18.8 C
Kocaeli
Cumartesi, Ekim 4, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1099

Fransa Gezilerim

DİSNEYLAND GEZİSİ : Disneyland bulunduğumuz yere yaklaşık 100 km uzaklıkta sabahleyin arabamızla saat 10-°°da yola çıkıp 11.30 da varıyoruz. Disneyland dünyanın ikinci büyük park ve eğlence merkezi. Birincisi Amerika’da 2.si burada imiş. Arabamızı park  ediyoruz park alanı yaklaşık 2500-3000 araba alacak şekilde park alanı mevcut arabamızı park ediyoruz. Yürüyen merdivenden yaklaşık 1 km den fazla yürüyerek geliyoruz. Buraya giriş ücreti kişi başı 33 Euro kişi başı.  Ödeyerek güvenlikten geçerek Disneyland’a geliyoruz.

 Her tarafı çok güzel çeşitli çiçekler, süs bitkileri bazı süs bitkilerine desen verilmiş, tahtadan araba, sandal maketi, değişik maketler, eğlence binaları değişik figürlerle süslenmiş. Taştan mağazalar, çeşitli dekorlar verilmiş taşların arasından sular akıyor, binalarda çeşitli desenler, verilmiş giriş ücretin verdiğiniz için içerideki bütün bineceğiniz eğlence araçları ücretsiz. Ancak herhangi bir şeye binmek için eğlence çeşidine göre 45 dakikadan 1,5 saate kadar kuyrukta bekliyorsunuz.

Eğlence aracına gitmek için yolun kenarları demir halka ve değişik şekillerde çevrili insanların kalabalığını sığdırmak için aynı yerde 5-6 kıvrım yapılmış o şekilde insanlar sıraya girip binilecek yere kadar bu şekilde gidiliyor. Bizde girdik bir sıraya yürüyerek devam ettik epey bir zamandan sonra kapalı bir alana girdik taslardan yapılmış tünel ve bu tünel içerisinde yaklaşık yavaş yavaş yürüyorsunuz bir beş dakika kadar yürüdük. Tüneli inceliyorum tünelin içinde yer yer tahta kalaslar iplerle birbirine bağlanmış süs şeklinde, içeride gece lambaları yanıyor. Nihayet tünel sona eriyor; bineceğimiz aracın yanına geliyoruz, araç üstü açık yan yana bir sıraya dört kişi biniyor en az 15-20 sıra var. Bize ayrılan kısma biniyoruz. Araç su içerisinde ve raylar üzerinde gidiyor geçtiğimiz yerlerden  kenarlarda maket adamlar, kimi şarkı söylüyor, kimi dans ediyor; maket evler, herkes bir şeyler yapıyor, bir evde camdaki kız pencereyi kapatıyor, kimi şarkı söylüyor kimi  kılıçla duruyor, çok değişik figürler çok ilginç geldi.

Kız kardeşim ikinci olarak neye binelim, trene biner misiniz diye sordu ama biraz korkulu olduğunu söyledi. Bizde binebileceğimizi söyledik. Recep binmiyor daha önce binmiş başı dönüyormuş. Nihayet tekrar sıraya girip yaklaşık 1,5 saat kadar ayrılan yoldan yürüdükten sonra demir tünele giriyoruz. Demir tünelin içerisinde epey yürüdükten sonra bu trene space mountain deniyor tünelin içerisinde iki yerde tv kameralarından bilgi veriliyor ve nasıl binmemiz gerektiğini belirten levhalar var. Nihayet trene oturup önümüzdeki demiri indiriyoruz ve hızla ilerleyip %70 lik meyilde duruyoruz. Daha sonra hızla ilerliyor ve tepeye çıkıyor karanlık bir tünelde gidiyoruz bağırtılar çağırtılar, Allah’ım tren yüksek noktalara çıkıp hızla iniyor Allah’ım (cc) diyorum ne zaman duracakta rahatlayacağız diye eşim bağırıyor nasıl bilseniz bende korktum dedim. Allah korusun kalpten falan gidecek diye ama bende sesimi çıkarmıyorum o bir kaç dakika bana çok uzun geldi. Sanki öldüm de dirildim. Tren durunca oh dedim aman bu neymiş insan zevk falan almıyor fakat insanin adrenali çok yükseliyor.

Buradan ayrılıp diğer bir araca binmek istiyoruz. Sıraya giriyor, bunun adı da star commanz yani uzay gemisi imiş. Yine kapalı alana kadar gidiyor. Kapalı alan içerisinde yürüyüp araca biniyor ve bize gösterilen yere oturuyoruz. Her koltukta her kişiye ait bir tane elektrikli ateş etme aleti içeride ilerliyoruz, uzay gemisi gibi içerde, uzay gemisinde olması gerekenler maket Şeklinde elektrikten yapılmış sağa sola ateş ediyorsunuz.

Daha sonra küçük tren sırasına girip  biniyoruz, açık bir alanda gidiyor, tepelere çıkıp iniyor geçtiği yerlere maketten çeşitli manzaralar mevcut, bayağı zevkli, sonra su içerisinde gezen sandala binip araçlara binme isini sonlandırıyoruz.

Dışarıda yürüyen hayvanat bahçesi, sonra mikiler, dans eden sevgililer, gelinler gösteri yaparak açık alanda geçiyorlar. Burada 50 ye yakın eğlence yeri varmış. Biz saat 11.30 da geldik saat 20.15 oldu çok yorulduk. Burada gördüğüm her şeyi takdir edersiniz ki hepsini anlatabilmem zor. Biz ancak bu kadar zamanda dört araca binip çevreyi de tam gezemeden geriye dönüyoruz. Oruçlu olduğumuz için hazırlığımızda yok, aracımıza binip yolda su, elma ve üzüm suyu ile iftarımızı yapıyoruz. Eve geldiğimizde saat 10.15 di yani Türkiye saati ile 11.15 ve Disneyland gezimizi bu şekilde sonlandırmış oluyoruz.

Dolmuşa binmeyelim

0

 

Herkese Merhaba…
Herkese Merhaba…
Herkese Merhaba…
Taptuk Emre’nin Yunus’a söylediklerini bilir misiniz sevgili okur…
Hmmm bilirsiniz ya da bilmezsiniz hiç sorun değil…
Bir de benden okuyun bakayım nasıl da hoşunuza gidecek…
Yunus Emre ve mürşidi bakın ne konuşmuşlar…
Ben yeni öğrendim…

Çok da hoşuma gitti…
Hemen sizinle paylaşayım istedim…
“Siyaset kini, kin düşmanlığı doğurur…
Bizim işimiz sevgi ve kardeşliği yaymak…
Savaşçının öğretisi adam öldürmek…

Bizim işimiz bilim ve sanat…

Sen sen ol, savaşçının ayağı altında, siyasetçinin gözü önünde dolaşma…
Sen, sen olarak kalmaya bak…
İşte bu siyasetçiler var ya bu siyasetçiler…
Alın birini vurun ötekine ne yazık ki…
Başımıza gelenler hep onların yüzünden hatta yüzsüzlüğünden sevgili okur…
Bakın bunu nasıl yapıyorlar…
Öncelikle bizleri binlerce parçaya bölüyorlar…
Sen türbanlısın… Senin başın açık…
Hadi ayrılın bakayım…
Sen Türksün…
Sen Kürtsün…
Hadi ayrılın bakayım…
Sen Alevisin…
Sen Sünnisin…
Hadi ayrılın bakayım…
Sen Atatürkçüsün…
Sen değilsin…
Hadi ayrılın bakayım…
Sen doğulusun…
Sen batılısın…
Hadi ayrılın bakayım…
Sen solcusun…

