12 C
Kocaeli
Salı, Mayıs 13, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 11

Mevt ve Ölüm

    “Mevt / Ölüm de hayât gibi mahlûk / yaratılmıştır. Hem bir nimettir.” diye anlatılıyor. Halbuki zâhiren  görünüşte mevt / ölüm; inhilal / çözülüp dağılmadır. Adem / yokluktur. Tefessüh / bozulmak ve çürümektir. Hayatın sönmesidir. Lezzetlerin yıkıcısıdır.

     Nimet oluşuna gelince denilmiştir ki: Mevt / ölüm; hayat vazifesi / hayât görevinden bir terhis, bir paydostur. Bir mekân / yer değiştirmedir. Vücudun değişikliğe mâruz kalmasıdır.

     Bâkî / ebedî ve dâimî olacak hayâta bir dâvettir. Bir mebde / başlangıçtır. Bâkî / devamlı bir hayâta atılan ilk adımdır.

     Nasıl ki, hayâtın dünyada başlaması; bir halk / yaratma ve takdir iledir. Hayâtın dünya’dan gitmesi de, yine bir halk / yaratma, takdir, hikmet / bir gaye ve tedbir / gelecek ve istikbal hesaba katıldığı içindir.

     Elbette yer altına girmiş bir çekirdeğin; hava âleminde bir ağaç olması gibi, yer altına giren bir insan da, berzah / kabir âleminde; şüphesiz gelecekteki bâkî hayâtının sünbül ve başağı olacaktır. Tıpkı, en basit hayât tabakası olan nebatî / bitkisel hayatın mevti / ölümünün; hayâttan daha muntazam bir sanat eseri olduğu gibi. Zira meyvelerin, çekirdeklerin, tohumların mevti / ölümü; tefessüh / çürümek ve dağılmak şeklinde göründüğü halde; aynı zamanda gayet muntazam kimyevî  muamele ve ölçülü maddî karışımlar ve hikmetli, zerre ile alâkalı teşekküllerden ibaret olan bir yoğrulmaktır ki, bu görünmeyen intizamlı ve hikmetli ölümleri; zamanı gelince, sünbül ve başakların gelişip, gittikçe büyüyen hâlleriyle kendini gösterecektir.

     Demek çekirdeğin mevti, sünbül / başak ve tohumların bir süre sonra, görülecek olan hayâtlarının mebdei / başlangıcıdır. Belki de hayâtlarının aynı hükmünde; ölümleri de, hayâtları kadar mahlûk / yaratılmış olup, üstelik muntazam bir şekikde cereyan etmektedir.

     Hem canlı meyvelerin yahut hayvanların, insan midesinde ölümleri; insan hayâtına çıkmalarına sebep olduğundan -o mevt, onların hayâtından daha plânlı ve muntazam olduğu için- ölümün de mahlûk / yaratılmış olduğu kabul edilir..

     İşte en aşağı hayât tabakası olan nebât / bitki hayâtının mevti, böyle mahlûk / yaratılmış, hikmetli ve intizamlı olursa; hayât tabakasının en yükseği olan insan hayâtının başına gelen mevt / ölüm; elbette yer altına girmiş bir çekirdeğin; hava âleminde bir ağaç olması gibi, yer altına giren bir insan da, berzah / kabir âleminde, elbette bâkî bir hayatın çekirdeği olacaktır.

     Ölüm’ün ise, bir nimet olduğunun çok cihet ve yönleri vardır.

     Nitekim ağırlaşmış olan hayât vazife ve yükümlülüklerinden uzaklaştırıp, yüzde doksandokuz ahbâb ve sevdiklerimize kavuşmak için, berzah / kabir âlemi bir visal / kavuşma kapısı olduğundan, ölüm en büyük bir nimettir. Çünkü:

     Dar, sıkıntılı, dadağalı, zelzeleli dünya zindanından çıkarıp, vüs’atli / geniş, sürurlu / sevinçli, ızdırapsız, bâkî bir hayâta mazhar etmekte. Böylece Bâkî Mahbub / Sevgili  Yüce Allah’ın rahmet dairesine sokmaktadır.

     İhtiyarlık gibi, hayât şartlarını ağırlaştıran bir çok sebepler vardır ki, ölümü; hayâtın pek üstünde bir nimet olarak gösterir. Meselâ: Bizlere ızdırap veren, pek ihtiyar  babalarımız ve analarımız ile beraber; ceddimizin cedleri; o düşük sefaletli hâlleriyle, şimdi karşımızda bulunsalardı;

     Hayât’ın ne kadar büyük bir külfet,

     Mevt / Ölüm’ün ise, ne kadar büyük bir nimet olduğunu anlamış olurduk.

     Hem meselâ. Güzel çiçeklerin âşıkları olan güzel sineklerin; kışın şiddetli meşakkatli ortamı içinde hayâtta kaldıkları takdirde, hayâtları ne kadar zahmet ve ölümleri ne kadar rahmet olduğu anlaşılır.

     Uyku, özellikle musibete uğrayanlar, yaralılar, hastalar için, nasıl ki bir rahat, bir rahmet, bir istirahattir. Uykunun büyük kardeşi olan Ölüm de, musibetlere uğrayanlara ve intihara sevkeden belâlarla karşılaşanlar için, nimet ve rahmetten başka bir şey değildir.

     Fakat dalâlet ve sapıklık içinde olanlar için ölüm;   

     Hayat gibi, azâp içinde azâptır.

Defolu Sözler

            Son günlerde Türkiye siyasetinde yaşanan demokrasi ve hukuk dışı olaylar, hem ekonomimizi etkiliyor, hem de Türkiye, demokrat ülkeler ligindeki sıralamasında oldukça gerilere düşürülüyor. Bunu ülke olarak hak ediyor muyuz derseniz maalesef Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu cumhuriyete hiç yakışmıyor. Hâlbuki yüz yıl öncesinden milletçe onun hedef gösterdiği: “Çağdaş Uygarlık Düzeyi Zirvesine” odaklansaydık bugün hem ülkemizin hem de dünyanın kaderi daha başka olurdu.

            Atatürk’ten sonraki Türk siyaseti maalesef günü kurtarma telaşına düştü ve daha fazla nasıl iktidarda kalırım, muhalefet olarak millete neler vaat edersem iktidara gelirim diye iktidarı ve muhalefetiyle hata üzerine hata yaptılar. Bu hatalar sadece basit hatalar olsa yine iyi. Türkiye’nin beka sorunuyla doğrudan ilgili hatalar zinciri oluşturdu ve bugün o zincirin halkalarından her biri milletimizi tehdit eden unsurlar olarak karşımızda duruyor.          Başbakan Özal’ın, 1980’li yıllarda dağdaki PKK’yı “üç beş çapulcu” diye hafife alması, bugün geldiğimiz noktada PKK’yı devlet kurma noktasına getirdi.

            Kuzey Irak’taki Peşmerge’ye bir Cumhuriyet Bayramında lahmacun yedirerek Türk toprakları üzerinden Suriye’nin kuzeyine geçmesini sağlayan devlet, bugün en fazla mücadelesini gene orada büyüyüp gelişen PYD/YPG ’ye karşı veriyor, ne garip değil mi?

            Birinci çözüm Süreci neticesinde Diyarbakır’da PKK tarafından kazılan hendeklerde çıkan çatışmalarda 800’ün üzerinde asker ve polisimizi şehit verdik. Allah ikincisinden milletimizi korusun.

            MHP lideri Devlet Bahçeli 50 bin kişinin katili Öcalan’ı TBMM de konuşmaya davet ediyor. Bu partinin kurucu Genel Başkanı merhum Alpaslan Türkeş, bu günleri yaşasaydı ne derdi çok merak ediyorum.

            Böylesi sözler ve hadiseler hiçbir hukuk devletinde kabul edilemez. Ama bizde üstelik birde “Devlet Aklı” olarak tanımlanıyor.

*

            İBB. Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanı adayı olarak sahalara inmesi ve ardından tutuklanması, CHP’li olsun olmasın bütün muhalefeti ayağa kaldırdı. Özellikle son Maltepe mitingi, Türkiye muhalefeti olarak bu yönetimden memnun olmadığını, bir an önce erken seçime gidilmesinin işaretini verdi.

             CHP Lideri Özgür Özel bu süreci iyi yönetti ancak yazımızın başlığını oluşturan bazı defolu söz ve davranışlardan da kendisini alamadı. Bu topraklarda yaşayan insanlar olarak “Hep Birlikte Türkiyeyiz” sloganı etrafında birleşmemiz, ayrılık tohumlarını hatırlatan etnik konuşmalardan vaz geçmemiz gerekirken sırf DEM Partilileri yanına çekmek için: “Bu vatanı Türkler ve Kürtler olarak birlikte kurtardık” sözünün söylenmesinin hiç te yeri ve gereği yoktu. Hatırlatmakta fayda var bu topraklar üzerinde çoğunluğu Türkler olmak üzere Kürtler haricinde diğer etnik kökenli vatandaşlarımız da var. Ama Anayasamızın 66. Maddesine göre: “MADDE 66- Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” Kökeni ne olursa olsun mecliste bu anayasa üzerine namusu ve şerefi üzerine yemin etmiş herkes bu maddeyi kabul etmiş sayılır.

            Biz Manda ve Himayeciliği 1919’un 11 Eylül’ünde Sivas Kongresiyle tarihe gömdük derken Sayın Özel,  İngiltere Başbakanı ve aynı zamanda İngiltere İşçi Partisi lideri Keir Starmer’a: “İBB Başkanı’nı alıp hapse koyuyorlar ve birlikte ses çıkarmıyoruz. Terk edilmişlik hissediyoruz. Bu nasıl dostluk, kardeşlik, demokrasiyi savunmak? Bizim kardeş partimiz İşçi Partisi ve demokrasinin beşiği İngiltere buna nasıl tepki göstermez gerçekten çok kırgınız.” Diyor.

