15.8 C
Kocaeli
Cuma, Ekim 3, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1112

Necdet SEVİNÇ’İN ardından

Necdet Sevinç’te her fani gibi bu dünyadaki çilesini bitirip, Yaradan’ına kavuştu. Her insan doğar, yer, içer, eğlenir, oynar, tozar sonuçta büyür ve ölürler. Bu yaradılışın bütün insanlara bahşettiği bir durumdur. Ancak bunlardan bazıları vardır ki, biz onlara büyük insan demeyiz. Biz onlara özellikle büyük adam deriz.

Büyük adam olmak her insana nasip olmaz. Tıpkı şairin dediği gibi;                              
“Set hazar terbiye etsen bed esil olmaz edip,
İnsaniyet dad-ı Haktır, her kese olmaz nasip”

Bu bir Allah vergisidir. Nasibi olan yararlanır.

Lise çağlarından beri kendisini haklı bir davanın içine atmış ve ömrünü ülküsü olan Türk vatanına ve Türk Milletine adamış, bu uğurda taviz vermemiş, hiçbir kuldan menfaat beklememiş büyük bir adam Necdet Bey.

Hangi çağda olunursa olunsun böyle adam gibi adamlara millet daima ihtiyaç duyar. Necdet Sevinç yalın bir dava adamı olmanın dışında fikren birçok Ülkücünün gençlik çağında gelişmesine sebep olmuştur ve onların gönlünde yer almıştır.

1969 yılının yine böyle bir Temmuz ayında ağabeyim ve hemşerim Sayın Abdulkadir BİLLURCU tarafından Bizim Anadolu Gazetesinde musahhih olarak başladığım ilk günde Necdet Bey ile tanıştım.

Her davet edilen yere icabet etme alışkanlığı olan ender insanlardan biri olan Necdet Sevinç Hukukçular Birliği Derneğinin Darulziyafe’de tertiplediği 27.09.2008 tarihli etkinliğe hastalığına rağmen iştirak etmişti. Burada da her zamanki gibi memleket mesellerini konuşmuştuk.

Haklı bir davaya gönül vermiş ve bir ömrü bu dava yolunda tüketen ender insanlardan biri olan Necdet Sevinç’e Allah’tan rahmet, kederli ailesi ve Türk Milletine başsağlığı dilerim.

Mustafa Özkurt, Necdet Sevinç'le birlikte

Mustafa Özkurt, Necdet Sevinç’le birlikte

Türk Kızlarını Omza Alın

Türklerin vatanı olan Türkiye’de,Türk Milleti için çok ama çok kirli dolaplar dönüyor.
Türk Milletine karşı oluşturulan dış destekli bu tezgahın siyaset, medya, bürokrasi , yargı ve sermaye ayakları var.

Dikkatli gözlerin bunu görmemesine ve canının acımamasına imkan ve ihtimal yok…
Amaçları, psikolojinin bilinen tüm yöntemleri ile Türk milletine pes ettirmek. Ama tarih boyunca ders almadıklarıda bilinen bir gerçek.

Kime hizmet ettiği bir türlü şahsım tarafından anlaşılamamış olan Hürriyet Gazetesi’nin 18 Temmuz 2011 günlü nüshasının baş sayfasında bir haber “Türk Kızlarını omza alın” başlığı ile yayınlandı. Ne demek Türk Kızlarını omza alın? Başka omuza alınacak kız mı yok?

İşinize geldiği zaman, mozaik ve Türkiye’lilik masalı veya çok etnikli, dilli, kültürlü memleket edebiyatı ama kızları omza almaya gelince akla gelen “Türk” meselesi…Belki orada bulunanlar;

Kürt, Çerkez, Gürcü, Arap, Arnavut, Boşnak, Ermeni, Rum, Süryani vs. kızıdır. Niye iş omza alınmaya gelince herkes “Türk kızı” oluyor…

Bu bana gazeteciliğin yaşayan efsanelerinden biri olan Muhittin Nalbantoğlu ile BengüTürk Tv’de yaptığım programda; Nalbantoğlu’nun söylediklerini hatırlattı.

Nalbantoğlu;1918’de İstanbul’u işgal eden Fransız askerlerine öncelikle iki sözcük öğretildiğini anlattı. Bu iki sözcük: “Ayşe istiyorum, Fatma istiyorum, Zeynep istiyorum…” muş.Türk Milleti bunları bilmiyor…

Siz o Türk Kızlarını onursuz ve namussuz zannetmeyin. Böyle yaparak, onların ancak Türk olmaktan dolayı olan gururlarını kırıyorsunuz.

Yine kürt şarkıcı Aynur Doğan’ın, İstanbul Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda, üst üste kürtçe şarkılar söylemeye başlaması ile artan protestolar üzerine sahneyi terk ederken, zafer işareti yapmasına neredeyse methiyeler düzüldü ve Türk Milleti medya eliyle yine mahkum edildi. Buraya kadar herşey anlaşıldık, bilindik şeyler.

Ancak 17 Temmuz 2011 Pazar günü Radikal Gazetesi’nin başsayfası, kürt şarkıcı Aynur Doğan’ın resimli sürmanşeti ile çıkıyor ve Doğan’ın ağzından “… Azınlığın bize yıllardır çoğunluk gibi gösterilmesi sorun” deniliveriliyordu.

Büyük Türk Milletinin, Türkiye’de küçük azınlık olduğu nasıl da satır aralarında bir zehir gibi zikrediliyor değil mi? Hemde hissettirmeden, acıtmadan ve acındırarak.

Başka bir örnek ise Habertürk televizyonundan. Programa “Grup Yorum” çıkartılmış. Onların müziği üzerine konuşulacak.

Ancak Grup Yorum’un, faaliyetlerini, felsefesini ve yaptıklarını bu ülkede bilmeyen yok

Türkiye’de yürürlükte olan yasalar kapsamında kovuşturmaya uğramışlar, yasaklanmışlar ve tutuklanmışlar.

Buna karşılık kadın sunucu; sizinle gurur duyuyoruz, sizi görmek harika, müthişsiniz mealinde sözler sarf ediyor ve Türkiye’de anayasal düzene karşı çıkmayı kendine iş haline getirmiş olanları övüyor.

Acaba bu programı seyreden genç ve temiz dimağlı Türk genci, Türk insanı nasıl bir tuzağa düşer? Müziğin büyüleyici ve evrensel özelliğiyle beyninin kılcal damarlarına zerk edilen tatlı zehirin farkına nasıl varabilir? Bunu yapanların amacı ne?

Başka bir örnek de Fatih Çekirge ile Hıncal Uluç’dan. Tünel’de soğuk birayı yudumlayarak ya da Ortaköy’ün neşeli havasından, Türkiye’ye bakan bu arkadaşlar; birbirlerine topu atarak, şehitlerin varlığına rağmen “karartmayalım bu hayatı” diyorlar. Neymiş efendim “teröristlerin de asıl istediği bu değil mi?” bahanesi ile bunu söylüyorlar

Doğru neşe içinde geçen bu hayatları karartmamak lazım!

Peki yaşamlarının baharında hayatı kararan gençlerimiz için ne demeli? Fatih Çekirge ve Hıncal Uluç Türkiye’de ne olursa olsun, Türk Milletinin başına ne gelirse gelsin, hayatlarını karartmayacak cinsten.

Çoğunluğa da bunu telkin ediyorlar. Öyle ya; ölen öldü veya bundan sonrada ölmeye devam edecek ama biz kalan sağlarla devam edelim anlayışı.

Dikkat çekici olan nokta,nedense ölenlerin ve hayata kaldığı yerden devam edenlerin aynı zümreden olması.

İş göründüğü gibi ise bunların nihai hedefi, bölücüler ile dış destekli iç ihanet şebekeleri karşısında Türk milletini pes ettirmektir.

Görmüyormusunuz; Türk Milletinin bağrından çıkan Türk ordusuna, Silvan’daki olaydan sonra saldıran Bugün,Yeni Şafak ve Zaman gazetelerini?

Türkiye’de medya eliyle yürütülen bu kirli oyunun arkasında bir çok zaman olduğu gibi yine mikro milliyetçilik vardır. Kimse topu kürtlere ve kürtçülük yapanlar ile PKK’ya atarak sıyırmasın.