Sen sağcısın…
Hadi ayrılın bakayım…
Bir çırpıda aklıma gelenler bunlar sevgili okur…
Sakın ola ki dolmuşa binmeyelim…
O-cu- bu-cu- şu-cu diye birbirimize kin gütmeyelim…
Aman ha dikkatli olalım…
Aklımızı başımıza alalım…
Her şeyden önce insanız biz insan… insan… in-san…
Düşünebilen akıl sahibi varlıklarız…
Her ne kadar kimimiz var olan aklı yeterince kullanmayı beceremese de kendi aramızda onlara da insan diyoruz unutmayın…
Bizi farklılıklarımızın yanı sıra benzerliklerimiz de bir araya getirdi…
Yaşadıklarımızdan ders çıkaralım…
Geçmişte de birilerinin yanlış siyaseti bizi birbirimize düşürmedi mi?
Kim çekti acısını kim… kim… kim…
Bir zahmet hatırlayalım lütfen…
Yeterince akbaba var zaten memleketimizin başına üşüşen, bir de biz birbirimize düşersek kolay lokma olur, bir çırpıda yutuluveririz…
Bu da bize yakışmaz sevgili okur… Bize yakışmaz… Yakışmaz…

Şimdi hem birlik ve beraberlik zamanıdır, hem de sizinle benim için ayrılık vaktidir sevgili okur…
Yeniden görüşünceye kadar en çok beni özleyin…
En çok beni özleyin…
En çok beni özleyin…
Hatta bir tek beni özleyin…
Özleyinnnnn…

 

Sevgili Öğrenciler

0

2011 – 2012 eğitim öğretim yılının
Ülkemize ve tüm insanlığa başarı barış ve huzur getirmesi temennisiyle
Hepinize hoş geldiniz diyor
Sevgilerimi sunuyorum
Değerli öğrenciler:
Sizi sevdik,
Seviyoruz,
Seveceğiz.
Size rağmen sizi seviyoruz
Zaman zaman bizi üzmenize rağmen sizi seviyoruz,
Zaman zaman size kızıp ara sıra  kırmamızda bu sevginin neticesidir.
Kıymetli öğrenciler;
Sevgi nedir?
Bunu doğru bilmek gerekir
Güneş artı su eşittir sevgidir.
Bunun ayarını iyi yapmak lazım
Aksi takdirde çiçekleri ya kurutur yâda çürütürsünüz.
Bu denge iyi ayarlandığı zaman
Siz sevgi çiçeklerinin büyüyüp gelişmesi daha sağlıklı olacak
Yarınları doğru algılayıp geleceği şekillendirmeniz daha isabetli olacaktır
Değerli öğrenciler;
20. asrın parolası muasır medeniyet seviyesini yakalamaktı
Bu asrın parolası ise;
Muasır medeniyet seviyesinin önüne geçmek olmalıdır
Gelişmenin, ilerlemenin muasır medeniyet seviyesinin ilerisine geçmenin birinci şartı eğitimdir. Eğitilmiş insanlar, eğitilmiş toplumlar diğerlerine göre her zaman lokomotif durumundadır.
Eğitim o kadar önemlidir ki: Peygamber(SAV)’e gelen ilk vahiy okumakla yani eğitimle, bilgiyle ilgilidir.
Eğitim nedir?
Bunu da doğru bilmek gerekir.
Sevgi ve bilgi eşittir eğitimdir.
Bilgi sevgiyle verilmelidir.
İdeal eğitim budur.
Başarının sırrı da burada gizlidir.
Evet ilk gelen vahiy,
“Yaradan Rabbinin adıyla oku” Alak suresi 1. ayet.
Cehaletin kesinlikle hoş görülür ve Müslümana yakışır tarafı yoktur.
Bundan sonra gelen vahiy ise temizlikle ilgilidir.
İslam dini bizlerin: Dini ve dünyevi ilimleri bilen içiyle dışıyla tertemiz pırıl pırıl aydın Müslümanlar olmamızı istiyor.
Eğitimin ne kadar önemli olduğunu peygamber (SAV) Efendimiz şu uygulamaları ile bizlere göstermiştir:
Medine’ye hicretten sonra “Ashab-ı suffa” isminde ilk yatılı okulu açmış, orada fakir ve muhtaç kişilerin eğitimi gerçekleştirilmiştir.
Yine Bedir savaşından sonra alınan esirlerden her birinin on Müslüman’a okuma yazma öğretmeleri karşılığında serbest bırakması inancımızın eğitime verdiği önemi göstermektedir.
Bu uygulamaları örnek alan ecdadımız edebiyatta, sanatta, felsefe ve teknolojide Dünya’nın lideri durumunda olmuştur.
Bugün hala isimleri saygı ile anılan bilginler yetiştirilmiştir.
Farabiler, İbn-i Sinalar, Biruniler, Molla Hüsrevler ve daha yüzlercesi…
Sevgili öğrenciler;
“İlim Çin’de de olsa alınız”
Kültürünün mirasçılarıyız.
Bu kültürü bu gün en iyi şekilde algılamalıyız.
Bu algının gereği olmalıdır ki,
Gazi Mustafa Kemal Atatürk,
Bir sözünde “İlim en hakiki Mürşittir” diyerek dağılan dikkatleri bu yöne çekmek istemiştir.
Artık ilim Çin, Hindistan ve Japonya gibi uzaklarda değil
Evinizde, okulunuzda ve hatta cebinizdedir.
Yeter ki siz teknolojiyi doğru ve faydalı işlerde kullanınız
Bugün hem ekonomik, hem de teknolojik yönden ideal bir seviyeye ulaşamayışımız eğitime gereken önemi vermememizden kaynaklanmaktadır.
Eğitimde dini eğitimle, dünyevi eğitimi birbirinden ayırmak doğru olmaz.
Bilgi çağında fatihayı okuyamamak,
İslam’ın şartlarından, abdestin ve guslün farzlarından haberdar olmamak Müslüman’a yakışmaz.
Müslümanlar dinini bilmezlerse türbelere çaput bağlamayı, mum dikmeyi ibadet sayarlar.
Bazı uyanık ve de kötü niyetli insanların tuzağına düşmekten kurtulamazlar.
Din ve bilim bir insanın iki ayağı, bir kuşun iki kanadı gibidir.
Bizler her ikisine de gerekli ilgiyi göstermek suretiyle muasır medeniyet seviyesin ilerisine geçebiliriz
Değerli gençler sizden istediğimiz kendinizi yarınlara en iyi şekilde hazırlamanızdır.
Çünkü yarınlar sizlerle aydınlanacaktır.
Bizler size güveniyoruz sizleri çok seviyoruz.
Eğitimciler olarak bizler de bu konuda üzerimize düşen her türlü fedakârlığa hazırız.
Ülkemizin ekonomik ve teknolojik açıdan dünya lideri olması.
İnsanlığa yeniden huzur barış, adalet yani medeniyet götürmesi sizler sayesinde olacaktır.
Bu duygu ve düşüncelerle hepinize başarı dolu yarınlar diliyorum.
Sizlere güveniyor ve sizleri seviyorum.
Unutmayınız ki yüz tane mazeret bir tane başarının yerini tutmaz.
Sevgi çiçekleri
Hoşça kalın
Allaha emanet olun.

Anayasa Orta Oyunu

Vefat gibi birçok haberi fırsat bilip telefon mesajıyla durumu kurtarmaya çalışanlar dikkat çeker hale geldi. Değerli fikir adamı ve yazar rahmetli Necdet Sevinç‘in vefatını ve mevlidini bildiren mesajlar aldık. Bu ilgiden aslında memnun da olduk. Ancak  “aziz ülküdaşımız” diye mesaj çekenlerden bazıları bugün hangi çizgide ve hangi limanlara yanaşmış durumdalar? Bazılarımız maalesef tanınmaz hale geldi. Herkesin ne olduğu zor günlerde belli oluyor. Rahmetli Sevinç’in eserlerini gençlere tavsiye edelim ve okutturalım.

Birçok konuda olduğu gibi meselâ Anayasanın temel giriş maddelerinin değiştirilerek, Türk kimliği çıkarılarak ülkenin demokratikleşebileceğini iddia eden alçakça beyanlar karşısında bazıları sessiz kalmıştır.

Milli kimliksiz bir anayasa, Türksüz bir Anadolu taleplerine ve terör örgütüyle mücadele yerine onu muhatap alıp müzakere edenlere karşı seslerini çıkarmayan bazıları şimdi eski ülkücülüğe sığınmaktadır. Oysa bu işin eskisi ve yenisi olmaz.

