19.9 C
Kocaeli
Cuma, Ekim 3, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1115

Berat Günahlardan Kurtuluştur

Cenâb-ı Allah’a şükürler olsun ki; bu akşam (15.07.2011 Cuma) Berat Kandili’ni idrak ediyoruz. Şimdiden bütün okuyucularımızın kandillerini tebrik ediyorum.

Berat, kelime olarak borçtan, hastalıktan, suç ve cezadan kurtulmak, temize çıkmak anlamına gelir. Dinî bir terim olarak da günahlardan arınma demektir.

İnsanların kişi, kurum ve kuruluşlara olan borçlarını ödediklerinde kendilerine bir ödeme belgesi verildiği gibi bu gece Allah Teâlâ da, işledikleri günahların farkına vararak tövbe ve istiğfarda bulunan kimselere onları affettiğine ve bağışladığına dair Berat belgelerini verir. Bundan dolayı bu geceye “Berat Gecesi” denilmektedir.

Bu gece, yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’in Levh-i Mahfuz’dan dünya semasına indirildiği gecedir. Ayrıca her hikmetli işin ayrımı, yani tabiî olayların bilgileri, kulların amelleri, rızık, ecel gibi işleri ilgili meleklere bu gece tevdî edilmektedir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de; “Biz onu (Kur’an’ı) mübarek bir gecede indirdik. Şüphesiz biz insanları uyarmaktayız. Katımızdan bir emirle her hikmetli iş o gecede ayırt edilir. Şüphesiz biz, peygamberler göndermekteyiz” (Duhan, 44/3-5) buyrulmuştur.

 Peygamber Efendimiz (s.a.s.) onbir ayın sultanı Ramazan-ı Şerif’i bizlere müjdeleyen Berat Gecesi’nin faziletini hadis-i şeriflerinde haber vermiş ve bu geceyi dua ve ibadetlerle ihya etmemizi tavsiye etmişlerdir: “Şaban’ın on beşinci gecesini ibadetle geçirin, gündüzünde de oruç tutun. Çünkü Yüce Allah, bu gece güneş doğuncaya kadar dünya semasına rahmetiyle tecelli eder ve şafak sökene kadar: ‘Tövbe eden yok mu, affedeyim. Rızık isteyen yok mu, rızık vereyim. Hastalığına şifa isteyen yok mu, şifa vereyim. Daha ne gibi istekleri varsa istesinler, vereyim’ buyurur” (İbni Mâce, İkâmetü’s-Salah, 191)

Hz. Peygamber (s.a.s.), af ve mağfiret gecesi olarak kabul edilen Berat Gecesi’nde Cenâb-ı Allah’ın kendisinden bağışlanma dileyenleri affedeceğini, içtenlikle yapılan duaları kabul edeceğini müjdelemiştir: “Allah Teâlâ bu gece ümmetimden Benî Kelb kabilesinin koyunlarının kılları sayısınca kişiye rahmet eder.” (Tirmizî, Savm, 39) Benî Kelb kabilesi, koyunlarının çokluğuyla tanınan bir kabiledir. Hadiste geçen “kılları sayısınca” ifadesi de çokluğu ifade için kullanılmıştır.

Manevi ikram ve ihsan geceleri olan kandiller, dünya meşguliyetleri içerisinde yaratılış gayesini unutup ömür sermayesini heba eden bizlere, kendimizi hesaba çekme, hata ve kusurlarımızı fark etme; dua, tövbe-i istiğfar ve ibadetlerle temizlenip arınma fırsatı sunar.

Yüce Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de kendisini Rahman ve Rahim sıfatlarıyla tanıtmıştır. Kullarına karşı çok merhametlidir, O’nun affı ve bağışı çok boldur. O, kendisine içtenlikle yönelip af ve mağfiret dileyenleri bağışlar. Öyleyse, bu gibi mübarek geceleri fırsat bilerek hata ve kusurlarımıza tövbe edelim, birbirimizle helalleşelim ve Yüce Allah’tan bağışlanma dileyelim. Amellerimizin Allah’a sunulduğu Berat Gecesi’ni en iyi şekilde değerlendirelim.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) günah işlemekten korunmuş olmasına rağmen devamlı olarak tevbe-i istiğfarda bulunmuş, Allah’tan af ve mağfiret dilemiştir. Şaban ayı geldiğinde ibadetlerini, dua ve istiğfarlarını artırmıştır. Hz. Aişe Validemizin rivayetine göre Peygamber Efendimiz (s.a.s.), Şaban ayının onbeşinci gecesi olduğunda da geceyi ibadetle geçirmiş, kıldığı namazın secdesinde şöyle dua etmiştir: “Allahım! Azabından affına, gazabından hoşnutluğuna sığınıyor, senden yine sana iltica ediyorum. Sana layık olduğun şekilde hamdetmekten acizim. Sen kendini övdüğün gibi yücesin.” (İbni Mace, c, 1, s. 444)

Hz. Peygamber (s.a.s.), Berat Gecesi’nde Rabbimizin rahmet ve mağfiretinin herkesi kuşattığını haber vererek şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ bu gecede kendisine şirk koşmayan bütün Müslümanlara mağfiret eder; ancak kehanet ve büyü işleriyle uğraşanlar, içki ve zinada ısrar edenler ile anne babasını incitenler müstesnadır. Tövbe etmedikçe onlara mağfiret olunmaz.” (Et-Tergip ve’t-Terhib, c.2, s.239)

Hepimiz, kalplerimizi günah kirlerinden arındırmak; Yüce Rabbimizin rahmetine, mağfiretine, lütuf ve ihsanlarına ulaşmak için bizlere sunulan bu fırsatı çok iyi değerlendirmeliyiz. Ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerde ifade edilen müjdenin farkına vararak işlediğimiz hata ve günahlara samimi bir şekilde tövbe etmeliyiz ki, topluca beratlarını alabilen bahtiyar kullardan olalım.

Ne mutlu, hesabını yapabilen, tövbe eden ve günahlardan arınarak beratını alanlara. Berat Kandilinizi tebrik ediyorum. Sevgi ve dualarımla…

 

Dünyayı Tehdit Eden Güç ve Tehlike

Güvenlik; insanların yaşama hakkı, ülkelerinde benimsediği kuralların ve değerlerin korunmasıdır. Bunu tehlikeye düşüren tehdittir.

Tehdit, korkutmak tehlike meydana getirmektedir. Tehdit için iki unsurun ortaya çıkması lazımdır. Bunlardan birisi kabiliyet diğeri de niyettir.

Niyet ve kabiliyet birleşince tehdidin kriz safhası başlar.

Halen dünyanın pek çok yerinde, barışla savaş arasında değişen şiddette tehdit, kriz ve çatışmalar yaşanmaktadır. Bu gelişmelere bir çözüm üretilememektedir.

Süper güçlerin içerisinde yer aldığı büyük orduların kullanılarak toprak işgali ve sınırları değiştirecek istilacı tehditler şimdilik ortadan kalkmıştır.

Ancak gelişmiş ülkelerin modern eğitimli ve iyi donatımlı orduları varlığını sürdürmektedir. Bu ordular öncelikle enerji kaynakları hammadde ve tüketim pazarları ile ulaşım hatlarının emniyetini sağlamak üzere kullanılacaktır. Bu nedenle gelecekteki tehditlerin temel sorunlarından birisi enerji ve hammadde kaynaklarıdır.

Dünya enerji kaynaklarının % 75’ne sahip Avrasya coğrafyasındaki bir kısım ülkeler ve bölgeler için klasik anlamdaki askeri tehdit devam edecektir.

Mikro milliyetçilik akımları ve devletlerin bölünmesi stratejik kaynakların bulunduğu bölgelerdeki toplulukları bölgesel azınlıklar olarak ön plana çıkaran gelişmiş ülkeler karşılarında zayıf ülkeler görmek istedikleri için bu azınlıkları tahrik etmektedirler.

İç dinamikleri kuvvetli olan Avrupa ” bölgesel azınlık dilleri Avrupa şartı” ve “Kopenhag kriterleri” ile alt kimliklerin ortaya çıkmasını teşvik etmektedirler.

Bu gelişmeler endişe yaratmaktadır. Çünkü BM’nin tarihine bakacak olursak ilk olarak 22 ülke iken daha sonra 52, 1997 yılında 185, 2000 yılında 189 ülke BM üyesidir. 2005 yılında BM’ye üye ülkelerin sayısının 195 olduğu bilinmektedir.

Bu artışın birçok sebebi vardır. Kuzeyin zengin ve gelişmiş ülkeleri: Güneyin yoksul ve az gelişmiş ülkeleri arasındaki uçurum gittikçe büyümekte küreselleşmenin bir sonucu olarak zayıflayan çok uluslu devletler bölünmelere mecbur kalmaktadır. Bunun örneği Sovyetler Birliğinin dağılmasında görülmüştür.

Coğrafya itibariyle dünyanın en büyük ve askeri yönden güçlü devleti olan Sovyetler Birliği 1991 yılında dağılarak 15 ayrı Cumhuriyete bölünmüştür. Almanya’nın askeri ve ekonomik gücünün etki alanında ki Yugoslavya 6, Çekoslovakya da ikiye ayrılmıştır.

Ekonomik gücü üstün olan devletlerin desteklediği bu yeni küreselleşme stratejisinde kuralsız, kurumsuz ve yozlaşmış yönetimlerin egemen olduğu ülkelerde bölünme bilim ve teknoloji ile desteklenen kurallı ve kurumlaşan ülkelerde de bütünleşmenin olacağı anlaşılıyor. Bu gelişmeler gelecekte çatışma ve bölgesel savaşlara da neden olacaktır.

Kültür çatışmasının yarattığı tehlike ve tehditler 1929 yılında dünya ekonomik buhranı yaşarken devlet kavramına pek uygun düşmeyen ve bir manga askeri gücü olan Avrupa Hıristiyan kültürünün merkezi Vatikan 7 Haziran 1929′ da bağımsızlığını ilan etmiştir.1944 yılında 450 tümeni olan Stalin’in “Vatikan’ın kaç tümeni var”  diye alaya aldığı bu küçük devlet bugün varlığını sürdürmektedir. Hâlbuki Stalin’in güce dayalı sistemi çökmüştür. Bu bize tek başına askeri gücün güvenliğin sağlanması için yeterli olmadığını ekonomik güç ile iç yapıyı kuvvetlendiren kültürün önemini kanıtlamıştır. 

“Avrupa Hıristiyan kültürü” dediğimiz zaman Hıristiyan inanç değerlerinden beslenmiş Vatikan’ın gözetimindeki insanların şekillendirdiği yaşam tarzı ve değerler sistemidir.

