14.4 C
Kocaeli
Cumartesi, Ekim 4, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1104

Türkler Zavallı mı?

Her zaman geçmişi hatırlamakta büyük fayda vardır. Bu nedenle zaman zaman geriye döner; ne söylemiştim ve ne yazmıştım diye bakarım. Yine öyle yaptım ve 2007 yılı Mart ayında yazdığım “Gündemi Koşturuyorlar” başlıklı yazıyı bir kez daha okuyunca, önemli gördüğüm kısımlarını sizlerle tekrar paylaşmak istedim.

Bahsettiğim yazıda “Türkiye enteresan bir coğrafya üzerinde. Ülkemizde ve çevremizde devamlı olarak değişik olaylar gerçekleşiyor. Bunları yakalamak ve analiz etmek sıradan vatandaşın harcı değil. Zaten amaçlananda bu. Kimse meydana gelenleri anlamaya fırsat bulamasın diye birileri gündemi sürekli koşturuyor. Bu işin en büyük destekçisi de toplumun popüler zevatı. Bunlara; koşturulan gündemi, devamlı kırbaçlatmak suretiyle hızı artırıp, zihinleri allak bullak edenleri de eklemek lazım.” diye belirtmişim. Görüyorum ki; günümüzde de değişen bir şey yok. Gündemi belli mihraklar olağanüstü bir hızla ünlüleri de kullanarak koşturmaya devam ediyorlar. Açılıma Nihat Doğan, Somali’ye Ajda Pekkan, Çılgın Proje’ye Ali Ağaoğlu, pkk’ye rakip Kemal Burkay vs. gibi….

Bunun nedeni olarak o tarihte “vicdanı ile midesi arasına sıkışmış vatandaşın üzerine yoğun bir gündemle gidilerek ilginç bir psikolojik yöntem deneniyor. Amaç insanımızın düşünmesini engelleyerek gereçekleri görmesine mani olmak. Öldürücü darbeyi vurmak için pelte gibi olmuş bir toplum yapısının oluşmasını bekliyorlar” diye göstermişim.

Maalesef Türkiye’de, büyük bir illüzyonun varlığı su götürmez bir gerçektir. Çünkü ülkenin yarısında devlete karşı mücadele eden silahlı güçler vardır. Devletin idari ve adli yapısının belli şehirlerde pkk’nın kurduğu otorite nedeniyle halk tarafından tanınmaz hale geldiği haberleri yazılı basında yer almaktadır.

Diğer taraftan, allanıp pullanan ve tarihin en güçlü dönemini yaşadığı lanse edilen ekonominin,nereye gittiği meçhuldur. Buna karşılık medya eliyle istikrar sürsün diye bir daha, bir daha şarkılarıyla bir seçim dönemi geçirilmiştir. Yüzbin kişilk iftar sofraları ile göz boyanmakta öte yandan devlet şehidinin cenazesini bile ailesine teslim etmek için bulamamaktadır.

Bilmeliyiz ki; Türkiye’yi yöneten bir oligarşik yapı vardır. Ve bu oligarşik yapının Türklerle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Eğer böyle olmasaydı gelişmeler Türklerin bu kadar aleyhine seyretmezdi. Onun için Türk gibi gözükenlerle Türk olanların arasındaki çizgiyi mutlaka açığa çıkartmak gerekir.

Oligarşiden kasdımızı, televizyon ve gazetelerdeki cemiyet haberlerini izlerseniz daha rahat anlarsınız. İktidarlar; liberal, demokrat, sosyal demokrat, milliyetçi, İslamcı vs. ne olursa olsun bu oligarşik yapı daima Türkiye’nin hükümranı olmayı başarmıştır.

Yazdıklarımızın aksi sabit olsaydı, Türk Milleti ülkesinde yaşananların farkında olur, tepki ve nihayetinde canına kast edenlerin cezasını verirdi. En azından izlediği politikalarla ülkenin bölünmesine adeta çanak tutan bir partiyi demokratik tercihleri ile iktidardan uzaklaştırırdı.

Türklerin memleketinde, Türklere rağmen oluşmuş olan ve ordu, medya, üniversite, sermaye, stk gibi bil cümle organik yapıyı kapsayan bu oligarşinin, önümüze getirilmiş temsilcilerinin beden dillerini okumayı başarabilirseniz, ne demek istediğimizi anlıyorsunuz demektir.

Bu gün Türk’e ait olmayan bir çok özellik, Türk’e aitmiş gibi bir kanaat oluşturulmuştur. Bunun en büyük nedeni, Türk’ün başına gelmekte olanları görmesinin engellenmek istenmesidir. Yoksa Türk; karşı karşıya olduğu meseleleri fark etmiş olsa, milyonlarla ayağa kalkmış ve kendisine rağmen oluşmuş dış güçlerin kontrolündeki Türkiye oligarşisini yıkmış ve de sorunlarını çözmüş olurdu. Şehit cenazeleri karşısındaki genel ruhsuzluk ve kanıksamışlık, ifade ettiğimiz düşüncelerin en büyük delilidir.

Oysa ki, durum bunun tam tersidir. Nelson Rockfeller’in 1956’da ABD Başkanı Eisenhower’a yazdığı mektuptaki ünlü “oltaya takılmış balık” misali, Türklerin geçmişten bu yana durumunu en iyi izah eden örneklerden biridir. Bundan sonra artık başka yeme ihtiyaç da kalmamıştır. Türkler zokayı yutmuştur.

Yazdığım bu olumsuz tablonun tam karşıtı fikirleri de ileri sürenler vardır. Onlar mevcut durumun ve geleceğin iyi olduğundan ve olacağından bahsetmektedirler. Elbette mevcut durum; Türklere karşı var olan oligarşinin sahipleri, destekçileri ve işbirlikçileri için iyilikler içerecektir. Gelecek onlar için bu topraklar üzerinde mükemmel bir şekilde oluşabilir. Ancak onların söylediği iyilik ve gelecek tasavvurunun içinde Türklere yer yoktur. Onların ütopyası, Türksüz bir Türkiye ve Türksüz bir dünyadır. Bu ütopyalarının gerçekleşeceğine dair inançları da, Türklerin içinde bulunduğu ruhsuz hal ile günden güne pekişmektedir.

Bunlardan dolayı Türkler, bir an önce kendine gelmeli ve düştükleri tuzaktan kurtulmalıdırlar.

Türkler, tarihlerinde önlerini açan siyasi ve manevi liderlerinin nasihatlarinin aydınlığında, son yüzyılda Mustafa Kemal’le başlattıkları yürüyüşle, ataları Oğuz Han’ın gösterdiği yolda eski ihtişamlı günlerine dönmelidir.

Atalarının ruhları onlara yol göstermektedir. Ve Türkler mutlaka aydınlığa koşacaktır…

Karma Dua

Bismillahirrahmanirrahim.

Elhamdülillah Rab bil âlemin,

Vesselatu vesselamu ala Resulina Muhammedin ve ala alihi ve eshabihi ecmein

“Rabbimiz dünyada ve ahirette bize iyilik ver.

Bizi cehennem azabından koru”

“Rabbim bana,

Anne- babama,

Ve tüm inananlara hesap günü mağfiret eyle.”

Allah’ım bizi kendinden başkasına muhtaç eyleme.

İslam üzere yaşayıp iman üzere ölmek bizlere nasip eyle.

Rızkımızı helâlından ve bol tarafından ver.

Ya Rabbi senden sağlık sıhhat afiyet, hayırlı uzun ömür istiyoruz.

Yarabbi sen elden ayaktan düşürüp yatak ömrü verme.

Bizleri huzuruna vardığımızda utandırmadığın kullarından eyle.

Cennet ve cemalinle müşerref eyle.

Allahın yeni yetişen nesli ailesine dinine devletine faydalı insanlar olarak yetiştirebilmeyi bizlere nasip eyle.

Onların Salih ve Saliha insanlarla evlilik yapmalarını nasip eyle.

Yarabbi soyumuzdan gelecek insanların Allah(cc)ı bir bilen ,

Namaz kılan, oruç tutan,

Helale harama dikkat eden,

Kul hakkına riayet eden kullarından olmasını nasip eyle.

Yarabbi sen semavi ve arazi her türlü kaza ve beladan,

Görünür görünmez afat ve musibetlerden bizleri,

Ve tüm insanlığı muhafaza eyle.

Allahlım şeytanın ve şeytanlaşmış insanların şerrinden nefsimizi ve neslimizi koru.

Ya İlahi helalinden çalışıp helalinden kazanmayı,

İhtiyaç sahibi insanları gözetmeyi ,

Bizlere ve bizden gelecek nesillerle nasip eyle.

Allah’ım ülkemizdeki orta doğuda balkanlarda Afrika’daki terörün,

Huzursuzluğun, susuzluğun hukuksuzluğun ,

Savaların katliamların vahşet ve gözyaşlarının sön bulması için sebepler vesile eyle.

Yarabbi şu ramazan ayı hürmetine ,

İslam âlemine ve tüm insanlığa barış huzur ve adalet nasıp eyle.

Yer kan hava barut kokmasın.

Analar babalar ve bebeler sevdiklerini tabutlarla karşılamasın.

Ya rabbi senden insanlık için huzur ,

Barış ve kardeşlik istiyoruz. 

“Dua ! Dua!”

Eller karıncalanmış,

Yıldızlar avuçta ,

Gök parçalanmış,”

Anaların babaların ve insanlığın yüreği parçalanmış.

İnsanlık parçalanmış, ümmet yağmalanmış.

Allah’ım!

Gönüllerimiz çöle döndü muhabbet ver.

Ümmet param parça oldu vahdet ver.

Ayrılık canımıza tak etti ülfet ver.

Yüz yıllarca mutluluğun kaynağı idik.

Simdi fukarası olduk saadet ve selamet ver.

Evlerimiz huzura, kalplerimiz sevgiye hasret kaldı muhabbet ver..

Sahte rehberlerin peşinde kendi evimizde mahkûm olduk hidayet ver.

