14.4 C
Kocaeli
Cumartesi, Ekim 4, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1103

Ramazan ve Muhafazakârlaşma

Mübarek bir ayı, Ramazan Bayramını ve 30 Ağustos Zafer Bayramını geride bıraktık. Son senelerde bayramları bayram olarak kutlamaktan uzak kalıyoruz. 30 Ağustos zaferini kazanan, Milli Mücadeleyi Cumhuriyet ile taçlandıran irade ve şuuru kaybetmemeye gayret etmeliyiz. Çeşitli engellemelere, uyutma ve uyuşturma örneklerine rağmen; Milli Mücadeleyi yapan, Cumhuriyeti kuran heyecanı kaybetmemeliyiz. Bunlar kaybedilirse, ne Ramazanları Ramazan olarak idrak edebilir, ne ibadetlerimizi huzurla yapabilir, ne de bayramları bayram olarak kutlayabiliriz. 

2000’li yılların başından beri ırkçı teröre yanlış yaklaştırılıyoruz. Yanlışlarımız ülkeyi bugünkü noktaya getirdi. Bazıları özerk yönetim, ayrı bayrak ve egemenliği paylaşma yoluna düştü. Asıl dinlenecekleri dinlemeyip, yeterli istihbaratı toplayamamak şehit sayısını arttırmaktadır. Terörle mücadele daha fazla demokrasi ile çözülemez. Silah bırakmamış, teslim olmamış bir örgütle doğrudan ya da dolaylı müzakere edilemez. Hele hele bazılarına “Sen silahı bırak, isteklerine cevap bulalım” denemez. PKK ile aynı çizgide olan, aynı ihanete silahsız varmak isteyenlerle silaha sarılanlar arasında fark yoktur. Terör örgütü aşırı sol kaynaktan geliyor. Onların Ramazanla alakaları yok. Bunları anlayamayan bazı siyasiler Ramazan’daki saldırıları yadırgadılar.

Türkiye’deki asıl terör milli kimliğimiz olan Türklüğe yöneltilmiştir. Etnik kimlik terörü yönetenlerce desteklenmiştir ve özgürleşme zannedilmiştir. Türk’ü etnisite kapsamında görmek, milli kimlik olduğunu fark etmemek, etnik ırkçılığa ortak olmaktır.

Bu Ramazan bazı gerçekleri görme imkânı bulduk. Büyük şehirlerimizde ve hatta bazı Anadolu şehirlerinde oruca ve oruçluya karşı kayıtsızlık ve saygısızlık dikkat çeker boyuttaydı. 2011 Türkiye Değerler Araştırmasında dindarım diyenler %81 çıkmış ve Ramazanda lokantaların kapatılmasını isteyenler daha önceki yıllara göre %10 artmış olsa bile; Türkiye’deki muhafazakârlaşma, “mahalle baskısı” ile ortaya çıkan durum ve şekil muhafazakârlığıdır. Fikir ve mana derinliğinden yoksundur. Bu eğilim reaksiyoner ve tepkici işaretler taşımaktadır. Bu muhafazakârlık, Batılı kaynakların kontrolünde olduğu sürece, bazıları için sorun yaratmaz; ama aksi olursa, hemen İslami Terör dillendirilir.

Acaba “Dindarım” diyenlerin önemli bir bölümü dini vecibelerini ne ölçüde yerine getiriyor? Çeşitli sebeplerle insanlarımız oruç tutmayabilir; ama sosyal bir yaratık olarak oruçluları rahatsız eden görüntüler vermeye de mecbur değillerdir. Liberal rüzgarlar insanları tekleştirip toplumsuz milletsiz ve adeta devletsiz hale yönelttiği için her türlü kural ve sınırlama özgürlüklere karşı zannedilmektedir. Belki bazılarına göre iradeyi güçlendiren, nefse esareti engelleyen oruç da özgürlüğü kısıtlamaktadır. Ancak oruçluyu hesaba katmamak şeklinde bir tavır dikkat çekmiştir.

Bunun sebepleri arasında; sözde İslami görünüm altında yer alan bazılarının Türkiye’yi Türkiye yapan değerlerle başkaları adına kavgalı olmaları, Türk’e karşı ırkçılık sergilemeleri, her türlü yolsuzluk ve yanlışlara dini örtü yapmaları, vatandaşın iyi niyetinin istismar edilmesi, samimiyetsizlik, çirkin menfaat hesapları, milli tarih düşmanlığı, bayraksız, vatansız, milli kimliksiz, devletsiz sözde Müslüman arayışı, genç insanları kutsal değerlerinden soğutmaktadır. Ancak hatayı din müessesesinde değil; Müslümanda aramak gerektiği unutulmamalıdır.

Aslı Gerçekten Yüce

Türkiye’mizin ve Türk Dünyasının bütün şehirleri Türk’tür. Bizde bunlardan biri olan özbeöz Türk şehri Kastamonu’ya “15. Türk Dünyası Günleri” ne katılmak üzere geldik.

İyi ki de gelmişiz, Türk Milletine ve Türk Dünyasına olan inancımızı ve imanımızı bir kez daha yenilemiş olduk.

Kastamonu’nun yiğit belediye başkanı Turhan Topçuoğlu sessiz sedasız büyük işler başarıyor. Topçuoğlu eğer, iktidar partisinin belediye başkanı olsa malum medya tarafından allanıp pullanıp bir “star” yapılırdı. Oysa MHP tam dört dönemdir Kastamonu’yu belediye eliyle muhteşem bir şekilde yönetiyor ve kimse çıkıp az imkanla çok iş başaran Topçuoğlu’na hakkını teslim etmiyor. Ancak Turan Topçuoğlu’na ve MHP’ye hakkını teslim eden Kastamonulu kardeşlerimi bundan ayırıyorum.

Kastamonu, katıksız bir Türk şehridir. Kastamonu’ya gelince göreceğiniz huzur, güven, asayiş, devlete, millete ve bayrağa bağlılıktan dolayı “katıksız Türk şehri” nitelememi daha iyi anlayacaksınız. Onun için ırken Türk olmaktan ziyade fikren ve ruhen “Türk gibi” olmaya çalışmak lazımdır.

15. Türk Dünyası Günlerinin bu yıl ana teması “Türk Dünyası İçinde Kıbrıs Türkleri” idi. Bu vesile ile Kastamonu’da K.K.T.C Kurucu Meclis Başkanı ve E. Başbakanı Hakkı Atun olmak üzere birçok Kıbrıslı dost ile karşılaştık. Hele Kıbrıs Alsancak Belediyesi Halk Oyunları Topluluğunun, buram buram “Kıbrıs Türktür” diye kokan oyun havaları muhteşemdi.

