15.8 C
Kocaeli
Cuma, Ekim 3, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1114

Silah Bırakmayan Örgütle Müzakere Sonuç Vermez

Silvan’da PKK ile çatışmada 13 şehit vermemiz infial uyandırdı. Oysa bu olaydan önce, bir ay içinde PKK saldırılarında 11 şehit verilmiş, 2’si asker 3 vatandaşımız PKK tarafından kaçırılmıştı. Ne devlet erkânında, ne medyada ne de halkta ciddi bir tepki olmamıştı. Sadece “ateş düştüğü yeri yakmıştı.” Demek ki kamuoyunun tepki vermesi için, şehit sayısının birer üçer olması yetmiyor, toplu şehitler vermemiz gerekiyormuş.

Şehit haberleri ajanslara düştükten az sonra DTK, Aysel Tuğluk’un ağzından “demokratik özerklik” ilan etti. (Özerklik ilan edilen kongrede bir AKP milletvekilinin de olması, en hafif tabirle bir talihsizlik olmalı.)

PKK acımasız bir terör örgütü. Ancak bu terör örgütünün “uzantıları” var. Siyasi kanadı, TV’leri, gazeteleri var. Hâkim oldukları belediyeler, yerel parlamento mahiyetinde kurumları, şehir örgütlenmesini yürüten yapılanmaları var.

PKK ve onun İmralı’daki liderinin bütün fikirlerini, düşüncelerini ve talimatlarını bu uzantıları vasıtasıyla günlük olarak takip edebilmekteyiz.

Özgür Gündem adlı gazeteden de böyle bilgiler almak mümkün. Bakınız, bu gazetede Silvan olayından bir gün önce yayımlanan İmralı Diplomasisi Kesin Zafer Yolundabaşlıklı yazıda neler deniyor: İmralı’da süren görüşmeler, belli ki, çok ciddi bir aşamaya doğru evriliyor. Ama Kürt Özgürlük Hareketi bu “görüşmeler yüzünden oyalanıyor mu?” Eğer siz “bir şey” yapacakken, bu “görüşmeler yüzünden” o şeyi yapmayı “erteliyorsanız”, biliniz ki “oyalanıyorsunuz. Ama geçen zaman göstermektedir ki, bir yandan “görüşmeler sürmekte” diğer yandan da “yapılmak istenen her şey yapılmaktadır.” Görüşmeler yüzünden “ertelenenhiçbir şey yok!

Yazıda devamla şunlar anlatılıyor: “Sonuç şu: Görüşmeler sürerken Kürt Özgürlük Hareketi her alanda güçleniyor; Kürt sorununda çözümsüzlük yanlıları her alanda zayıflıyor. “Görüşmeler”, “kimlik ve dil” talebinde bulunan bir örgütün önderiyle yapılıyor. Bu görüşmeler sürerken, Kürt Özgürlük Hareketi adım adım fiilen meşrulaşıyor. Hiçbir somut hedefe doğru yürüyüş, bu görüşmeler yüzünden ertelenmiyor. PKKkendini dağıtmıyor“, Öcalansız ve PKK’siz çözüm artık kimsenin aklından bile geçmiyor.”

Yazıda ayrıca “Abdullah Öcalan’ın tüm Kürt özgürlük hareketi için önder rolü” vurgulanmakta ve son söz olarak “işler sanıldığından da iyi gidiyor” hükmü verilmekte.

Keşke şu cümlelerin yanlış olduğunu söyleyebilseydik: Görüşmeler devam ediyor, PKK kendini dağıtmıyor, özerklik ilan ediliyor, şehitler vermeye devam ediyoruz. Bu görüşmeler yüzünden PKK gerçekten hiçbir şey ertelemiyor. İşler PKK açısından iyi gidiyor.

****

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül‘ün ”Milletin tekrar birbiriyle kucaklaşmaya başladığı, birbiriyle konuşmaya başladığı bir zamanda teröristlerin bu saldırılarının altında çok maksat aramak gerekir” açıklamasını anlamakta güçlük çektim.

Cumhurbaşkanının, “milletin birbiriyle kucaklaşması ve konuşmasından” kastı, “Kürt siyasi hareketi” ile Türk toplumu arasında ise, bu pek doğru değil. Çünkü bu hareketin siyasi kolu Meclis’e girmemekte devam ediyor. Kurulması hedeflenen Federe devletin parlamentosu olarak yapılandırılan DTKözerklikilan ediyor. Hareketin propagandistleri aşırı bir özgüvenle, çoğunluğa ve devlete meydan okumaya devam ediyor. (Mesela BDP milletvekili Sabahat Tuncel 8 askerimizi şehit eden canlı bombayı kahraman ilan ediyor, yapılan eylemin siyaseti özgürleştirdiğini söyleyebiliyor.)

İmralı’da, “devlet yetkilileriile örgüt lideri arasında sürdürülen görüşmelerin kastedilmiş olacağını da sanmıyorum. Çünkü bu görüşmeler hakkında, milletin -Öcalan’ın açıklamaları haricinde- bir bilgisi yok. Görüşmecilerin milleti temsil ettiğini söylemek de mümkün değil.

AKP ve CHP arasında yapılan görüşmelerle CHP’nin yemin krizinin çözülmesini kastedilmiş ise, bu görüşmeleri Silvan olayı ile irtibatlandırmak doğru olmasa gerek.

Ancak Cumhurbaşkanının, “terör örgütünün de bütün dünyanın da çok iyi bilmesi gerekir ki; devletimiz, asla tehditlere, şantajlara ve bu tip şiddete boyun eğmez” sözünü anlamak daha kolay olmalı. Anlaşılan odur ki, terör örgütü bu tür şiddet olayları ile Türk devletini tehdit etmekte, görüşmelerin lehine yürümesi için şantaj olarak kullanmaktadır.

Yani yapılan müzakereler, silah bırakmayan ve bırakmak niyeti de olmayan bir terör örgütü lideri ile yürütülmektedir. Eğer Öcalan’ın yakalandığı dönemde yaptığı gibi örgütün silahlı gücünü Türkiye sınırları dışına çıkarması ile yetinilecekse tehdit ve şantaj devam edecek demektir.

Öcalan’ın, “açılım” sürecinde ortaya koyduğu, “özerk” devletin “özsavunma gücünü”  oluşturmak üzere silahlı PKK güçlerini kullanmak istediği bir sır değil. O halde, silahlı örgütün terör şantajı altında yapılan müzakerelerden netice almanın mümkün olmadığını Devletimizi yönetenlerin anlamış olması gerekir.

Nitekim Başbakan Erdoğan da, “olayın milletçe herkesi üzdüğünü, terör örgütü PKK’nın ne kadar samimiyetsiz olduğunu, yine kötü niyetli bir uygulamasını ortaya koyduğunu” belirtti.

Ve Başbakan Erdoğan en kesin ifadelerle tavrını ortaya koydu: “Eğer bunlar bir barışı istiyorlarsa talep ediyorlarsa yapacakları tek şey vardır, o da şudur: Bir defa terör örgütü silahı bırakacaktır. Silahı bırakmadıkları müddetçe ne operasyonlar durur, ne de bu süreç daha farklı bir noktaya doğru gider. Bundan sonraki süreç çok daha farklı stratejilerle ve uygulamalarla kendini gösterecektir.”

“Bir defa şu 4 temel ilkemiz değişmez; tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet. Burada kimse bizden geri adım beklemesin.

Evet, Sayın Başbakanımız, inanın gönlümüzü ferahlattınız. Milletimiz, şehitlerinin acısını yüreğine gömmeye hazır. Yeter ki “tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” ilkesi çerçevesinde, bugüne kadar yapılanlardan farklı strateji ve uygulamalarınızı ortaya koyunuz.

Dört gözle bekliyoruz.

AB, Türkçe vs.

                  

                     

                    Sağında Türk, solunda İslam Alemi’yle önemliyse eğer

                    Baş olmak varken ikisine, AB kuyruğunda niçin gezer?

 

                    Bırakarak Alem-i İslam’ı dünyada, yetim ve öksüz!

                    Türk Dünyası terk edilip, kendi haline oluyor köksüz!

 

                    Türkiye Ermenileri Patriği, İkinci Mesrob çok memnun

                    Çünkü biliyor ki, AB elinde olur Türkiye, pek zebun

 

                     “Türkiye’yi bölme propagandası” oldu serbest!

                     Böyleler, yakasından tutulmalı değil mi der-dest?

 

                      Daha mürekkebi kurumadan, çıktı olmaktan müzakere

                      “Serbest Dolaşım” gibi, birçok hayaller, düştü suya, kaç kere

 

                      Kendi halkına; etnik, dil, din ayrımı yapmak suçtur derken,

                      Niçin oluyor Avrupa, bozgunculuk tohumları eken?

 

                      Avrupa değil, o eski refah içinde, müreffeh Avrupa.

                      Hıristiyan bir kulüp olduğunu, söyleyip duruyor Papa.

 

                       “İngiltere’nin Baskı Oyunu” getirdi aklını başına Rum’un

                        Açığa çıkmasına vesile oldu, Güney Kıbrıs’taki durumun

 

                        Daha sıcağı geçmemişken 3 Ekim’in, dün bir bugün iki

                        Olmayacak duaya belli oldu, kimlerin  “Amin”  dediği

 

                         “Hayır” dedikleri halde, Annan planına Rumlar, alındı AB’ye

                         Türkler  “Evet”  dedikleri halde, cezalandırıldılar acaba niye?

 

                          Kimi vatandaş Ahmet, AB konularında çok saf!

                          AB’nin isteklerini hiç düşünmüyor, ne tuhaf

 

                          Çünkü, öyle toz pembe hayaller, kurduruluyor ki ona!

                          Hazırlanıyor sanki o, hiç gelmeyecek olan bir sona!

 

                           Karıştırılıyor, AB halkı ile resmiyet birbirine

                           Halklar, kendi resmiyetinden habersiz yaşıyorsa kime ne?

 

                           Mahkeme kararları, eleştirilirse bir ülkede

                           Doğru yanlış başka mes’ele, istikrar kalmaz yine de

 

                           II. Meşrutiyetle başlayan, o güzel ve hür ortam

                           Yazık edildi ayrılıkçılarla, olmadı hürriyet tam

 

 

                            Bugün de fazilet olan Cumhuriyet ve nazlı Demokrasi

                            Heder ediliyor çocuklarınca, olarak devlete asi

 

                            Bugün de çullanıyor üstüne, bütün dünya Türkiye’nin

                            Paranoyak diye üstüne yürünüyor, böyle diyenin!

 

                            Yabancılara peşkeş çekilirken, Milli Kuruluş’lar bir bir

                            Esef ediliyor, Milli Kuruluş’a gitti diye Erdemir!

 

                            İstiklal ve Hakimiyet’in kaybına, deniyor zafer!

                            Bu başka değil, olur ancak, yokluğa doğru bir sefer!

 

                            Sanki tarih, işletilmek isteniyor geriye doğru!

                            Milli Mücadele’yi, asla unutmuyor elin oğlu!

 

                            Unutmak, ne yazık ki, bize mahsus tarihi bir gaflet

                            Oysa Batı, bize karşı, ne çok besliyor kötü niyet

 

                            Haklı olmakla; hata bizde, kusur bizde, suç bizde!

