15.5 C
Kocaeli
Cuma, Kasım 7, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 11

Kâinat – Evren Üstüne

     Ünsiyet ve ülfet içinde yaşadığımız kâinatın,

     Sanki hiç mi hiç farkında değiliz!

     Basîretsiz bakış, bunu bize göstermiyor! 

     Mânen sağır kulaklarımız işitmiyor.

     Sanki olup bitenler arasında,

     Çok şeyler olmuyormuş gibi sağır, dilsiz ve körüz!

     Maddî varlığımız yanında,

     Onu kollayıp gözeten bir mânevî yanımız olduğundan bile

     Yazık ki, haberimiz yok!

     Halbuki şu kâinat / evren, yaratılan her şey;

     Tamamiyle muazzam, koskocaman / çok büyük bir delil ve kanıt.

     Çünkü, görünmeyen gayp ve hâl dilleri,

     Allah’ın mükemmel ve san’atlı bir şekilde yarattıklarının;

     Topluca yaptıkları Allah’ı zikir, tespih ve anışlarını;

     Onların nasıl birer Muvahhit /

     Allah’ın bir ve tek oluşunu gösteren birer varlık

     Olduklarını bizlere hissettirmekte.

     Yunus-vari:

     “Boyacı nerdesin?” diye haykırmaktan

     Kendimizi alamamaktayız. 

     Evet, kâinat:

     Büyük bir insan.

     İnsan:

     Küçük bir kâinat.

     Kendini bilen, tanıyan, anlayan insan;

     Vücud / beden uzuv ve organlarıyla;

     Maddî kâinatı, evreni tanır.

     Mânevî taraflarıyla da,

     Evren’in görünmez / gayp âlemlerini bilir.

     Evet, hiç uzaklaşmaya  gerek yok.

     Kâinatı,

     Maddesi ve mânasıyla kendinde gör.

     Kendinde bil.

     Kendinde olduğunu anla.

     Bulunduğun yerde odak noktası;

     Ey insan! Sensin Sen.

     Kâinat merkezinin;

     “Sen” olduğunun artık farkında ol.

     Merkez olduğunun şuur ve bilincine er.

     Aldırma başkaları:

     “Ne der?”

     Ey ikircikli birader!

     Anlamda geri kalma!

     Bakın dur dört yana.

     Gözünü gezdir.

     Kulağını çevir de,

     Dur, gör ve anla.

     Nedir, bu kâinat denen ana?

Oniki Eylül İhaneti

Türk tarihinin de kara günü kırk beş yıl önce bugün; ABD nin ‘’Bizim çocuklar’’ dediği darbeciler yönetime el koydu. Siyasi partiler kapatıldı; 171 kişi işkencede can verdi; 230 bin kişi yargılandı; 50 kişi ise idam edildi…
Ve darbenin başı Kenan Evren, Türkiye için Eyalet isteyip 3 bayrak önerdi…
*
Önümdeki yazıyı özetlerken şu tespiti yapmak zorunda kalıyoruz:
Siyasi ahlak bozulmuştu. Temelde siyasi ahlak bozulursa hiçbir şey düzelmez. Demokrasi, hukuk, adalet tüm bu çarklar işlemez olmuştu.
Evet, ipin ucu kaçmıştı; ülkenin kalkınmasıyla alakalı kafa yoran gençler arasında kolayca kamplaşmalar oldu/ oluşturuldu.
*
Sağ- sol çatışmasını bitirme hedefi ile yapılan 12 Eylül darbesinin hataları sadece idamların, cezaevindeki işkencelerin ve faili meçhullerin acı sonuçlarını ortaya bırakmadı…
*
PKK’nın ayrılıkçı şiddeti neredeyse Türk-Kürt çatışması yaratmayı planlarken, dinci terör örgütlerine militan yetiştiren kaçak medreseler, dergâhlar, tarikat-cemaat evleri de bir süre sonra laik rejimin önünde devasa bir tehdit haline geldi..
*.
Ne yazık ki 12 Eylül ürünü ANAP’ın Nakşi yöneticilerinin tarikat ve cemaatlere göz yumması, Erbakan’ın iktidarı döneminde tarikat liderlerinin başbakanlık konutunda ağırlanması, diğer yandan da tüm bunlar içerisinde en tehlikeli yapı haline gelen Fettullah Gülen cemaatinin son 10 yıl içerisinde AKP eliyle palazlandırılması da, ihtilal sonrasının rejimin üzerine bir kaos olarak bıraktığı sinsi tezgahın sonuçlarıydı…
*
Evet; bugün 12 Eylül askeri darbesinin 45. yıl dönümü…
Darbeye gerekçe olan “kardeş kavgası”, yani sağ-sol çatışmasının önlenmesi iddiası ne kadar etkili oldu bilinmez ama askeri müdahale Türkiye’nin demokrasi tarihine sadece faili meçhuller, işkenceler ve idamlar bırakmadı, Atatürk’ün sağlam temeller üzerine kurduğu laik cumhuriyeti hedef alan gerici çetelerinin hegemonyasını da büyüttü…
*
Ne tuhaf ki, 12 Eylül sonrası palazlanan Fethullahçılar darbe ortamında göstermelik operasyonlarla enterne edilmeye çalışılırken, yıllar sonra kendilerini palazlandıran AKP’ye, yani devlete darbe yapacak kadar da büyütüldüler…
*
En acısı da, her fırsatta çeşitli kesimlerin laik cumhuriyeti korumasını bekledikleri Türk Silahlı Kuvvetleri’nin neredeyse üçte birinin 12 Eylül sonrası palazlanan Fethullahçıların müritleri olduğunun ortaya çıkması…
*

12 Eylül darbesi aslında kime ve neye karşı yapılmıştı?..
Yanıtını biz verelim; Laik cumhuriyete!..
*
Dün olduğu gibi bugün de, İngiliz’in rolünü üstlenmiş ABD’nin resmi sınırlarımızın bitişiğinde işledikleri mafya içerikli oynanan oyunların 1925 lerde yapılanlardan farkı var mı?
*
Dün olduğu gibi bugün de din bezirgânlarının Atatürk hakkında, dinsizdi / ateist idi gibi yakıştırmalarının asıl amacı üzerinde sağlıklı analizler yapabiliyor muyuz?
Laik Cumhuriyeti ve ülkenin üniter yapısını federasyona çevirme çapaları aslında ABD nin yüz yıllık projesi olduğunu bilelim,
*
12 Eylülü hazırlayan güçlerle BOD projesini Orta Doğu Coğrafyasında yürürlüğe sokan iç ve dış güçlerin görevlerini yapmaya devam edeceklerini Unutmayalım.