Hüseyin Laptalı, Ünal Kar, Feyyaz Sağlam, Sami Yavrucuk, İsrafil Kumbasar  ve Aynur Açıkgöz ile ayrı havayı solumak; Bulgaristan Türkü şair Şaban Mahmadov Kalkan’ın kırk yıl önce Razgrad’da yayınlanan ve yayınladığı gün yakılan “Razgrad Şarkıları” kitabını “kimseye yazmadığım bir kelimeyi yazarak sana imzaladım” diye bana takdim etmesi bana bir kez daha Türk olmanın mutluluğunu yaşattı. Ve Allah’a şükrettim.

Bu gün yerden yere vurulan ve her fırsatta hakir görmek için bahane bulunan Türk milletinin; aslı gerçekten çok yücedir. Benim Türk Dünyası Tarikatının şeyhlerinden biri olarak gördüğüm ve kendisine “Şeyh abi” olarak hitap ettiğim Erdoğan Aslıyüce kendi gibi soyadında da Türk milletinin yüceliğini taşımaktadır. Hoca Ahmet Yesevi Vakfının başkanı olan “Şeyh abim” Kastamonu’da yapılan “Türk Dünyası Günleri”ni aynı adı taşıyan bir kitapla ölümsüzleştirdi. Ve belgeleri geleceğe bu kitapla taşımış oldu.

Bu arada Erdoğan Aslıyüce ile ilgili bir hatamı sırası gelmişken düzelteyim. Geçenlerde Aslıyüce’nin İstanbul işgali sırasında Fransız askerlerinin Türk kızlarına yaptıklarını içeren olayları anlatımını sehven gazeteci Muhittin Nalbantoğlu’na mal ederek yazmıştım. Bu vesile ile hatamı düzeltmek istiyorum.

15. Türk Dünyası Günlerinde benim için bir büyük sürprizde Mustafa Ceceli’yi dinlemek oldu. Ceceli müthiş bir Türk sanatçısı. Belediye Meydanı’na toplanan 20 bin kişiyi hop oturttu hop kaldırdı. Uzun zamandır böyle bir performans izlememiştim. Büyük zevk aldım. Bundan sonra Mustafa Ceceli’nin sıkı bir takipçisi olacağım.

Evet kardeşlerim; gecenin aydınlığa en yakın vakti; karanlığın en üst noktaya ulaştığı vakittir. Aslı gerçekten yüce olan Büyük Türk Milletinin yeniden doğuşunu Hazreti Pir Şaban-ı Veli’nin beklediği Kastamonu bile ayağa kaldırmaya yeterde artar. Biliniz ki Türk’ün sarsılmaz çelikten olan iradesi her şeyi gerçekleştirmeye muktedirdir. Bunu bir kez daha Kastamonu’da 15. Türk Dünyası Günlerinde hep birlikte gördük.

Bu Gün Bayram

Bu gün bayram huşu ile kaynar taşar haneler,

Muhabbetten mesutturlar torun evlat nineler,

Evde her kes mütebessim gururludur sineler.

Güzellikler bu günlerde kıvamında demlenir,

Huzur bulan iki gözüm mutluluktan nemlenir.

 

Şafaklarda ezan duyan tüm yürekler coşarlar,

Dudaklarda salat tekbir mescitlere koşarlar,

Secdelerde meleklerle bin bir hikmet yaşarlar.

Güzellikler illa bu gün buram buram demlenir.

Huzur bulan iki gözüm mutluluktan nemlenir.

 

Namazlardan cümleleri mest olarak dönerler,

Kibir kalkar gönüllerden tövbelerle sönerler,

Mesut halde hüzünleri toplar kabre gömerler.

Güzellikler bayramlarda kıvamında demlenir,

Huzur bulan iki gözüm mutluluktan demlenir.

 

Bayram başlar çocuklara şeker harçlık verilir,

Hürmet görüp el öperken bin bir murat derilir,

Evlat torun baba dede her birisi sinelere serilir

Güzellikler bayramlarda kıvamında demlenir,

Huzur bulan iki gözüm mutluluktan nemlenir.

 

 

 

Garip öksüz dul ve düşkün tüm kapılar çalınır.

Yakın komşu eş dost gelir tüm hatırlar alınır,

Gülen yüzler vecde gelir tebessümler salınır.

Güzellikler bayram günü kıvamında demlenir,

Huzur bulan iki gözüm mutluluktan nemlenir.

 

Biz mi yoksa bayramlar mı çok değişti bilemem, 

Geçen günler nostaljiydi benliğimden silemem,

Mutlu olmak bize bağlı ruhum boş sa gülemem.

Her güzellik bayram günü kıvamında demlenir,

Mesrur olur deli gönlüm misk kokarak nemlenir.

 

Gelin bu gün tüm kalpleri incitmeden derelim,

Her şekere sevgi katıp şevkle bol bol verelim,

Hüzün matem bitsin artık gonca güller serelim.

Mutluluklar illa bu gün buram buram demlensin,

Mesrur olsun deli gönlüm iki gözüm nemlensin.

 

Millet Bir, Birse Lisan

0

 Millet mefhum ve kavramının ırka dayanmadığı bir gerçek. Millet, aynı doğuşta olanlarla, aynı doğuşta olmayanların, aynı oluşta birlik ve beraberlik teşkil etmelerinden meydana gelmiştir.

Kuru bir kalabalık, rastgele bir karışım değil, müşterek, ortak noktalarda bir ve beraber olmuş insanların kader birliği yaptığı, şuurlu bir toplumdur.

 Başka bir ifadeyle, her biri, ayrı telden çalan cemiyet / karışım değil; aynı gaye ve hedefte kenetlenmiş, bilinçli bir cemaat / terkiptir. Gerçi, din bir ise, millet birdir. Üstelik, dil de bir ise millet, haydi haydi birdir.

Kaldı ki, Türkiye’de yüzde doksan sekiz herkes müslümandır. Bu vasıf ve niteliğimizle din; birlik ve beraberliğimizin en büyük ve en hayati teminatıdır. Varlık ve birliğimizin, ikinci hayati garantisi ise, müşterek lisanımız olan Türkçe’dir.

Dil o kadar önemlidir ki, bir insanın milliyetini, konuştuğu dil tayin eder. Nitekim bir Sahabi’nin  “Arap kimdir, ey Allah’ın Resulü?” sorusuna Hz. Muhammed’in: “Arapça konuşandır.” ( Hasan Basri Pehlivan, Dil Davası, Ortadoğu, 7 Nisan 1996) diye cevap vermesi, buna en güzel ve büyük bir delildir.

Türkiye’de, Türkçe ortak dildir ve Türkçe’yi bilmeyen yok gibidir. Bazı kırsal kesimlerde, bilmeyen varsa bile, gittikçe bu durum yok olmaya yüz tutmaktadır.

Radyo ve televizyonların, yurt sathının en ücra köşelerine kadar yayılması bu imkanı sağlamış. Bilhassa her tarafta ilkokulların mevcudiyeti, cefakar öğretmenlerimizin büyük gayretleri, bu neticeyi -hüküm çoğunluğa göredir- temin etmiştir.