                            Ne demek Batı’da hata arayış, suç kendimizde?!

 

                            AB Müzakere Çerçevesi, işte önümüzde apaçık

                            Diyorlar: Hiç itirazsız, kabul etmelisin değilsen kaçık!

 

                            Çünkü, Türk insanı adam olmaz diyerek, uyutuluyor

                            Dün Mandacılar böyle diyordu, ne çabuk unutuluyor

 

                            Basın, oldu sanki, geçmişin tam birer Mütareke Basını

                            Batı’nın, eleştirmiyor hiç mi hiç, ne A’sını ne B(a)’sını

 

                             Ne yapsa, ne etse yaranamıyor bir türlü, AB’ye

                             Yola taş koyuyor Batı; ağzıyla kuş tutsa Türkiye

 

                              Dünya’da yok karşı çıkan, bu derece kendi devletine

                              Batı leş kargaları üşüşüyor, kemiğine etine

 

                               Olduk, iki paralık Rum’un maskarası

                               Gidiyor Kıbrıs elden, bunun yok şakası

 

                                Geçmişi, statükocular diyerek tenkit edenler

                                Oldu, Kıbrıs’ı Rum’a vermek için eliyle yedenler

 

                                Türk Dünyası ile İslam Alemi’nin olsun diye arası

                                Türkiye’den istendi tutması, etkili liderlik asası

 

                                Bir Türk T(e) V(e)’si derse, hafta sonu haberleri için “weekend!”

                                Atılmış olmuyor mu güzel Türkçe’nin boynuna, yağlı kemend?

 

                               Şu sorunu veya mes’eleyi  “Sizden alayım!” denir oldu!

                               O cümle  “Size sorayım.” şeklinde kurulmalı değil miydi?

 

                                Türkçe, Türklerce, Türkiye’de kaldı   -yazık-  öksüz!

                                Bu vurdum duymazlık, yapar bizi, zamanla köksüz!

 

                                Öncelik, her şeyin büyük harflerle yazıldığı Türkçe’de

                                 Antik isimler yer almalı, ancak parantezler içinde

 

                                 AB’ye karşı durmak ne mümkün, istekleri: Ayet!

                                 Böyle bakışın sonu getirir, elbette  “Vesayet!”

 

                                  Eğer istersen, değil Türkiye’de; olmak dünyada büyük yazar!

                                  Türklerin aleyhine, oynatmalısın kalemini, azar azar!

 

                                  Üstelik, bir de aday olmak istersen, Nobel’e

                                  Vurmalısın Türklerin tarihini, yerden yere!

 

 

 

 

 

 

Hiyeroglif Yazı ve Napoleon Bonaparte

Hiyeroglif yazı Mısır’da İ.Ö. Dört binden İ.S. 400’üncü yıla kadar kullanılmıştır. Yaklaşık 700 şekilden oluşan bir yazıdır. Hiyeroglif ismini Yunanlıların verdiği ve kutsal yazılar anlamına geldiği kabul edilmektedir.

Hiyeroglif yazıların okunması bilim adamlarını çok uğraştırmış ve yormuştur. Yazının çözümüne ilk defa Jean- François Champollion (Jan Fransuva Şampolyon) ismindeki bilim adamı ulaşmıştır.

Okunan ilk kelimeler Firavun Ptolemees ile Kraliçe Kleopatra’nın isimleri olmuştur. Fransız askerinin siper için yaptığı kazıda büyük bir taş kitabe ortaya çıkmıştır. Taşın üstünde hem eski yunanca hem de hiyeroglif yazının bir arada olması Dr. Champollion’un 17 harfli hiyeroglif alfebesinin on bir harfini tanımasına yardımcı olmuştur.

Ancak bu bulgular yeterli olmamıştı çünkü eski mısırlılar isimleri harflerle yazmalarına karşın somut ve soyut olayları ve düşüncelerini yedi yüze yakın şekillerle ifade ediyorlardı. Uzmanların çalışmaları otuz yıl kadar devam etmiş sonunda Dr. Champollion, hiyerogliflerin okuma anahtarını insanlığın hizmetine sunmuştur.

Napoleon ‘nun bu araştırma ve çalışmalarda ki yeri nedir?

Napoleon 10 yaşında girdiği askeri okuldan 16 yaşında topçu teğmeni olarak Fransız ordusuna katılmıştır. Çok çalışkan, zeki ve hırslı yapısıyla sür’atle yükselmiş, genç yaşında önemli görevlerde bulunmuş ve rütbe kazanmıştır. Özellikle Fransız devrimine karşı iç ve dış saldırıları başarı ile önlemiştir.

Avusturya, İngiltere, İtalya gibi monarşi ile yönetilen ülkelerin Fransız devrimine karşı başlattıkları askeri saldırıları püskürterek yabancı kuvvetlerini yenerek ulusal kahraman olmuştur. Artık general rütbesindedir. Yaşı 28’dir.

Giderek çevresi genişleyen bu genç general devrim hükümeti Direktuvar’ı ürkütmüştü. Paris’ten uzaklaştırılması gerekiyordu.

Direktuvar, Kuzey Afrika’dan Hindistan’a kadar uzanan bölgede hakimiyet kurmak için Napoleon komutasında güçlü bir ordunun hareketine karar verdi.

Napoleon sür’atle Malta’yı, İskenderiye’yi ve Kahire’yi işgal ederek Suriye’ye kadar geldi. Akka kalesine dayandı.

Kale komutanı Cezzar Ahmet Paşa karşısında ilk yenilgisini alarak geri çekilmek zorunda kaldı. Bu arada Kaptan-ı Derya Küçük Hüseyin Paşa’nın donanmasıyla Mısır’a gelmekte olduğunu haber alınca askerlerine uzun siperler kazdırmaya başladı.

İşte bu kazılar esnasında yazımızın başında söz ettiğimiz taş kitabe ortaya çıkmıştır.

Türk kuvvetleri gelmeden Napoleon tekrar Paris’e dönmüştür. Sonuçta Mısır, Kahire ve İskenderiye tekrar Osmanlı topraklarına katılmıştır.

Hiyeroglif yazılar artık kullanılmamaktadır. Bir iki devlet dışında alfebeye dayalı yazı kullanılmaktadır. Üstünden binlerce yıl geçse de insanlık belleği bir şeyleri günümüze taşımış gibidir.

Çok zehirlidir ifadesi için çaprazlanmış iki kol kemiği üstündeki kuru kafa, dikkat elektrik çarpar diyen zik zaklı yıldırım resmi, bütün parmakları kapalı yalnız işaret parmağı açık tek yön gösteren el işaretleri günümüzün modern hiyeroglifleridir.

 

Türkiye’nin İç ve Dış Güvenliği

 

Bölücülük ve bu suçu teşvik hiçbir zaman hürriyetler sahasında yer alan bir konu değildir. Türkiye ve Türk Milletinin bütünlüğü değişmez bir esastır. Etnik ve inanç farklılıkları bütünlüğü zaafa uğratacak nitelikte kullanılmaz. Toprak ve millet bütünlüğünü güçlendirecek müessir tedbirler süratle alınmalıdır. Bölücülük ve terörün iç ve dış kaynaklarını kurutmak için kesin ve kararlı mücadele yürütülmelidir.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının başlangıç bölümünde “Türk Vatanı ve Milletinin ebedi varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu anayasa Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve onun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda;

Dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak, Türkiye Cumhuriyetinin ebedi varlığı, refahı, maddi ve manevi mutluluğu ile çağdaş medeniyet düzeyine ulaşması azmi yönünde; Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu belirtilmiştir.

Ülke savunması güçlü tutulmalıdır. Dünya siyasetinde ortaya çıkan yeni gelişmeler ve Türkiye’nin çıkarlarını uluslar arası siyasi platformda tehlikeye sokmaktadır. Bunlar AB ve ABD, Balkanlarda, Ege ve Kıbrıs’ta, Ortadoğu, Kafkasya ve Türk Cumhuriyetiyle olan ilişkilerimizde belirgin hale gelmiştir. Tüm Kuzey Iraktaki Türk bölgeleri ( Kerkük, Telafer, Erbil, Musul ) kaybedilmiştir. Türk Cumhuriyetleri ve mücavir ülkeler bizim tabii ve tarihi birlik havzamızdır.

Milli kültürümüz ve onun çok önemli bir unsuru olan Türkçenin korunması vazgeçilmez bir hedef olmalıdır.

Bugün Türkiye’mizde ki olumsuz manzara sonucunda insanlarımız bezgindir. Kırgınlık içerisindedirler. Ve yeni ümitler ve çıkış yolları aramaktadırlar.

Ümitsizliğe kapılmaya gerek yoktur. Çünkü Atatürk Gençliğe Hitabesinde ” Bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen Türk İstiklal ve Cumhuriyetini kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur” demiştir.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti dünya durdukça yaşayacaktır.

Çocukluk yıllarınızı yeniden yaşamak ister misiniz?

Zamanı durdurup hemen çocukluk yıllarımız geçirdiğimiz köyümüze, kasabamıza doğru yolculuğa çıkmalıyız. Yaz aylarını fırsat bilip, sahillere başka yerlere tatil yapmaya gitmek yerine çocukluk yıllarımız geçirdiğimiz yerlere tatile gitmeliyiz. Zamanı durdurup, kendimize bir iyilik yaparak çocukluğumuzu bir kere daha yaşamalıyız.

Yaz ayları benim vazgeçilmezlerimden birisini gerçekleştirdiğimi aylardır. Ne olursa olsun, kendime zaman ayırarak çocukluk yıllarımı geçirdiğim köye gider, çamurlu tozlu sokaklarında gezer, yaylalara çıkıp, soğuk sulardan içer çocukluğumu bir kez daha yaşarım.
Her yıl Haziran ayı geldiğinde 90 yaşındaki anam yaylaya gitmek ister. Gebze’de olduğu zaman her hafta doktora giden günde birkaç ilacı bir yiyen Emine anam yaylada kaldığı 3 ay süre içinde hiç doktora gitmez. İlaçları da yarı yarıya azaltır. Geçen hafta anamı Gebze’den Giresun yaylalarına uğurladık. Ben de bugün anamın yanına gitmek üzere yola çıktım. 45 sene önce yaramazlık yaparak anamı kızdırdığım, sözünü dinlemediğim için bazen dayağını yediğim, anamla geçirdiğim o çocukluk yıllarımı yeniden yaylalarda geçirmenin heyecanı içinde tıpkı bir çocuk gibi nasipse yaylalarda olacağım.

Yaylalarda boş gezmeyecek, kamera, fotoğraf makinem ve bilgisayar elimde belgeseller çekip Gebze’nin gündemini yakından takip edeceğim. Sizlere karlı yayla dağlarından hitap edecek, sizlerin selamını karlı Karadeniz yayla dağlarına götüreceğim.

Çocukluk Yıllarımı Geçirdiğim Köyün Tarihçesi

 

Doğduğum köye hiç vefasızlık yapmadım. Köyümün tarihçesini de araştırdım. Köyümün tarihi ile ilgili yaptığım araştırmayı bir küçük kitap haline bile getirdim. Bu kitabın bir bölümünü sizlerle paylaşmak istiyorum.

