüş.

Bu sebeple de futbolun asla futbol için olmadığı da herkes tarafından kabul edilen bir gerçek haline gelmiş. Eğer böyleyse bugün yaşananların arkasında yatan giz perdesini aralamayı mümkün kılmak gerekiyor. Bence bu yapılamayacaktır.

Olayların nedeni olarak suni meseleler ortaya konacak ve bir takım insanların mecazi anlamda kellesi alınacak yada itibarsızlaştırılacaklardır. Tıpkı gerçek nedenlerini bilemediğimiz Ergenekon ve Balyoz soruşturmaları ve yargılanan bazı kişiler gibi.

Futbolu ve futbolun elemanları olan kulüp, futbolcu, hakem, teknik adam, masör, menajer gibi insanları, başta devlet ve siyaset olmak üzere bir çok güç, değişik nedenlerle kullanmaya kalkmış ve büyük bir oranda da kullanmıştır. O nedenle; bu gün gündeme taşınan iddialar, gerçekleri bilenler için sürpriz değildir.

Futbol; toplumu uyutmak için yürütülen ve adeta toplum için afyon niteliğinde olan bir olgudur. İnsanlar; açlığı,işsizliği, yoksulluğu, savaşları, sömürüyü ve bir çok gayri insani davranışı futbol nedeniyle göz ardı edebilmektedir. İşte futbolun bu önemli özelliği, insanı köleleştirerek kullanmak isteyenler tarafından en iyi şekilde değerlendirilmiştir. Aynı şeyleri çok rahatlıkla, ülkemiz içinde söyleyebiliriz.

Futbolla ülkemizin gündemi değiştirilmiştir. Bu niçin yapılmıştır bilmiyorum. Ancak bu sorunun cevabı hiçbir zaman ortaya çıkmayacaktır. Bana göre Türkiye’nin esas gündemi olan meseleler futboldaki bu skandalla perdelenmektedir.

Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Bingazi’ye gidişi, AKP’li Mustafa Elitaş’ın CHP’li vekillerle ilgili 15 Temmuz tarihini verişi ve nihayetinde Yüksekova’da işlerine gitmek üzere evlerinden çıkan iki uzman çavuşun şehid edilmesi, bence Aziz Yıldırım ile hakem Cüneyt Çakır’ın yaptığı iddia edilen görüşmeden çok daha önemli konulardır diye düşünüyorum. Belki de benim bilmediğim üzerinde durulması gereken daha da önemlileri vardır. Onun için gözümüzü değil aklımızı dört açmalıyız.

 

 

 

Bayraklar ve Duygular

1994 senesinde, ABD’ye bir inceleme-tespit çalışması için gitmiştim.  Dakikası boş olmayan yoğun bir programdı. Mensubu bulunduğum Devlet Kurumunun ABD’ye satış hacmi düşmüş 30.000 birimlere inmişti. Oysa bu Pazar 1000.000 birimlik bir hacme ulaşabilirdi. Bu amaçla yapılan ve (18) eyaleti kapsayan çalışma sonunda Pazar Hacmi tam (10) katına yükseltilmişti.

Bu yoğunluk içinde; CHİKAGO’da; KONSOLOSLUĞUMUZU sormuştum. Binaya kadar götürdüler ve;

  • – “İşte burası !..” Dediler. Şaşırmıştım..
  • – Neresi? Dedim.. Tekrarladılar;
  • – İşte burası, şu karşı binanın üçüncü katında.. Dediler. Daha çok şaşırmıştım. Binada hiç Bayrak filan yoktu.. O gün tatilmiş.. Daha iyi ya asıl tatilde BAYRAK Olmalıydı..
  • – Şaşırdım.. Dedim.. Neden Bayrak yok?
  • – Ermeni saldırısından korkuyorlarmış dediler ve güldüler. HEM daha çok şaşırmıştım, hem de sinirlenmiştim.
  • – Ne demek? Dedim. Ermeni Saldırısından korkuyorlar ve BAYRAK ASMIYORLAR Öyle mi ?
  • – Evet Öyle dediler. Daha çok üzüldüm ve kızdım..
  • – Ama dedim bakın sizler biliyorsunuz ki burası Türkiye Başkonsolosluğudur…
  • – Herkes biliyor.. Hatta Ermeniler de biliyor..
  • – Ve bizimkiler BAYRAK ASMIYORLAR!.. Öyle mi?
  • – Evet maalesef öyle efendim..
  • – YAZIKLAR OLSUN … Evet tam anlamıyla yazıklar olsun. Demez misin? ÖLECEKSEN O BAYRAĞIN ALTINDA ÖL!.. AMA SENDE O ONUR VARSA!..

