20.1 C
Kocaeli
Cumartesi, Ekim 4, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1101

Suriye Filmi ve de Demokrasi

Ortadoğu ülkelerinin bir ABD planı ve projesi kapsamında olmadan birbirlerine yaklaşmaları ve iyi ilişkiler kurmaları sürekli engellenmiş; zaman zaman da birbirlerine karşı kışkırtılmışlardır. ABD ve Batı birbiri ile çatışan ülkelerin ve unsurların bulunduğu yerde varlığını ve varlık gerekçesini sürdürebilmektedir. Irak’ta da bu böyle olmuştur. Sürekli Şii, Sünni çatışmaları körüklenmiş, aynı el tarafından kışkırtılmıştır. Etnik ve mezhep çatıştırmaları ABD’nin Irak’ta bulunma gerekçeleri olmuştur. Başta Saddam adlı diktatörden kurtulduk diye sevinenler, küresel diktatörün Irak’a demokrasi getirmediğini sadece kendi çıkarlarının peşinde olduğunu öğrenmişlerdir. Ancak bunun faturası büyük olmuş, Irak’ta binlerce insan ABD askerleri tarafından öldürülmüş ve işkence görmüştür.

Şimdi aynı film Suriye’de tekrarlanmak üzeredir. Türkiye’ye düşen görev; milli çıkarlarına göre hareket edebilmek, Bölgede kimsenin taşeronu ve ileri karakolu olmadan komşu ülkelerdeki güdümlü olmayan demokrasi hareketlerine demokrasi ve insan hakları açısından bakabilmektir.

Türkiye’nin İran’la ve Suriye ile çatışması – bu ülkelerin milli çıkarlarımızı karşı politikalar uygulamadıkları sürece – yanlıştır. Suriye yönetimi Fransız işgal döneminden beri Türkiye’yi dost olarak görmemiş, su meselesini devamlı milletlerarası toplantılara götürmüş, Suriye Türkmenleri üzerinde açık bir eritme politikası  uygulamış ve Batının maşası olan PKK örgütünü doğrudan ya da dolaylı olarak desteklemiştir. Hatay’ı da kendi sınırları içinde görmüştür.

Bizim için önemli olan güneyimizde istikrarın bozulmaması, Suriye Türkmenlerinin insan haklarına uygun bir hayat sürmeleri ve Suriye’nin yarın yeni bir Irak olmamasıdır. Suriye’ye müdahil olmak ve aktif bir politika uygulamak, Irak’ta olduğu gibi bizi devre dışı bırakacak bir sonucu vermemelidir. Sorun “iki tarafı kirli bir sopa” gibidir. Bir tarafta tek patron haline gelen küresel gücün Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir parçası olarak Suriye’de uyguladığı politika vardır.

Böylece Suriye’nin kuzeyindeki petrol boru hattı daha iyi kontrol altına alınacak, otonom etnik bir bölge yaratılarak Irak’ın kuzeyindeki yönetimle birleştirilecektir. Diğer tarafta, başta Suriye Türkmenleri olmak üzere her türlü baskı ve yok edilmeden kurtularak Irak’ta olduğu gibi defolu, hileli ve emperyal bir demokrasiye kavuşmamaları gereken Suriye vatandaşları vardır. Irak’a ABD tarafından getirilmeyen demokrasi Suriye’ye hiç gelmeyecektir. Aşırı iyimser ve hayalci olmaya gerek yoktur.

Suriye Türkmen Cephesi ve diğer bazı kaynaklardan edindiğimiz bilgiye göre, 22 milyonluk Suriye nüfusunun 3,5 milyonu Türkmen’dir. Bunların yarısı da maalesef uygulanan kapalı rejim ve eritmeci politikalarla Türkçesini kaybetmiştir. Büyükşehirlerde Araplaşmış Türkmen gerçeği vardır.

Suriye Türkmenlerinin iktidar karşıtı eylemlerde 200 civarında şehit verdiği belirtilmektedir. Direnişçilerin de Batıdan destek görmediklerini söylemek mümkün değildir. Bunların silahsız oldukları da iddia edilemez. Türkmenlerin düğünlerinde Türkçe yasağı devam etmektedir. Bir araya gelmeleri engellenmektedir. “Beşşar bizim tek Tanrımız ” diye Şam’daki camilerin duvarlarına yazı yazan yönetim yanlıları, insan öldürme makinesi haline gelmişlerdir.  Osmanlı’nın terk ettiği topraklarda huzur ve istikrar, insan hakları hayal olmuştur.

Türkiye’yi yönetenler iç politikadaki çelişkileri dış politikaya taşımamalıdırlar. İleri karakol haline getirilmiş, Füze Kalkanı Projesine pazarlıksız boyun eğmiş bir Türkiye, Bölgede pazarlık gücünü kaybeder ve hedef haline getirilir. Ordu ile uğraşmayı bırakalım. İsrail’den özür ve tazminat beklerken tam tersine İsrail’in “kalkan“ı oluyoruz.

Günâh Ama Hâlâ Yaygın

Bâtıl inançlar ve hurafelerin başta İslâm dininin getirdiği kesin yasaklara karşın hâlâ devam etmesi ve etkisini sürdürmesi anlaşılır gibi değildir.

Allah’ın rızasına karşı ve ters olmasına rağmen hurafelerin giderek yaygınlaştığı görülmektedir. Güncel hayatımızda yer almaya başlayan,  ticarî “fal-cafe”lerin faaliyete geçmesi ve “fal bakılır”, “falcımız vardır” ilânlarının çıkması dikkatleri çekmektedir.

Ayrıca, rating uğruna zaman zaman televizyonlara çıkarılan ve insanların duygularını sömüren şahısları da izlemekteyiz. Bu tipler sözde sahip oldukları gizemli güçlerden ve görünmez esrarengiz varlıklarla işbirliği yapabildiklerinden bahis eden, medyum, kâhin, üfürükçü vs. gibi kerameti kendinden menkul kişilerdir.

Bir başka grupta yer alanlar da, yıldız falcılığı yapanlardır. Zaten tarih boyunca insanları etkilemiş olan horoskop düzenlemesi, bu işin ticaretini yapanların önemli bir çıkar alanını oluşturmaktadır.

Tatil yörelerinde de büyük ağaçların gölgelerine konan bir masa ve sandalyeden ibaret olan tezgâhlarda meslek icra edenler, el falı, su falı, kum falı, kitap falı vs. ile insanları kandırıp maddi kazanç sağlamaktadırlar.

Falcılık, büyücülük, sihir insanlık kadar eski bir tarihi geçmişe sahiptirler. Eski çağlarda Çin’de, Mısır’da, Mezopotamya’da, Anadolu’da halk ve üstün yöneticiler arasında yaygın olarak kâhin, sihirbaz ve büyücüler, varsayılan mistik gizemli ve esrarengiz güçleriyle her dönemde yer almışlardır.

İnsanlar asırlar boyu etkisinde kaldığı büyü, sihir ve fal gibi olumsuz hurafelerden ve etkilerinden hâlâ kurtulamamışlardır.

Günümüzde de normal yaşamlarımızda sihirden faldan bahis ederiz. Bazı tekerlemeler hâlâ çok canlıdır. Örneğin; “fala inanma, falsız da kalma”, “neyse hâlın o çıksın falın” gibi.