Bu ülkelerde Türkiye’ye yer yoktur, yaklaşımı aslında tarihin derinliklerinden gelen “Hıristiyan” “Müslüman” çatışmasındaki ön yargılarla beslenen bakış açısından kaynaklanmaktadır.

Türkiye’ye yönelik tehditler:

Türkiye’ye yönelik tehditleri çevre ülkelerinden ve Global güçlerden kaynaklanan dış tehditler ile Cumhuriyete ve rejime yönelik iç tehditlerle ve kaynağı belli olmayan ve sosyal hayatı etkileyen örtülü hareketler olarak tespit edilebilir.

Türkiye 2. Dünya Savaşından sonra ve soğuk savaş döneminde SSCB’den gelen dış tehdidi, NATO’ya girerek dengelemiştir. Şimdi soğuk savaş sonrası dış tehdit olarak SSCB’nin mirasçısı RUSYA Federasyonunun sahip olduğu nükleer silah tehdidi devam etmektedir.

Yunanistan ve Ermenistan ile aramızdaki sorunlardan kaynaklanan dış tehditler, İran, Irak ve Suriye gibi komşuların teröre sağladıkları destek ve uzun menzilli füzelerden kaynaklanan dış tehditler vardır.

Ayrıca su kaynaklarının kullanılmasında ve sınırı aşan sular konusunda bizim dışımızda politikalar üretilerek hazırlanan yeni oluşumların neden olacağı tehditler vardır.

1. Dünya harbi esansında açıklanan Wilson prensiplerine göre Doğu Anadolu’da 6 vilayetin ikisi Ermenilere, dördü de Kürtlere verilerek kurulacak olan ve SEVR anlaşmasıyla açığa çıkan Ermeni ve Kürt devletlerinin Arasındaki hudut ABD başkanı WİLSON tarafından çizilmesi ve bu iki devletin ABD himayesinde oluşması arzu edilen bir çözümdü. Özellikle İngiltere’nin desteklediği bu proje Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından boşa çıkarılmıştır. Lozan Antlaşmasıyla akamete uğratılan bu teşebbüsten sonra 1924 yılında Hakkâri ‘de NASTURİ, 1925 yılında Bingöl’de İngiltere’nin desteklediği Şeyh Said ayaklanması olmuştur. Bu ayaklanmalar bastırıldı ancak 6 Haziran 1926’da Misak-ı Milli sınırlarının içinde olan Musul bölgesini kaybettik.

Amerika 18 Ocak 1927’de Lozan Barış Antlaşmasını senatoda görüşmeye başladı ve yapılan oylamada Lozan Barış Antlaşması red edildi. Bu durumun günümüze yansımaları şöyle olmuştur.

1974 yılında Kıbrıs Barış Harekâtının hemen sonrasında Rum, Yunan ve Ermeni işbirliği sonucunda Ermeni terörü başladı. Ve 1984 yılında Ermeni Terörü geri çekildi. PKK terörü başlatıldı. Bu terör harekâtı ile 30 bin insanımızı kaybettik.

Devam eden PKK, Hizbullah ve Marksist terör faaliyetlerine ilave olarak Ermeni terörü yeniden çağa uyarlanmış hukuki ve siyasi bir zeminde kullanılmak üzere Avrupa Parlamentosunun himayesinde karşımıza çıkarılmaktadır. Hatırlanacağı üzere 15 Kasım 2000 tarihinde Avrupa Parlamentosunda 234 oyla kabul edilen karara göre; ” Avrupa Parlamentosu Türk Hükümetini ve TBMM’sini Türk toplumunun önemli bir kesimini oluşturan Ermeni azınlığa desteği artırmaya ve bu çerçevede modern Türk Devletinin kurulmasından önce Ermeni azınlığın maruz kaldığı soykırım resmen tanımaya davet eder” demektir.

Ayrıca AB katılım ortaklığı belgesinde de bireysel hak ve özgürlükler kapsamında bu devletin kurucusu ve aslı unsuru olan Kürt orjinli vatandaşlarımız için kültürel haklar, anadilde yayın ve eğitim hakları adı altında ülkemiz bölünmek istenmektedir. İçeriden ve dışarıdan desteklenen bu gelişmeler milli birliğimizi ve toprak bütünlüğümüzü bozacak büyük bir tehdit niteliğini almıştır. Çünkü bu oluşumların arkasında olan Avrupa Ermeni kozu ile Kafkaslara, Ege sorunuyla Balkanlara, Kıbrıs ve Güneydoğu sorunlarıyla da Ortadoğu da ki politikalara müdahil olmanın hukuki alt yapısını hazırlamaktadır.

1950 yılından itibaren rejime yönelik iç ve dış destekli tehdidin seyri şöyle gelişmiştir. Devletçilik yerine sosyalizm, Cumhuriyetçilik yerine 1. ve 2. Cumhuriyet, laiklik yerine dinsizlik veya anti laik (suni-alevi bölünmesi) demokrasi yerine bölücülük yapılmaya çalışılmıştır.

Günümüzde demokratik hakların kullanılması çağdaş devleti ve çağdaş toplumun oluşturulması için çok önemlidir. Ancak birey hak ve özgürlüklerini kullanırken devlete ve topluma karşı ödevlerini de unutmamak gerekir. Bireysel hakların kullanılması, bireysel kültür, bireysel otonomi adı altında devletin varlığını ülkenin bütünlüğünü bireyin özgürleştirilmesi uğruna feda edemeyiz. Bu hakların kullanılması Atatürk ilkelerini red etme hakkını da doğurmaz. Bu yanlışlıklar AB’ne girme uğruna bir araç olarak da kullanılamaz.   

Muhalefete Ciddi Bir Öneri

 

Türkiye 3. kez AKP iktidarının tek başına iktidara geldiği bir döneme girdi. Muhalefet bir türlü AKP’yi iktidardan alaşağı edecek formülü bulamıyor ve gösterdiği reçetelerle Türk halkını ikna edemiyor.

AKP’nin elde ettiği başarının mutlaka birden fazla nedeni vardır. Bunları tespit etmek ve önem sırasına göre sıralamak muhalefet partilerinin işidir.

Ancak bir husus var ki; ya görülemiyor ya da görülse bile bu noktada bir çare bulunamıyor. O da AKP’li belediyelerin halkı memnun eden çalışmalarıdır.

Kanaatime göre AKP’li belediyeler, çağdaş gelişmiş normlarla mukayese edildiğinde başarılı sayılacak bir durumda değildir. Fakat Cumhuriyet tarihinden bu yana görev yapmış diğer belediyelerle mukayese edildiğinde, halkı en fazla adam yerine koyan ve basit de olsa somut çözümlerle halkı memnun eden, belediye yönetimleri olma hüviyetleriyle çok başarılıdırlar.

Belediyelerin bu aldatıcı başarısı, AKP iktidarının 3. Dönemde de tek başına devam etmesinde en önemli sebeplerden biri olmuştur.

Halbuki; AKP’li belediyelere gerçekçi bir yaklaşımla baktığımızda, görev ve yetki  alanlarında büyük imar ve dolayısıyla rant alanları yarattıklarına, betonlaşmış şehir görüntülerine, yeşil alanların yok olmasına, yandaşların rantiye haline geldiğine, ihalelerin üzerindeki tartışmalara, ulaşım sorunlarına ve daha bir çok keşmekeşe rastlıyorsunuz.

Buna karşılık, fakir ve geri bırakılmış Türk halkının gönlü, basit ama yapılması kolay işlerle kazanılmış oluyor.

İstanbul’u ele alarak, bir iki örnek verelim. İstanbul’u neredeyse bir baştan bir başa kateden Metrobüs hattı, vatandaşa çektirdiği onca cefaya rağmen seçim kazandıran bir etken oldu. İDO’nun Bursa, Bandırma ve Yalova seferleri, ücreti pahalı da olsa olsun, Marmara bölgemizde yaşayan halkı memnun etti. Kiptaş’la ucuz konutlar, belediye tesislerinde pahalı ama halkın kültürüne uygun yemek yenilen ortamlar, Miniatürk benzeri kültürel hamleler, konser salonları, her semte uydurulan parklar ve nihayet İstanbul Akvaryum örneği gibi öncesinde halkın hiç görmediği makyajlar; AKP’ye prim yaptırdı. İftar yemekleri ve kadınların otobüslerle Türkiye’yi dolaştırılmalarını saymayalım isterseniz. Hele insan ölüsüne verilen değer, cenaze ve mezar işlerinin cumhuriyet tarihinde görülmedik düzeyde iyi yürütülmesi halkın mesut olmasına yetti de arttı bile…

Son dikkat edilmesi gereken nokta ise belediyelerin halkla kurduğu ve insan psikolojisini etkileyen, insani ilişkilerdir. Belediyelerdeki güler yüzlü karşılayış ve işin ciddi takibi, sözlerin yerine getirilmesi AKP’nin büyük bir itibar kazanımına sebebiyet vermektedir. Halk işini istediği gibi sonuçlandıramasa bile gördüğü bu sahte ilgiden memnuniyet duymaktadır.

Muhalefet partileri bunlara benzer çalışmaları yaptıklarını söyleyebilirler. Öyleyse bunu seçim sandığına yansıtacak tarzda halka pazarlayamamaktadırlar. Ya da iktidar bizim belediyelerimizin parasal imkanlarını kısıtlamıştır veya soruşturmalardan nefes alamıyoruz bahanesini öne sürebilirler. Bana göre bunlar geçerli bahaneler değildir. Çünkü AKP’nin ilk belediyeleri 1994’de iktidar oldu. O dönemde başka partiler iktidardaydı. Onlarda parasal sıkıntılarla ve soruşturmalarla uğraştılar. Ve yerel yönetimlerde 4 dönem, Merkezde ise 3 dönem iktidar olma şansını yakaladılar.

Bunun nedeni; beğenmesem de, başarılı bulmasam da mahalli idarelerde misyonlarına uygun ve vizyoner ama oportunist bir anlayışla çalışmalarıdır. Bunun en basit örneği de seçim zamanlarında belediyelerce artan oranlarda dağıtılan erzak ve kömür yardımlarıdır.