Şimdilerde bir çok mikro milliyetçi gizlendikleri siperden; kürtçülüğü ve PKK’yı bahane ederek Türk Milleti ile hesaplaşıyor. Medyadaki azan tezgahı bununla ilişkilendiriyorum.

Onun için kimse zannetmesin ki;Türkiye’de sadece ümmetçiler iktidardadır. Keşke Hazreti Peygamberin ümmeti iktidar olsa.Çünkü bu kirli tablo Peygamber’in ümmetinin iktidarında asla olmaz.

Bu gün Türkiye’nin egemen güçleri;ümmetçiliği ve pkk terörünü kendine kılıf yapmış olan Türk düşmanı mikro milliyetçilerin elindedir.Bunun içinde elbette diğerleri gibi açık veya gizli etnik milliyetçilik yapan kürtler vardır.

Oysa ki; bugün kendisi ile uğraşılan Türkler yüzyıllardır bunların hepsinin canını,malını ve namusunu korumuştur.

Onun için “Türk kızları omza alın” gibi Türk kadınına hakaret içeren başlıklar Türk Milletini aşağılama maksadı ile atılmaktadır.

Ancak birilerine omza alın komutu verdiğiniz Türk kızlarının; manevi olarak Hz. Ayşe, Hz. Fatma, Hz. Hatice’nin çocukları, nesep olarak da Şerife Bacının, Kara Fatma’nın, Nene Hatun’ların torunları olduğunu hatırlatmak isterim. Dikkat edin onların cevabı, size çok acı olur.

Yeni Hükümete Tavsiyelerimiz

AK PARTİ; Yöneticilerinin de beklemediği Genel Başkanları Sayın RECEP TAYYİP ERDOĞAN’IN kişiliği ve liderlik vasfı ile yakaladığı rüzgâr yıllarca milletimize kan kusturan yolsuzluk, yoksulluk, çete, mafya, hortumlama olayları işsizlik, açlık, vurgunculuk ve umursamazlık sebebi ile tek başına % 50 oy alarak üçüncü defa iktidar olabilmiştir.

Bu güne kadar Türk Siyasi hayatında üç dönem üst üste iktidar olup da her seçim döneminde oylarını artıran bir başka parti yoktur.

Bunun en önemli sebebi Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın halkın içinden gelmesi ve halkla bütünleşmesidir. Başbakan konuşurken dinleyenler ” işte bizden birisi” diye kendisine inanıyor ve seviyor.

Öncelikle Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı bu başarısından dolayı kutluyorum AK PARTİNİN önünde çok ciddi meseleler vardır.

Bu yazımızda Anayasa ve hukuk sorunlarına değinmeden Türk Milletinin beklentilerini Ak Parti yöneticilerine sunmak istiyorum.

1-Temel anlayış ve ana konularda mutabakat Türkiye’nin demokratik siyasi hayata geçtiği 1946 yılından beri milletimizin çok büyük çoğunluğunun rağbet ettiği ve devamlı olarak reyleriyle desteklediği ve iktidara getirdiği temel siyaset anlayışı şu şekilde olmalıdır.

Milliyetçi, muhafazakâr, demokrat, dürüst ve atılımcı bir siyaset bu temel anlayıştaki beş kavramın belirgin özelliklerini Ak Parti yöneticileri çok dikkatle inceleyip çalışma alanlarını bu yönde göstermelidirler.

Aksi takdirde yakaladıkları bu rüzgâr durursa kendileri çok şey kaybeder. Türk Milleti nasıl getirdiyse öyle de götürmesini bilir gönül böyle olmasını istemez.

Bu beş kavramı ayrı ayrı incelemek zorundayız. Milliyetçi; siyaseti şahsi çıkar ve istikbal için değil ve fakat mensup olduğumuz şerefli Türk milletine hizmet için yapmak Devleti milliyetçi anlayışla yönetmek.

Muhafazakâr: milletimizin kimliğini belirleyen ve toplumda fazilet ve saygınlığı canlı tutan milli ve manevi değerleri koruyup geliştirmek

Demokrat: Hür düşünceleri benimseyen ve savunan bir zihniyet. Ancak devletin bölünmez bütünlüğünü Anayasamızda teminat altına alınan kutsal değerleri hangi düşünce ve maksatta olursa olsun tavizsiz korunmak.

Dürüstlük: Siyaseti şahıs ve gurup çıkarları için bir yol olarak gören anlayışı red ve onunla mücadele ederek her yer ve her halde temiz davranış ve helal kazanç inancını mutlak hakim kılmak.

Atılımcı: Ülkemizi her alanda çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkarmak için girişimci ruhu canlı tutmak ve gelişmeci hamleleri devam ettirmektir.

Siyasi çalışmalarda gereken bu “TEMEL ANLAYIŞI” belirtildikten sonra başlatılması gerekli olan yeni girişimin bazı ana konularda da mutabakatı sağlamak zaruridir.

Aksi halde tutarlı mütecanis, uyumlu ve insanlarımıza güven veren bir hareketten bahsedilmesi mümkün değildir. Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu durum muvacehesinde bu ana konular şu şekilde sıralanmalıdır.

Ana mutabakat konuları;

İç ve dış güvenlik; bölücülük ve bu suçu teşvik hiçbir zaman hürriyetler sahasında yer alan bir konu değildir. Türk Milletinin bütünlüğü değişmez bir esastır.

Etnik ve inanç farklılıkları bu bütünlüğü zaafa uğratacak nitelikte kullanılamaz. Toprak ve millet bütünlüğümüzü güçlendirecek müessir tedbirler süratle alınmalıdır.

Bölücülük ve terörün iç ve dış kaynaklarını kurutmak için kesin ve kararlı mücadele yürütülmelidir. Ülke savunması güçlü tutulmalıdır. Avrupa Birliğine girmenin şartı egemenliğimiz ve Kıbrıs dahil olmak üzere toprak bütünlüğümüzden taviz verilmesi olmamalıdır.

Avrupalı bilmelidir ki Avrupa Birliği olmazsa Türkler mutlaka Türk Birliğini kurmakta kararlıdır. Görüşünü artık telaffuz etmeye başlamalıyız.

Ayrı ayrı inceleme konusu yapacağımız Adalet, işsizlik, yolsuzluk, yoksulluk, hortumlama, vurgunculuk, rüşvet gibi toplumu derinden yaralayan özgüveni kaybettiren bu konulara da acilen neşter vurulması ve hiçbir güçten korkmadan üzerine gidilmesi halinde Ak Partinin yakaladığı rüzgârı daha bir artıracaktır.

Aksi halde bu rüzgâr bir durulursa netice hüsran olur. Temennimiz ve dualarımız rüzgârın devam etmesinden yanadır.

Dolunay Işığı

Geceleri dolunay çıktığında
Aydınlığın karanlığın içindeki yüzü aydınlanır
Yuvarlaklaşan ayın ışığı, gecenin serinliğinde
Ferahlatan rüzgarların yüzüne vurduğu sevinci
 
Yazın sıcaklığında, ara ara gelen serinliği
Günlerin uzunluğunda, Sema’ya açılan elleri
Yaradan’a yönelen duaları, umutları
şükür eden yürekler içindeki huzuruyla
 
Alnı secdeye varan gönlüyle
Rabbim Sen büyüksün diyen diliyle
İsyan etmeyen kalbiyle
Huzura yönelerek dolunay ışığı kadar parlar, yüreğindeki ışığın gölgesinde

Oruç ve Sosyal Hayat

Oruç, insanın içtimai / sosyal hayatına bakar. Bu hususta çok hikmet, fayda ve gayeler gözetir. Çünkü, insanlar; maişet ve geçimini temin hususunda muhtelif ve çeşitli suretlerde yaratılmışlardır. Aynı işte, aynı branşta çalışanlar bile aynı başarıyı elde edemez, aynı sonucu alamazlar.

Zira her insanın aklı, zekası ve kabiliyeti başka başkadır. Tıpkı, aynı tohumun; ekildiği toprağa göre neşvü nema bulması, gelişip büyümesi gibi. Çünkü, aynı imkanları, insanların değerlendirmesi birbirinden farklıdır.