Bazı mânilerimiz de vardır;

 “İşmar eyledim ona 
Gel ırmağın oraya
Dediğimi etmezsen
Sihir ederim sana”

 ya da,

 “Kimi yerde sihire
Büyü diyorlar büyü
Çok küçüksün güzelim                                                                                                                Birazcık daha büyü”                 

Falla ilgili her gün televizyon ve radyolarda zevkle dinlediğimiz şarkılarımızda vardır.

Örneğin;

Güftesi Arif Kahraman’a, bestesi Selahattin İçliye ait olan, rast şarkı “Sarıyerli Kız” gibi:

“Fallar açılır bu güzel kız
Kimdir kime eştir
Boy pos onda kaş göz onda
 Esmer ona derler”

***

Yine  güftesi Mehmet Erbulan’a, bestesi Erdoğan Berker’e ait olan hicaz şarkı;

“Şarkılardan fal tuttum
 İkimize kaç kere…”

***

Bestesi Erdoğan Berker, güftesi Dr. Bekir Mutlu’ya ait nihavent şarkı;

“Acı hasret ve keder
Ayrılığın arkası
Yine falda sen çıktın
Yok ki senden başkası”

***

Son bir örnek ise piyanist-şantör Nejat Alp’ten;

“Ellerimi bırak falcı
Fal yalan sen yalancı
Umut güzel gerçek acı
Bana artık o yabancı”

***

Hurafeler, pagan dönemlerden beri dünyanın her yerinde uzun çağlar boyu etkili olmuşlardır.

Bâtıl ve hurafe Allah’tan başka varlıklardan yardım alma gibi sapkın yollara sapmadır ki, Allah’ın takdir ve rızasına muhalefetten başka bir şey değildir.

Kur’ân ve sünnetle örtüşmeyen, uyum sağlamayan kısaca dini inancımıza ters gelen uygulamalardan medet ummaktan kaçınmamız gerekmektedir.

EYLÜL’ü tutabilene AŞK olsun

Herkese Merhaba…
Herkese Merhaba…
Herkese Merhaba…
Eylül geldi hoşgeldi sevgili okur…
Neden mi hoşgeldi Eylül?
Çünkü, yaz rehavetinin sona ermesini müjdeler Eylül…
Çünkü, hayat birden hızlanıverir Eylülde…
Çünkü, Eylül yaşamı yeni heyecanlara sarıp sarmalayıp sunar…
Çünkü, taze başlangıçlara karar verme ayıdır Eylül…
Çünkü, Eylül hayal ettiğiniz kapıları bir bir aralar…
Çünkü, arzu ettiklerinize kavuşmanız için yol gösterir Eylül…
Çünkü, Eylül gerçek AŞK’la buluşmanız için gönül gözünüzü açar…
Çünkü, sevgiliye duyduğunuz özlemi giderir Eylül…
Çünkü, Eylül üreticidir…
Çünkü, savaşa kollarını ardına kadar açmış olan dünyaya barış getiririr Eylül…
Çünkü, Eylül huzursuzdur…
Çünkü, telaşı vardır Eylül’ün…
Çünkü, Eylül kıpır kıpırdır…
Çünkü, hedefine odaklanır Eylül …
Çünkü, Eylül tatlı bir yarışı barındırır içinde…
Çünkü, mücadele sonunda başarıya hazırlar Eylül…
Çünkü, Eylül’ü tutabilene AŞK olsun…
Çünkü, son da olsa bahardır Eylül bahar… BA-HAR… BA-HAR…
Uzun lafın kısası “Dünyanın en güzel ayıdır Eylül” sevgili okur…
Sakın ha, size alıştırılageldiği üzere Eylül’e hüzün yüklemeyin…
Haksızlık etmiş olursunuz…
Siz yazdıklarımı düşünedurun, ben müsaadenizi istiyorum…
Yeniden görüşünceye kadar en çok beni özleyin…
En çok beni özleyin…
En çok beni özleyin…
Hattaaaa bir tek beni özleyin…

Şeytan Diyor ki!

Son günlerde gündemi oluşturan meselelere baktığımızda kıskaca alınanın Türkiye değil Türk Milleti olduğunu görüyoruz.

Sıfır sorunlu dış politikanın, tarih yazıcı sıfatlı mimarı Ahmet Davutoğlu;  en sonunda diğer icatlarına İsrail ile köprüleri atmayı da ekledi.

Öte yandan hükümetin başı R.T. Erdoğan ise Ramazan ayı münasebetiyle bir iftarda buluştuğu azınlıklara sanki babasının malını dağıtırcasına hiç de hakkı olmayan ve kanaatimce ulufe olarak nitelendirilebilecek haklar verdiğini ilan etti.

30 Ağustos Zafer Bayramı münasebeti ile yapılan kutlamalarda tebrikleri “başkomutan” sıfatı ile Cumhurbaşkanı Abdullah Gül kabul etti. Ve ilk kez bir Genelkurmay Başkanının topuk selamına şahit olduk.

Milli Güvenlik Kurulu’nda yeni oturma düzeni derken, AKP’li Hüseyin Çelik başta Ege Ordusu’nu kaldırmak gibi bir dizi şahsi(!) önerisini kamuoyu ile paylaşıverdi.

Bu arada ibretle izlediğimiz ana muhalefet partisi CHP’nin, süratle AKP’lileştiğini görmek belki sizleri şaşırtsa da beni hiç şaşırtmıyor. Atatürk’ün partisi olduğu artık bir nostaljiden ibaret olan Yeni CHP ve onun lideri Kemal Kılıçdaroğlu özellikle pkk ve bölücü terör konusunda AKP’den ileri çözümler getiriyor.

Siz bütün bunların kendiliğinden olduğunu zannedebilirsiniz. Ancak her şeyin belirsiz odaklarca adım adım geliştirildiği de gözden kaçacak gibi değil…

Bütün bunları yapanların ki; eğer birazcık tarih biliyorlarsa, akıl ve yürekleri bu işleri yapmaya yetmez. Oturdukları koltuklara onları getiren ve orada oturtmaya devam eden güçlerin iknası veya emirleri olmasa, bunlar bu yaptıklarını yapmayı akıl edemez, akıl etse bile bunları yapacak cesareti gösteremezler. Demek ki; Türk Milleti dost olmayan büyük bir güçle karşı karşıyadır.

Türkler; Anadolu ve Anadolu’yu çevreleyen coğrafya da binlerce yıldır yaşamaktadır. Bu nedenle bahsettiğimiz coğrafya da kurdukları devletlerle, hükümranlık hakkını şimdi olduğu gibi kullanmışlardır. Bu hükümranlık hakkı, tarihte hiç olmadığı şekilde günümüzde tehlike altındadır. Bu tehlikeyi anlamamıza sebep olan olaylardan bazıları yukarıda zikrettiklerimizdir.

Bu olaylardan biri olan, dünyadaki “Derin Yahudi Devleti” nin resmi temsilcisi İsrail ile bile bile bir kavgaya tutuşmanın arkasındaki neden, diğer olaylarda olduğu gibi gelecekte ortaya çıkacaktır.

Başta ABD olmak üzere İngiltere,  Fransa,  Almanya gibi tüm AB ülkelerinde ve dünyanın diğer devleri olan Rusya,  Çin,  Japonya ve Hindistan’da gibi devletler nezdinde büyük bir gücü ve karar aldırma etkisi olan Yahudilerle,  haksız olduğumuz bir Mavi Marmara konusunu bahane ederek kavgaya tutuşmak eğer bu bir kayıkçı kavgası değilse niçindir? Yoksa biz bu saydığımız ülkelerden çok daha güçlü bir ülkemiyiz?