Vaziyet ve durum bu merkezdeyken, bazı yörelere, mahalli dilden yayın yapmak arzusu dile getiriliyor. Samimi fakat yersiz, o nispette çok tehlikeli sonuçlar doğuracak ve hatta dönüşü zor adımlar atılmak isteniyor. Böylece halkın doğruları göreceğinden bahsediliyor.

Halbuki yöre halkı, ne terörün içinde, ne de yanındadır. Olanlardan en büyük zararı kendisi görmekte ve bir an önce bitmesini dilemekte; evine barkına kavuşmayı beklemektedir.

Halkın başına bu yersiz, lüzumsuz bunalımı açarak, onları; yerinden yurdundan olmalarına sebep olarak, huzursuz bırakanlar ise Türkçe’yi bilmeyen değil, aksine çok iyi bilen kimseler. İkaz ve uyarıya ise halk değil, halk adına ve halka rağmen terörden medet umanlar ve bu yolla sonuç alabileceklerini sananlar muhtaçtır. Ki onlar da  -yukarıda belirttiğim üzere- Türkçe’yi gayet iyi bilen ve konuşan bir kısım aydınlarımızdır.

 Ben inanıyorum ki, er geç bu kardeşlerimiz de, Batı’nın iki yüzlü oyununa geldiklerini fark edecekler. Batı’nın rağmına bu yanlış yoldan dönecekler, hakiki kardeşlerinin -dün olduğu gibi- bugün de Türkler olduğunu anlayacaklardır.

 Konumuza dönecek olursak, Türkçe, Arapça ve Farsça menşeli / kaynaklı Türkçe kelimelerin; zamanla mahallileşmesinden meydana gelen yöresel dildeki kelimelerin aslı, bugünkü Türkçemizde zaten vardır.

 Hem, her milletin müşterek dilini; o milletin kültür lisanını en iyi ifade eden ve kültür merkezi niteliğinde olan şehirler temsil eder.

Nasıl ki, İngilizce’yi Londra İngilizcesi, Fransızca’yı Paris Fransızcası, Arabça’yı Mekke Arabça’sı en fasih ve beliğ bir tarzda telaffuz ve ifade ediyorsa, Türkçe de en güzel şekilde telaffuz ve ifadesini, ancak İstanbul Türkçesi’nde bulmaktadır.

Demek ki, birlik ve beraberliğimiz, ortak dilimiz olan Türkçe’nin, özellikle klasik İstanbul Türkçesi’nin etrafında kenetlenmekten geçmektedir.

Yoksa, niyet ne olursa olsun, Türkçe’nin dışında yapılacak yayınlar, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temeline konmuş saatli birer bombadan farksızdır.

 Çünkü bu adım zamanla, Türk vatandaşlarının birbirini anlamasını zayıflatacak, zorlaştıracak. Giderek, birbirinden kopmasına zemin hazırlamak gibi vahim bir sonucu doğuracak.

Böylece, Türkiye’ye karşı “Parçala, böl ve yut!” politikası güdenlerin ekmeğine yağ sürmüş olacak.

Unutmayalım ki, taviz; önce taviz vereni yok eder.

 Velhasıl:

                    Millet bir, birse lisan.
                    Devlet bir, birse lisan.
                    Millet de yok, Devlet de yok!
                    Aramızdan, bir giderse lisan.

30 Ağustos Zafer Bayramının Düşündürdükleri

0

“Her safhasıyla düşünülmüş, ihzar (hazırlanmış), idare ve zaferle intaç edilmiş (sonuçlanmış) olan bu harekat, Türk ordusunun, Türk zabitan ve kumanda heyetinin, yüksek kudret ve kahramanlığını tarihte bir daha tespit eden muazzam bir eserdir.

“Bu eser, Türk Milleti’nin hürriyet ve istiklal fikrinin layemut (ölümsüz bir) abidesidir. Bu eseri vücuda getiren bir milletin evladı, bir ordunun Başkumandanı olduğumdan, ilelebet mesut ve bahtiyarım.” (Nutuk, Kemal Atatürk C: II, 11. basılış, İstanbul – 1971, s. 677)

Bir Zafer Bayramı’nı daha geride bıraktık. Her yıl artan bir coşkuyla kutlayacağımız da muhakkak. Bu vesileyle belirteyim ki, 30 Ağustos 1922 zaferini daha iyi anlamanın yolu; behemehal, öncelikle zaferin bizzat başkomutanı olan şahsın kaleminden çıkmış; belgeli büyük bir eser sayılan NUTUK’u okumaktan geçer. Bu ise herkes tarafından kabul edilebilecek bir husustur.

Ama bir şartla; NUTUK’la yetinmeyerek; ona mümasil, ona benzer başka tarih eserlerini ve kaleme alınmış daha nice hatıra kitaplarını da mütalaa edip okumalıdır. Fakat, gel gör ki, NUTUK’a bakış ve yorumlayışlarda yersiz saplantılar var! Kimileri NUTUK’u hiç hesaba katmıyor! NUTUK karşısında keenlemyekün / sanki hiç yokmuş gibi bir tavır alıyorlar! Kimileri de ondan başka, hiçbir kitaba tenezzül etmiyor! Biri ifrat, öbürü tefrit! Yani biri tamamen reddediyor. Öteki; ondan başka kaynakları göz ardı ediyor! Biri yanlış yolda, öbürü çıkmazda!

Evet, Türk İstiklal Savaşı’nı her yönüyle anlamak ve kavramak için sadece Mustafa Kemal Atatürk’ün yazdığı meşhur NUTUK’u okumak kafi ve yeterli değil. Lakin NUTUK; okunacak diğer yakın tarih eserleri yanında, mutlaka okunması gereken ve hatta başta okunması elzem; kaynak bir eserdir. Üstelik, bizzat Cumhuriyet Tarihi’nin baş mimarı olan Mustafa Kemal tarafından kaleme alınmıştır.

Elbette Nutuk’la yetinmemeli. Ancak, Nutuk’suz da kalmamalı. Çünkü, olayların bizzat içinde yer alanların yazdıkları eser ve hatıra kitaplarını v.b. gibi başka yakın tarihe ait kitapları da, mutlaka ve muhakkak gözden geçirmek lazım. Şüphesiz, öncelik; tarihi, tarih yapanlardan dinlemek ve yazdıklarından öğrenmek icap eder.

Fakat, öyleleri de var ki, Nutuk’un; bırakın okunmasına, vitrinlerde boy göstermesine bile tahammülleri yok. Nazara verilmesinden fazlasıyla gocunmaktadırlar! İşte bu gibi ifrat tefritlerden uzak durmalı. Yani, ne sadece Nutuk’la yetinmeli, ne de Nutuk’suz kalmalı. Zira Nutuk; Milli Mücadele’nin önder şahsının; kendisi ve silah arkadaşlarının fiilen yaptıklarını ve yapılanları; bir de kalemle yazıya dökmesi; içinde bulunduğu Türk İstiklal Savaşı’nı bizzat kaleme almasıdır.