Ülkücülük bir fikir hareketidir ve dünya görüşüdür. Dönem ve mevsime göre düşen veya kalkan bir ideoloji değildir. İnsanlık var oldukça milliyetçi ve ülkücü bakış sürecektir.

Bugün ortaya çıkan sonuç, bu büyük davayı savunanların dün de, bugün de haklı olduğudur. Bu çizgi Türkiye’nin ve Türk Dünyasının varlık gerekçesidir. Bugünkü ortam bizi daha çok çalışmaya ve aynı heyecan ve şevkle davamıza sahip çıkmaya sevk etmelidir.

Yapılacak bir şey varsa elbirliği ile yapılmalıdır. Bu ortamda hizipçilik, şahsi menfaat ve şahsi hırslara esir olmak, iktidar güdümündeki örtülü toplantılarda boy göstermek bir çeşit işbirlikçiliktir.

Anayasa değişikliğine Türkiye’nin kilidini açacak bir anahtar gibi bakılmaktadır. Cumhuriyet tarihimizde görülmemiş demokratikleşme örtülü bir ihanetle karşı karşıyayız. Bize dışarıdan uygun bulunan ve Türk’ten intikam almaya dönük bir elbise giydirilmek istenmektedir. Bazılarına göre, bunun adı da “Yeni Türkiye”dir. Aslında bu elbise Türk tarihinin bütününe karşıdır. Türkiye, Türkiye olmaktan çıkarılmakta ve tanınmaz hale getirilmektedir. Bunun aracı olarak da dıştan kumandalı bir anayasa orta oyunu oynanmaktadır.

İhanet kokan bu süreçte, ülkenin ihtiyaçları değil; küresel güce ve Büyük Ortadoğu Projesi‘ne göre bir dönüştürme programı uygulanmaktadır. Bu bakımdan, konu sadece hukuk tekniği ve anayasa maddelerinin değişikliği olarak ele alınamaz. Konuya bütüncü ve geniş açıdan bakmalıyız.

Bir ülkede milli mutabakatlar sağlanamamışsa, rejim kültürel değerleriyle tam anlamıyla oturmamış ve anlaşılamamışsa, sürekli tepki anayasacılığı gündeme gelir. Birbirini tamamlaması gereken ama ülkemizde birbirine rakip gibi görülen kurumlar arasında rövanş alma öne çıkar. Tayin edilmişler- seçilmişler, asker- sivil kutuplaşması doğar.

Bir ara Başbakanlıkta malûm komisyonca hazırlanan adeta Türkiye’yi tasfiye anlamı taşıyan taslak anayasa yüz kızartıcıdır. Dahası içeride vesayetten kurtulmak isteyenler, dış vesayeti devre dışı bırakamamışlar ve metni Atlantik ötesine göndermeyi uygun bulmuşlardı.

İktidarla birlikte çalışan malûm çevrelerin amacı Anayasanın 10. maddesindeki eşitlik prensibini zedelemek, marjinal bazı grupları küresel rüzgarların ve post-modern anlayışın da etkisiyle öne çıkarmak, imtiyazlı kılmak ve egemenliği paylaştırmaktır.

Etnik taassupla ve milletsiz, toplumsuz ve devletsiz fert anlayışıyla demokratik bir anayasa yapılamaz. Etnik ırkçılığa yol açan bir anlayış demokratik olamaz. Etnisite ile tabiiyet ve milliyet birbirine rakip değildir. Batıda ve Avrupa’da bunun örnekleri yoktur. Milletleşme de bazılarının zannettiği gibi biyolojik bir tasnif ve ayırım değildir.

Yeni düzenlemelerde,

  • Ø Devletin şekli ve niteliklerinin yanında adının da belirtilmesi gerekir.
  • Ø Değiştirilemez temel maddelere yeni bazı ilaveler yapılmalıdır.
  • Ø Hukuk devleti ve demokrasiyle çelişen apar topar çıkarılan yeni bazı yasalar değiştirilmelidir.
  • Ø Halen tutuklu olup da milletvekili seçilmiş olanların TBMM’nde yer almalarının önü açılmalıdır.
  • Ø Yasalarda yer alması gereken konular Anayasadan çıkarılmalıdır.
  • Ø Kuvvetler ayrılığı prensibi ısrarla korunmalıdır.
  • Ø Hukuk devletinin parti devletine dönüştürülmesi demokrasi dışıdır.
  • Ø Parlamenter sistem korunmalı, şahıs ve grup diktasına yol açacak başkanlık ve yarı başkanlık sistemlerinden uzak durulmalıdır.

Muhabbet demi

Muhabbet demine biçilmez paha
Mecnunun Leylayı bulduğu vaha.
Gönül yağmur olsa her gün bir daha.
Yağdığı toprağa düşer sevdamız.

Toprağı unuttuk türküler sustu.
Halbuki o sesler bize mahsustu.
Kimisi Mevlana kimi Yunustu
Doğduğu toprağa düşer sevdamız..

Amasyalı Olmak

“ŞİMDİ Sahip olduğumuz DEĞERLERİ, Tam Olarak tanıyor muyuz,? Diye sorduktan sonra;

“Amasya Halkı;  Vatan Müdafaası, Dinin Muhafazası, Devletin Bekası uğruna savaşanları bağrına basmakla iftihar eder. DİYEREK Mustafa Kemali AMASYA’ya davet eden HACI HAFIZ TEVFİK EFENDİ’yi;

Aynı Hacı Hafız Tevfik Efendinin; ZİLE TABUR Komutanı Albay Toydemir’în; BELDESİNDE DÜŞÜNCE ve TAVSİYELERİ BENİMSENEN ŞAHSİYETTİR” dediği; İngilizlerin ise; “Müttefiklere karşı ÇIKAN bir SARIKLI” olarak tanımladıkları; ama SADECE BİR DİN Adamı Değil bir SOSYAL SİYASET ADAMI olan; 

Zile İsyanında, Komutana İSYANCILARLA YÜZYÜZE GÖRÜŞMEYİ ve aldatıldıklarına inandığı bu insanlara gerçekleri doğrudan söylemeyi öneren, Komutanın muhalefetine rağmen bunu başaran ve İsyancıların Silah bırakmalarını daha fazla KAN DÖKMEDEN temin eden ve bu yönüyle bir ASKERİ STRATEJİ Uzmanı da olan HACI HAFIZ TEVFİK Efendiyi;

Aynı Şekilde; ADI HALİFE OLSUN PADİŞAH OLSUN, KİMSENİN ÖNEMİ KALMAMIŞTIR. MİLLETİN GELECEĞİNİ YİNE MİLLETİN AZİM VE KARARI KURTARACAKTIR  Diyerek; BİR ANAYASA İLKESİNİ CAMİ Kürsüsünden haykıran ve daha sonra 22 Haziran Amasya Genelgesine ve ilk Türk ANAYASASINA geçen bu ilkeleri ilk telaffuz eden bir SİYASET ve KAMU HUKUKU Bilim adamı olan Abdurrahman Kamil Efendiyi; 

Aynı Abdurrahman Kamil Efendinin, daha sonraki AMASYA Ziyaretinde, KÖSTEĞİNİ Tutarak, HOCAM CENNETİN ANAHTARI Burada mıdır? Diyen Mustafa Kemal’e;  PAŞAM CENNETİN ANAHTARI Sizin Öğrettiğiniz şu yeni harflerdedir. İşte onlar insanımızı ve sizi de cennete sokacaktır diyerek Yaygınlaşan Okuma Yazmanın ne büyük anlamı olduğunu esprili bir şekilde telaffuz eden, bir filozof bir eğitimci olan ama sadece AMASYA Müftüsü olarak bildiğimiz Kamil Efendiyi, ATATÜRK’ün ELİNİ ÖPTÜĞÜ İki Din Adamından birisi olan Abdurrahman KAMİL EFENDİYİ

Ve AMASYA’da TÜRK DEVLETLERİNİN ÜÇ KEZ KURULMASINA VESİLE OLAN; ŞEHZADE MEHMET OLAYINI; Timur’un; Padişahını da ESİR alarak YIKTIĞI OSMANLI DEVLETİ ON YILLIK ARADAN SONRA Şehzade Mehmet Tarafından AMASYA’da Yeniden Kurulmasını; 