Bu gün muhalefet olarak CHP ve MHP’nin, AKP’li belediyelerin ortaya çıkardığı bu döngüyü kırması gerekiyor. Bunun için hiçbir mazereti kabul etmiyorum. CHP’nin 4’ü büyükşehir olmak üzere (Antalya, Eskişehir, İzmir, Mersin) ve 11 il (Aydın ve Muğla gibi iller dahil olmak üzere) ve 173 ilçe (Çankaya, Yenimahalle, Muratpaşa, Nilüfer, Bandırma, İskenderun, Sarayköy, Uzunköprü, Marmaris, Lüleburgaz, Çorlu, Karadeniz Ereğli  vb. gibi) 343 belde toplam 532, MHP’nin ise içinde Manisa, Isparta, Balıkesir, Kastamonu, Bartın, Karabük gibi iller olan 8 il, Fethiye, Nazilli, Tarsus gibi ilçelerin yer aldığı 112 ilçe ve 303 beldeden oluşan belediyesi vardır.

Muhalefetin iki partisi CHP ve MHP, bu kadar sayıdaki belediyesini, misyonlarına uygun vizyon anlayışları ile somut bir şekilde halkın önüne getirerek önlerindeki zamanı verimli değerlendirmesi gerekmektedir. Bunu yapacak akıl,bilgi ve tecrübeleri olduğuna şahsen inanmak istiyorum.

Bunu ancak bu meseleyi önemli görerek ve üzerine düşerek başarabilirler. Ancak her nedense bunun üzerine düşmemektedirler. Bunun nedeni de, muhalefet partilerinin karar vericilerinin yeterince halkın içinde ve halktan biri gibi yaşamamalarıdır diye düşünüyorum. Eğer muhalif siyasetçiler İstanbul Akvaryum’un açılışında bulunsalar, Başbakan Erdoğan’ın bu akvaryumu 3 gün bedava ilan etmesi ile halkın yaşadığı sevinci bilseler ve daha önce görmedikleri ve bu nedenle mukayese imkanı bulamadıkları için halkın bu akvaryumdaki mutluluğunu görseler ne demek istediğimi anlarlardı.

Halbuki 2011 Haziran seçimlerinin neticesi iyi okunursa; CHP ve MHP’li belediyelerin olduğu yerlerde, bu muhalefet partilerimizin bekledikleri oyu alamadıkları görülmektedir. Eğer tedbir alınmaz ve belediyeler yoluyla halkla buluşulamazsa, 2014 mahalli seçimleri muhalefet için ağır bir hüsrana dönüşebilir. Çözüm; muhalefet liderlerinin belediyeler konusuna çok ciddi bir şekilde eğilmelerinden geçiyor. Yoksa bir gün gelir İzmir’liler bile “gavur” olmaktan vazgeçerek “Akİzmir”i tercih edebilirler. Ya Antalya’lılılar!!!

Dua -3

                      “Settarul uyupsun sen,

                           Hataları setreyle,

                           Affetmeyi seversin.

                           Kullarını affeyle”

Kuralına uygun dua nasıl yapılır?

Burada Peygamber (sas) örnek almalıyız.

Allah (cc) Hz Muhammed (sas) e Peygamberlik görevi verdi.

Dolayısıyla O da bir sorumluluk üstlenmiş oldu.

Bu sorumluluğun en bariz yönü tebliğ faaliyetidir.

Yani insanlara İslam dinini emir ve yasaklarıyla ilavesiz noksansız anlatmaktır.

Bunun içindir ki Peygamberimiz gerek fert fert ,

Gerekse guruplar halinde panayırlarda sokak ve caddelerde bu görevi yerine getirmeye çalıştı.

Birçok zorluk, hakaret, iftira ve fiili saldırılarla karşılaştı.

Taif’e tebliğ için gitti alay edildi.

Taşlandı kan revan içerisinde kaldı, ama görevini yapmadan geri durmadı.

O gün karşılaşılan zorlukları teker teker saymaya gerek te yok imkânda yok.

Bu vb zorluklara sabretmek göğüs germek azimle kararla sabırla yılmadan görevini yapmaya devam etmek fiili duadır.

Görevini yaparken de!

 Ya Rabbi! tüm bu zorluklara karşı bana dayanma gücü ver başarılı olmayı bana nasip eyle.

Diye de Allah’a yalvarırdı.

 İşte bu da kavli duadır.

Nihayet hicret etmek zorunda kalındı hicret edildi.

Bedir, Uhud, Hendek savaşları oldu.

Peygamberimiz zırhını giydi kılıcını kuşandı cepheye gitti.

Yani üzerine düşen görev ve sorumlulukları yerine getirdi.

Sonra ‘Ya Rab! bize bu zalimlere karşı zafer nasip eyle’ diye Allah’ a yalvardı.

Allah da dualarını kabul ederek onları melekleriyle destekledi ve zafer nasip etti.

İnsanların sorumluluklarını yerine getirmeleri fiili duadır.

 Yani duanın ABDESTİ kabulünün on şartıdır.

 Namaz için abdest hükmündedir.

 Sonra kaldırır ellerini Allah’a yalvarırsın!

 Allah’ta senin dualarını kabul eder hedefine ulaşırsın.

Duanın fiili bölümünü yapmadan sadece kavli bölümünü yapmak,

İnsanların sadece kollarını yorar.

 Çenelerini ağrıtır.

Zamanı boşa akıtır.

Sonra deriz ki dua ediyoruz da neden Allah dualarımızı kabul etmiyor.

Allah (cc) kendisine kendisinin istediği gibi inanmayan yâda hiç inanmayan kullarının, dualarını kabul ediyor da !

Biz Müslümanların duaları neden havada kalıyor?.

Günümüzdeki Müslümanlar doğusuyla batısıyla kuzeyiyle güneyiyle,

Halkıyla yöneticileriyle istisnalar hariç işin kolayını bulmuşlar.

Oturuyorlar sıcak odalarında kuş tüyü yatak ve koltuklarında…

Hâşâ Allaha sipariş veriyorlar.

Ya Rabbi şunu yap bunu yap şu işimi hallet bu dileğimi gerçekleştir.

 Zalimleri kahret!

 Müslümanları muzaffer et !

 Açları doyur!

 Yoksulların ihtiyaçlarını gider.

 Görüldüğü gibi bütün siparişler verildi.

 Devam Edecek…

Eğitim, Sağlık , Yüksek Teknoloji

0

Aşağıda üç kardeşin hikayesi var. Üçü de birbirinden güzel, birbirinden sevimli ama her biri ayrı ayrı önemli. Eğitim, Sağlık, Yüksek Teknoloji.

3 Kardeş

Önümüzdeki asır ferdin asrıdır, bilgi asrıdır. Bu asırda fertlerin kitleler halinde değil, daha çok ufak gruplar ve tek tek çalıştıkları, bilgisavar, telekomünikasyon, nakliye, inşaat, turizm gibi ekonomik faaliyetlerden oluşan hizmet sektörü, toplam işgücünün yüzde 80’den fazlasını, istihdam edecektir.

Mutlaka idrak etmemiz gereken husus, 21. yüzyılı şekillendirecek olan hizmet sektörünün daha kabiliyetli, daha bilgili insana ihtiyaç gösterdiğidir.

Değişim, ferdin bizzat kendisinden başlayacaktır. İleri ülkeler arasına girebilen milletler, bu değişimi gerçekleştirebilen, insanını 21: yüzyılın gerekleri doğrultusunda eğitebilen milletler olacaktır.

Türkiye’nin bundan böyle hedefi, binlerce kişinin çalıştığı devasa tesisler değil, bilgi çağının arkasında kalmayacak insan yetiştirmek olmalıdır.

Bu sebeple üç sahaya özel önem vermek mecburiyetindeyiz. Bunlar, eğitim, sağlık ve yüksek teknolojidir. Önümüzdeki 10 senede bütün gücümüzle yükleneceğimiz üç saha bunlar olmalıdır.

Eğitime fevkalade büyük önem vermeliyiz.

Eğitimde zihniyet değişikliği fevkalade ihtiyaç vardır.

Okulların devletçi zihniyetten artakalan yöntemlerle yönetilmelerine son verilmelidir.

Okullarımızın yönetimini bürokratik tahakkümden kurtarmak, topluma, yani mahalleye, şehre ya da bölgeye mal etmekten kaçınmamalıyız.

Mahalleli, “Burası, benim okulum”, şehirli “Burası benim lisem, şu üniversite bizim ilimizin üniversitesi” diyebilmelidir. 21’inci yüzyıla uygun olan sistem budur.

Devlet, ancak standartları, tespit etmek, eğitim kalitesini denetlemek ve eğitimi desteklemek görevini üstlenmelidir.

Kitleler çağının sona ermesi, ferdin toplumun ,merkezine yerleşmesi, insan sağlığına geçtiğimiz yüzyıllarda görülmeyen önemin verilmesini getirmiştir.

Türkiye’de sağlık sorununun halledilememiş,, olmasının temel nedeni, mevcut sağlık sistemimizin bürokratik mekanizmanın verimsizliğine teslim edilmiş olmasıdır.

Sağlıklı toplum gerçekleştirebilmek için sağlık sistemimizi tıpkı okullarımızda teklif ettiğim gibi, devletin elinden çıkarıp halka mal etmeliyiz Sağlık hizmetlerinden yararlananları bizzat müdahil olabilecekleri bir yapıya kavuşturmamız gerekir.

Rekabete kapalı sanayinin gelişmesinin mümkün olmadığı gibi, rekabete kapalı eğitimin ve sağlık hizmetlerinin de gelişmesi mümkün değildir.

Yüksek teknolojiye bir an evvel geçebilmenin en sağlıklı, en kestirme  ve en akılcı yolu insanların ihtiyaç duydukları bilgileri en iyi şekilde ve en kısa zamanda emirlerine amade kılan sistemlerin getirilmesidir.

Geçtiğimiz dönemde, elektronik, bilgisayar ve enformasyon sahalarında çok büyük gelişmeler sağlanmış olmakla beraber, bu alanlardaki en son gelişmeleri yakinen takip etmek mecburiyetindeyiz. Sadece üniversitelerimize, öğretim müesseselerimize değil, bütün insanlarımızın emrine kütüphaneler, bilgi bankaları gibi en modern sistemleri sunmak, Batı’nın ileri ülkelerinin bilgi ağlarıyla bütünleşmek zorundayız.

Mevcut yüksek teknolojiyi mutlaka dışarıdan getirmeliyiz. Şunu ifade edeyim ki bulunan bir şeyi yeniden keşfetmeye lüzum yoktur, ama keşfedilen şeylerin üzerinde ileriye gitmek imkanı vardır. Türkiye, bilgi çağına ancak bu yolla sıçrama yapabilecektir.

Ana hedefimize varmak ve ileri bir ülke olabilmek için üç temel prensibe, sıkı sıkıya sarılmamız gerektiğini bir kere daha ifade etmek istiyorum.