Elbette, eksikler olacak, kimi zaman da hissiyatın ağır bastığı durumlar kendisini gösterecekti. Nitekim, bunlar çok tabii ve doğaldır. Eserin bu zafiyetlerini giderecek, mevcut boşlukları dolduracak, kafamızda belirecek istifham ve soruları izale edip giderecek tek çare; başka eserlere de el atmak ve diğer kalem sahiplerine de kulak vermektir.

Çünkü, eser karşısında okur; karar mevkiindeki hakim gibidir. Hakim ve Yargıç ne kadar çok şahit ve tanık dinlerse; vereceği kararda isabet oranı, o derece yüksek olur. İşte Nutuk’a bu gözle bakmalı, baktırmalı. Değerini bu şekilde bilmeli, bildirmeli. Velhasıl, ne Nutuksuz kalmalı, ne de Nutukla yetinmeli. Çünkü:

“Nutuk bir bakıma Türk Devrimi’nin bilançosudur: Atatürk Nutuk’ta 1919’dan 1927’ye

kadar olan dönemde yaşanan acıları, çekilen sıkıntıları gözler önüne sererek gelecek nesilleri

hem bilgilendirmek hem de uyarmak istemiştir… Atatürk’ü ve Türk Devrimi’ni doğru anlamanın birinci koşulu, Nutuk’u anlayarak okumaktır.” (Nutuk’un Deşifresi, Sinan Meydan, 3. baskı, İstanbul – 2009,  s.13)

Çünkü: “Söylev (yani Nutuk), emperyalist güçlerce tutsaklığa sürüklenmek istenen Türk Ulusu’nun  -tarihte az rastlanır olumsuz koşullara karşın-  kurtuluşunun ve Türkiye’nin toplumsal yapısında 1919 yılından 1927’ye değin aşama aşama gerçekleştirilen köklü devrimin, tarihsel belge niteliğindeki en büyük yapıtıdır. Bu yapıt (bu eser), ardı ardına gelen 1911 Trablusgarp (Libya) ve 1912 Balkan Savaşlarıyla 1914’te başlayıp birkaç cephede dört yıl süren Birinci Dünya Savaşı’nda yenik ve bitik düşmüş, bütün nesnel kaynak ve silahlarından yoksun kalmış Türk Ulusu’nun önüne düşerek üç yıldan çok süren bir bağımsızlık savaşı sonundaki yengi (yani zafer) ile ulusu kölelikten kurtaran adamın kaleminden çıkmış ve bundan 51 yıl önce onun tarafından halka okunmuştur…

“Bu bakımdan Atatürk’ün Söylev’i Türkiye’de 1919’dan sonra gerçekleşen kurtuluşun ve büyük devrimin öyküsüdür. Bu tarihsel ve anıtsal öykü; Batı emperyalizminin sömürüsü altındaki öbür ezilmiş ulusları etkileyip onların günümüze dek süregelen bağımsızlık savaşlarına da örneklik ve önderlik ettiği için, ‘mazlum halkların evrensel önderi’ nitemine (özelliğine) hak kazanan ve böylece dünya tarihinde yeni bir çağ açan adamın, Gazi Mustafa Kemal’in yaşamından en önemli bir bölümü anlatır.

Atatürk’ün büyük özen göstererek hazırladığı Nutuk sıradan bir kitap, ya da sıradan bir söylev metni değildir; Nutuk, devrim önderinin bilimsel bir titizlikle hazırladığı, temelde bir dönemi (1919 – 1927 -tarihleri arasındaki yılları-) anlatan ama aslında gelecek nesilleri uyarmayı ve uyandırmayı amaçlayan çok kapsamlı bir çalışmadır.

“Atatürk Nutuk’ta 19 Mayıs 1919 ile 20 Ekim 1927 tarihi arasındaki olayları anlatmıştır.” (Gazi Mustafa Kemal Atatürk, SÖYLEV, Haz: Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, C. I, 26. bs. İstanbul, 1994, s. 23’den naklen: Sinan Meydan, Nutuk’un Deşifresi 3. baskı, İstanbul, 2009  s. 30 – 31)

Gönül İnsanı, Günümüzün Dervişi Doktor Şefik Hoca (Postalcıoğlu)

Kendisini 1981 yılında Ankara Numune Hastanesi’nde, bir hastasından kaptığı Hepatit B hastalığının tedavisinde ki hekimliğini yaptığım dönemde, tanımıştım. Hastalığına rağmen güler yüzü, hoş sohbeti, çevresine faydalı olma ve yük olmama gayretindeki titizliği ile meslektaşlıktan dost ve arkadaşlığa giden  bir hatıramız vardır. Kendisi gibi nazik ve zarif eşi Zeynep Hanımı da kliniğimizin kapalı klinik (ziyaret yasaklı) olması sebebiyle tanımıştım. Eşine olan sevgisi ve ona sağlıkçı kimliğinin de verdiği bilgi ve görgü ışığında bu hastalığını şifa ile atlatmasında yardımlarını güzel hatıralar olarak unutamam. Daha sonra önce ben ve müteakiben Dr. Şefik o günkü adıyla İzmit SSK Hastanesi (şimdi ki Seka Hst.) ‘ne mecburi hizmet yükümlüsü olarak atandığımızdan bu arkadaşlığımız ailelerimizi de kapsayacak şekilde otuz yıldır sürmektedir.

Hekimliğini örnek alınacak şekilde yapardı. Hiçbir zaman hastalarına kötü davranmaz, hastaları arasında ayrım yapmaz, muayenehanesinde gördüğü ve sorumluluğunu aldığı hastaları ile hastanesinde ki hastaları arasında farklı davranmazdı. Biliyorum ve şahidiyim ki hastane polikliniğinden yatırdığı ve ameliyatını yaptığı altı bine yakın hastasından hiçbir ek bir ücret almamıştır. Her bir hastasının pansumanı, ilaçlarının nasıl kullanılması gerektiği noktasına kadar titizlikle ilgilenir onların memnuniyeti ve iyileşmesi mutluluğunu önemserdi. Boynundan eksik etmediği kravatı ve her zaman dikkat ettiği temiz kıyafeti ile gülen bir yüz, ısrarcı ve kararlı bir tutumla zor da olsa muayenesini tamamlar hastalarını bilgilendirirdi. Bu babacan hekimliği yanında bir halk eğitmeni tarzı ile daha iyi bir insan, daha sorumlu bir vatandaş olunması yönünde ki bilgilendirmeyi de bir vazife bilirdi. İnanıyorum ki meslektaşlarımızın yüzde otuz yüzde kırkı bu özellikte olsaydı, mesleğimiz ve meslektaşlarımız için özgün ve lüzumlu bir çalışma şekli olan muayenehane hekimliğinin kaldırılmasına giden ‘tam gün yasasına ‘ ihtiyaç olmazdı.