Taşlaşmış yüreklerimizin gözü kor, kulağı sağır, dili lal oldu basiret ve feraset ver.

Kendi korkularımızın esiri, vehimlerimizin hizmetçisi olduk celadet şecaat ve sükûnet ver.

Allah’ım sana açılan elleri âmin diyen dilleri boş çevirme.

“Settarul uyupsun sen,

Hataları setreyle ,

Affetmeyi seversin,

Biz kullarını affeyle.”

Yarabbi sen hatalarında da ısrar etmeyen kullarından eyle .

Kalbimizin iman,

Ayaklarımızın sıratı müstakim üzere olmasını nasip eyle.

“Yarabbi faydasız ilimden,

Makbul olmayan ibadetten,

Kabul edilmeyen duadan,

Acizlikten, tembellikten korkaklıktan cimrilikten,

Her çeşit hastalıklardan,

Gece ve gündüz gelebilecek kötülük ve sıkıntılardan,

Kötü arkadaş ve kötü komşudan sana sığınırım.”

“Allah’ım ürpermeyen kalpten,

Doymayan nefisten,

Fayda vermeyen ilimden,

Kabul edilmeyen duadan sana sığınırım.

Yarabbi dertli kullarına devalar,

Hasta kullarına şifalar,

Borçlu kullarına da en yakın zamanda ödeme kolaylığı nasip eyle.

Aile ve çocuklarımızın sağlıklı sıhhatli ve hayırlı olmasını,

Evlerimizin huzur ve bereket dolmasını nasip eyle.

Bu duygu ve düşüncelerle hepimizi Allaha emanet ediyorum.

Kalbiniz iman,

Cebiniz helalinden para,

Haneniz huzur ve mutluluk dolsun.

İslam dünyasına bayram güneşi doğması temennisiyle…

Beylerbeyi’nde Bir Osmanlı Efendisi

Televizyonda “Muhteşem Yüzyıl” dizisi oynandığı günden beri Osmanlı Cihan Devleti yeniden gündeme geldi. Kanuni Sultan Süleyman’ın anlatıldığı Muhteşem Yüzyıl dizisi hakkında lehte ve aleyhte çok şeyler yazıldı ve çizildi. Olumlu ve yansız diyenler var, tam tersini düşünenler mevcut. Kim ne düşünürse düşünsün Muhteşem Yüzyıl dizisi tarih ve özellikle de Osmanlı Tarihi konusunda ciddi bir kitap yayını başlattı. Dergi ve gazeteler konuya geniş yer ayırdı. Kahvelerdeki sohbetin ana konularından biri haline geldi Osmanlı.

Tarihi algılamakta güçlük çekilirse arka plandaki tuzaklara düşmek mukadder olur. Çünkü içte ve dışta belli bir kesim yıllardan beri Osmanlı düşmanlığı yapmakta ve köklerimizle alakamızın kesilmesine çalışmaktaydı. Fakat tersine döndü ve Muhteşem Yüzyıl bu patlamaya neden oldu. Televizyonlarda bile bakıyorum tarih sohbetleri başladı. Prof. Dr. İlber Ortaylı, Mustafa Armağan ve Erhan Afyoncu’yla Murat Bardakçı’nın ardından henüz şöhret olmamış çok sayıda diğer proğram ve insanlarımızın proğramları da dikkatle izleniyor.

Sultan Reşat’ın Torunu

İstanbul’da bir komşumuz vardı Osmanoğullarından; Prens Nazım Osmanoğlu. Sultan Reşat’ın torunuydu Nazım Bey. Eşi Halime Hanım da Ürdünlü aristokrat bir ailedendi. 1970’li yıllarda Nazım Bey Osmanoğullarının erkeklerine de af çıkınca çalıştığı İspanya’dan Türkiye’ye dönmüştü. Üç oğlu vardı Nazım-Halime Osmanoğlu çiftinin, ancak çocukları İstanbul’a dönmediler. Maaile görüşürdük Göztepe Gözcübaba’daki evlerimizde. Birlikte pikniğe giderdik. Nazım Bey kızım Furkan’ı torunu gibi severdi. El üstünde tutardı. Furkan da üçüncü dedesine sahip olmuştu böylece.

Nazım Osmanoğlu 24 saat içinde apar topar İstanbul’dan yurtdışına gönderildiklerinde henüz altı yaşındaymış. Çektikleri çileyi, reva görülen zahmeti, karşılaştıkları sıkıntıları hiç ama hiç anlatmadı sormama karşılık. Hep dik durdu. Sadece Türkiye’ye dönmekten çok mutlu olduğunu vurgulardı. Evi aşırı mütevaziydi. Balığı ve özellikle bol kılçıklı olmasına rağmen sardalyayı çok severdi. Ankara’ya taşındığımızda dostluğumuz yine sürdü. Başkent’e geldiğinde konuğumuz olurdu. Nazım -Halime çiftine Ankara’yı gezdirirdik. Bir defasında devlet mezarlığını görmek istediler. Gittik.

Resmi İdeolojik Tarihi Öğren Ama İnanma

Erken vefat etti Nazım Bey. Vasiyeti üzerine atalarının yanında Eyüp Sultan Kabristanına defnedildi. Eşi Halime Hanım ise Ürdün’de vefat etti, Amman’da toprağa verildi.

Resmi tarih kitaplarımızda Osmanlı hep kötülenir. Güzel vatanımızın padişahtan ve sultandan kurtulduğu anlatılır. Allah’tan benim öğretmenlerim hiç bir zaman birini öne çıkarmak için ötekini kötülemedi. Herkesin hakkını verdi. Çünkü bir başka okulda arkadaşım “Osmanlı Padişahları arasında hiç mi iyi olanı yoktur, hep kötülüyoruz? ” dediğinde “teodora” adını verdikleri öğretmenin sıkıntılı anlar yaşadığını anlatmıştı. Sonra öğretmen arkadaşımızı teneffüste yanına çağırarak “Sen resmi ideolojinin tarih kitaplarımızda yazılanları öğren, ama inanma. Gerçek tarihi büyüyünce ihmal etme araştır! Hakikatle yüzleşmekten çekinme!” demiş.

Bir Zamanların Tarihçileri

Doğrusu Feridun Fazıl Tülbentçi’nin radyo sohbetleri ve kitapları, Abdullah Kozanoğlu, Zuhuri Danışman, Ziya Şakir,  İsmail Hami Danişmend, Reşad Ekrem Koçu, Cemal Kutay, Turhan Tan, Bekir Büyükarkın, Mustafa Müftüoğlu ve Nihal Atsız ile Kadir Mısıroğlu’nun çalışmaları gençliğimiz üzerinde tarihe karşı büyük bir alaka uyandırdı. Naima Tarihi ve Ahmet Cevdat Paşa’nın kitapları Osmanlıca vardı, latince yayınlanmamıştı. Geç neşredildi.

Ayşe Osmanoğlu’nun yazdığı ve itibar baskılı “Babam Abdülhamid” de ilgi çekti. Çünkü 2. Abdülhamid üzerinde çeşitli spekülasyon yapılıyor ve gerçek tarih anlaşılmıyordu. İnkılap ve Aka Kitapevleri’yle Tahsin Demiray’ın Türkiye Yayınevi hatıralarla hem yakın tarihi, hem de Osmanlı’yı daha sağlıklı tanımak için birbiri ardından eserler neşrettiler.

Salih Keramet Nigar Bey

Profesyonel gazeteciliğe (1967) “merhaba” dediğim günlerde Halife İkinci Abdülmecid’in özel kalem müdürü( kalem-i mahsusa veya katib-i hususi)) Salih Keramet Nigar ile röportaja gittim.  Şair Nigar Hanım’ın oğlu Salih Keramet Nigar Ortaköy’de, Boğaziçi Köprüsünün hemen ayağının yakınındaki yalısında beni konuk etti. Ancak “Osmanlı Hanedanı’nın çok sayıdaki mensupları halen yurtdışında hayatta. Avrupa’da olan var, Hindistan ve Mısır’da yaşayanlar mevcut. Onlara bir kötülük gelmesinden endişe ediyorum.” diyerek beni eli boş gönderdi. Ben de algıladıklarımı yazdım. Sebil’de neşredildi.

Salih Keramet Nigar’ın Halife İkinci Abdülmecid (Yurdundan nasıl sürüldü, sonra nerelerde yaşadı, ne zaman ve nerede öldü, nereye gömüldü) adıyla bir kitabı yayınlandı.(İnkılap ve Aka Kitapevi-1964) sanırım mevcudu yok, tekrar basılmadı, ancak sahaflarda bulunabiliyor.

Üsküdar Kanaat Lokantasında Tanışma

Üsküdar’da bir değerli Eczacı dostum var. Memduh Cumhur Bey aynı zamanda çok iyi bir Türk Sanat Müziği ustasıdır. İstanbul Efendisi’dir. Zaman zaman bir araya gelerek muhabbet ederiz. Kısa adı İKSM olan İstanbul Kültür Sanat Merkezi’nin Üsküdar Fatih Mahkemesi’ndeki proğramlarının da hamisidir. Mehmet Akif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı’ndaki sorumluluğumu bildiği için Akif’in Beylerbeyi’nde kaldığı bir evden bahsetti;

-İstiklal Marşı Şairimiz Mehmet Akif Ersoy 4 yıl Beylerbeyi’ndeki Şemsi Efendi Sokakta bugünkü 4 numarada oturmuş. Şimdi bu evde bir Osmanlı Prensi oturuyor: Osman Osmanoğlu.. kendisine sizden bahsettim. Şimdi Londra’da. İngiltere’den döndüğünde sizinle tanışmak istiyor. Bir araya gelelim.