Barış Vaadiyle Oynanan Tehlikeli Oyun

TBMM’de kurulan “Terörsüz Türkiye Komisyonu”, PKK’nın silah bırakacağı varsayımı üzerine kurulmuş görünüyor. Bu çerçevede af ve uyum yasaları, hatta Öcalan’ın istediği, Türkiye’yi üniter milli devlet yapıdan uzaklaştıracak anayasal değişiklikler gündeme getirilecek.

DEM’in Komisyon üyelerinden bir ekibin İmralı’ya gidip Öcalan’la görüşme yapması talebine MHP’nin de katılması artık sürpriz olmaktan çıktı. Komisyonun, ağırlaştırılmış müebbet hükümlüsü teröristbaşının ayağına gidip görüşmesi, PKK açısından çok önemli bir başarı olacaktır. Çünkü bir yandan teröristbaşını meşru siyasi aktör haline getirirken, diğer taraftan taleplerinin komisyonda tartışılması, O’nu başmüzakereci sıfatıyla TBMM ile eşitleyecek.

PKK’nın ön şartları çok net: Öcalan’ın özgürlüğü, Kürt kimliği ve dilinin anayasal güvence altına alınması. Bu şartlar yerine getirilmeden örgüt “silahları bıraktık” demeyecek. Yani süreç, doğmadan çıkmaza mahkûm.

Hatta bu şartlar yerine gelse de PKK’nın Suriye, Irak ve İran’daki uzantıları faaliyetlerine devam edecek. ABD’nin Suriye’de PKK/YPG yapılanmasını büyütüp, Suriye’nin yeni yapılanmasında başat bir unsur haline getirmek istediği ortada. 80-100 bin kişilik bir ordu oluşturup, eğitip donatan ABD bu oluşumun tasfiyesini istemez. Böyle bir güce yaslanan KCK/ PKK’nın da tüm uzantılarıyla birlikte kendini feshetmesi pratik olarak imkânsızdır.

Washington’un hedefi PKK’yı tasfiye etmek değil, Suriye’nin yeniden yapılanmasında ona önemli bir rol vermektir. “Rojava’daki” özerk yapılanmayı (PYD/YPG/SDG) destekleyerek hem Türkiye’yi dengelemek hem de Ortadoğu’daki varlığını kalıcı hale getirmek istiyor. İsrail’in bölgedeki çıkarlarına hizmet edeceği değerlendirilen bu yapılanma hem Büyük İsrail Projesi ve hem de BOP için önemli.

Dolayısıyla “PKK silah bırakacak, barış gelecek” söyleminin sahada karşılığı yoktur.

******************************

Erdoğan ve Bahçeli Bile Bile…

Peki, Erdoğan ve Bahçeli, PKK’nın silah bırakmayacağını ve uzantılarının faaliyetlerine devam edeceğini bilmiyor mu?

Elbette biliyorlar. İktidarın siyasi aklı, ABD güvencesi altındaki PKK bileşenlerinin silah bırakmayacağını gayet iyi görmüştür.

O halde şu soruya cevap aramak gerekir: Neden böyle bir sürece kapı araladılar? Neden “PKK’nın kurucu önderi sözünü tuttu” diyerek “Keleş kebabı” denilen 30 kaleşnikof silahın sembolik yakılması olayını büyütüyorlar?

Bunun muhtemel iki cevabı var:

Seçim Hesabı: Erdoğan için en kritik mesele, bir defa daha Cumhurbaşkanı seçilmek. Bunun için hem MHP tabanını hem de Kürt seçmeni aynı anda ikna edecek manevralar gerekiyor. Milliyetçi tabana Bahçeli üzerinden “PKK bitti, Öcalan silah bıraktırdı” mesajı verilirken, Kürt seçmene “belediyeler iade edilebilir, af gelebilir” umudu sunuluyor.

Dış politika ayağında ise ABD ve AB’ye “biz çözüm iradesi gösteriyoruz” mesajı veriliyor. Bu sayede hem ABD’nin baskısı azaltılmak hem de dış politikada manevra alanı açılmak hedefleniyor.

****

PKK’nın silah bırakmayacağı bellidir, ABD’nin planı da açıktır. PKK’nın Suriye ve İran ayaklarına vermek istediği rol ve bunun için yaptığı hazırlıklar ve yatırımlar biliniyor.  

Öcalan’ın ve PKK yöneticilerinin affı, devlete kurucu ortaklık isteyen PKK taleplerinin kabulü mümkün değildir. Bu taleplerden hiçbirine, Komisyona üye veren partilerin (AKP, MHP ve CHP) tabanlarındaki milliyetçi taban bile ikna edilemez.

Geriye yalnızca, iktidarın ömrünü uzatmak için oynanan tehlikeli bir oyunun toplumda açtığı derin yaralar kalır. Bu yaralar birinci çözüm sürecinde, şehirlerimizi PKK militanlarından geri almak için yapılan hendek savaşlarından daha fazla yıpratıcı olabilir.

İktidarda kalmak uğruna bu tür tehlikeli oyunlara başvurmak, kısa vadede taktik kazanç getirse de uzun vadede hem devlete hem millete ağır bir fatura çıkaracaktır.