Dr. Şefik Hoca yalnız hekimliği ile yetinen biri değildi. Kültür ve sosyal olaylara ilgi ve katılımlarıyla hayatını dopdolu kılmıştır. İzmit’e geldiği günden itibaren ek bir şeyler yapmaya çalışmıştır. Çok sevdiği Türk Müziği ile ilgilenmiştir. İl Kültür Müdürlüğü bünyesinde doksanlı yıllardan günümüze kadar önemli çalışmalar yapmıştır. Kendisi için Türk Müziği’ne katkı veren bu çalışmalar vazgeçilmez bir görev ve hizmet idi. Yılda birkaç kez yaptıkları konserler şehrimiz insanı için nefis sanat ziyafetleri olarak unutulmayacaktır. Bu alanda ki arkadaşları için fedakâr bir önder, yetkili amirler için ise iyi şeyler yapmaya çalışan gayretli bir İzmit beyefendisidir. Türk Tasavvuf Musikisi’ne verdiği katkılar da kendisini tanıyan din adamı arkadaşları için unutulmaz hatıralar olarak anılacaktır. Bu özelliği ile toplantıların ve grupların aranılan bir siması idi. Cebinde taşıdığı gerek Türk Sanat Müziği gerekse Türk Tasavvuf Musikisi eserlerinden parçaları, arkadaşlarıyla beraber söylemek kendisi için bir zevk orada bulunanlar için de beklenen ve o günü güzel kılan davranışlarıydı.      Kocaeli Aydınlar Ocağı içinde ki faaliyetleri, Kocaeli Tabip Odası çalışmaları, İzmit Kızılay Derneği çalışmaları kendisi ile birlikte bir şeyler yapmaya çalıştığımız, şehrimize faydalı olma gayretimizde ki hatıralarla doludur. Şimdi geriye dönüp baktığımda bunların ne kadar önemli ve faydalı olduğunu daha iyi anlıyorum.

Kendisi son zamanlarda Kocaeli de yaşayan Afyonlulara yönelik (ata memleketi Afyon’dur) çalışmalar yapmıştır. Burada da hedefi bu hemşerileri ile beraber sosyal sorumluluk çerçevesinde şehrimize daha faydalı olmak, onlarla beraber güzel şeyler yapabilmekti.        1995’ten itibaren önce SSK hastanesinde başhekim muavini olarak daha sonra Kocaeli Devlet Hastanesinde başhekim olarak sağlık yöneticiliği yapmıştır. Kurumlarının daha iyi, daha kaliteli, daha çok hizmet vermesi yönünde ki niyet ve gayretleri sağlık camiamızın bildiği hususlardır. Kocaeli Devlet Hastanesinin bünyesinde ki Onkoloji hastanesi biriminin şekillenmesinde iyi bir bürokrat olarak önemli katkıları olmuştur.                                                                   Yöneticiliğinde devletin parasını kendi parası gibi özenle koruyup en uygun şekilde harcama ve hizmetin standardını daha iyi hale getirme düşüncesinden hiç taviz vermemiştir. İnatçı ve ısrarcı tavrı şaşırtıcı derecede idi. Yoğun çalışma temposu, yöneticiliğin getirdiği stres, kilosunun da getirdiği risk şartları onu 2006’da ağır bir kalp krizi ile karşı karşıya bırakmıştı. Bu ağır kalp krizinden sonra sağlığına kavuşmasına müteakiben yöneticilikten istifa edip hekimlik ve sosyal hayatında ki hizmetlerine bugüne kadar devam etmiştir.

Dr. Şefik kardeşim bütün bu çalışmalarını sanki bir derviş misali hep iyilik ve faydalı olma yönünde yürütmüştür. İnsanlara her durumda sevecen ve verici olmak onun unutulmayacak karakteriydi. Şefik hocamızın sağlık hususunda ki dikkatsizliği maalesef kendisini ve dostlarımızı ağırladığım bir iftar sonrası yeni bir kalp krizi geçirmesine götürdü. Her türlü tıbbi müdahalenin kendisine yapılmasına rağmen yoğun çalışmanın getirdiği yorgun kalbi bu krize dayanamadı ve maalesef kendisini kaybettik. Dinen önemli olan kadir gecesinde namaza giderken olan bu kriz, ayrıca 26 Ağustos gibi Türk tarihinde Malazgirt Zaferi ve Afyon’un kurtuluş gününe denk gelmektedir. Kendisini kaybettiğimiz  bu günün dini ve milli özellikte olması da bizim için ibret alınacak hikmetlere sahiptir inancındayım.

İzmitlilerin Dr. Şefik kardeşimin cenazesine gösterdiği ilgi her zaman rastlanılamayacak şekilde olmuştur. Fevziye camiini dolduran, toplumun her kesiminden gelen cemaat kendisinin ‘ şu gök kubbe de hoş seda ‘ bıraktığının en güzel işaretiydi. Ailesine ve dostlarına acılarını azaltan bu ilgi ve muhabbet halkımızın iyiye ve güzele olan gösterdiği bir vefa timsalidir. Yerel gazetelerimizin bu kayba olan ilgisi de ayrıca bir takdir konusudur. Örnek alınacak yönleri çok olan bir hayat yaşamış olan Dr. Şefik kardeşimin aile ve yakınlarına Allah ‘tan sabır diliyorum.  

Allah rahmet eylesin, mekânın cennet olsun…

Ramazan Bayramı

 

Yazıma bütün Müslümanların Bayramını kutlayarak başlamak istiyorum.  

Yüce Allah insanlara huzur saadet sevgi ve hoşgörü versin. 

Savaşlar bitsin, kavgalar bitsin kimse kul hakkı yemesin, kimse kimseye üstünlük taslamasın. Ezen ezilen olmasın, kimse dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanmasın, zorlanmasın, horlanmasın.  

Bunları yazarken aklıma 20 sene önce baktığım bir dava geldi. Bu dava çok ilginç olduğu için sizinle paylaşmak istiyorum.  

Balıkesir’in Dursunbey Kazasında vatandaşın birisi bir mahalli gazete çıkarıyor. Gazete bir Ramazan Bayramı için şu cümleyi kullanmış ” Kim namaz kılmaz, oruç tutmaz ve bayramdan istifade ederse bayramı zehir zıkkım olsun” bu bir bedduadır. Ve bize göre yanlış bir cümledir. Ancak CHP Dursunbey İlçe Başkanı bu yazıyı okuyor ve hemen C. Savcığına şikâyet ediyor. Sayın savcı da bu dilekçeyi ciddiye alıyor ve yazı ile birlikte dosyayı Ankara C. Savcılığına gönderiyor. Yazıda suç unsuru olup olmadığını bilirkişi marifetiyle tespit ettirmek istiyor. Rapor veriliyor. Bu yazıya göre gazeteci eski ceza kanununun 312/2 maddesini ihlal etmiştir. DGM’de yargılanması gerekmektedir.