Osman Osmanoğlu daha önce yaşadığı İngiltere’den döndüğünü öğrenince bir araya geldik. Vakfımız yönetiminden Mehmet Rüyan Soydan, Sinan Tavukçu, Memduh Cumhur ve bendeniz İstanbul’un yüzakı Üsküdar Kanaat Lokantasında buluştuk. Osman Osmanoğlu daha sonra geldi. Bir İstanbul Beyfendisi her şeyiyle. Kibarlığı asaleti kadar önde biri. Üsküdar Pazarı’ndan alış veriş yapmış o gün. Elinde poşetleri dolu bir halde geldi.

Yadigar Konak’ta Önce Bir Şair, Sonra Bir Prens

Osman Osmanoğlu Padişah Beşinci Murat’ın torununun torunu.  Ali Vasıb Efendi’nin tek erkek çocuğu. Üç de kız kardeşi var. Dede Ahmet Nihat Efendi. Öteki aile bireyi ise Mukbule Sultan.

Yemek sohbeti birbirimizi daha fazla tanımaya ayrıldı. Yemek üzerine konuştuk. Kaymaklı Erzurum kadayıf dolmasını paylaştık tatlı olarak. İlk defa bu lezzetle tanışıyor. Pek de hoşuna gitti.

Yemek sonrası Osman Osmanoğlu heyetimizi evine davet etti. Beylerbeyi’ne gittik.  Yokuşun başındaki Şemsi Efendi Sokaktaki bir konakta oturuyor.  Üç katlı bu konak henüz restore edilmiş. Boğaziçi ayaklarınızın altında. Daha konağın zilini çalmadan girişteki terastan Boğaziçi’ne bakmak keyif üstüne keyif. Nefis bir fotoğraf.

Konağın kapısında bir yazı var ” İstiklal Marşı Şairi Mehmet Akif Ersoy 1908-1912 yılları arasında Tülbentçizade Hacı Necip Efendi’nin sahibi olduğu bu Yadigar Konak’ta oturmuştur.” Kapıdan içeri girince birinci katta bir şirketin ofisi olduğunu anlıyorsunuz. İçerdekiler bize ve Osman Osmanoğlu’na “hoş geldiniz” diyor, selamlaşıyoruz.

“Vatan ve Menfada Gördüklerim ve İşittiklerim “

Merdivenlerden çıkınca bu tarihi konağın içindeki Osman Osmanoğlu’nun dairesine giriliyor. Çok büyük bir dairesi değil konağın. Mütevazi bir salonu ve iki odası mevcut. İlk göze çarpan büyük bir piyano oluyor. Hem de orijinal, antika yani. Osmanlılar son dönemde hem Fransızcaya ve hem de piyanoya özel bir alaka göstermişti. Duvarda asılı değişik ebatta padişah fermanları var. İmza veyahut mührü hemen tanıyorsunuz. Portre ve peyzaj  tablolar genelde akrilik ve yağlı boya olarak çalışılmış antikalar. Tesbihler renk renk ve çeşit çeşit. Vazolar da öyle. Ellemeye çekiniyoruz, çünkü çok nadide eserler.

Sultan Reşad’ın el yazısıyla Mehmet Akif Ersoy’un Çanakkale Şiiri duvarda bütün güzelliği ve haşmetiyle bize bakıyor. Bu seccade de öyle. Padişah seccadesi yani. Bir kitap çalışması var “Bir Şehzadenin Hatıratı.. Vatan ve Menfada Gördüklerim ve İşittiklerim” Osman Osmanoğlu’nun babası Ali Vasıb Efendi’nin hatıraları bunlar. YKY ilk baskısını yayınlamış. Şimdi ikinci baskısı için çalışıyor ve yeni eklemeler yapıyor Osman Osmanoğlu.

Osmanoğlu’nun Sürgünü ve Avrupa’da Bir Sultan

Osman Efendi’yi Nazım Osmanoğlu’ndan bahsettim bir aile dostu olarak sevindi. Mihrimah Sultan’ın kardeşi olduğunu belirtti Nazım Efendi’nin. Beşiktaş’taki bir konaktan bahsetti Osman Efendi:

-Alel acele yurtdışına gidince hiç bir mala sahip çıkılamadı. Beşiktaş’taki konağı bir aile dostumuz üslendi. Kendi evi gibi baktı, kiraya verdi, parasını gönderdi. Çocukları da öyle idi. Dr. Yaşar Bey’den de çok duygulandık. Bugün bu konak satıldı.

-Aileniz Mısır’a gitmişti. Kral Faruk da bir Türk olarak Osmanlı hanedanına alaka gösterdi. Sonra ne oldu?

-Cemal Abdülnasır zamanında çok sıkıntı çekildi.  Bizi dışladı. Zaten yapılacak bir şey de yoktu. Ben Mısır’da okudum ve 4 dilde büyüdüm. Evde Türkçe, okulda Arapça ve Fransızca, sonra İngilizce.

-Osmanlılar hakkında sinema filmleri ve televizyon dizileri yapılıyor. Bilmiyorum izleyebildiğiniz var mı? TRT’de  Münip Senyücel ve Fikret Özkaya Avrupa’da Bir Sultan adlı filminde Sultan Abdülaziz’i anlatır. Daha da önemlisi Osmanoğlu’nun Sürgünü TRT’de yayınlanınca büyük alaka gördü. Kerime Şenyücel yapımını ve yönetmenliğini üslenmişti.

Osman Osmanoğlu tebessüm etti bütün kibarlığını ve asaletini yansıtan. Anladım ki izlemiş. Sevindim. Acaba tepkisi nasıl olacak hem kendisinin, hem de Osmanoğlu’larının? Tavrını ancak konuşmaya başlayınca öğrendim

-Osmanoğlu’nun Sürgünü’nü izledim. Hatta katkı verdim. Yönetmen Kerime Şenyücel bir dostumuz aracılığıyla geldi. Projesini anlattı ve serzenişte bulundu. Kimse öyle pek konuşmak istemiyormuş Osmanoğullarından. Teşekkür etmişler. Bir ürkeklik hissetmiş. Ben aracı oldum, adresler verdim, bir kısmına telefon ettim, bazılarına bizzat gittim. Güzel bir çalışma çıktı orta yere. Akrabalarımız çok dağınık. Avrupa’da olan var. Amerika’da da öyle. Mısır ve Hindistan’da da akrabalarımız yaşıyor. Çok şükür. Türkiye’de de varız.

“Gelor..Gidor! Saray Türkçesidir İstanbul’da”

-Fransa’da yaşayan Osmanoğlullarından Kenize Murad Hanımefendi de bir kitap yayınladı. Sanırım hala vitrinlerde görmek mümkün.

-Doğru Kenize Murat da bir kitap yayınladı. Türkiye’ye de gelip gidiyor.

-Osmanlı Hanedanı’nın bugün için duayeni kimdir?

-Amerika Birleşik Devletlerinde yaşayan Osman Beyazıd Hanedanın reisidir.

-Zaman zaman konuşmanıza dikkat ediyorum, güzel Türkçenizde “gelor, gidor” gibi kelimeler de kullanıyorsunuz. Neden ki?

-Bu bir İstanbul Türkçesidir. Gelor, gidor bir saray dilidir. Unutmadık.

-Sizi etkileyen bir hatıra veya anektodu bizimle paylaşır mısınız?

“Siz Müslüman Mısınız? Diyorlar ..Ne Demek Ben Halife Torunuyum”

-Birgün bize sordular “Siz müslüman mısınız?” Şaşırdım. Demek bize karşı o kadar şartlanmışlar bu insanlar! Üzüldüm. Dedim ki “Benim dedem halifeydi. Tabii ki müslümanız.”

Tülbentçizade Hacı Tahir Efendi’nin Yadigar Konağında arkadaşlar müsade alarak resim çektiler. Giderken sordum Osman Osmanoğlu’na, o da cevap verdi “İngiltere’de finans kuruluşlarında çalıştım. Oradan da emekli oldum. Çocuklarım İngiltere’de yaşıyor. İstanbul’a gelip gidiyorlar. Ancak burada yaşamayı göze alamadılar. Çünkü oraya alıştılar, muhitleri ve işleri de orada. Ben burada mutluyum, akrabalarımla da görüşebiliyorum. İstanbul’u çok seviyorum.”

Osman Osmanoğlu ile yine bir araya geleceğiz. Bir düğünü var. Hele bir aradan çıkarsın, sonra Allah kerim.

AK Sigorta SERBEST KÜRSÜ

Evet, OLUMLU BAKMAK; BÜYÜK DÜŞÜNMEK,  DÜRÜST ÇALIŞMAK.. Aslında  ZOR DEĞİL..
Bu ilkeleri 39 yıl, YAŞADIK..  İnandık ve Yazdık..
ZOR serisinin YEDİNCİ. KİTABI ÜZERİNDE ÇALIŞIYORUM.  Hepsinin adı ZOR,
Yani Aslında ZOR değil; Beyaz Dünya ZOR Değil, Anılar ZOR Değil, Uzayda da Yaşamak ZOR Değil. Ve Sonuncusu; BİR AŞK ROMANI, YAKINDA ÇIKIYOR. Adı; “BU KOLAY DEĞİL.”

Birinci kitaptan hoş görünüze sığınacağıma inandığım küçük bir bölümü aktaracağım;

SAKIP BEYİN CENAZE Töreni için Fatih Camiine ulaşmaya çalışıyordum.

Taksi Şoförüne FATİH CAMİİ dedim,

Ağabey dedi yollar kapatılıyor tam gidemeyiz herhalde.

Fark etmez dedim, gidebildiğin yere kadar.

Başını salladı evet anlamında ve devam etti;

  • – Ağabey Milletçe Başımız Sağ Olsun. Çok Baba bir adamdı.
  • – Evet dedim, başımız sağ olsun.
  • – Bak dedi Ağabey, bütün Zenginlerin BİR ŞEYİ var, bunların ne kendisinde ne ailede hiçbir yanlış yapmadılar,
  • – Doğru söylüyorsun dedim. Yanlış yapmadılar.
  • – Ağabey, dedi kırk yaşlarındaki Taksi Şoförü, BENİM BABAM ÖLDÜ, AMCAM ÖLDÜ BU KADAR ÜZÜLMEDİM, BUNA ÇOK ÜZÜLÜYORUM..