Asıl yıpranacak olan iktidarın (AKP, MHP) kendisidir. Çünkü seçmenlere farklı vaatler sunmak, gerçek niyetleri gizlemek, siyasi mühendislikten öte “bilinçli bir aldatma”dır. Bu da siyasetin ahlaki zeminini çökertir. Bir kere daha kandırıldığını gören kitleler kalıcı olarak partilerinden koparlar.

******************************

İktidar Sürece Nasıl İkna Oldu?

Cumhur İttifakını 2. Çözüm Sürecine ikna eden birinci faktör “Erdoğan’ı bir kere daha Cumhurbaşkanı seçtirmek” olabilir.

Ama bu kadar önemli kararların alınmasında dış faktörlerin de belirleyici olduğunu unutmamak gerekiyor. ABD ve İsrail’in Suriye ve İran üzerindeki plan ve uygulamaları malumdur. Türkiye için planlarını da hiç gizlemediler. ABD generalleri yıllardan beri -bazı askeri sunumlarda- Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunda bir “Kürdistan bölgesinin” koparıldığı haritalar kullanıyorlar. Kuzey Irak’taki Barzani TV’leri benzer haritaları hava durumu yayınlarında kullanıyorlar. İsrail’in “vadedilmiş topraklar” hayallerinde Dicle ve Fırat ve arasındaki bölge var.

ABD/İsrail, Suriye ve Irak’a yerleşirken, İran’dan bir parçayı da bu plana eklemeyi düşünüyor. Dicle ve Fırat’ın sularını da denetlemek istedikleri açıktır. Bölgenin en büyük zenginliği bu iki su kaynağıdır.

“Planın Türkiye safhası” ne zaman gelir bilinmez. Ama önce savaşsız bir şekilde ve kendi rızamızla, federasyon veya özerk bölge yapılanmalarıyla, bu bölgedeki egemenlik haklarımızdan vazgeçmemizi sağlamaya çalışıyorlar.

Hiçbir Türk siyasetçi veya Türk partisi buna rıza gösteremez. Ancak Onlar tek adam rejimlerinde bir kişiyi “ikna” etmek yeterli olur düşüncesindeler. Tek kişinin hükmettiği devletlerde O kişinin zaafları, hataları, yanlışları, ihtiraslarını kullanarak sonuç almaya alışmışlar.

Türkiye’de de bunu deniyorlar.

Ama başaramayacaklarına inanıyorum. Türkiye’nin devlet yapısı köklüdür, kurumları ne kadar yıpranmış olsa da hala devlet şuuru hala canlıdır.

Daha da önemlisi Türk Milleti egemenliğini devretmez. Milletimiz devletimizin tapusunu hisseli tapuya çevirtmez.  Devletine ortak kabul etmez.

623 yıl padişahlıkla yönetilmemize rağmen, Sevr’i imzalayan padişahın, egemenliğimizi devreden, iradesine karşı çıkan cevher bugün daha da canlıdır.

Ama olan biten her şeyin farkında olmamız gerekir. Zarar büyümeden, tüm meşru ve demokratik yollarla itiraz etmek ve siyasetçilere hesap sormak zorundayız. Bunları yapabilirsek, yapılanların hem toplumsal maliyetini azaltır hem de milli birliğimizi koruyabiliriz.

İman ve İnanç

     Hepimiz mü’miniz. İmanlı ve inançlıyız. Evet, hepimiz mü’min ve müslimiz / islâmız.

     Bunda asla şüphemiz yok. Fakat bununla yetinmemeliyiz.

     Neye, niçin ve neden inandığımızı araştırmalı ve iyice öğrenmeliyiz.

     Çünkü iman, kuru, icmalî bir tasdik ve kabulden ibaret değildir.

     Zira taklidî bir iman, sapkınlıklar karşısında sönmeye mahkûmdur.

     Öyle ise, taklidî imanımızı tahkikî iman hâline getirmeliyiz.

     Bunun için, her şeyden çok imanın esas ve temellerine yönelmek bir zarurettir.

     Çünkü insan, muhteşem bir saray gibidir. Temel ve esasları imanın erkân ve rükûnlarıdır.

     İman ve inancın en önemli temeli ise Allah’a imandır. Sonra Peygambere itaattir. Ve tabii

     Bu kabullerin gereğini yapıp yapmadığımızın hesaba çekileceği gün olan

     Haşr’in geleceğini öngörmektir.

     İşte bundan dolayıdır ki, iman ilmi en başta sarılacağımız;

     Ebediyetimizi sağlayacak olan bir can simidi hükmündedir. Çünkü:

     “Umumî harpler, beşere (insanlığa) intibah (uyanıklık) vermiş,

     Dünya hayâtının fânîliğini ihtar etmiş (hatırlatmış)tır.

     Ve bâkî bir âlemde, ebedî bir saadet içinde yaşamak hissini uyandırmıştır.”

     Öyleyse:

     Ebedî kurtuluşun tek çaresi, Kurân’a sarılmaktır. Çünkü:

     Kur’an-ı Hakîm, hakikî ve asıl ilimleri içeren mukaddes bir kitaptır.

     Bütün asırlarca insanların tüm tabakalarına seslenmiş ve hâlen seslenen ezelî bir hutbedir.

     Gençlik ve tazeliğini korumakta olup, her asrın ihtiyacını karşılamış ve karşılamaktadır.

     Ders verdiği hakikatler; hem aklı, hem kalbi, hem ruhu, hem vicdanı aydınlatıyor.

     Kur’an-ı Hakîm’in gerçek, hakikî yolu ise, her yerde suyun bulunup çıkarılması gibidir.

     Her bir âyeti, yâni Kurân’ın her bir cümlesi,

     Hz. Mûsa’nın mucizeli âsâsı / değneği gibi, nereye vursa âb-ı hayât fışkırtıyor. Tıpkı:

     “Her şeyde Allah’ın varlık ve birliğini gösteren bir pencere vardır.” diyen

     İbnu’l-Mu’tez’in düstur ve prensibini her şeye okutduğu gibi.