Dursunbey C. Savcısı dosyayı İstanbul DGM’ye gönderiyor.  

İstanbul DGM’de gazeteci hakkında 312/2. Maddeyi ihlalden dava açılıyor.  

Şimdi 312/2 nedir merak edersiniz diye aynen yazıyorum.  

“Sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklılığına dayanarak halkı birbirine karşı kamu düzeni için tehlikeli olabilecek bir şekilde düşmanlığa veya kin beslemeye alenen tahrik eden kimseye bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası verilir.” 

Gazetecinin bir bedduası nasıl bu suç kapsamına alınmış ve DGM’de dava açılmış anlamak çok zor. Neyse rahmetli İsmail Dayı Yağmur yayınevinin sahibi bizi tanırdı. Gazeteci de hemşerisi olduğu için bize vekâletini verdi. Ve biz davaya sanık vekili olarak girmeye başladık. Biz savunmamızı yaptık. “Her ne kadar söz söylenmemesi gereken bir söz olsa da basit bir bedduadır. 312. maddenin içerisinde mütalaa edilemez” diyerek sanığın beraatını istedik. 

Karar oy çokluğu ile ceza olarak çıktı. Mahkeme başkanı beraat istiyor, iki üyenin oy çokluğu ile karar çıkmıştı.  

Verilen kararı temyiz ettik, karar temyizden bizim savunmamız doğrultusunda bozuldu ve mahkeme bozmaya uyarak beraat kararı verdi.  

Nereden nereye Gazetecinin işgüzarlığı yaptığı bir beddua sebebiyle DGM’de yargılanması ibret verici bir olay olduğu için Bayramda bunu yazma zorunda kaldım. Tekrar Bayramınız kutlu olsun.   

“Dr.Şefik beye ithaf”

Mutmain çehrede mümin tebessümlerle etti yemin.
Leyle-i kadre isabet etmişse vuslat, son seferdi.
Münevver alnında çizgiler, aşina secdeye zemin.
Şahidiz ki; liva-i hamde sadıklardan bir neferdi.

Aziz Dost Dr. Şefik POSTALCIOĞLU’nu Uğurlarken

0

İlk gördüğümde de son görüşmemizde de, bu arada geçen 29 senede de her hal ve şarttaki beraberliklerimizde, yüzünde hep bebek saflığında bir tebessüm vardı. Kalın bıyıklarının örtemediği bu saf ve muzipçe tebessüm ve ışıldayarak bakan gözleri bence O’nun en ayırt edici özelliğiydi.

O’nu sinirlendiren, üzen, bazen ölümün kıyısına, bazen de geçim sıkıntısına götüren haksızlıkları anlatırken bile asla bağırıp, çağırmadı. Kişiliğinin parçası olan tebessümünü yüzünden hiç eksik etmedi.

Sabırla yumuşak yumuşak anlatan, içindeki imanı ve tevekkülü her fırsatta açığa vuran bir olgunluk timsaliydi.

O’nu İzmit’te ihtisas sonrası mecburi hizmet için geldiği 1982‘de tanıdık. Kocaeli’de Kulak Burun Boğaz uzmanı olarak binlerce kişiye şifa vasıtası oldu. Başhekim Yardımcısı ve Başhekim olarak ciddi hizmetleri oldu. Hem de siyasi baskı ve sindirme gayretlerine rağmen. Ama bu mücadelede kalbi zayıf düştü. 6 sene kadar önce ölümden döndü. “Ben öbür tarafı biraz gördüm, gördüğüm kadar çok hoş bir yer” derdi. Bu olayın hatırası sadece kalbine takılan beş adet stentten ibaret değildi. 6 sene sonra gideceği boyuttan bazı görüntüler, huzur ve mutluluk verici enstantaneler ve de birbirinden habersiz binlerce kişinin okuduğu dualar hatta hatim zincirleri ile O’na şifa vermesi için toplu yakarışları nasip eden Allah’a şükran duygusu kalmıştı. Bir de beş stenti anlatırken kullandığı “ben 5 yıldızlı general oldum” esprisi.

Dürüsttü. Kanaatimce kendisine en küçük bir haram lokma nasip olmamıştır. Yaptığı görevler esnasında ayağını kaydırmak isteyenler bile en küçük bir yanlışlığını bulamamıştı.

İzmit’teki ilk yıllarında yerli marka, kuş serisinden ucuz bir arabası vardı. Kendisine senden daha kıdemsiz hekimler lüks arabalar kullanıyor, sen niye almıyorsun? diye sormuştum. Çünkü o dönemde doktorların hastanede yaptığı muayene ve ameliyatlardan (kanuna aykırı olarak) para alması çok yaygındı. Toplum bu uygulamaya o kadar alışmıştı ki suç veya ahlaksızlık olarak da görmüyordu. Hastalar normal bir mükellefiyetmiş gibi doktorlara bu paraları veriyordu. Ama Şefik Bey, “hastaların para vermesi için çalışmayı bir yana bırak, verilen paraları almamak için verdiğim mücadeleyi kesiversem birkaç ayda o arabalardan ben de alabilirim. Ama Allah bana haram para nasip etmesin” cevabını vermişti. Bu ilkesinden hiçbir zaman vazgeçmedi. Helal ve hak edilmiş parayla edinilmiş, orta halli mütevazı bir hayatı tercih etti. Bu tercihin semeresi bereket ve mutluluk oldu.

Normal mesaisinin üstüne, çok yoğun çalışan muayenehanesinde geç vakitlere kadar görev yapan Şefik Bey, sosyal ilişkilerini de hiç ihmal etmedi. Dostlara yaptığı ev ziyaretlerinin gece saat 23 ve sonrasına gelmesi çok sıradan hadiseydi. Bütün arkadaşları Şefik Beylerin geç geleceğini ama mutlaka söz verdiği gibi geleceğini bilirdi. Kocaeli Aydınlar Ocağı toplantılarında her zaman en son gelir, yüzündeki o tatlı tebessümü ile herkesi selamlardı. Biz de “Şefik Bey geldiyse, gelmesi gereken herkes gelmiştir” esprisi ile yorucu mesaisine rağmen toplantıları aksatmamasındaki azmine saygı duyardık.

Yorgunluğu sebebiyle zaman zaman birkaç dakikalık “göz kapaklarını dinlendirme” seansları yapmasına da alışmıştık.

Sosyal faaliyetleri arasında yürüttüğü Kültür Müdürlüğü Türk Sanat Müziği Korosu yöneticiliğini de hiç ihmal etmedi. Türk Sanat Musikisi ve Türk Kültürüne âşıktı. Kocaeli Aydınlar Ocağı faaliyetleri ile yaptığımız istişari toplantılarda yaptığı tekliflerden en az birisi kültür ve sanat faaliyetleri yapmak yönünde olurdu.