Sesi titremişti, baktım; gözleri buğulanmış, yanaklarına birer damla yaş yürümüştü. Ben de duygulandım. Sustum. O bunu fark etti ve göz yaşlarını daha fazla tutmadı.  Bir kat mendil aldı, sildi gözlerini ve yanaklarını. Resmen ağlıyordu. Konuşamıyordu bile.

Biraz toparlanınca, devam etti;

  • – AĞABEY dedi, Herkes için bir şeyler söyleniyor, onu yaptı, bunu çaldı filan gibi. Bunlar için, ne kendisi ne de çocukları için böyle bir şey duymadık.
  • – Evet dedim. Bak o zaman sana küçük bir şey anlatayım; 1970 yılında BEN ONLARIN BANKASI AKBANK’TA MÜFETTİŞ OLARAK GÖREVE BAŞLADIM. BİZLERE İLK SÖYLEDİKLERİ ŞUYDU; BİZİ DEVLETLE ASLA KARŞI KARŞIYA GETİRMEYİN. VERGİ BORCU GİBİ DEVLET MÜKELLEFİYETİMİZİN GÖZ ARDI EDİLMESİNE ASLA GÖZ YUMMAYIN. DEVLETE NE BORCUMUZ OLACAKSA VAKTİNDE VE TAM OLARAK ÖDENMESİNİ SAĞLAYIN, AMMMA DEVLETİN DE BİZE TANIDIĞI BİR HAK VE HUKUK VARSA ONU DA KULLANIN VE KULLANDIRIN SİZDEN BİR MÜFETTİŞ OLARAK BUNU BEKLİYORUZ
  • – Ne kadar güzel Ağabey, ne mutlu onlara ve size de. TEKRAR BAŞINIZ SAĞOLSUN!..
  • – Teşekkür ederim. Sağol!. Dedim. Sizlerin de hepimizin başı sağ olsun.

Ve inme zamanı gelmişti. Para bile almak istemiyordu. Gözleri buğulu elinde kağıt mendili tekrar yüzüne götürdü ve uzaklaştı.

Çok duygulanmıştım. İki gün önce Mehmet Barlas TAKSİ ŞOFÖRÜ AĞLADI derken bana şaka gibi gelmişti.  Benim Taksi Şoförüm de ağlıyordu. İçten üzülüyordu. O gün bunu bir çok insanda fark ettim.  Halkımız, çocuklar, yaşlılar, kadınlar gerçekten ağlıyordu.

Taksi Şoförünün söyledikleri üzerinde düşündüm. Sonra gördüğüm diğer insanlar, ellerine geçirdikleri TEK KARANFİLİ SAKIP AĞALARINA ATAN, DUA EDEN, GÖZ YAŞI DÖKEN, İÇLERİNDEN GELDİĞİ İÇİN HİÇ BİR ORGANİZE ETKİ OLMADAN CENAZE GEÇERKEN TEKBİR NİDALARI İLE SAKIP AĞALARINI SELAMLAYAN HALKIMIZ, ONLARIN SESLERİ VE DAVRANIŞLARI bana bir şeyi daha hatırlattı.

İNSANLAR SAKIP SABANCI’yı SAKIP AĞALARINI SEVİYORLARDI AMA, SADECE BİR HALK ADAMI OLDUĞU İÇİN DEĞİL, ONLAR GİBİ DOĞAL DAVRANDIĞI İÇİN DEĞİL, belki biraz da bunlar için ama asıl;

DEVLETİ SOYMADIĞI VE SOYDURTMADIĞI İÇİN

Bu çok önemli bir ayrıntı idi. Ne diyordu Taksi ŞOFÖRÜ,

“Ağabey Herkesi bir marifeti çıktı. Bunlar için, ne kendisi ne de çocukları için duymadık”

İşte cenaze töreninde, Sakıp Ağa için gözyaşı dökenlerin, içten sevgi ve saygılarını sergileyenlerin, belki de hiç dikkate alınmayan bir başka gerekçeleri.

Bu aslında Türkiye’nin bir özlemi, bir hasreti, 30 yıldır unuttuğu değerlerin bir hatırlanmasıydı.  Bence Sakıp Beyin renkli kişiliği, sempatisi, popülaritesi yanında Kitlesel Fetihlere neden olan EN BÜYÜK FARKI burada yatmaktadır.

Ne diyordu Taksi Şoförü; “YANLIŞ İŞLERİNİ GÖRMEDİK ve DUYMADIK” 

ADANA’DA VERGİ HATASI…. DEFTERDAR İNANMAK İSTEMİYORDU…

Bu bana bir olayı hatırlattı: 1975′ filandı, ben Akbank’ta Refakat Müfettişi olmuştum.  Bir gün Heyet REİS’i beni acilen Adana’ya  gönderdi. Bir Vergi Hatası yapılmıştı.

Şube Müdürü GÖKALP ATAĞAN’la birlikte Deftardarlığa gittik,  Defterdar Beye durumu anlattık.  Akbank Muhtasar Beyannameyi zamanında vermemişti. Biz de PİŞMANLIK ve DÜZELTME talep ediyorduk. Defterdar şaşkın şaşkın bize baktı;  “GİDİN İŞİNİZE BE KARDEŞİM” der gibi;

“Öyle şey olmaz, bu güne kadar ne Akbank’ta ne de SABANCI’da böyle şey olmadı gidin iyi bakın BEYANNAME MUTLAKA VERİLMİŞTİR

  • – Hayır, efendim dedik, verilmedi.

Adam ters ters kafasını iki yana salladı ve ilgili yetkiliyi yanına çağırdı.

  • – Var mı böyle bir iş? Dedi. Kararlı ve sert bir ifade ile.
  • – Şef ; “Hayır efendim yatırdılar ” dedi. Defterdar bize döndü ve Buyurun Gördünüz mü? der gibi gülümsüyordu.

 Biz ısrarla; Hayır efendim Beyanname verilmedi dedik ve olayı anlattık.  Muhasebeci Beyannameyi hazırladığı sırada bir telefon almıştı. Telefonda ANNESİ’nin AĞIRLAŞTIĞI ve HASTANE’ye kaldırıldığı bildiriliyordu.  Ve Annesi ölmüştü.  Bu haberi alan ve Hastanede annesinin vefatını öğrenen Muhasebeci bir hafta işe gelememiş ve hazırlamakta olduğu Beyanname Kalamozanın arasında kalmıştı.

Sonuçta Beyanname verilememişti. 

Ama;  Defterdar ve işin tam ortasındaki şef de,  bu yıllar yılı vuku bulmamış olaya ihtimal bile vermiyorlardı. Evet, DEVLETE KARŞI VECİBELER ÖYLESİNE DİKKATLE YERİNE GETİRİLİYORDU Kİ AKSİNE BİR DURUM OLUNCA DEVLET BİLE BUNA İHTİMAL VERMİYOR VE ŞAŞIYORDU.

Müfettişliğimiz İlk günündeki talimatı hatırlayınız “BİZİM DEVLETE KARŞI ZOR DURUMDA KALMAMIZA NEDEN OLACAK HİÇ BİR İŞİ YAPTIRMAYIN. İŞTE SİZE MÜFETTİŞLİK TALİMATI.  

Oysa ne PATRONLAR ne talimatlar veriyorlar..

Son örneğini hatırlayınız…  Ne diyor MALİYE; SATIŞ GEÇEN YIL GERÇEKLEŞTİ.. SİZ YALAN SÖYLÜYORSUNUZ…. Oysa kayıtlar satışın gerçekten YENİ YILIN İLK GÜNÜ GERÇEKLEŞTİĞİNİ GÖSTERİYORDU.

İnanmıyorlar… O güven kazanılamamış.. İŞTE; Fark belki de buradaydı!…

Sakıp Bey ekrana çıkıp ta,

ARGADAŞ,  VERR-Gİİ-DEN  DÖÖ-NEE-NİİİİN  GAŞIĞI GIRILSIN” 

dediği gün olay bitmiş ve halkın zihnine kazılmıştır.  Ayrıca öyle veya böyle, Devlete Karşı bir EKONOMİK AYIPLARI da gerçekten duyulmamıştır.

Bence HALKIN Büyük Sevgi ve sempatisinin kökeninde grubun bu hasletleri yatmaktadır. 

Bunları neden anlatıyorum.  Hem Sakıp Beyin Ölümü nedeniyle gelişen duygulardı bunlar, hem de Sakıp Bey için bir özlemi veya yakıştırması vardı milletimizin, derlerdi ki;

O BAŞBAKAN OLSA, TÜRKİYE’NİN SORUNLARI ANINDA ÇÖZÜLÜR !..

Ben de onun Başbakan olamayacağını söylerdim hep..

O Başbakan olsa, daha erken ölürdü kahrından.  İki şekilde kahrederdi.  

Birincisi;  boşuna kürek çektiği için,

İkincisi; etrafındaki KÖTÜ NİYET VE HAİNLİKLERİ, APTALLIKLARI, Beceriksizlikleri daha sık görmek zorunda kalacağı için.

BİR YERDE YÜZÜNÜ KIZARTMAZSAN

ÖTEKİ YERDE ERİRSİN ERİR!..

Yine Bursa’da, bir Uludağ dönüşü, Vali Zekai Gümüşdiş bir öğle yemeği veriyordu. Yemekte, İçişleri Bakanı Mustafa Kalem­li, Turizm Bakanı Mesut YILMAZ, bazı Bürokratlar ve seçkin işadamları da vardı.

Sakıp Bey’in uçağı saat 14.30’da hareket edecekti.

Yemek saat 13.30 sıralarında bitmişti. Ama sohbet derin, konular ilginçti.

Sakıp Bey bana baktı, “Vakit?” diye sordu. “Bir saat,” dedim. Havaalanı 30 dakika mesafede idi. Ve hemen kalkarsak çok rahat yetişecektik.