 

Osmanlı Döneminde Trabzon  Vilayeti,Torul Kazası’nın Nahiye Merkezi olan Bayramoğlu (Dikmen-Kuzköy köyü) Soğukpınar Beldesi’nin   Tarihi

Giresun-Espiye ilçesi, Soğukpınar Beldesi’nin Tarihi

Fatih Sultan Mehmet tarafından 1461 yılında alınan Trabzon sancak merkezi yapıldı. Nahiye Merkezi iken, Tirebolu ve ardından  Espiye ye bağlı köy olmuş şimdide Soğukpınar beldesi’nin mahallesi  haline gelmiş eski adı ile Bayramoğlu bugünkü adı ile Soğukpınar beldesi, Dikmen mahallesi’nin 550 yıllık tarihi geçmişi…

Karadeniz’nin  incisi, yeşllikler diyarı, tarihi geçmişi, kültür varlıkları ve tabii güzelliği ile dillere destan Giresun’un önemli bir yeri vardır. Giresun’un 16 içesi arasında bir zamanlar Tireboluya bağlı Espiye’nin Dikmen ve Kozköyleri’nin  birleşmesi ile  kurulan Soğukpınar Beldesi’nin Dikmen Mahallesi’nin  tarihi geçmişi çok eskilere dayanmaktadır. Fatih Sultan Mehmet döneminde Osmanlı Devleti tarafından  tutulan1468 tarihli Tapu Tahrir defterindeki  yazılı bilgilere göre  550 yıl önce  Bugünkü adı Soğukpınar olana Dikmen köyü, Bayramoğlu adı ile Trabzon sancağına bağı  7 nahiye merkezinden  birisiydi.

1468 tarihli Tapu  Tahrir defterindeki yazılı bilgiye göre 1461 yılında  Osmanlı tarafından feth edilen Trabzon Sancağına bağlı Giresun bölgesinde 7 Nahiye /kaza) merkezi  bulunmaktaydı. Bu nahiye merkezleri şunlar. 1.Yağlıdere, 2. Bayramoğlu (Dikmen köy, bugünkü adı Soğukpınar beldesi) 3. Karaburun. 4. Üreğir -Yüreğir. 5. Elki Yomlu 6.Alhanas. 7. Kürtün ilçeleriydi. Bu ilçeler  direkt Trabzon sancağına bağlı Nahiye/Kaza merkeziydi. Bu nahiyelere çok sayıda köy bağlıydı. Bunların yanı sıra Trabzon sancağına bağlı Giresun merkez ilçe’de kurulan Çepni vilayeti’de Trabzon sancağına bağlıydı.

Trabzon sancağına bağlı Nahiye/Kaza  merkezi olan Bayramoğlu (Dikmen); Tirebolu’ya bağlı  köy haline gelmiş. 1958 yılında Espiye’nin ilçe olması ile Espiye bağlı köyü olmuş,. 1998 yılında Dikmen köyü ile Kuzköyün birleşmesi ile Soğukpınar beldesi adını  alarak   Dikmen mahallesi  haline gelmiştir. Eski adı Bayramoğlu olan Dikmen nahiyesine, 1468 tarihli tapu  tahrir defterinde ki yazılı belgelere göre şu köyler bağlıydı.  1. Nahiye merkezi; Döğer, Dikine veya Dikmen 2. Kiçiköy (Güzelyurt) 3.Oğulluca/Avulluca 4.Ağruk 5.Kandavur 6.Kozköyü 7.Tağnalcık 8. Manastır-ı İslam 9. Çepni 10.Kurugeriş 11 İncirlik

Karadeniz’in  Türk İslam Yurdu Olmasında Çepni Türkleri’nini Önemi

Karadeniz’in Dünya Kültür ve Medeniyet tarihinde önemli rolü bulunmaktadır. Karadeniz bir çok Millet ve Medeniyete beşiklik etmiş. Kültürlere ev sahipliği yapmıştır. Bu kültür ve medeniyetlerin her birinin  incelenmesi ayrı bir  araştırma konusudur. Karadeniz’in Türk İslam beldesi olmasında Çepni Türkleri’nin önemli rolü olmuştur.

Çepniler Oğuz Türkleri’nin 24 boyundan biridir. 11. yüzyılda Kaşkarlı Mahmut tarafından yazılan Divanı Lugatittürk-i kitabının yanı sıra, 14. Yüz yılda İran Moğullarının İlhanlı Devletini  veziri  Reşidettin Başkanlığında  yazılan  Dünya Tarihi Camül tevarihinde  Oğuz boylarından bahs edilirken Cepnilerden 17. sırada  söz edilmiştir.

Yapılan araştırmalarda Karadeniz’in yüksek kesimleri ve özellikle Giresun, Trabzon ve Sinop arasında kalan bölgelere gelip yerleşmişlerdir. Çepni Türkleri’nin varlığı  Anadolu’nun fethi olan 1071 tarihinden çok öncelere dayanmaktadır. Ortaasya’dan İran’a, İran’dan Anadolu ve Karadeniz’e gelen 100 bin Çepni Türkü, Karadeniz Türk Vatanı yaptığı yazılı  kaynaklar tarafından  ispat edilmiştir.

Sinop’a yerleşen ve daha sonra genişleyerek Ordu’da Bayramlı beyliği kuran Çepni Türkleri  Trabzon Rum imparatorluğu ile zaman zaman savaşmışlar, Trabzon Rum İimparatorluğu tarihçisi Panaratosa göre 1260 ile 1280 yılları arasında Çepnilerle savaşan Trabzon Rum İmparatro Giorgi 1280 yılında Türklere esir düşmüştür. 1277 yılında Sinop bölgesindeki Çepniler Trabzon Rum İmparatorluğu ile yaptıkları deniz savaşında Rum imparatorluğunu  yenerek deniz zaferi kazanmışlardır.

Trabzon Rum İmparatoru 2. Aleksios 1301. yılı Eylül ayında Giresun’a gelerek Türk beyini ağır bir yenilgiye uğrattığı, Merkezi Ordu’da olan Bayram bey Trabzon Hamsiköy’e kadar gelerek ağır bir yenilgiye uğradığı belirtilmektedir.

Bayramlı beyliğinin adı daha sonra  Bayrambeyin  oğullarından Hacı Emir beyliği adını alarak  Hacı Emir beyliği olmuştur. 1357 yılında  Bayrambeyin oğlu Hacı Emir bey kalabalık bir askerle Maçkaya kadar gidip  Rum İmparatorluğuna büyük bir darbe indirmiş. Trabzon Rum İmparatoru, Türklerden kurtulmak için Eski Rum İmparatoru Basil’in Kızı Teodora  (1332 -1340) yıllarında Hacı Emir beyle evlendirildi. Böylece Rum imparatoru Çepni Türkleri tarafından Karadeniz’de kurulanan beyliği ile akraba olarak kendisi ve İmparatorluğunu kurtarmayı tercih etti.

Giresun Fatihi Haci Emir Bey Oğlu Süleyman Bey..

Ölüm tarihi belli olmayan  Hacı Emir Bey’in ölümü üzerine yerine oğlu Süleyman bey geçmiştir. Süleyman Bey Hacı Emir beyliğini başarılı bir şekilde idare etmiştir. Hicri  799- Miladi  1397 yılı  Mart ve Nisan aylarında Giresun şehrini  Rumlardan  kesin olarak feth etmiştir.

Giresun Fatihi Hacı Emiroğlu Süleyman Bey, Giresun’u feth ettikten sonra  Hacı Emir beyliğini her geçen gün güçlendirmiş ve bölgede büyük bir devlet haline getirmiştir. Giresun’un fethinden 7 yıl sonra 1404 yılında Trabzon’a gemi ile gelen Ünlü İspanyol elçisi  Clevijo Türk beyi Hacı Emir’in 1000 atlıya sahip olduğunu Rum İmparatoru ııı. Manuel’in  1390 ile 1417 yıllarında Timurlenek ile Hacı Emiroğlu Süleyman bey’e vergi verdiğini   hatırlarında yazmaktadır.

Ne acıdır ki Ünlü Giresun Fatihi Hacı Emiroğu Süleyman bey’in ne zaman öldüğü bilinmediği gibi, Trabzon Rum imparatorundan bile vergi alan Türk beyliği olan Hacı Emir beyliği’nin ne zaman yıkıldığı hakkında tarihi bir bilgi yoktur. Bu gün Giresun gençlerinin bile Giresun Fatihi ünlü Hacı Emir Beyliği’nin beyi Süleyman bey’den bilgi ve haberlerinin olmaması   geleceğimiz açısından üzüntü kaynağıdır.

Osmanlı imparatorluğu ile Karadeniz bölgesindeki Türk beyliklerinin tanışması Yıldırım Beyazıt zamanına rastlamakta. Beyazıt 1393 yılında  Kastamonu ve Osmancık’daki Türk beyliklerini Osmanlı Topraklarına katarak Samsun’u hakimiyetine almıştır. Ünlü tarihçi İsmail Hakkı Uzun Çarşılı  tarafından  yazılan Osmanlı tarihine göre Yıldırım Beyazıt 1398 yılında   Samsun, Sinop ve Ordu bölgesindeki Türk Beylikleri ile Giresun’daki Hacı Emiroğlu Süleyman bey’in Osmanlı  hakimiyetini kabul ettiğini yazmaktadır.

Bir başka tarihi kaynağa göre Hacı Emiroğlu beyliğinin yıkılması ile Giresun, Trabzon ve Görele kaleleri  Rum İmparatorluğunu tekrar geri almış. Trabzon Rum İmparatorları kızlarını vererek akraba oldukları Akkoyonlu, Bayramlı ve Taceddin beylikleri sayesinde varlıklarını sürdürmüş ve Osmanlı Türk İmparatorluğuna karşı tehdit olmaya devam etmişlerdir.

Fatih Sultan Mehmet Tarafından  Trabzon Feth Ediliyor

1461 yılında  Fatih Sultan Mehmet  Kastamonu ve Sinop’da Çandarlıoğulları hakimiyetini sona erdirdikten sonra Akkoyunluların elinde  olan Sivas  Koyulhisar kazasını da aldıktan sonra Gümüşhane yolu ile Zigana geçidinden geçerek 26 Ekim 1461 yılında Trabzon’u fetih ederek Rum İmparatorluğunu sona erdirmiştir.

1461 yılında  Donanma kaptanlarından Kazım bey Trabzon Sanacak beyi olmuş, Fatih Deniz  ve sahilden Görele, Tirebolu ve Giresun gibi  Rumların elinde olan bazı kaleleri Osmanlı hakimiyetine katmıştır. Kazım beyden sonra Trabzon Sancak beyliğine geçen Sofu Ali bey, Akkoyunlu hakimiyetindeki Trabzon-Gümüşhane arasındaki Torul bölgesinde feth etmiştir.

2. Beyazıd zamanında Trabzon  şehzade sancaklarından biri haline gelmiştir. Şehzade Abdullah Trabzon’un ilk sancak beyi olmuştur. Ünlü Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim  Trabzon’a sancak beyi olmuştur. Osmanlı  hükümdarı Fatih Sultan Mehmet 1461 yılında Trabzon’u feth ederken Osmanlı’ya büyük yardım ve destek oldukları için Kürtün, Dereli, Şalpazarı, Görele, Tirebolu ve Giresun bölgesindeki Çepnilere, Fatih Sultan Mehmet büyük ilgi göstermiş ve destek vermiştir. Karadeniz bölgesi Osmanlılar zamanında memur ve bakımlı hale getirilmiştir. Osmanlı idaresi Çepni beylerine maddi ve manevi büyük ilgi göstermiştir.