Koroda Yönetim Kurulu Başkanlığı yanında korist ve solist olarak görev yapardı. Koronun konserlerini dinleyenler, O’nun yaptığı açılış konuşmalarını, çiçek-plaket takdimleri esnasındaki gülümseyen yüzünü, Türk Kültürüne hizmet etmenin mutluluğu ile parlayan gözlerini hep hatırlayacaktır.

20 sene kadar önce Kocaeli Aydınlar Ocağı Sabancı Kültür Merkezinde Ahmet Özhan konseri tertiplemiş, sunuculuk görevini de bana vermişlerdi. Kızımın aniden hastalanması sonucu konsere sadece beş dakika kala salona gelebilmiştik. Hemen kulise gittiğimde gördüm ki ben gelemeyince Şefik Bey ön hazırlığı olmamasına rağmen sunuculuk görevini üstlenmeye hazırlanıyor. Sanatçılardan konser hakkında bilgi almaya çalışıyordu. Arkadaşlarımın benim yüzümden güç durumda kalmasını önleyen ve boşluğu doldurmaya çalışan Şefik Bey’i görünce hissettiğim rahatlığı unutamam. Hemen bana görevi devretti ve ben bu heyecanla sunuculuk yapmak durumunda kaldım.

Ev sohbetlerimizin ve de Kocaeli Aydınlar Ocağı toplantıları sonunda Şef Şefik Postalcıoğlu yönetiminde oluşturduğumuz mini korolarımızla söylediğimiz şarkılar ve ilahileri hasretle anacağız. Cebinde daima hazır tuttuğu şarkı sözlerinden bir demet çıkarır, “hangilerini söyleyelim?” diye küçük bir müzakereden sonra birkaç eser icra etmeye çalışırdık. Kendisinden şarkı ve ilahi okuması istendiğinde hiç naz etmez, büyük bir zevk ve heyecanla söyler, birlikte söylemeye teşvik ederdi. Hatta talep edilenin bir misli sayıda eser icra etmeden de bırakmazdı. Şimdi toplantılarımızın bu muhteşem finallerini O’nsuz yaşatabilir miyiz bilemiyorum.

Giresun gezimizde Türk Dünyasından gelen misafirlerimizin de bulunduğu minibüste yaylaları dolaşırken üç saat boyunca ara vermeden söylediğimiz şarkılar unutulmazdı. Bu geziye eşim iştirak edemediği için bana yaptığı latifeler ve takılmaları hala gözümün önünde.

Bu faaliyetleri yetmezmiş gibi Afyonkarahisarlılar Derneği’ni kurdu ve tabii hemşerileri O’nu başkan seçti. 31 Mayısta Kocaeli Aydınlar Ocağı Başkanlığı’na aday gösterildiğimde, Yönetim Kurulumuza ilk düşündüğüm arkadaşlarımdan biri oldu. Kendisine teklif ettiğimde bir yandan beni kırmamak isteği, diğer yandan hekimlik mesleği artı Koro Müdürlüğü ve artı Afyonkarahisarlılar Derneği Başkanlığı ve beş stentli bir kalp gerçekleri yüzünden tereddüt etti. Ben kendisine “sen Allah’ın izniyle buradaki faaliyetlere de yetişirsin” deyince beni kırmadı. Ama “Benim için şereftir ama hiç olmazsa sade üye olayım, üstüne başka görev vermeyin” ricasıyla kabul etti.

Bu arada Kocaeli Tabip Odası yönetiminde, 4 sene Yönetim Kurulunda görev yaptığını atlamamam gerekiyor. Son olarak Kocaeli Tabip Odası’nın TBB Büyük Kongre Delegesi olarak görev yapıyordu. Bu göreve seçildiği kongrede saat 16 ya doğru beni aradı. Eşim de doktor olduğu için kongrede oy kullanması için gelip gelmediğini sordu. Eşim seçim tarihini karıştırdığı için oy kullanmaya gitmemişti. Biz de o saatte İstanbul’da idik. Şefik Bey’in aday olduğunu da biliyorduk. Hemen bütün programımızı iptal ederek oy kullanmak için İzmit’e geldik. Eşim sandıkların kapatılmasına beş dakika kala oyunu kullandı. Şefik Bey eşimin de oyuyla, Tabip Birliğinin Büyük Kongre delegeliğine 2 oy farkla seçildi.

Toplantılara yaz sıcağında bile kravat ve ceketle gelen tek kişiydi. En son Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanını ağustos sıcağında ve Ramazan ayında ziyaretimizde de kravat ve ceketle gelmişti. Ceketini Özel Kalemde bırakıp bırakmamak konusunda geçirdiği ufak bir tereddütten sonra “içinizde tek memur olan benim” diyerek ceketini giyip makama girdi.

O bulunduğu her meclise huzur ve güleryüz katıyordu. Hiç tereddüt etmeden sırtınızı dönebileceğiniz, en sıkışık bir zamanda kendisinden yardım isteyebileceğiniz bir kocaman gönüllü adamdı. Eşimin, O’nun vefatından sonra söylediği sözlerden biri şu oldu: “Öz ağabeyimi kaybetmiş gibi oldum. Senin başına bir hal gelse ilk sığınacağım kişilerden biriydi.”

İslam ahlak ve faziletinin yaşayan bir örneği olan Şefik Bey, aynı zamanda katıksız bir Türk Milliyetçisi idi. Etnik olmayan, kucaklayıcı, kapsayıcı bir milliyetçilik anlayışına sahipti. Tabipler Birliği’nin Büyük Kongresinde, bölücüleri destekleyen bir üye, “başka bir birlik kongresinin iki dilli (Türkçe- Kürtçe) yapıldığını, gelecek seneki Tabipler Birliği Kongresinin de iki dilli olması” temennisini dile getirir. Anında söz alan Şefik Bey, Türkiye’de tek dil olabileceğini, ülkeyi bölünmeye götürecek bu türlü eylemlere izin verilemeyeceğini anlatır. “Allah’a şükür verilmesi gereken cevabı verdik” derken görevini yapmış bir vatanseverin gururu yüzünden okunmaktaydı.

O’nun hakkında anlatabileceğim daha çok konu var. İçimde O’nu ani kaybetmenin buruk acısı, gözümün önünde gülümseyen gözü, bu ruh haliyle hemen aklıma geliveren birkaç hatıra kırıntısını kırık kopuk da olsa sizlerle paylaştım.

Kocaeli ve Kocaeli Aydınlar Ocağı bana başka hiçbir şey vermeseydi bile, Dr. Şefik Postalcıoğlu gibi bir dost vermiş olması, benim bu şehre ve bu Ocağa sonsuz şükran duygularıyla bağlı olmama yeterdi.

O dünyayı ahiretin bir tarlası olarak çok iyi değerlendirdi. Ektiklerini biçebileceği ahiret hayatında, Allah’ın hoşnut olduğu kullarından biri olarak mükâfatlandıracağına tam bir inancım var. O Allah’ı seviyordu. İnanıyorum ki Allah da O’nu çok seviyor.