     İlim ile gelen imanî mes’eleler dahi,

     Akıl midesine girdikten sonra, derecelere göre ruh, kalp ve  kalbe konulan bir lâtife olan sır

     Ve şehvet, gazap, fazilet gibi şeylerin kaynağı olan ruh ve can hükmünde olan nefis

     Ve bunun gibi letaif ve duygular kendine göre birer hisse alır.

     Eğer onların hissesi olmazsa noksandır.

     Bunu elde etmek için, bizlerin de,

     Bütün mükemmelliklerin üstadı olan İslâm hakikatlerini bilmek,

     Anlamak ve gerektirdiklerini yerine getirmekle mükellef ve yükümlüyüz.

     İmandan gelen bir coşkunlukla, kendimizi hor ve hakir görmeyecek,

     Fakat çaresizlere karşı da zorbalık etmemek,

     Kibirlenmemek ve büyüklük taslamamakla kendimizi yükümlü bileceğiz.

     Ayrıca, Müslümanlığın bizlere verdiği izzet, şeref, yükseliş

     Ve ilerlemenin en önemli sebebinin;

     İslâmî izzet, yani İslâm’ın gerektirdiği haysiyet ve şerefle donatıldığımızdan kaynaklandığının

     Şuur ve bilincinde olmamız icap ettiğini asla unutmamalıyız.

     Yine unutmamalıyız ki:

     Bu asırda akıl hükmediyor.

     Nitekim bütün Şeriat, İslâm ve Kurân’ın esas ve kanunları ve iman hakikatleri aklîdir.

     Herkes istidadı, kabiliyet ve yeteneği nispet ve ölçüsünde kendi kendine istifade eder.

     Aklımız her bir mes’eleyi tam anlamasa da; ruh, kalp ve vicdanımız hissesini alır.

     Ne kadar istifade etsek, büyük bir kazançtır.

Yaşamatik

Anılar şeridi yansıyor ufka

Bir sinemaskop gibi pencereden

Ve yavru kuş yüreği kadar yufka

Bir inilti düşüyor hançereden

 Sonra oluyor musallâda meyyit

Teneşirden süt damlıyor belki de

Zırhını ve miğferini giy de git

Dost da, düşman da o uzak ülkede

 Ve selâm olsun arıya ağıda

Gel ey çimçiçek polen gözlü katil

Su havliyle yazmışım bu kâğıda

Mezarın şen olsun dostum Azrail

    7 Kasım 1995– Bahçecik Seymen 

İrfan-ı  İdhal

Bir bak, farkı nedir hâkirle üstünün?

Bakmak elzem ki yıkıldık büsbütün!

O pembe, yeşil, sarı, mavi, muzrar,

Aman yandık ki zarar üstüne zarar!

İki kefesi var, kulbu, tutan el âmâ yersen.

Güneş sızıyor göze hele bir şey dersen.

Verdik teraziyi, izniyle binlerce râzinin

Yok yok, biz üstüne oturduk terazinin!

Kimin Arkasında Kim Var?

Okuyucu köşe yazılarında güncellik bekler. Hiç olmazsa çoğunlukla siyasetten bahsetmesini, siyasilerden haber vermesini ister. Eh okuyucu karşısında boynumuz kıldan ince. Güncellik ederken bir de polemik patlatırsam. Hele hele başımı belaya sokmayacak ölçüde birilerini itibarsızlaştırır, “aslında” ne mal olduklarını faş edersem tadından yenmez. “Tadından yenmez” yenmesine de bu yapıya yaklaşan yazılar, hele yazarı bensem, ağzımda lezzet değil kekremsi bir tat bırakıyor.

Yok benden öyle “kodu mu oturtan” yazar olmaz.

Bu köşedeki ilk yazımın başlığı kurnazcaydı: KARAR Verdim Aktüel Yazmaya. Fakat yazının metninde bir açıkgözlük yapıp, ama, diyordum, sizin aktüelinizle benim aktüelim aynı olmayabilir.

Gerçekten benim aktüelim çoğu zaman televizyonlarda izlediğiniz, dört-beş uzmanlı aktüalite oturumlarının aktüalitesinden farklı. İtiraf edeyim: İnsanların hatalarını yakalayıp teşhir etmek pek hoştur. Eleştirdiğiniz adamın hemen bir tık üstüne çıkarıverirsiniz. Statü kazanırsınız. O yüzden, hatasını yakaladığınız kişi ne kadar yüksekse onu tenkit de o kadar kazançlıdır.

Kimin arkasında kim var?

Hataya bir de kasıt eklerseniz, iş daha da tatlanır hâle gelir. O hata yapıyor… Ama aslında hata yapmıyor. Aldığı talimatı uyguluyor. Yaa… O falanın adamı. O falan da filanın adamı. Böyle bir “arkasında kim var” zinciri kurarsanız macera veya polisiye film seviyesinde bir heyecana yelken açarsınız. Onun arkasında şu var, onun da arkasında öbürü…

Bir salon toplantısıydı. Bir kuruluş muydu, şahıs mıydı hatırlamıyorum, eleştiriliyordu. Konuşmacı, “Onun arkasında falanca var.” dedi. Protokol sırasında oturan dinleyicilerden biri, “Falanca’nın da arkasında filanca var…” diye devam etti. Konuşmacı yangına körükle gidiyordu ve gizli faile gizli fail ekliyordu. Ben de fena hâlde sıkılıyordum. Makul konuşmalar, çözümlemeler dinleyeceğim ümidiyle gelmiştim. Onun yerine komplonun teselsül zinciri uzuyordu. Nihayet el malum, “Onun da arkasında İngilizler var.” telaffuz edildi. Protokol sırasındaki dinleyici bu belirlemeye, cevabını bildiği” bir soruyla karşılık verdi: “Peki, İngilizlerin arkasında kim var?”. Dayanamadım ve oturduğum yerden bağırdım: “Ben varım!”. Bazen gençleşir ve böyle saçma sapan çıkışlar yaparım. “Ben varım!” atışmayı kesti. Hani “Deli deliyi görünce değneğini saklar.” kuralı gereğince daha makul sözler edilmeye başlandı.