Bayrak saygı ister, Bayrak sevgi ister, Bayrak GURURDUR, ŞEREFTİR, ONURDUR..  Korumak ister, kollamak ister.. 

Ve şimdi şu aşağıdaki iki fotoğrafa bakar mısınız?

Yere düşen JAPON  BAYRAĞINI Yerden kaldıran ve gururla elinde tutan Bayan; Eşim Keriman SOFRACIOĞLU’dur.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                                                                                  

 

Olay Japonya’da geçmiştir.

1997 yılında; Sayın Cumhurbaşkanımız Süleyman DEMİREL’in himayelerinde düzenlenen,  “ANADOLU İLLERİ TANITIM GEZİSİ” nde yaşanan bu olay şöyle gelişmiştir.

Aralarında, Gaziantep,  Antalya, İzmir, Mersin, Adana, Kocaeli, Manisa, Kahramanmaraş, Çorum, Amasya, Samsun, Trabzon gibi İLLERİMİZİN Temsilcilerinin de bulunduğu   64 kişilik grubumuzdan bir bölümü, program gereği, KUSHİMOTO’ya, 107 yıl önce Türk Fırkateyni ERTUĞRUL’un battığı OŞİMA Adasına, burada bulunan TÜRK MÜZESİ vb ANITSAL yerleri ziyaret için geldikleri Kushimoto Belediyesi önünde tertiplenen RESMİ KARŞILAMA TÖRENİ sırasında;

  • Konuklardan birinin elindeki İKİ BAYRAKTAN BİRİ, BİR JAPON BAYRAĞI YERE DÜŞMÜŞTÜR.
  • O Esnada Milli MARŞLARIMIZ Söylenmektedir.
  • Bayrağı düşüren kişi bunu fark etmemiştir.
  • Çapraz uzağındaki Keriman olayı görmüş ve dayanamamıştır.
  • Milli marşlar söylenmesine rağmen, esas duruşta olmamıza rağmen, Yerdeki Bayrağın AYAKLAR ALTINDA Kalmasına tahammül edememiş ve ATILMIŞTIR.
  • Önce BAYRAĞI almış, sonra da büyük bir şevkle Milli Marşımızın söylenmesine eşlik etmeye devam etmiştir.
  • Olayı karşıdan gören JAPON FOTOĞRAFÇI da bu enstantaneyi. DÖRT KARE ile tespit etmiştir.
  • Yer Kushimoto Belediye Binası önüdür.
  • Milli Marşların çalındığı ve söylendiği resmi karşılama sonrasında grubumuz Belediye Binasına girmiş ve normal programa devam edilmiştir.
  • Buradaki resepsiyon sırasında, bir Japon Gazeteci, bize yaklaştı ve özür dileyerek bir şeyler söylemeye çalıştı.
  • Baktım elinde bir zarf vardı. Nezaketle uzattı bir taraftan da eşim Kerimanı işaret ediyordu. Keriman da yanımıza geldi..
  • Hemen uzatılan zarfı açtım, büyük boy DÖRT Kare fotoğraf vardı. İşte yukarıdaki ikisi bu fotoğraflardır.
  • Şaşırmıştık.
  • O bize; Türkçe, İngilizce ve Japonca karışık bir dille olayı anlattı.. Kerimanı böyle görünce basmıştı deklanşöre ve DÖRT KARE almıştı. Çok mutluydu.. Yerden alınan Bir JAPON BAYRAĞI idi.
  • Ve onu yerden kaldıran çiğnenmekten kurtaran bir TÜRK HANIMDI. Olay Basına da intikal etti.
  • Japonlar çok mutlu olmuşlardı. Bir onlardan daha çok mutlu olduk.. Yaptığımız işten gurur duyduk.

Keriman, çok mutluydu. Onun milli duyguları çok güçlüdür.

Milliyet herkes için Kutsaldır.. Bayrak ta öyle..  

Ve başka bir BAYRAK OLAYI..

Bu defa yer İNGİLTERE..

DÜNYA TUZ ÜRETİCİLERİ BİRLİĞİ Genel Kurul Toplantısı… Ve Dünyanın İKİNCİ ÖNEMLİ TUZ Üreticisi TÜRKİYE’yi; TEKEL GENEL MÜDÜRLÜĞÜ’ nü temsil ederek bu toplantıya katılıyoruz.