Keza, aynı sermaye, aynı para miktarı ile aynı işe yönelen, aynı yatırımı yapan kişilerin alacağı sonuçlar da birbirinden farklıdır. Çünkü, başarıda sermayeden ayrı olarak, kabiliyet ve istidatlar büyük rol oynar. İş icabı yapılacak görüşme, münasebet ve ilişkilerde gösterilecek tavır ve davranışların da başarıda büyük dahli ve rolü vardır. Hatta, giyiniş tarzı ve hitap biçiminin de, muhatabı teshir ve etkilemede payı büyüktür.

Bir de işin nasip tarafı vardır. Kaderin aklımız ermeyen taraflarında insana biçilen ilahi takdir de, başarıda söz sahibidir. Yüce Allah, kuluna; ebedi hayatına halel getirmeyecek bir yol çizer.

Kiminin kazancı yerinde olur. Kiminin de, ne kadar çırpınsa yerinde sayar. Belli bir sınırda kalır. Onun için insandan çalışmaya değil, neticeye kanaat etmesi istenir. İnsan, elbette daha fazla kazanmak için yanıp tutuşacak. Fakat buna rağmen kazandığı ile yetinecek. Yani kazandığına kanaat edecek. Bunca çalışmasına rağmen istediği sonucu alamamaktan ötürü Allah’a karşı isyan bayrağını açmayacak. Çünkü, ne kadarlık kazancın ebedi hayatı teminde kendisi için hayırlı olacağını kul kestiremez.

Demek ki, kul’a düşen çalışmak hep çalışmaktır. Lakin sonuca kanaat edip itiraza sebep ve bahane aramayacak. Nitekim, hayatta çok rastlamışızdır. Öyle kimseler vardır ki, aklı zekası yerinde, üstelik çalışkan fakat ne kadar çalışıp çabalasa belli bir noktadan ileri gidemiyor!

Öyle kimseler de vardır ki, öyle ahım şahım akıl fikir sahibi değildirler. Fakat tuttukları altın olur. Kazandıkça kazanırlar. Çünkü, Yüce Allah onlara -tabiri caizse- “Yürü ya kulum!”demiştir.

İşte burada, Kader’in bir taalluku / işe karışması vardır. Bizler hakkımızda neyin hayırlı olup olmadığını bilemeyiz. Öyleyse, elbette her hususta maddi – manevi yükselmek, kazanmak, çok daha ileri gitmek için elimizden geleni yapacak; yani çalışmaya kanaat etmeyeceğiz. Az da kazansak çok da kazansak hep çalışır olacağız. Fakat neticeye kanaat etmek, sonuçla yetinmek şartiyle. Aksi takdirde manevi hayatımız kararır. Aynı zamanda Mutlak Kadir Yüce Allah’ı da gücendirmiş oluruz.

İşte bu ve bunun gibi sebeplerden ötürü, Cenabı Hakk, kazançlardaki ihtilaf ve çeşitlilikten dolayı, zenginleri fakirlerin yardımına davet ediyor. Çünkü, çevremizde çeşitli bela ve musibetler sonucu, fakir düşmüş her şeyini kaybetmiş kimseler vardır. Dikkat edersek, bir dilim ekmeğe muhtaç, sıcak bir köşeye hasret nicelerini görebiliriz.   Şair ne güzel söylemiş:

“Baran yerine dürr ü güher yağsa semadan

Bibaht olanın bağına katresi düşmez.”

Yani “Gökten yağmur yerine inci ve cevher bile yağsa, nasipsiz olanın bağına bir damlası düşmez!”

Halbuki zenginler, fakir ve fukaranın acınacak hallerini ve açlıklarını, ancak oruçtaki açlıkta tam olarak hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa, nefislerine düşkün çok zenginler vardır ki, açlık ve fakirlik ne kadar acınacak bir durumdur bilemezler! Onların şefkat ve merhamete ne kadar çok muhtaç olduklarını idrak edip anlayamazlar.

Bu bakımdan, insanın hemcinsine karşı duyduğu şefkat; asıl şükrün ve bir çeşit teşekkürün bir esasıdır. Hangi fert olursa olsun, kendinden bir derece daha fakir birini bulabilir. Çünkü o gibilere karşı, şefkatli olmak ve merhametle dolmakla mükellef ve yükümlüdür.

Eğer Allah’ın emriyle oruç tutarak nefsine açlık çektirmek mecburiyetinde kalmazsa, şefkat ve merhametli yaratılmış olması hasebiyle, muavenet ve yardımla mükellef ve yükümlü olduğu insanlara gereken ihsan ve iyiliği yapamaz. Yapsa da, tam olamaz. Çünkü, o açlık ve yokluk halini, kendi nefsinde hissetmiyor.

Rahmet Ayı Ramazana Hazırlık

Allah katında çok büyük bir değeri olan Ramazan ayı ve orucu aynı zamanda İslâm’ın beş temel esaslarından birisidir.(1) Bu hususta Yüce Mevlâmız şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı. Böylece umulur ki (haram ve günahlardan) korunursunuz.” (2)

Allah Resulü (s.a.v.) de Ramazan ayının üstünlüğü ile ilgili olarak şöyle buyurmuşlardır: “Ramazan ayı gelince cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları kapanır ve şeytanlar zincirlere vurulur.” (3) “Allah Ramazan orucunu farz kıldı. Ben de gece ibadetini (teravih namazını) sünnet kıldım. Kim, faziletine inanarak ve alacağı mükâfâtı Allah’tan umarak orucunu tutup, gece ibadetini yaparsa, anasından doğduğu gün gibi günahlarından kurtulur.” (4)

Ramazan öyle mübarek bir aydır ki Allah’ın en büyük mucizesi olan Kur’an-ı Kerim işte bu ayda Resulullah’a indirilmeye başlamıştır. O, öyle bir Kitaptır ki kendisine uyanları en sağlam ve en doğru yola götürür. (5) Bu Kur’ân insanları hidâyet ve hakka ulaştırır, helal ile haramı ve dinî hükümlerde hakkı batıldan ayırır. (6)

Ramazan ayında Peygamberimize vahiy meleği olan Cebrâîl (a.s.) gelince O, insanların en cömerdi olurdu. Bu ayda Kur’ân-ı Kerîm’i karşılıklı olarak mukabele ederlerdi. (7) Bu sünnet geleneği özellikle Ramazan ayında memleketimizde ve bütün İslâm aleminde halen devam ettirilmektedir. Çünkü Kur’ân ahiret gününde ya lehimizde ve ya aleyhimizde Allah katında şahitlik yapacaktır. (8)

Ahiret gününde müminler yapmış oldukları her amelin sevap veya günahlarını karşılarında göreceklerdir. Özel olarak Kuran ve Orucun şefaat etmesiyle ilgili Resûl-i Ekrem (s.a.v.):

“Kur’an ve oruç kıyamet gününde kula şefaat ederler. Oruç, Rabbim! Onu yemeden ve şehevî arzulardan alıkoydum. Onun için bana şefaat hakkı tanı, der. Kur’an da: Onu gece uykusuz bıraktım, (geceleri senin rızan için) uykusu nu terk ederek beni okudu. Bu sebeple ona şefaat etmeme izin ver, der. Peygamberimiz (a.s.): “Bu ikisi şefaat ederler.” buyurdular. (9)  

Ramazan orucu, Müslüman, akıllı, erginlik çağına gelmiş, oruç tutmaya gücü yeten ve mukim olan her mümin üzerine farzdır.

Ramazan ayına girerken önce geçmiş günahlarımızın hepsine birden tevbe ve istiğfar etmeliyiz. Orucumuzu günah ve haramlardan kaçınmak suretiyle, helal ve temiz gıdaları yiyerek tutmalıyız. Çünkü dua ve ibadetlerimizin makbûl olmasının yegâne ve birinci şartı helal lokmadır.

Ömrümüzün birçok bölümünü kendisin den gaflet ettiğimiz ve ilgilenmediğimiz Kur’ân’ı bu ayda daha çok okuyarak anlamaya çalışmakla bu eksiğimizi telafi edelim.  