Türkiye ve başındaki hükümetin;  Mavi Marmara gemisini, İsrail’in hükümranlık haklarını hiçe sayar bir şekilde İsrail’e göndermesi ve meydana gelen olaylardan sonra da Birleşmiş Milletler’ den olumlu rapor ve karar beklentisine girmesi reel politika açısından cehalet ve gafletin ötesinde bir şeydir.

Dünya para piyasalarını büyük Yahudi ailelerinin yönettiği herkesçe bilinen bir gerçektir. Türkiye’nin son on yıldır yaşadığı finans rahatlığı ve sıcak para hareketlerine bakıldığında para piyasalarına hakim olan Yahudilerle üstü örtülü bir mutabakatın var olduğu rahatlıkla söylenebilir. En azından Türkiye’nin iç borçlanmasını nasıl karşıladığı bu meyanda cevaplanması gereken çok önemli bir sorudur. Böyle bir durumda mutabakat içinde yaşayan ve böyle olması da gereken iki tarafın arasının uyduruk olarak niteleyebileceğim nedenlerle bozulmuş olması bana “Derin Yahudi Devleti” nin;  Amerikan iç savaşında,  Waterloo’da,  Kırım, 1. ve 2. Dünya savaşlarında yaptığı gibi “her tarafa oyna” ama “istediğin sonucu al” taktiğini hatırlatıyor.

Bir taraftan Türklüğü ağzına bile almayan ama ne gariptir ki; bir yandan da Türk milletini yöneten bu iktidar, yaptığı işlerle sadece Türk vatanı ve dolayısıyla Türk devletinin değil Türk milletinin bekasını tehlikeye atıyor. Türk milleti bu gün har vurulup harman savurulan hakları İstiklal Mücadelesinde döktüğü kanla kazanmıştır. Şimdi dağıtılanları da ancak savaşarak geri alabilecektir. Sözde azınlık mallarının azınlıklara iadesi bu dediklerimizin somut bir ifadesidir.

Kimse sormuyor: bu azınlıklara bahsi geçen mallar neyin karşılığı olarak verilmiştir? Azınlıklara bu mallar verilirken; Yunanistan ve On İki Ada, Bulgaristan,  Makedonya,  Kosova,  Bosna-Hersek, Romanya,  Güney Kıbrıs,  Irak, Suriye,  Ermenistan ve diğer ülkelerdeki Türk Vakıflarına ve Türklere ait menkul ve gayrimenkullere ilişkin haklarda garanti altına alınmış mıdır? Sadece Kıbrıs’taki Türk Vakıflarının neredeyse adanın tamamına yakınının sahibi olduğu düşünülürse, ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır.

Bosna’da bulunduğu sırada merhum İzzetbegoviç’in mahdumu ve Bosna Müftüsü tarafından göklere çıkarılan ve Allah tarafından tarih yazmakla görevlendirildiği iltifatına mazhar olan Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu  ve bayramı Batı Trakya’da geçiren Ali Babacan ya da AKP’nin  Batı Trakya’lı milletvekilleri Mehmet Müezzinoğlu ve Hakan Çavuşoğlu veya isimlerini saymayayım bir çok Balkan kökenli AKP’li vekil  ve bürokrat, Balkanlardaki Türk vakıfları yok edilirken azınlıklara mal iadesine, hiç ses çıkarmışlar mıdır? Ben size söyleyeyim: hayır…

Onlar aksine Balkanlar başta olmak üzere bütün Türk dünyasındaki Türklere “aman sesinizi çıkarmayın” telkininde bulunmuş ve sonra bu gününüzü ararsınız diye gözlerini korkutmuştur. Bu dış politika ile gerçekten bir tarih yazılmak istenmektedir. O tarihte “Türk Milletini tarihten silmeyi başardık” diye yazacaktır. Ama bunu henüz kimse başaramamıştır ve kimsenin de bunu başarmaya gücü yetmez.

Eğer yazdıklarımızın aksi ya da Türk milleti başına gelecekleri anlamış olsa, bu azınlıklara ve vakıflarına mal iadesine karşı başta Balkanlar olmak üzere bir “uçbeyi” mantığı ile Türk Dünyası’nın kaybedilmiş toprakları üzerinde tutunan Türkler ile her türlü malını mülkünü oralarda bırakıp anavatana göçmüş olanlar “bizde vakıf ve şahıslarımıza ait malları istiyoruz” diye ayağa kalkmaları gerekirdi.

Ama ne gariptir ki; hiçbir ses duymuyoruz. Daha da duymayacaksınız. Vatan toprağı ayağınızın altından kayıp giderken kuvvetli bir ses çıkmıyorsa bana göre tam bir “kahtı rical” yaşıyoruz demektir.

Yoksa bir milletin önüne, ancak 15-20 yıllık bir zaman diliminde gelebilecek olaylar, birkaç gün içinde ve pişirilerek yutulmaya hazır lokmalar halinde getiriliyorsa, son direnç noktalarının da psikolojik olarak darma duman edilmek istenmesindendir.

Ne yazık ki; Türk Milletinin değerlerinin ve yüzyılların birikimi ile oluşturduğu ordu, üniversite, yargı, siyaset gibi kurumlarının “demokratik gelişim” kisvesi altında belirsiz odaklarca görevlendirilmiş olanlar tarafından yerle bir edilmesi, halen çoğunluğun gözünü açmış değildir.

Evet, bütün bunları bana şeytan söyletiyor. Benim hiçbir kabahatim yok. İçinize bir endişe, vesvese, şüphe girsin diye bana bunları yazdırttı. Belki şeytan dürtmesi dikkatinizi çeker. Daha çok şey söyledi ama bu kadarla kalsın. Ne diyeyim!  memleket binmiş bir alamete,  giderken kıyamete;  herkese kulak verdik bari bu kere de şeytana kulak verelim dedik. Hem şeytan da melek değil mi?

Stratejik Körlük

Stratejik Derinlik‘in yazarı Sayın Dışişleri Bakanımızın komşularla sıfır sorun konsepti sınıfta kaldı. Artı, Türk Dış Diplomasisi için 24 saat içerisinde keskin dönüşlerle saf değiştirme dönemi başladı.

Oysa hem gümrük ve vize muafiyetleri hem de Afrika açılımı stratejik açıdan doğru başlangıçlardı. Fakat dış politika direncimiz de sıfıra yakın.

Kıl-inton‘un karşısındaki oturuşu hala eleştiri konusu olan rahmetli Ecevit sağ olsaydı Saddam‘ı Amerika’ya kolay kolay yedirmediği gibi Suriye‘yi de Sam Amca’ya yedirmezdi.

Şimdiki raconcu Başbakanımızın oturuşu Yavuz Sultan Selim gibi, Amerika karşısındaki duruşu süt dökmüş kedi (Bkz. Damat Ferit) gibi.

Müdür atamalarında bir ilçe Milli Eğitim Müdürünü arayan İl Genel Meclisi’nin Eğitim Komisyon Başkanı “Hocam, sıkıntı var mı?” sorusuna “Hiç sıkıntı yok. Ne istedilerse verdim, ne dedilerse yaptım” diye yanıt alır. Şu an itibariyle bizim ABD‘yle bir sorunumuz olabilir mi?

Kaç zamandır dış destekli kriz yaşamıyoruz. Ne Ermeni meselesi ne Kıbrıs, karşı karşıya gelmiyoruz. İsteyip de alamadıkları ihale olmadığı için fail-i meşhur cinayetler de olmuyor. Borç – harç da olsa bet bereket içinde yüzüyoruz. Oooh, ne güzel memleket!