KONGRE Salonunda, birinci sıranın başında TÜRKİYE ve yanında AMERİKA var.  Tam yerlerimize geçiyoruz ki;  O DA NESİ?  TÜRK BAYRAĞI Yerine BİR TUNUS BAYRAĞI konulmuş önümüze ve altında da TÜRKİYE Yazmayı unutmamışlar. 

Hemen, durakladık.. Bakındım ve İNGİLİZ ORGANİZATÖRÜ İstedim..

Koşup geldi.. Salonda herkes oturmuştu.. Bir ben ayaktaydım.  Ve yanımdaki arkadaşım..  İngiliz Ev Sahibimiz Heyecanla sordu..

  • – SOFRACIOĞLU, bir problem mi var? Lütfen?
  • – Evet, Sör!.. Hem de BÜYÜK BİR PROBLEM VAR; BU BAYRAK TÜRK BAYRAĞI DEĞİL!… Hemen, derhal değişecek!..
  • – Yes Sir, İmmediatly, Yes Sir, Yes.. Please…
  • – Sert bir balkışla, Salonun gerilerine çekildim..

Hemen Amerikalı Delege Kalktı ve koşarak yanıma geldi;

  • – EVET dedi O Bayrak sizin Değil ÇOK HAKLISINIZ!…
  • – Teşekkür ederim.. Dedim..

Sanıyorum, bir yirmi dakika bekledik.. Ve biraz önce yüzü renkten renge giren, kızaran ve sonra adeta mosmor olan İngiliz, elinde ÇİFTLİ BİR MASA BAYRAĞI Direği ile koşarak geldi.. Nezaketle selam verdi;

  • – BUYURUN Ekselansları.. Dedi. Koştu Bayrağı Masaya yerleştirdi ve hemen yanıma geri döndü.. Ayaküstü belki ON KEZ daha Özür diledi.
  • – TEŞEKKÜR Ettim, omzunu sıvazladım ve yerime oturdum..

Tam o anda Salonda MÜTHİŞ BİR ALKIŞ KOPTU.. Kalktım ve onları selamladım.. Bir daha Alkış tufanı salonu çınlattı.

Memnun ve mütebessim yerime oturdum.

İlk söz bana verildi.  Önce protesto duygularımızı, sonra teşekkürlerimizi tekrar ilettim.

Olağanüstü ilgi ve dikkatle dinleyen (39) Ülkeden sayıları (100)ü aşkın delegeye kendi görüşlerimizi aktardım.

O toplantı sonrasında daha önce hiç tanımadığım bazı delegelerle de samimi ilişkiler kuruldu.  Dostlar edindik..

Gerek şahsi onurunuz, gerekse Milli Onur ve Gururunuz son derece önemlidir.

Siz onları korursanız, başkaları da size saygı duyacaklardır.

Kimse ne şahsi onurundan ne de Milli Gururunda fedakarlık yapma lüksüne sahip değildir.  Saygınlık uyandıran da bu bilinçtir.  

Kişisel Değerlerinize ve Milli Değerlerimize karşı her zaman saygılı olmanızı ve saygınlık uyandırmanızı diliyorum.

Ana Muhalefet Partimiz

Ana muhalefet partisi, liderinin bütün uğraşlarına rağmen 12 Haziran seçimlerinde başarılı olamadı. Seçimlerde kullanılan oyların ancak % 26’sını  alabildi. Böylece bir kez daha parlamentoda ana muhalefet görevini yüklenmiş oldu.

Oysa, seçimlerin propaganda döneminde partinin önde gelen sözcüleri her platformda, her faaliyetlerinde, her söylemlerinde  yurt çapında desteklendiklerini  dile getirmişlerdi. Yenilenen yönetimleriyle iktidara yürüdüklerini ısrarla vurgulamışlardı.

Ayrıca, sayın genel başkan ve yakın çalışma arkadaşları tüm seçim sürecinde, ulusal basının  belli bir bölümü tarafından her yönden desteklenmiş, övülmüş ve arkalanmıştı.

Ama olmadı. Sonuçta yeni genel başkan ve arkadaşları ancak iktidar partisinin yarısı kadar oy alabildiler.

Batı demokrasilerindeki bazı alışkanlık ve anlayışlar, bize ters gelmekte, bize uymamakta ve uygulanmamaktadır. Batı’da seçimi kaybeden liderler ve ekipleri  görevlerinden istifa ederler. Bu davranış oralarda erdem sayılır ve teşekkürle karşılanır.