Bu feyizli ve bereketli ayda maddî ve manevî yönden hayırlı işlerin hepsinde yarış yapmalıyız. Bir taraftan gündüzleri tuttuğumuz oruç, akşamları cemaatle beraber kıldığımız Teravih namazları, okunan mukabeleleri takip etmek, sahura kalkmak sonra da bilhassa sabah namazlarını camilerde cemaatle be raber kılmak….

İşte bu güzel amellerimiz sebebiyle Allah’a yaklaşmış ve O’nun sevgisini kazanmış oluruz.

Diğer taraftan bu ayda cömertliğimizi artırıp bilhassa fakir ve fukara başta olmak üzere diğer din kardeşlerimize iftar sofralarımızı açalım. Hayırlı amellerin en çok sevaplı ve makbul olduğu bu ayda farz olan zekâtlarımızı ve vâcip olan fitrelerimizi ihtiyaç sahiplerine verelim. Bu sayede sosyal yardımlaşma ve dayanışma gerçekleşmiş olur.

 Ramazanın her bir zaman dilimini tam bir gönül uyanıklığı ile hayırlı işlerde yarış yaparak, dinî bilgilerimizi artırarak ve tazelemek suretiyle geçirmeliyiz. Her ibadetin kendine ait bir ta- kım manevî zevki ve hazzı bulunmaktadır.

 Bilhassa orucun ise dinî, ahlâkî, rûhî, sosyal, ekonomik, tıbbî ve eğitim yönünden pek çok hikmet ve faydaları vardır: Oruç, nefsi terbiye ettiği gibi ahlâken olgunlaş- tırır. Bedenlerin zekâtı olup, vücut için en güzel bir sıhhat kaynağıdır. İnsana sabır gibi çok yüksek bir alışkanlığı kazandırıp, şefkat ve merhamet duygularını geliştirir.

Oruç, insanı Allah’a en çok yaklaştıran ibadetlerin başında gelir. Şöyle ki: Hak Teâlâ Musâ (a.s.)’ı Tûr-u Sînâ’ya davet edip ona önce otuz (30) gün sonra da on (10) gün daha ilave olmak üzere kırk (40) gün oruç tutmasını emrediyor ve bundan sonra kendisi ile konuşma şerefine nâil ediyor. (10)

Bunu mü- teakiben dört büyük Kitaptan ilki olan Tevrat-ı Şerîf’i levhalar halinde kendisine veriyor.

İşte bu da gösteriyor ki iman sahipleri Allah’a en çok O’nun farz kıldığı oruç gibi hayırlı işleri yapa raktan yaklaşırlar. Bu yakınlıkların neticesinde her kulun seviye ve kabiliyetine göre bir çok lütuf, ihsan ve tecellîlere nâil olurlar.(11)

Cenab-ı Hak bizleri bu ayın feyiz ve bere ketinden azami derecede istifade eden kullarından eyleyip, Bayrama günahlarımızdan temizlenerek çıkmamızı nasip eylesin

Kaynaklar:(1)-Buharî, İman, 2; Müslim, İman, 5; (2)-Bakara, 2/183; (3)-Buhârî, Savm, 5; Müslim, Sıyam, 1, Ebû Hüreyre’den; (4)-Nesâî, Beyrut, 1995, Sıyam, 40, hadis, 2210, Abdurrahman b. Avf’dan; (5)-İsrâ, 17/9; (6)-Bakara, 2/185; (7)-Buharî, Bed’ül-Vahy, 5; Müslim, Fedâil, 12, İbni Abbas’dan; (8)-Müslim, Taharet, 1; Dârimî, Tahâret, 2, Ebû Mâlik el-Eş’ârî’den; (9)-A. b. Hanbel, Müsned, c. 2, s. 174, 306, Hâkim, Müstedrek, c. 1, s. 554, Abdullah b. Amr’den; (10)-A’râf, 7/142-143. ayetleri ve tefsirleri. Bak: Zemahşerî, Tefsîru’l-Keşşâf, Beyrut, 1995, c. 2, s. 145-151; M. Ali es-Sâbûnî, Safvetü’-Tefâsir, Beyrut, 2004, c. 1, s. 395-396; Ayrıca bak: Nisâ, 4/164.  (11)-Buharî, Rikak, 38, Ebû Hüreyre’den.

Tarihten ve Günümüzden Türk Dünyası Esintileri-6 DOĞU TÜRKİSTAN TÜRKLERİ

Doğu Türkistan’ın bilinen tarihi, M.Ö. İkinci yüzyılda başlar. Yüzyılın başında, tarihin ilk Türk Devleti olan Hunlar bölgeye gelerek Kaşgar şehrini yönetimi altına aldı. Hun İmparatorluğu parçalanınca, Doğu Türkistan’ı Çinliler istilâ ettiler. Sekizinci yüzyılda, Moğolistan’dan gelen Uygur Türkleri, Doğu Türkistan’a yerleştiler. Hun İmparatorluğu’ndan sonra bölgede Göktürk Devleti, Uygur Devleti ve Karahanlı Devleti başta olmak üzere, tarih sahnesine çıkan pek çok büyük Türk Devletleri’nin çekirdeğini oluşturan devletler kurulmuştur.

Doğu Türkistan’ın yüzölçümü 1.828.418 kilometrekaredir. Yakın tarihlere kadar bölge halkının % 85’i Türk’tü. Bölge, Çin itilasına mâruz kalmadan, Türklere toplu katliam uygulaması başlamadan önce Türklerin sayısı 30.000.000 civarında idi. Bunun 20.000.000’unu, Doğu Türkistan’ın yerli halkı olan Uygurlar, 1.000.000’unu Kazakistan Türkleri, 2.000.000’unu da Moğol ve Kırgız Türkleri oluşturuyordu. Bölgede Türk kökenli Tatarlar ve Özbekler de yaşamaktadırlar. 6.000.000 civarında Çinli vardı. Son yıllarda, Çin topraklarından Turfan’a ve diğer şehir merkezlerine dolu gidip boş dönen trenlerle Çin halkı bölgeye yerleştirilmektedir. Demografik yapı Çinliler lehine değiştirilmiştir. Doğu Türkistan topraklarında yabancıların karayolunu kullanarak seyahat etmeleri yasaktır. Bu yasağın, bölgedeki Türklere uygulanan mezalimin görülmemesi ve Çin nüfus istilâsının anlaşılmaması için konulduğu tahmin edilmektedir.

Doğu Türkistan’ın yeraltı ve yerüstü zenginlikleri çok üst seviyededir. Gerek bu zenginlikler sebebiyle ve gerekse ulaşım güzergâhı üzerinde bulunması dolayısıyla siyasî ve askerî açıdan, Asya Kıtası’nın en stratejik bölgesidir. Çin Devleti buraya, ‘Yeni Kazanılmış Ülke’ mânâsında, ‘Sinki-ang’ ismini vermiştir. ‘Sincan’ olarak da telaffuz edilmektedir. Türkiye’mizde de, tarih şuurundan mahrum bazı insanlar, aynı ismi kullanarak, Çin zihniyetine hizmet etmektedirler.

Uygur Türkleri, Doğu Türkistan’da ilk devletlerini 745 yılında kurdular. Bu devlet, 840 yılına kadar devam etti. 870 yılında, bugünkü Çin topraklarında İkinci Uygur Devleti kuruldu ve 1225 yılına kadar devam etti. Başşehri Beşbalık olan Edikut Uygur Devleti de 840-1275 yılları arasında, en büyük Uygur Devleti olarak bölgeye hâkim oldu.

Bölgenin bir diğer Türk Devleti de, başşehri Kaşgar olan Karamanlılar Devleti’dir. Karahanlı Hükümdarı Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın, 920 yılında Müslüman olmasından sonra ve halkını da Müslüman olmaya dâvet etmesiyle birlikte, Doğu Türkistan Türkleri de İslâmiyet’le şereflendiler.

Uygur adı, çok eski çağlardan beri kullanılmaktadır. Bir görüşe göre bu isim, pek çok Türk topluluklarının müşterek adıdır. Bazı araştırmacılara göre Orkun Kitabeleri’nde sözü edilen Dokuz (Tokuz) Oğuz adı ile gerçekte Uygurlar kastedilmektedir.