            “Türkiye’de adalet yok ve adil değil. Aynı zamanda bağımsız da değil. Türkiye’de mahkemelerin bağımsız olduğunu söyleyemem. Halkın sadece yüzde 18’i bağımsız yargının olduğunu söylüyor. İmamoğlu aday olmasa böyle bir şey başına gelmeyecekti.” Açıklamaları doğrusu bizi şaşırtıyor. Bu sözler adata yabancı bir ülkenin Türkiye’ye müdahale etmesi için zemin hazırlıyor.

            Maksadımız muhalefete muhalefet yapmak değil tabi ki ancak, söz konusu vatansa gerisi teferruattır. Bu ve bunun gibi sözler, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu bir partinin son genel başkanına hiç yakışmıyor.

“Zafer” Sizin / Hepimizin Partisi.

“Bayram bayram gibi olmalı!”

Bu yazıyı size yazıp yazmamak için “particilik taassubu” açısından çok tereddüt edip düşündüm ve nihayetinde görüşlerimi yazmaya ve de sizlerle paylaşmaya karar verdim.

Malumunuz beni okuyacak ve değerlendirecek olanların ezici çoğunluğu Türk Milletine mensup… Ama dikkatli okuyacak olanların bir kısmı da Türk Milletine düşman olan cephenin mensupları! Hani “su uyur düşman uyumaz” misali…

Bizim de seslenişimiz bu sebeple sadece Türk Milletinedir.

Önümüzde duran bir gerçek var ki, o da Türk Milletinin siyasetten uzak olduğu ya da belli mihraklarca uzak tutulduğudur.

Bu nedenle Türk siyasetinin içinde Türk Milletinin evlatlarının bulunması gerekirken siyasetimiz maalesef etnik mikro milliyetçiler tarafından işgal edilmiştir.

Durumumuz öyle bir hale gelmiştir ki, Türk Milleti için iktidar ve muhalefet kanatlarında “bu millet”, “millet”, “aziz milletimiz” gibi isimlendirmeler yapılmaktadır. Yani adeta Türk Milletinin adı kendi yurdundan siyaset eliyle silinmek istenmektedir.

Başımızda olan dertleri saymayayım… Hepsini üç aşağı beş yukarı hepimiz biliyoruz.

Nihai sonuç olarak şunu diyebiliriz ki, yurdumuz elimizden alınmak ve Türkiye Türksüzleştirilmek isteniliyor.

Halbuki Türkiye, Malazgirt’ten bu yana değil binlerce yıldan beri bir Türk vatanı! Onun için adı Türklerin ülkesi anlamına gelen “Türkiye”

Şimdi bu ağır saldırıya karşı bizim yani Türk Milletinin stratejik bir davranışla karşılık vermesi gerekiyor. Bunu 19 Mayıs 1919’dan başlayarak Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde Türk Milliyetçilerinin verdiği ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile neticelenen süreçte yaptık…

Yine aynı şeyi yaparak Atatürk’ün bize emanet ettiği Türkiye Cumhuriyeti devletini korumak ve Türk Milletini geleceğe güvenle taşımak zorundayız.

Uzun bir süredir bu sebeple Türk Milliyetçileri bir araya gelsin, Türk Milletine önderlik etsin diye arkadaşlarımla çabalıyoruz ve Atatürk’ü önder kabul etmiş Türk Milliyetçilerinin bir araya gelirlerse Türk Milletinin makus talihinin bir kez daha yenileceğini biliyoruz.

Bu nedenle gençler başta olmak üzere tüm kadınlarımızı, erkeklerimizi; Türkiye ve Türk Milleti için siyaset yapmaya davet ediyorum. Bu cendereden başka çıkış yolumuz yoktur. Ülkemizin sevk ve idaresi Türk Milletinin evlatları tarafından ele alınmalıdır.

Ben bu sebeplerle MHP, İYİ Parti ve şimdi de Zafer Partisi’nde siyaset yaptım ve yapmaya devam ediyorum.

Dün kendimi ve fikirlerimi eski partilerimde ifade edebilirken bunu bugün yalnızca Zafer Partisi’nde yapabiliyorum.

Zafer Partisi’nde kimse “Türk’üm”, “Türk Milletindenim”, “Atatürk’ün izindeyim”, “Türkiye Cumhuriyeti için düşünüyorum” dememe engel değil… Kimse Türkiye bölünsün, parçalansın, Türk Milleti dağılsın demiyor. Bebek katiline “beyefendi” ya da “kurucu önder” falan diyeni de göremezsiniz. Hiç bir Zafer Partilinin kafasında ülkenin aleyhine bir tilkilik de yok! Aksi olursa merak etmeyin ilk itiraz ederek meydan okuyacak olan insanlardan biriyim. Geçmişim bu örneklerle dolu!

Burada yani Zafer Partisi’nde olan insanlarımız arasındayken adeta kendinizi görüyor ve yabancılık hissetmiyorsunuz… Çünkü herkesin dili ve derdi aynı!

Bu günümüz Türkiye’sinde Türk Milleti için çok önemli bir fırsat… Bunun için Ümit Özdağ’a ve Zafer Partisini kuranlara bir Türk olarak ne kadar teşekkür etsem azdır.

Anlattıklarımdan anlaşılacağı üzere Türk Milletinin temel stratejisi bir yerde ama doğru olan bir yerde toplanmak olmalıdır. Ancak bu ağır sorunları hep birlikte olarak böyle aşabiliriz.

Son yaşanan olaylar sebebiyle bunu görüyor ve daha iyi anlıyoruz!

Unutmayın dağınıklık Türk Milletine ve Türkiye Cumhuriyeti’ne düşman olanların işine yarıyor.

Sık sık tekrar ettiğim gibi sizin de teklifleriniz var ise ben onları da dinlemeye, değerlendirmeye ve Türk Milleti ile paylaşmaya hazırım… Ümit Özdağ ve Zafer Partisi’ninde bu düşünce de olduğunu biliyorum.

Türk Milliyetçileri, Atatürkçüler, Cumhuriyetçiler, Demokratlar, Ülkücüler gelin bir arada olalım eğer halen bir arada olmaya sıcak bakmıyorsak birlikte hareket etmeyi başaralım… Bir tek Türkiye var, bunu unutmayalım!

Ben bu nedenle sizleri Zafer Partisi’nde toplanmaya davet ediyorum. Gelin birlik olup bu oyunu bozalım. Biliyorum çok seversiniz ama ne olur mazeret ve bahane üretmeyelim. Çünkü vakit her geçen gün aleyhimize olmak üzere daralıyor.

Zafer Partisi sizin / hepimizin partisidir ve bir “toplanma otağı” misyonu üstlenmiştir.

Gelin beraber olalım ve tarih bizi kaybedenler hanesine değil Atatürk gibi başarıp “Zafer” kazananlar hanesine yazsın!

Benim bayramım Türk Milleti “Zafer” kazanınca!

Kim Bu Gençler?

Ramazan’ın pazar günlerinde sohbet yazıları yazmaya çalıştım. Siyasetin bunaltan havasından biraz uzaklaşayım istedim. Bugün bayram. Bayramda da bayram sohbeti yapabilmek isterdim. Beceremiyorum. Çünkü bayram yazısı iyimser olur; şeker bayramıdır, tatlı olur. Üstat Yağmur Tunalı’nın bayram tebriklerindeki “Bayramlar bayram olsun.” dileğine uygun olur.

Gel gör ki bir türlü öyle bir yazı yazamıyorum. İçimden öyle bir yazı gelmiyor. Hani birden fazla türkümüzde tekrarlanır: Bayram gelmiş neyime/ Kan damlar yüreğime. İçimden bunu söylemek geliyor.

Endişeliyim. Demokrasisi sakat bir ülke mi olduk? Ya adalet? Demokrasimizin ve adaletimizin sapasağlam yerinde durduğunu galiba sadece iktidar görevlileri söylüyor. Başka kimseden duymadım.

AKP iktidarında doğmuş büyümüş

Önümde, Toplum Çalışmaları Ensitüsü’nden, Yağmur Uzunırmak imzasını taşıyan bir anket var. (https://bit.ly/toplum-imamoglu ) Ankara’daki protestocularla yapılmış. Yayınlanan raporun başlığı şöyle: Kim bu gençler? – İmamoğlu Protestoları Katılımcı Analizi. Rapora dayanak oluşturan veriler, 24-25-26 Mart 2025 tarihlerinde 19:00-23:00 saatleri arasında, Ankara’nın Kızılay meydanında toplanan ve 19 Mart 2025’te Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasıyla başlayan protestolara katılan 208 eylemciyle, eylemler sırasında, yüz yüze görüşerek oluşturulmuş.

İtiraf edeyim sonuçları tahmin ediyordum. Fakat iktidarın da muhalefetin de gerçekleri gördüğünü sanmıyorum. İlk göze çarpan, protestocuların gerçekten genç oluşu. Raporda bu şöyle özetleniyor: “Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre 2024 senesi itibarıyla toplum içerisinde 18-24 yaş aralığında olanların oranı %10,3 iken protestocuların içerisinde 18-24 yaş aralığında olanların oranı %70,2’dir. Yine resmî verilere göre ülkede 25-34 yaş aralığında olanların oranı %14,9 iken protestocuların içerisinde aynı yaş grubunun oranı %24 olarak ölçülmüştür. Ankara protestolarında 35 yaş altı katılımcı oranı çalışmamızda %94,2 düzeyindedir. Ankara Kızılay’da ilgili tarihlerdeki anketimizin sonuçları, ulusal ölçekte de benzer özellikler gösteriyorsa ülke tarihinin en genç protestocu profili ile karşı karşıya olabiliriz.” Demek ki bu gençler tam da AKP’nin “dindar ve kindar” nesli. Çoğu ya AKP’den başka iktidar görmemiş gördüyse de en yaşlıları ilkokuldayken görmüş.