Fısıltı gazetesiyle dinî çevreler Suriye’nin işgaline hazırlanıyor. Neymiş, Alevîler Sünnîleri öldürüyormuş. Haberin doğruluğu bir yana Sünnîler Alevîleri öldürse durum değişecek miydi? Doğu Türkistan’daki Uygurlar Sünnî mi değil yoksa Çinliler Esad’dan daha mı ehven?

Türkiye Alevî – Sünnî – Şiî bütün Müslümanların hatta mazlum tüm insanlığın yanında ve yardımında olmalıdır her zaman. Esad yönetimini Müslüman saymayan İslâmî çevreler bumerangın kendilerine döneceğini bilmiyorlar mı? Yoksa ‘Yeni Suriye‘nin inşasında tıpkı Libya‘daki gibi pastadan pay kapmak mı derdiniz?           

Bu pragmatik, bu çıkarcı, bu global gladyatörlerin şakşakçısı politikalar Türk devlet geleneğine yakışmıyor.

Bakıyorum da Cumhurbaşkanı (Başkomutan), Başbakan ve Dışişleri Bakanı neredeyse Suriye’ye savaş açacaklar. “Suriye bizim içişimiz” diyen bir devlet adamı dış dünyadan tepki bile almadı.

Oysa Demirel “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk Dünyası” dediği için düşürülmüştü.

 Ve Özal Ortaasya seferi sonrasında zehirlenerek bertaraf edilmişti.

Anadolu’da ‘kahve dövücüsünün hınk deyicisi‘ tabiri vardır. ABD ve AB adam dövüyor, biz

de ‘hınk‘ diyoruz.

Yalnız, dövülen adamlar yamuk yumuk da olsa bizim adamlar. Ve biliriz ki işbirlikçilerin daha savaş bitmeden işi bitirilir.

Baydemir‘in ‘hastir‘ine, Demirtaş‘ın ‘meşenin sapı bir yerinize mi battı‘ efelenmesine gık diyemeyen Hükümetimiz 9 yıl sonra birdenbire PKK’ya karşı Tansu Çiller politikalarına döndü.

Niye? Küresel Güçler, Türkiye’nin Suriye’ye karadan girme garantisi üzerine PKK’yı gümüş tepside ona sundu diye mi?

Siz 1 kırıp, 1 de koyup 3 umarken eloğlu 3 Irak‘tan sonra 3 ayrı Suriye inşa etsin, Kürdistan‘ı denize kadar genişletsin, petrolüne geçiş yolu bulsun, İsrail‘in güvenliğini sağlama alsın sonra İran ve Türkiye‘yi parçalasın.

Siz uyduruk Kürt Sorunu‘yla uğraşırken bir de ‘komşuda pişer, bize de düşer’ uyduruk bir Alevî – Sünnî Sorunu‘yla uğraşa durun.

Koşaner‘in kaçtığı, Torumtay‘ın da ahrete göçtüğü hengâmede ben diyeyim 3 siz deyin 5 vakte kadar ‘dot ve kardeş ülke‘ Suriye’ye girerken gazete manşetlerini ve haber spotlarını aha şimdiden veriyorum:

Türkiye Lider Ülke‘, ‘Yeni Osmanlı Geliyor‘, ‘Sultanın Uyanışı‘, ‘Erdoğan Fatih gibi‘. Fonda ‘Yine de Şahlanıyor Aman‘ müziği ve arka dekorda Osmanlı Hâkimiyet Arması. Ve Hükümet gözcüsü Arınç sözcü: “Ağlamak istiyorum Yarabbim, bu ne saadet.”

İyi seyirler Müslüman kardeşim, her nerede başını kuma gömdüysen.

AMASYA ve Ferhatla ŞİRİN

 

Sevgili Dostlar, bu gün biraz AMASYA’dan bahsedeceğim.

AMASYA’da  FERHATLA ŞİRİN’den söz edeceğim.

Ferhat’la Şirin olayı Dünyada Yalnız AMASYA’da olan çok özel bir OLGUDUR.

FERHAT, ANADOLU’da, ASYA ve ORTADOĞU TÜRK Diyarlarında, İmkânsızın Başarılma Öyküsüdür.

İnsan gücüyle ve o günün tekniği ile KAYALARI Pamuk Yığınları gibi atacaksınız, bu kolay değildir. Bu iş fiziksel güçle çok zor yapılır, bunda bir mucize gerektir. İnsanüstü bir güç gerektir. FERHAT Bunun SEMBOLÜDÜR.

Ferhatla Şirin, Anadolu’da SAF ve TEMİZ bir aşkın, ENTRİKALARLA Savaşının ÖYKÜSÜDÜR.

Evet, Ferhat’la ŞİRİN, bir semboldür. Her zaman nice FERHATLAR olmuştur. Ve nice SAFLIK timsali ŞİRİNLER!..

Ve Hep CADI Kadınlar olmuştur. CADI KADIN da bir semboldür.

Bu gün CADI KADIN; Çirkin POLİTİKA Demektir.

CADI KADIN;  İFTİRA Demektir. CADI KADIN, Dedikodu, Adam Yıpratma, HASET Demektir.  Fesat demektir..

Cadı Kadın, TOPLUMUN Başına bela olan KÖTÜ HUYLAR ve Kötü HUYLULAR Demektir. Bu anlamda Cadı Kadın hep olmuştur. Ve hep olacaktır.

Allah FERHAT’lara güç versin. Sabır versin. ŞİRİN’lere; akıl, iz’an versin, sabır versin, basiret versin. Versin de; ne Ferhat; ne de Şirin, Cadı Kadınlara aldanmasınlar. Onlara inanıp yıpranmasınlar.

Yaşamın her döneminde, Ferhatlar vardır ve olacaktır. Şirinler vardır ve olacaktır. Herkes yaşamının bir döneminde FERHAT olmuştur. Herkes bir dönemde ŞİRİN olmuştur. Ve herkes CADI KADINLARLA Karşılaşmıştır.

Allah Ferhatlara, Şirinlere akıl, izan versin, güç versin. Basiret versin. Versin de CADI KADINLARI fark etsinler, onlara kanmasınlar.

Bazen batı toplumları da bu özlemi duymuş ve kendi kahramanlarını dile getirmiştir. Ama onların düşünceleri daha maddeci, daha basit, belki bir anlamda onlara göre daha gerçekçidir.

Onlarda da olmazı başaranlar, başarmak isteyenler vardır. Örnek olarak bir DON KİŞOT Vardır. YELDEĞİRMENLERİ ile savaşmıştır. Orada da bir özlem vardır. İmkânsızın başarılma özlemi dile getirilmiştir. Ama sonu hüsran olduğu bilinerek bu yapılmıştır.  Bu onların maddeciliğinden kaynaklanmaktadır.

Bizim Ferhat’ımız sadece bir MASAL değildir. O vardır. O bir gerçektir.

Hikâyeyi biraz daha irdelersek, bakınız neler görebiliriz..

Ferhat, bir taş ustasıdır. Nakkaştır. İyi bir sanatkârdır. Ama bir saraylı değildir.

Şirin bir saraylıdır. Amasya SULTANI, Mehmene Banu’nun Kız Kardeşidir. Yani o da bir Sultandır.

Bir bakıma;  Ferhat’la Şirin aşkı, bir saraylı ile bir Sultan ile bir Halk Yiğidinin aşkıdır.