Bu prensiplerin ilki düşünce hürriyetidir. Düşünme kabiliyeti çeşitli yollarla engellenen, düşündüğünü söyleyemeyen, düşünceye saygıyı  öğrenemeyen bir toplumun ilerlemesine, yukarıda öngördüğümüz hedeflere ulaşmasına imkan ve ihtimal yoktur.

Her ferdin, her kurumun, bir diğerinin düşüncesine saygı gösterdiği toplumlar, milli birliklerini koruyan mütecanis toplumlardır.

İkinci prensip, evrensel anlamda din ve vicdan hürriyetidir. Dini ve vicdanı baskı altında tutulmayan insan huzurlu, verimli, mutlu, istekli ve hatta kabiliyetli insandır.

Üçüncü prensip, teşebbüs hürriyetidir. Uygar rekabet ortamı olduğu sürece, devlet müdahaleciliğini asgari seviyede tutmak kalkınmanın ilk ve temel gereğidir. 10-15 civarındaki ileri ülkelere bir an önce katılmamızın ana motoru teşebbüs hürriyeti olacaktır.

Sıraladığım prensipleri uygularsak, bizi durdurabilecek hiçbir güç yoktur. Üstelik bugün eğitilmiş insan gücümüzle, tecrübe birikimimizle, geçmişte gerçekleştirdiklerimizi katlayarak ileriye götürmemiz mümkündür.

Nesiller gelir, nesiller gider, önemli olan bir neslin kendisinden sonra gelecek nesile neler  bırakabildiğidir. Tarih ancak bu birikimleri yazar. Büyük millet olmak da, bu birikimleri nesilden nesile taşıyabilmektir.

İşte bu nedenle şunları asla unutmayalım: Büyük ülke olma şuurunu insanlarımızda yerleştirmeliyiz. Büyük ülke olmanın, memleketin birlik ve beraberliğinden geçtiğini insanlarımıza anlatmalıyız. İnsanlarımızı, büyük hedeflere fedakarlık etmeden, çalışmadan, gayret sarf etmeden varılamayacağına inandırmalıyız. Türkiye’nin büyük geleceğine ancak bu yolla ulaşabiliriz.

Ciddi hatalar yapmazsak, 21’nci yüzyıl Türklerin ve Türkiye’nin yüzyılı olacaktır.

Not: Yukarıdak okuduğunuz yazı Rahmetli Turgut Özal’ın 4-7 Haziran 1992 tarihlerinde (19 yıl önce) yapılan 3. İzmir İktisat Kongresi’nde yaptığı konuşmadan özetlenmiştir.

“Anadolu Mozayiği!”

0

Bazı yazar ve  -maalesef-  devlet adamlarımızın  -düşüncesizce-  sarf ettikleri, iç ve dış düşmanlarımızı sevindirecek ve onların batıl / sapık davalarına dayanak olabilecek kelime ve tabirler var. Bunlardan birisi de “Anadolu Mozayiği” ifadesidir.

Zaten son zamanlarda Türkçemizin çok yanlış kullanımlarına, üzülerek şahit olmaktayız. Mesela bir şahsın müspet hizmetlerinden bahsederken “Her taşın altından o çıkıyor!” Diye vasf edilmesi gibi. Halbuki bu tabir menfi / olumsuz manalar için kullanılır.

Gelelim sadede, yukarıda zikri geçen “Anadolu Mozayiği” tabiri de, Anadolu birliğini bölük pörçük edecek  -Allah etmesin-  Anadolu’muzun parçalanmasına çanak tutacak, pek yanlış bir vasf ediştir.

Üstelik “Mozaik” tabiri federasyon / eyalet mefhumunu da ihsas / his ettirmekte ve bölünmeye kapı aralamaktadır. Böylece Türkiye’nin parçalanmasının, bu gibi tabirlerle, potansiyel enerjisini hazırlayanlar; yarın ilk fırsatta bunları kinetik enerjiye, yani düşünce safhasından fiiliyat / eylem safhasına geçirmenin fırsatını yakalamaya çalışacaklar.

Öyleyse kelime deyip geçmeyelim. Onları doğru yerde kullanalım, yoksa yanlış yerde telaffuz; dimağlarda tahribe, iç-dış düşmanlarımızın da aleyhimizde kullanmalarına yol açar.

Tıpkı, daha önce bazı siyasilerimizin  -oy kaygısıyla-  halka hitaben: “Herkes birinci sınıf vatandaş olacaktır!” diyerek, sanki öyle değilmiş gibi, hem iç bozgunculara, hem dış tahrikçilere, kendi elimizle koz vererek, başımıza daha fazla musallat etmekte baş rolü oynadığımız gibi.

Adama: “Bakın, sizin siyasileriniz, herkes birinci sınıf vatandaş olacaktır diyorlar. Demek, ikinci sınıf vatandaş uygulaması var ki, bizzat siyasileriniz buna son vermeyi halka vaad eden konuşmalar yapıyor!” demezler mi?

İşte “Anadolu Mozayiği” tavsifi de, iyi düşündüğümüz takdirde; yarın, iç ve dış düşmanların Türkiye’ye Sevr’i uygulatma ham hayallerine serrişte yani ipucu yapacakları bir ifade tarzıdır. Çünkü “Mozayik” tabiriyle  -kelimeyi asli mana ve mefhumundan saptırarak-  Türkiye’de  -istediği takdirde-  müstakil ve bağımsız, kendi başına bir bütünlük arz edebilecek ayrı ve farklı milletler var demek isteniyor.

Bu manaca “Mozaik” tabirine “Terkib”i değil “Karışım”ı ifade ettirmiş oluyorlar. Çünkü “Karışım” kum, çakıl ve çimentonun bir yığın teşkil etmesi gibidir. Betonlaşma durumu almadıkça, kuvvetli bir rüzgarla tarümar / paramparça olması işten bile değil.

Halbuki betonlaşmış kalıbı yerinden oynatmak, en kuvvetli rüzgarlarla bile sarsmak mümkün olmaz. Çünkü terkiptir. Terkip, tekrar kendisini meydana getiren parçalara ayrılmaz. O, artık yepyeni bir hüviyet, bambaşka bir keyfiyet arz eder.

Demek ki, Anadolu, istendiğinde kendisini meydana getiren parçalara ayrılabilen bir “Mozaik” değil, artık ayrışması mümkün olmayan bir “Terkip”tir. Zira on asırlık birlik ve beraberlik; Anadolu insanını, menşei / kaynağı farklı olanları bile karışıp, kaynaştırmış, yepyeni bir hamule / yapı vücuda getirmiştir.

Nasıl ki, harç, tuğlaları birbirine perçinleyerek duvarın oluşmasında baş rolü oynar, yani onları bir bütün halinde tutarsa; din de, Anadolu insanlarına harç görevi yaparak İslam terkibini ortaya koymuştur.

Anadolu insanı karışım manasında yorumlanmaya başlanan mozaik değil, kendisini meydana getirenlere ayrışması artık kabil olmayan bir terkip / sentez ve bir bütündür. Hiçbir güç, bu terkibi artık bozup parçalayamaz. Hiç endişeye mahal yok. Belki zarar verebilirler, fakat Kıyamet’e kadar  -inşallah-  hiçbir iç ve dış kuvvet, bu mübarek Vatan’ın, bu aziz Millet’in ve bu ebet – müddet Devlet’in varlığına hatime çekemez, mevcudiyetine son veremez. Çünkü bir şairimizin dediği gibi:

                    “Ölmez bu vatan, farz -ı muhal ölse de hatta,
                     Çekmez kürenin sırtı bu tabut -ı cesimi.”

İslamiyet milliyetimiz, Kur’an aklımız olduğundan, öyle bir terkip / sentez  / bütünüz ki, Allah’ımız bir, Kitabımız bir, Peygamber’imiz bir, Mabedimiz bir, Vatanımız bir, Bayrağımız bir, Devletimiz bir, Bayramlarımız bir. Bir, bir… Birliğimizin sayısız birleri var. Üstelik bunların her biri Ağrı dağı hükmünde. Teferruatta, madde ve menşe’ planında, ufak tefek ayrıntılar ise, ancak çakıl taşları mesabesinde. Ağrı dağına karşılık, çakıl taşları tercih edilmez.

Kaldı ki, birlik, doğuşta değil, oluştadır. Çünkü birliğin harcı manadır. Madde değil. Bizler manevi değerlerimizle bir bütünüz. Nitekim Yüce Allah Kur’an -ı Kerim’de: “İnneme’l-mü’minune ihvetün.” / “Ancak mü’minler yani inananlar kardeştir.” (Hucurat:10) diyor. Bir göz hatırı için, çok gözler sevilir kaidesince ve Koca Yunus’un ifadesiyle: “Yaratılmışı severiz, Yaratandan ötürü.” Hakikati gereği, bütün insanlığı kucaklayan cihan-şümul / evrensel bir dinin mensupları olarak, bizler mi birbirimize yabancı gözüyle bakacağız? Asla.

Nitekim, Hakkari’den on erkek ve kadına, isimlerini sorsak: Ahmet, Hasan, Hüseyin, Fatma, Ayşe, Hatice… diyecek. Edirne’den on erkek ve kadına aynı soruyu yöneltsek, alacağımız cevaplar; yine aynı olacak. İşte bizi bir ve biz yapan müşterek noktalarımız. Bu isimlerin ortak oluşu, bütün vatan sathının mana ayniliğini göstermekte, hepimizin İslam kültürünün kopmaz birer parçası olduğumuzu da ortaya koymaktadır. Öyleyse:

                    Gelin canlar bir olalım.
                    Zaten bir ve bütün değil miyiz?
                    Gelin canlar pir olalım.
                    Zaten bin yıldır pir değil miyiz?

Yazımı bitirirken, yazar-çizerlerimiz ve bilhassa siyasilerimizin, sarf ettikleri sözlere çok dikkat etmeleri gerektiğini, bir kere daha hatırlatır, sözün sihir gibi tesir kudretini haiz olduğunu belirtmek isterim.

Meğer Herkes İroni Yapıyormuş

Son zamanlarda sıkça duymakta olduğumuz kelimelerden birisi İroni.

(Yanılmıyorsam Merhum Nihad Sami Banarlı’nın bir sözüydü.) “En çok bildiğinizi sandığınız kelimelerin tam karşılığını bulmak için sözlüğe bakmalısınız” tavsiyesine uyarak, “ironi ne demek” diye araştırmaya başladım. Tabii artık internetten ve “Google Efendi Hazretlerinden” istimdat ederek (yardım isteyerek).