Atatürkçü – Milliyetçi

Gençlere ideolojik tutumları sorulduğunda alınan cevaplarla Türkiye’nin tamamında sıkça rastladığımız bir oran beliriyor: Kendini Atatürkçü ve Milliyetçi diye tanımlayanların oranı %72,5. Buna isterseniz %2,4’lük ‘Ülkücü’yü de ekleyebilirsiniz. Her dört gençten üçü… Ceviz ağacı vezninden söylersek: Bu oranların ne iktidar farkında ne de muhalefet farkında. Gezi’den farklı olarak malum poster ve flamaların meydanlardan temizlenmesi de bu gençlik sayesindedir. CHP, Altı Ok’un “Milliyetçilik” tarafına biraz daha dikkat etmeli. Zira parti yönetimince o ok dumura uğratılmış gibi.

CHP’nin kendini hâlâ sosyal demokrat, ortanın solu falan diye konumlandırma çabaları var. Gençler arasında kendisine sosyalist diyenlerle sosyal demokrat diyenleri toplasanız da oran %20’yi bulmuyor.

“Türkiye’nin en önemli problemi nedir?” sorusuna verilen cevap da beklenenden farklı. Ne ekonomi ne işsizlik ne terör. %54,3’le “adalet sorunu” açık ara öne çıkıyor.

Yanlış aşklar

Protestoları CHP organize etti, katılanlar, CHP’nin çağrısı üzerine katıldı. Fakat burada da şaşırtıcı bir sonuç var. “Gelecek seçimde kime oy vereceksiniz?” sorusuna verilen cevaplarda %53,9’la CHP birinci sırada. Bu beklenir. Aslında yüzdenin epey daha yüksek olması beklenir. CHP’nin eylemi değil mi… Sürpriz %23,8 ile ikinci olan partide: Zafer Partisi. “Hele bir derdest edelim, neyle suçlayacağımızı yolda düşünürüz. ” taktiğinin Ümit Özdağ’ı zayıflatmadığı, tam tersine güçlendirdiği görülüyor.

Üçüncü sırada İyi Parti var. İkisini toplarsanız CHP oyunun yarısından fazla. CHP’nin eyleminde! Acaba sayın CHP başkanı ile sayın İBB başkanı, o tarafa da biraz daha sevecen bakmayı düşünseler mi? “Kürt seçmen, Kürt seçmen” söylemleriyle ırkçı soslu bir tek taraflı aşk yaşamaktan vazgeçebilirler mi dersiniz? Bakın, 24 Mart günü CHP’nin Bandırma mitinginde konuşmacı Mehmet Baş, Selahattin Demirtaş’tan söz edince meydanda bir “Yuuh!” koptu ve Baş konuşmasını tamamlayamadı. (https://bit.ly/Bas-Bandirma ) Türkiye’nin bu konudaki eğilimini yine Toplum Çalışmaları Enstitüsü 24 Ekim 2024 tarihinde ölçmüştü. Bahçeli’nin Öcalan’ı meclise daveti ve Özel’in el yükseltmesinden iki gün sonra:  https://bit.ly/tce-anket

Son söz: Her ittifak sizi büyütmez. Bazen küçültür de.

Hakikat Ölmez

     Nasıl ki, su kendi zararına olarak donar. Buz, buzun zararına sulanır. İç, dışın zararına kuvvetleşir. Söz, mânâ zararına kalınlaşır. Ruh, ceset hesabına zayıflaşır. Ceset, ruh hesabına inceleşir. Aynen bunlar gibi, maddî âlem olan dünya, lâtif ve hoş bir âlem olan ahiret hesabına; hayat makinesinin işlemesiyle şeffaflaşır, lâtifleşir ve lûtf edici bir hâl alır.

     Yaratıcı Kudret olan Hz. Allah’ın, gayet hayret verici bir faaliyetle; kesif / maddî, camid / cansız, sönmüş, ölmüş cüz ve parçalara hayat nûrunu serpmesi; Kudret’in bir remzi / işaretidir ki, lâtif âlem hesabına; maddî âlemi hayat nûru ile eritiyor, yandırıyor, ışıklandırıyor. Hakikatini kuvvetleştiriyor.

     Evet, hakikat ne kadar zayıf ise de ölmez, sûret gibi mahvolmaz. Belki belirlenmiş sûretlerde seyr ü sefer eder, gider gelir. Hakikat büyür, inkişaf edip gelişir, meydana çıkar ve gittikçe genişler. Dış tarafı ve sûreti ise, eskileşir, inceleşir, parçalanır. Sâbit ve büyümüş hakikatin boyuna yakışmak için, daha güzel olarak tazeleşir. Ziyade ve noksan noktasında, hakikatle sûret, makusen mütenasip; yani ters orantılı bir durum arzeder.

     Yâni, sûret kalınlaştıkça, hakikat inceleşir. Sûret inceleştikçe, hakikat o nisbette kuvvet bulur. İşte şu kanun, gelişme kanununa dahil olan bütün her şeyi içine alır. Demek, her hâlde bir zaman gelecek ki, büyük kâinat hakikatinin dışı ve sûreti olan görünür âlem; Ulu Yaratıcı olan Allah’ın izniyle parçalanacak, sonra daha güzel bir sûrette tazelenecektir. “O gün yeryüzü de başka bir şekle girer.” (İbrahim Sûresi: Âyet: 48) sırrı tahakkuk edecek / kendini gösterecektir. Elhasıl, dünyanın mevti / ölümü mümkün. Bunun gerçekleşmesi ise, imkân dâhilindedir.

Cennet ve Cehennem

     Cennet ve Cehennem, şecere-i hilkat / yaratılış ağacından ebede doğru uzanıp giden iki daldan tezahür edip kendini gösteren iki semere ve neticedir. Kâinatın teselsülen / zincirleme gelmekte olan silsilelerinin iki neticesi, ebede doğru akıp giden kâinat selinin, iki mahzeni ve iki havuzudur.

     Evet, Cenab-ı Hak, gayr-i mütenahi / sonsuz hikmetler için, bu âlemi imtihana sahne yaptı. Yine sonsuz hikmetler için tagayyürata, tahavvülata, inkılaplara; kısaca her türlü değişikliklere mahal olmasını irade etti. Yine, sonsuz gayeler için hayır ile şerri, fayda ile zararı, hüsün / güzellik ile kubhu / çirkinliği, hülasa iyilikle kötülüğü, karışık bir şekilde; Cennet ve Cehennem’e tohum olmak üzere kâinatın şu mezraa ve tarlasına ekti.

     Evet, madem ki bu âlem insanların imtihan meydanıdır. Müsabaka yeridir. İyilikle kötülüğün birbirinden ayrılamayacak derecede karışık olmaları lâzımdır ki, insanların dereceleri ortaya çıksın. İmtihan ve tecrübe zamanları bittikten sonra, kötü insanlar; Allah’ın “Ey mücrimler / suçlular bir tarafa çekiliniz!” (Yasin Sûresi, Âyet: 59) diyen; tüyler ürpertici yıldırım gibi şiddetli İlâhî emriyle karşılaşacaklar! İyi insanlar da “Daimî kalmak üzere Cennet’e giriniz.” (Zümer Sûresi, Âyet: 73) diyen Cenab-ı Hakk’ın mün’imane, şefikâne, lütûfkârâne / nimet verici, şefkat edici ve lûtfedici emirlerine mazhar olacaklardır.

     İnsanlar bu iki kısma ayrıldıktan sonra, kâinat da tasfiye ameliyatına uğrayacak. Kötülüğü, şerri, zararı doğuran maddelerin bir tarafa çekilmesiyle Cehennem’in; iyiliği, hayrı, faydayı doğuran maddelerin de diğer tarafa çekilmesiyle Cennet’in techizatları ikmal edilecektir.

Basar ve Basîret

    “Onlar hiç yeryüzünde dolaşmazlar mı ki, bu sayede düşünecek kalpleri, işitecek kulakları bulunsun? Doğrusu gözler kör olmaz. Lâkin sinelerdeki kalpler kör olur.” (Hac Sûresi, Âyet: 46)

     Basar / Göz; masnuatı / yaratılanları görüp de, Basîret / Kalp;  Sânii / Yaratanı görmezse, çok garip ve pek çirkin düşer! Çünkü o hâlde Sâni’in mânen, kalben görünmemesi; ya basîretin yokluğundan veya kalp gözünün kör olmasındandır. Veya pek dar olduğundan meseleyi azametiyle kavrayamadığındandır.

     Çünkü Sâni’in / Yaratan’ın reddi, Basar’ın / Göz’ün görmesini red ve inkârdan daha büyük bir inkârdır.

Hz. İbrahim (A.S) ve Haniflik İnancı

Hz. İbrahim Dönemi ve Hicret Yolları[1]

 “Bir gün peygamberimiz ashabıyla konuşurken başka bir lisanda “Ne güzel üzüm” dedi. Ashabı anlamayarak: -Ya Muhammed Arapça konuş dediler. Bunun üzerine Hz. Muhammed (S.A.V): Durun, yakınmayın, ben köküm olan Hz. İbrahim’in dili ile konuşuyorum, Arap benden ama ben Arap’tan değilim” dedi[2].