Karadeniz, özellikle Trabzon ve Giresun bölgesi ile ilgili en eski yazılı kaynak 1468 yılında tutulan Tapu Tahrir defteridir. Osmanlı devleti tarafından tutulan bu defter özellikle Çepnilerle ilgili geniş ve önemli bilgiler içermekte ve Çepni bölgesi hakkında en ciddi ve yazılı tarihi kaynak eser olarak kabul görmektedir.

Bu tarihi  belgeye  göre Çepnilerin Kürtün yolundan Harşit vadisinden gelerek, Tirebolu, Görele, Şalpazarı, Yağlıdere ve bölgeleri yurt edinip köy kurdukları  anlaşılıyor. 1468 tarihli tapu tahrir defteri; Espiye- Dikmen köyü (Soğukpınar beldesi veya eski adı ile Bayramoğlu) içinde çok önemli’dir. Bu bölgede Çepnilerin yanısıra Dikmen köyünde Döğer adlı Oğuz boyunun bulunduğu bilinmekte, Çepniler 15. yüz yılın yarısına kadar olan zamanda göçebe hayatı yaşamakta ve bu tarihten sonra tamamen yerleşik köy düzenine geçtiği bilinmektedir. Çepniler ilk defa 15. yüz yılda Darı, mısır ekmişlerdir. Koyun  ve keçi gibi büyük baş hayvanlar o yıllarda çoğalmaya başlamış. doğan, Şahin ve atmaca yuvası gibi  gelir getirici yuvalar  kurmuşlardır.

O devirlerde yaşayan halklar için Devlet yönetiminde çeşitli deyimler söyleniyordu. Hane, Mücerred, Bennek, Müsellemler, Mulazimler ve Muaflar. Halka verilen bu adların bu tabirlerin her birinin ayrı bir önemi bulunmaktadır. Çepnilere en çok Müsellemler deniliyordu.

Çepniler yurdunda Tımar rejmi  uygulanıyordu. 15. yüz yıl  Çepni bölgesinde 30 dirilik’den  3’ü zamet, geri kalanlar tımardır. (Drimik, Tımar, Zemaat ve  hakkında geniş bilgiler vermiştir.) Zemaat’lerden birini Trabzon Sancak beyine, Diğer ikiside Mustafa ve Hasan adlı Çepni beylerine ait) Tımarların çoğu Çepni beylerinin hizmetlerinde bulunmuş bu beylerin arkadaşlarına ve dostlarına ve oğulları tarafından tasarruf edilmektedir. Ne acıdır ki çepni beyleri’nin durumu hakkında ayrıntılı kaynak olmadığı için Ünlü Araştırmacı  Prof. Dr. Faruk Sümer  Çepni beylerinin ne olduğu konusunda  belki ilerde açıklama yapılabileceğini kaydediyor.

Giresun tarihine ışık tutan 550 yıllık yazılı belge..

1468 tarihli Tapu Tahrir defterinde, Çepni bölgeleri, Oğuz Türkleri ve Karadeniz bölgesi ile ilgili en çarpıcı bilgiler köylerin nüfusu ve  köylerdeki  camilerde görevli İmam, hatip, müezzin, fakihler, müderislerle ilgili. Çepni köylerinin en küçüğünde bile din adamları oldukça çoğunlukta olduğu tarihi bir gerçek. Çepnilerin bu bakımdan  dinlerine bağlı ve çok dindar oldukları anlaşılmaktadır. Bu durum ne acıdır ki  bu durum daha sonra istismar edilmiş. Din bilgisi olmayan bir çok kişi askerden kaçmak, vergi vermemek için din adamları olduklarını söylemiş ve dinin yozlaşmasına ve dini duyguların yok edilmesine  neden olmuştur. Köylere din adamı olarak gelen bazı cahil kimseler halkın din duygusunu yok etmiş mallarını ve mülklerini çeşitli entrikalar ve bahanelerle ele geçirmiştir. Çepni köylerinde bu durum bugün yapılacak  araştırıldığında ortaya çıkmaktadır.

Çepnilerin ne derece dine bağlı olduğu o yıllarda Trabzon’un Sancağına bağlı Giresun Bölgesinde 7 nahiyesi veya kazasından birisi olan Yağlıdere’ye bağlı Ahu Çukuru  (Harava) köyünde yaşamış Sarı Hacı Abdullah Halife ile ilgili Prof. Dr. Haşim Karpuz’un yaptığı araştırmaları gerçekten çok önemli. Sarı Hacı Abdullah Halife ile ilgili her yıl Yağlıdere’nin   Tuğlacık köyünde her yıl ilkbaharda anma günü düzenlenmektedir.

Çepni yurtlarında ve 7 nahiyedeki çepnilerle ilgili bölgelerdeki Tekke ve Zaviyeleri  çok büyük bu sosyal görev yapmakta, yolcuların  barınması, konaklama ihtiyaçlarının karşılanması için çok büyük rol oynadığı bilinmekte. Karadeniz ve Giresun bölgesindeki özellikle yayla yollarındaki Hanlar bunun en önemli kanıtı. Hanlara  gelen şahıslar tarafından vakfedilerek yapılmıştır. Hanlarda zaman zaman 30 göç bile ücretsiz barınmıştır. Türkler Yolcuları rahat ettirmek için 15. ve 16. yüzyılda Türkiye’de geniş bir zaviye ağı kurmuşlardır. Bu yüzden devletin üstündeki büyük bir yükü de alan bu zaviyelerde çalışanlar o dönemde  Örfi vergiler ve avarızdan muaf tutulmuştur.

 Karadeniz ve özellikle Giresun  merkez ilçe ile Trabzon’un Vakfıkebir ilçesi arasındaki  Çepni köylerinde yaşayan insanların durumları bir birinden farklı olarak şöyle sıralayabiliriz.

Sibahi, Müsellemler, Mülazımlar, Muaflar ve Raiyyet 

Çepni köylerinde yaşayan halkın çoğunluğuna raiyet ismi verilmekte. Raiyetler her türlü vergiyi veren, devlet hizmetinden en az yararlanan ve angaryayı çeken köylülerin adıdır.  Köylüler sürekli vergiyi vermişler  hatta adaletle idare edildiği dönemlerde bile vergiyi yine bu  insanlar vermişlerdir.

 

Ünlü araştırmacı  Prof. Dr. Faruk Sümer’in yaptığı tespite göre Vergiden muaf olanların çokluğu başta bölgelerde yoktur. Çepni bölgesi olan Karadeniz bölgesindeki bu durum özel bir neden olmalıdır diyen Sümer, Çepnilerin  Trabzon’un fethinde 1461 yılında Osmanlıya büyük destek verip yardımcı oldukları için bu şekilde gerçekleştirmiştir notunu düşmektedir.

Çepniler iddia edildiği gibi Alevi veya Kızılbaş değil, tamamı sünni müslümandır. Sünni oldukları çocuklarına verilen Osman, Bekir ve diğer sahabe isimlerinden anlaşılmaktadır.

Bölgedeki yerlerin adları da Türk’dür. Bu adlar Oğuz boylarından alınmaktadır. Kuzeydoğu Karadeniz’i yurt edinen Oğuzların Yüreğir, Alanyurt’u ve Döğer gibi Oğuz boylarının  Türk yaşamında önemli rol oynadığı bilinmektedir.
   

1515 Yılında Trabzon Vilayeti Kürtün  Kazası, Bayramoğlu Nahiyesi’ne (Dikmen veya Soğukpınar Beldesine) Bağlı Köylerin Nüfusu.. (1998 Yılında Belediye Kuruldu )

 

1998 yılın’da  resmi gazetede yayınlanan bir yasa ile  geçmiş de Bayramoğlu adı ile nahiye merkezi iken, daha sonra Dikmen ve Kuzköyü adı ile iki köy olan ve bu köylerin  birleştirilmesi ile Soğukpınar adı ile  belediye teşkilatı  kurulmuştur. 1515 yılında ki bölge ile ilgili önemli bir arşiv belgesini aşağıda yayınlıyoruz.

Çepni Çeribaşı Emir Han Ağanın Tımarı (Tımar-ı Emir Han Ağa Veled-i Emirze)
Serasker-i Çepni ber Vech-i Serbest)

43. Döğer Bayram 15 13 – – 1580 1 değirmen, 1 de doğan yuvası var
Oğluna bağlı
Raiyyet buyurulan 3 4 2 1 156
Dikmen de denilen
Döğer Camii mülazımları

Köyün Adı Hane Mücerred Zemin Hasıl Diğer Hususlar
Bennek Caba (akça)

Hisse 1 1 – – 90
(Aynı Köyden)
44. Kiçi Köy, Çayır 2 3 – 1 248 1 değirmen var
Yaylak yakınında  – – – – 250 Hasan oğlu Süleyman’ın tasarrufunda
Ericek ekinliği
45. Oğulluca 8 6 – 2 950 Kabaca Koz ekinliği var
Hisse 17 10 – – 1529 1 ekinlik var
46. Ağruk 3 2 – – 266
47. Kandavur 10 5 – 2 780
Raiyyet buyurulan 1 – – – 40
Kandavur ve Oğulluca
Camii Mülazımları
Kandavur (?) Raiyyet 2 – – 1 11
buyurulan bu
köyün müsellemleri

(*) Prof. Dr. Faruk Sümer: Tirebolu Tarihi. Tirebolu Kültür ve Yardımlaşma Derneği yayını. Basım yeri ve tarihi: İstanbul -1992/ Fadime Hala Kültür Hizmetleri Birliği Kütüphanesi/Gebze Gazetesi  Belgesel Yayıncılık Arşivi. Devr-i Alem TV program arşivi.

 

İmdat, Boğuluyoruz

Önümdeki iş kamyonu ağır ağır ilerliyor.

Karşıdan ard arda araçlar geliyor, kamyonu geçemiyorum.

Kamyonun egzozundan çıkan simsiyah duman, camlarım kapalı olsa da aracımın içine giriyor, genzimi yakıyor!

Bir an karşı şerit boşalıyor, can havliyle geçiyorum kamyonu.

Belli ki, sürekli olarak tonajının üstünde yük taşımış!

Bu yüzden motor düzeni bozulmuş, kamyon yağ yakıyor!

Bir süre yol alıyorum, bu kez bir “Halk Otobüsü” çıkıyor karşıma.

Onun da egzozu koyu gri gaz çıkarıyor.

Kurşun ve karbonmonoksit soluyorum.

Ben, iki yılda bir kez “egzoz emisyon pulu” almak için yarım günümü harcıyorum.

Sorun yaşamamak için önce servise gidip araç bakımımı yaptırıyorum.

Çevreyi kirletmiyor, insanları zehirlemiyorum.

Ama başkalarının umurunda değil!

O yağ yakan ve egzoz gazları ile çevreyi kirleten, günahsız insanları zehirleyen araçları kullanan şoförler de bu cinayetin kurbanı oluyorlar ama farkında bile değiller!

Ya trafik görevlileri?