Bir de ne göreyim? Beşir Ayvazoğlu üstadımız “ironi“yi de açıklayan bir yazı yazmış.

“İroninin temel özelliği gerçekle görünüş veya söylenenle söylenmek istenen arasındaki zıtlığa dayanmasıdır. İronik konuşan, bir şeyi söyler gibi görünürken başka bir şeyi kasteder. Filâncanın çok zeki olduğunu söylerken aslında “aptalın tekidir” demek istiyorsanız, ironik konuşmuş olursunuz. Bir yazı, baştan sona ironik -yani söylenenlerin tamamen tersi kastediliyor- olabilir.”

“Mecaz ve ironi çeşitleri insanlığın tarihi kadar eskidir ve her dilin tabiatında vardır. Bütün insanlar, “Kibarlık Budalası”nın farkında olmadan ‘mensur’ konuşması gibi, çok zaman ne yaptıklarını bilmeden mecaz da kullanırlar, kinaye de, ironi de…”

****

İRONİ ÖRNEKLERİ: Kavramı daha iyi anlamak için okuduğum ironi örneklerinden birkaçını aktarmak faydalı olabilir:

Bir Maliye Bakanının naylon fatura düzenlemekten yargılanması. 

’12 Eylül darbecilerini yargılayacağız’ denilip, Kenan Evren’in maaşına zam yapılması.

Komşularla Sıfır Sorun‘ politikasının, ‘Sıfır Komşu‘ bırakarak gerçekleşmesi.

Muhalefet liderinin başbakanın önceki söylemine benzetme yaparak, halka “Ananızı da alıp, oy atın” demesi, ancak kendisinin oy at(a)maması.

Ülkemizin en muhafazakâr şehri olduğu bilinen Konya’nın, ülkenin en çok seks malzemeleri satılan şehri olması.

****

PKK/BDP İLİŞKİSİ:Öcalan avukatları vasıtası ile haber göndermiş ve AKP ile Barış Konseyini kurmak için anlaştıklarını, dolayısı ile de hem saldırılara ara verilmesi hem de BDP’nin TBMM’ye girmesi talimatını vermiş!(Teröristbaşı ile Barış Konseyi kurmak tam bir ironi olmalı.)

BDP’nin “PKK terör örgütü liderinin” verdiği bu talimata uyacağı ve yemin edeceğine artık herkes inanıyor. Böylece BDP’nin İmralı’daki kişinin iradesiyle yönlendirilen bir kuruluş olduğu bir kere daha ortaya çıktı. (Teröristbaşının yönettiği partinin adının Barış ve Demokrasi olması da bir ironi olsa gerek.)

Demek ki, “Türkiye’de BDP adlı bir siyasi parti var, bunun eşbaşkanları ve yönetim organları var. Bu parti halkın iradesinin Meclis’e yansımasıdır. Bu parti terör istememektedir. Anaların gözyaşı dökmemesi için, barış için çözüm istemektedir” tarzı cümlelerin hepsi birer ironi imiş.

****

YEMİN KRİZİNDE BAŞBAKANIN TAVRI: Başbakan “Biz muhalefetin olmadığı bir meclisi, böyle bir demokrasiyi sağlıksız buluyoruz” demiş. Böylece tutuklu milletvekillerinin milletvekilliği görevlerini yerine getirememesini protesto ederek yemin etmeyen CHP ve BDP’yi Meclis’e davet etmiş.

Aynı Başbakan bir hafta önce yemin etmeyen milletvekilleri için “Tükürdüklerini yalayacaklar, göreceksiniz” sözlerini sarf etmişti. Başbakan da bu iki sözü ile “ironi” yapmış olmalı. Ama acaba hangisi sözüyle tersini kastetti?

****

ATEŞKES VE ŞEHİTLER: İmralı ve Kandil’den gelen mesajlar “ateşkesin” sürdüğünü söylemekte. 15 Temmuz sonrası için tehditler savuran Öcalan bile devletle yapılan görüşme sonrası bu tarihin artık anlamı kalmadığını söylemiş. PKK/BDP yandaşlarının “ateşkes” ortamında geliştirdikleri sözde “barış dili” ile anlatılanlarla hergün TV’lerde beynimiz yıkanmaya devam ediyor.

Sadece seçim sonrası, bir hafta içinde benim sayabildiğim kadarıyla 11 şehit verdik.

PKK/BDP yetkili ve yandaşlarının açıklamaları da “ironik” olsa gerek(!). Bizim vatandaş olarak söylenen şeyin tam tersini ifade eden açıklamalara inanmamız belki bir gaflet. Fakat devletin inanması yüzünden, “Kandil”in herhangi bir müdahaleye uğramadan cinayetlerini devam ettirebilmekte olmasını nasıl izah etmeli?

****

AKP, YENİ ANAYASA VE DEĞİŞMEZ MADDELER: Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, “Anayasa’nın ilk üç maddesinden sadece Cumhuriyetle ilgili tek maddesinin değiştirilemez olarak kalması gerektiğini, diğer maddelerin değişen şartlara göre değişmesi düşünülebilmeli” demişti. Bazı AKP yetkilileri, Anayasa’nın değiştirilemez ilk üç maddenin değişmesini öngören TÜSİAD ve TESEV taslaklarını “olumlu” ve “takdire şayan çalışmalar” olarak değerlendirmişti. AKP Grup Başkanvekili Ayşenur Bahçekapılı da, Taraf Gazetesinde yayımlanan ve Neşe Düzel’e verdiği mülakatta, Anayasa’dan “Türklük tanımı kalkacak” (Taraf-01.12.2009) demişti.

Başbakan Erdoğan’ın Strasbourg’da başbaşa yemek yediği Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM) Sosyalist Grup Başkanı İsviçreli parlamenter Gross, NTV Ana haber bültenine telefonla canlı olarak bağlanıp, Can Dündar’ın sorularını cevaplamıştı. İsviçreli parlamenter Gross, “Başbakan Erdoğan, bana anayasanın ilk 3 maddesi gibi Türklük vurgusu yapan maddelere artık ihtiyaç kalmadığını söyledi” açıklamasını yapmıştı.

Buna karşılık zamanın Başbakan Yardımcısı (halen TBMM Başkanı) Cemil Çiçek, TÜSİAD teklifini tartışırken, CHP ve MHP Genel Başkanları paralelinde konuşmuştu: Anayasanın ilk üç maddesinde yer alan hususların Türkiye’de yaşayan 74 milyonun ortak paydası olduğunu ifade ederek, “esas olan ilk üç maddede değişmez olarak ifade edilen maddelerin varlığını korumasıdır” demişti. AKP’nin önemli bazı isimleri de bu yönde beyanlarda bulunmuştu.

Bu sözler AKP içinde farklı görüşlerin dışa vurumu muydu, yoksa bazıları ironik ifadelerde mi bulunmuştu?

Ümidim, AKP içindeki “yeni Anayasa’da ilk üç madde ve Türklük kavramına olan vurguların devam etmesi gerektiğine” inananların sayısının daha fazla olduğu yönündedir.

****

SON SÖZ: İroni, ikiyüzlülük demek değildir.

Sapır Sapır Dökülen Atatürkçüler!

 

Günümüz Türkiye’sinde sözde Atatürk’ün fikirlerini,Atatürkçülük adı altında temsil ettiklerini söyleyenler şimdi sapı sapır dökülüyor.

Bunun son örneği de Sözcü gazetesinde yazıları yayınlanan ve kendi ifadesi ile kalemini kırarak yazılarına son veren, emekli Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş oldu.

12 Haziran 2011 seçimlerinden sonrada Hulki Cevizoğlu yazmayı bıraktığını duyurmuştu.

Daha evvel de Tuncay Özkan, inanılmaz mazeretlerle Kanaltürk televizyonunu, cemaate yakın olduğu söylenen bir gruba epey de iyi paraya satmıştı. Bu satışın neresinin Atatürkçülükle ilgisi var onu da halen anlamış değilim.

Yine Mustafa Kemal’i dilinden düşürmeyenler, İşçi Partisinin önderliğindeki “Cumhuriyet İçin Güçbirliği”nde, seçimlerde tam bir hezimet yaşadı.

Hatırlıyorum, Cumhuriyet Mitinglerinin bazı düzenleyicileri de, kapağı bu gün ne yaptığını bilmez bir halde olan CHP’ye atarak varlıklarını sürdürme yolunu seçmişti.

Demek ki; gelişmelere bakarsak, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak bu topraklarda yaşayan insanlar, Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü yukarıda örneklediğim benzer görüşteki, insanlar gibi algılamıyor.

Bahse konu ettiğimiz Atatürkçüler; eskiden halkı bir şey anlamamakla adeta suçlarcasına tehdit ediyorlardı. Düşünüyorum da; eğer haklı olsalardı, Türk halkı bu suçlamaya dönük eleştirilerden kendine düşen payı çıkartır, bu kesimin çizdiği yola çok rahatlıkla girerdi. Ama bir türlü bu gerçekleşmedi.

Şimdi Vural Savaş örneğinde olduğu şekilde sanki bu sonuçta kendilerine düşen bir pay yokmuş gibi, bu Atatürkçüler; siyasileri, genelkurmay başkanlarını, yüksek yargı üyelerini velhasıl tüm bürokrasiyi suçlayarak pes etme moduna girmiş durumdalar. Soruyorum size Atatürkçülük pes etmek midir? Yoksa pes etmelerin ardında, fikri bir samimiyet  sorunumu vardır?

Türkiye’de bir güruh, Atatürk’ün vefatından sonra, Atatürk’le uzaktan yakından ilgisi olmayan ve halkın inanç ve kültür yapısına, geleneklerine ters bir fikriyatı, Atatürkçülük olarak lanse etti. Yani yukarıdan dayatarak bırakın dar olmayı hiç uygun olmayan bir elbiseyi, Türk halkına giydirmek için çabaladı.

Bunu yaparken de çoğunlukla kendilerinin ve çocuklarının ikballerini garantiye alma çabasında oldular. Herkesin malumu olan bu kast oluşumu, bu günkü iktidarı destekleyen güçler tarafından, iktidarı başa getirmek için bir propaganda vesilesi olarak kullanıldı.

Hiç demediler ki; her türlü gelişmeden mahrum bırakılmış Türk halkı, gün gelirde iyi ile kötünün, güzel ile çirkinin, gelişmişlikle geri kalmışlığın mukayesesini yapar da bizden hesap sorar diye… Bakın ne büyük bedellerle yapılan küçük işler, AKP’yi iktidarda tutuyor.