Mustafa Kemal Atatürk: “Peygamberimizin ecdadını araştırırsanız belki de Türk olduğunu ispat edebilirsiniz[3]

Sümer Türk Uygarlığı

Türkler milattan önceki dönemlerde Avrupa, Anadolu, Mezapotomya ve Mısıra kadar çeşitli zamanlarda göç etmişlerdir. Mezapotamya’ya göç eden Türk kavmi Kangar/Kenger/ Kanğlı olarak bilinmektedir.  Sümer adı Akad kaynaklarında Sümerler için kullanılan bir isimdir. Kengerler hâlâ yaşayan ve uzun zamandır bilinen bir Türk boyudur. Onların en önemli şehirlerinden birinin Kişolduğunu görüyoruz. Sümerlerin Mezopotamya’da ilk kurdukları şehir ise Kiş’tir. Aynı isimli yerleri Anadolu’da da buluyoruz. Örneğin, Bitlis’in Hizan ilçesinde Kiş köyü. Malatya’nın Kablı ilçesinde Kişli Köyü, Urfa’nın Bozova ilçesinde Kişkan Köyü vd[4]dir.

Tam burada Levend’nâme’deki “Kişler, Kişiler[5]  şiirini hatırlamak gerekmektedir:

“Sibirya’da eski zamanlar/Atalar, dedeler/Su kenarları/Kiş[6]ler, kişiler/Gönler, gönüller. Gönüldür kişiler/Gönden içeri/ Gözüdür, yollarda/Gönüllerde../Gönder’lerde…28 Haziran 2020”

Sümerlerin Ur/Uri şehri de çok önemlidir. Üç kez burada Sümer krallığı kurulup dağılmıştır. “Ur” (etrafı surlarla çevrili şehir) ile yapmış yer adlarını hem Asya’da hem Anadolu’da buluyoruz. Adıyaman’da Urgöç, Hilvan’da Urgez, Ardahan’da Ur köyü önümüze çıkıyor. Ardahan’ın Kura nehri yanındaki Ur köyünün Uygur Türklerinin Urtigin soyundan gelenler tarafından kurulduğu söylenmektedir. Uygur beylerine “ur” denmektedir[7].

Türklerle Sümerlerin yer adları bağlantısı önemli bir konudur. Türkler geldiklere yerlere, çıktıkları yerlerin adlarını da birlikte getiriyorlardı. Sümerlilerde de bu gelenek hep devam etmiştir. Sümerler Asya’dan göç ederken bulundukları yerin adını Mezopotamya’ya, Türkler de aynı adları Anadolu’ya taşımışlardır. Anadolu’da böyle birçok yer adları vardır. Moğolistan’da “Sumer” adlı bir dağ bulunmaktadır. Moğol efsanesine göre, dünya yaratıldığında her taraf su imiş. Bu sudan iki dağ çıkmış: “Sumerula”, Moğolcada “ula” dağ anlamına geliyor. “Sumer-ula=Sümer dağı” anlamına geliyor. Türkmenistan’da Madau Tepesi, Madan Dağları var. Sümer dilinde muda-yurt, uygalık yurdu anlamına geliyor. Mezopotamya’daki Lagaş yer adı, Asya’daki Balkaş Gölü’nü anımsatıyor. Görülüyor ki Sümerler geldiklere yerlere kendi kültürlerini taşımışlar. Sümerler, hiç madeni olmayan bir yerde (Mezopotamya) madencilik yapıyor. Sümerlerin anavatanı olduğu savunulan Asya’da 4 bin yıl önce maden işçiliği ve tarım yapıldığı bilinmektedir[8].

Görüldüğü üzere Orta Doğudaki Türk varlığı bilinen yakın tarihten çok önceleri oluşmuştur. Mezopotamya’daki Sümer medeniyeti zaman içinde zayıflamaya başlamış, kuzeyden gelen Akad’lar önceleri Sümerlerin egemenlikleri altında yaşamışlar, bu arada tarım, ziraat, ticaret yaparak zenginleşmişler ve zamanla Sümerler içinde dillerini ikinci dil olarak kabul ettirmişlerdir. Bu etkiler zaman içinde büyüyerek yönetimin paylaşılması aşamasına gelmiş, nihayetinde de Sümer ülkesine hâkim olmuşlardır. Onların hâkimiyeti sonucunda Sümerler çeşitli bölgelere göç etmek zorunda kalmışlardır. Bu göçlerin izlediği yola bakacak olursak, güney inip Yemen bölgesinde yerleşmiş ve burada da bir medeniyet kurmuşlardır. İrem su bendinin büyük bir deprem sonucu yıkılması ile burada da tutunamamışlar ve Hicaz bölgesine göç etmişlerdir. Diğer bir göç dalgası ise, kuzey yönünde meydana gelen göç dalgasıdır. Kuzeye gidenler Ur şehrinden çıkıp önce Harran’a, (Urfa) sonra da oradan Filistin’e göç etmişlerdir. İşte Hz. İbrahim ve ailesi, Ur kentinden çıkıp kuzeye hareket eden, bir süre Harran’da kaldıktan sonra Filistin’e intikal eden kol içinde yer almıştır[9].

Sümerlerin ve Hz. İbrahim’in bu yolları izledikleri bütün tarihi ve dini kaynaklarda anlatılmaktadır. Bu göç yollarının doğruluğunda şüphe yoktur. Bilindiği üzere Hz. İbrahim bütün ailesiyle birlikte Sümer’in Ur kentinden yola çıkmış önce Harran’a uğramış, bir süre sonra da Filistin bölgesine göç etmiştir. Mısır’a gitmesi ve geri dönmesi bundan sonra olmuştur. Doğal olarak bu yolu tek kullanan Hz. İbrahim ve ailesi değildir. Daha pek çok Sümerli bu yolu kullanarak Hicaz bölgesine kadar inmişlerdir[10].

Aynı dönemde Sümer illerinden güney yönüne doğru da göçler yaşanmış ve bu kafileler de Basra körfezi kıyılarını izleyerek, Arap yarımadasının güneyini dolaşıp Yemen e kadar gelmişlerdir. Yemen’de de büyük medeniyetler kurmuşlardır. Büyük bir deprem sonucu Ma’rep su bendinin ve bölgede kurulan büyük şehirlerin Yıkılması sonucu Yemenden kuzeye doğru tekrar göç etmişler ve Hicaz bölge ine gelip yerleşmişlerdir. Bu göç kafilelerinden, aynı köke dayanan Ev ve Hazreçlerin Medine civarına yerleştikleri bilinmektedir. İşte peygamberimiz Hz. Muhammed’e Kâbe’de biat edenler ve kendisini Medine’ye davet edenler bunlardır[11].

            Hz. İbrahim ve onun soyundan gelen peygamberleri Arap ve Yahudi tarihine dâhil etmek mümkün değildir. Çünkü Hz. İbrahim çocuklarını farklı ulusların içinde bırakmış ve tevhit inancını yaymalarını istemiştir. Yoksa onun hiçbir çocuğu ne Arap ne de Yahudi’dir. Kendisi de Hanif dinini tebliğ için kendi ülkesinden dışarı çıkmış birçok ülkeye giderek insanları Allah inancına çağırmıştır. Onun diğer uluslara da Sümer Türkçesi ile hitap etmesi beklenemezdi. Gittiği her ulusa onların dili ile hitap edecek bir yeteneğe sahip olması da çok tabii görülmelidir. Yahudilerin ve tahrif edilmiş Tevrat’ın anlattığı gibi o Yahudilerin atası değildir. Tüm uluslara çocuklarını göndermeye çalışmış ve bunda da başarı olmuş; Tevhit’in ve ulusların manevî atası olan bir Allah elçisi olma şerefine nail olmuştur. Âl-i İmrân Suresi 67. Ayet’de  “İbrahim ne bir Yahudi idi ne de bir Hıristiyan. O, sadece Hanîf bir müslümandı/Allah’a teslim olandı. O müşriklerden değildi” buyrulmuştur. Bu ayete göre Hz. İbrahim’i Hanif’liğin haricine isnat etmek mümkün değildir.

Hz. İbrahimin adı geçer geçmez, onu adeta bir Yahudi olarak karşımıza algılayanlar çıkmaktadır. Hâlbuki Hz. İbrahim ayette de görüldüğü gibi ne Yahudi, ne Hristiyandır. Son üç semavi din üzerinde de tesirleri olduğu için, dünyayı yönetmeyi amaçlayan bugünkü Yahudi düşüncesi, “İbrahimî dinler” safsatasıyla onun adını kullanmakta ve onun adından yararlanma çalışmaktadır. Dinimizin kitabı olan Kur’an ayetleri ve peygamberimizin sözleriyle de teyit edilen gerçek şudur ki; Hz. İbrahim “Hanif bir dinden ve temiz bir soydandır”. “Bilindiği gibi Hz. İbrahim Kuran-ı Kerim’de zikri geçen birçok peygamberin aksine Yahudi ırkına mensup olmayan ve fakat İbrani tarih ve kültür hamulesine mâl edilmiş, kendisine Kuran’ın ifade ine göre “Suhuf” (Din ve şeriatinin esasını ifade eden bir nevi yazılı belgeler) verilmiş büyük, ulu ve yüce bir peygamberdir. Onun dininin asıl karakteri, şiarı “Haniflik” idi. (Kuran-ı Kerim, Bakara Suresi, 135, AI-i İrnran Suresi 67, Enam Suresi 161, Nuh Suresi 120) O bu yönüyle peygamber ümmetinin bir baba misali en güzel örneği olmuştur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Müslümanlara hitaben; “milletinizin babası İbrahim’in Hanif dinine uyun bundan önce de size Müslüman adını veren odur” (Kuran-ı Kerim, Hac Suresi 78) denilmektedir[12].