Osmanlı’nın bu yeniden kuruluşunda, DİRİLİŞİNDE, can alıcı nokta AMASYA’da mevcut olan BİLİM SEVİYESİ olduğunu; Amasya’ya bir bilim heyeti geldiğini, her biri kendi alanında zirveye ulaşmış, Horasanlı, ON AYRI DALDA Ünlü On Bilim ADAMI’nın, PİR SÜCUADDİN İLYAS-I HALVETİ HAZRETLERİNİN Başkanlığındaki AMASYA BİLİM HEYETİNE On adet Sual TEVCİH Ettiklerini; On adet DOĞRU cevap aldıklarını ve karşıt ON ADET SUALİ İse cevaplayamadıklarını. Bunu Timur’a anlattıklarını ve;  “BU AMASYA İŞTE BÖYLE BİR YER. BİLİM SEVYESİ BİZDEN İLERİDE”.  Dediklerini;

Bunun üzerine  Timur’un;  “KİMİ VALİ İSTERLERSE ONU GÖNDERİN”  fermanı üzerine ŞEHZADE MEHMET’in geri İSTENİLDİĞİNİ ve Bolu’ya sığınmış olan Şehzade Mehmet’in  Amasya’ya döndükten sonra OSMANLI’yı YENİDEN KURDUĞUNU.!.. 

Evet, AMASYA’mızın işte böyle bir BİLİM, İLİM ve İRFAN seviyesine sahip olduğunu, anlatmıştım. 

Biraz daha eskilere giderek son bir olayı daha dikkatlerinize sunmuş;  AMASYA Müzesinde bulunan MUMYALARI’ın, bir İLHANLI KRALİYET Ailesi mensupları olduklarını!..  Şimdi İSLAMİYET’te mumya yapmak günahken  onların adeta tapınacak bir varlık olarak göz önünde bulunmalarını İslamiyet doğru bulmazken, MUMYALARI Yapanların bu konudaki açıklamalarının; “BİZ BUNLARI TAPINMAK İÇİN YAPMADIK. ÇOK SEVDİĞİMİZ Bu AİLEYİ UNUTMAMAK İÇİN YAPTIK”. Dediklerini ve bu mantığın SEKİZ ASIR önce işlediğini oysa bu gün bile BAZI ÇEVRELERİN Çok zor kabul edeceği bir olgu olduğuna dikkat çekmiştim.

Ve işte AMASYA,  bilmediğimiz demiyorum. BİLDİĞİMİZ ama üzerinde çok düşünmeden geçtiğimiz ŞEHZADELER ŞEHRİ, İLİM İRFAN YUVASI, ÇAĞDAŞ DİN ADAMLARININ YURDU;

Bir ANADOLU  OXFORDU. Güzel AMASYA, Şanlı AMASYA!…

Soracaktık KENDİNİZE; Memleketimi ve ÜLKEMİ Tanıyor muyum? SEVİYOR muyum?  İNSANIMI Seviyor muyum?

ŞEHZADELERİN oraya neden gönderildiklerini araştıran ve eski İSTANBUL Milletvekili olan TOKATLI;  Dr. Alaaddin BÜYÜKKAYA ne diyordu? .-

ŞEHZADELER AMASYA’YA; ADALET VE MUSİKİ ÖĞRENMELERİ İÇİN, KADİRŞİNASLIK ÖĞRENMELERİ İÇİN, ADALET ÖĞRENMELERİ İÇİN,  gönderilmişlerdir. 

Bir yanda dini eğitim alırken diğer yandan da ÇAĞDAŞ MÜSPET İLİMLERİN EN ÜST DÜZEYİNE ULAŞMALARI İÇİN Şehzadeler bu ANADOLU’nun OXFORD’una gönderilmişlerdir. 

Bunlar Şehzadelere Okullarda Öğretilemez miydi? Hayır bu yetmiyor!.. Okullar yetmiyor. Bunları HALKIN YAŞAM BİÇİMİNDE, YERLEŞİK DEĞER YARGILARINDA, KENDİ ARALARINDAKİ İLİŞKİLERDE  YAŞAYARAK GÖRMEK LAZIM.

Amasya’da o gün de bu gün de bu değerler vardır. Dedikten sonra; bir AMASYALI’nın GENLERİNDE, KANINDA, kültüründe bu duyguların var olduğunu ama belki bunları göremediğimizi belirtmiştim.

Şimdi kendi kendimize sormak gerekiyordu; ADALET DUYGULARIMIZ GELİŞMİŞ Mİ?  MUSİKİ, bizim de GÖNÜL TELLERİMİZİ TİTRETİYOR MU? Biz de, KADİRŞİNAS MIYIZ?  Kadir kıymet biliyor muyuz? Haddimizi biliyor muyuz?  Kendimizi eğitmiş, yetiştirmiş miyiz? Müspet ilimlerden, çağdaş düşüncelerden nasibimizi almış mıyız?

AMASYA’yı, Türkiye’mi, memleketimi ve ÜLKEMİ ve daha da önemlisi İNSANIMIZI BİZ DE TANIYOR muyuz ve SEVİYOR muyuz?

Bütün bunlara; EVET!.. Diyebiliyor muyuz?  Cevabınız kocaman bir;  EVEEET!. İse,  o zaman söylebilirdik, rahatlıkla; “BİZ AMASYALIYIZ!”

İŞTE Şimdi buradan, tam da buradan devam etmek istiyorum.

Bizim ÖZELLEŞTİRME konusundaki yazılarımızı, Türk ÖZEL SEKTÖRÜNDE BÜYÜKLER için; “ŞUNLARI, ŞUNLARI YAPMIYORSANIZ, SİZ ARTIK BÜYÜK DEĞİLSİNİZ” diyerek ve bunu bizzat kendilerine, terbiye hudutları içinde söylediğimizi, haykırdığımızı da hatırlayacaksınız.

Şimdi bir şey için daha haykırmak istiyoruz.

“AMASYALI OLMAK” Diye başladık ama bunlar aslında ÇORUM’lu  BİNGÖL’lü,  MARAŞ’lı olmak için de geçerli  kurallardır.

Bakınız ne diyorduk; SEVMEK GEREK, Sevmek için TANIMAK GEREK. Tanıyacak ve Seveceksin… Ama kuru kuruya SEVMEK de yetmiyor. Daha doğrusu SEVDİĞİNİ göstermek gerek!.. BU DA VERMEKLE OLUR!…

Doğduğun Yeri, Tanıyacaksın, SEVECEKSİN ve VERECEKSİN. Maddi ve Manevi VERECEKSİN!..  Veren EL Üstündür. VERECEK ve Kazanacaksın!..

Kuru kuruya;  “BEN MEMLEKETİMİ ÇOK SEVİYORUM”  demekle olmuyor.  Sevdiğini göstermek için oraya bir şey vereceksin.  EMEK vereceksin, PARA vereceksin, ZAMAN vereceksin.

Bir CAHİDE Halamız vardı; EŞİ için derdi ki; BU Mehmet VAR YA, Beni ÇOK severmiş, HANIM, YEMEK YAP, Çamaşır Bulaşık YIKA, Çocuk Doğur, Ona sen BAK; Ben seni çok seviyorum!… Ve sesini yükseltirdi CAHİDE HALA: “ADAM, ADAM SEN BANA NE VERİYORSUN?..” Boynuma bir şey mi taktın, bana YAT KAT bir şey mi aldın?  DERDİ….

Cahide HALA Bunları söyler ve bizleri güldürürdü. Ama aslında söylediklerinde bir gerçek payı vardı: SEN BANA NE VERDİN?.

Şimdi Memleketimiz de bize böyle HAYKIRIYOR, Tamam ben sana gençliğini verdim, kültürünü verdim. Öğündüğün hasletlerini verdim. PEKİ, YA SEN BANA NE VERDİN?

Memlekete ne verilebilir ki?  Demeyiniz.. Bakınız NELER VERİLEBİLİR.