Vural Savaş;  “kanser tüm organlarımıza yayılmış… Artık ameliyat ve kemoterapiyle bile Türkiye Cumhuriyeti’nin eski sağlıklı günlerine dönmesine olanak yok artık” diyerek dün yanlışı pompaladıkları gibi bu günde karamsarlığı aşılıyor. Yani öldüğümüzü ilan ediyor. Bu mu Atatürkçülük?

Gençliğe Hitabe’yi, Bursa Nutku’nu biraz okuyan, hafızasına biraz yerleştiren herhangi bir Türk evladı, Vural Savaş ve onun gibi fikir zikredenlerle aynı görüşü paylaşabilir, aynı tükenmişliği gösterebilir mi?

Evet; fikri ne olduğu belli olmayan, Atatürk ve Atatürkçülükle geçinen bir zümre, Atatürk’ün ölümünden bu yana, Türk Milletine ve Türkiye Cumhuriyeti’ne zarar vermiştir. İyi ki, Recep Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarı var da onların gerçek yüzünü görmüş oluyoruz. R. Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarı döneminde, bahsettiğimiz Atatürkçülerin, fikri zafiyetlerini, azimsizliklerini, mücadelesizliklerini, çaresizliklerini, yetersizliklerini, bir araya gelemeyişlerini ve çapsızlıklarını gördükçe, Başbakan Erdoğan’a teşekkür edesim geliyor. Çünkü biz bunları görmeseydik silkinişimizde o denli kuvvetli olamayacaktı. Şimdi bunları gördükten sonra, Türk milletinin ne  denli büyük bir silkinişe ihtiyacı olduğunu, insan bir kez daha anlıyor.

Bu Atatürkçü denilen ama her türlü sığ düşüncenin içinde gezenler o kadar ileri gitmişlerdir ki; 1982 Anayasası’na “Atatürk Milliyetçiliği” kavramını sokmuşlardır.

Oysa, Atatürk, Türk milletini ırki bir temele dayandırmadan tanımlamış ve kendisinin de en büyük zenginliğinin Türk milletine mensubiyet olduğunu vurgulamıştır. Atatürk, milliyet sevmekten gelen tavizsiz bir Türk milliyetçisidir. Kendilerine Atatürkçü sıfatını yakıştıranlar milliyetçiliği bile sulandırmışlar ve ne idüğü belirsiz bir hale getirmişlerdir.

Türk milletinin değerli mensupları; merak etmeyin kaybedilmiş hiçbir şey yoktur. Ümitsiz olmayın. Dünyada Türk ismini taşıyan bir devlet kurmayı başaran Büyük Önder Mustafa Kemal’in yolu önümüzü aydınlatıyor. Görmediniz mi? Her türlü şarta rağmen, Türklüğü kabul etmeyenler bile TBMM’de “Büyük Türk Milleti” önünde yemin ettiler. Türk milletinin ve Türk devletinin bu gücü, yeter de artar bile.

Yeter ki; Atatürk’ün dediği gibi, memleketi teslim edeceğimiz siyaset, bürokrat, asker ve müteşebbislerin; milli, inançlı ve temiz vicdan sahibi olmalarına bakalım. Yoksa Atatürkçülükle maruf olanlar, bu günkü tablonun Vural Savaş’ın biraz vurgu yaptığı gibi 20 yıldan bu yana değil Atatürk’ün ölümünden bu yana esas müsebbibidir. Eğer vatan teslim alınmışsa, kimin teslim ettiğine veya kimin beceriksiz ve başarısız olduğuna bakmak lazımdır.

Civelek

Civelek kelimesi günümüzde; canlı, neşeli, işveli yerinde duramayan sempatik ve hareketli gençler için kullanılmaktadır. 

Örneğin Sadettin Kaynak beyefendinin uşşak makamındaki özgün bestesinin güftesinde olduğu gibi; 

         Bu gece düğün dernek
         Bin bir geceden örnek
         Sevişenler bu gece
         Civelek civelek civelek
         Bir çiçek bir kelebek.     

Yazımıza konu olacak civelekler ise, 18. yüzyılın başlarında Sultan I. Mahmut zamanındaki yeniçeri adaylarıdır.

Önceleri yeniçeri olabilmek, devşirme yasalarına göre gerçekleşirken, daha sonraları Osmanlı tebaasına da yeniçeri olma izni verilmiştir.

17. yüzyılın sonları ve 18. yüzyıl başlarında yeniçeri olmak için müracaat eden gençler birkaç elemeden geçirilirdi. Sonunda boylu poslu, yakışıklı, güçlü kuvvetli, sağlıklı ve güzel ahlâklı delikanlılar yeniçeri adayı olarak kabul edilirlerdi. İşte bu gençlere civelek adı verilirdi.

Civelekler yeniçeri ortalarının mutfak bölümünde görev yaparlardı. Yeniçeri kışlalarında mutfak ve kazanların hem maddi hem de manevi değerleri çok yüksekti.

Civelekler zaman zaman izinli olarak kışla dışına çıkarlardı. İzinli olduklarında giydikleri kıyafetler nedeniyle çevrelerindeki insanların dikkatlerini üzerlerine çekerlerdi.

Çok renkli giyinirlerdi. Başlarındaki külaha, kontrast (karşıt, zıt) renkli kumaşları çaprazlama sararlardı. Üstlerine parlak kırmızı renkli salta denilen yakasız, iliksiz, yarık kollu kısa cepken, altlarına çakşır isimli ve ayak bileklerinden büzgülü parlak mavi renkli şalvar giyerlerdi. Ayaklarında ise yemeni tabir edilen nar çiçeği kırmızısı bir çarıkla dolaşırlardı.

Civeleklerin bellerindeki madeni kuşakların arasında da, çaprazlama yatağan denilen 50-60 cm uzunluğunda eğri iki kılınç bulunurdu.

Yeniçeri adayı civeleklerin giyimlerinin en fazla dikkati çeken bölümü ise, yüzlerine taktıkları peçelerdi.

Hasırın çok ince hale getirilmiş çıtalarının kullanılmasıyla yapılan bu peçelerin, dikkatle bakıldığında civeleğin yüz hatlarını ve gözlerini tam olarak gizlemediği görülürdü.

Yaşadıkları dönemde civelekler hiç şüphe yok ki yörelerinin en renkli ve gizemli kişileriydiler. Cezası ağır olmasına rağmen, zaman zaman civeleklerin peçelerini açmaya kalkanlara rastlanırdı.

Gizli Kuşatılmışlık

Ekopolitik TBÇ(Türkiye’nin Büyük Çatısı) Üst başlık altında Bir çok çalışma yapmış bu çalışmaların bir çoğunu yayınlamıştım. 2009 yılından itibaren Kıbrıs Konusunda da bir çalışma başlatmış bu çalışmanın kısa bir parçasını ve  28.06.2011 tarihinde yaptıkları çalışma raporunu sizinle paylaşacağım.

Geçtiğimiz aylarda Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyet’inde hepimizin gözü önünde yazılı ve görsel basından izleyebildiğimiz kadar bizleri hayrete düşürecek olaylar olduğunu gördük. Bir çoğumuz bir anlam bile veremedi. Eylem yapanları kınadık, üzüldük orada farklı şeyler olmaya başladığını gördük. KKTC bu duruma nasıl geldi diye kafa yoranlarımız olduğu kadar fark bile etmeyen arkadaşlarımız oldu. Çok hızla değişen Türkiye gündemi Bu konuyu bize unutturdu. Sağolsun  Ekopolitik Bu çok önemli konuya daha bu hadiseler ortaya çıkmadan önce ciddi bir çalışma başlatmışlardı şimdide yenisini yaparak önümüzdeki süreçte KKTC anlama çözüme katkı koyma adına ciddi verilere sahipler. Bu verileri de paylaşarak bizleri bilgilendirdikleri içinde kendilerini kutluyorum.

4-5 Haziran 2009 KKTC İlk toplantıdan Prof Dr. Vamık Volkanı’ın bir konuşmasından özet.

“………Afrika’dan kolonistler çekildikten sonra, -hani Osmanlı çöktükten sonra ellerine kurşun kalem alarak şurası Suriye’dir, şurası Mısır’dır diye çizdiler ya… Hepsi kırmızı kalemle çizilmiş düz hudutlar. Aynı şey Afrika’da da yapılmıştı- Afrika karman çorman oldu. ‘Biz kimiz?’ sualleri ortaya çıktı, hâlâ devam ediyor. Hindistan’da da oldu bu. Bilhassa Sovyet İmparatorluğu çöktükten sonra, ‘biz kimiz?’ sorunu ortaya çıktı. Bu ortaya çıktığı zaman eğer ortam müsait değilse, kötü şeyler olur. ‘Biz kimiz?’ ortaya çıktı ve etnik psikoloji her şeye karıştı. Dünya işlerine karıştı. Fakat çok az yaşadı. Amerika’da benim tanıdığım tarihçiler var. Bunlar; “artık etnik tarihe girdik” dediler.

Derken işe din karıştı. İşe din karıştı mı, işler daha da çok zorlaştı, çünkü işe din karıştığı zaman işler mutlak (mutlaklaşıyor) oluyor. “Her şeyi biliyorsun; sen haklısın, o haklı değil.” Bir bakıma Kıbrıs’taki durum birçok yere göre çok daha iyi. Bunun farkındasınız galiba, çok çok daha iyi. Neden? Çünkü kötü şeyler geride kaldı. Kaç yıl geçmiş 64’te olanların üzerinden? 45 yıl. Öldürmeler falan geride kaldı. ‘Biz kimiz?’ ortaya çıkarken, ‘Kimliklerimizi birleştirebilir miyiz?’ gibi bir süreç de var (oldu). Moda olan o. Tarihte devamlı modalar çıkar, hiç biri uzun süre kalmaz. Bazen 100 yıl sürer, bazen 50 yıl, bazen de 5 yıl. Bu modalarla dünyada karmaşıklıklar (doğar) var, ‘biz kimiz?’sualleri (doğar) var, burada da var. Ama bir bakıma çok daha iyi burası, yani (artık) öldürmeler kalmadı; konuşmalar var, ‘biz kimiz?’ var.