Uygur Türkleri, Türk toplumları içerisinde en medenî insanlardı. Bu gün bile ‘medenî’ mânâsında kullanılan ‘uygar’ kelimesi, ‘Uygur’ ile aynı kökten gelmektedir.

Uygur Kağanları, bir dönemden sonra, Çin prensesleriyle evlenmeyi gelenek hâline getirdiler. Böylece Çin Devleti’nin iç düzeninin sağlanmasında, ticaretin gelişmesinde önemli roller üstlendiler. Ancak Çinli yöneticiler, zayıf buldukları her dönemde, Uygur Devleti’ni yıkmayı ve zenginliklerine tek başına sahip olmayı hiçbir zaman akıllarından çıkarmadılar.

Doğu Türkistan, 1877 yılında Çin Devleti tarafından istilâ edildi.

Uygur Türkleri vatanseverdirler, hürriyetlerine düşkündürler. Her türlü imkânsızlıklara rağmen, 12 Kasım 1933 tarihinde başşehri Kaşgar olmak üzere Doğu Türkistan İslâm Cumhuriyetini kurdular. Çin yönetimi, Ruslarla iş birliği yaparak 1934 yılında bu devlete son verdi. Pek çok kişi idam cezasına çarptırıldı. Hürriyet aşkı ile ayaklanmalar devam etti. 12 Kasım 1944’te Gulca başşehir olmak üzere Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin kurulduğu ilân edildi. Mavi zemin üzerinde ay yıldızlı bayrak, altı sene boyunca devlet binalarında hür bir şekilde dalgalandı.

Bu dönemde Doğu Türkistan Cumhuriyeti Genel Sekreteri, İsa Yusuf Alptekin idi. Bu görevi başarı ile yürüttü. Doğu Türkistan’da; milliyetçi, antiemperyalist ve antikomünist politikaların önderliğini yaptı. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin dağılması ile bağımsızlığını kazanan Türk Cumhuriyetlerinde millî düşüncelerin oluşması, İsa Yusuf Alptekin’in örnek alınmasının neticesidir. O büyük insan, önder ve örnek olmasaydı, bugün Azerbaycan’ın, Özbekistan’ın, Kazakistan’ın Kırgızistan’ın, Türkmenistan ve Tacikistan’ın bayrakları, belki de hür bir şekilde dalgalanma imkânı bulamayacaktı.

İsa Yusuf Alptekin, ülkesinin işgal edilmesinden sonra, Hindistan’a geçti. Oradan Türkiye’ye geldi ve yerleşti. İstanbul’da Doğu Türkistan Göçmenler Derneğini kurdu. Çıkardığı dergilerde, çıktığı ekran, mikrofon ve kürsülerde, milletlerarası toplantılarda… Doğu Türkistan’ın sesini bütün dünyaya duyurdu.

İsa Yusuf Alptekin, 17.12.1995 tarihinde Hakk’ın rahmetine kavuştu. Aziz naaşı, muhteşem bir kalabalık tarafından, Fatih Camiinde cenaze namazı kılındıktan sonra, Topkapı mezarlığında toprağa verildi. İnançlı bir Müslüman, katıksız bir Türkçü idi. Nur içinde yatsın. Mekânı cennettir inşallah.

Doğu Türkistan, Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) hudutları içerisinde (sözde) özerk bölge. ÇHC yönetimi; Türklere, insan hakları başta olmak üzere, dinî ve kültürel hiçbir hak tanımıyor. Müslüman Türkler, işkencenin binbir çeşidinin mucidi olan Çinlilerin zulmü altında gün be gün yok oluyorlar.

Doğu Türkistan önemli bir bölgedir. Başta petrol olmak üzere; altın, gümüş, uranyum, bakır ve kömür gibi pekçok kıymetli madenler bulunmaktadır. Bugünkü Çin Devleti’nin ekonomisi, Doğu Türkistan’daki zenginliklerden güç alıyor. Petrol rezervlerinin 18 milyar ton, kömür rezervlerinin 1 katrilyon 50 milyar ton olduğu biliniyor.

Satuk Buğra Han, Kaşgarlı Mahmud, Yusuf Has Hacip gibi Türk âleminin kültür devleri bu bölgede yaşamışlardır. Onların âbide eserleri, bu topraklarda yazılmıştır. Eserlerini kütüphane raflarından eksik etmiyoruz. Sözlerini dilimizden düşürmüyoruz. Buna rağmen oradaki türbeleri harabe hâlinde. Yok olmak üzere. Tamiri için hiç bir teşebbüs yok. 1998 yılında, Hoten şehrinde bulunan 200 yıllık cami, yenisi yapılacak diye yıkıldı, izi bile kalmadı. Yerine, askerî bina yapıldı.

Doğu Türkistan’da, insanlık açısından yüz kızartıcı felâketler yaşanıyor: 4 Şubat 1997 tarihinde idrak edilen Kadir Gecesi Gulca şehrinde olanlar, tüyler ürperticidir. Kadir Gecesi sebebiyle küçük bir mescitte toplanan kadınlar Kur’anı-Kerim okuyorlar. Çin polisi mescide girerek kadınları demir sopalarla dövüyor. Sonra da saçlarından tutup sürükleyerek polis merkezine götürüyorlar. Mahalle sakinleri merkeze gelerek kadınların serbest bırakılmasını istiyor. İçeriden ateş açılıyor ve işkence ile öldürülen ihtiyar üç kadının cesedi, kalabalığın önüne atılıyor. Galeyana gelen halk, öfkeli hareketler yapıyor. Hareketler, sokak çatışması hâline dönüşüyor. 100 Çinli, 200 Türk ölüyor. Bir hafta içerisinde 5.000 Türk, kamplara kapatılıp işkencelere maruz bırakılıyor.

 

8 Şubat sabahı, bayram namazı için camide toplanan halkın, namaz kılması engelleniyor. Direnenler, genç-yaşlı ayırımı yapılmaksızın çırılçıplak soyularak buz üzerinde saatlerce bekletiliyor. Üzerlerine tazyikle soğuk su sıkılıyor. Soğuktan ayakları donan insanların tedavilerinin yaptırılması engelleniyor. Donan ve kangren olan uzuvlar, gayri sıhhî şartlarda gövdeden kopartılıyor. İşkenceye doymayan Çinliler, insan avını üç ay süre ile devam ettiriyorlar. Evler didik didik aranıyor. 70.000 Uygur Türkü, kamplara kapatılıyor. İşkencelere oralarda devam ediliyor. Açlığa ve işkenceye direnç gösterebilenler kurşuna diziliyor.

Çin zulmü bitmez. 06 Temmuz 2009 tarihinde Çin yönetiminin, Doğu Türkistan Türklerinden binlerce kişiyi katletmesine yol açan Urumçi olayları yaşandı.

Küçük bir şehirde oyuncak fabrikasında çalışan Doğu Türkistanlı iki gencin, Çinli işçi kıza sarkıntılık ettiği şeklinde uydurma bir haber çıkartıldı. Ardından Türk gençlerinin linç edilmesine göz yumuldu ve olayların büyümesi için saldırganlar desteklendi. Olayla uzaktan-yakından hiçbir ilgisi bulunmayan ailelerin evleri basıldı, yağmalandı ve yakıldı, aile fertleri dövüldü ve öldürüldü. Barbar Han Çinlilerinin başlattığı Müslüman-Türk avına, Çin polisi ve ordusu da silahlı güçle katıldı.

Bu insanlık dışı olaylar, Doğu Türkistan’ın Başşehri Urumçi’de yaşayan Doğu Türkistan Türkleri tarafından bir sessiz yürüyüşle protesto edilmek istenince de kızılca kıyamet koptu. Yürüyüşe katılanların üzerine, hedef belirlenmeksizin otomatik silahlarla yaylım ateşi açıldı, bine yakın insan katledildi, 2.000’den fazla mâsum insan, ciddî şekilde yaralandı, bir o kadarı da asker ve polis tarafından bilinmeyen yerlere götürüldü. Bunların sayısı 10.000’den fazladır. Götürülenlerden haber alınamıyor. Kan görünce kuduran canavarlar, kısa zaman içerisinde şehri savaş alanına çevirdiler. Çin haber ajansları olayları dünya kamuoyuna, ‘Türklerin Çinlileri öldürdüğü ve devlet binalarını ateşe verdiği, otomobilleri tahrip ettiği…’ şeklinde duyuruldu. Dünya buna inandı. İnanmayanlar sessiz kaldılar.