Önlerinden geçen bu “özürlü” ve “tahammüden cinayet sanığı” araçları görmüyorlar mı?

Kendilerinin de zehirlendiklerinin ve müstakbel “KANSER” hastaları olacaklarının farkında değiller mi?

Bu kentin VALİSİ, Emniyet Müdürlüğü, Büyükşehir Trafik Zabıtası da farkında değil mi?

Halkın sağlığını korumak ve çevre kirliliğini önlemek görevleri değil mi?

Bu kentte ağır tonajlı inşaat kamyonları taşıma sınırları üzerinde yük taşıyorlar.

Ender de olsa, göstermelik tonaj kontrolleri belki yapılıyor.

Ama egzozlardan çıkan kirli ve zehirli gazların bu ağır tonajlı yükler den ve bakımsızlıktan kaynaklandığını onlar da biliyor!

Ama ya göz yumuyorlar ya da güçleri yetmiyor; denetim yapamıyor, cezalandıramıyorlar!

Bu kentte, kimi zaman küçücük motosikletlerin egzozlarından bile koyu gri ve genzi yakan dumanlar yayılıyor çevreye.

Çöp kamyonları, iş kamyonları, halk otobüsleri ve özel otoların egzoz gazları ile göz göre göre zehirleniyor, kanser oluyoruz.

Boğuluyoruz, sinsice öldürülüyoruz!

İ M D A T!.. diyoruz.

Kocaeli Valiliğini, Emniyet Müdürlüğünü, Büyükşehir Belediyesi’ni göreve çağırıyorum; bu cinayeti önleyin!..

 

Prof. Dr. İsmail YAKIT ile mübârek BERAT KANDİLİ için, İSLAM-İMAN-MÜMİN-MÜSLİM VE İSLAM’DA 3 H KURALI Hakkında Konuştuk

 

GİRİŞ:

Bugün, 15 Temmuz 2011 Cuma. Hicrî takvime göre Şaban ayı’nın 15’idir. Şaban ayının 15. gününü 16. güne bağlayan gece, İslam âleminde ‘Berat Gecesi’ olarak değerlendirilir. Halk arasında ‘Berat Kandili’ olarak anılmaktadır.

Berat kelimesinin aslı ‘Berâet’tir.  Berâet, sözlükte ‘Bir borçtan, ceza veya sorumluluktan kurtulmak, temize çıkmak, uzak olmak, ilişkiyi kesmek’ şeklinde açıklanmaktadır.
Kur’ân-ı Kerim’de; suçsuzluk, kurtuluş belgesi (Kamer, 54/43) ve müşriklerle her türlü ilişkiyi kesme, onlardan uzak durma (Tevbe, 9/1) anlamlarında iki yerde berâet kelimesi geçmektedir. Hadislerde genellikle günahtan kurtulma, bir iş veya zümreden uzak durma anlamlarında kullanılmıştır.

Müslümanlarca mukaddes zaman dilimlerinden biri olan Berat Gecesi; Rahmet ve mağfiret gecesidir. Bu gece Mü’minlerin dualarının kabul, günahlarının affedildiğine inanılır. İbn Mâce’den rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber, ‘Allah Teâlâ Şaban ayının 15. gecesi dünya semasında tecelli eder ve Kelb kabilesinin koyunlarının kıllarının sayısından daha fazla kişiyi bağışlar.’ Buyurmuştur.  Yine İbn Mâce’den rivâyet edilen başka bir hadislerinde de; ‘Şaban’ın ortasında gece ibadet ediniz, gündüz oruç tutunuz. Allah o gece güneş batınca dünya semasına tecellî eder ve fecir doğana kadar, ‘Yok mu Benden af isteyen affedeyim; yok mu Benden rızk isteyen vereyim; yok mu bir musibete uğrayan ona âfiyet vereyim. Der’ Buyurmuştur.  

Bu geceye mahsus olmak üzere belirlenmiş ibadet yoktur. Hatta bazı âlimler; belli ibadet ve kutlama şekilleri ihdas edip âdet haline getirmenin dinde yeri bulunmadığını söylemişlerdir. Ancak, Hz. Peygamber’in bu geceye önem vererek ihya etmesi göz önünde bulundurulduğunda, namaz kılmak, Kur’ân okumak ve dua etmek suretiyle bu gecenin ihya edilmeye çalışılması, gündüzünde de oruç tutulması sevaba vesile olacaktır.
İslam’ın nimetlerinden yararlanabilmemiz için İslam’ı bilmemiz ve hükümlerini uygulamamız gerekiyor. 

 En son, en mükemmel din olan İslam bâzen eksik ve yanlış anlatılıyor. Çoğu zaman da pek çok kişi tarafından yanlış anlaşılıyor. Bu sebeple İslam’ın nimetlerinden yeterli ölçüde yararlanamayanların sayısı bir hayli fazladır.

Âdetâ her Müslüman’ın kendine göre bir İslam anlayışı, bir İslam yorumu var.
Özellikle idrak etmekte olduğumuz Berat Gecesi’nde, bu gecenin feyzinden yararlanacakların sayısının artmasına, karınca kararınca katkıda bulunabilmek maksadıyla İslam’ın temel bilgilerine giriş olarak bâzı tarifleri, İslam Felsefesi Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. İsmail Yakıt ile konuştuk.

Mübârek Berat Kandilinizi tebrik eder, iyi okumalar dilerim.

OĞUZ ÇETİNOĞLU
Oğuz ÇETİNOĞLU: ‘İslam’ kelimesinin anlamından başlayabilir miyiz Hocam?

Prof. Dr. İsmail YAKIT: İslam kelimesi Arapçada ‘S-L-M’ kök harflerinden gelir. Bir başka ifâde ile ‘silm’ kökünden türemiştir. Bu kökten türeyen ‘İslâm’ kelimesi, tarih boyunca birçok anlam kazanmıştır. Bu anlamları dört madde halinde ele alabiliriz. Kur’ân bu dört anlamı da kullanmaktadır.

1- ‘Silm’ kökünün en eski anlamı ‘sert kaya’ demektir. Bir başka ifâdeyle ufalanmayan, parçalanmayan, kırılamayan sert kayanın adıdır. Allah’ın Kur’ân’ıyla indirdiği bu dine ‘İslâm’ adını vermesi elbette boşuna değildir. Bu dine niçin kök anlamı ‘sert kaya’ demek olan bir kelime ad olarak verildi? Semantik anlam bağı kurulduğunda bunun ne kadar yerinde olduğu görülecektir. Bir kaya niçin serttir?

Bir kayanın sertliğinin iki sebebi vardır. Birincisi, içinde gözenekler, boşluklar ve muhtelif delik ve oyuklar yoksa o kaya serttir. Aksi takdirde süngerimsi bir yapıya sahip bir kaya her hangi bir dış darbeyle parçalanabilir. Boşluklar, oyuklar kayanın mukavemetini azaltır. İkincisi, alaşım halinde olmayan kayalar serttir. Yani, kaya, sertlik dereceleri farklı, mukavemetleri muhtelif elementlerden teşekkül etmemişse serttir. Aksi takdirde, her hangi bir etkide elementlerin ayrışmasıyla kaya sertliğini yitirir ve ufalanıp, parçalanır. İşte, Allah’ın bu dine ‘İslâm’ adını verirken, anlamını böyle bir kökten seçmesinin elbette hikmeti vardır. Olaya Kur’ân’ın bütünlüğü açısından baktığımızda bunu görmek mümkündür.

İslâm, din konusunda, içinde bir takım boşluklar ve eksiklikler bulunduran bir din değildir ki, birileri gelsin onu zaman içinde doldursun veya tamamlasın. Ayrıca İslâm, din olarak alaşım halinde olan bir din değildir. Yani toplama bir din değildir. Bir başka ifâdeyle söylersek, ilkelerinin bir kısmı, Yahudilikten, bir kısmı Hıristiyanlıktan ve kısmı da çeşitli felsefî telakkilerden alınmış değildir ki, zaman içinde bunlar ayrıştırılıp, din parçalanıp, çökertilebilsin. İslâm katıksız, saf bir şekilde gönderilmiş evrensel ilâhî bir vahiydir. Bu vahiy, elbette geçmiş peygamberlere de şâmil olan bir vahiydir. Netice olarak, İslâm, tıpkı sert kaya gibi özünde bölünme ve parçalanma kabul etmeyen bir dindir.

2- İslâm kelimesinin kök anlamlarından ikincisi, halis olmak; öz, hülasa, arı, saf kelimeleriyle ifâde edebileceğimiz anlamıdır. İslâm bir özdür, bir hülasadır derken kastedilen anlam, bütün ilâhî vahiylerin özüdür demektir. Bu anlamda geçmiş peygamberlerin, adları farklı olsa da din olarak İslâm’ı getirdikleri anlaşılır. Bir başka ifâdeyle Allah, geçmiş peygamberlere hakikat olarak ne gönderdiyse aynı hakikati Hz. Peygamber’e de göndermiştir demektir. Önceki ilâhî dinlerde ilâhî vahyin ruhu ve özü kaybolduğundan İslâm, evrensel ilâhî vahyin özünün son defa tekrarıdır. Kur’ân bu hususu bilhassa vurgular..

3- İslâm kelimesinin kök anlamlarından olan ve en genel tanımını veren anlam: ‘sulh, barış, güven ve esenlik’ anlamıdır. Buna göre İslâm, barışın huzur ve güvenin adı olmaktadır. Kur’ân, baştan sona bu anlamı işler. Bu anlama göre; nerede kargaşa, bela, cidal ve huzursuzluk varsa orada İslâm yoktur. Şu halde günümüzdeki İslâm adına estirilen teröre cinayetlere ne demeli? Bunları işleyenlerin adları, amaçları ne olursa olsun, İslâm adına İslâm’a verdikleri zararın haddi hesabı yoktur. İslâm’ın yanlış tanıtılması, yanlış bir İslâm imajı yaratılması, ona yapılabilecek en büyük bühtandır. Kök anlamının içinde ‘barış’la beraber, kardeşlik, selamet ve huzur gibi anlamları bulunan bir din cinayete ve teröre nasıl onay verebilir?

Bir gün bir Fransız bana Müslüman olmak istediğini ancak çok korktuğunu söyledi. Sebebini sorduğumda; ‘Gazetelere, televizyonlara ve dergilere baktığımda terör var, cinayet var. Hepsinin altından İslâm adı ve İslâmî bir örgüt çıkıyor. Ben Müslüman olursam acaba beni de bir yere cinayet için görevlendirirler mi? Bu gibi olaylar dinin bir gereği mi ki hep İslâm ismi kullanılıyor?’ diye cevap verdi. Bunun üzerine ben de kendisine; ‘bütün bunların siyasî ve başka amaçlı örgütler olduklarını, bazılarını batılı devletlerin, Avrupa’nın, Amerika’nın desteklediğini, bazılarının da Müslümanlar tarafından örgütlendiğini, bunlara bakarak İslâm’ı suçlamanın doğru olmayacağını, onların, İslâm’ı istismar etmekte olduklarını, aslında bu dinin temel anlamlarından birinin barış ve kardeşlik, güven ve emniyet olduğunu’ anlatmıştım.