Bakan Kalemli fark etti, “Hayır, hayır. Kahve içmeden bırak­mayız sizi,” dedi ve ekledi, “Hiç merak etmeyin, sizi almadan hiçbir uçak kalkamaz.” Diğerleri de onu tasdik etti. Türkan Hanım da, “Kahve içelim Sakıp,” deyince kaldık. Ve 20 dakika daha geçmiş oldu. Sonunda kahveler de içildi ve veda merasimini mümkün mertebe kısa keserek yola koyulduk.

Bursa’yı hiç bu kadar kalabalık görmemiştim. Trafik rezaletti. Bir de yağmur vardı. Arabamız ilerleyemiyordu. Sakıp Bey çok sıkılmıştı. Durdu duramadı;

“Türkan Hanım, Türkan Hanım, bir yerde yüzünü kızart­mazsan öteki yerde erirsin… erirsin…

Bak ben şimdi eeeriiiiyoooorum.

Ee-rii-yo-rumm. Halbuki, ‘Gardaşım sağol, kahve içmem,’ deyip yüzümü kızartsaydım, şimdi erimezdim.”

“Sofracıoğlu gardaşım, sen de dinle bak: Bir yerde kızaracaksın ki, öteki yerde erimeyesin. Ee-rii-yo-rum ben. Ne gereği vardı!”

Uçağı gerçekten birkaç dakika bekletmişlerdi. Hemen uçağa alındılar ve İstanbul’a uçtular.

Ben de o günden beri, erimemek için önce gerekiyorsa yüzümü kızartır ve kestirmeden isteğimi, gerekeni söyler ve yaparım. Bu olaydan sonra ben de hiç er

ŞİMDİ BİZLER DE BURADA YÜZÜMÜZÜ KIZARTIP SAYIN GENEL MÜDÜRE AÇIK SEÇİK DİLEKLERİMİZ SÖYLEMEZSEK YARIN MÜŞTERİ KARŞISINDA;    E—Rİ—RİZ….  E—Rİ—RİZ….

Şaka bir yana; son değişiklikleri; gerek teknolojik değişiklikleri, gerekse YÖNETİM-KADRO DEĞİŞİKLİKLERİNİ beğendiğimizi söylemek istiyoruz. 

Hatırlayacaksınız burada;  BÜYÜK İŞLERİN ALINAMADIĞINDAN, Acente olarak YALNIZ Kaldığımızdan filan söz ettik. Şu anda bunların düzeldiğine ve daha da düzeleceğine inancımız tamdır.

Bir örneği sizlerle paylaşmadan geçemeyeceğim;

CUMARTESİ GÜNÜ ÖNEMLİ BİR İŞ İLİŞKİSİ FIRSATI ÇIKIYOR..

OFİSE GELİP BİR MESAJ YAZIYORUZ..

PAZARTESİ ilk fırsata BÖLGENİN yardımını almaya çalışıyoruz. İstediğimiz, sadece bir uzman  desteği. 

ON DAKİKA SONRA Bizzat Bölge Müdürümüzden cevap alıyoruz.. ÇOK NAZİK BİR ŞEKİLDE DİYORLAR Kİ;

  • – BU GÖRÜŞMEYE BEN DE KATILABİLİR MİYİM?.

İşte gözlerimizi yaşartan iş anlayışı, dahası var.. Bir kaza geçirmişiz, kolumuz kırık, ama bu ziyareti de yapmak lazım. TAKSİYLE Müşteriye gidiyoruz.. BÖLGE MÜDÜRÜMÜZÜN ARABASI KAPI ÖNÜNDE Bekliyor…  Böylesine içten böylesine mütevazi ve işini bilen bir BÖLGE MÜDÜRÜ.. Bu bir şanstır.. İnşallah hep birlikte İYİ KULLANACAĞIMIZ BİR ŞANS Olacak ve BÜYÜK İŞLER DE ALACAĞIZ….

Biz beğenmediğimiz tarafları da her zaman açıkça söyledik ve söyleriz..

Ama bunları da söylemek gerekir.  Aksi halde haksızlık olurdu..

TEŞEKKÜR EDİYOR SAYGILAR SUNUYORUM…

 

 

Gerçek Soruna Sahte Çözüm Bulmak

0

Bir meydan muharebesine katılmışız gibi güvenlik kuvvetlerimiz şehit oluyor. Yetkililer ‘nefretle kınıyoruz, üzülüyoruz / o halde oturuyoruz‘ mesajı veriyorlar. Çünkü bu kalıpların fiili olarak ürettiği algı budur. Böyle bir durumda eyleme dönüşmeyen her söz bitmeyen hikâyedir.

Uluslararası Güçler Tehdit Ediyor: Eğer bir örgüt sınırları aşarak uluslararası düzeyde sığınma, barınma ve örgütlenme imkânı buluyorsa, finans kurumlarına, yayın kuruluşlarına sahipse, saldırı düzenliyor ve katliam yapıyorsa bu örgütün arkasında uluslararası güçler vardır. PKK terör örgütü ve uzantıları ilan edilen savaşın sadece taşeronlarıdır. Gerçek bu. Peki, sizlere soruyorum. Bu terör örgütünün arkasında yer alan güçlerin kimler olduğunu, hangi yardımları yaptıklarını, silah ve uyuşturucu malzemelerini nasıl temin ettiklerini ve intikalini nasıl sağladıklarını, finans ve mühimmat yardımını kimlerin yaptığını, dağda yaralanan teröristleri kimlerin tedavi ettiğini her hangi bir yöneticinin açıkladığını gördünüz mü? Bu açıklama yapılmadığı sürece söylenen her şey bitmeyen hikâyedir. Seçimden sonra Ankara’ya karşı Diyarbakır gösterisi, ardından özerklik ilanı, 13 şehit ve yaralılar; sizce bunların hepsi bir tesadüf mü? Bu olay, yerel ve uluslararası güçlerin, siyasi iktidara BDP’yi istediği şekilde TBMM’ye al, sürece uygun düşen kararları çıkar, yoksa hâ, selamıdır!

Önce Federasyon Sonra Bağımsızlık: Ülkemizde etnik bölünme sosyolojik olarak imkânsızdır. Çünkü toplum bütün yerleşkelerde içiçe yaşamakta, aynı değerleri, tarihi kaderi paylaşmakta ve akrabalık bağları kurmaktadır. Etnik ayrımcılık üzerinden devlet inşa etmek isteyen yerel ve uluslararası ustalar bu gerçeği gördüler. 1993 Ağustos ayında Irak’ın Kuzeyi’nde iki kürtçü oluşumun birleşerek gerçekleştirdikleri Kürdistan Birlik Partisi şu kararı aldı: Federasyon, bağımsızlığa geçişin daha kolay yoludur. Federasyondan bağımsızlığa geçişi AB ülkeleri de kabul eder. Öyleyse önce federasyon sonra bağımsızlık amaç olmalıdır. O günden bu tarafa siyasi değerler üzerinden yerel ve uluslararası mutfakta pişirilen politika budur. 2001’den itibaren izlenen politikaların tümünün markası bu mutfağa aittir. İsterseniz her iki tarafın söylediklerini karşılaştırın.

Eştoplumlaştırıcılık ve Çoketnikli Politikalar: Açılım talebinin ve politikasının siyaset dilindeki adı: Eştoplumlaştırıcılık ve çoketnikli modeldir. Bu modele göre etnik çatışma ve bölünme potansiyeline sahip olan devletlerin izlemesi gereken yol: Eştoplumlaştırıcı demokrasi teorisinin siyasi uyum stratejilerdir. Milli devlet içinde çok milletli demokrasi şeklindeki seçenek, bir devlet içinde birkaç milletin eşit ortaklığına dayanmalıdır. Bu model, çok milletli bir devletteki etnik ve kültürel grupların siyasi uyumu için gerekli koşulları sunar. Birçok devlet çok milletli olduğu için eş toplumlaştırıcı model, milliyetçilik probleminin olduğu bu devletler için liberal bir modeldir. Bu model birçok ülkede kullanılmış, her kullanıldığı yerde sistem çökmüştür. İşte bu nedenle modeli ihraç eden Batılı devletler, başarısızlığın nedenini modelin iyi uygulanmadığına bağlayarak iki şart daha eklemişlerdir: (a) Devlet içinde yer alan hiçbir millet yürütme veya yasamada çoğunluk teşkil etmemelidir. (b) Her millet kendi alanı içinde özerklik araçlarına sahip olmalıdır.

Basitleştirilmiş formül çerçevesinde, belirtilen modelin pek çok milli devletin yaşadığı sorunu çözeceği ileri sürülerek sistemin tanımı şu şekilde yapılmaktadır: Bu durum tipik olarak çok milletli koalisyon hükümetlerini veya federalizm ya da değişik milletler için yetki devri yoluyla merkezi hükümette veya merkezde orantılı şekilde milletlerin temsilini bünyesinde barındırır. Çözüm numarası altında anılan zümrenin ülkemize layık gördükleri durum ve sistem budur. Ülkemizde ileri demokrasi ve uyum adına icat edilmiş ‘Kürt sorunu’ üzerinden Boşnak, Laz, Çerkez ve Türk şeklinde yapılan amaçlı sıralamayı anılan kesimlerin içinde yer alan siyasilerin, aydınların ve bürokratların, PKK terör örgütü ve sivil görüntülü uzantıların ağızlarını her açtıklarında telaffuz etmeleri tesadüf değildir. Bazılarının açıkça bazılarının ise üstü örtük ve ince bir şekilde önerdikleri model budur. Federalizm / özerklik, başkanlık sistemi gibi kavramlar altında pişirilen ve önümüze konulan çözüm budur.