Doğu Türkistan Türkleri için ‘Onlar bizim insanımız’ denilmesi yanlış bir ifâde. Böyle bir söylem, onları rencide eder. Sözün doğrusu: ‘Biz onların insanlarıyız. Onlar bizim ecdadımız, atalarımızdır.

AĞIT

Ağlayın, parmakları nur
Sularından kınalı kızlarım
Ağlasın Meraga göklerinden
Meraga’ya bakıp yıldızlarım

Yollara Kürşadlar uzanmış ölü
Ağlasın Akülke, ağlasın Sütgölü
Yiğitlerim uyur gurbet ellerde
Kimi Semerkant’ta bekler beni
Kimi Caber’de

Caber yok, Tiyanşan yok, Aral yok
Ben nasıl varım?
Ağla ey Tanrı dağlarından
İndirilmiş Tanrım

Şu yakın suların
Kolu neden bükülmez
Fırat niçin, Dicle niçin, Aras niçin
Benden doğar, bana dökülmez?

Ben ki ateşle konuşurdum, selle konuşurdum
İdil’le Tuna’yla Nil’le konuşurdum
‘Sangaryos’u ‘Sakarya’ yapan
‘İkonyom’u ‘Konya’ yapan
Dille konuşurdum.

Arif Nihat ASYA

TÜRK KÜLTÜRÜ

Bir toplumun tarih boyunca ürettiği ve nesilden nesile aktardığı her türlü maddî ve manevî özelliklerin tamamıdır. Kültür, bir toplumun kimliğini oluşturur, onu diğer toplumlardan farklı kılar. Kültür, toplumun yaşayış ve düşünüş tarzıdır. Kültür millî, medeniyet beynelmileldir.

Maddî kültür unsurları; Binalar, günlük hayatta kullanılan her türlü araç-gereç, elbise ve benzerleri.

Manevi kültür unsurları: Dil, din, müzik, gelenekler, ahlak anlayışı, düşünce biçimleri ve benzerleri..

Kültürü insanlar oluşturur, sonraki nesiller o kültürden etkilenirler. Kültürün oluşumunda coğrafi şartların da etkisi vardır. Ayrıca, statik/durağan değildir. Dinamik/değişken bir yapıya sâhiptir. Değişim, iyiye, güzele ve mükemmele doğru ise gelişme söz konusudur. Kötüye, çirkine, fenalığa doğru ise, bozulma/yozlaşma söz konusudur.

Türk kültürünün kökleri, Orta Asya’daki göçebe hayatına dayalıdır. Türkler başlangıçta Çin kültüründen etkilenmiştir. Doğu Hun hükümdarlarından bazıları, saraylarında Çince konuşmuşlar ve Çinliler gibi giyinmişler, beslenmişlerdir. Bu sebeple Bilge Kağan, Orkun Kitabeleri’nde milletini uyarmıştır. Türkler İslamiyet’le şereflendikten sonra İslam medeniyetinden etkilenmişlerdir. Bu defaki etkilenme Çin etkisinden çok farklıdır: Kültürümüz, esâsen büyük benzerlikler ihtiva eden İslam medeniyeti ile daha da gelişmiş, mükemmeliyette doruk noktasına ulaşmıştır. Türk kültürü, İslamiyet’in doğuş yeri olan Arabistan coğrafyasındaki kültürden çok farklıdır. Zaten her milletin kültürü kendisine mahsustur. Yâni millîdir.

Kültür, insanların davranışlarını yönlendirerek insanlar arasındaki düzeni sağlar. Topluma kimlik kazandırır. Kimliğini kazanmış insan topluluklarına ‘millet’ denilir. Kültür, bir milleti diğer milletlerden farklı kılar. İnsanlara ‘Biz’ duygusu verir. Bu duygu ile milletin fertleri arasında dayanışma şuuru oluşur. Bu şuuru kaybeden insanlar, dillerini-dinlerini, yaşayış şekillerini değiştirirler. Başka milletlerin yönetimi altına girerler ve sonunda, millet olarak tarih sahnesinden silinirler.

Siyasî, iktisadî ve askerî alanda güçsüz milletler, kültür emperyalizminin tehdidi altındadır. Kültür milliyetçiliği denilen düşünce sistemi, kültür emperyalizminden etkilenmemek, kültürel asimilasyona mâruz kalmamak, dolayısıyla milletin bağımsızlığını, vatanın bütünlüğünü korumak için millî kültürü korumaya ve geliştirmeye çalışırlar.

Türk kültürü, Türk töresine göre şekillenmiş, İslamiyet’le yeni ve kendine has bir kalıba bürünmüştür. Töre; millet olma vasfını kazanmış insanlar topluluğunun benimsenmiş olduğu yerleşmiş davranış ve yaşama biçimlerinin, kuralların, görenek ve geleneklerin, ortaklaşa alışkanlıkların, tutulan yolların bütünüdür.

4.000 yıllık Türk tarihi süresince, Türk milleti, Avrasya üzerinde farklı medeniyetlerle temasa girip, bazılarından kültür unsurları almış, bazılarına kültür öğretmiş, sonunda insanlık tarihinin en zengin kültürlerinden biri meydana gelmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti, kültür temeli üzerine oturtulmuştur. Bu kültürün sâhip olduğu pek çok özelliklerden bir kısmını şu şekilde özetlemek mümkündür: Bağımsızlık, Yaratan’dan ötürü yaratılanı sevmek, yardımlaşma, ölülerine saygı, ahlaklı ve dürüst olmak, vakıf müesseseleri kurmak, küçüklere sevgi ile bakmak, büyüklere saygılı olmak, misafirperverlik, aile müessesesine bağlılık, kendinden olmayanlara yaşama hakkı tanımak, şiir, müzik ve diğer sanatlara ilgi, haksızlığa tahammülsüzlük, diğerkâmlık, tarih ve dil şuuru, haramlardan sakınma, iyilikseverlik, beden ve ruh temizliği, kıskançlık-haset, kin ve intikam duygularından arınmış olma, iyi niyetlilik ve daha binlerce özellik.

Türk insanında bu özelliklerin bir kısmı çok bir kısmı da kimilerine göre az gelişmiş olabilir. Sağduyulu insanlar; öğüt veren değil, örnek olan davranışlarıyla bu hasletlerin milletimizin her ferdinde, insan karakterinin ayrılmaz bir unsuru olması için çalışmaktadırlar.

DOĞU TÜRKİSTAN KÜLTÜRÜNDEN BİR FIKRA:

KEKLİK KEBABI

Seley Çakkan sefere giderken bir tüccar yolda ona katılıp ‘Birlikte gidelim.’ demiş. Seley ‘Yolda katılan yoldaş olmaz.’ Diye düşünmüş ve ‘Yolda katıldığı zaman yoluna katılan olur.’ diyen atasözünü hatırlayarak ‘Peki’ demiş. Her halükârda ihtiyatlı olup yürümüş. Gün batışına yakın, Seley yolda bir keklik vurmuş. Konaklayacağı yere geldiğinde kekliği ateşe koyup kebap yapmaya başlamış. Bunu gören tüccar:

-Kebabı ikimiz yersek doymayız. Onu bir yere koyalım. Sabaha kadar kim güzel rüya görürse, yarın kebabı yalnız o yesin. Demiş.

Her ikisi de yatmış. Güzel rüya görürüm diyerek, vaktinde uyuyamayan tüccar sonradan koyu uykuya dalmış. Bunu sezen Seley, kalkıp kekliği sıcağı soğumadan yemiş bitirmiş.