Böylesi hikâyeler benzer şekilde bütün kültürlerde vardır.

Olagelmiştir. Ama Ferhat’la Şirin’de bir başka güzellik vardır.

Bir kere ŞİRİN adına bakar mısınız, Batıdaki gibi çok unvanlı PRENSES ŞİRİN Sultanlar Sultanı, Filancaların Filancası, Güzel Şirin değil, Sultan Şirin değil sadece: ŞİRİN ..

Onun Mehmene Banu Sultanın Kızkardeşi olduğunu ancak kayıtlarda görürsünüz. Hikayede sadece Şirindir O!..

Sadece bu yönüyle bile, bir güzellik, bir asalet, bir sadelik vardır anlatımda. Anadolu halkının yalın özlemi vardır. Şaşaaya, debdebeye, itibar etmeyen ANADOLU’nun sadeliği vardır. O, ŞİRİN’dir.  Tıpkı LEYLA Gibi, o bizim öz sevgimizdir. SADE’dir. Anadolu İnsanı gibi, yalındır. Ama güzellik ifade eder, yücelik ifade eder.

Ferhat da öyledir.  O da bir Anadolu asaleti, Anadolu gücü ve güzelliğinin ifadesidir. YUNUS gibi,  Mecnun gibi,  bu toprakların yalın GÜCÜ’dür.

Ve Ferhat, başta da söyledik; İmkânsızın başarılma öyküdür. İnsan gücüyle yapılamayacağı düşünülen şeylerin AŞK’la yapılabileceğinin öyküsüdür.

Ferhat’la Şirin başka bir öyküdür. Anlamak gerekir. Anlatmak gerekir.

Leyla ve Mecnun da vardır. Ama onlardan kalan iz bulamazsınız. Leyla ve Mecnun soyut bir hikâye gibidir.  Tahir ile Zühre vardır. Ama izleri yoktur. Yunan tanrılarına kadar gidiniz. Anlatılan aşk hikâyeleri hep soyuttur.

Ama burada FERHAT ve ŞİRİN hikâyesinde SOMUT bir eser vardır.

AMASYA’ya hayat verdiği anlaşılan SU KANALI!.. Ve bu kanalın yapımı, öyle çok kolay bir olgu da değildir. 

Bu gün bile, günümüz imkânları ile öylesine estetiği olan bir sanat şaheserini zor yaparsınız. Patlatır atarsınız ama, geriye Ferhat Su Kanalı gibi bir şaheser değil bir moloz yığını kalır. Betonla demirle, motopompla suyu götürürsünüz. Ama böyle bir kanalı zor yaparsınız. 

Belki, bu güne kadar hiç bu gözle bakmadınız. Ferhat su kanalı bir şaheserdir.

Ferhat su kanalı, onun üzerine kurulan AŞK HİKÂYESİ ile bütünleştiği zaman bir şaheserdir. O eserin bir insan tarafından, KESKİ ve KÜLÜNK’le yapıldığını düşündüğünüz zaman, bunun izlerini o taş üzerinde gördüğünüz zaman, o bir şaheserdir.

Bütün bunların ŞİRİN için, Şirinin Saf ve Temiz Aşkı için yapıldığını düşündüğünüz zaman o bir şaheserdir.

Şimdi lütfen, Ferhat su kanalını bir de bu gözle yeniden izleyin.

Bakın, taş üzerindeki keski izlerine elinizi sürün, dokunun, ŞİRİN’i düşünün..

FERHAT’ı düşünün. Bu gün bile, günümüz imkânları ile bile zor yapılacak olan o eserin bir insan tarafından ve kısa sürede yapıldığını düşünün.

İmkânsızın nasıl başarıldığını düşünün. Ferhat’ın AZMİNİ ve KARARLILIĞINI düşünün.

Ve CADI kadını düşünün.

Hayatınızda karşılaştığınız CADI kadınları düşünün. Muhatap olduğunuz ÇİRKİN Politikayı düşünün. Size haset edenleri düşünün. Fırsatçıları Kıskançları düşünün.

Ve siz, siz olun Cadı Kadına kanıp da Şirin aşkından vazgeçmeyin. Azim ve kararınızdan hiç kaybetmeyin.  FERHAT olun, ama cadı kadınlara kanmayın. ŞİRİN’i hiç aklınızdan çıkarmayın.

AMASYA’yı hiç aklınızdan çıkarmayın.

Kim ne derse desin siz Amasya için çalışmaya devam edin.

Sizin Şirin’niniz Güzel Amasya’dır.

AMASYA Memleket Sevgisinin SEVGİ SELİNE Dönüştüğü Yerdir.  AMASYA coşku demektir. SEVGİ demektir.  Bunları hiç unutmayın.

Ve nihayet bu gün Amasya BİLİNÇLİ Yöneticileri ile SAHİP OLDUĞU DEĞERLERİN Farkında olan ve bu değerleri TURİZM olarak, KÜLTÜR olarak, Toplumsal YARGI olarak ihraç eden önemli merkez haline gelmektedir.

Sevgili Yöneticiler, Sivil toplum Kuruluşlarının Sevgili Yöneticileri, Sevgili Dostlarım; sizler de benim gibi birer Ferhat’sınız.

Sizin Şirin’iniz olan MEMLEKETİNİZ için çalışmaya devam ediniz.

Ve sakın ola ki, “Cadı Kadınlara”, yani Çirkin Politikaya, yani Hasetlere Fesatlara asla itibar etmeyiniz…

Herkese selam,  sevgi ve saygılar sunuyorum..

Nedir gecekondu Müslümanlığı?

Merhum Şefik Bey’e Allah(cc)’dan rahmet,

Ailesi ve yakınlarına sabrı cemil niyaz ediyorum.

Mekânı cennet derecesi âli olsun.

Tüm İslam dünyasının bayramı mübarek ,

Tatilleri huzurlu olsun.

Dönelim konumuza,

Nedir gecekondu Müslümanlığı?

Merak mı ettiniz?

Fazla merak etmeye gerek yok.

Olan ile olması gerekeni kıyaslayınca,

Gecekondu Müslümanlığının ne olduğunu göreceğiz.

Müslümanlık üç ana unsurdan oluşan binaya benzer.

1 – iman

2 – ibadet

3 – ahlak

1 –  İman işin özü ve temelidir.

Çok ama çok sağlam olmalıdır.

8-9-10- şiddetindeki sarsıntılara dayanabilmelidir..

23 senelik peygamberlik süresinin 13 senesi Mekke dönemini oluşturur..

Bu 13 sene temel atma dönemidir.

Bu temel öyle sağlam olmalı ki nükleer tesislerinden sağlam olmalı

Zira bozulanın tamiratı kolay olmuyor.

Çoğu zamanda tamir olmuyor.

İçerisinde sarsıntı yâ da çökmeye sebep olacak en küçük şüphe ya da virüs bulunmamalı.

İnanılması gerekenlerin hepsine

Acabasız tereddütsüz aynel yakin(görüyormuşçasına) inanmak gerekir.

Tıpkı sahabenin imanı gibi,

2 – ibadet: Bir binada temelden sonra ne gelir?

Kolonlar kirişler, dış duvarlar, iç bölmeler ve tabela betonu.

Burada kullanılan kum, tuğla demir çimento standartlara uygun olmalı.

İşçilik ve kaliteye de azami dikkat edilmeli.