Sorun Gerçek, Çözüm Sahte: Evet, bu ülkede bölgesel ve uluslararası güçlerin tezgahladığı, birilerinin de göz kırptığı bir terör sorunu var. Bu sorun, gerçek bir sorundur. Ancak bazen açık, bazen üstü kapalı olarak önerilen çözüm sahtedir. Çünkü Türk Milleti, bir kabile toplumu değildir. Ortak kültüre dayalı bir milli devlettir. Sayılan kesimlerin tümü, aynı kültürün ve aynı tarihin insanlarıdır. Bu fitneyi üretenlerin derdi, demokrasi değildir. Bunların derdi kargaşa üreterek Türk Milleti’ni acze düşürmektir. Öyleyse toplumu soysuz değişmelerin açık pazarı haline getiren bu sürecin aktörlerine ve saz arkadaşlarına karşı direnmek milli ve tarihi görevdir.

 

Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Milletvekillerimizin dikkatine

0

Gerek bir çok tv kanalında yayınlanan Devr-i alem belgesel tv programı ve gerekse gazetemizde yazdığımız haberleri sonuna kadar takip edip sonuçlandırmayı bir görev bilmekteyiz.
Belgesel çekimleri ve haberlerimizi yerinde araştırıp tarihe not düşmekte ve zamana noterlik yapmaktayız. Bu çerçevede  yaptığımız araştırmaları bir belge olarak gelecek kuşaklara aktarırken yetkililerin de dikkatine sunarak çözümüne katkı sağlıyoruz..
Hafta sonu gazetemizi ziyaret eden Ak Parti Kocaeli milletvekili ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Çevre Araştırma Komisyonu üyesi Zeki Aygün bey ile yaptığımız görüşmede  kendisi bizden yazılı bilgi istedi.
Ayrıca Dilovası OSB’nin iftar yemeğine katılan  Kocaeli Valisi Ercan Topaca’da konuyla ilgili yazılı bilgi notu istemişti. İstenilen bilgi notlarının özetini bu gün sizlerle bu köşede   paylaşırken, Bu bilgileri Cumhurbaşkanı sayın Abdullah Gül ve Başbakan sayın Tayip Erdoğan’a da bildirmeyi bir görev kabul ettik.
* Köylerin Sorunları ve Çözüm Önerileri
1. Kocaeli bölgesi ve Köylerde 500 yıllık tarihi mezarlıklar çok perişan, sahipsiz ve definecilerin işgalinde. Tarihi mezarlıklar tespit edilip, Valilik, Özel İdare, Orman Müdürlüğü ve Büyükşehir Belediyesi tarafından temizletilerek sahip çıkılıp, Jandarma’da definecileri  sıkı takip edebilir.
2.  Kocaeli Köylerinde yaşayan  koyun sürüleri sahipleri bazı Organize sanayi bölgeleri, taş ocakları ve bazı resmi ve özel kurumların  baskısı altında bulunmakta. Devlet ve hükümet  hayvancılığı  teşvik ederken Kocaeli ve Gebze bölgesi köylerinde hayvancılığın yok alması önlenmeli ve Koyun sürüsü sahipleri teşvik edilmeli.
3. Kocaeli ve Gebze bölgesinde başta Koyun sürüsü sahipleri olmak üzere köylülerin çeşitli  nedenlerle Orman idaresinin mahkemeye vermesi ile köylüler büyük sıkıntı içinde. Valilik olarak orman idaresi ile bir çalışma yapılıp köylerde mera bölgeleri ihdas edilerek koyun  sürüleri  sahiplerine sahip çıkılarak hayvancılık ve köylülerin desteklenip yaşatılması için  özel bir çalışma yapılmalı.

* Kocaeli’de Yörük Kültürü Yaşatılmalı.
4. Gebze Sığırlık merasında  600 yıldan beri Yörükler çadırlarda hayvancılık yapmaktadır.  Yakın bir geçmişte Sığırlık merasında 60 yörük çadırı bulunmaktaydı. Sığırlık merasında bugün sadece 10 yürük çadır kalmış. Yörükler bu bölgeden çam fidan dikimi yapacağı için Orman Müdürlüğü tarafından çıkartılmak isteniyor. Bu tarihi yörük Kültürü sığırlık   bölgesinde yaşatılmalı. Sığırlık merasında çadırlarda hayvancılık yapan yörükler  tarih ve kültür mirası olarak Devlet tarafından koruma altına alınıp yaşatılmalı.. 
*Köy kültürü yaşatılıp gençlere sevdirilmeli.
5. Manav köyleri ve Manav kültürünü araştırmak için 700 yıl önce kurulan, İzmit, Kandıra, Derince, Körfez, Dilovası, Gebze’deki  Manav köylerinde bilimsel araştırma yapılmalı. Köy hayatı yeniden canlandırılıp  köy kültürü yaşatılmalı. Şehir merkezlerinde okuyan İlköğretim okulu öğrencilerine köy hayatını öğretmek ve sevdirmek için İl Milli Eğitim Müdürlüğü  tarafından köy gezileri düzenlenmeli. Köylerdeki tarihi eserler, konaklar, çınar ağaçları, çeşme ve tarihi değere sahip eşyalar koruma altına alınmalı. 
Evet sonuç olarak biz gazeteci ve televizyon belgeselcilik görevimizi yerine getirdik. Bundan sonra bu sorunların çözümü için ilgili ve yetkililerden cevap bekleyeceğiz. Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Milletvekillerinden alacağımız cevabı Sizlere bu köşede paylaşacağız.

Coğrafya Yorgunu

Açe nere Dolmabahçe nere Sultanım !
Hani yamacı yorgunluğu yüreğinin…
Al beni de götür Sultanım!
Gömüldüğün yere.

Mombassa olmasa Bursa kör olurdu .
Çünkü yeşilin yengesi yağmur ,
Ve samyeli olsa olsa …
Aktör olurdu .

Gücenme bize Gücerat ve güvenme ,
Biz Zengibar’lı zenci bile değiliz !
Ve ziller bizim için çalıyor ,
Vakitsiz sevinme .

Ey Otranto otobüs durağı yolcuları !
Yani ey yeni Gedikistanlılar !
Sizi Sahra anlar onu Etnadağı,
Medd ü cezirde çöl suları.

Ve Tebriz’li dilberin tarihe yanıtı ,
Tarık dağın dağ Tarık’ın kimedir?
Tahammül takvimi en kati kanıtı,
Kumar, Karavel ve Kolomb aşkına dikilmiştir .
HÜRİYETİNİ KAYBEDENLERİN ANITI !..

“Anadolu’daki 8 Bin Yıllık Türk Tapusu”

0

Prof. Dr. Ahmet Taşağıl, Türk tarihinin M.Ö. 2259 tarihinden başlatılabildiğini söylüyor ve kaya resimlerine bundan daha fazla bir ömür biçemiyor. Fakat KAZIM MİRŞAN, 30 bin yıl öncesine kadar gidiyor….’Alman araştırmacılar, Hakkari’deki Gevaruk Yaylası kaya resimlerinin sekiz bin yıl önce çizilmeye başlandığını söylüyor.’

“Asya’da 250’den fazla kaya resmi alanı var. Bunların 30 tanesi Anadolu’da…

“Bütün motiflerde Gök kültü var. Gobi çölündeki motiflerde AY YILDIZ var. Yine hayat ağacı ve elinde kadeh tutan kadın veya erkek motifleri her alanda var. Hayat ağacı, geyik boynuzu ile temsil ediliyor. Zaten bütün alanlarda ağırlıklı olarak en çok geyik ve keçi resimleri var.

“Hiçbir kaya resmi alanında Tanrı resmedilmemiş. Kök Tengri inancının çok eski bir temeli olduğu anlaşılıyor.

“Yazıya bu kaya resimlerinden sonra tamgalarla geçiliyor. Tamgalar alfabeye dönüşüyor. Eski Türk alfabesinin 28 harfi kaya resimleri alanında açıkça görülüyor. Servet Somuncuoğlu,…’64 kaya resmi alanında Türkçe yazı dışında hiçbir yazıya rastlamadık’ diyor.

‘Karlı dağların ardındaki sır’ çözülmesine çözülmüştü ama Servet Somuncuoğlu bunları yeterli görmüyordu. Dünya bilim literatürüne Orta Asya’da 10 bin kaya üzerindeki 100 bin resmi kazandırmak ona yetmezdi. Rusya, Moğolistan, Kazakistan, Kırgızistan, Azerbaycan ve Türkiye’de 138 gün çalışmış, sadece çekimler 93 gün sürmüştü.

 “Saymalıtaş’a TRT ekibinden önce, dünyada başka hiçbir televizyon ekibi gitmemiş ve kaya resimlerini görüntülememişti. Araştırma devam edecekti.” (Arslan Bulut, Yeniçağ, 10 Aralık 2007)

Bütün bu çok değerli alıntılar gösteriyor ki: Anadolu’da Türk tarihi 1071’de başlamamıştır. Anadolu, söylenenlerin aksine binlerce senedir Türk vatanıdır. Nitekim aşağıdaki iktibasımız da bu gerçeği ortaya koyar mahiyettedir:

“Öntürklerin yalnız Orta Asya kökenli değil, aynı zamanda Doğu Anadolu / Mezopotamya kökenli oldukları yönündeki ciddi tarih tezleri tartışılmaktadır. Sümercenin Türkçe ile akrabalığı kanıtlanmıştır. Hitit uygarlığının en önemli beslenme kaynakları olan Hurrilerin ve Mittanilerin Türkçe gibi bitişken dil konuştukları da tarih ve dil uzmanları tarafından oybirliğiyle saptanmaktadır.

Doğu Anadolu uygarlığının daha sonraki halkasını oluşturan Urartuların dili de bitişkendir. İskitler (Sakalar), Sarmatlar, Utrigurlar, Oturogurlar, Guzlar, Kıpçaklar (Kumanlar) gibi Türk veya Türklere akraba kavimlerin özellikle serpintileri de kuşkusuz Doğu Anadolu’nun nüfus yapısını etkiledi. Bu saptamaları hesaba katmasak bile, Uzlar (Oğuzlar), Peçenekler gibi Türk topluluklarının Bizans zamanında Anadolu topraklarına geldikleri biliniyor. Bu nedenlerle Anadolu’ya 11 ve 13. yüzyıldaki iki büyük göç dalgasından önce de Anadolu’nun yerli halkları içinde özümlenmiş olarak veya öbekler halinde yaşayan bir Türk mirası vardı.