Şafak doğar doğmaz arkadaşı aceleyle kalkıp, rüyasını anlatmış:

-Cennete girmişim. Huriler, bu dünyada olmayan lezzetli, meyve ve yemekler ile beni misafir etti. Sonra da gezerek güzel bitkiler ve kuşları gördüm. Seley sen nasıl bir rüya gördün?

Seley cevap vereceği yerde soru sormuş:
-Senin gördüğün kuşlar arasında keklik var mıydı?
-Onların arasında keklik yoktu.
-Ben yiyip bitirdim, demiş Seley Çakkan.

(Doğu Türkistan’dan Türkiye’ye göç eden Prof. Dr. Sultan Mahmut Kaşgarlı’nın Türkiye Türkçesi’ne aktardığı ‘Seley Çakkan Fıkraları’ isimli kitaptan alınmıştır.)

(Seley Çakkan, bizim Nasrettin Hocamız gibi latifeperver Doğu Türkistanlı bir Türk’tür. 1790 yılında Divanü Lügati’t-Türk isimli âbide eserin yazarı Kaşgarlı Mahmud’un doğduğu köy olan Opal Köyü’nde doğmuştur. 1850 yılında, 60 yaşında iken vefat etmiştir.)

Sokak Ortasında İki Şehit ve Arkasındaki Gerçekler (3)

0

 

İşin daha evveliyatında, bu iki kesimin koalisyon kuracak kadar milletvekili çıkarabilmeleri için bir yandan PKK terörünü kışkırttı, şehit cenazeleriyle bütün yurdu gelincik tarlasına çevirdi, öte yandan da Apo’yu Kenya’da yakalayıp Başbakan Ecevit’e seçim hediyesi olarak verdi.

Bu manipülasyonlara kanan halk, komünizmle canları pahasına mücadele eden ülkücüleri, PKK belasıyla en iyi mücadele edecek güç gördü ve MHP’ye 1999 seçimlerinde 125 Milletvekili verdi. Amerika Öcalan’ı bize niye verdi anlayamadım dese de; ABD’nin hediyesi APO paketiyle seçime giren Ecevit’in DSP’si ise % 22 oyla seçimden galip çıkan parti olacaktı.

28 Şubat’ın gölgesindeki iktidarlarını ekonomik iflasla sonlandıran, Kemal Derviş’i tam yetkiyle koalisyona alan, küresel sermayeye Türkiye’nin kapısını açan, akşam iş sahibi olarak yatanların sabah iflasa gözünü açtıkları bir Türkiye’yi arkalarında bırakan DSP ve MHP koalisyonu, Türkiye’nin yenidünya düzenindeki dönüm noktasını oluşturur.

Türkiye’de bu süreçten sonra yaşanan her şey, Türk hükümetlerinin liyakat nişanlı generallerin kontrolünden alınmasıdır.  Bu teşebbüs bazı generalleri rahatsız etti.  Çünkü onlar, Türkiye’nin siyasi iradesine tahakküm etme alışkanlıklarını sürdürmek istiyorlardı ve ABD tarafından tasfiye edilmeyi içlerine sindirememişlerdi, sonunda bağımsız politikalara yönelip direnmeyi denediler ama tutunamadılar.

ABD’nin bölgemizdeki tasarruflarında değişen fazla bir şey yok. Ortadoğu ülkelerinde daha önceleri uyum içinde çalıştıkları diktatörleri, bizde ise generalleri tasfiye ediyorlar. Bu tasfiye sürecine direnme gücü olanlar, Kaddafi ve Esat gibi direniyorlar, kendi ihtilal oyunlarına yenik düşenler, ise sonucuna katlanıyorlar.

Sokak ortasında iki şehidin ne anlama geldiğini, Türkiye’de nasıl bir Türk-Kürt çatışması yaratılmak istendiğini, PKK’nın küresel terörizmin bir parçası olduğunu, Türklerin ve Kürtlerin nasıl bir oyuna getirilmek istendiğini yukarıdaki bilgiler ve paylaşmaya devam edeceğim bilgiler ışığında sabırla birlikte değerlendirmeye devam edelim ki daha neler göreceğiz.

Diyarbakır BDP İl Başkanlığı, 2010 Mayısında operasyonların durdurulması amacıyla bir yürüyüş düzenlemişti. O yürüyüşten sonra konuşan BDP Bitlis Milletvekili Nezir Karabaş, “Bu politikalar (operasyonları kastediyor) sürerse, Kürt halkı yemin ediyorum sadece gerilla mücadelesiyle kalmayacak, yaşamı cehenneme çevirecek” dedi. BDP Diyarbakır İl Başkanı Nijat Yaruk ise; “Kürtler eski Kürtler değil, diz çöktürmeye çalıştığınız bu halkın önünde diz çökeceğiniz günler yakındır” dedi.

Tehdit ve kışkırtmaların benzerlerini her gün BDP’li sözcülerin ağzından duyuyorsunuz. Bu tehditlerin gerçekleşmesi demek; Güneydoğu, Karadeniz, Ege, Trakya vs yurdun dört bir yanında, Mahallelerde, sokaklarda, pazarlarda, camilerde üç-beş milyon insan ölüsü demektir. İnanmayan Irak’ı, Afganistan’ı, Libya’yı, Suriye’yi, Sudan’ı, Somali’yi, Yemen’i hatırlasın.

Bu iddiamızı doğrular mahiyette, Lübnan Enformasyon Bakanı Michel Samba; “İsrail’in eğittiği Kürtlerin, Irak, Suriye, Türkiye ve İran’da savaşmaya hazırlandığı ve operasyonlar için programlandığını söylüyor.

Öte yandan parasal kaynakları ABD tarafından temin edilen Barzani’nin, peşmerge ordusunu yapılanmasını ve eğitimini İsrail sağlıyor. Bu peşmerge ordusunun tankları Kuzey Irak’ta ve Türk ordusuna karşı konuşlanmış vaziyette.

Tercüman Gazetesi, İsrail’in Kuzey Irak’taki Kürt gruplarının askeri- komando eğitimini paravan şirketler aracılığıyla verdiğini, bu eğitimi alan 6500 peşmergenin Musul-Kerkük civarındaki Musevi sermayeli İngiliz Arnes şirketinin güvenliğini sağlamak üzere görevlendirildiğini yazdı. Diğer petrol şirketleri de özel eğitim veriyor ve bu eğitimlere İsrailli uzmanlar ve MOSSAD ajanlarının katıldığını ve eğitimlerin; suikast, suikasta karşı koyma, yakın koruma ve istihbarat içerikli olduğunu biliyoruz. Bazı peşmergeler de İsrail’e götürülerek bizzat MOSSAD tarafından eğitiliyor ve bunların hemen hepsinin Farsça biliyor olması da çok dikkat çekicidir.

ABD CIA ile, İngiltere M6 ile, İsrail MOSSAD ile Kuzey Irak’ta üs kurmuş durumdadır. İsrail ABD’nin onayı ile Kuzey Irak’ta 4-5 kişilik timler halinde çalışacak kontrgerilla örgütlediği iddia ediliyor. Bu timler Irak’ta ABD işgaline tavır alanları etkisizleştiriyor, Sabotajlar ve suikastlar düzenliyor, bilim adamlarını hedef alıp öldürüyor. İmralı Krallığının ve onun kapı zili olanların tehditlerinin dayanağı işte bu eğitimli katiller… Tehditleriyle kibarca şunu söylüyorlar: Fırtınalı bir denideyiz, sizin geminizde yüzme bilmeyen beş yüz kişi, bizim gemimizde 50 sat komandosu var, biz sizden üstünüz. Yakarız, yıkarız, bombalarız, öldürürüz… Bunu Türkiye’nin her yerinde yaparız. Bizim arkamızda ABD, İsrail ve Batılı emperyalistler var, onların efendisi küresel sermaye var…(devam edecek)

Fransa’dan İzlenimler: 2

Öncelikle belirtmek isterimki izlenimlerimi ön yargısız aktarmak istiyorum. Çünkü şuna inanıyorum ki her ne olursa olsun olayları ön yargısız olarak değerlendirirsek  doğruları bulmak daha kolaylaşır. Ancak  ben sadece gördüklerimi ve duyduklarımı yazmak istiyorum. Bu nedenle eksik görmüş noksan duymus olabileceğim şeyler olabilir; Ayrıca benim gezdiğim şehirlerde gördüklerimle diğer şehirlerde farklılıklar olabilir, Bu vesileyle olabilecek eksiklerden dolayı okuyuculardan özür dilerim.