Sizin bilmedikleriniz var

Köşe yazısına dönelim. Demek ki neymiş: 1. Adamın hatasını ifşa edeceksiniz. O hata yaptığı ve siz de o hatayı yakaladığınıza göre siz ondan akıllısınız; statünüz ondan yukarıda. Akıllılığınızı ispat etmenin kısa yolu. 2. Adamın arkasındakini, daha da iyisi, arkasındakinin arkasındakini göstereceksiniz. Otoritenize bir de heyecan katacaksınız. Statik otoriteyi kim ne yapsın? Dinamik otorite istihbarat teşkilatı gibi olmalı.

Bu kurallar bizim siyasilerin önemli bir kısmı için de geçerli. Siyasette başka bir yazarı değil, öteki partinin adamını hedef alacaksınız. Tık, siz ondan akıllısınız. Tık, siz daha yukarıdasınız. Adamın arkasındaki zinciri ifşada siyasette daha avantajlısınız. Çünkü zinciri sadece ima etmeniz yeterli. İşin mahkemesi var, şikâyeti var. Yazılı polemikte bunlardan az biraz tırsarsınız. (Tabii iktidar yandaşıysanız tırsmanız da gerekmez. Kimse saat 4’te kapınıza dayanıp sizi gözaltına almaz. Ne yani? Türkiye bir hukuk ülkesidir.) Fakat siyasette, yazıda bulunmayan iki kaçamak daha var. Biri, “Sizin bilmediğiniz şeyler var” dersiniz. Afiyetle yerler. Öyle ya. Siz devlet adamısınız. Değilseniz de ilerde olma ihtimaliniz var. Bu yüzden her şey açık açık söylenmez. Alelade halkın bilmedikleri var. Bilmeleri de gerekmez. Ama siz ötekinin arkasındakileri ve onun da arakasındakileri biliyorsunuz ama söylemezsiniz.

M16 Belek’te

Ben hiç mi güncel yazmıyorum? Demek istediğim, ben hiç mi polemik yapmıyorum? Hiç mi insanların hatasından, yanlışından söz etmiyorum. Topluma, ülkeye zararlıysa ve görüyorsam, söylememek, görmezden gelmek de doğru değil. Ama tenkit ettiğim zaman kendimi daha akıllı değil, daha aptal hissediyorum. Lezzet almıyorum, yukarda söylediğim gibi ağzımda kötü bir tat kalıyor.

Peki ne yapmak istiyorum? İnsanların hatalarını, aptallıklarını değil, dehalarını, başarılarını öğrenip yazmak istiyorum. Aptalların bir tık yukarısında değil akıllıların, onları anlayacak kadar yakınında olmak keyifli. O zaman ağzımda kekremsi bir tat değil, keyif verici bir lezzet kalıyor.

Ama kim kimin arkasında da eğlenceli; itiraf edeyim. Hadi bir istihbarat hikâyesi ile bitireyim: 2014-17 arasında Birleşik Krallık’ın Ankara sefiri Richard Moore, Türkçe eğlenceli Tweetler atmasıyla meşhurdu. Bir Twitter sakininin (İmam Ekremoğlu, @mumtazisiksacan) “Başkanım Türkiye üzerinde oyunlar oynuyor musunuz?” sorusuna verdiği cevap viral olmuştu: “Evet. Golf oynuyorum. Belek üzerinde.” Sir Richard Moore, Türkiye’deki görevinin ardından Birleşik Krallık Gizli İstihbarat Servisi’nin (MI6) Başkanlığı’na atandı. Bu yılın Ekim ayına kadar da o göreve devam edecek.

.

Rejimin Meşruiyeti Tartışması

Türkiye’de siyaset ile yargı arasındaki etkileşim son dönemde iyice görünür hale geldi. Hukukun, iktidarın çıkarlarına göre esnetilip bükülmesi, yalnızca muhalefeti değil iktidarın kendi meşruiyetini de tartışılır kılıyor.

Yüksek Seçim Kurulu (YSK) ve İl-İlçe Seçim Kurulları denetiminde yapılan CHP kongre ve Kurultaylarında yapılan seçimlere mahkemeler aracılığıyla müdahaleler 2017 Referandumunu da tartışmaya açtı.

Bilindiği gibi, 2017’de Türkiye’nin yönetim sistemini değiştiren referandumda YSK, kanunda açıkça “mühürsüz oylar geçersizdir” yazmasına rağmen mühürsüz oyları geçerli kabul etti. Sandıkların kapanmasına bir saat kala YSK’nın aldığı bu karar referandumun sonucunu doğrudan etkileyecek ağırlıktaydı.

Muhalefet bu tutumu “yetki gaspı” ve “hukukun yok sayılması” olarak niteledi. Ancak iktidar YSK kararlarının “kesin ve tartışılmaz” olduğunu ileri sürdü. Eleştiriler “yargıya ve millet iradesine saygısızlık” olarak damgalandı.

Bu tavır, hukukun üstünlüğünden çok fiili durumun meşrulaştırılmasına yönelikti.

****

Yargıtay Onursal Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk’un çok önemli bir tespitini, Arslan Bulut köşe yazısında açıkladı.

Selçuk’a göre, 2017 Referandumunda, YSK’nın mühürsüz oyları geçerli sayan kararı, yalnızca hatalı bir içtihat değil, hukuk dünyasında “yokluk” yaptırımıyla karşılanması gereken bir işlemdir.

Sami Selçuk aynen şöyle söylüyor: “Yüksek Seçim Kurulunun mühürsüz oyları geçerli sayan kararı, ne yazık ki, ‘yetki yağması’yla (salahiyet gaspı) sakat, bu yüzden de hukuk dünyasında hiç ama hiç doğmamıştır.