“Türkler ve Kürtler, bu derin geçmiş bir yana, binyıldan bu yana Selçuklu ve Osmanlı feodal imparatorlukları içinde birlikte yaşamış, birbirine karışmışlardır. Bir kısım Kürt Türkleşirken, Kürt nüfusun içinde kalan bir kısım Türk aşiretleri de Kürtleşmiştir. Ancak aşiret adları hala Türkçedir. – Bu konuda bkz. Ziya Gökalp, Kürt Aşiretleri Üzerine Sosyolojik Tetkikler. Sosyal Yayınlar, İstanbul. – ” (Doğu Perinçek, Milliyetçilik ve Devrimcilik, Teori, Şubat 2008, s: 10)  

Demek ki, Türklerle Kürtler, et ile kemik gibidirler. Ayrılması ve ayrışması mümkün değildir. Kürtlerin ataları diye ileri sürülen kavimler; karşımıza Proto – Türkler / Ön – Türkler olarak çıkmaktadır. Fakat, köklü tarih bilgisinden mahrum, nesil ve kuşakların arasına yazık ki, dış güçler ve içteki gafillerce, ayrılık tohumları ekilmekte: Aynı vatanda aynı dili konuşan, aynı dine inanan insanları, birbirine düşürmek istemektedirler.

“Hülasa Türkler’le Kürdler (en az) bin senelik müşterek din, müşterek tarih, müşterek bir coğrafya neticesi olarak hem maddi, hem manevi bir surette birleşmişlerdir. Bugün ise müşterek düşmanlar, müşterek tehlikeler karşısında bulunuyorlar. Bu tehlikelerden ancak müşterek bir azm ile kurtulabilirler. O halde büyük bir kanaatle diyebiliriz ki bu iki milletin birbirini sevmesi her iki taraf içün hem dini, hem siyasi bir farizadır.

“Kürdler’i sevmeyen bir Türk varsa Türk değildir. Türkler’i sevmeyen bir Kürd varsa Kürd değildir.” (Ziya Gökalp, Türklerle Kürdler * Teori, Şubat 2008, s: 68)

* “Küçük Mecmua” nın; Diyarbekir, on şevval sene 340 Pazartesi, 5 Haziran Sene 338 (1922) tarihli 1. sayısından (s. 7 – 11) alınmıştır.

Bölücülükle Mücadelede Yeni Durum

0

Hükümet galiba “Kürt Açılımı” veya “Milli Birlik ve Beraberlik Projesi”nin terör meselesini bitirmeyeceği kanaatine vardı. AKP’ye yakın yazarlara bakılırsa “terörle mücadelede hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.”

Ancak terörle mücadele başka, bölücülükle mücadele başka. Bölücülükle mücadele yasama, yürütme, yargı ve medyanın birlikte yapması gereken daha kapsamlı bir alan.

Terörle mücadele için özel eğitimli emniyet kuvvetlerinin devreye sokulması planlanıyor. Böylece pasif mücadele yerine, terör örgütü mensuplarını nokta operasyonlarla etkisiz hale getirmek hedefleniyor. Tabii ki bu, askerin Irak’ın kuzeyindeki kamplardan başlayacak bir alan hâkimiyetini sağlamasından sonra yapılabilecekti. Bunun için Kandil bombalanmaya başladı.

Bu yeni strateji, TSK’nın terör örgütünü askeri anlamda mağlup ettiği, 1999′ da başarılı olmuş anlayışa benziyor. Ancak 1999’dan bu yana köprülerin altından çok sular aktı:

•v ABD’nin Irak’ı işgali, Kürtlerin Irak’ta ABD’nin tek müttefiki haline gelmesiyle, PKK Irak’ın kuzeyinde himaye ve desteğe mazhar oldu.

•v 1999 öncesi yapılan mücadelede “yasa dışına çıktığı, faili meçhullere imza attığı” gerekçesiyle özel kuvvetler mensupları ve “alan hâkimiyetini” sağlayan Türk Silahlı Kuvvetlerinin çok sayıda komutanı halen “terör örgütü üyesi” olmak suçlamasıyla tutuklu yargılanmakta.

•v Terörle mücadele eden birliklerin verdiği şehitlerin acısını yaşayamadan, komutanlarının sevk ve idarede hatalı oldukları haberleri gündemi meşgul ediyordu. TSK, moral motivasyondan mahrum bırakılmaya çalışılıyordu. “Türkiye’nin 30 yıldır PKK’yı yenemediği, terörle mücadeleden başarı ile çıkmanın imkânsız olduğu” propagandası ile beyinler yıkanmaktaydı.

  • v Terör yeniden azarken bölücü siyasete hizmet eden sivil toplum hareketleri ve medyadaki bölücü propaganda faaliyetleri de yoğunlaşmıştı. “Terörle bir yere varılamaz” ifadesinin boş olduğu, terörün bölücü faaliyetlerin canlanması, siyasi isteklerin yerine getirilmesi için bir araç olarak kullanılabildiği görülmüştü.
  • v Terörle mücadeleden vazgeçilmemesi gerektiğini söyleyenler “savaş yanlısı“, “terörden nemalananlar” olarak damgalanmaktaydı. Medya, ayrılıkçılara hizmet eden kalemşor ve sözde aydınların tek yönlü propagandasının aracı olmuştu.
  • v Tek çözümün terör örgütünün, siyasi uzantıları ve yandaşlarının taleplerinin karşılanması olduğu, bunun için tarafların müzakere etmesi gerektiği kabul ettirilmişti. Ağırlaştırılmış müebbet hapis hükümlüsü teröristbaşı ile devlet yetkilileri İmralı’da birçok konuda “mutabakata” varmıştı. Bu hükümlü, İmralı’dan örgütünü yönetmeye devam ediyor, örgüt O “dur” deyince duruyor, “vur” deyince vuruyordu. Ve teröristbaşına “sayın Öcalan” diye hitap edenler çoğalmıştı. Bu sözü sadece BDP’lilerden değil, AKP milletvekilinin ağzından duyduğumuzda dahi şaşırmıyor, tepki göstermiyorduk.
  • v Türkiye adeta taşların bağlandığı, köpeklerin serbestçe dolaştığı bir ülke konumundaydı.

Seçimlere kadar saldırılarını kısmen durduran PKK, seçimlerden sonra inanılmaz bir azgınlıkla saldırmakta. Her gün 5-10 şehit cenazesi kaldırılmaya başlanınca hükümetin tavrı sertleşti, netleşti. Askeri alanda terörün mağlup edildiği 1999′ daki yöntemleri hatırladı.

Hükümet “Kolektif haklar vererek terör örgütüne silah bıraktırmak mümkün değilmiş” görüşüne vararak, özel kuvvetlerin devreye sokulması, Kandil bombalamaları ile başlayan yeni bir süreci başlattı.

Ancak özellikle AKP iktidarından bu yana köprülerin altından akan suları tekrar geriye akıtmak mümkün olacak mı? Şu soruların cevaplarını bulmak önemli:

  • Ø TSK’nın elini kolunu bağlayan düzenlemelerden vazgeçilip alan hâkimiyetini sağlaması için “güvenlik öncelikli” kararlar alınabilecek mi?
  • Ø Polis’in “terörle mücadele” birimi, terör örgütü olduğu iddia edilen “Ergenekon, Balyoz” ve benzeri olaylarda gösterdiği izleme, dinleme, görüntüleme faaliyetlerindeki başarısını, PKK ile mücadeleye destek olmakta da gösterebilecek mi?
  • Ø Özel kuvvetler nokta hedeflerde teröristleri etkisiz hale getirme görevi esnasında, ileride “yasa dışına çıkmakla suçlanacağı” ihtimalini düşünerek çekimser davranır mı?
  • Ø Medyada PKK propagandası yapanlar serbestçe bu eylemlerine devam edebilecek mi?
  • Ø BDP Meclis’te bağımsız bir Türkiye partisi gibi faaliyet gösterebilecek mi? PKK’nın şehir yapılanmaları; KCK, DTK gibi federe devlet alt yapısı olarak planlanan organizasyonlar yasal sayılacak mı? Özerklik ilanı yapanlara, sivil itaatsizlik eylemcilerine devletin tavrı yine hoşgörülü olacak mı? BDP’li Belediye Başkanları devlete yine “hastir” çekebilecek mi?
  • Ø Yeni Anayasa yapılması sürecinde bölücülere ima yoluyla da olsa ümit verici vaatler verilmeye son verilecek mi?
  • Ø Bölücülerin silahlı/ silahsız propaganda yaparak bölge halkını etkilemesi önlenebilecek mi? Bölgede devlet otoritesi tam tesis edilip, seçimler PKK tehdidi altında yapılmaktan çıkarılabilecek mi?
  • Ø 30 yaş altı Kürt gençleri arasında bağımsız Kürdistan isteyenlerin oranı hayli yükseldi. Bu gençlerin topluma entegrasyonu için politika üretilebilecek mi?
  • Ø “Arap Baharı” türü ayaklanmalara olduğu gibi, “sivil itaatsizlik” eylemlerin için dışarıdan gelebilecek desteklere karşı devlet olarak yeterli tedbirler alınabilecek mi?
  • Ø Şehirlerde artacak terör eylemleri ile Batıdaki insanımızın “ne pahasına olursa olsun terör bitsin” çaresizliğine düşmesi önlenebilecek mi?
  • Ø TSK başörtüsünden iç düşman üretme anlayışından nihayet uzaklaştı. Bakalım bazı siviller TSK’yı düşman görme ve muhalif herkesten terör örgütü üretme gayretinden vazgeçebilecek mi?

Bu sorular bile meselenin ne kadar çetin ve çetrefilli olduğunu göstermeye yeterlidir.