Geldiğim yer Paris’e 70 km. uzaklıkta Orleans İli Pithiviers İlçesi le Vieil Köyü.. Kız kardeşim Meryem ve Recep Enişte Fransız.. Recep  bir kaç yıl Turkiye’de çalıştı. Endüstri Tasarım Mühendisi o bir Türk dostu ve Müslüman olduğu için bana çok yardımcı oluyor. Takıldığım konuları hep ona soruyorum. Bir cocukları var 3 ,5 yaşında, adı Ömer; Kız kardeşim Meryem 7 yıl Kocaeli SSK Derince Hastahanesinde çalıştı. Recep ile evlenince görevini bıraktı.

İlk yemek yediğimde sanki tatlarını  birazçık olsun yadırgadım; Meyve ve sebzelerinde tatları biraz değişik geldi. Kendi kendime düşündüm neden böyle olabilir diye kendi kendime şu yorumu yapıyorum. Burada iklim Türkiye’ye göre daha değişik, daha az sıcak ve daha cok kapalı ve daha az güneş görmesi, havaların gün içinde ani değişiklikler olması, kapalı ve yağmurlu olunca çok soğuk güneş gelince hemen ısınmasi ve aradaki ısı farkını çok fazla olması bitkilerin tadını birazcık olsun değistirmiş olabilir diye düşünüyorum.

Köyü gezmeye başlıyorum. Genelde buradaki köylerde evler tek katlı, genelde aynı ayarda bahçeli çok nadir dublex olan evler var ve balkonları yok, neden diye sorduğumda herhalde bu bölge biraz soğuk olduğu için  o nedenle balkonları yokmuş binalar eski olanlar taş bina, yenileri ise  betonarme  catıları kiremitle kaplı binalar üzerinde herhangi bir değişiklik yapılması gerektiğinde mutlaka izin alınması gerekiyormuş, köyde bir fırın, Eczane ve bar var, dikkatimi çeken her köyde  bar olması.. 

Fransızlar genelde şarap tüketirlermiş. Yanlız köyde kahvehane veya toplandıkları bir yer pek yok. Köyün her tarafı muntazam yollar, asfalt yol kenarlarında ilginç olduğunu düşündüğüm erik  ağaclarından koruma amaçlı cit yapılmış, erikler asılıyor isteyende yiyebiliyor. Köyde yüzme havuzu mevcut, ayrıca park alanıda var.  Parkta önemli ve yararlı ağaçlar dikilmiş. Köy binası müdüriyet ayrıca köye ait zaman zaman yapılan etkinliklerde kullanılan binaları var. Köy kenarında helikopterle parayla tur attırılabiliyor. Tabi her köyde böyle birşey yok. Yine  her köyün büyüklüğüne göre bütün köylerde kiliseler mevcut. Kilisenin büyüklüğü o köyün büyüklüğü  ve jeopolitik durumuna göre değişiyor.

Şimdiye kadar  gittigim köy ve yerleşim birimleri Paris hariç çok sessiz ve sakin. Sanki Fransızlar  kendilerini birilerinden saklıyorlar gibi Köylere bakıyorsun ortalıkta kimseler gözükmüyor ilçeye gidiyorsun sokaklarda çok az insan görüyorsun, mağazalar da yine aynı  gizemli sessiz pek kimseler yok ve belirli saatlerde açık öğlen saatlerinde kapalı, valla böyle görünce sanki Fransızlar kendilerini saklıyorlar zannına kapılıyorum.

İnşallah burada olduğum zaman diliminde okuyucuları aydınlatmak amacıyla daha çok araştırıp daha çok bilgi vermek istiyorum. 

Milliyetçiği Reddetmek

Bazılarının eski alışkanlıkları dolayısıyla yumuşatarak yurtseverlik dediği milliyetçilik kimsenin tekelinde değildir. Keşke her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı milli ve manevi değerler, milli menfaatler, milli bağımsızlık, ülkenin birlik ve bütünlüğü, milli kimlik ve Türkçe konularında aynı hassasiyeti gösterebilse… Anlamlı,şerefli ve haysiyetli tavır ve düşünce bazılarının da tekeline biraz olsun girebilse….  Ama bu böyle olmuyor. Birileri sanki ülke kaynakları ve milli menfaatler babalarından kendilerine miras kalmış gibi, bunları ona buna dağıtma, zedeleme ve bağışlama ile meşguller…

Bu satırları yazarken yeni Milli Eğitim Bakanımızın ilk iktidar yıllarında söylediği bir söz var ki hatırlamamak mümkün değil. Çiçeği burnunda Bakanımız “Milliyetçilik gerilerde kaldı artık küreselleşme esas” benzeri laflar etmişti. Ne garip ki küreselleşme, süper güç ve blokların önü açılmış milli devletleri kendilerine itaate zorlaması, ters tepki yapmış, yükselen milliyetçilik kendisini hissettirmişti. Bu önemli gelişme bazıları için hiç de önemli değildir. Onlar yıllarca kulaklarına fısıldananların dışına iradelerini kullanıp çıkamazlar.

Bazıları eskimiş bir modayı tekrar canlı hale getirmeye çalışıyorlar. Milli kimlik ve milliyetçiliği içlerine sindiremeyenler, değişik ideolojik kalıplar gereği yine milliyetçi duruş karşıtlarıyla iç içe ve dayanışma içindedirler. Bu ihanet ittifakı genç nesillerin İslam’a bakışını değiştiriyor ve onları dinlerine soğutuyor. Samimi bir Müslümanın bu yanlışları yapması mümkün olamaz. Ama İslam’ı ve her kutsal değeri kullanıp istismar etmekten çekinmeyenler bundan rahatsız değillerdir. Dün komünizmin kızılı ile uğraşanların bugün önlerine “yeşil”i konmuş bulunuyor. Kızılı gibi yeşili de milli devlet, milli kimlik ve Cumhuriyet karşıtı… Türkiye’yi Türkiye yapan değerlerle kavgalı…

En son ve en gelişmiş din olan İslam bilindiği gibi evrenseldir ve çağlar üstüdür.  Müslümanın milliyetsiz ve milli kimliksiz olmasını önermez. Aksi halde, İslamın gelişmesini engelleyen yine bazı Müslümanlar olur. İslamla şereflenmiş bir Alman’a, Fransız’a, İngiliz’e iyi ve makbul Müslüman olabilmesi için; milliyetini, milli kimliğini çöpe at da gel mi diyeceğiz? Böyle bir şey olabilir mi? Yine bir yabancı ülkede engelleri aşarak bürokraside önemli bir yer işgal ettiğini varsaydığımız bir Müslüman; ülkesinin çıkarlarını, yasalarını, vatandaşlığını bir tarafa atarak sadece aynı ümmete mensup olma duygusunu mu öne çıkaracaktır? Bu mümkün mü? İslam alemine mensup olma bilinci çok güzel bir duygudur. Aslında duygudan uygulamaya dönmesi gereken bir konudur. Ülkeler milli kimliklerine göre farklı bir üslupla İslamı yaşayabilirler.

İslam ülkeleri arasındaki işbirliği ve dayanışma oldukça zayıftır. Dünyanın farklı bölgelerinde Müslüman kanı akarken Müslüman ülkelerin büyük çoğunluğu sessiz kalır ve tepki göstermez. İsrail ve ABD’nin hoşuna gitmeyecek politikaları uygulamaktan kaçınırlar, Balkanlarda atıl duran fabrika ve tesislerin özelleştirilmesinde Ortodoks Hıristiyan dayanışmasını gördükçe insan üzülüyor. İslam ülkelerinin önemli bir bölümünde Batı destekli iktidarların bulunması gerekli işbirliğinin önündeki asıl engeldir.

Aslında milli irade üzerinde Batı ipoteği sürdüğü sürece, halk ile yönetimler duygusal yakınlık kurmuş  olsalar da, demokraside yabancılaşmanın güçlenmesi önlenemez.