Nitekim Hz. Peygamber’in mümin ve Müslim tanımlarında da görüleceği gibi, bir kimsenin Müslümanlığı diğer insanların kendisine olan güveniyle ölçülüyor. Hadiste, ‘Elinden ve dilinden insanların emin olduğu kişi’ olarak tanımlanıyor. Terör ve cinayet şebekelerinin elinden ve dilinden kim emin olabilir?
4- İslâm kelimesinin dördüncü ve son anlamı, eski tabirlerle, taat, iz’an, inkiyad diye ifâde edilen, itaat, boyun eğme ve teslimiyet anlamıdır. Kur’ân’da sekiz yerde bu anlamda kullanılmıştır. ‘Muslimûn’ ve ‘Muslimîn’ olarak çoğul şeklinde 39 yerde geçer. Allah’a teslimiyeti ifâde etmektedir. Bu anlamda İslâm, aracıyı devreden çıkaran bir dindir. Din adamları, ruhban sınıfı, bir takım putlar ve hayali varlıklar Allah’la kul arasına giremez. Kul, sadece Allah’a teslim olarak ruhunu sonsuzluğa açar ve mutlak hürriyete kavuşur. Allah’tan başkasına teslim olan, yaratığa teslim olduğu için, teslimiyeti sınırlı ve geçicidir. Bu ise kulu köle yapar. Halbuki Allah sonsuz, sınırsız ve ölümsüz olduğu için O’na teslimiyet insanı ebediyen özgür yapar.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Bu anlattıklarınızdan nasıl bir İslam tarifi çıkar?

Prof. Dr. İsmail YAKIT: Bu dört anlamı bir araya getirirsek şöyle bir tanım ortaya çıkar: ‘Tıpkı sert bir kaya gibi içinde boşluk ve alaşımı olmayan, bütün peygamberlere gönderilen evrensel ilâhî vahyin özünü oluşturan, beşeriyete güven ve barış içinde yaşamayı sağlayan ve sadece Allah’a teslimiyeti emrederek mensubunu gerçek özgürlüğüne kavuşturan dine İslâm denir.’ Bu tanım onun kendi kendine yeterli bir din olduğunu açıkça belirtir.

Oğuz ÇETİNOĞLU: ‘İslam’ ve ‘Müslim’ kavramları var…

Prof. Dr. İsmail YAKIT: İslâm kavramının kök anlamlarını açıklarken belirttiğimiz gibi, onun barış, güven, esenlik ve teslimiyet gibi anlamları mevcuttur. Özellikle Kur’ân literatüründe ‘Allah’a teslimiyeti’ ifâde eden bir kavramdır. Müslim de bu teslimiyeti nefsinde gerçekleştiren kişidir. Hz. Peygamber, kavramı bu doğrultuda ele almış, onu sosyal boyutu içinde değerlendirmiş ve ‘Müslim, diğer insanların elinden ve dilinden emin oldukları kişidir.’  Demiştir. Meşhur Cibril hadisinde Cebrail’in kendisine ‘Bana İslâm’dan haber ver’ sözü üzerine: ‘Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve Elçisi olduğuna şehadet etmen, namaz kılman, oruç tutman, zekât vermen ve şayet gücün olursa beyti tavaf etmendir (hac).’  Cevabını verir. Tarih boyunca Hz. Peygamber’in bu tanımı ‘İslâm’ın şartları’ olarak bilinmiştir.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Bunları ‘Müslümanlığın alâmetleri’ olarak değerlendirenler de var.
Prof. Dr. İsmail YAKIT: Doğrudur. Aslında bunlar, İslâm’ın şartları değil, ancak Müslüman’ın alâmetleridirler.  Hz. Peygamber’in ifâdesinden o anlaşılmaktadır. Bir başka hadiste geçen ‘buniye’l-İslâmu ala hamsin İslâm beş şey üzerine bina edilmiştir’  tabirinde İslâm’ı ritüel anlamda diğer dinlerden ayıran özelliklere temas edilmektedir. Yani bir Müslüman bu beş özelliğiyle tanınır. Namaz kılan veya oruç tutan veyahut hac eden vs. birini gördüğümüzde onun Müslümanlardan olduğuna hükmederiz. Bu anlamda İslâm diğer dinlerden ayrılıyor. Çünkü bu beş özellik diğer dinlerde bu şekilde değildir. Bunlar, Müslüman’ın alâmetleridir. İslam’ın şartı değil. Öyle olsaydı ‘şurûtu’l İslam ala hamsin – İslam’ın şartı beştir’ buyururlardı.

Oğuz ÇETİNOĞLU: İslam’da ‘3 H Kuralı’nı açıklar mısınız?

Prof. Dr. İsmail YAKIT: Gerçek bir dinde olması gereken üç kural vardır. Bunlar, ‘Hak’, ‘Hayır’ ve ‘Hüsn’dür. Kısaca buna ‘3 H kuralı’ denir. Bunlar, kişinin düşünce ve fiillerinde olması gereken kurallardır. Hak’la doğruluk ve adaletin; Hayırla, insanlar arasında iyi ve yararlı olanın; Hüsn ile de insanlar arasında güzel ve estetik olanın gerçekleştirilmesidir.

Oğuz ÇETİNOĞLU: ‘Hak’, ‘Hayır’ ve ‘Hüsn’ kelimeleriyle kastedilen nedir?

Prof. Dr. İsmail YAKIT: Hak kelimesinin iki türlü karşılığı vardır. Biri Türkçemizde doğru ve doğruluk anlamında kullandığımız ‘hakikat’ karşılığıdır. Bunun zıttı ‘hata’dır. Kelimenin bir de adalet ve hukuk anlamına gelen karşılığı vardır. Onun zıttı da ‘zulüm’dür. İşte din, yani İslâm, ‘Hakkı gerçekleştirmek için gelmiştir.’ Dediğimizde; ‘İnsanlara hakikat yolunu göstermek ve zulmü de engellemek için gelmiştir.’ demek isteriz.

‘Hayır’, iyi ve yararlı olan anlamındadır. Zıttı ‘şer’dir. Şu halde din, insanlara iyiyi ve hayrı göstermek ve gerçekleştirmek, aynı zamanda şerri yasaklayıp, engel koymaktadır.

‘Hüsn’, güzel ve güzellik demektir. Zıttı ‘çirkin’ ve ‘çirkinlik’tir. Öyleyse din, insana güzel olanı tavsiye edecek, çirkin ve çirkinliklerden uzak durmasını öğütleyecektir.
İslâm’da uyulması ve yapılması istenen emir ve yasaklar, bu üç ana kural doğrultusunda ele alınmalıdır. Onlar doğru yani hak oldukları için emrediliyor, yapılmasında hayır ve yarar vardır. Yapılırken en güzel şekilde yapılmalıdır. İslâm, emir ve yasakları, insanın kendi özgür iradesiyle ve gönülden benimseyerek kabul etmesini ister. Zaten dindeki buyruklar insanın fiiline yapılan birer tekliftir. Bu teklifleri din, kişinin irade ve gönül beraberliğiyle kabul etmesi gereken teklifler olarak görür.

Oğuz ÇETİNOĞLU: ‘Akıl’ ve ‘İslam’ bağlantısından söz eder misiniz?

Prof. Dr. İsmail YAKIT: Kur’ân açısından insan akıllı ve mükellef yani sorumluluk sahibi bir varlıktır. Özgür iradesiyle hayrı ve şerri seçme kudretine maliktir. İnsan bu tercihinde daima hürdür. İnsan hayrı seçerse melek mertebesine çıkar, şerri seçerse şeytan mesabesine iner. Kur’ânî bir terim olan ‘ahsen-i takvim / en güzel kıvam’ akıldır. İnsan aklıyla ‘a’lâ-yı ılliyyin / yüceler yücesi’ne çıkabildiği gibi, ‘esfelü’s-sâfılîn’e / Cehennemin en alt tabakasına’ da inebilir.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Din’in geliş sebebi hakkında neler söylersiniz?

Prof. Dr. İsmail YAKIT: Din, insanı olduğu gibi kabul eder. O, beşerî vasıfları düzeltmek için gelmiştir. Meselâ insan, akıllı varlıktır. İyi de düşünür kötü de düşünür. Kötü düşündün diye din aklını yok et demez. İyi düşünmeyi tavsiye eder. İnsanın gözü vardır. İnsan bununla bakılması gereken şeylere de bakar, bakılmaması gereken şeylere de bakar. Dini tabirlerle harama da bakar, helale da bakar. Harama baktın diye din; ‘gözünü kör et’ demez. Harama bakmamasını öğütler.

Oğuz ÇETİNOĞLU: O zaman Dindeki cezaî yaptırımların anlamı nedir?

Prof. Dr. İsmail YAKIT: İnsanların hepsi bir değildir. Kimi tebeşir gibi suyu içine çeker, özümser; kimi de cam gibidir, su üzerinde kalır, içine nüfuz etmez. İşte tebeşir misali insanlar dini vecibeleri nefislerinde hemen kabul ederler, cam örneğinde olanlara laf kifayet etmez. Onları ıslah için, cezaî müeyyide gerekir.

Din olaya şöyle bakar. İki insan var. Biri, emir ve yasaklara uyuyor. Meselâ, zina, hırsızlık, yetim hakkını yemek, kamu malını zimmetine geçirmek vs. gibi hususlardaki yasaklara aynen uyuyor, itaat ediyor. Diğeri ise, emri hiçe sayıp bunları yapıyor ve yapmaya devam ediyor. Bunları yapmayan bunu nasıl başarıyorsa, diğeri de başarabilir. Onun için cezalar konur. Bu cezalar, cemiyetin ahengini bozmamak içindir. Bir diğer ifadeyle suçluya verilen ceza toplumda suçu önlemek içindir. Allah’ın vereceği ceza da günah kirlerinden ruhu arındırmak içindir.

Oğuz ÇETİNOĞLU: ‘Tevhid ilkesi’ni açıklar mısınız?

Prof. Dr. İsmail YAKIT: Tevhid, ilke olarak vahye dayalı bütün ilâhî dinlerin temelini teşkil eder. Kur’ân’ın bütünlüğünde bunu kavramak mümkündür. Tevhid kelimesi, kelime olarak Kur’ân’da geçmez. Kur’ân’ın kabul ettiği teknik terim ‘Bir’ ve ‘Bir olan’ anlamında. ‘Ahad’ ve ‘Vâhid’ kelimeleridir. Tevhid kavramı, ‘Allah’ın Birliği’ni ifâde etmek için İslâm bilginleri tarafından ortaya konmuş teknik bir tabirdir.
Ünlü Kelamcı Cürcânî, ‘Ta’rifat’ adlı eserinde tevhid’i şöyle tanımlamaktadır: ‘Bir şeyin bir tane olduğuna hükmetmek ve onun bir olduğunu bilmektir.’ Istılahta ise, İlâhî Zât’ı, düşüncelerde tasavvur edilen, evham ve zihinlerde tahayyül edilen her şeyden tecrit etmektir. Üç şeyde olur; ‘Allah’ın rububiyetini / Tanrı’lığını-ilâhlığını bilmek, Bir’liğini ikrar etmek ve O’nu benzerlerinden tamamen nefyetmektir’ . Günümüzde bütün dinler arasında İslâm dini kadar tevhid ilkesine önem veren bir başka din daha yoktur.