En’am suresi 161. ayetteki, “Rabbim beni doğru yola, gere çek dine, Hanif olarak İbrahim’in dinine iletti” ayetinden, Hanifliğin gerçek bir din olduğu hususu açıkça ortaya çıkmaktadır. “Hanif” kelimesi, müstakil bir dinin adı olduğu gibi, aynı zamanda bütün peygamberlerin tebliğ ettiği “Gerçek din” tevhit inancı manasına da kullanılmaktadır[13]. Tıpkı “İslam” ve “Müslim” keli-melerinin Kur’an ve Hadis’te iki manada kullanılması gibi, “hanif” kelimesinin de iki kullanılışı vardır:

1 – Bütün peygamberlerin tebliğ ettiği tevhit inancı, gerçek din ki Allah (C.C.), insanın fıtratına bu dini koymuştur, yani insanı kendi zekâsı ile o dini bulabilme istidadında yaratmıştır. İslam ve Müslim kelimeleri de bu manada kullanılmaktadırlar. Bu birinci manada kullandıklarında Hanif ve Müslim kelimeleri, aynı manayı ifade ederler. Nitekim Hz. Muhammed, “Ben Yahudilik ve Nasranilik üzerine gönderilmedim, fakat (halis) Haniflik üzerine gönde-rildim” buyururken hem bu birinci manayı kastetmekte hem de bu manayı ifade etme bakımından, Hanif ve Müslim kelimelerinin eşitliğini göstermektedir.

2 – Hz. İbrahim’in tebliğ ettiği dinin özel adı olarak kullanılmaktadır. İslam tarihi kaynakları, kesin olarak Hanifliği müstakil bir din olarak takdim etmektedirler[14].

Kur’an’a Göre Hanif Dini

Kuran’da “Hanif” kelimesi on yerde, çoğulu olan “hunefa” ise iki yerde geçmektedir. Bu on iki yerin dokuzunda, hanifliğin müşriklikten farklı ve onun karşıtı olduğu belirtilmektedir. Bu arada sekiz yerde Hz. İbrahim’in imanını ifade etmektedir. Bu sekiz yerin beşinde, aynı zamanda din manasına gelen “millet” kelimesi yer almakta, bir yerde de bizzat Hz. İbrahim kendini Hanif olarak nitelemektedir.  Haniflik müşriklik olmadığı gibi, ayette de vurgulandığı üzere Yahudilik ve Hıristiyanlık da değildir. Allah’ın başlangıçtan itibaren insanlara bildirdiği, insanın tabiatına en uygun olan tevhid dinidir. Kur’an’ı Kerim’de Rum Suresi 30.Ayette bu husus şöyle ifade edilir: “Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte do doğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler”. “ … Kur’an’ın önerdiği ve Hanif diye nitelendirdiği bu tavır, müşrikliğe ters olduğu gibi, ehl-i kitabın dininden de faklıdır. Kur’an’a göre Haniflik, Yahudilik ve Hıritiyanlıktan öncedir: Âl-i İmrân / 65. Ayette “Ey Ehlikitap! İbrahim hakkında neden çekişiyorsunuz? Tevrat da İncil de ondan sonra indirildi. Hâlâ aklınızı işletmeyecek misiniz?” buyurulmaktadır. Kur’an ‘ı Kerim Araplardan putlara tapmayan, Yahudi ve Hıristiyan olmayan, bir tek ilahın varlığına inanan ve O’na kulluk eden bir cemaate işaret eder ki bunlar “hunefa” veya “ahnaf” diye bilinirler. Bu kimseler Yahudi ve Hıristiyan olmadıklarını, İbrahim’in dinini takip ettiklerini, Allah’a şirk koşmadıklarını söy-lerler[15].

Hadislerde Hanif Kavramı

Hanif, Kuran’daki anlamıyla Hadislerde de yer alır. İbni Abbas’tan rivayet edilen bir hadise göre, Hz. Peygambere, “Allah katında hangi din daha makbuldür” diye sorulduğunda, “Kolaylaştırılmış haniflik” demiştir. Resul-i Ekrem’in “Allah katında hak din İslam’dır” (Ali İmran-19) ve “Sizin için din olarak İslâm’ı seçtim ve ondan razı oldum”(Maide-3) mealindeki ayetlere ters düşecek bir beyanda bulunması mümkün değildir. Bu sebeple “kolaylaştırılmış haniflik” ifadesiyle İslamı kastetmiştir[16].

Hz.Peygamberin, “Allah ‘Kullarımın hepsini hanif olarak yarattım buyurdu” mealindeki hadisiyle, “Ben Yahudilik ve Hıristiyanlıkla değil, kolaylaştırılmış haniflikle görevlendirildim” hadisi birlikte düşünüldüğünde Hanifliğin, bütün peygamberlerin tebliğlerinde ortak olan ilkeleri ifade ettiği ve İslam’ın da bu ilkeleri yaşatan bir din olduğu, Hz. İbrahim gibi Hz. Muharrımedin de aynı dini tebliğ ettiği sonucuna varılır. Bundan dolayı hanif kelimesi İslami literatürde Kuran’daki anlamıyla ve müslim kelimesinin eş anlamlısı olarak, Hanifiyye’de Hz.İbrahim’in dinini ifade için kullanılmıştır.[17]

Sonuç

Hz. İbrahim Hanif dinini tebliğ etmiş bir Türk Peygamberidir. Türkistan coğrafyasından gelmiş olan  “Sümer” Türklerindendir. Ahmet Cemil Akıncı “Hz. İbrahim” isimli eserinde Sümerlerin, Türklerin Ural-Altay topluluğu olarak iki bin sene önce Mezopotamya bölgesine geldiklerini yazmaktadır[18]. Paleo-coğrafya açısından bakıldığında ırmak ve denizlerin bağlantıları ile Altay bölgesinden Yenisey-Baykal-Aral-Hazar-Karadeniz-Umman Körfezi bağlantıları ile bu tespitin de önemi unutulmamalıdır[19].  B. Ömer Büyüka[20]’nın açıkladığı Hz. İbrahim’in Kafkasya bağlantısı da yine paleo-coğrafya yolculukları açısından büyük önem arz etmektedir. Kısaca Hz İbrahim’in Yahudi ırkı ile en ufak bir şekilde dahi olsa bir münasebeti yoktur. Yahudi ırkı, Hz İbrahim’den bir asır sonra meydana çıkmıştır[21]. Max Dimont “eğer İbrahim M. Ö. 1900-1800 yılları arasında yaşamışsa o tarihlerde ne İbrani denilen bir kavim, ne de Araplar vardı[22]” demektedir.

Hz. İbrahim Ortadoğu coğrafyasını dolaşmış yolculuğu Mısıra kadar uzanmıştır. Aile bireylerini de Tevhid inancını anlatmaları için farklı topluluklar içinde bırakmış yahut göndermiştir. Onun Hacer’den İsmail, Sare’den İshak, dünyaya gelmiştir. Sare’nin ölümünden sonra Ketura (Kantura) adında bir kadınla evlenmiş ve ondan Zimran, Yokşan, Medan, Midyan, Yişbak,  Şuah adındaki çocukları doğmuştur[23]. Kantura oğulları Türkistan Türkleri olarak kabul görmektedir. Hz. Peygamber’inde Türklerden Kantura oğulları diye bahsettiği rivayet edilmektedir. Kantura, Türk Hakanı Oğuz Han’ın kızı yani bir Türk prensesidir. Böylece Hz. İbrahim’in Hanifliği Türk Turan yurtlarına doğru ulu bir yol bulmuştur[24]. Hz. İbrahim hayatta iken İshak’ı Şama, İsmail’i Cürhum’a göndermiştir. Hz. İbrahim’in oğulları Hz. İsmail, Hz. İshak ve yeğeni Hz. Lut aynı dönemin nebîleri idiler[25].

 Hz. İbrahim’in Kur’an-ı Kerim’deki tanım ve tasviri ile tahrif edilmiş Tevrat’taki tanım ve tasviri birbirine zıttır. Tahrif edilmiş Tevrat’ta Hz. İbrahim’e yapılan hakaretler bunu göstermektedir. Örneğin tahrif edilmiş Tevrat’ta ona iftira atılmakta basit beklentiler için hanımını kız kardeşi olarak göstermektir. Tahrif edilmiş Tevrat’ta maalesef diğer peygamberlere de çeşitli iftiralar görülmektedir. İsrailiyattan beslenen İslam tarihçileri hatta mevzu hadis kaynaklarından bazıları da bunu Kur’an-ı Kerim ölçeğinden geçirmeden ona arz etmeden gerçek bir olay gibi sunmaktadır. Bugünkü tahrif edilmiş Tevrat Yahudilerin Babil sürgününden sonra hahamların kaleme aldığı Peygamberlere iftira, kendilerine ayrıcalık tanınması için yazdıkları bir kitaptır. Asla Hak’tan geldiği gibi korunmuş ilahî bir kitap değildir. Hz. Musa (A.S) ya indirilen Tevrat’la hiçbir ilgisi yoktur[26].

Örnek: Tekvin: BAP 12:

9. Ve Abram git gide Cenuba doğru göç ediyordu. 10. Ve memlekette kıtlık oldu; ve Abram orada misafir olmak üzre Mısıra gitti; çünkü memlekette kıtlık ağırdı. 11. Ve vaki oldu ki, Mısıra girmesi yaklaştığı zaman, karısı Saray’a (Sare) dedi: İşte, biliyorum ki, sen görünüşü güzel bir kadınsın; 12. ve olur ki, Mısırlılar seni görünce: Bu onun karısıdır, derler; ve beni öldürürler, fakat seni sağ bırakırlar. 13. Senin yüzünden bana karşı iyi davranılsın, ve senin sebebinle canım yaşasın diye: Onun kız kardeşiyim, de. 14. Ve vaki oldu ki, Abram Mısıra girdiği zaman, Mısırlılar kadının çok güzel olduğunu gördüler. 15. Ve Firavunun emîrleri onu gördüler ve onu Firavuna methettiler; ve kadın Firavunun sarayına alındı. 16. Ve onun yüzünden Abrama karşı iyi davrandı ve onun koyunları, sığırları ve eşekleri, ve köleleri ve cariyeleri, ve dişi eşekleri, ve develeri oldu. 17. Ve RAB Abramın karısı Saray’dan dolayı, Firavunu ve onun sarayını büyük vuruşlarla vurdu. 18. Ve Firavun Abramı çağırıp dedi: Bana bu yaptığın nedir? bu senin karın olduğunu niçin bana bildirmedin? 19. Niçin: Bu benim kız kardeşimdir, dedin, ben de onu karı olarak aldım? Ve şimdi, işte karın, al ve git. 20. Ve onların hakkında Firavun adamlara emretti; ve onu, ve karısını, ve kendisine ait olan her şeyi gönderdiler”.