Her şeye rağmen Hükümetin seçim sonrası geldiği nokta, öncekinden daha iyidir. Doğru kararlar alınırsa netice almak mümkündür. Zorluklar vardır, fakat imkânsız değil.

Yeter ki, terörle mücadele edecek güvenlik kuvvetlerimizin yanında, “bölücülükle mücadele” için siyasiler ve medya üzerine düşeni yapabilsin.

Bir İnanç Dayanışmasında Dursun Ali Çemberci

İstanbul Türkocağı’nın Çemberlitaş’taki bir Cuma etkinliğinde Dursun Ali Çemberci rahmetli’ye bir vefa toplantısı düzenlendi. “Kimdi Dursun Ali Çemberci?” diyeceksiniz haklı olarak. Bir politikacı, bir sanatçı, bir edebiyatçı, bir sporcu, bir akademisyen, bir müteşebbis miydi? Hiç biri değil. Ama bütün bu sektörlerden dostu vardı, onların yanında itibar sahibiydi. Saygı görürdü.

O gün Türkocağı’nın konferans salonu yine doluydu. Üniversiteli gençler yine çoğunluktaydı. Dursun Ali Çemberci’yi tanımaya gelmişlerdi. Çemberci Ailesi de teşrif etmişti bu vefa toplantısına. Konuşmalar başladı birbiri ardından, daha yakından tanıma fırsatı buldu konuklar, dostları ise Dursun Ali Çemberci’nin henüz keşfedemedikleri özelliğini farkettiler. Erzurum eski Milletvekili ve MTTB Başkanı Rasim Cinisli’nin bu eskimez dostuyla ilgili anlattıkları dikkat çekiciydi;

“Dursun Ali Çemberci 2. Dünya Savaşı’nı yaşamadı. Ancak 27 Mayıs Askeri darbesini yaşadı. Bu askeri müdahale hem Türkiye’nin, hem de insanlarımızın hayatını etkiledi. Devletlerin dostluğu değil karşılıklı menfaatleri vardır.”

Bir Askeri Darbenin Hatırlattıkları

 O gün bu askeri darbeyi başta ABD olmak üzere batılı ülkeler de, Sovyet rejimi içindeki devletler de desteklemişti. Cem Yayınları’nın “Sovyetlerin Gözüyle 27 Mayıs İhtilali” adlı kırmızı kaplı derleme kitapta, eğer askeri müdahale olmasaymış, Türkiye gericilerin eline geçecek, irtica kontrolden çıkacak kadar tehlike arz edeceği anlatılıyordu çeşitli yazarlarca. Yassıada Mahkemesi kararlarının da adil olduğu savunuluyordu. Bir değerli başbakan ile iki kıymetli bakanın idamının da yerinde bir karar olduğuna işaret ediliyordu! Öteki Demokrat Partili bakan ve milletvekilleriyle diğer yetkililere verilen cezaların az bile olduğu ileri sürülüyordu! Oysa DP döneminde genelkurmay başkanı orgeneral Rüştü Erdelhun’un dahi rütbesi sökülerek er yapılmış, çok sayıda üst rütbeli subay da emekli edilmişti.

O yılları hatırlayanlar sokakların bile siyasetle uğraştığını, üniversitelerin birer ateş topu olduğunu, her yanı yaktığını, halkın keskin uçlu gruplar haline getirildiğini, bir bölümünün “kuyruklar ” diye dışlandığını, bir sinema şeridi gibi gözlerinin önünden akıp gidecektir. O günkü mahut medyaya göre de üniversiteli gençler kıyma makinalarında çekilmiş, çoğu katledilmişti! Üniversiteler sol görüşün eline geçmişti ve “gerici avı” başlatılmıştı her yanda. 27 Mayıs askeri müdahalesi bir cunta hareketi olarak sürüyordu.

Toprak Dergisi Sahibi milliyetçi yazar İlhan Egemen Darendelioğlu ölüme mahkum edilmişti. İstanbul Üniversitesi’ndeki Halk Mahkemesinde! Küba lideri Fidel Kastro’nun adını alıyordu bazı gençler. Kastro Nuri buna bir örnek. Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil taciz edilerek istifa ettiriliyordu. Tamı tamına bir terör havası estiriliyordu.

Hukuk Anfisinde Alkış Tufanı

Bir gün İstanbul Hukuk Fakültesindeki tahtaya sol mesajlar yazılmıştı. Kimse de onu silmeye cesaret edemiyordu. Anfide 2000 kadar öğrenci vardı. Ama iri yarı, babayiğit biri çıktı dersle alakası olmayan o mesajı silince bütün anfi ayakta alkışladı bu delikanlıyı. Demek sayısal çoğunluk askeri darbeye arka çıkanlarda değildi. Milliyetçi gençlerdeydi. İşte o gün milat oldu milliyetçi gençlerin birlikteliği için.

Milliyetçi gençlerden Rasim Cinisli, Nevzat Kösoğlu, Mehmet Niyazi Özdemir, Dursun Ali Çemberci başta olmak üzere Marmara Kıraathanesinde toplandılar. Durum değerlendirmesi yaptılar, neden derslere sokulmadıklarının. Kadir Mısıroğlu’nun Süleymaniye Kirazlı Mescid’de bir yurdu vardı, İstanbul Hukuk Fakültesi’nin hemen arkasında. Milliyetçi öğrenciler burada kalırdı genelde. Dursun Ali Çemberci bu yurttaydı. Ulubatlı Hasan gibi civanmert görünüşlü,  Anadolu Hisarı gibi keskin ve sert bakışlıydı. Gölgesi bile korkutmaya yeter de artardı bile. Gözlerinde ise İstanbul’un fetih ideali vardı. Yiğit ama merhametliydi.

Üniversiteli Gençler arasındaki kavgalarda Dursun Ali Çemberçi’yi görenler geri çekilirdi ister istemez. Bir çatışma da büyümeden sona ererdi.

Sorun Çözecek Devlet Adamı Eksikliği

12 Mart muhtırası da antidemokratikti. Yasal hükümeti bu muhtıra düşürdü. Kriz meydana getirdi ülkede. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç ve Birinci Ordu Komutanı Orgeneral Faik Türün hız kazanan komünizmin yayılmasına mani oldular. Ancak talebe hareketleri istenmeyen boyutlara geldiğinde bir milletin cevheri olan neslimiz boş yere heba edildi. Gençler biribirine vurduruldu. Millet iradesiyle işbaşına gelen siyasi iktidarlara hükümranlık hakkı verilmiyordu cuntalarca. Öte yandan da ABD Barış Gönüllüleri adı altında batılılar doğuda fitne ekiyordu. Uluslararası terörün bir parçası olan Ermeni terörü, PKK terörüyle birleşmiş, aralarına marksistleri de alarak bütün ülkede terör estiriyorlardı.

İşte böyle bir dönemde yaşamak var ya, ikinci dünya savaşını yaşamak kadar ders alınacak boyuttaydı. Üstelik ülkede sorunların üstesinden gelebilecek, iç barışı sağlayacak devlet adamı sıkıntısı da çekiliyordu. Dursun Ali Çemberci ve arkadaşları böyle bir dönemi yaşadılar gençliklerinde. Güçlü bir dayanışma kurdular. Üniversite öğrencilerinin sivil toplum kuruluşlarında ve bir üst kuruluşu olan MTTB’de de birliktelikleri güç kazandı.

Yaprak’tan Ötüken’e, Veznecilerden Nuruosmaniye ve Beyoğlu’na

Dursun Ali Çemberci Vezneciler Caddesi üzerinde bir grup arkadaşıyla birlikte Yaprak Kitapevi’ni kurdu. Biraz ilerisinde ise Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Kitap Kitapevi vardı. Fen Fakültesi’nin karşısındaki bu mütevazi kitapevi üniversite gençliğinin mektebi gibi olmuştu. Zemin kattaki bu yayınevine birkaç merdivenle inilirdi. Daha sonra Ötüken Yayınevi ismini alacak olan bu girişim önemli kitap yayını da gerçekleştirdi. Sezai Karakoç’tan  İslamın Dirilişi, Necip Fazıl’dan Ulu Hakan Abdülhamid Han, Peyami Safa’dan Sözde Kızlar, Bir Tereddüdün Romanı benim de o yıllarda tanıştığım, okuduğum yayınlarıydı. Yaprak Kitapevi daha sonra Ötüken Yayınları olarak Cağaloğlu Nuruosmaniye Caddesine taşındı. Halen de Beyoğlu İstiklal Caddesi üzerinde faaliyet gösteriyor.

Toplantıda MTTB eski başkanları Rasim Cinisli ve İsmail Kahraman da vardı. Ailesinden fazla hep arkadaşlarının yanında olduğunu hatırlatan Alaattin Koçak “Sürtüşmelerde karşı gruba Dursun Ali Çemberci arkadaşımızı öne çıkartarak gösterir ve geri çekerdik. Kavgada son bulurdu. Korkarlardı bu delikanlıdan”

Bu Kardeşlik İrsi Kardeşlikten De Öte

Vali Aslan Yıldırım Dursun Ali Çemberci’nin dostluğunu anlattı ve önemli bir vatansever insan olduğunu söyledi.

Prof. Dr. Ahmet Nuri Yüksel ise “Dursun Ali Çemberci herkesi doyurdu, üzerinde kul hakkı yoktur. Kulis falan bilmezdi. Hasbiydi. Kararlıydı. Yaprak Kitapevi’nin birlikte kurmuştuk. Osmanlıca eser yayınladık. Mekanı cennet olsun.”

Kızı da konuştu Dursun Ali Çemberci’nin ve babasını anlattı. Duygusal anlar yaşandı. Ruhuna Kur’an tilavet edildi. Ardından helvası dağıtıldı ve fatihalar okundu.

Genç iken hasbi olarak kurulan dostluklar, birliktelikler, ortak mücadeleler, irsi kardeşliğin bile yanında cılız kaldığı gerçek kardeşliği ortaya çıkarıyor. Dursun Ali Çemberci ve arkadaşları buna bir örnek.