Çünkü mühürlü oylarla seçim yapılmasıyla ilgili yasa maddesi, yürürlükteki Seçim Yasası’nda, geçmektedir. Yasa maddelerini ise hukuk açısından ya TBMM kaldırır ya da Anayasa Mahkemesi iptal eder. Bir yargılama organı bile olmayan, sadece yargıçlardan oluşan yönetsel (idari) bir kurul olan YSK ise, asla iptal edemez, fiilen ortadan kaldıramaz, dolayısıyla herhangi bir yasa maddesini asla geçersiz sayamaz. Sayarsa, bu işlem hukuk dünyasında doğmaz” diyor.

Özetle; Selçuk YSK’nın mühürsüz oyları geçerli sayarak kanunu fiilen ortadan kaldırdığını, bunun da anayasal düzende yetki gaspı olduğunu savunuyor. Bu durumda 2017 referandumunun hukuken hiç doğmamış sayılması gerektiğini, dolayısıyla o referanduma dayanarak inşa edilen rejimin de meşru kabul edilemeyeceğini belirtiyor.

Böylesine ağır bir hukuki değerlendirme, sıradan bir akademik görüş değil; Türkiye’deki rejime yönelik ciddi bir meşruiyet sorgulamasıdır. 2017’den beri yürürlükte olan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin temelinin tartışmaya açılmasıdır.

******************************

Mahkemelerin Parti Kongrelerine Müdahalesi

Bugün başka bir tabloyla karşı karşıyayız. Yasalar çok açıktır: Siyasi partilerin kongre ve kurultaylarının denetim yetkisi YSK’ya (YSK’ya bağlı olan il–ilçe seçim kurullarına) verilmiştir. YSK’nın önceki kararlarında “siyasi partilerin organ seçimleriyle ilgili iptal taleplerinin ancak seçim yargısı tarafından denetlenebileceği” belirtilmiştir. Yani Asliye Hukuk Mahkemeleri’nin bir iptal ve tedbir yetkisi bulunmamaktadır.

Ne var ki son dönemde bu mahkemeler, muhalefet partilerinin kongrelerine ve kurultaylarına doğrudan müdahale ediyor.

CHP İstanbul İl Başkanlığı yönetimi Asliye Hukuk Mahkemesi kararıyla görevden alınıp kayyıma devredildi.

Bugün de (15/09/2025) CHP Kurultayı’nın geçersiz sayılması (mutlak butlan) ve parti yönetiminin önceki yönetime (Kemal Kılıçdaroğlu ve ekibine) devredilmesi talepli dava görüldü. Dava 24 Ekim’e ertelendi. Bu arada, 21 Eylül’de, CHP’li delegelerin çağrısıyla olağanüstü kurultay yapılmış olacağından, bu dava konusuz kalacak.

Asliye Hukuk Mahkemeleri’nin CHP kongrelerine ve kurultayına müdahale etmesi, yalnızca hukuki yetki gaspı değil, aynı zamanda siyaset sahnesinde tuhaf sonuçlara yol açabilecek bir gelişme. Çünkü bu mantık kabul edilirse, yarın başka bir mahkeme çıkıp 2017 referandumunu “mühürsüz oylarla yapıldığı için yok hükmünde” olduğu tespitini yapabilir. Böyle bir durum ülkede tam bir kaos yaratır.

Bu tablo, iktidarın “yargıya saygı” gerekçesiyle savunduğu mahkeme müdahalelerinin aslında kendi meşruiyetini de tartışmaya açabileceğini gösteriyor.

******************************

Çifte Standart

Ortada çarpıcı bir çelişki var: 2017’de iktidar, YSK’nın tartışmalı kararını “kesin” diye savundu ve YSK’yı eleştiren muhalefeti “meşruiyet düşmanı” ilan etti. 2025’te ise Asliye Hukuk Mahkemeleri’nin, açıkça kendi yetki alanını aşarak verdiği kararlar “yargıya saygı” gerekçesiyle savunuluyor.

Yani iş iktidarın lehineyse karar “kesin”, muhalefetin aleyhineyse “saygı duyulmalı” deniyor. “Nalıncı keseri gibi” yontan bu yaklaşımın adı açıktır: çifte standart.

Bugün iktidar bu yöntemle rakiplerini zor durumda bırakıyor olabilir. Ancak uzun vadede bu tutum, en çok iktidarın kendi meşruiyetini aşındırır. Çünkü:

Hukukun güvenilirliği kalmadığında, iktidar kendi dayanağını da zayıflatır. İşte şimdiden 2017 referandumu ve sonuçlarının meşruiyeti tartışmaya açılmıştır. Yarın başka bir mahkeme iktidarın işine gelmeyen bir karar aldığında, bugünkü “yargıya saygı” argümanına sığınabilir mi?

Nitekim daha önce Anayasa Mahkemesi ve AİHM Kararlarını uygulamayan iktidarın, daha önce bir AYM kararı için “uygulamıyorum, saygı da duymuyorum” diyen R. Tayyip Erdoğan’ın ve “AYM kapatılsın” diyen Devlet Bahçeli’nin “yargıya saygı duyulsun” çağrıları karşılık bulmuyor.

Toplum nezdinde adalet duygusu sarsıldığında, yargıya ve seçim güvenliğine inanç yitirildiğinde, yargıya ve iktidara saygı duyulmaz.

Uluslararası alanda, Prof. Dr. Sami Selçuk gibi hukukçuların “günümüzde yaşanan rejim, hukuk açısından asla meşru değildir” gibi değerlendirmeleri, Türkiye’nin demokrasi sicilini zayıflatıyor. Bu da iktidarın dış politika manevra alanını daraltır.

Hukuku araçsallaştırmak kısa vadede kazanç sağlasa da uzun vadede rejimin meşruiyetini kendi ellerinizle tartışmaya açarsınız.