Aksi takdirde kalitesiz malzeme ucuz işçilik,

Bir sarsıntı anında insan hayatına mal olabilir.

İbadetlerin sağlamlığı her türlü dünyevilikten uzak.

Sadece Allah rızası için olmasından geçer.

Aksi takdirde buğday ambarına fare girmiş demektir.

İdeal Müslümanlık için bu iki husus yeterli mi?

Değil

Üçüncü bir husus daha vardır ki oda ahlaktır.

3 – Ahlak: İman ve ibadet işin İlahi boyutudur..

Yani Müslüman’ın Allah ile ilgili hususiyetleridir.

Ahlak ise işin içtimai yani sosyal boyutudur.

Ahlakın kaynağı da dindir .

Fakat beşeri münasebetleri dizayn eder.

Ahlak dinin tezyinatıdır.

Yani Müslümanlığın kamalat noktasıdır.

İmanın karşılığı temel.

İbadetin karşılığı iskelet

Ahlakın karşılığı ise cam çerçeve – kapı, pencere,

İç ve dış boya ve badanasıdır.

Bunlar olmadan bina tamam sayılır mı?

Binanın içerisinde oturulur halde olması için bunlara ihtiyaç vardır.

Ahlak binanın ince işçiliğidir.

Kaba inşaatı eve dönüştüren önemli kısmıdır.

Ahlaksız bir Müslüman ,

İmanı ve ibadetleri tam olsa bile ,

Metruk bir bina yâda gecekondu gibidir.

Metruk binalar tinerci kapkaççı vb insanların ,

Yani toplumun huzurunu bozanların barınağıdır.

Günümüz Müslümanlarında eksik olan sadece ahlak değil !

Temel ve iskelette zayıf,

İnsanlar neredeyse Allah(cc)n yetkilerini kullanarak,

İmanı ve ibadetleri belirlemeye kalkışırlar.

Ekonominin gereği budur.

Günümüz şartları çok farklı

Gerçekleri de görmezlikten gelemeyiz ki!

Bana göre böyle olmalı.

Yani kafamıza göre inanalım.

Keyfimize göre yaşayalım.

İçkimizi yudumlayalım faizimizi yiyelim.

Cuma ve bayram hatta vakit namazları bile kılalım.

Eş ve dosta anlatmak için hac ve umreye de gidelim.

Kendimizi sınırlayacak hiçbir kural ve de kaide olmasın.

Şeytanla beraber dolanalım fakat ölünce cennete gidelim.

Açıkça dile getirilmese de,

Müslümanların birçoğunun zihni arka planında bu düşünce yatar.

Bilmem birazda olsa gecekondu Müslümanlığını anlatabildim mi?

Gereğini yapmak üzere Allaha emanet olunuz.

Tabiî ki ben de.

Çeşitleme

                    “Tanzimat’tan bu yana (gördüğümüz) 150 yıllık rüya”

                      Hala başımızı göğe erdirecek sanıyoruz güya

 

                      O zamanlar, içtenlikle almıştık, ne koymuşlarsa önümüze

                      Bir türlü, doğru dürüst, çeki düzen, verememiştik yönümüze

 

                      İktisadi şartları, hadi anladık ama bir derece

                      Siyasi ön koşullar karşımızda, sanki tam bir bilmece

 

                      AB, posteki saydıracağa benziyor, uzun zaman nice

                      Özümüzden koparmak için, çok uğraştıracak hece hece

 

                    “Türkiye, Türklere bırakılamayacak kadar, önemli bir ülke.”

                     Diyenler, bunun için çok görüyor, hürriyet ve kalkınmayı Türk’e

 

                     Eskide: “Çay içer misiniz?” diye sorulurdu.

                     Şimdiler: “Çay alır mısınız?” demek moda oldu!

 

                     Geçmişte: “Banyo yapar mısın?” şeklindeydi soru.

                     Günümüzde hep: “Banyo alır mısın?” denir oldu!

 

                      Mazideki: “Adınız nedir?” “Adınızı sorabilir miyim?” sorusu,

                    “Adını alabilir miyim?” diye, İngilizceye büründü doğrusu

 

                     Kafalar, yabancı dil öğretmek fikriyle, elbet dolmalı.

                     Ama bundan kasıt, öz dile yabancılaşmak mı olmalı?

 

                     Kendi şehrimizde, şehrimize olduk, çoktan beri yabancı!

                     Tabelalar İngilizce; sanki kelimeler bize yalancı!..

 

                     İstekler, öne konacak bir bir, hadi gerekeni yap diye…

                     Okumanı istediğimiz tablo, işte buydu kitap diye!…

 

                     Girdik kendi irademizle, yeni müthiş bir çıkmaza

                     Kalkmalı ellerimiz artık, kurtuluş için niyaza

 

                     Ülkedeki sivrisinek ısırmalarından, korunmak için,

                     Dış ülke yılanlarının ısırmasına, razı oluş niçin?

 

                     Bu değil midir yağmurdan kaçarken doluya tutulmak?

                     Bu gidişatın olmaz mı sonu, acaba unutulmak?

 

                      Kendi ülkesinde, kendi insanıyla olmak varken tam kardeş.

                      Can atılıyor, Tilki ve Domuzlar nazarında, olmaya leş!…

 

                    Kendi ülkemizde, olmak varken muhabbet fedaisi,

                    Batılıların olduk gönüllü, Türkiye’ye daisi (davet edeni)

 

                    Kendi ordusuna küs olur mu hiç, gerçek Türk olan?

                    Hatasıyla savabıyla, odur ancak kalbe dolan.

 

                    Milli Mücadele, Kore ve Kıbrıs’ta yanındaydı şüheda

                    Bugün yine şehit veriyor ordu, istediği için Huda

      

                    Denilmemiştir boşuna: “Hubbü’l-vatan mine’l-iman.”

                   “Vatan sevgisi imandandır.” diye, Ey Ehl-i Vatan!

 

                    Türk Ordusu yeminli, bilsin dünya; diyerek: “Önce Vatan.”

                    Şehitler ve gazilerdir; cennet vatanın koynunda yatan..

 

                     İşte bu orduya, olmaz güvensizlik arkadaş!

                     Her genç, doğar doğmaz olmuştur, Mehmetçiğe adaş.

 

                     Birbirini anlamaya çalışmalı, tüm kalbiyle Sivil – Asker

                     Başka değil, ancak buna razı olur, olursa İlahi Kader

 

                     Batı’nın tek korktuğu hedef, Kahraman Türk Ordusu

                     Aklı başa alıp, iyice çalıştırmalı usu

    

                     Türk Ordusu, Maide Suresi’nin bir ayetiyle müeyyed (doğrulanmış)

                     Bu Vatan, kalacak Türk’ün elinde, emin olun ilelebed

 

                     Türkiye, olaylar tufanı ortasındaki, Nuh’un Gemisi

                     Onu korumakla yükümlü, belli ki Yüce Rabbin Nebisi

 

                     Onun şahsında, korunuyor cümle Alem-i İslam

                     Olsun bu ümmetin göz bebeği millete, bin selam

 

                     Yüz, asıl; Türk ve İslam Alemi’ne yönelerek bırakmalı iz

                     Batı’ya bakışlar ise, ancak olmalı mecazi, yani  caiz

 

                     İşte AB’ye yönelmenin, arka yüzlerinden biri de, bu!

                     Aman ha, Ordu karışmasın etliye sütlüye, ömür boyu!

 

                     Oysa “Devlet” demek, resmi kurumlar toplamıdır.