Neden burası ötekilerden (yerlerden) daha değişik? Özel olan nedir Kıbrıs’ta? Bir tek şey var, o Kıbrıs’ı özel kılıyor. Biraz önce Bosna-Hersek’ten bahsettim mesela, Mostar’dan bahsettim. Bir tarafta Müslümanlar var, bir tarafta Hıristiyanlar fakat iki taraf da tanınıyor. Kuzey Kıbrıs çok özel bir yer; tanınmıyorsunuz, tanınmıyoruz. Biz kocaman üniversiteler yapsak da, üniversite tanınsa bile Kuzey Kıbrıs tanınmıyor. Bu çok değişiklik yapıyor (Bu Kıbrıs’ı farklı kılıyor). Başka böyle bir yer var mı tanınmayan? Belki vardır. Tayvan, Küba falan var ama Kıbrıs gibi yok. Öyle bir psikoloji gelişti ki, sanki bu normal oldu, (halbuki) hiç de normal bir durum değil bu. Onlarca senedir tanınmayan bir ülkeyiz. Ayıp bu diye kimse bir şey söyleyemiyor, burada söylüyoruz ama diplomaside söylenemiyor. Gidip de Fransız’a; “ulan eşek, sana ayıp değil mi!” diyemezsiniz diplomaside. Bu, Kıbrıs’a ayrıca bir özellik kazandırıyor. Bu nedenle Kıbrıs’ta Gizli Kuşatılmışlık var. Neden? Eskiden ‘anklav’lardaydık ama şimdi anklavlarda değiliz. Küçücük bir yer, ama Türkiye dışında tüm dünyada kimse tanımıyor, hududun var. Tanınmayan bir yer; hem varsın hem yoksun.

Varsın ama varlığın Türkiye sayesinde, doğru olsa da olmasa da, inansan da inanmasan da Türkiye’siz bir şey yapamıyorsun. Doğru mu bilmiyorum? Ben şimdi fikrimi söylüyorum. Bu nedenle uzun süre sana bakan birisi var. Uzun süre bakıp da bir şeyler değişmediğinde bir takım komplikasyonlar doğuyor. Eğer aşağılanma, öfke vb. sizi kendine güvenir hale getirmezse içe dönüklük oluyor, parçalanmalar oluyor.

Çeşitli ‘biz kimiz?’ler baş gösteriyor. Bizim evde lise son sınıfta çektirdiğimiz bir resim var. Mr. Wood oturuyor orada. Bacağında Türk kurşunu vardı, hatırlıyor musunuz? Ben her sene geldiğimde bakıyorum o resme. O resimdeki arkadaşlardan ölenlerin olduğunu görüyorum; biz yavaş yavaş kayboluyoruz.

Fakat bu ‘biz kimiz?’ sorununu tevdi edince, üniversitelerde kavga edenleri görüyorsunuz. Bu nedenle kendi kendimize bir bakalım dedim. Bir de, hani ben, “çöplük” dedim, bazıları onu yanlış anlamış. Çöplükten kastım pislik. Üç gün önce gördüm, çok hoşuma gitti; temizleme başlamış.

Eskiden Girne ile Lefkoşa arası o kadar pisti ki, bu da çok doğal bir şeydir (aslında). Yalnız Kıbrıs’a ait bir şey değil. Mesela Sovyet İmparatorluğu çökerken, eski Rusya başşehri Vladimir vardı; orası tamamıyla Kıbrıs gibiydi. Ne oluyor? Kızıyorsunuz; bir şey yapamıyorsunuz. Lütfen bu mevzuya psikolojik bir yaklaşım getirmeme müsaade ediniz: Annenize kızmış gibi oluyorsunuz; “ya bu kadar çok uğraş verdim, çalıştım; beni de tanı artık” diyorsunuz. Ondan sonra annenize kızınca yaşadığınız dünya anneniz oluyor. Yaşadığınız yer anneniz oluyor, atıyorsunuz pisliği.

Bu gibi sorunlar ortaya çıktı. Onun için dedim ki beraber konuşalım, ne gibi sorunlar var? Siz, tabii ki benden çok daha iyi biliyorsunuz, burada ne gibi sorunlarımız olduğunu ortaya koyalım ama lütfen politika yapmayalım. Politika yapmadan kendi içimize bakabilmek için bir fırsat doğdu. Bu çalışmanın teklifi ilk Tarık Çelenk’ten geldi. …..”

28 Haziran 2011

Toplantının başlığı (“Gizli Kuşatılmışlık”: Kuzey Kıbrıs Çalıştayı II – Girne Durağı)

YöneticiÖzeti

Ekopolitik, bilindiği gibi 2009 Haziran ayında Lefkoşa Yakın Doğu Üniversitesi’nde “Gizli Kuşatılmışlık” adı altında bir çalıştay gerçekleştirmişti. Bu çalıştay son zamanlarda açıkça ipuçlarını veren ve farklı şekillerde kendini ifade eden Kuzey Kıbrıs’ta yaşanan kimlik konfüzyonunun anlaşılması ve onarılmasına yönelik bir başlangıçtı. Çalıştayın başlığı bu konuda yapılan akademik çalışmaların psikolojik cephesini ifade eden Sn. Vamık Volkan’ın koyduğu tamlamadan esinlenerek konulmuştu. Yapılan çalışmanın metodolojisi gereği toplumsal bir sürece dönüşebilmesi için Ekopolitik 2011 Haziran’ına kadar 4 küçük düzeyde çalıştay ve bireysel temaslar gerçekleştirdi. Nihayetinde 28 Haziran 2011 “Girne Gizli Kuşatılmışlık II” (“Gizli Kuşatılmışlık”: Kuzey Kıbrıs Çalıştayı II – Girne Durağı) çalıştayı bu sürecin şimdilik son halkasını oluşturdu.

Ekopolitik’in bu çalışması diğerlerinde de olduğu gibi Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türkleri arasındaki ilişkilerin Kıbrıslı katılımcıların tabiri ile megafon diplomasisi yerine yüz yüze konuşulduğu ilk özgün çalışmadır. Bu çalıştaya Türkiye’den gelen farklı görüşlerdeki çok değerli aydınların yanı sıra, Kıbrıs’ta yaşayan ve 1974 sonrası göç eden çifte vatandaşların temsilcileri, Kıbrıs Türkleri içerisinde farklı görüşlerde olan bürokratlar, aydınlar, diyanet reisi ve gözlemci olarak TC Büyükelçi müsteşarı da katılmışlardır. EK’te katılımcıların listesi bulunmaktadır.

1974 sonrası Kuzey Kıbrıs’a ve bugüne baktığımızda gelecek için kaygılanmamak mümkün değildir. Bir yazarımızın da isimlendirdiği gibi “adadaki çoklu Türk sorunu” ve diğer aidiyet problemlerinin uluslararası boyutlu meseleler olarak Türkiye’nin önüne gelebileceğini beklemek sürpriz olmayacaktır. Kıbrıslı Türklerden bir kısmının Türkiye’ye karşı AİHM’e dava açması gibi bir durum söz konusudur. Aslında Türkiye karşıtlarının en büyüklerinden olan Afrika gazetesinin önderi Arif Hasan Tahsin Bey ile görüştüğümüz zaman, özde Türkiye ile sorunu olmadığını ancak politik kaygılarının ön planda yer aldığını gözlemledim. Şöyle ki, “Kıbrıs Tarihi Roma, Osmanlı ve İngiltere dahil uzun süreli bir müdahaleyi adada tutmamıştır. Siz bir gün gideceksiniz ve bizi Girit’te olduğu gibi yalnız bırakacaksınız ve biz de katlolacağız. Bizi bırakın kendi ekonomimizi ve kendi güvenlik güçlerimizi oluşturalım ve ayaklarımızın üzerinde duralım. Ayaklarımız üzerinde durmayı öğrenirsek siz gittiğinizde var olabiliriz.” şeklinde bir tutum ile açıkça dile getirmektedir.
Gözüktüğü kadarı ile öncelikli olarak adanın mevcut bozuk psikolojisinin onarılmasına yönelik ilk adım olarak TC devlet adamlarının mütevazi bir biçimde birkaç jest yapmaları gerekmektedir. Batılı sivil toplum kuruluşlarının yaptığı gibi insan odaklı faaliyetler geliştirilmeli ve onlar üzerinden dönüşüme gayret edilmelidir. Kıbrıslı Türklerin ve 1974 sonrasında göç edenlerin uygun siyasi temsil şartları sağlanmalı ve prensip olarak Rum kesimi ve Türk kesimi arasındaki büyük asimetrik ilişki simetrik bir yapıya dönüştürülmesine yönelik öncelikli hedefler belirlenmelidir. Sonuç olarak KKTC, Türkiye’nin desteği ve danışmanlığı ile kendi özgün siyasi yapısı ve ekonomisi ile yeniden yapılanarak kendi diplomasi sürecine devam etmelidir.

Çalıştay Gözlemleri

Toplantıda katılımcıların dile getirdiği bazı hususlar aşağıda maddelendirilerek verilmiştir:

 