  • Birincisi PARA verirsin, oraya PARA GÖMERSİN, YATIRIM YAPARSIN. Sonunda sen kazanacaksın.
  • İkincisi VAKİT ZAMAN VERİRSİN, gider gelirsin, TANITIM ETKİNLİKLERİEN Katılırsın..
  • Üçüncüsü, EMEK verirsin, SORUNLARININ Çözümü için GAYRET Gösterirsin.

Dahası, dahası var.. Ama bütün bunları YAPMAK İÇİN, Yine ÖNCE ORALARI gerçekten tanımak gerekir.  Biliyor musunuz? Ne AMASYA Sizin Bırakıp geldiğiniz, O ESKİ AMASYA’dır, Ne de ÇORUM!.. Ne de ELAZIĞ, ne  SİVAS!. Gidin GÖRÜN!.. Yeni İŞ imkânları çıkmış, yeni potansiyel doğmuştur. Siz gitmezseniz, başkaları gelir ve bu imkânları alır elinizden.

Örnek mi istiyorsunuz?  Buyurun, AMASYA’da OTEL-PANSİYON Yatak sayısı, 3-5 yıl öncesine göre ON KATINA çıktı ve bu gün YER YOK!..

Gelen Turist Sayısı ON KATINA ÇIKTI, belki LÜKS değil ama MAKUL, BUTİK OTELLERE, Şirin LOKANTA’lara, CAFE’lere ihtiyaç var.

AMASYA için, daha çok TURİSTİK GEZİ ORGANİZASYONLARINA İhtiyaç var. (Bizim AMASYA’daki TURİZMCİLER hala, oradan dışarıya TUR Yapma hevesi içindeler ve çarelerini arıyorlar. Uyanın, uyanın Millet ORAYA daha çok gelmek istiyor. 

OTEL ve Lokantalarınızı TEMİZ ve Fiyatlarınızı MAKUL Tutmaya Bakın,

Daha YARATICI olun, Alternatifleri Arttırın. YEREL HEDİYELİKLERE ve Tanıtıcı HATIRA EŞYALARINA Önem verin!..

Herkese SELAM,  SEVGİ ve SAYGILAR Sunuyorum.

Fransa Gezi Notları

HAYVAN PARKI GEZİSİ : Daha fazla evcil hayvanın yer aldığı hayvan parkına geliyoruz. Bu hayvan parkı 25 yıl önce bir veteriner tarafından kurulmuş yaklaşık 100-150 dönüm büyüklüğünde bir alanda yer alıyor. Etrafı çevrili giriş ücreti 3 Euro içeriye giriyoruz.Bahçenin içerisinde muhtelif orman ağaçları mevcut bu ağaçlar dikme falan değil doğal muhteşem bir hayvanat bahçesi bahçe içerisinde gördüğüm hayvanlar; Koyun, keçi, eşek,at, yaban keçisi, maral, geyik, ren geyiği, lama, devekuşu, domuz, inek, kümes hayvanlarından kaz, ördek, tavuk, horoz, sülün, çok değişik türde kuşlar, tilki ve adlarını bilmediğimiz bir kaç hayvan burada hayvanların her türüne ait özel bolümler ayrılmış ve telle çevrilmiş bahçenin içinden gecen suni dere ve küçük göl oluşturularak ördek ve kazların barınağı haline getirilmiş.

Buradaki hayvanların orijini farklı farklı bölgelerden olduğu için özellikle değişik koyun türlerine rastladım. Bahçenin içerisinde ayrıca çocukların spor yapacağı yer ve küçücük çocuk parkları mevcut, hem çocuklar hayvanları izleyip  parklarda oynuyorlar gerçekten çok faydalı bir mekan olduğunu düşünüyorum. Hayvan parkını baştan başa en az iki defa gezip ayrılıyoruz.

ŞATO GEZIZISI : Turistik bir ilçeye geliyoruz ilçe içerisinde en önemli mekanlardan olan büyük bir şato var. Bu şato gerçekten çok büyük ve göz kamaştırıyor yaklaşık 300-400 yıl önce burada herhalde 14. Lui yasamış. Şatoyu gezmeye başlıyoruz oda ne gezmekle bitiremiyoruz dışarıda bahçesi her taraf rengarenk çiçekler, orman ağaçları  ve bahçesinin 2 tarafında küçük göl oluşturulmuş çok geniş bir alana sahip şatonun girişlerinde çeşitli figürler genelde daha çok aslan figürleri mevcut bu kadar büyük bir binada bir kişi yaşamış korkunç bir şey bizim padişahların yaşadığı saraylar çok sönük kalır herhalde diye düşünüyorum. Bir insan nasıl böyle ayrıcalıklı olabilir bilmiyorum.

ORLEANS GEZİSİ : Orleans iline gidiyoruz. Orleans’ta büyük kilise eski bina görkemli bir bina Köln’deki kadar olmasa da bayağı  büyük yerden yüksekliği 20 mt yi bulur. Kilisenin içinde detaylar çok 1200-1300 lü yıllarda yapılmış. Kiliseden ayrılıp şehrin meydanında Jeanne Darc adı verilen kadının heykeli dikilmiş kadının vatani İngiltere olup 1400 yıl önce İngiltere’den gelmiş İngiltere Fransa’ yı almak istiyormuş. Kadında İngiltere’ye karsı savaşmış ve İngiltere’den nefret ediyormuş. Daha sonra tepki göstererek meydanda ateş yakmış ve ateşte ölmüş. Olduğu alanda heykeli dikilmiş. Fransızlar tarafından sevilen birisi, şehir merkezini gezip gezimizi sonlandırıyoruz.

FRANSIZ AİLE ZİYARETİ : Bu gün Fransız bir aileye misafirliğe gidiyoruz. Yaşlı iki insan bu aile 65-70 yaşlarında. Kendileri ünlü fotoğrafçılardan biriymiş. Bahçeli bir evi var. Çok güzel bahçesi, çiçekler, orman ağaçları ve birkaç elma ağacı var. Bahçe gezimizin ardında eşi bizim hanıma tablo hediye ediyor. Bize ikram için Fransız tatlısı yapılmış. Soruyorum neden yapılmış diye erik, süt ve yumurtadan yapılmış yedik ama öyle ahım şahım bir tatlı değil biraz muhabbet ediyoruz . Tatlı ile beraber Cola ve meyve suyu ne içeceğimizi soruyor. Ben meyve suyunu tercih ediyorum. Aradan zaman geçince koladan alıp tadına bakıyorum. Bayan bana tadı güzel mi diye soruyor. Fransızlara göre misafire ikramlarını kendileri yaparlarmış. Kendileri ikram etmeden sofradan bir şey almak uygun değilmiş bunu da öğrenmiş olduk. Ailenin beyi tarımcı olduğumu öğrenince tarımla ilgili çekmiş olduğu fotoğraflarını gösteriyor. Kooperatifler kendisinden tarımla ilgili fotoğraf çalışmasını istemişler. Fuarlarda sergilemek maksadıyla çok güzel fotoğraflar ama isteyemedim doğrusu ayıp olur diye. Bu aile çocuklarıyla problemli imiş çocukları gelip gitmiyormuş. Nedense Fransızlar çocuklarıyla genelde sorunlu olduklarını söylüyorlar. Daha çok köpeklerine değer veriyorlar yanlarında gezdiriyorlar. Çocukları kadar köpeklerine değer veriyorlar. Bu nedenledir ki en küçük yerleşim birimlerinde dahi Veteriner kliniği mevcut bu veterinerler genelde köpeklere bakıyorlar. Anladığım kadarıyla bayağıda para ödüyorlarmış. Yaklaşık  2 saat kadar misafirliğin ardından eve dönüyoruz. Anladığım kadarıyla öyle uzun boylu bir misafirlik burada söz konusu değil.

Büyük Lafların Küçük Demogogları

 

Bir memlekete hakim olmak istiyorsanız onun sosyolojik yapısını iyi bilmeniz gerekir. Bir vakitler Viyana Üniversitesi’ne çalışmak üzere giden bir akademisyen dostum; bir hafta sonunda Türk işçilerle beraber gezmek için Çekoslavakya’nın başkenti Prag’a gitmeye kalkar. Sınırdan herkes geçer ama bizim akademisyen geçemez. Büyük bir şaşkınlıkla Çek görevliye sorar “beni niye almıyorsunuz” diye. Aldığı cevap çok ilginçtir “pasaportunuzda meslek olarak sosyolog yazıyor, sosyologların ülkemize girişi bakanlar kurulunun özel iznine tabidir”. İşte bizim manasını anlamakta zorlandığımız sosyoloji bilimi bu kadar önemli bir bilimdir.