Bu gün yeryüzünde hak-batıl, ilâhî ve beşerî kaynaklı pek çok din vardır. Bunların hepsi olmasa da birçoğu, evrensel olduklarını beyan etmektedir. Evrensel olduğunu iddia eden bir din, mensuplarının maddî-manevî bütün problemlerini çözümleyebilmeli, dünya ve ahirete ilişkin sorularına tatmin edici cevaplar verebilmelidir.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Tevhid ve cihanşümul olma özelliği açısından İslam’ı diğer dinlerle ve yaygın bir inanç kültürü olan Budizm ile karşılaştırmanız mümkün mü?

Prof. Dr. İsmail YAKIT: Yahudilik, tevhid esasına oturur ama evrensel değildir. Millî bir dindir. Hıristiyanlık, evrenseldir ama tevhid üzerine oturmaz. Teslis’e inanır. Budizm de evrenseldir ama tevhid inancı yoktur. Nirvana dedikleri bir boşluğa inanırlar.

İslâmiyet hem evrensel hem de tevhid üzerine oturmuş bir dindir. İslâm’ın dışındaki dinlerde ve inanç kültürlerinde bu iki prensibi bir arada bulamayız. Bunun en güzel örneği, Kur’ân vahyinde bir surede toplanmıştır: İhlâs Suresi.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Hocam çok teşekkür ederim. Bir başka röportajımızda konunun devamını konuşuruz inşallah.

Prof. Dr. İsmail YAKIT: biyografisi:

1950 yılında Denizli’nin Tavas İlçesi Kızılcabölük Bucağı’nda dünyaya geldi. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde, liseyi Denizli’de bitirdi. 1970 yılında başladığı Yüksek tahsilini Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde 1974 yılında tamamladı.

Millî Eğitim Bakanlığının burslusu olarak Fransa’ya gönderildi. Paris’te Sorbonne Üniversitesi’nde 1974-1979 yıllarında Doktora yaptı. Doktora tez çalışmaları esnasında, 1976 yılında Sorbonne Üniversitesi’nde Mukayeseli Felsefeler Dalı’nda İhtisas Diploması aldı. 1976-1977 yıllarında Mısır’da Kahire üniversitelerinde araştırmalarda bulundu. Paris Tıp Fakültesi’nin Juvisy Dokümantasyon Merkezinde araştırmalar yaparak 1978 yılında ‘Anthropologie biologique sertifikası’ aldı. 1979’da İslam Felsefesi ve Mukayeseli Felsefeler dalında Sorbonne Üniversitesi’nde hazırladığı evrim teorileri üzerindeki Doktora tezini savunarak yurda döndü. 1980 yılında Erzurum Atatürk Üniversitesi İslamî İlimler (İlahiyat) Fakültesi’ne Dr. Asistan olarak göreve başladı.

1980-1981 yıllarında KKTC’nde yedek subay olarak askerlik yaptı
1982 yılında Yardımcı Doçent oldu. 1984 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Türk-İslam Düşüncesi Tarihi Anabilim Dalı’na naklen tayin oldu. Burada 1986 yılında Doçent oldu. İslam Felsefesi Profesörlüğü’ne yükseltildi ve 1993 yılında Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kurucu Dekanlığı’na tayin edildi. 2003 yılına kadar üç dönem arka arkaya dekanlık yaptı. 1993-1999 yıllarında, Sosyal Bilimler Enstitüsü Kurucu Müdürlüğü görevini de yürüttü. 2010 yılı itibariyle İlahiyat Fakültesi’nde öğretim üyesi ve Felsefe ve Din Bilimleri Bölüm Başkanı olarak görev yapmaktadır.
Çok iyi derecede Fransızca ve Arapça bilen Prof. Dr. İsmail Yakıt’ın birçok yayını bulunmaktadır. Yayınlanmış kitaplarının sayısı 15’den; Mahallî ve Türkiye genelinde yayın yapan televizyonlarda katıldığı sohbet ve tartışma programlarının sayısı 30’dan; Atatürk, Din, Laiklik ve Cumhuriyet konularında asker ve sivillere verdiği konferansların sayısı 50’den, millî ve milletlerarası sempozyum, kongre ve panel gibi katıldığı ilmî toplantıların sayısı 100’den; Yurtiçi ve Yurtdışında ilmî ve kültürel konularda verdiği konferansların sayısı 500’den fazladır. 

 Hâlen Akdeniz Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde Bilim tarihi ve Felsefesi Anabilim Dalı Başkanı olarak görev yapmaktadır.
Çalışmalarının bir kısmı İngilizce, Fransızca, İspanyolca, Arapça, Almanca ve Japoncaya çevrilmiştir.
YAYINLANMIŞ KİTAPLARI:
1-Atatürk ve Din: Ötüken Neşriyat, İstanbul- 2006.

2- Kur’an’ı Anlamak: Ötüken, 2003.

3- Türk-İslâm Kültüründe Ebced Hesabı ve Tarih Düşürme : Ötüken, 2003.

4- Hz. Peygamber’i Anlamak : Ötüken,  2003.

5- l’Attitude du Christianisme et de l’Islam en Face du Darwinisme. (Positions Exégétiques)-Etudes Comparées-Paris-IV : Sorbonne Üniversitesi’nde hazırlanmış ve savunulmuş Doktora Tezi: Paris, 1979. Gerekli ilave ve düzeltmelerden sonra l’Origine et l’Evolution de l’Homme Selon le Darwinisme, la Bible et le Coran adıyla yayındadır.

6- Ihvân-ı Safâ Felsefesinde Bilgi Problemi : İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1992.

7- Batı Düşüncesi ve Mevlâna : Ötüken, 2000.

8- İslam’da Bilim Tarihi : Isparta, 2002.

9- Arşiv Belgeleri Işığında Kızılcabölük : Isparta, 2002.

10- Yunus Emre’de Sembolizm / Çıktım Erik Dalına : T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 2002. 11- Türk-İslam Düşüncesi Üzerine Araştırmalar : Ötüken Neşriyat, 2002.

12- Osmanlı Araştırmaları : Isparta, 2002.

13- İslam’da Bilim Tarihi : Ötüken, 2002,

14- İslam’ı Anlamak : Ötüken, 2005.

15- Yakut’tan Tarihler : Ötüken, 2009,

16- Zaman Değirmeni : Ötüken, 2009,

17- Tıp Felsefesi ve Etiği Üzerine : Ötüken, 2010
BASKIYA HAZIR KİTAPLARI:

1- Atatürk ve Milli Haysiyet,

2- Evrim ve İslam.
TERCÜME ETTİĞİ KİTAPLAR
1- İbn Sînâ Felsefesi ve Ortaçağ Avrupa’sındaki Etkileri: (Prof.Dr.A.-M. Goichon’dan): Ötüken, 2000.

2- İbn el -Arabî ve Fahreddin el-Râzî’nin Düşüncesinde İlâhî “BEN” ile Beşerî “BEN” (Prof.Dr.R.Arnaldez’den): İstanbul, 1985.

Terörle Müzakere ve Muhalefet

Son 3 ayda 50’den fazla örgüt elemanını kaybeden ırkçı ve katil terör örgütü yeni eylemlerle varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. Diyarbakır Lice’de 13 Mehmetçiğin şehit edilmesi herhalde Sn. Cumhurbaşkanı’nın “güzel şeyler olacak” kehanetine girmemektedir.

Son 8-9 senedir yavaş yavaş terörle mücadeledeki kararlılık zedelenmiş, terörle mücadele onun bunun iznine tabi hale gelmiştir.Türkiye’nin terörle mücadelesinin adresi Irak’ın Kuzeyidir. Türkiye ise bunun tersini yapmış, terörle mücadeleye ABD gölgesi düştüğünden Barzani ile olmayacak yakınlıklar kurmuştur. Türkiye ve Irak’ın kuzeyi ortak bir ekonomik bölge olarak düşünülmüş, Bölgenin kalkındırılması için akılsızca teşvikler yapılmıştır. 27 Mayıs  ve 12 Eylül müdahalelerinin intikamını askerden almakla uğraşan gaflet içindeki bazı siyasiler öç alma yarışına girmiş, askeriyle bizzat mücadele ederek başkalarına askerlik yapmışlardır.Terör örgütünün elinde silah var diye terör örgütünü hedef alanlar, bu örgütün siyasi kolu ile gizli-kapaklı pazarlığa girmişler, ekranlarda burnunu karıştıran, göbeğini kaşıyan bir caniyi demokratikleşme hayali içinde muhatap almışlardır. Malum partiye neredeyse rica ile yemin ettirilmeye çalışılmaktadır.

Hakkari’nin Yüksekova’sı adeta kurtarılmış bölge haline gelmiştir.Polis memuru Metin Batak, Uzman Çavuş Yasin Ak, Uzman Çavuşlar Yalçın Bozok ve Durdu Çapar, Polis Memuru Engin Açıkgöz, kardeşleri Sabri ve Sadi Açıkgöz, İmam Aziz Tan, Uzman Çavuşlar Yahya Karakaya ve Murat Kozanoğlu aynı yerde şehit edildiler. Üstelik Kıbrıs’ta şehit düşen Pilot Yzb. Cengiz Topel’in ismini taşıyan caddede… Katiller ellerini kollarını sallayarak ortada geziyorlar. Bazen kravat takıyorlar bazen de poşi… Sorumlu siyasiler ise; katilleri daha da cüretlendirecek “açılım” projeleriyle uğraşıyorlar. Terörle mücadele edenlerle mücadele edilen bir dönem yaşıyoruz. Seçmen,  %49,9 reyin şimdi sonuçlarını almaya başlıyor.

Bütün olup bitenler karşısında bir çok STK sessizliğini koruyor. Aslında ülkemizde bu kapsamda yer alan bir çok dernek ve vakıf, ya yerli ya da yabancı resmi kanalların, vakıf ve kamu kuruluşlarının güdümünde faaliyet gösteriyor. Dıştan kumandalı kuruluşların başında Soros’a bağlı bazı dernekler var.

Yerli ve Milli çizgideki derneklerin bir bölümü sivil hareketin anlamını ve önemini kavramış değil. Bazı derneklerimiz her gelen iktidara yaranmayı hüner zannediyorlar ve kısmetlerini arıyorlar. Milli çizgideki kuruluşlarla irtibat kurmaktan çekiniyorlar ve göstermelik bir dergi önsözüyle işten sıyrılmaya bakıyorlar. Gerek halk oylamasında, gerek Türkiye’yi Türkiye olmaktan çıkaracak Anayasa değişikliklerinde Türk Ocağımızın Türklerinden ses duyamadık. Tarihi şan ve şerefle dolu bu kuruluşumuzun tavrı bizim gibi Türk Ocaklı olan herkesi üzmektedir.

Basından öğrendiğimize göre İstanbul’da yayınlanan tek Rumca gazete Yunanistan’daki ekonomik kriz dolayısıyla yayınına ara vermek durumundayken imdada Bilgi Üniversitesi yetişmiştir. Bir dönem dıştan kumandalı Ermeni konferansı Boğaziçi Üniversitesinde yapılmak istenmiş, konuşmacısından dinleyicisine kadar tek taraflı düzenlenen bu toplantıya birçok STK ve haysiyetli milliyetçi aydın tepki göstermişti. Mahkeme kararıyla toplantı iptal edilince boşluğu Bilgi Üniversitesi doldurmuş, toplantı orada yapılmıştı. Toplantıyı iptal eden hakim ise Elazığ’a sürülmüştü. Bunlar yarın Taksim meydanında krizdeki Yunanistan için yardım toplarlarsa şaşmayalım.