Ancak seçimlerin sona erdiği akşam, ana muhalefet partisi sayın genel başkan’ı, hemen mikrofonların karşısına geçerek olumlu bir seçim sürecini geride bıraktıklarını, oylarını ve milletvekili sayılarını artırdıklarını söyleyerek başarılı olduklarını söyledi. Oysa artan oyların miktarı, 2009 İl Genel Meclisi seçimlerine göre 2 milyon kadardı (iktidar partisinin ise 6 milyondur). Artan milletvekili sayısı ise, YSK (Yüksek Seçim Kurulu)’nın illerin millet vekili sayılarını yeniden düzenlemesi sonucu idi.

Seçimler sonunda yurt genelinde,  iktidar partisi 67 ilde kazanırken, ana muhalefet partisi 7 ilde kazanabilmiştir. Kullanılan oyların % 26’sını ana muhalefet % 50’sini iktidar partisi almıştır. İktidar partisinin 327 millet vekiline karşın 135 millet vekili çıkarabilmiştir. Gümrüklerde kullanılan gurbetçi oylarının ise % 63’ü iktidar, %25’i ise ana muhalefet partisine çıkmıştır.

Kentimiz Kocaeli’de de durum farklı değildir. Ana muhalefet partimiz kullanılan oyların ancak % 25’ini almıştır. Darıca’dan Kartepe’ye, Kandıra’dan Karamürsel’e, Çayırova’dan Gebze, Dilovası, Körfez, Derince, Gölcük, Başiskele ve İzmit’e kadar, kısaca 12 ilçede de iktidar partisi açık ara seçimin galibi olmuştur. 

İlimizdeki 273 mahallede iktidar partisi, 14 mahallede ana muhalefet partisi, 243 köyde iktidar partisi,   12 köyde  ana muhalefet kazanmıştır. Ak parti 504 bin, CHP 235 bin oy almışlardır. Sonuç olarak 7 milletvekilliği iktidar, 3 milletvekilliği ise ana muhalefet tarafından kazanılmıştır.

Bu sonuçların iddia edildiği gibi başarı ile ilgisi yoktur. Bu anlayışla gelecek için umut da yoktur.

CHP yönetimi, il örgütlerini mutlaka tekrar gözden geçirmeli,  incelemeli sonuçlarını ciddi, tarafsız  ve gerçekçi bir yaklaşımla yeniden değerlendirmelidir.

Bu seçimlerin öncesinde, CHP yeni merkezi yönetiminin anlaşılmaz bir şekilde  parti faaliyetlerinden dışladığı, ancak uzun yıllar partilerine başarılı hizmetler vermiş, çevrelerince sevilen, yaptıkları çalışmalar, bıraktıkları eserlerle camialarında   öne çıkmış   deneyimli kişiler, tekrar partiye kazandırılmalı ve görevlendirilmelidirler.  

Sosyal demokratların iktidarda olmadığı uzun yıllar, kişisel prestijiyle 15 yıl belediye başkanlığı yapan sayın Sirmen dışlanmamalı, tam aksine öne çıkarılmalı ve önderliğine saygı duyulmalıdır. Sayın Erenkaya, sayın Alan, sayın Toker gibi önceki dönemlerde millet vekilliği ya da belediye başkanlığı  yapmış,  gene yıllar içinde il, ilçe kurullarında, belediye ve il genel meclislerinde görev almış kişilerin  deneyimlerinden  yararlanılmalıdır.  

Ayrıca, CHP’nin her kademesinde  parti içi demokrasiyi işletmek gerekmektedir. İl ve ilçe yönetim kurullarıyla, milletvekili adaylarının tespitinde,   özgür seçimler her ilde yapılmalı ve sonuçlarına saygı duyulmalıdır.

Sayın genel başkan, her kafadan çıkan ayrı ayrı görüşlerden ve sorumsuz açıklamalardan partiyi korumak zorundadır. Zaten bu uğraşı sık sık  vermektedir. Parti, sürekli anlamsız demeçlerle yara almaktadır. Bundan genel başkan da olumsuz etkilenmiş görünmektedir.

Seçimler süresince iktidar partisi genel başkanını eleştirip, kimyasını bozduğunu söyleyen ana muhalefet partisi genel başkanı, seçim süreci ve sonrası oldukça yorulmuş gözükmektedir.

Bir genel başkanın, ancak politikaya veda ederken bile zor söyleyebileceği sözleri, ana muhalefet partisi sayın lideri sarf etmeye başlamıştır;

“- Seçmenlerin % 50’si kendine eziyet eden Ak partiye oy vermiştir (Stockholm Sendromu)”.

Bu söylem sayın CHP genel başkanının üslubuna uygun düşmemiştir.