Böyle kayıplar bizim için acı. O gitti… Vatan mahzun, Kocaeli mahzun, biz mahzun… Tabii ki öncelikle can yoldaşı, asil ve vakur Türk hanımefendisi Zeynep Hanım ve üç değerli evladı mahzun ve garip kaldı. Allah Onlara ve sevenlerine sabır versin.

Yavuz Sultan Selim’e ölüm döşeğinde “şimdi Allah’la beraber olmak Sultanım, diyen aziz dostu Hasan Can’a verdiği cevabı hatırlıyorum. “Bre Hasan, sen bunca zamandır, bizi kiminle bilirdin?!” Şahidim ki, Şefik Bey’in her davranışı Allah’la beraber olmanın tezahürü idi.

Allah’ım O, yaratılanı Yaradan’dan ötürü sevdi. Senin rızan için çok çalıştı, çok güzel işler ve hayırlı hizmetler yaptı. O’nu Sana emanet ediyoruz. Lütfen şanınca ağırlayıver…

Bin Aydan Daha Hayırlı Bir Gece “Kadir Gecesi”

 

Rahmet ve bereket ayı Ramazan’ın son günlerinde kadri, kıymeti ve değeri çok büyük bir gece olan Kadir Gecesi’ne kavuşmuş bulunuyoruz. 26 Ağustos Cuma gecesini Cumartesi’ye bağlayan bu gece, bin aydan daha hayırlı olan mübarek Kadir Gecesi’dir.

Zaman ve mekânlar, kendilerinde meydana gelen önemli hadiselerden dolayı değer kazanırlar. Kadir Gecesi’nin değeri de, insanlara dünya ve ahiret mutluluğunun yollarını gösteren, beşeriyeti karanlıklardan çıkarıp, aydınlığa kavuşturan, yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’in bu gece indirilmiş olmasından dolayıdır. 

Kur’an-ı Kerim gibi insanlık için bir hidayet rehberi olan kitabın böyle bir gecede inmesi ona müstesna bir şeref kazandırmış, kadrini yüceltmiştir.

Bu gece çok şerefli ve müstesna bir gece olduğundan Kur’an-ı Kerim’de müstakil bir sure ile şereflendirilmiş, doksanyedinci sure olan “Kadir Suresi” bu geceye tahsis edilmiştir. Bu surede gece ile ilgili olarak şöyle buyrulur: “Şüphesiz, biz onu (Kur’an’ı) Kadir Gecesi’nde indirdik. Kadir Gecesi’nin ne olduğunu bilir misin? Kadir Gecesi bin aydan daha hayırlıdır.Melekler ve Ruh (Cebrail) o gecede, Rablerinin izniyle her türlü iş için iner de iner. O gece, tan yerinin ağarmasına kadar bir esenliktir.”(Kadir Suresi, 97/1-5)

Kur’an-ı Kerim’in bu gecede inmesi, bu gecenin bin aydan daha hayırlı olması, Allah Teâlâ’nın ezelde takdir ettiği şeylerden bir yıllık olayların, ana kitaptan alınarak, görevli meleklere bildirildiği gece olması sebebiyle de Kadir Gecesi üstün bir değer taşımaktadır.

 Cebrâil (a.s.)’ın diğer meleklerle bu gecede yeryüzüne inerek Allah’a ibadet eden kulları selamlamaları ve bu gecenin tan yeri ağarana kadar selam ve esenlik olması da ilâhî rahmetin çok güzel bir tecellisidir.

Pek çok hadis rivayetine göre,  Kadir Gecesi’nin Ramazan’ın son on gecesinden birinde olması kuvvetle muhtemeldir. Ayrıca Hz. Aişe (r.anha) validemizden rivayet edilen bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber’e ilk vahyin Ramazan’ın 27. gecesinde geldiği bildirilmiştir. (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 3; Müslim, Îmân, 252)

Bu ve buna benzer rivayetler âlimlerin çoğunluğu tarafından tercih edilerek, Ramazan’ın 27. gecesi, Kadir Gecesi olarak değerlendirilmektedir. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) de Ramazan’ın son on gününde, her zamankinden daha fazla ibadet eder, aile fertlerini de ibadet için uyandırırlardı. (Buhârî, FadluLeyleti’l-Kadr, 3)

Bin aydan daha hayırlı olduğu açıkça bildirilen bu gece bizim için Yüce Allah’ın bir lütfudur.  Hiç şüphesiz Kadir Gecesi’ne yetişmek, biz mü’minler için büyük bir mutluluk olduğu gibi en iyi şekilde değerlendirilmesi de büyük bir kazançtır.

Çünkü bu gecede yapılan ibadet bin ayda yapılan ibadetten daha hayırlıdır. Eğer bu gecenin manasını iyi idrak edebilir ve gereği gibi değerlendirilebilirsek, bir ömür boyu kazanabileceğimizden daha fazla ecir ve sevap elde etmemiz mümkün olacaktır.

Hz. Peygamber (s.a.s.) bu gecenin ihyası ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: “Kim faziletine inanarak ve sevabını umarak Kadir Gecesi’ni ibadetle geçirirse, geçmiş günahları bağışlanır.”(Buhârî, Teravih, 2; Müslim, Salât, 25)

Bu geceye mahsus bir ibadet yoktur. Ancak,  Kur’an-ı Kerim’in yeryüzüne inmeye başladığı bu mübarek gecedeyüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’le hemhal olmalı, onunla olan alakamızı gözden geçirerek hayatımızın bir muhasebesini yapmalıyız. 

Özellikle Yüce Rabbimizin bizlere hidayet kaynağı ve yol gösterici olarak göndermiş olduğu kitabımızın mesajlarını iyi anlama ve prensiplerini hayatımıza tatbik etme gayreti içinde olmalıyız.

Bu gecenin feyz ve bereketinden istifade edebilmek için nefis muhasebesi yapalım. Hata ve kusurlarımız için samimi bir şekilde tövbe edip, Allah’tan bağışlanma dileyelim.

Çokça Kur’an okuyalım,  kaza ve nafile namazları kılalım. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.)’in öğrettiği şekilde dua etmek suretiyle geceyi ihya etmeye çalışalım. Nitekim Hz. Âişe (r.anha.) validemiz Hz. Peygamber (s.a.s.)’e; “Ey Allah’ın Resûlü, Kadir Gecesi’ne rastlarsam nasıl dua edeyim? diye sorduğunda, Efendimiz (s.a.s.) şöyle dua etmesini tavsiye buyurdular: “Allahım! Sen affedicisin, affetmeyi seversin, beni de affet.” (Tirmizî, Deavât, 85)

Bütün okuyucularımızın Kadir Gecelerini tebrik ediyor, bu mübarek gecenin ilimiz, ülkemiz ve İslam âlemi hakkında hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ediyorum.