                     Müşterek / ortak irade koymanın, kavramıdır.

 

                      Dikkatle, her kurumun sesine, vererek candan kulak

                      Hepsini dinleyerek olur sonuca; devlet, bir durak

 

                      Devlet, bir vücut gibidir, kendisi başıdır bedenin

                      Elbette, fikrini beyan hakkı var, itaat edenin

                      

                      Ehliyet, liyakat, fikre saygıyı Devlet’ten beklemek

                      Dinde “Ehl-i Hal ve’l-Akd” dan murat, işte bu olsa gerek

 

                       Vahiy karşısında, nasıl yoksa, oya başvurmaya ihtiyaç

                       Maharet arandığı yerde, salahata (çok dindar oluşa) olunmuyor muhtaç

 

                       Ecdat demiş, Devlet için: “Sürmeli o, ebed – müddet.”

                       Çünkü, o olmayınca, ne iffet kalıyor ne adet

 

                       Yine demiş ki, eş tutarak; o asil, o mübarek cet

                       Din’le bir zikretmiş o kavramı, diyerek Din ü Devlet

 

                       Devlet deyince, akan sular durur; ecdadın, adalet katında.

                       Devlet gösterirken haşmetini, askerinde ve hatta atında.

 

                       Devlet denince, sanma sakın ha, gelip geçen iktidar

                       Devlete hizmette kalır onlar, ancak muayyen mikdar

 

                       Durur üstünde devlet, kılıç ve kalemin daima

                       Fakat kılıçsız düşünmeyi, hiç etme sakın ima

 

                       Unutma ki devlet, ordusuz olmaz hiçbir zaman

                       Ordu; devletsiz gelmesin akla, sakın ha aman

 

                       Ne olursa olsun, uzatma sen hiç, Milli Ordu’ya dil.

                       Var bu millet tarihte, ordusuyla hep, bunu iyi bil.

Küresel Krizin Arka Planı ve Yer Adları

Ciddi devletlerin kamuoylarının hassas olduğu bazı konularda nedense biz aynı hassasiyeti göstermeyiz.  Yabancılara onları şaşırtacak kadar önem verme, telkin ve tekliflerini adeta ilahi emir gibi kabul etme geleneğimiz var. Tanzimatla artan, dış politikadan birçok alana kadar ve bilhassa son yıllarda bu böyle gitmektedir. Hem yanlış yaparız; hem de yabancılara verdiğimiz tavizleri ve yanlışlarımızı örtmeye çalışırız.

Yeteri kadar hassasiyet göstermediğimiz konulardan birisi de, yer ve kuruluş adlarıdır. Bazı yetkililerimiz ve belediyelerimiz hassas davranmakta ise de; çoğu bu işin öneminin farkında bile değildir. Son yıllarda küreselleştirme ile beraber artan haçlı saldırılarıyla hedef alınan bazı bölgelerimizde yer adları ile oynandığı görülmektedir. Bir ara Sayın Cumhurbaşkanı bile olmayacak ve yapılmayacak yanlışlar yapmıştı. Güroymak’a (Bitlis)  “Norşin” ismini vermek Türkiye’nin herhalde daha iyi demokratikleştiğinin göstergesi değildir. Yer adları, kabristanlar, mutfak özelliklerimiz ve yemek adları birer tapu gibidir.

Dünya dili Türkçemiz küresel istila ile birlikte açık bir saldırı ile karşı karşıyadır. Anayasamızda Türkçeye bir takım mahalli diller eklenerek aslında egemenlik haklarımız dış telkinlerle birileriyle paylaştırılmak istenmektedir. Türk mutfağını yok farz edecek şekilde yemeklerimize bilhassa turistik tesislerde uydurma ve yabancı adların takılması yaygınlaşmıştır. Buna “Ne yapalım ticaret yapıyoruz” diyen sözde ve lafta kalan milliyetçi ve muhafazakâr şahıslar da eklenmektedir. Oysa eloğlu yoğurda, musakkaya, baklavaya hatta Behçet hastalığına bile sahip çıkmaktadır.

Balkanlarda yaptığımız gezi ve tetkiklerde yer adlarının ne kadar önemli olduğunu gördük. Sırpların çekildiği her yerden Sırpça isimler silinmişti. Bizde bazı TV kanallarında “Balkanlarda Osmanlı izleri” isimli programlar yapılır. Meselâ, Kalkandelen’den  Tetova diye bahsedilir.  Esenler otogarında Üsküp’e giden otobüslerin üzerinde “Skopa” yazar. Bu örnekler maalesef çoktur ve bizim ne kadar bilinçsiz olduğumuzu gösterir. Ermeniler, Ağrı Dağı’na Ararat der, Anadolu’nun doğusunu Batı Ermenistan olarak haritalarında ve anayasalarında gösterir ve belirtir. Cumhurbaşkanları gençlerine “Karabağ’ı biz aldık, Ağrı’yı almak size düşer.” der. Bizde ise; tersi görülür. Milli çıkarlarımız ve yer adlarımızdan taviz vermek demokratikleşme ve liberalleşme zannedilir.

Geçenlerde Milli Eğitim Bakanımız Kosova’yı ziyaret etmişti. Haklı olarak ders kitaplarından Türk ve Osmanlı düşmanlığının çıkarılması gerektiğini ifade eder. Arnavut ırkçılığına bulaşmış bazı basın organları buna ateş püskürür, hatta Meclislerinde bazı milletvekilleri “dünkü düşmanı unutacak mıyız; neden ders kitaplarında değişiklik yapalım?” derler.

Bu ve birçok örnek gösteriyor ki, Dünyada küreselleşmeye uygun, insanları, milletleri birbirine saygılı birarada yaşatma ortamı yoktur. İktisadi krizlerin altında da siyasi, emperyal amaçlar vardır. “Ya benden olursun, ya da düşman” şeklindeki süper gücün politikası ile Dünyada barış ve istikrar nasıl sağlanabilir? NATO güçlerinin, bombardımanlarının Libya’da iktidarı değiştirmede kullanıldığı ve binlerce insanın öldürüldüğü bir ortamda, küresel siyasi kriz vardır ve bu da küresel ekonomiyi etkilemektedir. Küresel krizlerin bitmesini kimse beklemesin.

Yeni bir küresel düzen kurulup BM’ye işlerlik kazandırmadan demokrasi getiriyoruz diye yer altı kaynakları için ülkelerin işgal edildiği sürece kriz bitmez. 1930’ların getirdiği IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar yenilenmeden, yeni ve adil bir kurumlaşma sağlanıp dengeler korunmadan dünya sürekli krizi tartışacaktır. Dünyanın geleceğini 1930’ların kurumlaşması karşılayamıyor.

Vahşi kapitalizmin yeni maskesi küreselleştirme de dengeleri iyice bozuyor, istismarı meşrulaştırıyor.

Muktedir Halk Çocukları

 

Onbeş yıl kadar önce Prof. Dr. Orhan Türkdoğan‘ı ziyaretimizde, bir sosyolog olarak kendisinden şu tespiti dinlemiştik: “Türkiye yüzyıllardır seçkin bir zümrenin yönettiği bir ülke idi. Sıradan Anadolu çocuklarının ülkeyi yöneten bu seçkin zümre içine girmesi son derece güç, hatta imkânsızdı. Cumhuriyet döneminde de belirli ailelerin çocukları üst seviyede eğitim ve geniş çevre imkânına sahip olduğu için bir nevi “kast sistemi” devam edegeldi. Ancak Demokrat Parti ile başlayan süreçte sıradan Anadolu çocukları yavaş yavaş devlet yönetiminde söz sahibi olmaya başladı.”