TBMM’de yemin krizi gerçekten bir demokrasi sınavı idi. CHP’nin yemin edip etmemesi sadece bu partinin iç meselesi gibi gözükse de, konu daha geniş boyutluydu. Yeminin yapılıp yapılmaması halleri artı ve eksileriyle tartışılabilir. Malum partinin demokrasiyle bağdaşmayan ırkçı talepleri ve devlet karşıtı tavırları dolayısıyla yalnız bırakılması uygundu.

Ancak, şu iyi anlaşılmalıdır ki; hiçbir ciddi demokraside rejimi ve demokrasiyi sürdürmenin, ona bağlı olmanın bütün sorumluluğu muhalefetin değildir. Fedakarlık ve uzlaşı eğilimi herkesçe paylaşılmalıdır. Bu sorumluluk ve görev iktidarı da bağlar. Muhalefetin uzun süredir dikkatimizi çeken bu tek taraflı fedakarlık ve rejimin önünü açma eğilimi tekrar düşünülmelidir.

Bugün Türkiye’de bütün kurum ve kurallarıyla gerçekten işleyen bir demokrasiden bahsedilebilir mi? Karşınızda demokrasi terbiyesi almış, onu içine sindirmiş, çoğunlukçu değil ama çoğulcu bir demokrasiden yana, siyasi nezaket nedir bilen bir siyasi kadro var mıdır? Bilhassa 12 Haziran Genel Seçimleri sonrası yeni durum değerlendirmelerine ihtiyaç vardır.

Arada Bir, Kafayı Kaldırıp Bakmak Lazım

 

Aynen birey olarak kendimizde olduğu gibi, insanlardan oluşan devletlerde de dış hedefler konulması başarılar getirir.
Eğer kendi iç dünyanıza, yani kabuğunuza çekilmiş ve sadece kendinizle uğraşıyorsanız gerçek hayatta üst üste büyük hezimetler almanız kaçınılmazdır.

Dışarıdaki olayları ve fırsatları kaçırırsınız.

Aynen Arif Nihat Asya’nın dediği gibi

“Bu kitaplar Fatih’tir, Selimdir, Süleyman’dır.
Şu mihrap Sinanüddin, şu minare Sinan’dır.
Haydi, artık uyuyan destanını uyandır!
Bilmem, neden gündelik işlerle telaştasın.
Kızım, sen de Fatihler doğuracak yaştasın!”

Bu nedenle iç dünyamızla dost, serin, dingin ve ilkeli bir duruşumuz olduktan sonra, çevremize başta olmak üzere dost ve kardeşlerimize de sahip çıkmamız; ömürlük hedefler koyarak, onları gerçekleştirmek için çaba göstermemiz gerekir.

Ülkeler için de aynı şartlar geçerlidir.

Hatırlarsınız; Sovyetler Birliği’nin yıkılması süreciyle birlikte elimizden kaçan fırsatları alt alta yazsak; sanırım rahmetli Zeki Müren’in o meşhur şarkısına rahmet okutacak, devasa bir ‘Kahır Mektubu’ olurdu.

Tabii ki bütün bunlar, biraz da nasip işi…

Ama Rab’im insanlara akıl da vermiş yani, değil mi?…

“Yüzüne çarpmak gerek zamanenin fendini…
Göster: Kabaran sular nasıl yıkar bendini?
Küçük görme, hor görme, delikanlım kendini.
Şu kırık abideyi yükseltecek taştasın;
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!”

Diyerek sadece kızlarımızı değil, delikanlılarımızı da unutmadığımızı belirtiyor ve iki güzel haberi sizlerle paylaşmak istiyorum:

23 Ekim 2011 tarihinde gerçekleştirilecek olan Bulgaristan Yerel Yönetim ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri için Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği’nden (Bultürk) Türk Cumhurbaşkanı adayı çıkarılacağı duyuruldu.

 İsmi henüz sır gibi saklanan Türk aday için Bultürk (Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği) Başkanı Rafet Ulutürk, Tek Rumeli Televizyonu’na verdiği röportajda, Türk adayın; Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu olduğunu ve ne Türkiye’de, ne de Bulgaristan’da siyaset sahnesinde şu ana kadar yer almadığını belirtti.

Ayrıca Ulutürk, Bulgaristan’da ilk defa Cumhurbaşkanlığı seçimleri için bir Türk’ün aday olacağını söyledi.

Rafet Ulutürk: “Bulgaristan tarihinde ilk defa bir Türk Cumhurbaşkanı adayı çıkması önemli. Olayın; seçimin kazanılıp kazanılmamasından daha çok, ileriki nesillere cesaret vermesi ve önünü açması açısından önemi çok mühim” şeklinde konuştu.

 * * *

ABD’de, Amerikan yerlisi (Kızılderili) ve Türk girişimci işbirliğinde tarihi bir tasarı gündeme geldi.
Amerikan yerli kabilelerine federal hükümetin (Washington yönetiminin) onayına gerek kalmadan sadece Türk şirketleriyle ticaret yapma imkânı sunan tasarı, Temsilciler Meclisi’ne sunuldu.
Yerli Amerikan Dostluk Grubu’nun Eşbaşkanı ve Türkiye Dostluk Grubu’nun da üyesi olan Tom Cole tarafından sunulan tasarı “Amerikan Yerlileri Ticaret ve Yatırım Yasa Tasarısı 2011” adını taşıyor.
Cole aynı zamanda Kongre’deki Kızılderili tek milletvekili olması sebebiyle Amerika Birleşik Devletleri ile Kızılderililer arasındaki sorunların giderilmesi amaçlı olumlu teklifleri gündeme getiriyor.

Bu nedenle tasarının kabul edilme olasılığı yüksek bulunuyor.
Tasarı Amerikan yerlilerinin ekonomik gelişmesine katkıda bulunurken, Türkiye’ye de eşsiz bir pozisyon sağlıyor.
Yasadan sonra Türkiye, Washington hükümetinin iznine gerek kalmadan Kızılderililerin ortaklık kurabileceği tek ülke konumuna geçecek.

Böylece Türk firmaları Amerikan pazarına da çok daha kolay girme imkânı elde edecekler.
Yasa Türk şirketlerine özel sektörün ekonomik büyümesini teşvik etme ve istihdam yaratmada da çok iyi bir fırsat sunuyor.
Düzenlemeyle, tasarı kapsamındaki faaliyetlerin finansmanı, federal hükümetin mali kaynaklarından (Washington’dan) harcama gerektirmeden, özel sektör tarafından karşılanacak.
Tasarı alt komiteden geçmesi halinde komitede oylanacak, burada kabul edilmesinin ardından da Temsilciler Meclisi Genel Kuruluna getirilecek.

Ardından da Türkiye ile Kızılderililer arasında Osmanlı Devleti döneminden sonra, ilk kez doğrudan ilişki kurulmuş olacak…

Aydın İhaneti

0

Türkiye’mizde sık sık yazılan ve gündeme gelen bir husus var. Bir kısım aydınlarımız  -ne hikmetse-  millete ters düşmeyi adeta alışkanlık haline getirmişlerdir.

Bu çelişki bilhassa inanç ve milli mes’elelerde kendini göstermekte, maalesef bazı aydınlarımız, Batı’ya şirin gözükmeyi, milletine bağlı ve sadık kalmaya tercih etmektedirler.

Zaten Batı’da kaale alınmanın bilinen tek şartı, bu millet, bu vatan ve bu devlet aleyhinde bulunmakla adeta doğru orantılıdır. Şayet havas / aydınımız, bilhassa sinema, tiyatro, edebiyat ve tarih kısaca milli kültür sahasında öne çıkmak, popüler olmak ve Batı’da meşhur olmak istiyorsa, bu mağdur aziz milletin geçmişine dil uzatması, ecdadını kötülemesi yeter de artar bile.

Son zamanlarda, uzak-yakın komşularımız dahil, hemen hemen bütün Avrupa devletleri ve ABD, Türkiye’de olan bitenden cesaret alıp, ümitlenerek, Türk Devleti’ni köşeye sıkıştırmaya çalışmakta. İçimizdeki beyinsizlerin de yardımlarıyla Sevr’i hortlatmak istemektedirler.

Bu asır-dide emel ve gayelerine erişmekte, onlara en büyük ümidi, yazık ki, tarih şuurundan mahrum, bazı devlet adamlarımız ve bir kısım siyasetçilerimiz vermektedir. Ayrıca hiç de küçümsenmeyecek sayıda olan, yazarı çizeriyle basın mensubumuz yani aydınımız, köşe yazarlarımız, öyle şeyler yazıyorlar ki, muhtevası / içeriği karşısında şaşmamak, şaşırmamak ve hayret etmemek imkansız.

Yazdıkları nefsü’l-emirde / zatında yani mücerret / soyut olarak düşünüldüğünde doğru  olsa bile, muktezayı hale / zaman ve mekanın gereğine hiç de uygun ve muvafık olmayan, aksine vatanı, milleti ve devleti kaosa, karışıklığa ve meçhul uçurumlara yuvarlayacak dehşetli fikir ve düşüncelerdir. İnsanın gayri ihtiyari “Sehvin (yanlışlığın) bu mertebesi cehl (bilmeden) olmaz.” Diyesi geliyor.

Anlaşılacağı üzere, tenkide tabi tuttuğumuz yukarıdaki zevat / zatlar,  -klasik tabirle-  münevver / aydın dediğimiz elit tabakadan başkası değildir. Bunların söz ve davranışları devletimizi kritik durumlara sokmakta, düşmanlarımıza, aleyhimizde kullanacakları kozlar vermekte.”Bir deli kuyuya taş atar, kırk akıllı çıkaramaz!” misali milletimizin ufuklarını karartma yarışına girmektedirler.

Batı milyonlarca dolar harcasa, kendiliğinden “Kraldan çok kralcı” kesilen vatan, millet ve devleti aleyhinde kalem oynatan, böyle gafilleri bulamazdı.

Halbuki Batı’da hain  -umumiyetle-  avam / halk arasından çıkmakta, havas / münevver / aydın kesim ise devletine dört elle sarılmakta ve ona toz kondurmamaktadır. Hiçbir Batı basınında kendi devleti aleyhinde, bir tek satıra rastlayamazsınız. Zaten buna fırsat bile vermezler. Dünyayı onun başına yıkarlar.

Bizde ise hain  -genellikle-  aydın tabakadan çıkmakta, halk ise tam aksine vatan, millet ve devletine tam manasiyle merbut / bağlı ve sadık kalmaktadır. Nitekim milletimizin, her fırsatta sarf ettiği: “Allah, devlete millete zeval / yokluk vermesin!” içten dua ve temennisi hepimizce malumdur.

Her şeye rağmen, bu tip aydın zümresinin gittikçe sayıları azalmakta. Bir bir aramızdan ayrılarak, her hususta hesap vermek üzere, İlahi Adalet huzuruna celp olunmaktadırlar.

Nev-zuhurların ise, eskileri kadar bir kıymeti harbiyeleri yoktur.