2017’de atılan adım hukuken “yok hükmündeydi.” Ama “atı alan Üsküdar’ı geçmişti.”

Bugün de muhalefet partilerinin kongrelerinin geçersiz sayılması, CHP’ye mahkeme eliyle kayyım atanması aynı çizginin devam ettirilmesi gayretidir.

Ama bakın Sami Selçuk gibi bir saygın hukukçu bu örnekten hareketle “Türkiye Cumhuriyeti hukuk içinde bir rejimle yönetilmemektedir” diyerek bu meseleyi tartışmaya devam ediyor.

Türkiye ancak her durumda ve herkes için tek bir hukuku uyguladığında nefes alabilir.

Schrödinger’in Kedisi

Pazar yazımı, bazen Sean Carroll’a bazen Steven Weinberg’e atfedilen, “Determinizmin duvarında Planck sabiti kadar bir çatlak var.” sözüyle bitirmiştim. (Sahi, ay tutulması nasıldı?)

Bazıları, “İşte”, dedi, “Tanrı, kâinata o çatlaktan müdahale ediyor.” Bazıları da buna çok kızdı ve “Siz Tanrı’yı çatlaklarda mı arayacaksınız!” diye çıkıştı. Bir de benim gibiler var. “Bazı değişken çiftlerini aynı anda ölçememek, determinizmi yıkmaz.” diyenler. Bir kere, aynı anda ölçebileceğiniz bir, iki… Çok değişken bulabilirsiniz ve bunlar sistemi eksiksiz tanımlayabilir. Yani tabiatı belirtmek için yer ve hız yegâne parametre değildir. Bir de kuantum mekaniğinde, dalga fonksiyonu dediğimiz bir şey var ki bunu hıza gerek kalmadan, sırf yere göre yazabilirsiniz.  Veya hiç yeri kullanmadan sırf hıza göre de yazabilirsiniz. Dalga fonksiyonunu biliyorsanız sistem hakkında her şeyi biliyorsunuz demektir. Daha da önemlisi, dalga fonksiyonunun zaman içinde nasıl değişeceğini de biliyoruz. Dalga fonksiyonu determinizme uyar.

Hem orada hem burada

Çift yarık deneyi Kuantum teorisinin bir başka kapıdır. Işık bazen dalga, bazen tanecik gibi davranır ya. Bunun gibi: Madde de bazen tanecik, bazan dalga gibi davranır. Işıkla ilgili eski bir deney var; Young’ın çift yarık deneyi. Bir levhaya iki ince yarık açın. Levhanın bir tarafına bir ışık kaynağı koyun. Yarıklardan geçen ışığın bazı yerlerde kuvvetlendiğini, bazı yerlerde de karardığını görürüz. Nasıl görürüz? Mesela çıkan ışığı duvara yansıtırız. Veya daha iyisi bir fotoğraf filmi koyarız… Bu deney kimseyi yerinden hoplatmadı. Işık dalgadır deniyordu zaten. Eh, iki yarıktan çıkan dalgalar girişim yapacak ve bazen birbirini kuvvetlendirirken bazen yok edecekti. İzmir Atatürk Lisesinde hocamız girişimi, su yüzeyinde titreşen iki telle bize göstermişti. Şekilde bir Young girişimin gerçek fotoğrafını görüyorsunuz.

İnsanları yerinden hoplatan, aynı deneyin ışıkla olduğu gibi maddeyle de yapılabilmesiydi! Çift yarığa ışık değil de elektron yollarsanız yine girişim oluyordu. Daha da heyecanlısı var… Çift yarıktan geçen elektronlar birbiriyle mi girişim yapıyordu? Herhâlde evet. Peki deneyi çok yavaşlatır ve elektronları tek tek yollarsak? Dakikada bir elektron gönderirsek? Bir sonraki elektron yola çıkana kadar bir önceki çoktan işini bitirip fotoğraf filminde görüntüsünü bırakmıştır. Yine girişim. Tekrar soralım: Elektron kiminle girişim yapıyor? Kaçınılmaz cevap: Kendi kendisiyle. Yani elektron aynı anda iki delikten birden “geçiyor” ve birinden geçen kendisiyle öbüründen geçen kendisi girişim yapıyor. Başka bir seçenek yok.

Kabahat mantığınızda

Bu hikâyeyi ODTÜ veya Gazi Üniversitesindeki öğrencilerime anlatırken şöyle devam ederdim: O elektron aynı anda hem orada hem burada hem de on kilometre uzakta, Kızılay’da olabilir. Daha bilimcesi şöyle: Elektron, bir yarıktan geçenle öteki yarıktan geçen elektronun üst üste konulmuş hâli gibidir. A yarığından geçen elektronla B yarığından geçen elektronun toplamı gibi. Size bir elektronun aynı anda iki yarıktan birden geçemeyeceğini kim söyledi? Mantığınız değil mi? İşte o, ya biri ya öbürü mantığı. A ise B olamaz, B ise A olamaz mantığı. Hâlbuki Kuantum Teorisi’nde biraz A, biraz da B oluyor. Hata elektronda değil, mantığınızda.

1970’lerde, Diyanet’in Bolu’daki eğitim tesislerinde, il müftülerine Kuantum Teorisi anlatıyordum. Müftülerin galiba en kıdemlisi olan İstanbul Müftüsü konuşmam bittikten sonra yanıma geldi ve şöyle söyledi: “Allah senden razı olsun evladım. Benim bir meselem vardı. Cennetin kapısında Rıdvan bekler diye okumuştuk, sonra da cennetin yedi kapısı olduğunu… Ancak şimdi anladım bir Rıdvan’ın yedi kapıda birden nasıl bekleyebileceğini!”