Biz hiç sosyolojinin bu kadar önemli olduğunu bilsek, “barış gönüllüleri” adı altında istihbaratçı sosyologları ülkemize sokar ve yetmedi elimizle de yardım ederek köy köy dolaşıp, saha çalışması yapmalarına göz yumar mıydık? Bu konuda bilinçli olmadığımız için karnımızın yumuşak taraflarına ait tüm bilgiyi elimizle düşmana teslim ettik.

Milletimizin sosyolojik yapısı dediğimizde aklımıza; köylülerimiz, esnafımız, işçimiz, emeklimiz, İslamcımız, Alevimiz, milliyetçimiz, liberalimiz, sosyal demokratımız ve kürtçü, ermenici vb. gibi unsurlarımız gelir. Bunlara sınıf, tabaka, katman ve sosyal grup gibi tanımlamalar yapanlar vardır.

Genç Türkiye Cumhuriyeti; sanayileşmiş ve şehirleşmiş bir coğrafya üzerine kurulmadığından, ikibinli yılların başına kadar sosyolojik bir olgu olarak kesif bir köylü sınıftan bahsetmek mümkündü. Kanaatimce bu yıllardan sonra artan bir şehirleşme ve iktidar tarafından uygulanan sosyal ve ekonomik politikalar, köylü sınıfın ülke üzerindeki etkisini zayıflatmıştır.

Geçmişte köylülük o kadar güçlüdür ki; adı “Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi” olan partimiz bile vardı. Atatürk’te bu gerçeklikten yola çıkarak “Köylü milletin efendisidir” demişti. Çünkü Türk milletinin, millet yapısında köy’ün ve köylülüğün çok büyük önemi bulunuyordu.

Bahsettiğimiz köylülük aynı zamanda bu gün olduğu gibi yokluk, fakirlik ile eş anlama gelir. İşte bu köylülerin çocukları her türlü yokluktan kurtulabilmek için amansız mücadeleler  vererek,  bu gün ülkeyi her anlamda yönetir hale gelmişlerdir.

Yine 1950’li yılların başlarında başlayan hızlı sanayileşme ile birlikte işçi hareketleri ve sendikalaşma süreci başladı. İşçiler ve sendikalar özellikle 1980 yılı öncesinde ülkeyi yönetmek için büyük bir sosyal ve siyasal mücadele içine girdiler. İşçi sınıfı olarak niteleyeceğimiz bu insanların bir hedefleri ve hedeflerine göre hareket tarzları vardı. Birileri de her zaman olduğu gibi bu potansiyel enerjinin üzerine atlayarak adında “işçi” geçen TİP ve benzeri partiler kurarak işçileri kullanmaya kalktı.

İşçiler ve köylüler; yeterli derecede stratejik olmasa bile hedeflerini siyasallaştırarak, iktidarı ele geçirmek suretiyle ülke zenginliğinden daha fazla pay almak için bir mücadele dönemine girdiler. Bu durum zayıf olsa da günümüzde sürmektedir.

Bununla beraber kendisini itilmiş ve kakılmış olarak lanse eden, İslamcı ve kürtçü olarak adlandırabileceğimiz sosyal gruplar; dış desteklerle ülkeye sahip olma mücadelesini çoğu zamanda işbirliği yapmak suretiyle günümüze kadar sürdürdüler.

Bu gün ülkemizde, İslamcı ve kürtçü olarak nitelendirdiğimiz sosyal gruplar; iktidar veya iktidar üzerinde etkililerse ve ülke zenginliğini kontrol eder hale geldilerse, bunu  bilinçli ve planlı hareket etmelerine borçludurlar. İktidar partisinin sözcülerinden Ömer Çelik geçenlerde bu iddiamızı doğrular bir şekilde 150 yıllık bir mücadelenin varlığından dem vuruyordu.

Eğer bu gün ülkemiz; kendini sosyolojik manada İslamcı ve kürtçü olarak niteleyen sosyal grupların eline geçmişse; bu onların kendi davalarına sadakatla sahip çıkmalarından, eğitim seviyelerini devamlı yükseltmelerinden, paylaşmalarından, organize olmalarından, bizim biat onların saygı dediği durumdan, kendi aralarında azami düzeyde hakkı ve hukuku uygulamalarından, yine kendi aralarında ehliyet ve liyakata önem vermelerinden ve de vefa duygusunu hiç unutmadıklarından dolayı olmuştur.

Esnaf ve emekli gibi sayısal olarak toplumumuzun önemli bir kesimini oluşturan insanlarımız; bilinçli olarak bir fikir etrafında toparlanarak stratejik hamleler yapamadıkları için, ülkenin mukadderatı üzerindeki etkileri daima asgari düzeyde kalmıştır.

Bu saydığım sosyal gruplar karşısında ise devletin kurucu unsuru olan Türk milliyetçileri, Atatürkçüler, cumhuriyetçiler, yurtseverler, vatanseverler gibi  ve artık siz adına ne derseniz deyin diğer sosyal ve siyasal gruplar genel olarak başarısız olup şu an için kaybetmiş durumdadırlar.

Bu kaybedişin ana sebepleri; eğitim noksanlığı, paylaşma zafiyeti, hak ve hukuka riayetsizlik, vefasızlık, yeterince organize olamama, ehliyet ve liyakati önemsememe, adamcılık, hemşericilik, mezhepçilik ve yolsuzluk gibi daha sayılabilecek nice birçok şey olmuştur. Böylece devletin kurucu iradesi ile ellerine kolayca geçmiş olan yönetim erkini ve zenginliği, kendilerinden daha fazla istekli ve çalışkan olan sosyal gruplara yani günümüzde İslamcılara ve kürtçülere teslim etmişlerdir. İktidar  denilince sadece siyasal iktidarı anlamamak lazımdır. Medya, ekonomi, üniversite, kültür, sanat, tiyatro, sinema, müzik, edebiyat, spor vs. benzeri  toplumu etkileyen yapılar çoğunlukla bu grupların kontrolüne girmiştir.

Onun için günümüzde, mücadelenin tarafları arasında, büyük bir güç dengesizliği oluşmuştur. Üzgünüm ki; ibre, ülkem için olumsuz düşüncelere sahip olduğuna inandığım ve başını İslamcılar ile kürtçülerin çektiği gruplardan yana kaymıştır.

Şimdi gelelim bu değerlendirmeleri yapma nedenime. Bu neden; yazdığım yazılara ve içindeki fikirlere gösterilen tepki ve eleştirilerin güdüklüğüdür. Bu tepki ve eleştiriler, ya “şehitler ölmez vatan bölünmez”  örneği  gibi bir deyimden veya bir cümleden yada bir slogandan ibaret olmaktadır. Ve bu tepkileri gösteren yada eleştiri yapanların çoğu kendini Atatürkçü, vatansever, yurtsever ve milliyetçi olarak nitelendiren arkadaşlardır…

Ne yazık ki; bu arkadaşlar, benim yazdığım ve fikirlerimi ifade ettiğim bir yazı karşısında, ya tek bir deyimle “komplo teorisi” deyip geçiveriyor, ya da “olmaz böyle şey uyduruyorsun” diye söylüyor. Bazıları da “bizim hareket engellenemez” ya da beğenmediği veya doğru bile olsa işine gelmeyen bir laf edilmiş ise “çakal” sözcüğünü yapıştırıveriyor. Başkaları da “Tam Bağımsız Türkiye” diye kendine bir çıkış buluyor. Bu durum bize, memleket ve millet sevgisinden şüphe duymadığımız bu insanların, genelde büyük bir düşünce sığlığı içinde olduğunu gösteriyor. Buradan anlıyoruz ki; daha karşılarındaki gücü tanımlamamışlar ve nasıl alt edeceklerinden  haberleri yok.