  • Ekopolitik, Kıbrıs’ta bir diyalog süreci başlattı.
  • Türkiye ve K. Kıbrıs arasındaki ilişkileri Türkiye’den gelen bir STK’nın masaya yatırması, bu alanda bir ilk oldu.
  • Türksoy’da benzer bir çalışma maalesef monolog ve siyasi söylem bazında kaldı.
  • Kıbrıs’ta son zamanlarda üretim güçleri ve aktörler değişti; üreten güçler Türkiyelileşti.
  • TC ile KKTC arası ticaret ilişkilerinde sağlıklı fatura düzeni mevcut değildir.
  • Güzelyurt bölgesinde 1974 savaşında katledilen köy oylamada “evet” oyu verenler arasında yer aldı.
  • Kuzey Kıbrıslı Türkler yakın zamanda AİHM’e Türkiye karşıtı dava açma konusunda fikir birliği içerisindeler.
  • Türkiye’den gelenlerin siyasi temsilde yeri bulunmamaktadır.
  • Türkiye’deki kamuoyu ve karar vericiler Kıbrıs’taki psikolojik ve sosyal boyutu fark edememekle kalmayıp, iş ciddi boyutlara taşınmaktadır
  • Siyaset kurumu merkezde rol almanın yanı sıra sorunu çözmekle mükelleftir.
  • Yabancı fonlar insan odaklı (sosyal boyutta) dönüştürücü etkilerini kullanmaktadırlar.
  • Aşırı siyasileşme ve ötekileştirme kimlikler arası uçurumu arttırmaktadır.
  • Başbakan’ın süreci özde haklı ancak yöntemde hatalı yürütmesi kuşaklar arasındaki travmanın temel nedenidir.
  • Siyasi söylemlerde Kıbrıs’ın stratejik öneminin vurgusunun öncelikli olarak yer alması Kıbrıslılar için rencide edici bir tutumdur.
  • Dinsizliklerinin ve Türklüklerinin sorgulanması Kıbrıslılar açısından aşağılanmışlık hissi uyandırmaktadır.
  • Vesayet ilişkisi bağlamında vasi dili kullanılmaktadır.
  • Kıbrıslıların derdini Kıbrıs siyaseti anlamamaktadır.
  • Toplumsal durum cemaatleşmeye doğru dönüşmektedir.
  • Türkiye’den gelen göçmenler özelikle tarım kesiminde ekonomiyi ayakta tutmaktadırlar.
  • İngiliz raporlarında 25 bin nüfus için 300 cami varken, şu anda 300 bin nüfus için 127 cami bulunmaktadır.
  • 90’lı yılların göçmenleri TC ve Kıbrıs arasında kaldılar.
  • Mevcut statükonun gücü içte ve dışta çözümsüzlük içerisindedir.
  • Kimlik bazlı siyasi parti oluşumları tehlikelidir.
  • 1974 müdahalesi gerekçelerine uyulmadı ve polis ve askerin çoğu çift uyruklu vatandaş durumunda bulunmaktadırlar.
  • Uluslararası hukukun son dinamik yaklaşımını ağırlıklı olarak göçler ve mülkiyet konusu belirlemektedir.
  • Kutuplaşma ileride ortaya çıkması muhtemel bir çatışma riskini taşımaktadır.
  • Annan Planı’nın psikolojik etkileri rahatlıkla gözlemlenebilmektedir.
  • 1974 sonrası gelenler Kıbrıslılara benzemektense, Kıbrıslıları kendilerine benzetmeye çalışmışlardır.
  • Kıbrıs, İmralı adası gibi suç ve cezaevi adası görünümüne büründürülmüştür.
  • Güvenlik kontrolünde yetki karmaşası vardır.
  • Kıbrıs’a sözde devlet muamelesi yapılmaktadır.
  • AKP iktidarı sayesinde asker Kıbrıs’taki baskın konumundan nihayet ödün vermiştir.
  • Kıbrıs Rum tarafına giderken hissedilen yabancılaşma artık Türkiye’ye giderken de hissedilmektedir.
  • 1974’e kadar adada kriminal vaka bulunmamaktaydı.
  • Kıbrıs Türkünün kimliği ile oynanmaktadır.
  • “Sizi biz kurtardık şimdi de besliyoruz” algısı adaya hakim olmaya devam etmektedir.
  • Türkiye nüfusu siyasetin belirlenmesinde önemli rol oynamaktadır.
  • Rumlar AB’yi ENOSİS olarak görmektedirler.
  • Vakıflar idaresi problemli bir yapıya haizdir.
  • 1993’ten sonra Diyanet vakıfları denetleyemiyor ve imam ataması yapılamamaktadır.

• Kıbrıs sorunu hakkında bir TV dizisi bile bulunmamaktadır.

 

Reçeteler

Çalıştayın üçüncü oturumunda katılımcılar Kıbrıs’ta yaşanan sorunlara yönelik geliştirdikleri şahsi çözüm önerilerini dile getirmişlerdir.
Ekopolitik, tüm toplantılarında olduğu gibi Kıbrıs Çalıştay’ında da farklı görüşlere sahip bireylerin bir araya gelerek sorunlara yönelik çözüm önerileri geliştirmelerini, şahsi çözüm önerilerini birbirleriyle paylaşmalarını amaçlamaktadır. Bu minvalde çalıştayın üçüncü oturumunda dile getirilen çözüm önerileri aşağıda maddelendirilmiştir:

  • Kuzey Kıbrıs ile ilgili yapılan çalışmaların %95’i, askeri-stratejik-ekonomik alanlarda çalışılmasına ihtiyaç duyulmaktadır, diyor.
  • İki toplumun megafon diplomasisi yerine yüz yüze konuşmasını mümkün kılacak platformlar düzenlenmelidir.
  • Lefkoşa Alayköy’de 1974 sonrası göçmenler ile Kıbrıslılar arasında uyumlu bir entegrasyon süreci başlatılmalıdır.
  • Tüm toplumsal yapının analizinin yapılması gerekmektedir.
  • Kıbrıs Rum ve Türk tarafı arasında asimetrik ilişki simetrik bir düzleme dönüşmeden çözüm imkansızdır.
  • Türkiye kendi farklılıklarına gösterdiği toleransı Kıbrıslılara da gösterebilmelidir.
  • Kuzey Kıbrıs’taki aydınların zihin karışıklığındaki siyasi çözüm problemlerinin etkisinden kotarılmış bir sosyal hayat sürdürülebilmelidir.
  • Entegrasyon Bakanlığı ve Entegrasyon Ofisi’nin kurulması gerekmektedir.
  • Türkiye’den gelenlerle TC hükümetinin hataları özdeşleştirilmemelidir.
  • KKTC vatandaşlık kriterleri net bir şekilde ortaya konulmalıdır.
  • Kıbrıs da dahil olmak üzere, Türkiye’nin kendi iç ve dış meseleleriyle yüzleşememe ve Türk halkına bu meseleleri anlatamama sıkıntısı en kısa zamanda giderilmelidir.
  • Tartışma ikiye bölünmelidir; iki devlet arasındaki ilişkilerin statüsünün belirlenmesi ve 1974 sonrası göç eden kuşaklar ile Kıbrıs ve Türkiye arasındaki artan yabancılaşması konularına dikkat çekilmelidir.
  • 1974 öncesi ve sonrası ortak kültür sentezine çalışılmalıdır.
  • Emek sömürüsü ve sendikalaşmaya karşı tavır değerlendirmeye alınmalıdır.
  • Eğitim ve ulaşım Kıbrıslılara bırakılmalıdır.
  • Okullar arası gettolaşmaya dikkat çekilmelidir.
  • Türkiye yatırım alanında gerekli destek ve kaynağı KKTC’ye vermelidir.
  • “Kıbrıs Türk eğitim sistemi TC eğitimiyle paraleldir” maddesi yürürlükten kaldırılmalıdır.
  • Kıbrıs Türkleri kendilerini Rumlarla birlikte yaşama fikrine alıştırmalı ve Rumlarla STK faaliyetleri içerisinde bulunulmalıdır.
  • Kıbrıs için federal bir çözüm bu hususları da çözme konusunda elzem rol oynamaktadır.
  • Siyasi partilerin kokuşmuş yapılarının yerine yeni oluşumların getirilmesi lazımdır.
  • Gelen 100 bin TC öğrencisine Kıbrıs tarihi öğretilmelidir.
  • Türkiye’den K. Kıbrıs’a gelen kontrolsüz iş gücü durdurulmalı ve bu durumun suçluları tespit edilmelidir.
  • Kuzey Kıbrıs’ta tüketimden üretime geçilmelidir.
  • Medya bu ilişkide pozitif rol üstlenmelidir.
  • 500 yıllık Kuzey Kıbrıs kimliğine saygı duyulmalıdır.
  • TC’den gelenler entegrasyon eğitimine tutulmalıdır ve symbiosis (ortak yaşam) içselleştirilmelidir.
  • Türk askerinin adadaki yüksek yetkisi yeniden tanımlanmalıdır.
  • TC’de yaşanan olumlu değişim Kıbrıs’ta da yaşanmalıdır.
  • İki taraf arasındaki STK ilişkilerinin önemi vurgulanmalıdır.
  • Karşılıklı bağımlılık ilişkisinden saygı ilişkisine geçilmelidir.
  • Siyasi üslup, söylem ve doğru veri arasında doğru orantılı bir ilişki kurulmalıdır.
  • STK-hükümet-medya arasındaki üç bacaklı ilişki verimli bir şekilde yönetilmelidir.
  • Güçlü olan daha akıllıca davranmalıdır.
  • İngiltere’de yaşayan Kıbrıslı Türklerin diasporası da adada yaşayanların durumu gibi tartışmaya açılmalıdır.

• Ekopolitik tüm karar vericilerle değerlendirmelerini paylaşmalı ve TC Başbakanı ziyaret edilmelidir.

 

EK – Katılımcı Listesi

A. Tarık Çelenk – Ekopolitik Genel Koordinatör
Barkan Umruk – Kıbrıs Lefkoşa Büyük Müsteşar
Bekir Cura – 1974 Mersin göçmeni bir ailenin üyesi ve Magosa Maraşlılar Derneği kurucusu.
Dr. Zeliha Krashman – Yakın Doğu Üniversitesi Uluslar arası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi
Yasmina Lokmanoğlu – CHP’li Mersin Büyükşehir belediye Meclis Üyesi
Prof. Dr. Vamık Volkan – Kıbrıslı Türk psikiyatri profesörü
Tufan Erhürmen – Yeni Düzen Gazetesi yazarı
Talip Atalay – KKTC Din İşleri Başkanı
Şener Elcil – Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası (KTÖS) Başkanı
Şenay Yıldız – Akşam gazetesi yazarı
Sibel Siber – Cumhuriyetçi Türk Partisi Lefkoşa Milletvekili
Ömer Laçiner – Gazeteci yazar
Murat Sofuoğlu – Ekopolitik Direktör
Murat Özkaleli – Araştırmacı ve akademisyen
Murat Belge – Gazeteci ve akademisyen
Mehmet Hasgüler – Kıbrıslı Türk akademisyen ve yazar
Neriman Çakır – 1974 yılında Trabzon göçmeni bir ailenin üyesi ve akademisyen
Kenan Atakol – KKTC eski dışişleri bakanı
Kadri Gürsel – Milliyet gazetesi yazarı
Işılay Arkan – Türk İslam Kültür Cemiyeti Başkanı
Hasan Kahvecioğlu – Başaran press yazarı
Hasan Hastürer – Kıbrıs Postası gazetesinden
Gamze Güngörmüş Kona – Stratejik Araştırmalar ve Analiz Merkezi Danışmanı
Faize Tarazi – Kıbrıs STK temsilcisi
Fevzi Tanpınar – KKTC Dış Basın Birliği Başkanı
Ergün Olgun – KKTC Cumhurbaşkanı müsteşarı ve Beş Parmak Sivil İnsiyatif Derneği Kurucusu
Emine Sütçü – Kıbrıs Türk Kadınlar Birliği Başkanı
Cezmi Bayram – İstanbul Türk Ocağı Başkanı
Birikim Özgür – Kıbrıs CTP MKYK üyesi ve merhum Ösker Özgür’ün oğlu
Bekir Aydoğan – Araştırmacı yazar

(Ekopolitik, Ahmet Tarık Çelenk, 29 Haziran 2011) http://www.ekopolitik.org/public/news.aspx?id=5704&pid=11