Ve kedicik

Sıra geldi Shrödinger’in kedisine. Düzenek şu: Çift yarık deneyinde elektron sağdaki yarıktan geçerse mesele yok. Ama soldaki yarığın arkasına bir dedektör koyuyoruz. Elektron oradan geçerse dedektör bir devreyi harekete geçiriyor, devre bir siyanür kapsülünü patlatıyor ve kedi ölüyor.

“Şimdi”, diye soruyorlar, “elektron sağ yarıktan geçenle sol yarıktan geçenin toplamı gibi ya, şimdi kedi de ölü kediyle diri kedinin toplamı gibi mi?” Bütün deney bir kutunun içinde ve biz kutuyu açınca sistem iki hâlden birine düşüyor. Gözlem, sistemi seçeneklerden birine atıyor ya teoriye göre…

Cevabım: Ben bu deneyi kafamda kuramadım. Deliklerden birine dedektör koyarsanız artık girişim olmaz. Daha doğrusu sistem hem A hem B sistemi değildir artık. Şöyle de denir: Bir yarığa dedektör korsanız sistem kendini A veya B’den birine atar. Deneyi kurtarmak için dedektörden vazgeçip kutunun içine radyoaktif bir malzeme ve radyoaktif ışımaya hassas bir dedektör koydular. İyi de radyoaktif malzemenin sistemle bir etkileşimi yok ki. Onu rastgele sayı üreticisi gibi kullanıyorsunuz. Onun yerine bir rulet masası da işinizi görürdü.

Velhasıl kedicik sağ ve sıhhattedir.

Epey bitirdim. Üç yazıda… Daha iyisini arayan Richard. P. Feynman’ın Fizik Dersleri Cilt: 3 Kuantum Mekaniği ders kitabına bakabilir. Belki bir ara işin felsefesine girerim. Bakalım ilgi ne kadar.

12 Eylül İhaneti

Türk tarihinin de kara günü kırk beş yıl önce bugün; ABD nin ‘’Bizim çocuklar’’ dediği darbeciler yönetime el koydu. Siyasi partiler kapatıldı; 171 kişi işkencede can verdi; 230 bin kişi yargılandı; 50 kişi ise idam edildi…
Ve darbenin başı Kenan Evren, Türkiye için Eyalet isteyip 3 bayrak önerdi…
*
Önümdeki yazıyı özetlerken şu tespiti yapmak zorunda kalıyoruz:
Siyasi ahlak bozulmuştu. Temelde siyasi ahlak bozulursa hiçbir şey düzelmez. Demokrasi, hukuk, adalet tüm bu çarklar işlemez olmuştu.
Evet, ipin ucu kaçmıştı; ülkenin kalkınmasıyla alakalı kafa yoran gençler arasında kolayca kamplaşmalar oldu/ oluşturuldu.
*
Sağ- sol çatışmasını bitirme hedefi ile yapılan 12 Eylül darbesinin hataları sadece idamların, cezaevindeki işkencelerin ve faili meçhullerin acı sonuçlarını ortaya bırakmadı…
*
PKK’nın ayrılıkçı şiddeti neredeyse Türk-Kürt çatışması yaratmayı planlarken, dinci terör örgütlerine militan yetiştiren kaçak medreseler, dergâhlar, tarikat-cemaat evleri de bir süre sonra laik rejimin önünde devasa bir tehdit haline geldi..
*.
Ne yazık ki 12 Eylül ürünü ANAP’ın Nakşi yöneticilerinin tarikat ve cemaatlere göz yumması, Erbakan’ın iktidarı döneminde tarikat liderlerinin başbakanlık konutunda ağırlanması, diğer yandan da tüm bunlar içerisinde en tehlikeli yapı haline gelen Fettullah Gülen cemaatinin son 10 yıl içerisinde AKP eliyle palazlandırılması da, ihtilal sonrasının rejimin üzerine bir kaos olarak bıraktığı sinsi tezgahın sonuçlarıydı…
*
Evet; bugün 12 Eylül askeri darbesinin 45. yıl dönümü…
Darbeye gerekçe olan “kardeş kavgası”, yani sağ-sol çatışmasının önlenmesi iddiası ne kadar etkili oldu bilinmez ama askeri müdahale Türkiye’nin demokrasi tarihine sadece faili meçhuller, işkenceler ve idamlar bırakmadı, Atatürk’ün sağlam temeller üzerine kurduğu laik cumhuriyeti hedef alan gerici çetelerinin hegemonyasını da büyüttü…
*
Ne tuhaf ki, 12 Eylül sonrası palazlanan Fethullahçılar darbe ortamında göstermelik operasyonlarla enterne edilmeye çalışılırken, yıllar sonra kendilerini palazlandıran AKP’ye, yani devlete darbe yapacak kadar da büyütüldüler…
*
En acısı da, her fırsatta çeşitli kesimlerin laik cumhuriyeti korumasını bekledikleri Türk Silahlı Kuvvetleri’nin neredeyse üçte birinin 12 Eylül sonrası palazlanan Fethullahçıların müritleri olduğunun ortaya çıkması…
*

12 Eylül darbesi aslında kime ve neye karşı yapılmıştı?..
Yanıtını biz verelim; Laik cumhuriyete!..
*
Dün olduğu gibi bugün de, İngiliz’in rolünü üstlenmiş ABD’nin resmi sınırlarımızın bitişiğinde işledikleri mafya içerikli oynanan oyunların 1925 lerde yapılanlardan farkı var mı?
*
Dün olduğu gibi bugün de din bezirgânlarının Atatürk hakkında, dinsizdi / ateist idi gibi yakıştırmalarının asıl amacı üzerinde sağlıklı analizler yapabiliyor muyuz?
Laik Cumhuriyeti ve ülkenin üniter yapısını federasyona çevirme çapaları aslında ABD nin yüz yıllık projesi olduğunu bilelim,
*
12 Eylülü hazırlayan güçlerle BOD projesini Orta Doğu Coğrafyasında yürürlüğe sokan iç ve dış güçlerin görevlerini yapmaya devam edeceklerini unutmayalım.