Hele İslamcı gruplar içinde kendini bir cemaate bağlı gören Türklerin acziyeti var ki; bu göz yaşartıcı bir durum. Bir yanda ifade edilen doğru fikirler diğer yanda teslimiyetin getirdiği ile yanlışa doğru demenin mahcubiyeti… Cemaatine ” yanlıştır bu” diyemeyen vur abalıya misali abuk sabuk laflarla bize sarıyor.

Bu arkadaşlara diyeceğim odur ki;  merak etmeyin sizin hareketinizi sizden başka kimse engelleyemez. Siz ülkenizin yönetimini ve zenginliğini elde etmek istediniz de, doğru işler yaptınız da sizi engelleyen mi? oldu. Ya da tam bağımsızlık isteyenler; siz bağımsız olmak ve bağımsız kalmak için üzerinize düşeni gerçekleştirdiniz de bu bağımsızlık olmadı mı?

Yazıları ile Türk milletinin derdine bir karınca misali çareler göstermeye çalışan bu arkadaşınızın; fikirlerini, mensubiyetini, görevini, yaşantısını bilmeden ve onunla aynı yolda yürüdüğünü söyleyerek tek sloganla eleştiri getirenler var ya; işte onlar bana İslamcıların ve kürtçülerin niçin iktidar olduklarını veya iktidar gücünü paylaştıklarını bir kez daha hatırlatan ve kalbime saplanan mermi gibi oluyorlar.

Bu arkadaşların kendi fikir ve ruh yapılarını; Türk tarihi, Türk kültürü, Türk medeniyeti, Türklük ruhu vb. gibi kavramlar açısından çok önem arz eden sıfatlarla tanımlamaları ama buna uygun davranmamaları, milletim ve milletimin geleceği açısından karamsarlığa düşmeme neden oluyor. Ülkemizi, bizimde beğenmediğimiz bu sosyal gruplardan demokratik usullerle meşru yollardan geri alacaksak, tenkit ve eleştiride ucuza kaçanlardan ziyade çok donanımlı ve ne yaptığını bilen ve de kendilerine yakıştırdıkları sıfatlara uygun davranan arkadaşlara ihtiyacımız vardır. Bağırmayla, çağırmayla ve duygularla çözümlenecek iş, neredeyse yok gibidir.

Eğer ben yanlış şeyler yazıyorsam, bu elinize kalemi alıp doğruları yazmanıza engel değildir. Yanlışları ortaya koymak en doğal hakkınızdır. Ama bunu tek bir deyimle, tek bir sözle beni suçlayarak yapmanız mümkün değildir. Keşke sizin yaptığınız ile sonuç alabilecek olsak…

Böyle davranışlar, bana değil, ülkemize ve Türk milletine haksızlık olmaktadır. Onun için, gelin demokratik usullerle ülkeyi ele geçiren sosyal grupların bu işi nasıl başardıklarını ve hangi yöntemleri kullandıklarını araştıralım. Bizde, doğrusu ne ise onu yapalım. Madem ülkeyi ve Türk milletini seviyoruz, bunun laftan ibaret olmadığını ispat edelim. Hem de atalarımızın “büyük lokma yut, büyük laf etme”  öğüdünü unutmadan, eğer büyük laf ediyorsak da bu lafın altında kalmadan ve gereğini yaparak.

İmparatorluktan Cumhuriyete

 

Osmanlı İmparatorluğu gerileme hatta parçalanma, bölünme dönemi, Tanzimat ve Islahat fermanları ile başladı. Bu fermanlarla batılaşma, Avrupalılaşma uğruna bütün değerlerimiz yok edilmeye başlanmıştır. Avrupa hayranlığı ve Avrupalılaşma hastalığı hızla devam etmiş. Cebren ve hile ile aziz vatanın her tarafı işgal edilmiştir. Büyük imparatorluk toprak kaybetmek suretiyle bölünme ve parçalanma sürecine girmiştir.

Tanzimat ve Islahat fermanları tarafları olanlar hemen Avrupalılaşalım. Avrupa bizi geri kalmaktan kurtarsın. İstiklal ve bağımsızlık önemli değil düşüncesiyle hareket ettiler. Hatta bu düşüncelerini o kadar ileri götürdüler ki Türk Milletine büyük düşünür ve devlet adamı olarak tanıtılan bir paşa “Avrupalılaşmak için sadece onların kanunlarını ve medeniyetini almak yetmez, Türk Bayrağına “HAÇ” işaretini de koymak gerekir” diye bilmiştir.

O günlerde bir Mustafa Kemal olsaydı belki de Türkiye Cumhuriyeti, o yıllarda kurulsaydı ve bu millet SEVR’İ yaşamazdı. Ve bugün Türkiye Cumhuriyeti devleti dünyanın en güçlü devleti olurdu. Ama öyle olmadı, içeriden satılmış etnik özürlüler, dışarıdan Türk’ün düşmanları birleştiler ve koca imparatorluğu SEVR’E getirdiler.

Ancak şunu bilmiyorlardı ki Türk Milleti tarih boyunca hiç devletsiz yaşamamış 16 büyük imparatorluk kurmuş, tarihe hükmetmiş bu millet esir alınamazdı ve alamadılar. İstiklalimize, bağımsızlığımıza kast eden düşmanlar güzel vatanımızı her taraftan işgale başlamışlar millet fakru zaruret içerisinde kurtarıcısını beklerken batı hayranları mandacılığı tartışılırken, milletin kaderini değiştirecek bir insan Mustafa Kemal Atatürk çıkıyor ve Milli Kurtuluş savaşını başlatıyor. Amasya tamimi, Erzurum ve Sivas kongreleri ile milleti ile bütünleşiyor. Buralarda milletin temsilcileriyle aldığı kararlarla Türk Milletinin esir edilemeyeceğini bütün dünyaya ilan ediyordu.

Avrupa’nın emperyalist güçlerine karşı milletiyle birlikte mili kurtuluş savaşını kazanmış ve bugünkü milli devletimizi Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurmuştur.

Atatürk döneminde yoktan var edilen bu Cumhuriyet her alanda atılımlar yapmış ve hızla gelişmiş ve kalkınma yolunda büyük adımlar atmıştır.

Atatürk’ün ölümünden sonra batılı emperyalist güçler Türkiye Cumhuriyetinin gelişmesinden endişeye kapılmışlar ve yeşermeye başlayan taze fidanı budamanın planlarını yapmaya başlamışlardır. Bunun içinde içeriden kendilerine hizmet eden satılmışlar aramaya başlamışlar ve KAREN FOGG çocuklarını bulmakta zorlanmışlardır.

Türkiye Cumhuriyeti içerden ve dışarıdan kuşatılmaya başlanmış Amerika’da, Avrupa’da özel yetiştirilen aydınlar kurtarıcı olarak devlet yönetimine getirilmeye başlanmıştır.

Devletin üniter yapısı devamlı bozulmaya başlanmış ve önemli kadrolar etnik özürlülerin eline geçmiştir. Avrupa Birliği diye bir kuruluş Avrupa Devletleri tarafından kurulmuş ve bir gün dünyanın hâkimiyetini ele geçireceği havası verilmiştir. Bu birliğe üye devletler refah ve mutluluk içinde yaşadıkları, özgürlüklerin ve demokrasinin tam işlediği devletler olarak tanıtılmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti Devletini yıkmak için içeride vakıflarıyla, Ajanslarıyla ve içeriden satın aldıkları soyu bozuk kişilerle kuşatmaya ve bölmeye başlamışlar, bu harekete Türk’ün Anadolu’dan çıkarılması hareketi adını vermişlerdir. Son zamanlarda bu hareketler Türkiye içinde ve dışında hızlandırılmış medyadaki KAREN FOGG çocukları, etnik özürlülerle beraber hareket ederek SEVR’İ yeniden hortlatmak istemektedirler. Tanzimat ve Islahat fermanları SEVR’İ doğurdu. Bu gün aynı mahiyette içerikleri aynı 6. ve 7. uyum yasaları Türkiye’yi yeni bir SEVR’e götürmektedir. Anayasamız, kanunlarımız AB’nin direktiflerine, emirlerine göre devamlı değiştirildi. Yöneticilerimiz bizim yıllarca önce gördüğümüz doğruları şimdi ancak görebildiler. Buna da şükürler olsun.