Örnek: “Tekvin: BAP 20

VE İbrahim oradan Cenup diyarına göç etti, ve Kadeş ile Şur arasında oturdu; ve Gerarda misafir oldu. 2. Ve İbrahim, karısı Sara hakkında: Bu kız kardeşimdir, dedi, ve Gerar kıralı Abimelek gönderip Saray’ı aldı. 3. Fakat Allah Abimeleke gece rüyasında gelip ona dedi: Aldığın kadın sebeb ile, işte, sen bir ölüsün; çünkü o bir adamın karısıdır”.

Yüksek bir ahlakla yaratılan Hz. İbrahim Kur’an-Kerim’de örnek verilebilecek şu ayetlerde aşağıdaki şekilde tanımlanmaktadır:

“Kendini bilmez beyinsizlerden başka, kim İbrâhim’in dininden yüz çevirir? Elbette biz onu dünyada seçip peygamber yaptık. Âhirette de o mutlaka sâlihler arasında olacaktır”.(Bakara Suresi/130.Ayet)

“Rabbi ona: “Teslim ol!” buyurmuş, o da: “Âlemlerin Rabbine teslim oldum” demişti.” (Bakara Suresi/131.Ayet)

“Yahudiler “yahudi olun”, Hristiyanlar da “Hristiyan olun ki doğru yolu bulasınız” derler. De ki: “Hayır! Biz, tek Allah’a inanan ve hiçbir zaman müşriklerden olmayan İbrâhim’in dinine uyarız.” (Bakara Suresi/135.Ayet)

Kur’an-ı Kerimde Hz. İbrahim ve ailesinden bahseden onun adına sure (Kur’an’ın 14. Suresi, 52 Ayetten oluşur) bulunmakta ve birçok surenin ayetlerinde de adı ve yaşadığı olaylar zikredilmektedir. Nahl suresi/120 Ayet “Muhakkak ki İbrahim başlı başına bir ümmet idi, tek bir hanîf olarak Allaha itaat için kıyam etmişti ve hiç bir zaman müşriklerden olmadı” buyrulur. Tahrif edilmiş Tevrat’a en güzel cevaplardan biri de şüphesiz bu ayettir. Dolayısıyla Hz. İbrahim asla Firavun’dan yahut Gerar kıralı Abimelek’ten korkup bir peygambere yakıştırılmayacak yalan söyleme gibi bir eylemi yapmamıştır.

Kaynaklar

Ahmet Bedir, Tevhidin Yurdu Kur’ân-ı Kerim Atlası, Kaynak yayınları, İstanbul, 2010.

Ahmet Cemil Akıncı, Hz. İbrahim, Bahar Yayınları, İstanbul, 2020.

B. Ömer Büyüka, Hazreti İbrahim’le Awubla ve Kafkaslılar, Abhazoloji Yayınları, İstanbul, 1975.

Levent Ağaoğlu, Levend’nâme, Aktif Yayınları, İstanbul, 2022.

Muazzez İlmiye Çığ, İbrahim Peygamber, Sumer Yazılarına ve Arkeolojik Buluntulara Göre, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2006.

Muharrem Kılıç, Gizlenen Türk Tarihi Hazreti Muhammed, Toplumsal Çözüm Yayınları, İstanbul, 2007.

Ömer Faruk Harman, Hz. İbrahim, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt: 21, 2000,  İstanbul.

Richard Elliott Friedman, Kitabı Mukaddes’i Kim Yazdı?, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2005.

Şaban Kuzgun, İslam Kaynaklarına Göre Hz. İbrahim ve Haniflik, Bilge Kültür sanat Yayınları,İstanbul, 2015.

Turgut Buğra Akdoğan, Türklerin Atası Gılgameş, Altınpost Yayınları, Balıkesir, 2012.

Zekeriya Kitapçı, Hz. Peygamber’in Hadislerinde Türkler, Yedi Kubbe Yayınları, Konya, 2009.


[1] Prof. Dr. Ahmet Bedir, Tevhidin Yurdu Kur’ân-ı Kerim Atlası, İstanbul, 2010, s. 213.

[2] Muharrem Kılıç, Gizlenen Türk Tarihi Hazreti Muhammed, İstanbul, 2007, s. 177.

[3] A.g.e., s.177.

[4] Turgut Buğra Akdoğan, Türklerin Atası Gılgameş, Balıkesir, 2012., s.29.

[5] Levent Ağaoğlu, Levend’nâme, İstanbul, 2022. s. 154.

[6] Kişler: Güney Sibirya bataklıklarında su samurları. A.g.e., s.154.

[7] Turgut Buğra Akdoğan, A. g. e., s. 29.

[8] A.g.e., s.30.

[9] Muharrem Kılıç, a.g.e., s. 95.

[10] A.g.e., s. 95-96.

[11] A.g. e., s.96.

[12] Muharrem Kılıç, A.g.e., s.114-115

[13] Şaban Kuzgun, İslam Kaynaklarına Göre Hz. İbrahim ve Haniflik, İstanbul, 2015, s. 166.

[14] A.g.e., s. 166-167.

[15] Muharrem Kılıç, A. g. e., s.139-140.

[16] A.g.e., s.140.

[17] A.g.e., s.141

[18] Ahmet Cemil Akıncı, Hz. İbrahim, İstanbul, 2020, s. 65.

[19] Hilmi Özden, (Kuzey) Kafkasya’da Ön-Türkler, Ön-Türk Akademisi, 8 Mart 2025 İstanbul, https://www.youtube.com/watch?v=xJe569-yh7Y

[20] B. Ömer Büyüka, Hazreti İbrahim’le Awubla ve Kafkaslılar, İstanbul, 1975.

[21] Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı, Hz. Peygamber’in Hadislerinde Türkler, Konya, 2009, s. 142.

[22] Muazzez İlmiye Çığ, İbrahim Peygamber, Sumer Yazılarına ve Arkeolojik Buluntulara Göre, İstanbul, 2006, s. 15.

[23] Ömer Faruk Harman, Hz. İbrahim, TDV İslâm Ansiklopedisi, 2000,  İstanbul, Cilt: 21, s.  272-273.

[24] Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı, a. g. e., s. 144-145.

[25] Ahmed Bedir, a. g. e., s.213.

[26] Geniş Bilgi İçin Bakınız: Richard Elliott Friedman, Kitabı Mukaddes’i Kim Yazdı?,  İstanbul, 2005.

İnsanın Asıl Keyfiyeti

     Eğer insan enaniyet ve enesine / kendine ve benliğine istinad edip / güvenerek; sadece dünya hayatını hayal edip, asıl gaye edinerek; maişet ve geçim derdi içinde; geçici bazı lezzetler için çalışsa, gayet dar bir daire içinde boğulur, gider.

     Ona verilen bütün cihaz, organ, uzuv, âlet ve latifeler / duygular, ondan şikayet ederek; haşirde onun aleyhinde şehadet edip şahitlik edecek ve davâcı olacaklardır.

     Eğer kendini misafir bilse, misafir olduğu Kerîm olan Zât’ın / Hz. Allah’ın izni dairesinde ömür sermayesini sarf etse, öyle geniş bir daire içinde uzun ebedî bir hayat için, güzelce çalışır.

      Teneffüs edip istirahat eder. Sonra a’lâ-yı illiyyîne / Cennetin en yüksek tabakasına kadar gidebilir.

      Hem de, bu insana verilen bütün cihazlar ve âletler / duyu ve organlar; ondan memnun olarak âhirette lehinde şehadet ve tanıklık ederler.

     Evet, insana verilen bütün acip cihazlar, sırf bu önemsiz dünya hayatı için değil. Belki pek ehemmiyetli bir bâki / ebedî ve dâimî bir hayat için verilmiştir.

     Çünkü insanı hayvanla karşılaştırırsak, görürüz ki, insan; cihaz, âlet ve organları bakımından;   hayvandan yüz derece daha fazla bir zenginliğe sahip kılınmıştır.

     Fakat insan; dünya hayatından lezzet alışında ve hayvan gibi yaşayışında, ondan yüz derece aşağı düşer.

     Çünkü her aldığı lezzetde, binler elem izi vardır.

     Geçmiş zamanın elemleri ve gelecek zamanın korkuları ve her bir lezzetindeki zeval / yok oluş elemi; onun zevklerini bozuyor ve lezzetinde menfî bir iz bırakıyor.

     Fakat hayvan öyle değil. Elemsiz bir lezzet alır, kedersiz bir zevk duyar.

     Ne geçmiş zamanın elemleri onu incitir, ne de gelecek zamanın korkuları onu ürkütür.

     Rahatla yaşar, yatar. Yaratanına, yani Hz. Allah’a şükreder.

     Demek, ahsen-i takvim sûretinde / en güzel kıvamda yaratılan insan; fikrini sırf dünya hayatına  hasr etse / sırf ona mahsus kılsa; -yüz derece, sermayece hayvandan yüksek olduğu halde- yüz derece, serçe kuşu gibi bir hayvandan bile daha aşağı düşer.