Önce Demirel, sonra da Özal dönemi ve takip eden hükümetlerde bu süreç hızlandı. Sürecin başlangıcında sistemi delerek bir yerlere gelen halk çocukları (seçkinler arasına girmeye başladığında) çoğunlukla bir aşağılık kompleksi içine girmekte, bu seçkin zümreye benzemekte, onların dünya görüşünü benimsemekte, hayat tarzını taklit etmekteydi.

Ordu ve yargı esasen halk çocuklarının çoğunlukta olduğu iki güç idi. Kökeninde milliyetçi/ ulusalcı ve fakat batı değerlerini geleneksel değerler yerine ikame etmeye çalışan bu zümreler, içinden çıktıkları geleneksel değerlere karşı olan bir tutum içindeydiler. Başörtülü diye şehit annesini orduevlerine sokmayacak kadar, kendi vergileriyle yapılmış okullarda okumalarına izin vermeyecek kadar katı bir anlayışa sahiptiler.

Özellikle AKP döneminde daha da hızlanan süreç sonucunda, sadece siyasi makamlara değil, sıradan halk çocuklarının eskiden nüfuz edemediği Dışişleri, Bankacılık (Merkez Bankası dâhil) gibi alanlara da hâkim olmaya başladı. Görüldü ki, mesela Durmuş Yılmaz gibi halk çocukları da bu makamlarda başarılı olabilmekte.

Muhafazakâr kitlenin “monşer” olarak nitelendirdiği büyükelçiler, halkla teması olmayan “halk için halka rağmen” anlayışının sembolü valiler, kaymakamlar yerlerini yavaş yavaş “halk çocuklarına” terk etmeye başladılar. Belediye Başkanları seçimle geldikleri için zaten daha önceden halkla iç içe olmaya başlamıştı.

Ordu ve Yargı içinde de artık geleneksel değerleri yaşayan halk çocukları ağırlık kazanmaktaydı.

Bu makamlarda artık evine ayakkabı ile girmeyen, “alnı secde gören“; halk ile beraber iftar açan; büyüklerinin elini öpen, sokaktaki çocukları kucaklayıp oynayan insanlar vardı. Çocuğunun doğumunda, yemek tarzında, düğününde, töreninde, cenazesinde sıradan halk nasıl yaşıyorsa öyle yaşayan insanlar…

Sermaye seçkin zümrenin tekelinden çıkmakta, Anadolu Sermayesi ve onların oluşturduğu birlikler sadece ekonomide değil, siyasette de ağırlığını hissettirmekteydi. Bu sermaye artık basının/ medyanın gücünü fark etmiş olduğundan bu alanda da tekelleri yıkmaktaydı. TRT’nin tekel döneminde haftada bir yayınlanan 15 dakikalık dini programla yetinmek zorunda kalan dindar kitleler, gün boyu dini yayın yapan onlarca kanala sahipti.

Bütün bu ve benzeri gelişmelerden sadece memnuniyet duymamız gerekirdi. Sıradan bir halk çocuğu ve ortalama bir Müslüman Türk ailesinin değerlerine sahip olan bizlerin, bizim gibi insanların ülkeyi yönetmesinden şikâyetçi olmamız beklenemezdi.

Halka tepeden bakan, azarlayan memur tiplerinin azalmakta oluşunu da göz ardı edemezdik. Hele hele yurdu saran toplu konutlar, bölünmüş yollar, yeni tren ağları, seçkinlerin ulaşım aracı olan uçakların halka sunulması, hastanelerde iyileştirmeler gibi hizmetleri gördükçe bu memnuniyetimizin daha da artması kaçınılmaz olmalıydı.

Fakat bizim asıl görevimiz şimdi başlıyordu. Çünkü Hazreti Peygamberin sözüyle, “asıl cihad şimdi başlıyordu.”

Çünkü “dağ başında veli olmak kolay, şehirde veli olmak zordu.” İmkâna, güce sahip olmayanın faziletli olması da, faziletli ve adaletli davranış beklemesi de kolaydı. Ama asıl zor olan güçlü iken adaletli ve faziletli olabilmekteydi.

Zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayanların” hürriyet istemesi normaldir. Önemli olan güç sahibi iken, herkesin özgürlüğü iliklerine kadar hissedebildiği bir yönetimi sağlamaktır. Halkın telefonla konuşmaktan bile korktuğu bir ülkeyi yönetmek, muktedir halk çocuklarını utandırmalıydı.

Muktedir halk çocuklarının, en az gücünü elinden aldığı seçkinler kadar, hatta daha fazla, bu milletin bağımsızlığı, varlıklarının korunması, vatanın birliği ve dirliği için gayretli, inançlı ve dirençli olması gerekirdi. Mesela özelleştirmelerin yabancılaşmaya dönüşmesine karşı tedbir alınmalıydı; milletimizi etnisite bazında bölmeye çalışanlara cesaret verilmemeliydi.

İçimizden biri olan valiler, kaymakamlar, en az “halktan kopuk selefleri” kadar iktidarın değil, devletin milletin valisi, kaymakamı olabilmeliydi.

Her devrin gizli iktidar ortağı medya devlerini (vergi denetimleriyle) devirmek, halkın elbette hoşuna giderdi. Ancak yapılanlar muhalefeti yok etme maksadıyla değil, adaleti sağlamak için yapılıyorsa güzeldir. Bunun için halk çocuklarının iktidarında sermaye gücünü eline geçirenlerin de vergi şampiyonları sıralamalarında en önlerde olması gerekirdi.

Muktedir halk çocukları, her türlü kirli ilişkiler, rüşvet, iltimas ve yolsuzluktan uzak olmalıydı. Şaibeli ihaleler, belirli kişilere rant yaratan imar değişiklikleri, maden arama imtiyazları, devlet bankalarından usulsüz krediler onların geleneksel dediğimiz din ve ahlak anlayışlarına aykırıydı, bu dönemde bunlar olmamalıydı.

Muktedir halk çocukları, bütün kurum ve kuruluşların hesaplarının şeffaf ve denetlenebilir olmasını sağlamalıydı. Sadece TSK‘nın değil, TOKİ‘nin, cemaat ve tarikatların ve hatta camilerin gelir ve giderleri bağımsız kuruluşlarca denetleniyor olmalıydı.

Muktedir halk çocukları, muhalefetin yatak odalarını izleyenlerin Türk siyasetine yön verebilmesine çare bulabilmeliydi.

Muktedir halk çocuklarınınErgenekon ve Balyoz davalarında” da, “Deniz Feneri Davasında” da aynı hukuki kıstasları kullanmasını beklerdik. Yürüyen davalarda kiminde hâkimleri, kiminde savcıları görevden almanın adalet duygularını zedelediğini söyleyenlerin hepsinin hasım olmadığını, gerçek dostların uyarısı olduğunu bilmelerini isterdik.

Biz yine güçten ve güçlüden yana değil, Hak’tan ve haklıdan yana olmaya çalışacağız. Çünkü bizim “geleneksel değerlerimiz” bunu emretmekte.

Halife Hazreti Ömer‘in haksızlık yapma korkusuyla, bir adam tutup kendisine söylettiği sözü söylemeye devam edeceğiz: “Ölüm var Ya muktedirler.” Hem de ücret almadan. Sırf bu milleti ve değerlerini sevdiğimiz için.