İstiklal Marşı Şairimiz Mehmet Akif 
Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen alsancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak
Diyerek yaktığı istiklal ve milli Kurtuluş Savaşının ilk ateşi halen daha yanmakta Millete verdiği cesaret ise aynı tazeliğini korumaktadır.

Bizde diyoruz ki ” Ey Türk Milleti korkma istiklal ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlarına karşı Türk Ordusu ve Atatürk’ün Cumhuriyeti emanet ettiği Türk gençliği vardır. Büyük Türk Milleti Türk’ün Anadolu’dan çıkarma hareketine mutlaka dur diyecektir. Çünkü bunun için muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.

 

Hangi Değişim, Hangi Demokrasi?

0

 

Füze Kalkanı’nın Türkiye’ye konuşlandırılması ‘Türkiye, ABD ve NATO arasında zorlu pazarlık’ şeklinde takdim edilmektedir. NATO’nun yeni stratejik konsepti çerçevesinde ABD’nin sağlayacağı füze kalkanı radarının Türkiye’ye konuşlandırılması kararının 30 Ağustos Zafer Bayramı öncesinde alındığı belirtilmektedir. Bu kararı eleştirilenler iktidar yanlısı basın tarafından ‘kör tavuklar, değişimi görmeyenler, basireti bağlanmış olanlar’ şeklinde tanımlanmaktadır. Kendileri değişimin öncüsü, ehl-i basiret, çağı doğru okuyanlar. Eleştirenler ise çağın gerisinde kalanlar, demokratikleşme dalgasını göremeyenler, Soğuk Savaş döneminin artıkları. TRT başta olmak üzere bütün basın yayın organları bu ayrım üzerinden alınan kararı meşrulaştırmakta, propagandasını yapmaktadır. Bu zihin yönlendirme tekniğinin faillerine bazı konuları hatırlatmanın tam zamanıdır.

NATO’nun Yeni Stratejik Konsepti: Soğuk Savaş’ın ardından dünya gündeminde yer alan konulardan bir tanesi ‘NATO dağılmalı mı,’ sorusu oldu. Bu soru etrafında yapılan tartışmaların sonucunda ‘NATO dağılmamalı, çünkü NATO kızılları tarihin dışına attı, şimdi Batı dünyasına karşı yükselen tehdit (yeşiller) İslâm coğrafyasıdır. Medeni dünyanın, yani batı dünyasının varlığını korumak için ya yumuşak güçle bu coğrafya dönüştürmeli, yani siyasi ve ekonomik kurallara bağlanmalıdır. Bu olmazsa doğrudan müdahale yoluyla İslâm coğrafyası yeni bir düzenlemeye tabi tutulmalıdır. Kararın bu çerçevede olduğunu gösteren birçok kaynak var. ‘İslâm coğrafyasını demokratikleştirme’ ifadesi işte bu stratejik konseptin bir parçasıdır.

Şimdi çağı doğru okuduklarını ve değişimin öncüsü olduklarını söyleyen malum ve mevcut zevata bu coğrafyanın bütün sathına yayılarak şu soruyu sorabiliriz: Siz bırakın, çağı doğru okumayı, değişimin öncüsü olmayı da şunun cevabını verin: İslâm etiketi altında emperyalizmin sözcülüğünü yapma ‘kaderini yaşamak’ nasıl bir duygudur? Bir coğrafyayı hedeflediğini açıkça ilan eden bir gücün parçası olmak hangi demokrasinin, hangi özgürlüğün göstergesidir? Ortadoğu’da despotizmi besleyen ve kontrol eden aynı güçtü, bu gün dağıtan da aynı güç, bu size bir şey anlatmıyor mu? Diyelim ki siyasî olarak böyle bir çıkmaz sokağa düştünüz, inançlarını koruyan ve bu coğrafyanın insanın ölümünden dolayı acı çeken insanlara hiç mi saygınız yok? Eğer önlenemez bir iç savaş sahneleri ortaya çıkarsa, ‘kör tavuk’ diye damgaladığınız insanların yüzüne nasıl bakacaksınız?

Denetleyen Kim, Denetlenen Kim? NATO’nun yeni stratejik konsepti ve benzeri meselelerin tartışıldığı dönemde İsmet Özel’in verdiği bir konferansa katılmıştım. Aldığım notlara göre belirtilen çerçevede İsmet Özel şu yorumu yapmıştı: ‘Dünya toplumları arasında asıl bölünme Soğuk Savaş döneminde yaşanan ideolojik bölünme değildi. Sovyet Bloku’nun çökmesi gerçek bir bölünme değildi. İki süper güç arasındaki bölünmeyi, asıl bölünme olarak algılamak yanlıştır. Asıl bölünme ‘denetleyen ve denetlenen arasındaki bölünmedir’. Dünya ölçeğinde işleyen ve uygulanan siyasi ve stratejik dili kim üretiyor ve uyguluyorsa, o denetleyen güçtür. Üretilen siyasi-stratejik model hangi coğrafyada uygulanıyorsa o da denetlenen güçtür.’ I. Wallerstein ‘SSCB, batının öteki yüzüdür. Onun çöküşü ötekinin değil, batı paradigmasının bir yüzünün çöküşüdür’ tespitini yapar. 1990 sonrası mücadelenin üçüncü dalga / iletişim ağları üzerinden toplumları denetleyen güçle İslâm coğrafyası arasında olacağını A. Toffler haykırır.

Demek ki gerçek bölünmeyi ‘kültürler arasında ayrım yapan ve İslâm dünyasını Ortaçağ’ın artığı gören Batı’ üretti, şimdi de uygulamaktadır. Zaten ‘isyanın baş gösterdiği ülkelerde yaşananları gizleyerek’ Arap baharı, demokratikleşme şeklinde tanımlama kavramlardan tutun, isyan sürecinin her aşamasında uygulanan teknikler, meseleyi müdahale kıvamına taşıma biçimi denetleyen-denetlenen ilişkisini açıkça ortaya koymaktadır. Bunu söylediğimizde Ortadoğu’da fiilen işleyen otoriter ve totaliter sistemleri desteklediğimiz sonucu çıkarılıyor. Bu doğru değildir, zerre kadar izanı olan bir insan böyle bir şeyi savunamaz. Bu noktada dikkat edilmesi gereken konu başkadır: Otoriter, totaliter sistemleri besleyen, büyüten, milletin başına bela eden güçle, şu an bunları dağıtan, yerlerine kontrol edebileceği aktörleri ayarlayan, destekleyen güç aynıdır. Olup bitenin demokrasi ve özgürlükle hiçbir alakası yoktur.

Önce Bütün Mesele Dindi, Şimdi Ne? Tablo bu olduğu halde ‘denetleyen gücün parçası olmak, buna alkış tutmak, eleştireni aşağılamak’ hangi dine, hangi düşünceye uygundur? Bu öfkenin arkasında içinden çıkılması güç bir bağımlılık olmasın! Uzun süredir Irak’ta akıtılan kanı mubah gören ya da tevile imkân veren bir tane dini metin göstermek mümkün mü? Bırakın sahih olmasını, bir tane hadis göstermek mümkün mü? Haydi, lazım değil, göstereceğin dini ifade uydurma olsun! Dinden imandan bahsedersiniz ama gösteremezsiniz. Çünkü zulmün izahı yoktur. Böyle durumda bütün kelimeler susar. Vicdanların konuşması gerekir, eğer vicdan da susarsa bunun adı zulme ortak olmaktır. Bir taraftan ‘önemli olan gönül, gönül sıralaması’ diyerek inceden inceye toplumun dini algısına gönderme yapacaksın, oradan besleneceksin, diğer taraftan dünya ekonomik sermayesinin tedricen yer değiştirmesinin açtığı çatlağı aşmak için Haçlı Seferi’ne çıkan batılı güçlerin parçası olacaksın, alkışlayacaksın, değişim edebiyatı yapacaksın, ondan sonra da sıkı Müslüman geçineceksin, özgürlükçü olacaksın, demokrat olacaksın. Hadi, oradan!