İYİLİKLE  KÖTÜLÜK  BİR  OLMAZ

     Müslümanlarda nifak / iki yüzlülük ve şikak / ikilik ve ittifaksızlık, kin ve düşmanlığa sebebiyet veren tarafgirlik, inat ve hased; hakikatçe, hikmetçe ve en büyük insanlık olan islamiyetçe ve şahsî hayat, sosyal hayat ve mânevî hayat bakımından çirkin ve merdud olup reddedilmiştir.

     Muzır / zararlı ve zulümdür. Beşer / insan hayatı için zehirdir.

     Evet, müslüman, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için, yalnız acır. Tahakkümle / zorla değil, belki lütufla / iltifatla ve güzellikle ıslahına / düzelmesine çalışır.

     Evet, nasıl ki muhabbet / sevgi sıfatı muhabbete lâyıktır. Öyle de, düşmanlık hasleti / huy ve tabiati, her şeyden evvel kendisi düşmanlığa lâyıktır. Eğer hasmını mağlup etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et / karşılıkta bulun. Çünkü eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet / hasımlık ziyadeleşir.

     Zâhiren / görünüşte mağlup bile olsa, kalben kin bağlar. Düşmanlığı devam eder.

     Eğer iyilikle mukabele etsen, nedamet eder / pişman olur. Sana dostluk elini uzatır. 

     Demek ki, müslümanın işi, kerîm ve anlayışlı olmaktır. Senin ikramınla sana musahhar ve gönlü kazanılmış olur. Zâhiren / görünüşte kötü bile olsa, iman cihetinde  kerîmdir.

     Evet, fena bir adama iyisin, iyisin desen iyileşmesi ve iyi adama fenasın, fenasın desen fenalaşması çok vuku bulan ve olan bir husustur.

x

     “İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver. Bir de bakarsın, aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir.” (Fussilet Sûresi, Âyet: 34)

Sokak Sandığa Tercih mi Edilecek?

            İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması karşısında ana muhalefet partisi başkanı tarafından özellikle gençlerin protesto amacıyla sokağa davet edilmesi sonucunda maalesef ortaya çıkan üzücü ve düşündürücü sorunlarla karşılaştık. Bunlar geçirdiğimiz mübarek Ramazan ayına ve mübarek Ramazan Bayramı’na hiç yakışmamıştır. Siyasetçi üslubuna hiç yakışmayan kontrolsüz adeta hiddet ve şiddet kokan bu konuşmalar ve sokağa davet, ülkemizin içinde ve dışında itibar kırıcı olmuştur. Şiddet ve terörden, sokaktan medet umar hale düşmek; aslında parti içi rekabetten, yaklaşan kurultay dolayısıyla ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Bazı belediye başkanlarının yolsuzluk ve teröre destek gerekçeleriyle tutuklanmalarını aşan sebeplerle sözde yargının baskı altına alınmak istendiği anlaşılmaktadır.

Uluslararası medya her seferinde olduğu gibi Türkiye’yi küçük düşürme ve olayları abartma peşine düşmüştür. Taşınan ünvanla uyuşmayan ve sokağı adres olarak gösteren ifadeler ve tepki; keşke katil ABD desteği altında cinayet şebekesi İsrail’in yaptığı insan hakları ihlallerine ve 50 bini aşan Gazze’liyi yok eden büyük soykırıma karşı yapılabilseydi… ABD ve İsrail Gazze’lileri vatanlarını terk ettirmeye onları öldürerek varmak istiyor. Bunları yapmak yerine, sokakta sorunları çözmeye çalışmak içeride birbirimizle çatışmaktan daha fazla bir zevk duyduğumuzu ortaya koyuyor. Aslında bu ülkede herkes her mevkiye talip olabiliyor ve hatta aday da seçilebiliyor. Sandıktan çok sokaktan birşeyler bekleyenlere partinin tecrübeli isimlerinin neden ağabeylik yapmadıklarını anlamak da zordur.

            Efendim, İngiliz İşçi Partisi nasıl olur da sessiz kalabilirmiş… Sosyal Demokrat Partiler arasında konuşulan dayanışma nerede kalmış… gibi yaklaşımlardan ve tecrübesiz, sokakta çözüm arayan konuşma üslubundan yurtdışı da habersiz değildir. Aslında bu çok şükür ki geniş bir çatışmaya dönüşmeyen olaylar ana muhalefeti de yıpratmıştır. Oysa ana muhalefet iktidar alternatifidir. Eğer siz sokak yolunu açarsanız her çeşit adam ve tahrikçi o kalabalığa girer. Güvenlik güçlerine karşı saldırılarda 150 polis kardeşimiz yaralanmıştır. Kendilerine geçmiş olsun diyoruz.

            İngiliz İşçi Partisi ve diğer ülkelerdeki Sosyal Demokrat Partiler bizim için umut olmamalıdır. Kendimizi yalnız ve terk edilmiş hissetmeye de gerek yoktur. İngilizler nereye ne ölçüde destek olmaları gerektiğini iyi bilirler. Onun için gerekli desteği Türk Milleti’nden ve sandıkta aramalıyız. Yabancılar destek olsalar bile karşılığını sizden misliyle alırlar. Londra’dan güdümlü olmaya değil; tekrar Atatürk’ün partisi olmaya ihtiyaç vardır. Olaylara karışanlar ve yönetenlerin bir kısmı sabıkalı çıkmıştır. Bunlar Şehzade Camiini tuvalet gibi kullandıklarından, orada içki içtiklerinden, kabirleri ve taşları tahrip ettiklerinden, Saraçhane’yi terörist merkezi yaptıklarından belki bir gün üzülecek ve utanacaklardır. Aynen yıllar önceki bazı ağabeyleri gibi… Tahmin ederim ki, bu olaylarda bir de ellerine Türk bayrağı verilerek ortaya salınan kullanılanlar ne ilktir, ne de son olacaktır.

            Avrupa’da Sosyal Demokrat Partilerin kuruluşu ABD desteği ile olmuştur. Sovyetler Birliği’nin genişleme ve etkinliğini arttırma teşebbüslerine karşı, soğuk harbin ortaya çıkışı karşısında ABD başta Avrupa’da dikkat çeken bazı aşırı sol akademisyenlere Rusya’ya kaymalarını önlemek için el atmış ve onlara önemli destekler sağlamıştır. Bazıları ABD’ye bile yerleştirilmiştir. İşin özü; ne olursan ol, komünist bile olsan benim güdümümde çalışırsan, işini yaparsan ve bu çizgide faaliyetlerini sürdürürsen her türlü desteği sana veririm sözü kendilerine söylenmiştir. Batı ve Kapitalist sistemle sorunlu olanlar bu şekilde Atlantik ötesine çekilmişlerdir.    

NOT:  ABD’ye doktora eğitimi için giden Rümeysa Öztürk isimli kızımız haklı olarak üniversitede yazdığı makalede Gazze’lileri savunmuştur. Bunun karşılığında tutuklanmış ve vizesi iptal edilmiştir. ABD Dışişleri Bakanı, kendisini ülkemizi protesto etti diye suçlamıştır. Anlaşılan epey zamandır ABD İsrail’e esir olmuştur. Biran evvel bırakılması demokrat olmanın gereğidir.     

Bayram Mesajı

Gücünü Yüce Yaratan’dan alarak Putperestliği din edinmiş ilkel toplumunu İnsanlık âlemine örnek olacak medeni bir topluma dönüştürmeyi başaran Yüce Peygambere Selam olsun;
‘’Güzel ahlakı tamamlamak için’’ gönderildiği toplumda ‘’Hanifelerdendi… Herkesin babasının adıyla anıldığı o toplumda onun adının önünde ‘’Emin’’ sıfatı vardı… Müslüman’ı, ‘’Elinden ve dilinden’’ emin olunan olarak tanımladı…’’Birbirinizi namazlarınızla değil, şu üç şeyle imtihan ediniz; sır verdiniz ifşa etti mi, yola çıktınız sizi yarı yolda bıraktı mı, emanet verdiniz emanete sahip çıktı mı?’’ O seçkin İnsanın haiz olduğu ahlak ‘’Kur’an Ahlakıydı’’ O Yüce Yaratanın Seçkin Kulu Hz. Muhammet’ idi.
Bize hediye edilen Dini Bayramlarımızı kutlamada esas olan; O Yüce Peygamber’in ait olduğu/ yaşadığı toplumunu şirkten kurtarmak, doğrudan Yüce Yaratan’ ı tanıyarak teslim olmalarıyla alakalı canı pahasına toplumunda verdiği nitelikli kavganın özününü kavrayabilmektir.
Onun ardında bıraktığı ilkelerine sadakat, onu ardından koyduğu ilkelere sahip çıkmak/ yaşamak, ana ilke ise, günümüzde yaşanan ilkesizlikleri yüksek perdeden savunanlara dur diyebilmektir.
Özellikle Müslümanlara farz kılınan Namaz ibadetinin insana yüklediği zorunlu
misyonun/ ana görevin her türlü sömürü ve zulme karşı, adaletsiz davranışlara karşı baş kaldırı olduğunu kavrayabilmektir;
Rant’a/ haksız gelire, statükoya karşı toplumunda verdiği nitelikli kavganın sonucunda Mekke’de tutunamayarak Medine’ye hicret etmek zorunda bırakılan O seçkin İnsan; Medine Şehir Devleti’ni kurarak yönetiminin Başkanı seçilir o günün koşullarında.
Yönetim tarzının şaşmaz üç ana öğesi vardır: ‘’Şura/ İstişare/ Meşveret/ Ortak Akıl—Adalet—Liyakat/ İşin Ehline Verilmesi’’kavramları;
Bu kavramların günümüzdeki karşılığı; Hukukun Üstünlüğüne dayanan Demokratik Parlamenter Sistem; uygulamada, birbirini kontrol ederek dengeleyen ‘’Yasama/ Yürütme / Yargı ‘’ergleri.
Ve bu değerlere/ erglere haiz çağın gerektirdiği eğitimiyle yetişmiş liyakatli/ nitelikli/ üreten insan…
Yüce Yaratan’ın muhatap aldığı insana Yüce Yaratan; ‘’Yaratılmış Mahlûkatın En Şerefli insandır’’ demesini çok iyi kavrayan Hz. Ali: ‘’Dünyada lekesiz bir alından, daha güzel bir şey var mı?’’ diye ilahi ölçüyü koyuyor. İnsanların alınlarındaki lekeler el eliyle değil kendi zaaflarıyla vurulur. Hiç kimsenin kendisinden başka düşmanı olmadığını öncelikle siyaset adamları bilmeli, bu ölçüden ve salim akıldan ayrılmamalıdır.
Sözün özü: Algılardaki yanlışlıklar düzeltilmeden doğru din anlayışını oluşturmak mümkün değildir. Elimizde bir rehber/ mesaj var. Bugün adına, bugün için, bugüne göre değerlendirilmesi/ yorumlanması gereken bir mesaj… Ancak bunu algılayabilecek bir seviyeye ihtiyacımız var. Ve seviyeyi yükseltecek seviyeli yorumlara…
*
Dini Bayramlarımız vesilesiyle vicdani bir muhasebe yapmamız üzerimizde bir
Görevdir diye düşünmek lazım…
Şuurla, bilinçle düşünen insanlar için Din, Adalettir- Liyakattir-Merhamettir- Samimiyettir- Dürüstlüktür- İlimdir- Çağdaşlıktır- Fayda üretmektir.
Bilinmeli ki, İnsan tek şuurlu varlık. Dünyaya gelir, kendisine verilen hayatı yaşar ve icraatlarıyla ilgili hesap vermek üzere Allah’a geri döner. Bu zaman tek kullanımlıktır, tekrarı yoktur. Yaratan, insanı başıboş bırakmamıştır.
Mümtaz Okurlarımızın, Dostlarımızın Sevenlerimizin Türk Milletinin bu Dini Bayramlarını Kutlar Sağlıklı Huzur veren Aydınlık Günler Dilerim.
Sevgiyle kalın, severek kalın, Selamla kalın, dostça kalın!

Elveda Ya Ramazan

Güzel yaşanmışlıklar çabuk bitermiş. İnsan, sahip olduğu kıymetlerin değerini, elden çıktığında anlıyormuş.  İşte mübarek ramazan ayı da bütün güzellikleriyle sefalar getirdi. Hanelerimize, en çok da gönüllerimize misafir oldu, sonra da bir çırpıda bitti. Yüreğimizi hüzün kapladı bir nebze.

Bir aydır yaşadığımız uhrevi havanın tadıyla huzur bulduk. Dünya endişelerimizi, sorunlarımızı, dertlerimizi, koşuşturmalarımızı bir nebze erteledik. Bitmek bilmeyen gereksiz arzularımıza, sonu gelmeyen sınırsız heveslerimize kulak tıkadık.

Yüreğimizi hoşgörüye, affetmeye, sabra, şükre, tevekküle açmanın doyulmaz huzurunu yaşamaya başladık. Maddi hayatımızda bir değişme olmamasına rağmen daha bir huzurlu, daha çok mutluyduk sanki.

Bitmeyen planlar yaparak, huzura ulaşmanın gayreti içinde tedirgin ve endişeyle koştururken, ramazanın imbat rüzgârlarıyla bir anda serinledik. Tüm endişelerimizden soyutlanarak manevi enginliklere yelken açtık.

Sıcacık paylaşımlarda bulunduk, ihmal ettiklerimizi aramanın mutluluğunu yaşadık. Hatır sormalarla, tatlı tebessümlerle çevremize pozitif enerji dağıttık. Etrafımızdakilere değerli olduklarını hissettirmenin gururunu yaşadık.

“Paylaşmanın, hatırlamanın, gönül almanın, güzel dileklerin, sabrın, metanetin vefanın, hediyeleşmenin” vb. iyiliklerin yaşantımıza daha fazla girmesinin doyulmaz tadına ulaştık.

Can dostumuz ramazan-ı şerif gelmeden önce, az da olsa; “acaba sabredebilecek miyim?” telaşına kapılmıştık. Fakat öyle olmadı. Vefalı bir yar gibi, tatlı bir huzur getirdi. Munis, hoşgörülü, sevecen, samimi bir üslupla bizlere tebessüm etti.  Güven ve sabır dağıttı, insanlığımızı, sevmeyi ve saymayı,  gerçek benliğimizi hatırlattı.

Candan bir arkadaş, hakiki bir dost gibi sardı sarmaladı her birimizi. Ötelememeyi, paylaşmanın değerini öğretti. Kırgınlıkları sildi gönüllerimizden. Affetmeyi, şefkati tebessümü getirdi yüreklerimize.

Mutluluğun, huzurun uzaklarda değil, yanı başımızda olduğunu hatırladık. Kendimizi gözden geçirme fırsatı bulduk. Eksikliklerimizi gördük, ötelediğimiz iyilikleri şevkle tamamlama fırsatı bulduk.

Zor sandığımız “sabretme, affetme, paylaşma” vb. hasletler mizacımız oldu. Yüreğimiz yumuşadı, duygularımız merhamete geldi. Yüzümüzde tebessüm, gözlerimizde umudun pırıltıları yer aldı.

Ramazan-ı Şerif o kadar güzel hediyeler getirmişti ki bizlere; onlara kavuştuğumuzda, sahip olduğumuz halde zamanla unuttuğumuz; “insani ve vicdani değerlerimizi yeniden beynimize ve yüreğimize yükledik.

Bunların hepsi “insan olmamızın” mihenk taşlarıydı. Olmadığında eksik kalan parçalarımızdılar. Onlarsız “tam, bütün” olamayacağımızı bir kez daha hatırladık. Bunlar; sevgiydi, saygıydı, değer vermeydi, ötelememekti, sormayanı aramaktı.  İyilikti, hoşgörüydü, sabırdı, sebattı, paylaşmaydı, affetmekti, komşuluktu, akraba eş dost hatırıydı. Yardımlaşmaydı, nadide temennilerdi, duaydı, tebessümdü, hatırlamaydı.

Bizi “biz” yapan aile ve toplum iksirimizdi açıkçası. Bunların her biri bizlere rehber oldu. Onlarla, ailemizin, akrabalarımızın, komşularımızın, sevdiklerimizin, öksüz ve gariplerin, unutulanların yüreğine dokunma imkânı bulduk. Böylece insanlığımızı hatırladık.

San ki dünyamız değişti. Sıkıcı, tekdüze, tatsız tuzsuz geçen günlerimize tatlı bir heyecan, koşuşturmalı bir huzur yayıldı. Her anımız daha bir anlamlı ve değerli geçmeye başlamıştı. İnsanlar daha iyi, çevremiz daha temiz ve yeşil, esen rüzgârlar tatlı bir meltem, yağan yağmurlar yıkayan bir mutluluktu adeta. Yaşamak daha da güzeldi bu kez. İşte yaşama sevinci buydu galiba.

Söylemlerimiz pozitif, sabrımız daha fazla, hoşgörümüz candan, tebessümümüz daha bir güzeldi. Yüreğimizde küllenen değerli hazineler ortaya çıkmaya başlamıştı teker teker. Kalbimiz daha yumuşak ve şefkatli atıyor, gözlerimiz daha merhametli ve anlamlı bakıyordu.

Öfke ve kızgınlığın fay hattı şeklindeki keskin yüz çizgilerimiz kaybolmuş, tebessümlerimiz yüzümüzde gül açmıştı. Kandillerde tebrikleşiyor, gariplere düşkünlere yardım kolileri hazırlayarak, paylaşmanın tadını yaşıyorduk.

İçimizdeki karamsarlıklar, küskünlük ve kırılganlıklar uçup gitmişti bir anda. Zihnimizi meşgul eden gereksiz duygu ve düşünceleri temizlemenin bir tatlı huzurunu yaşıyorduk.

“Ben” duygumuz kaybolmuş, “biz” olmuştuk adeta. Bencilce oluşturduğumuz hayalimizdeki “sırça saray” lardan çıkarak, var olduklarından haberimizin bile olmadığı yoksul komşumuzun, akrabamızın mütevazı, gerçek mekânlarını severek hatırlama fırsatı bulmuştuk.

Açıkçası; “aile”, millet” ve “insan” olmak buydu belki de. Bunu kendimiz başarmıştık. İsteyerek, idrak ederek, sevinerek ve bizzat yaşayarak.

Şimdi, vefalı, candan, özlenen ve özleten bir dostu uğurlamanın kederi var bakışlarımızda. Kimimiz güzel şeyler yaptığıyla teselli bularken, bazılarımız fazlasını  yapamadığının “keşke” si içinde… Fakat tekrar gelecek olması, “umut çiçeklerimiz ”e can suyu. Özlemlerimize “müjde” rahatlığı olacak. 

Ne var ki o gün geldiğinde, ulu çınarlardan çok değerli yaprakların döküleceği,  kimi tatlı canların, “genç ihtiyar demeden bu vefasız dünyadan” ayrılacağı, “istemesek de” acı bir gerçek.

Seni çok sevdik, sultanlar sultanı. Koşulsuz sınırsız ve içten. Sana doyamadık bir türlü. O yüzden hep özleyeceğiz, gelmeni ve getireceklerini.

Bizlere hediye ettiğin nadide güzellikler aklımızda ve gönlümüzde. Umarım bunları küllendirmeden, en iyi şekilde yaşarız bundan sonra.

“Elveda…” demeye dilimiz varmıyor, zira vedalaşmak, dönmeyenler içinmiş.  Biliyoruz ki yine geleceksin.

Umudum o ki sevenlerin yine sana kavuşacak… Güle güle git Ya Şehri Ramazan, güle güle…

Sevgiyle kalın…